Öğretmesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öğretmesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Eylül 2017 Cuma

Allah'ın Adem'e İsimleri Öğretmesi Bize Dair Neler Söylemektedir?

Bakara s. içinde geçen Adem ve İblis kıssasında, Allah (c.c) Adem'i yarattıktan sonra ona isimlerin tümünü öğrettiğini bildirmektedir (bakara s. 31. ayet). Adem ve İblis kıssası direk olarak bütün insanları ilgilendirmesi nedeniyle, bu öğretmenin bizler için ne anlam ifade edebileceği bu yazımızın konusu olacaktır.

 Allah'ın Adem'e isimleri öğretmesinin anlamını, insanın yaşamını doğru biçimde idame ettirmesini sağlayacak olan tüm temiz fıtri bilgiler olarak tarif edebiliriz. Ancak burada Öyleyse Allah (c.c) nin bir çok ayette insana iki yol göstermesini, ona fücuru ve takvayı ilham etmesini beyan etmiş olmasını nasıl anlayabiliriz? sorusu sorulabilir.

Evet, Allah (c.c) insanı iyilik ve kötülüğe meyyal bir yapıda yaratmıştır. Ancak insanın kötülüğe meyyal tarafının baskın gelmesi, Adem ve İblis kıssasının en önemli aktörü olan Şeytan'ın insan üzerindeki etkisi nedeniyledir. Allah (c.c) insana fesat ve bozgunculuk yapmasını gerektirecek isimler öğretmemiştir. 

Allah (c.c) nin insana kötülük ile ilgili isimleri öğretmediğini nasıl ve nereden anlıyoruz?.

Bakara s. içinde geçen Adem ve İblis kıssasına baktığımızda surenin 30. ayetinde Allah (c.c) meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim" dediğinde, melekler bu söze karşılık "yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın?" demekte, meleklerin bu sözlerine karşılık ise Allah (c.c) onlara "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" diyerek, yaratacağı insanın yeryüzünde fesat çıkaran ve kan dökücülüğü öğretmediği birisini olacağının işaretini vermiştir.

Allah (c.c) Adem'i yaratıp ona isimlerin tümünü öğrettikten, Adem ise öğrendiği bu isimleri meleklere haber verdikten sonra, Allah (c.c) nin meleklere "Ben gökler ve yerde görünmeyeni biliyorum, sizin açıkladığınızı ve gizlemekte olduğunuzu da bilirim, diye size söylememiş miydim?" demiş olması, meleklerin fesat ve kan dökücülük isnat ettiği insana, bu fiilleri işleyebilecek yeteneğe sahip olacağı isimleri Allah'ın öğretmediğini göstermektedir.

Peki, Allah'ın fesatçılık ve kan dökücülük öğretmediği insana bu fiilleri kim öğretti?.

Bu sorunun cevabını, İblis'in Ademe secde etmemesi neticesinde huzurdan kovulması, Allah'tan insanları onun öğrettiği isimlere aykırı davranışlar sergilemelerini iğva etmek için kıyamete kadar mühlet istemesinde, ve bu mühletin ona verilmesinde bulmaktayız.

İşte Allah'ın insana öğrettiği isimler içinde bulunmayan Fesatçılık, ve Kan dökücülük olarak gördüğümüz olumsuz davranışların kaynağı Allah değil Şeytan'dır. Allah bu noktada insana iki yol göstermiş, bu iki yolun hangisini seçerse bu seçimlerinin onlara ne gibi karşılığı olacağını bildirmiş, seçimi hangisi olursa olsun ona müdahale etmeden seçtiği yolu ona açmaktadır.  Adem ve İblis kıssası içinde geçen ayetlerde, Şeytan'ın onlara düşman olduğu haber verilerek, ona uydukları takdirde başlarına gelecek olanın haber verildiği ayetlerde de görmekteyiz. Allah Adem ile eşine yolu göstermiş, fakat seçimlerinde onlara müdahale etmemiş, onları seçimlerinde serbest bırakmıştır.

Allah Adem ile eşine, onlara öğrettiği isimler dahilinde bir yaşam sürdükleri takdirde cennette kalabileceklerini haber vermiştir. Fakat Şeytan devreye girerek, onlara öğretilen bu temiz öğretilerin aksine kirli öğretileri onlara süslü göstermek sureti ile onların ayaklarını kaydırmıştır.

İnsanın olumsuz tarafı olarak fesatçılık ve kan dökücülüğünün öne çıkması, Bakara suresinin diğer ayetlerde gördüğümüz İsrailoğullarının yaptıkları yanlışlar ile ilgilidir. Bakara suresi içinde anlatılan İsrailoğulları ile ilgili ayetlerde, onların fesatçılık ve kan dökücülüklerinin öne çıktığı dikkat çekmekte, onların bu yanlışlarının sebebinin ise, Allah'ın öğretilerini bırakarak Şeytan'ın öğretilerine tabi olmaları neticesinde olduğu anlatılmak istenmektedir. Adem ve İblis kıssasının hemen arkasından uzun bir bölüm İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin gelmesi dikkat çekicidir.

[007.071]  «Hiç şüphesiz artık Rabbinizin azab ve öfkesini hak ettiniz. Allah'ın hiçbir delil indirmediği, isimlerini de siz ve babalarınızın koyduğu putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin, doğrusu ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim» dedi.


[012.040]  Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

[053.023] Aslında bu putlar sizin ve atalarınızın uydurduğu, kuru isimlerden, boş lafızlardan başka bir şey değildir. Allah onların tanrılıklarına delil olabilecek hiçbir şey indirmemiştir. Onlar sadece zanlarına ve nefislerinin heva ve heveslerine uyarlar. Halbuki onlara Rab’leri tarafından uyacakları mükemmel Rehber çoktan gelmiş bulunuyor!

[013.033] Böylece herkesin bütün kazancım gözetim altına alan zat (Allah) hiç inkar edilir mi? Tuttular Allah'a ortaklar koştular. De ki: «Söyleyin bakalım onların isimlerini!» O'na yeryüzünde bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz, yoksa anlamı olmayan sadece kuru bir laf mı? Doğrusu küfre saplananlara hileleri hoş gösterildi ve doğru yoldan saptırıldılar. Allah her kimi saptırırsa artık onu yola getirecek yoktur!

Yukarıdaki ayetleri dikkatle okuduğumuz zaman, şirk konusunda insanların düştükleri yanılgılarda, Allah'a rağmen insanların yaşamları konusunda isim koyma yetkisini kendilerinde görmesinin rol oynadığını görmekteyiz. Çünkü Allah'ın insana öğrettiği isimlerde onu şirke düşürecek herhangi bir bilgi yoktur. Şirk, insanın fıtratında bulunan bir özellik değil, sonradan oluşan yani Şeytan olgusunun devreye girmesi ile meydana gelen arızi bir durumdur. İnsanın şirke düşmesi kendi fıtratına yüklenmiş olan temiz bilgiyi terk ederek, Şeytan tarafından empoze edilen kirli bilgiyi tercih etmesi, bu bilgilerin gösterdiği doğrultuda isimler edinmesidir.


Bu noktada Şeytanın kimliği gündeme gelecektir. Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki insan kendisinin şeytanı olabilir. Onun fücura yönelmeye olan itiyadı, içindeki şeytanın harekete geçmesi ile gerçekleşmektedir. Şeytan olarak bildiğimi şey, kafasında boynuz elinde iki uçlu mızrak ile karikatürize edilen korkunç bir yaratık değildir. İnsannın kendi cinsinden olan yakınları da onun şeytanı olabilir. Hülasa şeytanı, İnsanın ayağının cennetten kaymasına sebep olan her şey olarak tarif etmek mümkündür.

Ütopik (imkansız) olsa da, olayın daha net anlaşılabilmesi için şöyle kurgu bir hayat sunabiliriz;

Bir kişi dünyaya gelir ve yaşamında sadece kendisine öğretilen temiz bilgileri uygulama alanına koyar, kendisine içinden seslenen kötü duygulara asla prim vermez, yaşadığı hayat içinde karşısına çıkan kişiler ve olaylar hakkındaki yaklaşımını Allah'ın kendisine öğrettiği isimlerin gösterdiği yönde değerlendirir. İşte böyle bir insan tipinin ahiret karşılığı cennet olacaktır. Ancak başta da söylediğimiz gibi bu imkansız bir olay olup, yaşama alanına çıkan her insan bir takım tehlikeler ile karşı karşıya mutlaka kalacaktır.
Bu noktada devreye Allah'ın gönderdiği elçiler ve kitaplar girmektedir.

Zaman içinde şeytan iğvası ile bozulan insanların imdadına elçiler ve kitaplar yetişmekte, insanın unuttuğu temiz duyguları ve yaşamı onlara tekrar hatırlatmakta, onların fabrika ayarlarına geri dönmeleri konusunda uyarılar ve hatırlatmalarda bulunmaktadırlar.

Sonuç olarak; Allah'ın Adem'e isimleri öğretmesi, onun fıtratına temiz bilgileri yerleştirmesi anlamında olup, bu temiz bilgiler şeytan tarafından bozulmadığı sürece insanı cennete taşıyacaktır. Ancak şeytan insanın hiç bir zaman rahat bırakmamakta, onun ayağını kaydırmak için fırsat kollamaktadır. 

Allah'ın insana öğrettiği isimler kullanılarak yaşanan hayatlar, insanı cennete taşırken, Allah'ın dışındakilerin öğrettiği isimler insanı cehenneme taşıyacaktır.


                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

7 Aralık 2015 Pazartesi

Al-i İmran s. 164. Ayeti : Resul'un Kitap ve Hikmeti Öğretmesi

Müslümanlar arasında bitmek tükenmez bilmeyen tartışmalardan olan Muhammed (a.s) ın nasıl bir konuma oturtulması gerektiğini , ona indirilen Kur'an açık ve net olarak anlatmaktadır. Muhammed (a.s) ın konulması gereken yer, onu gönderen Rabbimiz tarafından beyan edilmesine rağmen , bu konuda ifrat ve tefrit olarak tanımlayabileceğimiz uç düşünceler ortaya çıkarak bir tarafta yarı ilah, diğer tarafta sadece getirdiği mesajı okuyan bir elçi portresi oluşturularak, vasat anlayışın dışına çıkılmıştır. 

Al-i İmran s. 164. ayeti, Muhammed (a.s) ı nasıl konuma oturtulması gerektiğini beyan eden  ayetlerden bir tanesidir. 

Le kad mennallâhu alel mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).

[003.164] And olsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.

Ayete baktığımızda gönderilen elçinin görevlerini şu şekilde sıralamak mümkündür. 

1- Allah'ın ayetlerini okumak.
2-Mü'minleri tezkiye etmek.
3-Onlara Kitap ve Hikmeti öğretmek. 

Konumuz olan ayetlerin benzerleri , Bakara s. 129 ve 151. , Nisa s. 113 , Cuma s. 2. ayetlerde de karşımıza çıkmaktadır. Resulün görevini özetleyen bu ayetlerin , yukarıda bahsettiğimiz iki uç anlayışı tasdik ettiğini söylemek mümkün görülmemektedir. Bazı uç anlayışlarda gördüğümüz , Muhammed (a.s) ın görevini sadece 1. şık ile sınırlandırma düşüncesinin yanlış olduğu, bu ayeti okuduğumuz zaman anlaşılmaktadır

"Ehli hadis" düşüncesinin dayandığı peygamber anlayışında ortaya çıkan söylem, ayet içindeki "Hikmet" kelimesinin, Kur'andan ayrı olarak inen bir bilgi kaynağı olduğu yönündedir. Bu görüş uydurma olarak ifade edebileceğimiz rivayetler ile, Muhammed (a.s) a söyletilerek ona atfen büyük bir iftira uydurulmuştur. 

"Elçi" payesini alan insanlar , öncelikle insan olmanın gereği olan yaratılıştan gelen fıtri bilgilere sahip olarak dünyaya gelirler. Bu anlamada "Kitap ve Hikmet" , sadece elçilere has bir öğreti değil , bütün insanlara öğretilen bilgileri ifade etmektedir. 

"Kitap" kelimesi, Kur'anda kullanıldığı cümle içinde anlamını bulan bir kelime olmakla birlikte , "Hikmet" ile birlikte kullanıldığı yerlerde , insanların tümüne öğretilen fıtri bilgileri ifade ettiğini söyleyebiliriz. "Hikmet" kelimesini , "doğruyu ve yanlışı ayırt edebilme kabiliyeti" olarak ifade edildiğini söyleyebiliriz. 

Dünyaya imtihan edilmek için gelen insanın esas problemi , kendisine verilen "Kitap" bilgisini, yine kendisine verilen "Hikmet"i kullanarak eşyayı nasıl kullanması gerektiğidir. Elçilerin ve Kitapların fonksiyonu burada ortaya çıkmaktadır.

Araf s. 172. ve 173. ayetlerinin beyanından anlaşılacağı üzere , bütün insanların yaratılışından gelen bir özellik olarak "Rab" olarak birilerini bilme yetisi mevcuttur. Yaratılan insan kendisine karşı , herhangi bir dış müdahale olmadığı müddetçe "Rab" olarak Allah (c.c) yi tanır. Fakat kendisine yapılan dış müdahale sonucu "Rab" olarak başkalarını tanıma yoluna gidebilir.

Kur'anın "Şeytan" olarak tanımladığı , ve insanı başka rab ve ilahlara kul olmayı teşvik eden bu düşmana karşı , Allah (c.c) bir çok elçi ve kitap göndererek bu tehlikeye dikkat çekmiş , ve ondan korunma yollarını göstermiştir. 

"Şeytan" vasfına sahip olanların , insana karşı yaptığı en büyük düşmanlık , ona verilmiş olan doğruyu yanlışı ayırt edebilme kabiliyetini yani "Hikmet" i, insana nasıl kullanacağını onların öğretmeye çalışmasıdır. Kur'anda anlatılan "Adem ve İblis" kıssasının mesajını kısaca özetleyecek olursak , Ademe verilen emirlerin , "İblis" adında müşahhaslaştırılan bir kişilik üzerinden nasıl saptırılarak , doğru olanın yanlış , yanlış olanın ise doğru gösterilerek, insanların ayağının cennetten nasıl kayabileceğinin anlatılması olduğunu söyleyebiliriz.

Adem kıssasında "İblis" adı ile müşahhaslaştırılan "Şeytan" , kıyamete kadar insanın ayağını cennetten kaydırmak için var olan her şeyin genel adı olarak aramızda yaşamakta ve yaşamaya devam edecektir. 

Adem ve Muhammed (a.s) lar arasında gelen bütün elçilerin ortak görevi , "Hikmet" adı verilen doğruyu yanlışı ayırt edebilme kabiliyetini , şeytanlar tarafından öğretilen bilgi doğrultusunda kullananlara karşı mücadele etmek ve bu mücadelede başı çekerek örneklik yapmaktır.

Kur'anda adı geçen elçilere karşı amansız bir savaş giren müşrik önderler, kendilerinde mevcut bulunan "Hikmet" i , şeytanların onlara vaaz ettiği bilgiler doğrultusunda kullanarak, kendilerinin doğru yolda olduklarını , onları vahye teslim olmaları gerektiğini haber veren elçilerin ise ,yanlış yolda olduklarını zannetmişlerdir.   

Musa (a.s) a karşı çıkan Firavun da , İbrahim (a.s) a karşı çıkan Nemrut ta , Nuh ,Hud , Salih , Lut (a.s) gibi bütün elçilere karşı çıkan  mele ve mütref takımında ,"Hikmet" adı verilen doğruyu ve yanlışı ayırt edebilme kabiliyeti mevcut idi. Elçilere karşı çıkan bu insanlar , kendilerinde olan "Hikmet" i vahye değil şeytana bağladıkları için , kendilerinin haklı ve doğru yolda , elçilerin haksız ve yanlış yolda oldukları zannı hakim olmuştur. 

Bu durum Muhammed (a.s) ın elçiliği zamanında da böyle gelişmiştir. Mekke ve Medinenin ileri gelenleri , kendilerine gelen elçiye iman etmeyerek  önceki ataları gibi, elçi ve ona tabi olanlara karşı amansız bir savaşa girişerek , kendi yollarının doğru olduğu zannına kapılmışlardır. 

Allah (c.c) elçisine indirdiği ayetler ile , o elçinin insanlara "Kitap ve Hikmet" i öğretmek için geldiğini haber vermektedir. Muhammed (a.s) dahil olmak üzere ondan önce gelen bütün elçiler , onun gibi aynı şekilde insanlara "Kitap ve Hikmet" i öğretmekle görevli öğretmenlerdir. 

Bu elçiler içinde oldukları topluluğa  kendilerine inan vahiy doğrultusunda, kendilerinde mevcut olan bilgilerin nasıl bir bilgi kaynağına bağlanarak kullanılması gerektiğini öğretmeye çalışmışlardır. Tebliğci ve öğretici olmaları hasebiyle , kendilerine inen vahyi önce kendileri hayata tabi kılarak örnek bir hayat yaşamışlardır. 

Son elçi olan Muhammed (a.s) bu elçilerden birisi olup, kendisine inen vahye iman edenlerin ilki olarak ona okunan vahyi , önce kendisi iman ederek hayatına yansıtmıştır. Onun kendisinde mevcut olan bilgileri inen vahiy doğrultusunda kullanması ve bu kullanımı hayatı içinde pratiğe aktarması , literatürde "Sünnet" (gidilen yol) olarak isimlendirilmiştir.

Muhammed (a.s) ın vahye tabi olarak yaşadığı hayat , "Ehli hadis" olarak tabir edilen fırka mensupları tarafından farklı algılanarak , yaşadığı bu hayat içinde yapmış olduğu fiiller ve söylemiş olduğu rivayet edilen sözlerin , vahiy olarak ona bildirilmiş olduğu düşüncesi geliştirilmiş , geliştirilen bu düşünce ,  diğer insanlar gibi ona da doğuştan verilmiş olan "Hikmet" i kendisine inen vahiy doğrultusunda kullanmış olmasının  hiçe sayılması, ve bir robot konumuna düşürülmesi anlamına gelmektedir. 

Hikmetin sünnet olduğu , sünnetinde vahiy olduğu düşüncesi, kendi içinde büyük bir hatayı barındırmaktadır. Muhammed (a.s) ın yapmış olduğu fiilllerin , kendisine vahyedilmesi neticesinde meydana geldiğini iddia etmek , Kur'anda Muhammed (a.s) ın hata yaptığına dair olan ayetleri dikkate aldığımızda , ya ona yapıldığı iddia edilen vahyin yanlışlığını , veya ona vahyedildiği iddia edilen vahye uymadığı anlamına gelecektir.

Muhammed (a.s) a verildiği iddia edilen "Hikmet" in ona vahyedildiğini iddia edecek olursak , Abese suresinin ilk ayetlerinde , kendisine gelen ama ya karşı olan tutumunun, ona yapılan vahiy neticesinde olduğunu söylemek zorunda kalır , bu yaptığını yanlış olduğunu ifade eden ayetleri izah etmekte zorlanırız. Enfal s. 67. ayetinde Bedir savaşında esir almasının hata olduğunun beyan edilmiş olmasını , eğer yaptığı her fiil vahiy eseri ise , esir alması da bir vahiy eseri olması gerekir , esir almasının yanlış olduğu konusunda inen ayeti nasıl izah edebiliriz?.


Elçilerin görevini, "Tebliğ" (İletmek) ve "Talim" (Öğretmek) şeklinde iki kelime ile özetleyebiliriz. Muhammed (a.s) a inen ayetler içinde anlatılan elçi kıssaları , o elçilerin hikmeti nasıl öğrettiklerini Mekkeli ilk muhataplara öğreterek , Muhammed (a.s) ve ona tabi olanlara canlı örnekler olmuştur. Muhammed (a.s) bu örneklerden yola çıkarak 23 senelik risaleti boyunca kendisinden önceki elçilerin yolunu, yani literatürdeki adı ile "Sünnet" lerini takip etmiştir. 

Muhammed (a.s) sonrası değişen "Sünnet" algısı,diğer elçilerin sünnetleri hesaba katılmadan sadece Muhammed (a.s) a indirgenmiş , "Muhammed (a.s) Sünneti" denildiği zaman akla , onun fiillleri olarak rivayet edilen ve insan olarak yaptığı ve kendi yaşadığı zaman ile sınırlı bir takım fiiller akla gelerek , bütün elçilerin evrensel bir çağrı olan Tevhid mücadelesindeki izledikleri yolları yani sünnetleri akla bile gelmemiştir. 

Bu gün biz Müslümanların her yönden geri kalmış olmamızın en başta gelen sebebi , "Sünnet" denildiği zaman bütün elçilerin sünnetlerinin değil, tek bir elçinin sünnetinin hatırlanması , o sünnetler ise evrensel bir bağlayıcılığı olmayan ve sadece elçinin insan olması hasebiyle yapmış olduğu yemek , içmek , uyumak v.s gibi şeylerle sınırlandırılmış bir sünnet anlayışına sahip olmamızdır.

Muhammed (a.s) ın Kitap ve Hikmeti öğretmesinin anlamı, evrensel bir boyuta taşınmayıp sadece kendi yaşadığı zaman içindeki yaşantısını baz alan bir anlayış içinde değerlendirilmeye çalışılması elçilerin öğreticilik unsurunun doğru anlaşılmamasına sebep olacaktır. 

"Elçi" kavramının öncelikle , onun getirdiği vahiy bilgisi öne çıkarılarak değerlendirilmesi gerekirken , elçinin kendisi öne çıkarılmış ve bu öne çıkarılma , vahyin evrensel mesajının anlaşılmasında engel oluşturmuştur. Elçiler elbette sevilecektir , ancak bu sevilme onları İsa (a.s) ın düştüğü duruma getirmemelidir. Bizlere, elçiler tarafından öğretilen bilgiler gerekli iken , o bilgilerin bir tarafa bırakılıp o bilgileri öğretenlerin şahıslarının öne çıkarılması dinamik ve hayata yansıyan bir Kur'an anlayışının üzerini örtmektedir. 

Muhammed (a.s) dahil bütün elçiler ruhban ve pısırık bir dini yaşam sahibi değil , yaşanan zamana dair itirazı olan pratik bir söylem sahibidirler. Bu gün din olarak bildiğimiz ve yaşadığımız şey , bu elçiler tarafından tebliğ edilen ve öğretilen din değil , kimseye zararı olmayan , yaşanan zamana dair bir itirazı ve söylemi olmayan, muhafazakar ve uzlaşmacı bir din haline gelmiştir. 

Kur'anda anlatılan elçi kıssalarına baktığımızda , gelen elçilerin kavimlerinin yaşantılarına dair yaptığı itirazların sosyal , ekonomik , ahlaki , ve herkesin yaşam hakkına saygı duyan bir söylem içinde oldukları görülmektedir. 

Şuayb (a.s) kıssasında önce çıkan tebliğ, başta tevhidi bir hayat sürülmesi gerektiğinin yanısıra , o kavmin ekonomik hayat içinde yaptığı fesadın düzeltilmesine yöneliktir. Salih (a.s) kıssasında öne çıkan tebliğ , tevhidi bir hayat sürülmesi gerektiğinin yanısıra ekolojik dengenin gözetilmesine yöneliktir. Lut (a.s) ın kıssasında öne çıkan tebliğ , o kavmin ahlaki yozlaşmasına karşı çıkan bir söylemdir.

Bütün elçiler insana verilen hikmetin , nasıl bir kaynağa bağlanarak kullanılmasını öğretmek üzere gelerek, bunları söz ve fiil ile kendi topluluklarına anlatmış olmalarına rağmen , bu gün yaşanan hayatların , geçmiş elçilerin kavimlerinde yaşanan olumsuzlukları barındırması bizleri o olumsuzluklara karşı bir söylem üretmemize vesile olmamaktadır. 

Yaşanan hayata dair olumsuzluklara itiraz etmek , kendilerini elçilerin yolundan gittiğini iddia edenlerin başta gelen görevleri olmasına rağmen , bu iddia sahiplerinin büyük çoğunluğunun böyle bir görevi olduğundan bile habersiz bir hayat yaşamaları bizleri düşündürmelidir. 

"Hikmet" denilince hadislerin akla geldiği ,ve yapılan tartışmaların bu hadislerin sahih olup olmadığı yönünde olan bir Müslümanlık anlayışı , bırakın yaşanan dünyadaki sorunların çözümünde söz sahibi olmayı , kendi içinde bile doğru düzgün bir din anlayışı ortaya koyamayan biz Müslümanları, yaşanan dünya içinde birilerinin kendi mel'un amaçlarını ikame etmek için kullandıkları figüranlar olmaktan başka bir işe yaramayan topluluk haline getirmiştir. İşin daha vahimi bu durumun farkında bile olamayışımız , ve hala birilerinin ekmeğine yağ sürecek sünnet vahiymidir değilmidir gibi boş tartışmalar ile vakit kaybediyor olmamızdır.

Sonuç olarak ; Elçi ve kitapların gönderiliş gayesi , biz insanların doğuştan gelen bazı hassasiyetlerinin yanlış bir şekilde kullanılmasının, yanlışlığını hatırlatmak , doğru kullanımın nasıl olması gerektiğini, gelen kitapları okuyan ve o kitapların muhteviyatını hayatlarına geçirerek örnek olan elçilerin görevlerini oluşturmuştur. 

Muhammed (a.s) bu görevi üstlenen son elçi olup , o da diğer elçi ataları gibi kavminin yapmış olduğu şirk'in onlara neye mal olacağını , bu hallerini düzeltmeleri gerektiğini hatırlatan bir elçidir. Bu görevini sadece kendisine inen vahyi okumakla kalmamış , kendisine inen vahyin ilk muhatabı kendisinin olması hasebiyle , okuduklarını önce kendi sahasına aktararak "Üsvetün Hasenetün" (Güzel Örnek) olmuştur. 

Kur'anın elçilerin görevleri ile ilgili ayetleri, bizlere elçilerin öğrettikleri bilgileri öğrencileri ile birlikte yaşayan insanlar olduğunu hatırlatmaktadır. Bu elçiler ne sadece bir iletici , ne de bütün yaptıklarını kendilerine iletilen vahiy ile gerçekleştiren robot değildir. Robot elçi olarak gönderilen bu kişilerin hata yapmaları gibi insani hassasiyetleri de olmaması gerektiği için , biz insanlara örnek olmaları mümkün değildir. 

Bu gün eğer dünyada yaşanan olaylara dair bir sözümüz olmasını istiyorsak, elçilerin getirdiği kitaplardaki muhteviyatı nasıl hayatlarına aktardıkları bizler için yol gösterici olmalıdır. Bu yol göstericilik eğer göz ardı edilerek, Kur'an dışı elçi algılarının hakim olduğu bir din anlayışı içinde olmak bizlerin dünyada özne olmak yerine figüran olma rolünü oynamaya devam ettirecektir. 


                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.