5 Nisan 2017 Çarşamba

Nisa s. 80: Resule İtaat Edin Emirlerinin Doğru Anlaşılmasında Anahtar Ayet

Allah (c.c) alemlere rahmet ve hidayet olarak gönderdiği kitabının bir çok yerinde bizlere Allah'a ve resulüne itaat edin şeklinde emirler vermektedir. Bu emirlerde geçen ve bağlacının Allah ve resulü birbirinden ayırdığı, Allah'a itaat edin emri ile Kur'an'a itaatin emredildiği, Resule itaat edin emri ile onun söylediği rivayet edilen hadislere itaat etmenin emredildiği yönündeki düşüncelerin ağırlıkta olduğu bilinmektedir. 

Fakat Allah (c.c) nin itaat konusunda kendisine ait yetkilerin bir kısmını, beşer cinsinden hiç bir kul ile paylaşmayacağı, beşer cinsinden elçi olarak  seçtiği insanlara yüklediği vazifenin kendi emirlerini tebliğ etmek ve yaşamak ile sınırlı olduğunu dikkate aldığımızda, Muhammed (a.s) a yüklenen bu görev bazı sakıncalar doğurmaktadır.

İslam dünyasında Ehli Hadis  düşüncesinin hakim olması, elçi merkezli din anlayışının öne çıkmasına sebep olmuş, elçi ile onu gönderen aynı kefeye konulmak sureti ile Kur'an'ın din de belirleyici olarak görülmediği bir din anlayışı geliştirilmiştir. Bu konuda en büyük yanlışlık, itaatin asıl kime olması gerektiği noktasında yapılmaktadır. Allah (c.c) kendisine itaat edilmesi için gerekli olan emirleri, biz insanlar içinden seçtiği elçiler yolu ile bildirmektedir. Elçilerin bu noktadaki görevi, elçi olmaları bakımından Allah'ın emir ve yasaklarını tebliğ etmeleri, insan olmaları bakımında ise aynı emir ve yasaklara uymanın nasıl gerçekleşmesi gerektiği insanlara yaşayışı ile örnek olmaktır.

Hal böyle iken Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan farklı algılar, mesajın değil mesajı getirenin öne çıkarılmasına sebep olmuş, ve bu noktada bazı ayetlein delil olarak sunulma ihtiyacı doğmuş ve Allah ve elçisine itaat edilmesine emredilen ayetlerin, elçinin ayrı bir hüküm koyucu konumuna sahip olduğu, ve aynı Allah (c.c) gibi haklara sahip olduğunun, bu ayetler ile beyan edildiği yönünde iddialar ortaya atılmıştır. 

Nisa s. 80. ayeti, Allah ve resulüne itaat etmenin ne anlama geldiğini açık ve net olarak gösteren ve bu konudaki diğer ayetleri anlamanın anahtar bir ayetidir. Bu ayet doğru olarak anlaşıldığında, elçinin konumu hakkında ortaya atılan düşüncelerin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünülecektir.

[004.080] Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına gözcü olarak göndermedik!

Bu ayet, din de asıl olanın Allah'a itaat etmek olduğunu, bu itaatin yolunun ise, Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ eden resulden geçtiğini beyan etmektedir. Allah'a itaatın yolunun resul den geçmesi ise, onun aracılığı ile Allah tarafından vahyedilen emir ve yasaklara itaat etmekten geçmektedir. Elçilerin asıl görevlerinin Allah (c.c) tarafından kendilerine yüklenen görevi yerine getirmek olduğu anlaşıldığı zaman, ona yüklenen ilave görevlerin ne kadar yanlış olduğu da anlaşılacaktır.

Sonuç olarak; Yüzlerce yıl öncesi Allah'a ve resulüne itaat edin ayetlerinden iki başlı bir din anlayışı çıkarmak hatasına düşülmesinden ötürü, elçinin dinde ortak duruma gelmesi gerektiği gibi bir ön yargıya varılmış, bazı ayetleri bu yönde tevil etmekle ile, belki kıyamete kadar sürecek bir kargaşanın temelleri atılmıştır. 

Nisa s. 80. ayeti, Kur'an içinde bir çok yerde geçen, Allah'a ve resulüne itaat edin ayetlerinin doğru anlaşılmasında anahtar konumda bir ayettir. Bu ayet, kul için asıl olanın Allah'a itaat etmek olduğu, bu itaatin yolunun ise onun seçtiği beşer elçiler ile kullarına ilettiği vahye uymaktan geçtiğini bildirmektedir. 

Beşer cinsinden seçilmiş olan elçilerin Allah (c.c) ile herhangi bir görev ve yetki paylaşımı gibi bir durumda olmadıklarının anlaşılmadığı sürece, yüzlerce yıldır devam eden ve büyük sıkıntıların doğmasına sebep olan yanlış elçi anlayışının düzelmesi ancak hesap gününe kalacaktır. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

4 Nisan 2017 Salı

İbni Kuteybe'nin Recm Cezasını Savunması ve Recm Cezasının Ret Edilmesinin Tarihi Temelleri

Türkiye genelinde Kur'an merkezli din anlayışının rağbet görmeye başlaması ile, rivayet kültürünün empoze ettiği din anlayışı yeniden sorgulanmaya başlanmış, Kur'an ile çeliştiği düşünülen bazı konular, yeniden Kur'an merkezli anlama konusunda gayretlere girilmiştir. Bu sorgulama rivayet kültürünü savunan kimseler tarafından tepki ile karşılanarak, Şimdiye kadar bunları sizden başka kimse düşünmedi de siz mi düşündünüz? şeklinde itirazlara rastlanmaktadır. 

Recm cezası adı ile bildiğimiz ve İslam hukukunda zina eden evli kadın ve erkeğe verilecek olan taşlanarak öldürme cezasının, Kur'an tarafından emredilmediğini iddia edenler ile, bu cezanın Muhammed (a.s) tarafından uygulandığını iddia edenler arasında şiddetli tartışmalar yapıldığı herkesçe malumdur. Recm cezasını savunan kimseler, bu cezayı ret etmenin yeni yeni ortaya çıktığını, İslam tarihinde bu cezayı şimdiye kadar ret eden hiç kimsenin çıkmadığını iddia etmek sureti ile, bu cezayı savunma yoluna gitmektedirler.

Bu yazımızda İslam tarihinde bu cezayı kimsenin ret etmediği iddialarını ele alarak, İbni Kuteybe'nin Hadis Müdafaası adı ile Türkçeye çevrilen Tevilu Muhteliful Hadis adlı kitabından bir bölüm sunmaya, ve recm cezasını ret etmenin tarihi temelleri üzerinde durmaya çalışacağız.

İbni Kuteybe, hicri 213- 276 , miladi 828-889 yılları arasında yaşamış bir alimdir. Günümüzden yaklaşık 1200 yıl önce yaşamış olan bu alim, Hadis Müdafaası adı ile çevrilen kitabının 303-304. sayfalarında 44 numaralı bahiste açtığı başlıkta, recm cezasını ret edenlere karşı bir takım itirazi deliller sunmaktadır. Bu cezayı savunmak için kullandığı delilleri ele almadan önce, onun böyle bir savunma yapmak ihtiyacı duymasına, neyin sebep olduğu üzerinde durmak istiyoruz.

Bugün recm cezasının savunan kimselerin kullandığı argümanlardan bir tanesi, bu cezanın şimdiye kadar hiç bir kimse tarafından ret edilmediği yönünde olup, recm cezasını ret eden kimselerin yeni yeni ortaya çıktığı yönündedir. İbni Kuteybe neden böyle savunma yapma ihtiyacı duymuştur? sorusunu sorduğumuz zaman alacağımız cevap, Demek ki onun yaşadığı zaman içinde yani 1200 yıl önce, recm cezasının olmadığını iddia eden bazı kimseler varmış olacaktır.

Bu da göstermektedir ki, recm cezası en az 1200 yıl öncesinden beri ret edilmekte, bu cezanın Kur'an tarafından onaylanan bir ceza olmadığı iddiası, o zaman içinde yaşayan bazı Müslüman alimler tarafından da dile getirilmekteydi.

Bu noktada 1200 yıl öncesinden beri bu cezanın Kur'an tarafından onay almayan bir ceza olduğunu dile getirenlerin söylemlerinin ve eserlerinin acaba bugüne kadar neden ulaşmadığı, yüzlerce yıl önce yazılan İslami eserlerin hiç birinde recm cezasının ret edilmesine dair bilgilerin neden olmadığı sorusu akla gelecektir.

Bunun cevabını İslam dünyasında baskın olan düşüncenin Ehli sünnet  olması ve bu düşüncenin söylemini rivayet merkezli din algısının oluşturduğunu dikkate aldığımızda verebiliriz. Rivayet merkezli din algısı, kendi düşüncesinin karşısında olan her düşünceyi ve bu düşünce sahiplerinin sesini kısmak için elinden gelen baskıyı yapmak sureti ile, Kur'an merkezli bir söyleme sahip olanların bir şekilde kökünü kazıma yoluna gitmiş, ve bu konuda da başarılı olarak, bugüne kadar kendilerine muhalif olan eserlerin bize kadar ulaşmasına engel olmuştur. 

Bu durumun sadece recm konusu ile sınırlı olduğunu söylemek zordur. Rivayet kültürünün oluşturduğu ve Kur'an ile çeliştiği düşünülen konuların, o zamanlarda dahi itiraza sebep olduğunu söylemek mümkündür. Yüzlerce yıl öncesinde muhalif seslere meydan bırakmayarak onların seslerini kısmak için çalışanlar, bu konuda başarılı olmuş, bugün bu düşünceye muhalif olarak yükselen sesleri kısmak için, Şimdiye kadar bunu sizden önce kimse düşünmemiş te siz mi düşünüyorsunuz? şeklinde seslerin yükselmesine, yüzlerce yıl öncesinden zemin hazırlamışlardır.

İbni Kuteybe'nin adı geçen eserinde recm cezasını savunmak için kullandığı delil hakkında şunları söyleyebiliriz;

İbni Kuteybe, recm cezasını ret edenlerin Nisa s. 25. ayetinde, Eğer bir fuhuş yaparlarsa, o vakit hür kadınlar üzerine gerekli olan cezanın yarısı kendilerine lazım gelir  buyurulmuş olmasını delil olarak getirdiklerini, onların bu ayete dayanarak, Recm cezası ise insanı öldürüp telef etmektir, ve parçalanma kabul etmez. O halde hür kadına verilen cezanın yarısı cariyeye nasıl verilir? şeklinde konuştuklarını söylemektedir. 

Recm cezasını ret eden kişinin ismi olduğunu tahmin ettiğimiz Ebu Muhammed  adlı kişinin, Nisa s. 25. ayetinde geçen El muhsanat teriminin Evli Kadınlar anlamına geldiğini iddia ettiğini, ve bu nedenle evli kadınların cezasının değnek cezası olduğunu öne sürdüğünü söylemektedir.

İbni Kuteybe, recm cezasına karşı getirilen itiraza karşı, kendisinin itirazını şu şekilde getirmektedir;

Biz deriz ki: El Muhsanat eğer burada "evli kadınlar" anlamında olsaydı, dedikleri doğru olurdu. Ve bu delil geçerli olurdu. El Muhsanat ise burada "Bekar hür kadınlar" dan başkası değildir. Bakire oldukları halde onlara El Muhsanat ( Evli Kadınlar) denmiştir. Çünkü ihsan (evlilik) hür kadınlara mahsustur ve onlarla evlenilir. Cariyeler ile evlilik (akdi) olmaz. Sanki Allah (c.c) "Kendilerine hür kadınlar üzerine verilmesi gereken cezanın yarısı verilmelidir" derken, hür kadınlar ile bakire kadınları kast etmiştir.

Bizim El Muhsanat hakkında yapmış olduğumuz "El Muhsenat bu ayette bakire ve hür kadınlar demektir " şeklindeki tevilimizi destekleyen diğer bir şahid de,  Allahu Teala nın diğer bir yerdeki "İçinizden iman etmiş hür kadınlar ile evlenmeye gücü yetmeyen kimse malik olduğunuz iman etmiş genç kızlarınız (olan cariyeler) den alsın" (Nisa s. 25) ayetidir. El Muhsanat burada hür olan kadınlardır. Buradaki El Muhsanatın "evli kadınlar" olması caiz değildir. Çünkü evli kadınlar tekrar nikah edilemez.

İbni Kuteybe'nin Nisa s. 25. ayetinde geçen, El Muhsanat  terimi üzerinden getirdiği itiraz haklıdır. Bu terim, ilgili ayette Bekar hür kadınlar anlamında kullanılmaktadır. Ancak İbni Kuteybe, eserinin adından da anlaşılacağı üzere, recm konusunda objektif bir yaklaşım sergilemeyerek, zina eden evli kadın ve erkeğe verilecek olan cezanın recm olduğunu ispatlamak amaçlı taraflı bir yaklaşım sergilediği için, Nur suresi içinde bu konu ile ilgili ayetleri hesaba bile katmamaktadır.

İslam hukukunda genel geçer düşünce, Nur suresi 2. ayetinde zina eden kadın ve erkeğe verilmesi emredilen 100 sopa cezasının bekar kadın ve erkek için olduğu, Kur'an'ın evli kadın ve erkeğin zina cezası konusunda bir beyanı olmadığı için, bu cezanın sünnet tarafından uygulanan recm edilerek öldürme şeklinde olması gerektiği yönündedir.

Halbuki zina cezası konusu rivayetlerin belirlediği bir cezanın doğru olduğunu tasdikletmek amaçlı değil de, Kur'an'ın bu konudaki beyanı esas alınarak, Nur suresi doğru olarak okunduğunda 4. ve 9. ayetlerinde, evli kadın için verilmesi gereken cezanın da 100 sopa cezası olduğu ortaya çıkacaktır. Bu konu ile ilgili daha önceden ayrı bir çalışma yaptığımız için, yaptığımız çalışma yazısının linkini vermek ile yetineceğiz. Bu konudaki çalışmamızı okumak isteyenler alttaki linki açabilir.

https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2015/02/recm-cezasn-red-etmek-degil-kabul-etmek.html

Sonuç Olarak; Bu çalışmayı yapma amacımız, recm cezasının ret edilmesinin daha dün çıktığı iddia edilen Kur'an merkezli din anlayışı savunucuları tarafından değil, 1200 yıl öncesinden de var olduğunu göstermek, bu konuda bazı kimseler tarafından söylenen, Şimdiye kadar sizden başka kimse düşünmedi de siz mi düşündünüz? şeklindeki itirazların yersiz olduğunu göstermeye çalışmaktır. 

Ayrıca İslam dünyasında baskın görüş olan Ehli Sünnet  düşüncesinin rivayet merkezli olduğu, yüzlerce yıldır ortaya konulan eserlerin bu düşünceyi savunmak adına olduğu, bu düşüncenin karşısına çıkan bazı kimselerin bir şekilde seslerinin kısılmaya çalışıldığını bu kişinin eserinden anlamak mümkündür. Recm konusu örneğinde Kur'an'ın bu konuda net bir beyanı olduğu halde, bu beyanın göz ardı edilerek, rivayetlerin esas alınması, ve bu rivayetlerin savunulmaya çalışılmasının örneğini adı geçen eserden de anlamak mümkündür.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

3 Nisan 2017 Pazartesi

Nisa s. 43. Ayeti: Bağlam, Bütünlük, Maksat Gözetilmeden Yapılan Bir Yorum Örneği

Kur'an okumalarında yapılan hatalardan bir tanesi, bu kitabın ilk indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan insanlara ne demiş olabileceğini hesaba katmadan, yani ilk hitap kitlesini yok sayarak yapılan okumalar ve bu okumalardan çıkarılan yorumlardır. Kur'an hakkında konuşabilmenin önemli bir noktası olarak gördüğümüz bu okuma yöntemini hiçe sayarak yapılan okumalardan çıkarılmaya çalışılan bazı sonuçlar, maalesef isabetli olmamakla birlikte, çıkarım sahiplerini gülünç duruma dahi düşürmekte, Bu kadar da olmaz dedirtebilmektedir.

[004.043] Ey İnananlar! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, cünübken, yolcu olan müstesna gusledene kadar salata (namaza) yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolculukta iseniz yahut biriniz ayak yolundan gelmişseniz veya kadınlara yaklaşmışsanız ve bu durumlarda su bulamamışsanız tertemiz bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah affeder ve bağışlar.

Nisa s. 43. ayeti, namaz öncesi yapılması gereken, bizim Abdest adı ile bildiğimiz bir hazırlıktan bahsetmektedir. Bazı kimseler tarafından bu ayetin Bektaşi misali sadece Ey inananlar sarhoş iken ne dediğinizi bilene kadar namaza yaklaşmayın kısmı alınarak okunmakta, ve bu ayetten namaz kılanlar için kıldıkları namazda dediklerini bilmeleri gerektiği yönünde bir çıkarım yapılarak, Allah ne dediğinizi bilene kadar namaza yaklaşmayın diyor şeklinde, akıllara zarar bir yoruma imza atılmaktadır.


Sekir; Kişiyle aklı arasına giren hal anlamında ve sarhoş edici içeceklerle ilgili olarak kullanılan bir kelimedir. Ayetin bu cümlesinin, İçkinin kesin olarak yasaklanmamış olmasından dolayı, içki içmeyi tedrici olarak yasaklayan bir ayet olarak okunması daha doğru bir yaklaşım olacaktır. 

Yani ayet ilk hitap ettiği kimselere, içki içerek namaza yaklaşmamalarını emretmekle, içkiden biraz daha uzaklaşmalarına zemin hazırlamaktadır. Ayeti işiten ve içki içen bir Müslüman, namaz ile içki arasında bir tercih yapmak zorunda kalmakta, ve büyük ihtimalle namazı seçerek içki içmekten biraz daha uzaklaşmış olmaktadır.

Namaz kılan bir kimse, namaz içinde söylediklerinin ne anlama geldiğini, kıldığı namazın Allah (c.c) ye karşı kulluğunun bir göstergesi olduğunu elbette bilmesi gerekmektedir, buna kimsenin itirazı olamaz. Ancak bu ayetten böyle bir çıkarım yapmak bağlam, bütünlük ve maksat gözetilmeden bir çıkarım örneğidir. 

Allah (c.c) nin, kulunun namazda ne dediğini bilmesi gerektiğini, ne dediğini bilmeyen bir kimsenin namaza yaklaşmamasını bu ayet ile emrettiğini iddia etmek, hem Allah adına konuşmak anlamına gelmekte, hem de namaz kılan bir kimsenin namazı terk etmesine sebep olması açısından da sakıncalıdır. Böyle bir kimseye onu bu konuda ayet var diyerek namazdan soğutmak ve terk ettirmek yerine, kıldığı namazın ne anlama gelmesi gerektiğini, namazın bir kulluk eylemi olduğunu, şirke ve küfre karşı tevhidi bir kıyam olduğunu bu kimselere hatırlatarak, onları bu konuda şuurlandırmaya çalışmak, Allah adına yanlış iddialar ortaya atmaktan daha doğru olacaktır.

Kur'an ayetleri konusunda konuşmak elbette herkesin hakkıdır. Bu hakkı hiç kimse bazı sebeplerle kimsenin elinden alamaz. Böyle bir uyarı yapmakla hiç kimseye karşı , Bu kitabı siz anlayamazsınız şeklinde bir düşünce içinde olmadığımızı hatırlatmak isteriz. Ancak bu kitabı anlamanın en önemli şartının, bağlam, bütünlük ve maksadı gözeterek okumak olduğu unutulmamalıdır. 

Ben dedim oldu mantığı ile yapılan bazı ayet yorumları, bu kitabı okumanın ve anlamanın bazı şartları olduğunun bazı kimseler tarafından pek bilinmediğini ortaya koyması açısından, özellikle Kur'an'ın gündem olmasından rahatsız olan bazı kesimlerin elinde bir koz olarak olarak görülmektedir.

Nisa s. 43. ayetindeki Ey inananlar sarhoş iken ne dediğinizi bilene kadar namaza yaklaşmayın cümlesinin ilk anlamını hiçe sayarak, bazı kimselerin yaptıkları yanlışlara karşı onları uyarmaya çalışmak, belki samimi bir niyet olabilir ama, bu samimiyet Allah adına konuşmak gibi bir iddiaya sebep olması açısından kişileri Kaş yapayım derken göz çıkarmak misali bir duruma düşürebilir.

Kur'an ayetlerinin ilk hitap ettiği kimselere ne demiş olabileceği doğru bir şekilde tesbit edildikten sonra, bizlere dair ne demiş olabileceği yönünde yorumlar yapılabilir. Nisa s. 43. ayetinin zorlama teviller yolu ile, namaz konusundaki bazı yanlışları düzeltmek adına kullanılması, doğru bir yaklaşım değildir. Şayet namaz konusunda bazı yanlışlar düzeltilmek için ayet aranacak olursa, Nisa s. 43. ayeti yerine Kur'an içinde bir çok ayet mevcut olduğu unutulmamalıdır. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

2 Nisan 2017 Pazar

Nisa s. 14. Ayetinden Resulün Hüküm Koyma Yetkisi İle İlgili Bir Çıkarım Çalışması

Allah (c.c) nin kulu ve elçisi olan Muhammed (a.s) ın din de hüküm koyma yetkisine sahip olup olmadığı konusunda bir takım tartışmaların yapıldığı malumdur. Bir kısım Müslüman, Kur'an içinde bulunan Allah'a ve Resulüne itaat edin ayetlerini, ve bu konudaki diğer bazı ayetleri öne sürerek, resulün de aynı Allah (c.c) gibi hüküm koyma yetkisine sahip olduğunu iddia etmektedirler. Muhammed (a.s) ın din de hüküm koyma yetkisinin olduğu ile ilgili delil olarak öne sürülen ayetleri bundan önceki bazı yazılarımızda ele almaya çalışmıştık. 

Bu yazımızda sadece Nisa s. 14. ayetini ele alarak, resulün hüküm koyma yetkisinin olup olmadığını bu ayet üzerinden konuşmaya çalışacağız. 

وَمَن يَعْصِ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا خَالِدًا فِيهَا وَلَهُ عَذَابٌ مُّهِينٌ

[004.014]  Kim de Allah'a ve O'nun elçisine isyan eder de onun hududlarını aşarsa, onu da içinde temelli kalmak üzere ateşe sokar. Hor ve hakir edici bir azab vardır onun için.

Bu ayet, Nisa s. 11. ayetinden itibaren başlayan miras paylaşımı ile ilgili ayetlerin bağlamına dahildir. 13. ayette Allah ve resulüne itaat edene verilecek mükafat haber verilirken, 14. ayette Allah ve resulüne asi olana verilecek azap haber verilmektedir. Yine 14. ayet içindeki HUDUDEHU (O nun hududları) kelimesine dikkat edildiğinde, bize Muhammed (a.s) ın hüküm koyma yetkisi hakkında bilgi verebileceğini de görmekteyiz.

Resulün din de Allah (c.c) gibi hüküm yetkisinin olduğunu savunanlar, bu savunmalarını Allah ve resulü şeklinde geçen ayetlerdeki VE bağlacına dayandırmaktadırlar. Bu bağlacın Allah ve elçisini ayırarak, resulün Allah'tan ayrı olarak hüküm koyma yetkisine sahip olduğunun delillerinden biri olduğunu iddia etmektedirler. Bu iddianın sağlam bir iddia olmadığı, konumuz olan ayetten vereceğimiz bir örnek ile görülecektir. 

Ayette "Kim de Allah'a ve O'nun elçisine isyan eder de" buyurulduktan sonra, eğer Allah ve elçisinin ayrı ayrı hüküm koyma yetkisine sahip olduğunun delilinin çıkarılabilmesi için, devam eden "onun hududlarını aşarsa" ibaresinde o ikisini ifade eden tesniye yani ikili bir zamirin olması gerekir , ilgili kelimenin HUDUDEHÜMA ( ikisinin hududları) şeklinde olması gerekirdi.

Halbuki kelime tek bir kişiyi kast eden bir anlama sahip olarak HUDUDEHU şeklinde gelmiştir. Bu ifadeden, din de hüküm koyma yetkisinin sadece Allah (c.c) ye ait olduğu anlaşılmaktadır. Resul din de hüküm koyma yetkisine sahip ayrı bir kişi değil, hüküm koyma yetkisine sahip olan tek yetkili Allah (c.c) nin bu hükümlerini duyurmak ve yaşamak ile görevlendirilmiş bir kuludur.

Bu çalışmayı yapma amacımız, Kur'an ayetlerinin dikkate alınarak  herhangi bir konuda delil bulmanın gereğine dikkat çekmeye, ve belki hiç alakası olmadığı zannedilen bir ayet içinden, önemli bir konunun delilinin bulunabileceğini göstermeye çalışmaktır.

Eğer Allah (c.c) hüküm koyma yetkisini elçisi ile paylaşmış olsa idi, Nisa s. 14. ayetinde sadece kendisini işaret eden tekil zamiri yerine, kendisi ve elçisini işaret eden ikili zamir kullanılması gerekir, böylelikle hüküm koyma yetkisini elçi içinde geçerli olduğu iddiasının güçlü bir iddia olduğu anlaşılabilirdi. Ancak bu iddiayı güçlü kılacak bir delilin olmadığı Nisa s. 14. ayetin anlaşılmaktadır. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

1 Nisan 2017 Cumartesi

Hadis İnkarcılığı Nedir? Hadis İnkarcısı Kimdir?

Son yıllarda Türkiye'de Kur'an merkezli din anlayışının yaygınlaşması, rivayet kültürünün hakim olduğu din anlayışının sorgulanmaya başlanmasına sebep olmuştur. Bu sorgulamanın Müslümanlar arasında bir takım ayrışmaları beraberinde getirdiği de, konu ile alakalı olan herkesin malumudur. Kur'an merkezli düşünce sahiplerinin, Kur'an'ın önüne geçirilmiş olan hadis külliyatının sorgulanmaya açılması isteğine karşı, rivayet merkezli düşünce sahipleri ise, bu sorgulamaya şiddetle karşı çıkmaktadırlar.

Hadis rivayetlerinin yeniden sorgulanmaya açılması isteğine karşı çıkanlar tarafından, hadislerin Kur'an merkezli bir sorgulamaya tabi tutulması gerektiğini düşünenlere karşı, bir takım suçlamalar içine girilmekte, ve bu kimselere özellikle HADİS İNKARCILARI  şeklinde yaftalar takılmaktadır. Yazımızda bu deyimin ne anlama geldiğini ele almaya çalışarak aynı suçlamaya, başkalarını bu şekilde suçlayan insanların da muhatap olabileceğine dikkat çekmeye çalışacağız.


Hadis İnkarcısı olarak yaftalanan kişiler, Buhari , Müslim v.s gibi hadis kitaplarında bulunan ve Kur'an ile çeliştiği düşünülen hadislerin, Muhammed (a.s) tarafından söylenmesinin mümkün olmadığını iddia ederek, bu hadislerin sahihliği noktasında bir takım itirazlar ortaya koymaktadırlar. Ortaya konulan bu itirazların ne kadar doğru veya yanlış olabileceği bu yazının konusu değildir. Bizim asıl dikkat çekmeye çalışacağımız nokta, bu hadis inkarcılığı suçlamasına, hadis taraftarlarının da bazı hadislerin sahih olmadığını düşünmeleri dolayısı ile onların da aynı suçlamaya maruz kalabileceğini göstermeye çalışmak olacaktır.

Hadis İlmi olarak bilinen ilim dalı, Muhammed (a.s) a isnat edilen sözlerin doğruluğunu araştıran, bu sözlerin doğruluk derecesine göre onları, Sahih, Hasen, Meşhur v.s gibi çeşitli isimler altında kategorize eden bir ilim dalıdır. Bu ilim dalında Muhammed (a.s) a isnat edilen sözleri değerlendirme kriterlerinin hadisçiler tarafından belirlendiği ve bütün hadisçilerin bir tek belirleme kriteri üzerinde ittifak etmedikleri malumdur. 

Örneğin; A hadisçisinin belirlediği kriterlere göre, bir hadis için Sahihtir şeklinde karar verilebilirken, B hadisçisinin belirlediği kriterlere göre, aynı hadis için Sahih değildir  şeklinde karar verilebilmektedir. Mezheplerin birbirleri ile aralarındaki görüş farklılıklarının temelinde yatan sebeplere baktığımızda, kendilerine gelen hadislerin sahih olup olmadığı noktasındaki görüş ayrılıklarının büyük rolü olduğu görülecektir.

Hadisçiler arasında bile aynı hadis hakkında farklı görüşler serdedilerek, Sahih veya Sahih değildir şeklinde karar verilebilmesi, bir hadisi sahih olarak kabul etmeyen hadisçiye, aynı hadisi sahih olarak kabul eden diğer hadisçi tarafından,  Hadis İnkarcısı  yaftasının takılabilmesinin yolunu açmaktadır.

Hadis taraftarlarının bir kimseyi hadis inkarcısı olarak suçlamalarının sebebi, onlar tarafından sahih olduğu düşünülen hadisin, bir başkası tarafından sahih olmadığı sonucuna varıldığı için kabul edilmemesi olduğuna göre, hadis ehline mensup olan bir kimse için, herhangi bir hadisin sahih olmadığı düşüncesine sahip olduğu zaman neden ona HADİS İNKARCISI yaftası takılmasın?.

Başkalarını Hadis İnkarcısı olarak suçlayan hadis taraftarı olan bir kimseye eğer, SENİN SAHİH OLMADIĞINI DÜŞÜNDÜĞÜN HADİSLER HİÇ Mİ YOK? şeklinde sorulacak bir soruya cevabı büyük ihtimalle, EVET BENİM DE SAHİH OLMADIĞINI DÜŞÜNDÜĞÜM HADİSLER VAR olacaktır. Yine aynı kişiye, SAHİH OLMADIĞINI DÜŞÜNDÜĞÜN BİR HADİSİN HANGİ SEBEPLERDEN DOLAYI SAHİH OLMADIĞINI DÜŞÜNÜRSÜN? şeklinde sorulacak soruya, o hadis ile ilgili bir takım gerekçeler sunmak sureti ile cevap vermeye çalışacak, ve bu kimseye hadis ehli olduğu, bir takım hadisleri sahih olarak kabul etmediği için ona Hadis İnkarcısı yaftası takılMAyacaktır.

Başkaları tarafından Hadis İnkarcısı olarak suçlanan ve kendisini Kur'an Ehli olarak tanıtan bir kimseye, SAHİH OLMADIĞINI DÜŞÜNDÜĞÜN BİR HADİSİN HANGİ SEBEPLERDEN DOLAYI SAHİH OLMADIĞINI DÜŞÜNÜRSÜN? şeklinde sorulacak soruya, o da o hadis ile ilgili bir takım gerekçeler sunmak sureti ile cevap vermeye çalışacak, ve bu kimse hadis ehli olMAdığı için, ona Hadis İnkarcısı yaftası takılAcaktır.

Şimdi ortada iki kişi var, ve bu iki kişinin ikisinin de sahih olmadığını düşündükleri bir hadis var, ve bu iki kişinin ikisi de sahih olmadığını düşündükleri hadisin hangi sebeplerle sahih olamayacağına dair ortaya gerekçeler sunuyor. İki kişiden bir tanesi Hadis Ehli olduğu, sahih olmadığını düşündüğü hadise öne sürdüğü gerekçe için ona Hadis İnkarcısı yaftası takılmaz iken, Kur'an Ehli  olan diğer ikinci kişiye, sahih olmadığını düşündüğü bir hadisekarşı öne sürdüğü gerekçe için neden Hadis İnkarcısı yaftası takılmaktadır?. 

EĞER  HADİSİ BİR TAKIM GEREKÇELER İLE RET EDEN KİMSEYLERE HADİS İNKARCISI YAFTASI TAKILMASI GEREKİYOR İSE, BU İKİ KİŞİDEN NEDEN HER İKİSİNE DEĞİL DE, NEDEN SADECE BİRİSİNE BU YAFTA TAKILMAKTADIR?

Bu sorunun cevabı gayet basittir. 

Hadisi bir takım gerekçeler ile ret eden kişiden biri, EHLİ HADİS olarak bilinen tarafın mensubu olduğu, bu kimsenin sahih olmadığını düşündüğü hadise öne sürdüğü gerekçeler, HADİS ALİMLERİ olarak bilinen kimseler tarafından, hadisin senet ve ravi zincirinde bir takım sorunlar olduğu gerekçesi ile ortaya konulduğu için, o kişiye hadis inkarcısı yaftası takılmaMAktadır. 

Hadisi bir takım gerekçeler ile ret eden iki kişiden biri, KUR'AN EHLİ olarak bilinen tarafın mensubu olduğu, bu kimsenin sahih olmadığını düşündüğü hadise öne sürdüğü gerekçeler METİN TENKİDİ YÖNTEMİ olarak bildiğimiz yöntem ile hadisin tenkidi yapılarak, Kur'an metni ile uyuşmayan bir takım sorunları olduğunu öne sürdüğü için, o kişiye hadis inkarcısı yaftası takılmaktadır.

Ortada farklı düşüncelere mensup insanların ortaya koyduğu gerekçeler dahilinde bir hadisin sahih olmadığı iddiaları var, ve bu iddia sahiplerinden bir tarafa hadis inkarcısı yaftası yapıştırılmaz iken, diğer tarafa hadis inkarcısı yaftası yapıştırılmaktadır. 

Görülmektedir ki; Hadis İnkarcısı  yaftasını yapıştırmak, sadece hadis ehline mensup insanların eline verilmiş bir hak değildir. Çünkü aynı yaftayı yeme tehlikesi onlar için de mevcut olup, onlar da sahih olmadığını düşündükleri hadisler olduğu için, hadis inkarcısı olarak görülme potansiyeline sahiplerdir. 

Aklı başında hiç bir Müslüman, Ben Muhammed (a.s) söylemiş olsa bile hiç bir hadise inanmıyorum şeklinde aptalca bir laf etmeyeceği için, hadisler konusunda farklı kriterler öne sürmek sureti ile, bazılarının sahih olmadığını iddia eden kimselerin birbirlerini Hadis İnkarcısı olarak suçlaması kadar saçma ve basit bir iddia olamaz.

Hadislerin sahihliği noktasında ortaya konulan kriterler vahiy ile belirlenmediğine göre, hiç bir gurubun, kendi kriterini en iyi ve en güzel olarak, diğer gurubun ise en kötü ve en çirkin olarak lanse etmeye hakları yoktur. Doğru olduklarını düşündükleri kriterler dahilinde yaptıkları hadis sahihlemeleri konusunda, bir gurubun diğer bir gurubu Hadis İnkarcısı olarak görmek hakkı da yoktur.

Sonuç olarak; Hadis İnkarcısı suçlaması, hadis ehline mensup Müslümanların, Kur'an'ın dinde belirleyici bir konuma sahip olmasını savunan insanların, bazı hadislerin sahih olmadığı gerekçesi ile yaptıkları itirazlara karşı, hadisleri savunmak adına ortaya koymaya çalıştıkları bir suçlamadır. Fakat hadis ehline mensup bu kimselerin de bazı hadislerin sahih olmadığı noktasında itirazları bulunmasına rağmen, aynı suçlamanın kendileri için de geçerli olduğunun farkında değillerdir. 

Bir Müslümana diğer bir Müslüman tarafından yapılan 
Hadis İnkarcısı şeklindeki ithama muhatap olmamak için, hadis müktesebatındaki bütün hadislerin sahih olarak kabul edilerek, hiç bir hadis hakkında Bu hadis sahih değildir şeklinde bir iddia içinde olmamak gerekmektedir ki, böyle bir iddianın hiç bir Müslüman tarafından yapılabilmesi asla ve kat'a mümkün değildir. 

Bundan dolayı, bir kimsenin ağzına Hadis inkarcısı şeklinde suçlayıcı ifadeler alarak başkalarını itham etmesi demek, aynı itham ile kendisinin de karşı karşıya kalması anlamına gelecektir.

Müslümanların birbirlerini suçlayıcı ifadelerle yaftalamak yerine, ilmi münazaralar ile geliştirmeye çalıştığı günlerin gelmesi temennisi ile. 

30 Mart 2017 Perşembe

Al-i İmran s. 159. Ayeti: Muhammed (a.s) dan Davranış Örneklikleri

Uhud savaşının Müslümanlar ile Mekke'li müşrikler arasında yapılan,  ve Müslümanların yenilgisi ile sonuçlanan bir savaş olduğu herkesin malumudur. Al-i İmran suresi içindeki bazı ayetlerde bu savaşın kritiği yapılmakta neden bu duruma düşüldüğü konusunda bilgiler verilmektedir. Surenin 159. ayetine baktığımızda, yenilgi sonrasında Muhammed (a.s) ın ashabına karşı yapmış olduğu davranışın övülmekte olduğunu görmekteyiz. 

Kur'an ayetlerinin, bu savaşı Sünnetullah olarak bildiğimiz, Allah'ın yeryüzüne koyduğu yasaların bir sonucu olarak kaybedildiği üzerinde durduğunu dikkate alarak yapılan okumalar, savaşı sadece bir kahramanlık destanı olarak okumak yerine, bizlere dönük mesajlar veren ibretli anlatımlar olduğunu gösterecektir.

[003.159] Allah'ın rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalbli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever.

Uhud savaşı öncesinde Muhammed (a.s) ın ashabı ile istişare yaptığı, bu istişare sonunda onun önerdiği savaş taktiğinin değil, ashabının önerdiği savaş taktiğinin uygulanmasına karar verildiği rivayet edilmekte, ve bu rivayetlerin doğru olduğunu düşünmekteyiz. 

Savaş bitmiş ve Müslümanların yenilgisi ile sonuçlanarak, yapılan hatalar gözden geçirilmekte ve Nerede yanlış yaptık? sorusunun cevabı aranmakta, Muhammed (a.s) ın ashabına karşı yaptığı davranış, onun yolundan gittiğini iddia edenler için dikkate alınmaya değer bir örneklik taşımaktadır.

Bir topluluğun uğradığı başarısızlık sonrasında, bu başarısızlığın nedenleri araştırılır iken genellikle herkes birbirini suçlar, hatayı kimse üzerine almak istemez, herkes hatayı kendi üzerinden atmak için çeşitli bahaneler üreterek Sütten çıkmış ak kaşık misali, tertemiz olduğunu ispatlamaya çalışır. Bu türden yapılan işlerin herhangi bir faydası olmamakla birlikte, topluluğun daha da zarar görmesine sebep olmaktadır. 

Bir topluluğun uğradığı başarısızlık sonrasında yapılması gereken yıkıcı tartışmalar değil yapıcı tartışmalar olmalı, bu tartışmalar aynı hatanın tekrarlanmaması ve topluluğun birlik ve beraberliğinin daha da güçlenmesine vesile olmalıdır. Muhammed (a.s) ın savaş sonrasında, bu savaşı kendisinin önerdiği taktiğin kabul edilmemesi, ve ashabının ganimet peşine düşmesi ile kaybedildiğini öne sürerek, kendi hatasını üzerinden atmak gibi bir eylemi değil, ashabına karşı yapıcı davranışları tercih ettiğini görmekteyiz.

Muhammed (a.s) eğer hatayı ashabına yükleyerek bu savaşı onların yüzünden kaybettiklerini öne sürmek sureti ile kendisini haklı, ashabını haksız çıkaracak olsaydı ne gibi bir netice ile karşı karşıya kalacağını 159. ayet içinde görmekteyiz. Herkesi kırıp yıkarak etrafından kaçıran bir yönetici, bir kumandan portresi çizmeyen Muhammed (a.s), kendisinden sonrakilere de örnek davranış modeli sergilemiştir. 

Topluluk halinde yürütülen mücadeleler de zaman zaman inişler ve çıkışlar olabilir. Çıkış zamanlarında herkes çıkışın sebebi olarak kendisini göstermeye çalışırken, iniş zamanlarında mağlubiyetin sebebini kimse üzerine almak istemez. Topluluk ile yürütülen hareketlerde bir takım olayların sebep olduğu müsbet ve menfi gelişmeler, kişilere mal edilmek yerine, yine topluluğa mal edilmeli, galibiyet veya mağlubiyetin sonuçları ortak olarak kabullenilmelidir. 

[008.017] Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı. Allah bunu, inananları güzel bir imtihana tabi tutmak için yapmıştı. Doğrusu O işitir ve bilir.

Enfal s. 17. ayeti Bedir savaşı ile ilgili olup, bilindiği üzere bu savaş Müslümanların galibiyeti ile sonuçlanmıştır. Ayetin başarının kişiye mal edilmemesi, kişilerin başarıya sadece kendileri sayesinde erişildiğini iddia etmesinin yolunu kapatması açısından anlaşılması da mümkündür.

Sonuç olarak; Uhud savaşı sonrasında Muhammed (a.s) ın ashabına karşı sergilediği davranışı beyan eden Al-i İmran s. 159. ayeti, sadece Uhud savaşı sonrasında yapılan bir davranışı haber vermek amaçlı değil, toplulukların uğradıkları başarısızlık sonrasında, yapmaları gereken davranış örnekliğini göstermesi açısından okunduğunda, tüm zamanlara dair mesajlar içeren bir ayet olarak karşımıza çıkacaktır. 

Muhammed (a.s) örnek bir kumandan olarak, uğradıkları başarısızlık karşısında kimseyi suçlamamış, yapıcı davranışlar sergilemek sureti ile ashabının birlik ve beraberliğinin daha da güçlenmesini sağlayarak, başka toplulukların kendisinden örnek almasını gerektiren bir davranış sergilemiştir.

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

29 Mart 2017 Çarşamba

Al-i İmran s. 7. Ayeti: Kur'an'daki Ayetlerin Tamamı Muhkemdir Müteşabih Ayetler Kur'an'da Değildir

Al-i İmran s. 7. ayetinde geçen Muhkem ve Müteşabih terimleri, Kur'an'ın en fazla konuşulan konularından bir tanesidir. Bu ayet ile ilgili tefsirlere bakıldığında, Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih olmak üzere 2 kısma ayrıldığı şeklindeki görüşlerin ağırlıkta olduğu görülecektir. Müteşabih ayetlere getirilen tarifin ise, bu ayetlerin anlaşılmaz ve kapalı yönünde olduğu görüşleri yine bilinen bir konudur. 

Müteşabih ayet tarifinin problem arz etmesi bir tarafa, Muhkem ve Müteşabih olarak ikiye ayrılan Kur'an ayetlerinin, hangilerinin  Müteşabih Ayet gurubuna dahil olacağı konusunda fikir birliğinin olmaması da ayrı bir konudur. 1000 kişinin eline birer tane Kur'an verilse ve onlara, Bu kitap içindeki ayetlerin hangisinin muhkem, hangisinin müteşabih olduğu yönünde bir çalışma yapın denilse, 1000 kişinin hiç birinin yaptığı tasnif birbirini tutmayacak, kuvvetli bir ihtimalle hepsinin yaptığı muhkem ayet- müteşabih ayet ayrımı farklı olacaktır.

Bizim asıl üzerinde durmaya çalışacağımız konu, bu ayette geçen Müteşabih terimi ile kast edilen ayet gurubunun Kur'an içinde olmadığı noktasındadır. Kanaatimiz, Kur'an içindeki bütün ayetlerin Muhkem Ayetler kategorisine dahil olduğu, Müteşabih Ayetler olarak bildirilen ayet gurubunun ise Kur'an dışında olduğu, bu ayetlerin nerede olduğu konusunun ise, aynı ayet içindeki  EL KİTAP terimi ile neyin ifade edilmiş olabileceği dikkate alındığında anlaşılabileceği yönündedir.

Şimdi Al-i İmran s. 7. ayeti üzerinde adım adım giderek, konumuz olan ayeti ele almaya ve iddiamızı delillendirmeye çalışalım.

هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ

[003.007]  Sana kitabı indiren O'dur. O'nda muhkem ayetler vardir ki bunlar; kitabın anasıdır. Diğeri de müteşabih(ayet)lerdir. Kalblerinde eğrilik bulunanlar; fitne çıkarmak ve te'vile yeltenmek için müteşabihe uyarlar. Halbuki onun te'vilini, ancak Allah bilir. İlimde rasih olanlar: Biz ona inandık, hepsi Rabbımızın katındadır, derler. Ancak akıl sahibleri düşünebilirler.

Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih şeklinde ikiye ayrılmış olduğu düşüncesi, bu ayetin içindeki El Kitap kelimesinin Kur'an'ı kast ettiği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. İlk düğmenin yanlış iliklenmesi misali yapılan bu yanlış, ayetin yanlış anlaşılmasına sebep olmuştur. Halbuki bu kelimenin en geniş anlamda, Kur'an'ı da içine alan ve bütün elçilere indirilmiş olan kitaplara şamil bir anlama da sahip olduğu hesaba katılmış olsa idi, Müteşabih Ayetler gurubunun Kur'an içinde olduğu gibi bir düşünce kimsede hakim olmaz, müteşabih olduğu iddia edilen ayetler üzerinde bazı kimseler tarafından spekülasyonlar yapılmasının önü açılmazdı.

-----SANA KİTABI İNDİREN O DUR

El Kitap kelimesi, Kur'an içinde en fazla geçen kelimelerden bir tanesi olup, biz konumuzun çerçevesinde kalarak bu kelimenin, elçilere indirilmiş olan kitap anlamındaki kullanılışını dikkate alacağımızı hatırlatmak isteriz.

Kur'an için yapılan Muhkem Ayet- Müteşabih Ayet ayrımının, Muhammed (a.s) a indirildiği bildirilen kitabın hangi anlamda anlaşılması gerektiği konusundan kaynaklandığını düşünmekteyiz. 

[002.053] Mûsâ’ya Kitap (El Kitabeve Furkan’ı verdik, ta ki doğru yolda yürüyebilesiniz.

[002.101] Yanlarındakini doğrulayan bir Resul, Allah katından onlara gelince Kitap verilenlerden (El Kitabebir takımı, bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın Kitabı'nı arkalarına attılar.

[002.213] İnsanlar tek bir ümmet idi. Ayrılmaları üzerine Allah, nimetinin müjdecileri ve azabın habercileri olarak nebileri gönderdi ve onlarla birlikte insanlar arasındaki anlaşmazlıklarda hakem olması için hak ile kitap (El Kitabeindirdi. Bunda da yalnızca kendilerine kitap verilenler, kendilerine bunca apaçık ayetler geldikten sonra tutup aralarındaki ihtiras yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izniyle inananları anlaşmazlığa düştükleri hakka doğrudan ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola çıkarır.

[004.054] Yoksa Allah'ın bol nimetinden verdiği kimseleri mi çekemiyorlar? Oysa İbrahim ailesine kitap (El Kitabeve hikmet verdik, onlara büyük hükümranlık bahşettik.

[004.105] Doğrusu, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitap'ı (El Kitabesana hak olarak indirdik; hakkı gözet, hainlerden taraf olma.

[005.110] Allah, «Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve anana olan nimetimi an» demişti, «Seni Ruhul Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun; sana Kitap'ı (El Kitabe), hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yapmış ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu; anadan doğma körü, alacalıyı iznimle iyi etmiştin. Ölüleri iznimle diriltiyordun. İsrailoğullarına belgelerle geldiğinde, onlardan inkar edenler, 'Bu apaçık bir büyüdür' demişlerdi de Ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim.»

Yukarıda verdiğimiz ayet örnekleri EL KİTABE kelimesinin, bütün elçilere indirilmiş olan kitapların ortak ismi olduğunu göstermektedir. Bu kelime genel anlamda bütün elçilere inen kitapları ifade ederken, Tevrat-Zebur-İncil-Kur'an gibi isimler, özel anlamda elçilere inen kitapların ismini ifade etmektedir. Kur'an'da ismi geçen bu 4 kitabın, ve isimleri geçmeyen bütün kitapların ortak ismi EL KİTAPtır. Bu terim bütün elçilere inen kitapları içine alan şemsiye bir terimdir.

El Kitap kelimesi , geçtiği bazı yerde Tevrat, bazı yerde Kur'an anlamında kullanılmış olmasına karşın, Al-i İmran s. 7. ayetinde Kur'an anlamında değil, Kur'an , Tevrat ve İncili de içine alan en geniş anlamında kullanılmış olduğunu düşünmekteyiz. Bizi böyle bir düşünceye sevk eden neden ise, El Kitabın ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih şeklinde bir ayrım yapılmış olmasıdır.

Kur'an içindeki diğer ayetlere baktığımızda Kur'an ayetlerinin Muhkem olduğunun beyan edilmiş olduğunu görmekteyiz. Kur'an'ın ayetlerinin muhkem olduğunun beyanını dikkate aldığımızda, bir kısmının muhkem, bir kısmının müteşabih olması müşkülat arz edecektir. 

Bu düşüncemiz, Muhammed (a.s) a Kur'an ile birlikte Tevrat ve İncilin de indirildiğini iddia ediyor anlamına gelmemelidir. Muhammed (a.s) a indirildiği bildirilen El Kitap, bütün elçilere indirilmiş olan kitabın ortak ismini ifade etmiş olduğunu hatırlatmak isteriz.

-----ONDA MUHKEM AYETLER VARDIR Kİ ONLAR KİTABIN ANASIDIR.

Bu noktada Kur'an'ı anlatan bazı ayetleri dikkate aldığımızda bu kitabın ayetlerinin muhkem olduğunun beyan edildiğini görmekteyiz. 

[011.001] Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmış, sonra da herşeyden haberdar olan hikmet sahibi Allah tarafından âyetleri ayrıntılı olarak açıklanmıştır.

[003.058] Bunları biz sana ayetlerden ve hakim zikr'den (Kur'an'dan) okuyoruz.

[010.001] Elif, Lâm, Râ. İşte onlar, hakîm olan kitabın âyetleridir.

[031.002] Bunlar Hakim kitabın ayetleridir.

[036.002-3] Kur'an-ı Hakim'e yemin ederim. Şüphe yok ki, sen, elbette gönderilmiş olanlardansın.

[043.004] O, katımızda bulunan ana kitabdadır. Şanı yücedir, ve hakimdir.

Yukarıda verilen ayet örneklerinde, Kur'an'ın tanıtılması ile ilgili Hakim kelimesinin kullanıldığını görmekteyiz. Muhkem kelimesinin bu kelime ile aynı kökten olduğunu düşündüğümüzde, Kur'an ayetlerinin tamamının muhkem olduğu sonucuna varabiliriz.

Muhkem ayetlerin, KİTABIN ANASI olması ne anlama gelmektedir?. 

Üm; Bir nesnenin mevcudiyetinde, terbiye edilmesinde, ıslahında, başlanmasında temel teşkil eden her şeye verilen bir isimdir. Muhkem ayetleri ihtiva eden Kur'an'ın Ümmü-l Kitap olarak beyan edilmesi, kendisinden önce indirilen Tevrat ve İncil ile yakından alakalıdır.

Muhkem ayetlerin bulunduğu kitabın yani Kur'an'ın Kitabın Anası olması, konumuz olan ayetin bulunduğu surenin Medine'de nazil olmasını, ve bu şehirde yaşayan insanların bir kısmının Kitap Ehli olarak tanımlanan Yahudi ve Hristiyanlardan oluştuğunu, ve bunların Tevrat ve İncile iman ettiklerini dikkate aldığımızda, El Kitap şemsiyesi altında bulunan Tevrat ve İncilin doğruluğunun Kur'an ile sağlamasının yapılarak anlaşılması, bu kitapların aynı kaynaktan geldiği ve Kur'an ayetlerinin verdiği habere göre, bu kitaplar üzerinde Kitap Ehli tarafından bir takım tahrifatlar yapıldığını dikkate aldığımızda, Kur'an bu kitaplar için kontrol edici ve düzeltici bir konuma sahiptir. 

Kur'an'ın Kitabın Anası olarak tavsif edilmiş olması, Yahudi ve Hristiyanların Tevrat ve İncile isnat ettikleri görüşlerinin, doğruluğunun ve yanlışlığının, bu kitap ile uyum arz edip etmemesi ile yakından alakalıdır. Allah (c.c) bütün elçilerini kendisinin tek ilah ve rab olduğunu tebliğ etmeleri için gönderdiğini, elçilere verilen kitapların bu bilgileri ihtiva ettiğini dikkate aldığımızda, bu bilgilerin aksi bilgiler taşıyan bir kitap, tahrif edilmiş anlamına gelecektir.

Yahudi ve Hristiyanların Muhammed (a.s) ve Kur'an'a iman etmeme gerekçelerini kendilerinin iman ettikleri Tevrat ve İncile dayandırmış olmaları, Ümmü-l Kitap olarak vasıflandırılan Kur'an ile karşılaştırıldığında mesnetsiz iddialar olarak kalacağı açıktır. Çünkü Tevrat, İncil ve Kur'an'ın birbiri ile uyumsuz olması ve birbirini tutmaması imkansızdır. Eğer böyle ortaya çıkacak olursa, Kur'an Kitabın Anası olarak hakem görevi görecek, diğer kitaplardaki tahrifleri ortaya çıkaracaktır.

-----DİĞERİ DE MÜTEŞABİH(AYET)LER DİR.

Muhkem ayetler Kur'an olduğuna göre, müteşabih ayetler, Kur'an dışındaki yani Tevrat ve İncil deki ayetler olmaktadır. Bu noktada, Tevrat ve İncil deki ayetlerin neden müteşabih ayetler olarak adlandırıldığı sorusu sorulacak ve cevabı istenecektir.

Müteşabih , Renk, tat, adalet,zulüm gibi nitelik yönünden benzerlik ile ilgili olan şe-be-he fiilinden türemiştir. Elmalılı Hamdi Yazır bu kelime için, "İki şeyin birbirine karşılıklı olarak ve eşit derecede benzemelerine teşâbüh, benzeyenlerden her birine müteşâbih denir ki, bunlar birbirinden seçilemezler ve insan zihni onları birbirinden ayırt etmekten âciz kalır. Teşbîh böyle değildir; teşbihte bir taraf /benzeyen ikinci derecededir ve eksiktir, diğer taraf ise hem asıldır hem de tam olur; teşâbühte ise, her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerliktedir. Demek ki teşâbüh seçilmemeye sebep olan benzerliktir. Seçilememek bunun gerektirdiği bir manadır. (...) Bu şekilde söylemek var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu durumlar için de geçerlidir." demektedir.

Bu konu ile alakalı olarak Zümer s. 23. ayeti de bize yol göstermektedir.

 "Allah kelâmın en güzelini indirdi, ikizli, ahenkli bir kitab, ondan rablarına saygısı olanların derileri örperir, sonra derileri de kalbleri de Allahın zikrine yumşar, o işte Allah rehberidir, Allah onunla dilediğini doğru yola çıkarır, her kimi de Allah şaşırtırsa artık ona hidayet edecek yoktur.
(Elmalılı Hamdi Yazır Meali)

Kur'an'ın "Kitaben müteşabihan mesaniye" olarak tavsif edilmesi, kendisinden önceki indirilmiş kitaplarla olan benzerliğini ifade etmektedir. Allah (c.c) indirdiği bütün kitapları birbiri ile uyumlu, ahenkli, bir kitap ile diğer kitap arasında çelişki olmayan birbiri ile benzer şekilde indirmiştir. 

Müteşabih Ayetler deyimine bu şekilde yaklaştığımız zaman, müteşabih ayetleri Kur'an içinde değil, Kur'an öncesi inmiş olan kitapların bir özelliği olarak anlamak gerekecektir. Bu deyim ile Tevrat,İncil ve Kur'an birbiri ile ahenkli, uyumlu, aralarında muhteva bakımından çelişki olmayan bir kitap olduğunun anlatılmak istenildiğini söyleyebiliriz.


-----KALPLERİNDE EĞRİLİK BULUNANLAR FİTNE ÇIKARMAK VE TEVİLE YELTENMEK İÇİN MÜTEŞABİHE UYARLAR.

Bu ayet içinde Ellezine fi gulubihim zeyğun (Kalplerinde eğrilik bulunanlar) olarak bahsedilenlerin kim olduğuna baktığımızda, Saf s. 5. ayetinde Musa (a.s) a kavmi tarafından eziyet ile ilgili olarak bu kelimenin kullanıldığını görmekteyiz.

"Bir zaman Musa, kavmine: «Ey kavmim! Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz?» demişti. Onlar eğrilince (zeğu), Allah da kalblerini eğriltti (ezağa). Allah fasıkları doğru yola iletmez."

Bu ayeti baz aldığımızda, Kalplerinde eğrilik bulunanlar olarak bahsedilen kişilerin Kitap Ehli olarak bildiğimiz insanlar olduğu anlaşılacaktır. Bu topluluğun müteşabihe uyması demek, Kur'an'a da uymaları gerektiği halde ona uymamaları anlamına gelmektedir. Bu durumu bazı ayetlerde şu şekilde görmekteyiz. 

[002.091]  Bir de onlara Allah'ın indirdiğine inanın, denilince; biz, bize indirilene inanırız derler. Ondan başkasını inkar ederler. Halbuki o beraberlerindekini tasdik eden bir kitabdır. De ki: İnanmış kimseler idiyseniz neden daha önce, Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?

[004.047]  Ey kitab verilenler; Biz bir takım yüzleri silip de enselerine çevirmezden veya onları Ashab-ı Sebit'i la'netlediğimiz gib la'netlemezden önce, gelin de elinizdekini doğrulayıcı olarak indirdiğimize iman edin. Allahın emri daima yapılagelmiştir.


Kur'an'ın Medine'de inen ayetlerinin bir çoğunda Kitap Ehli  olarak anılan topluluğun, sadece kendilerine indirilene iman ettikleri, kendilerinden sonra inen Kur'an'a iman etmedikleri ile ilgili ayetler bulunmaktadır. Halbuki Allah (c.c) onlardan bütün elçilere ve bütün kitaplara iman etmelerini istemektedir.

[002.136] «Allah'a, bize gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına gönderilene, Musa ve İsa'ya verilene, Rableri tarafından peygamberlere verilene, onları birbirinden ayırt etmeyerek inandık, biz O'na teslim olanlarız» deyin.

[002.041] Yanınızdaki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğime iman edin. Onu inkar edenlerin ilki olmayın. Ayetlerimizi az bir paha ile satmayın. Ve yalnız Ben'den sakının.

Kalplerinde eğrilik bulunanların müteşabihe uymakta ki sebepleri olarak gösterilen fitne ve tevil aramaları, onların ellerinde bulunan kitabı istedikleri şekilde yorumlamak gibi bir istek içinde olduklarını göstermektedir. Halbuki Kur'an, bu kimselerin uyduklarını iddia ettikleri kitaplarını hevalarına göre tevil etmek sureti ile yaptıkları yanlışları onların yüzüne vurarak, nasıl bir hata içinde oldukları göstermekte ve onlara doğruya iletmektedir.

-----HALBUKİ ONUN TEVİLİNİ ANCAK ALLAH BİLİR.

[003.078] Onlardan bir takımı, Kitapta olmadığı halde Kitaptan zannedesiniz diye dillerini eğip bükerler. O, Allah katından olmadığı halde: «Allah katındandır» derler, bile bile Allah'a karşı yalan söylerler.

[002.079] Vay, Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, «Bu Allah katındandır» diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!

Kitap Ehli olarak tavsif edilen topluluğun en bariz özelliği, sahip oldukları kitapların üzerinde yaptıkları yanlış tasarruflardır. Bu topluluklar ellerindeki kitapları olması gereken şekilde değil, hevalarına uygun biçimde yorumladıkları, ve yorumlarını Allah'a mal etmek sureti ile ona karşı yalan ve iftira uydurdukları, yine bir çok Kur'an ayetinde bildirilmektedir. 

Tevili sadece Allah (c.c) nin bilmesi demek, kulların bilmemesi anlamında değildir. Kendilerine inmiş olan kitabı okumak, anlamak konusunda tevil yapan insanlar, bu konuda sınırsız bir hakka sahip değildir. Kitabı okuyan bir kimsenin okuduğu ayetlerden yaptığı çıkarımı, insanlara Allah böyle söylüyor şeklinde sunması , Yahudilerden kalan bir mirastır. Kitabı okuyan kişi, okuduğu kitaptan anladıklarını Allah'a mal etmek hakkına asla sahip değildir. Kitabı okuyan kişinin kitap üzerinde söyledikleri, ancak onun anlayışı olabilir ve bu anlayışın eksik ve hata barındırma ihtimali her zaman mevcuttur. 


-----İLİMDE RASİH OLANLAR: BİZ ONA İNANDIK HEPSİ RABBIMIZIN KATINDANDIR, DERLER.

Rasihun olarak tavsif edilenlerin kimler oldukları konusunda düşündüğümüzde bu kelime bir başka ayette de karşımıza çıkmaktadır.

[004.162] Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlara(errasihune), sana indirilen Kitap'a ve senden önce indirilen Kitap'a inanan müminlere, salatı ikame edenlere, zekat verenlere, Allah'a ve ahiret gününe inananlara, elbette büyük ecir vereceğiz.

Kalplerinde hastalık olanların Allah (c.c) tarafından indirilmiş olan ve muhkem ayetleri içeren Kur'an'a iman etmeyerek, sadece kendilerine indirilmiş olana iman ettiklerini dikkate aldığımızda bu cümlenin anlaşılması kolaylaşacaktır. İlimde rasih olanların Ona inandık dedikleri , muhkem ayetleri içeren Kur'an olup, Hepsi Rabbımızın katındandır diyerek , Tevrat, İncil ve Kur'an'a iman ettiklerini görmekteyiz. 

Bu konuda yine ayetler mevcuttur. 

[003.113-4] Kitap ehlinin hepsi bir değildir: Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okuyup duranlar vardır; bunlar Allah'a ve ahiret gününe inanır, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdendir.

[003.199] Ehl-i kitaptan öyleleri var ki, Allah'a, hem size indirilene, hem de kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler. Allah'ın âyetlerini az bir paraya satmazlar. İşte onlar için Rableri katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.

Errasihune olarak tavsif edilen insanlar, Allah (c.c) nin gönderdiği kitaplar ve elçiler arasında ayrım yapmamak sureti ile gerçek bir imana sahip olmuşlardır.

 -----ANCAK AKIL SAHİPLERİ DÜŞÜNEBİLİRLER.

Ulul Elbab olarak tavsif edilen insanların bir çok ayette övüldüğünü ve insanların akletmeye teşvik edildiklerini görmekteyiz. 

[003.008]  Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüphesiz Sen sonsuz bağışta bulunansın.

Bu ayette bizlere öğretilen "Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme" duası, 7. ayet ile yakından alakalıdır. Kalpleri eğrilmek sureti ile doğru yoldan sapanlar, artık gittikleri yolun doğru yol olduğunu zannederek, yola uymayı değil, yolu kendilerine uydurmayı ilke edinen bir hayat tarzı üzere yaşayacaklardır.

Dua etmek demek, Rabbimizden istediğimiz şeyin gerçekleşmesi için çalışıp gayret etmek anlamındadır. Kalplerimizin eğrilmemesini istemek demek, bu yolda yürümek eğrilmemek için gereken amellerin işlenmesi gerektiğini şuur altımıza yerleştirmek demektir.

Kur'an Yahudi ve Hristiyanlar üzerinden bu yanlışlara dikkat ederek, aynı yanlışları biz Müslümanların da tekrarlamamasını istemektedir. Ancak bu yanlışlar maalesef bir çok Müslüman tarafından dikkate alınmamış veya bu ayetlerin bizleri ilgilendirmediği zannedilerek, sadece okunup geçilen ayetler haline sokulmuştur.

Sonuç olarak; Müteşabih ayetlerin Kur'an'da olmadığı yönündeki iddiamızın, bazı kimseler tarafından yadırganacağını bilmekteyiz. Ancak her konuda olduğu, gibi bu konuda da sahip olduğumuz bu düşüncenin tek ve mutlak doğru olduğu iddiasında değiliz. Ancak Al-i İmran s. 7. ayetindeki El Kitabı Kur'an olarak okuduğumuzda, bu ayette Kur'an ayetlerinin bir kısmının muhkem, bir kısmının müteşabih, Hud s. 1. ayetine baktığımızda Kur'an ayetlerinin muhkem, Zümer s. 23. ayetine baktığımız zaman ise müteşabih olduğunu okuyanların bir çoğu, bu müşkülatın altından kalkmakta zorlanmaktadır. 


Ayrıca müteşabih ayet tarifinin ve bu ayetlerin hangileri olduğu yönündeki tariflerin kişiye özel tarifler olması, bu konuda konsensus oluşturulamaması , bu konunun yeniden düşünülmesi gerektiğini ortaya çıkardığını söylemek istiyoruz.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.