Hakkında etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hakkında etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Kasım 2015 Perşembe

El Kesme Cezasının Mecazi Olduğu İddiaları Hakkında Bir Tahlil

İnsan , sosyal bir varlık olması nedeniyle topluluk olarak yaşam sürme fıtratında yaratılmıştır. Onun fıtratından gelen bu özelliği, bazı sorunları da beraberinde getirmektedir. Bu sorunların aşılabilmesi için insanlar bir takım kurallara bağlı yaşamak zorundadır. Allah (c.c) , insanların yaşadıkları toprakların  tek ve yüce hükümdarı olması nedeniyle insanlar arasında çıkabilecek sorunlara dair kural koyma hakkına sahip olarak sadece kendisini gördüğü için, gönderdiği elçi ve kitaplar ile, onların yaşamlarını belirleyen kuralları göndermiş ,bu kurallara uymayı zorunlu kılmış , bu kurallara uyanlara ve uymayanlara dünya ve  ahirette vereceği karşılığı beyan etmiştir. 

Bu kuralları ihtiva eden kitaplar da , biz insanların işlediği bir takım suçların cezaları da yer almaktadır. Kur'an bu cezaları ihtiva eden son kitap olup , işlenen suçlara dair bir takım cezalar, bu kitabın içinde de yer almaktadır. Bu cezalardan birisini ihtiva eden Maide s. 38. ayetine baktığımızda, hırsızlık suçuna nasıl bir ceza uygulanması gerektiğine dair hüküm yer almaktadır. 

Bu cezanın , hırsızlık yapan kadın veya erkeğin ellerinin kesilmesi olarak hüküm konulmuş olması bazı farklı yorumlara yol açarak , bu cezanın hakiki anlamda bir el kesme değil , mecazi anlamda olduğu gibi yorumlar yapılmaktadır. 

Bu düşünceye gerekçe olarak getirilen yorumlar ise , "Yed" (el) kelimesinin geçtiği bazı ayetlerde, bu kelimenin "Güç" anlamına gelmiş olmasından hareketle , bu ayet içindeki el kesmenin hakiki anlamda değil , mecaz anlamda el yani güç kesme olarak anlaşılması gerektiği , Yusuf suresi 31. ayetinde Yusuf (a.s) ı gören kadınların ellerini kökünden kesmedikleri , dolayısı ile el kesmenin "Eli çizmek" yani hırsızı sabıkalı olarak kayıtlamak , yine aynı surede Yusuf'un kardeşinin alıkonulması için baş vurulan yol dikkate alınarak , Yusuf'un kardeşlerinin geldikleri yerde ki hırsızlık suçunun alıkonulmak olduğu , dolayısı ile bu suçun cezasının el kesmek olamayacağı , eli kesilen hırsınız bundan sonra hayatını nasıl devam ettirebileceği , çoluk çocuğunun nafakasını nasıl temin edebileceği , ayet içinde geçen "Eydiyehuma" (ikisinin elleri) kelimesinin çoğul kullanılmış olduğundan hareketle , bu cezanın hakiki bir el kesme olamayacağı şeklinde yorumlar getirilmektedir. 

 Yazımızda bu iddiaları dikkate alarak , Maide s. 38. ayetinde öngörülen cezanın mecazi olup olamayacağı hakkındaki düşüncemizi ortaya koymaya çalışacağız. Yazının sınırı ayetin anlamı çerçevesinde olup bu suç ile ilgili gerekli olan fıkhi detaylar konusu bu yazının konusu değildir.  
Ves sâriku ves sârikatu faktaû eydiyehumâ cezâen bimâ kesebâ nekâlen minallâh(minallâhi) vallâhu azîzun hakîm(hakîmun). 

[005.038] Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir.

Fe men tâbe min ba’di zulmihî ve aslaha fe innallâhe yetûbu aleyh(aleyhi) innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun). 

[005.039] Fakat işlediği zulümden sonra tevbe edip islah olan kimse bilsin ki, Allah onun tevbesini kabul eder. Hiç şüphesiz Allah affedicidir ve merhametlidir.

Bu cezanın mecaz olduğu şeklindeki iddiaları sıra ile tahlil etmeye çalışalım. 

1. iddia ; Kur'anda geçen "Yed" (El) kelimesi , bir çok ayette mecaz anlamda kullanılmıştır , bu ayette geçen el kelimesi de mecaz olup , kesme işlemi hakiki anlamda kesme değil , "hırsızın gücünü kesin" yani "Hırsızlığa gidecek yolunu kesin , hırsızlık yapmasına fırsat vermeyin" anlamında kullanılmıştır. 

Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki ; "Devlet" dediğimiz kurum , halkının işlediği herhangi bir suça ceza tesbit etmeden önce , halkını bu şuça yöneltecek yolları kapatmak zorundadır. Bir devlet, örneğin hırsızlık suçuna ceza tesbit etmiş ise , önce halkını bu suçu işleyemeye yönelmesine engel olacak tedbirleri almak zorundadır. Halkını hırsızlık suçu işlemeye mecbur bırakan , ve o suçu işlediği takdirde , hırsıza ceza uygulayan  devlet, ZALİM bir devlettir. Halife Ömer (r.a) ın hilafeti bu duruma örnek olup , kıtlık zamanında bu cezanın uygulanmasını Ömer (r.a) rafa kaldırmıştır.

Gelelim ayete ; Ayete baktığımız zaman bahsedilen erkek ve kadının "Hırsız" şeklinde ifade edilmiş olması onların bu suçu işlediklerini göstermektedir. Şayet ayet, "Gücünü kesin" şeklinde bir emir olsaydı , işlenmemiş bir suç için erkek ve kadından neden "Hırsız" olarak bahsedilsin?. Ayrıca , ayet içinde geçen "Keseba" kelimesi , elde edilmiş bir kazancı ifade etmekte olup , ayet hırsızlık suçunu işleyen kadın ve erkeğe verilecek olan cezayı beyan etmektedir. 

 Ayet hırsızlık suçunun işlenmesinden önceki zaman ile ilgili yapılacak bir eylemi yani güç kesmeyi değil (zaten böyle bir güç kesme sosyal devletin yapmak mecburiyetinde olduğu bir şeydir), hırsızlık suçunun işlenerek, suçlunun suçunun sabit olmasından sonraki zamana dair bir hüküm olup , "Hırsız" olarak hüküm giydikten sonra , suçlular için uygulanacak işlemi ifade etmektedir. 

"Nekalen" ; İşlenen bir suçtan dolayı , başkasını aynı suçu işlemekten alıkoymayı ifade eden bir kelimedir. Ayet içinde bu kelimenin kullanılmış olmasından maksat , hırsızlık suçu işleyene verilen cezanın caydırıcılığı olması , yani hırsızlık suçu işlemiş olana verilen cezayı gören bir kimse , eğer hırsızlık yapmaya niyeti varsa işlenen suça verilen cezayı görerek bir kere daha düşünmesini sağlamaktır. 

Bu gün ülkemizde hırsızlık suçunun artış göstermesinin başta gelen sebeblerinden birisi de , (bu suça yönelmeye mecbur kalanları istisna edecek olursak) , neredeyse hırıszlığa teşvik edecek kadar yumuşak cezai müeyyideler olmasıdır.

Ayete verilen "Hırsızın gücünü kesin" anlamı , güç kesmenin hırsızlıktan önceki bir durumu ifade etmesi , "Hırsız" ifadesinin , suçun işlenmesinden sonraki bir durumu ifade etmesi bakımından, kendi içinde çelişki barındıran bir anlam olup, ayeti dikkatli ve ön yargısız okuyan bir kimse , ayetin böyle bir anlamı olmadığını görecektir.

2. iddia ; Yusuf suresi içinde gördüğümüz , Yusuf'u gören kadınların "ellerini kesmeleri" ile Maide s. 38. ayetinde ki "el kesme" nin aynı şeyi çağrıştırması gerektiğinden hareketle , Yusuf'u gören kadınların ellerini kökten kesmelerinin mümkün olmadığı , bildiğimiz bir kesik olduğu , dolayısı ile Maide s. 38. ayetinde ki el kesme cezasının Yusuf s. 31. ayetinin ifade ettiği kesik türünden olması gerektiğidir.

Bu ayet , el kesme cezası konusunda tamamen ön yargılı bir yaklaşımın neticesi olarak, nereye çarpacağını şaşırmış "Başı kesik tavuk" misali , ilgili ayetin mecazi olduğuna dair görüş arayanların başını çarptıkları bir ayettir. 

Bu iddia sahiplerine sadece şunu sorarak verecekleri cevabı bekleyebiliriz ; Aynı surenin 33. ayetinde geçen "El ve ayakların çaprazlama kesilmesi" cezasının sizin dediğiniz gibi el ve ayağın çizilmesi olarak mı anlıyorsunuz ?.

Cevap olarak ,"Evet Maide s. 33. ayetinde ki çaprazlama kesilme , Yusuf s. 31. de ki kesilme gibi olması gerekir"  diyene, bizim diyeceğimiz  "Ön yargılarının onun gözünü tamamen körelttiği" dir. 

"Hayır öyle anlamıyorum Maide s. 33. de ki çaprazlama kesilmesi hakiki anlamdadır" diyene diyeceğimiz söz ise ,  " Maide s. 33. ayetinde ki çaprazlama kesimi hakiki , Maide s. 38. ayetinde ki kesimi mecazi anlamanız arasında çelişki vardır" demektir . 

Maide s. 38 de ki cezayı mecazi , 33. ayette ki cezayı hakiki anlamak, çelişkili bir düşüncenin ürünü olup , her iki ayette ki ceza hakiki anlamda kullanılmıştır.  

3. iddia ; "Eli kesilen hırsızın , bundan sonraki hayatında , geçimini temin etmek için kesik bir el ile nasıl çalışarak çoluk çocuğunu geçimin temin edebileceği" , şeklindedir. 

Bu düşünce sahipleri kendilerini Allah (c.c) den daha merhametli bir kul olarak görmeye çalıştıklarının acaba farkındamıdırlar ?.

Geleneksel düşünce içinde önemli bir yeri olan , ve Allah (c.c) den daha merhametli bir peygamber portresinin ortaya çıkarıldığı şefaat inancındaki, Muhammed (a.s) ın ateş cezasını hak etmiş birisi için secdeye varıp, "Ümmetim ümmetim" diye yalvararak , ümmetini kurtarması iftiralarına karşı olan bu kişiler ,  Allah (c.c) den daha merhametli bir insan portresi çizdiklerinin farkında bile değillerdir.

Bu iddiada olan kişiler zımnen şunu demektedirler ; "Ey Allah'ım sen hırsızlık cezasına vermiş olduğun bir ceza ile merhametsizlik yaparak , elinin kesilmesini istediğin kişinin çoluk çocuğunu hiç mi düşünmedin ?".

Bu iddia , ilgili ayetin hakiki anlamda bir el kesme olmayacağı , olmaması gerektiği ön yargısı düşüncesi üzerine bina edilmiş bir düşüncedir. Bunları düşünmek önce suç işlemeye aday olan kimsenin vazifesi olup , kişi işlediği suça verilecek ceza karşısında , sonraki hayatını nasıl geçireceğini önce kendisi düşünmesi gerekmektedir. 

Bu mantık üzerinden baktığımız zaman , hiç bir suçluya ceza vermemiz mümkün olmayacaktır ,çünkü suç işleyen kişi , çoluk çocuğunun geçimini temin etmek için , hayatı için gerekli olan uzuvlarını korumak zorundadır. Bu mantık ile Maide s. 33. ayetine baktığımızda o ayette  işlenen suça karşılık olarak öngörülen el ve ayakların çaprazlama olarak kesilme cezasına da karşı çıkılması gerekmektedir. 

Veya Bakara s. 178. ve 179. ayetlerinde, cinayet suçu için verlen kısas cezasına da aynı mantıkla karşı çıkılması gerekmektedir. Cinayet işleyen bir kimse eğer kısas edilecek olursa bu kimsenin geride kalan çoluk çocuğu rezil rüsvay olacağı için cinayet işleyen bir kimseye öldürmek mantık olarak büyük bir hata ve vahşet olacaktır.

39. ayete baktığımızda , işlenen hırsızlık suçunu Rabbimiz "Zulüm" olarak nitelendirmektedir. Rabbimiz den daha merhametli !! olan ve hümanist duygularla hareket eden bir takım kişiler, bu tür düşünce içine girmekle zulme destekçi olmak durumuna düşmektedirler. 

4. iddia ; Yusuf (a.s) ın kardeşini alıkoymak için başvurduğu yolun anlatıldığı ayetlerde , Yusuf (a.s) ın kardeşlerine sorulan "Sizde hırsızlara verilen ceza nedir? " (12.74) sorusuna , " Onun cezası yükünde bulunanın kendisidir" (12.75) cevabı , hırsızlık suçuna verilen cezanın el kesme olmadığı yönündeki iddiaya delil olarak gösterilmektedir.
 
Yusuf (a.s) kıssasından çıkarılmaya çalışılan bu istidlal'in isabetli olmadığını düşünmekteyiz şöyle ki ; Kıssa içinde anlatılan olaydan çıkarılmaya çalışılan şey , Hırsızlık cezasının Allah (c.c) tarafından Yakub (a.s) a vahyedilenin aynısının , Muhammed (a.s) a da vahyedilmiş olması gerektiği gibi bir düşünceden yola çıkılarak bu iddia dile getirilmektedir. 


İlgili ayetlerde anlatılan konu, hırsızlığın cezasından ziyade , suç işleyen kişinin suçunun cezasını çekmek için alıkonulmuş olmasıdır. Çünkü Yusuf (a.s) ın kardeşini yanında alıkoyması için ,üst düzey bir yönetici dahi olsa keyfi davranarak , "Ben bu çocuğu alıkoymak istiyorum" şeklinde bir emir ile, kardeşini alıkoyamazdı. "Melik'in dinine göre kardeşini alıkoyamazdı" cümlesi, Yusuf'un yaşadığı topraklar üzerinde evrensel hukuk kurallarının geçerli olduğu , yönetici de olsa kanunlar karşısında eşit olduğu yönünden okunması gerektiğini düşünmekteyiz. 

Evrensel hukukta geçerli olan, bir kimsenin suç işlemediği müddetçe hürriyetinin kısıtlanmaması kuralı , Mısır ülkesinde de geçerli olduğu için , Yusuf kardeşini alıkoymak için onun üzerine bir suç yıkmak şeklinde hileye başvurarak kardeşini yanında alıkoymuştur. 

Bu kıssa üzerinden çıkarılmaya çalışılan düşüncenin temelinde , ön yargılar sonucu varılmaya çalışılan el kesme cezasının mecazi olduğu iddiası yatmaktadır. Maide s. 38. ayetinin açık hükmü bir kenara itilmeye çalışılarak , bu hükmün yanlışlığını !!  dair delili bulmak için , Yakub (a.s) dan medet ummaya çalışmak , ön yargıları Kur'ana kabul ettirmek için okunan ayetlerin nasıl oyuncak haline getirilmeye çalışıldığını göstermektedir.

5. iddia ; Ayet içinde geçen "Eydiyehuma" (ikisinin elleri) kelimesinin , çoğul kullanılmış olması ve çoğul kullanımın en az 3 ve daha fazla sayıyı ifade etmesini gerekçe gösterilerek , bir insanda 2 den fazla el olmadığı için bu ifadenin gerçek bir el kesmeyi emretmiş olmasının imkansız olduğudur.

Kur'an , indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan arapların günlük dillerinde kullandıkları , edebi uslupları dikkate alarak inen, ve bu üslupları kullanan bir kitaptır. Bu kelimeyi anlamaya çalışırken bunları dikkate almak gerekmektedir. 

Arapların insan vücudu ile ilgili tesniyeler de böyle bir kullanım şekline başvurduklarını , arap dilcisi Ferra "Meanil Kur'an" adlı eserinde söylemektedir. Bu kullanımın bir örneğini Tahrim suresi 4. ayetinde de görmekteyiz . O ayette Nebi (a.s) ın 2 eşine kullanılan "Gulubeküma" (ikinizin kalpleri) hitabını dikkate aldığımızda , 2 kadının birden fazla kalbi olmayacağına göre , o gün kullanılan dil kuralları çerçevesinde bir hitap tarzı olduğu anlaşılmaktadır.
Bu kullanıma bir kaç örnek daha verecek olursak ; 

"Haşemtü ruusehuma" iki kişinin başlarını yardım.
"Haraktüma gamuseküma" gömleklerinizi yırttınız ( iki kişiye hitaben).
"Haleytüma nisaeküma" eşlerinizi terk ettiniz (iki kişiye onların birer eşleri kast edilerek) . 

Sonuç olarak ; Maide s. 38. ayetinde beyan edilen , erkek ve kadın hırsız'ın ellerinin kesilmesi emri hakiki anlamda anlaşılması gereken bir hükümdür. Ayeti dikkatli ve ön yargısız bir biçimde okuduğumuz zaman , bu ayetin mecaz bir anlamı çağrıştırabileceği gibi bir düşüncesi oluşması mümkün görülmemektedir. Bu ayetin, mecazi bir anlam taşıması gerektiğini iddia edenlerin , yazımızda sıralamaya çalıştığımız iddiaları, tutarlılıktan uzak olmakla beraber , ön yargıların Kur'ana onaylatılması şeklinde bir çabanın ürünü olduğunu söyleyebiliriz. 

Yazının çerçevesi , ilgili ayetin mecazi anlam taşıyıp taşımadığı etrafında bir tahlil çalışması olması nedeniyle bu ayet ile daha detaylı konulara girilmemiştir. Ancak şu kadarını söylemek isteriz ki , Bu ayetin , bütün hırsızlık suçlarına aynı cezanın verilmesi gerektiğine dair bir bilgi içermez. Hırsızlık suçu genel bir suç olup , bu suça giren eylemlerin hepsi aynı cezanın uygulamasını gerektirmez , el kesmenin altında veya daha yukarısında bir ceza ile cezalandırılma gerektirecek suçlar mutlaka olacaktır.  

Kur'anın beyan ettiği had cezalarına baktığımız zaman , bu cezalarda göze çarpan en önemli unsur , "Caydırıcılık" tır . Caydırıcı olmayan bir ceza kanununun uygulandığı beldeler  , her zaman suç işlemeye açık  kapı bırakılacak , ve suçlu cenneti bir topluluğun yaşadığı belde olacaktır. "Kısasta hayat vardır" buyuran Rabbimiz , cezaların caydırıcılık yönüne dikkat çekmektedir. Cinayet suçu işleyen bir kimse , yaptığı hatanın bedelini canı ile ödediği zaman , başkalarına ibret olacak ve böyle bir suç işlemeye niyeti olan bir kimse , bu işe kolay kolay cesaret edemeyecektir.

Bu gün ülkemizdeki hırsızlık ve cinayet suçlarına verilen cezaların bu suçları engelleyici bir durum teşkil  etmemesi düşünülmesi gereken bir durumdur. Hal böyle iken , Kur'anın bu suça vermeyi önerdiği ceza bazılarımızca , vahşet olarak görülerek hümanist bir yaklaşım sergilenmeye çalışılmaktadır. 

Bu tür tutumlar , teslim olmaya değil, teslim almaya yönelik bir din anlayışının tezahürleridir. Kur'an merkezli düşünmek demek , herhangi bir konuda önce önyargıları kafadan atmak demektir. Bizler Kur'ana karşı parçacı değil , bütüncül bir yaklaşım sergilemek zorundayız. Bütüncül bir yaklaşım , bizleri daha doğru sonuca götürmesi bakımından daha isabetli , ve yanlışlardan koruyucudur. Zalimden yana değil , mazlumdan yana bir duruş sergilemek ve hırsızlık konusu ile ilgili beyanı bu göz ile okuduğumuzda , eli kesilen bir hırsızın geleceğini düşünmek bize değil, önce hırsızlık yapan kişiye ait olması gerektiği görülecektir.  

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Haziran 2015 Pazar

ZUHRUF s. 44. Ayeti Hakkında Bir Mülahaza

Kur'an okumalarında yapılan yanlışlardan bir tanesi , okunan ayetin kişinin tabi olduğu düşünceler doğrultusunda okunması ve o düşüncenin Kur'an tarafından onaylatılmaya çalışılmasıdır. Bu yanlış sadece Müslümanlara has olmayıp , Kur'an içinde zikri geçen İsrailoğullarının da düştüğü bir yanlıştır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımlara bakıldığında onların Tevrat hakkında yapmış oldukları yanlışlar anlatılarak aynı hataları bizlerinde tekrarlamaması istendiği halde sanki tekrarlamamız isteniyormuşçasına Yahudileşme temayülü içine girilmiş olması üzücü bir durumdur. 

Muhammed (a.s) ın vefatı sonrası gelişen olaylar neticesinde ortaya çıkmış olan fırkalara bakıldığında söylemek istediğimiz daha net anlaşılacak olup , bu fırkaların kendi görüşlerini Kur'ana onaylatmak için Allah ın Ayetlerini nasıl evirip çevirdiği bilinen bir gerçektir. Allahın Ayetlerini indi görüşleri doğrultusunda çevirme ameliyesine maalesef "Kur'an Merkezli Söylem" iddiasında bulunanların da katıldığı da görülmektedir. Bu söylemi dile getirenlerin, bu konuda daha hassas olmaları gereken bir durum olduğu halde, onlarında bu furyaya katılmış olmaları bizleri düşündürmektedir. 

Örnek vermek gerekirse ; Hadis rivayetlerinin toptan reddedilmesi gerektiğini, Kur'an içindeki "Bundan sonra hangi hadise inanırsınız?" mealindeki Ayetler ile reddetme veya Kur'anın eksiksiz olduğunu ispat için Enam s. 38. Ayetindeki "Biz kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık" mealindeki Ayeti delil getirme girişimlerini verebiliriz. Örneğini verdiğimiz her iki Ayette bağlamından ve Kur'an bütünlüğünden koparılarak okunmuş ve indi görüşlere dayanak yapılmaya çalışılmıştır. Bu ameliyenin , kendisini Kur'an ile tanımlayanlar tarafından yapılmış olması kaygı vericidir. 

Bu yazımızda indi görüşlere dayanak edilmeye çalışıldığını düşündüğümüz Zuhruf. s. 44. Ayetini ele almaya çalışarak yapılan bir yanlışı dile getirmeye çalışacağız. 

 Festemsik billezî ûhıye ileyk(ileyke), inneke alâ sırâtın mustekîm(mustekîmin).

 [043.043]  Sen hemen o sana vahyedilene tutun! Muhakkak ki sen doğru bir yol üzerindesin.

 Ve innehu le zikrun leke ve li kavmik(kavmike), ve sevfe tus’elûn(tus’elûne).

 [043.044]  Ve hiç şüphesiz o (Kur'an), senin ve kavmin için gerçekten bir zikirdir. Siz  sorulacaksınız.

 Zuhruf s. 44. Ayetinin meallerinde "Ondan sorguya çekileceksiniz" şeklinde bir meal yapılıp ve bu şekildeki mealin, Kur'an dışındaki bilgilerin (Hadis-Sünnet) red edilmesine dayanak yapılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Halbuki "Ondan" şeklinde meale ilave edilebilecek bir kelime veya edat Ayetin orjinal metninde yoktur.

Yazımızın amacının Kur'an dışında gelen bilgilerden sorumlu tutulacağımız iddiası olmadığını hatırlatarak, Ayetin mesajının ahirette herkesin sorguya çekileceğinin haberi olduğunu görmekteyiz. 

Ayetin yorumu ile ilgili dikkat çekmeye çalıştığımız nokta bu Ayeti kendi düşüncelerimize dayanak yapmak gibi bir okuma şeklinin yanlış olduğu noktası olup başkalarını suçladığımız yanlışa düşmemek gerektiğini hatırlatmak amacına matuftur. Elbette Allah (c.c) bizleri indirmiş olduğu Kitabın muhteviyatı ile sorumlu tutacak ve Kitap içindeki bilgileri hayata geçirip geçirmediğimizden sual edecektir , düşüncemiz bu ayetin geçmiştekilerin yaptığı gibi mızrakların ucuna takarak farklı düşüncede olanları mahkum etmeye yarayan bir alet aline getirmenin yanlış olduğu yönündedir. Herhangi bir konuda karşımızdaki muhatabımızla yaptığımız bir tartışmada elbette Kur'an ayetleri delilimiz olacaktır , ancak bu deliller bağlamından ve bütünlüğünden koparılmış olan Ayetler olursa getirdiğimiz deliller başka bir ayetle çürütülerek haklı iken haksız duruma düşebileceğimiz unutulmamalıdır.
 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

18 Ocak 2015 Pazar

Kur'an Hakkında Konuşmak

Son yıllarda Kur'anın gündem edilmeye başlanması ,bir çok olumlu gelişmenin yanında bir takım olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir. Kur'anın gündem edilmesinin olumlu yanı , Kur'an dışındaki bilgilerin "Din" olarak sunulmasına karşı çıkan insanların çoğalmış olmasıdır ve bu sevindirici bir gelişmedir, olumsuz tarafı ise bir takım okuma metodlarının geliştirilmiş olması neticesinde aynı Kitabı okuyanların , geçmişteki fırkalaşmaya benzer bir tutum içine girmiş olmalarıdır. 

Peki neden herkes okuduğu Ayetlerden farklı bir şeyler çıkararak diğerinin çıkarımını beğenmez ve birbirini tekfir eder ?. 

Yazımızda bu durumu irdelemeye çalışıp fırkalaşmayı en aza indirmek konusundaki düşüncelerimizi ve okuma yöntemi teklifimizi paylaşmaya çalışacağız.

Kur'an yıllarca tekel altında tutularak , sadece bazı insanların anlayacağı bir Kitap olarak lanse edilmiş ve o bazı insanların anlattıkları veya yazdıkları Kur'an yerine geçmiştir. Türkiye ölçeğinde baktığımızda bu işin böyle yürümeyeceği yaklaşık 50 yıl öncesinden dile getirilmeye başlanmış ve tabiri caizse , zincirler şakırdatılmaya başlanmıştır. 

Zincirler kırılmış ancak bu sefer ortaya daha başka sıkıntılar  baş göstererek, farklı Kur'an anlayışları ortaya çıkmıştır ve herkes bir başkasının okuduğu ve anladığı Ayetler hakkında "sen yanlışsın ben doğruyum" demeye başlamıştır. Yazımızın amacı kimin yanlış kimin doğru olduğundan ziyade birbirine yanlış diyenlerin ne kadar doğru oldukları meselesidir. 

Kur'anı okuyan kişi eğer orjinal metni okuyarak anlamaktan yoksun ise , bir başkası tarafından yapılan çevirileri okumak durumundadır. Bu durumu kesinlikle yadırgamadığımızı söyleyerek , bu söylemekteki amacımızın meali yapan kişinin, bir takım düşünce kalıplarına sahip olduğunu ve bu çeviriyi yaparken bu kalıpları öne çıkarma ihtimalinin göz önünde bulundurulması gerektiğini hatırlatmaktır.

 Bu bağlamda, yapılan çeviriler hakkındaki düşüncelerimizi kısaca paylaşmak yerinde olacaktır; Türkiye de son yıllarda bir hayli çevirinin yapıldığı malumdur, bu çevirileri iki ayrı kategoride değerlendirmek mümkündür. 1- Metne sadık kalarak yapılan çeviriler , 2- Anlam yorum tarzı çeviriler. 

Metne sadık kalarak yapılan çeviriler , orjinal metindeki kelimenin birebir çevirisini esas alarak yapılan çeviriler olup , kişisel düşüncelerin anlama etki etmemesi cihetinden bakıldığında daha güvenilirdir. Bu çeviri tarzının olumsuz tarafı , motamot yapılan bir çeviri ile türkçenin ifade kalıplarının eksiklik arz ederek yapılan bazı meallerin anlaşılmamasıdır.

Anlam yorum tarzı çeviriler , orjinal metni esas almakla birlikte yorum ağırlıklı bir çeviriyi esas almaktadır. Bu çeviri tarzının olumsuz tarafı kişisel düşüncelerin anlama etkisinin daha fazla olmasıdır. Bu tarz çevirileri kesinlikle red etmek gibi bir düşüncemiz olmadığını beyan ederek , metne sadık kalarak yapılan çevirileri tercih ettiğimizi söyleyelim. 

Meal okurken tek bir meale bağlı kalarak okumak yerine bir kaç tane mealden faydalanmak , bir mealdeki olası hata veya ifade eksikliğinin diğer meal tarafından giderilme ihtimali açısından faydalı olacaktır. 

Meal meselesinden sonra, iş okuduklarımızı anlamak meselesine gelecektir , işin en önemli kısmı da burasıdır.

Hepimiz (Bu satırları yazanda dahil) okuduğumuz Kur'an dan  anladıklarımızın, kendi kapasitemiz ve düşünce yapımız dahilindeki okumalardan yaptığımız çıkarımlar olduğunu unutmamak zorundayız. Hiç kimsenin okuduğu Ayetlerden yaptığı çıkarımlar mutlak doğru olarak görülemez ve gösterilemez. Aynı Kitabı okuyanların düştüğü en büyük yanlışlardan birisinin bu nokta olduğunu düşünüyoruz. 

Zincirleri kopararak geleneksel din algısını yıkan insanların bir kısmının , "Kur'an Müslümanı" adı altında geleneksel din algısının bir ürünü olan "Şeyh Mürit" ilişkisini devam ettirdiğini üzülerek görmekteyiz. Beğendiği Alimin Kur'an yorumunu "Mutlak doğru" kabul edenler, bu doğrular üzerinden farklı düşünce içindekileri mahkum etmeye çalışmaktadırlar. 

İnsanların bilmediklerini bir başkasından öğrenmesi gayet normal bir durumdur , ancak bu öğrenilenin, o kişinin şahsi düşüncesi olduğu unutulmamalıdır , veya kişi kendisinin herhangi bir yorumunu nihai doğru olarak görerek diğer yorumları mahkum etme hakkına sahip değildir. Hiçkimse yaptığı okumalardaki çıkarımlarının doğru olduğu noktasında Allah (c.c) den vahiy almamaktadır , hiç kimse ortaya koyduğu düşüncenin kendi şahsi düşüncesi olduğunu unutmamalıdır , hiç kimsenin kendi yorumunu veya kabul ettiği alimi kabul etmesi yolunda kimseye baskı yapma hakkı olmadığını bilmesi gerekmektedir. 

Bu tür yaklaşımlar karşımızdaki farklı düşüncelere daha esnek veyumuşak bir tavır sergilememize sebeb olacak ve diyalog ortamı doğacaktır.

Yapılan okumalarda yanlış çıkarımlar olacaktır ve bu yanlışlığın tesbitinin neye göre, hangi kritere göre yapılacağı meselesi düşünce farklılıklarının doğmasına sebeb olmaktadır. Aynı Kur'anı okuyan iki kişinin , aynı konu hakkındaki farklı yorumları bir kişinin diğerine göre yanlış olmasını beraberinde getirecektir. 

Bir kişinin diğerine "Sen yanlışsın Ben doğruyum" demesi için doğru olarak öne sürdüğü argümanların Kur'an bütünlüğüne uygun olması gerekmektedir , yanlışların ve doğruların delili Kur'an olmalıdır ki ortak bir payda üzerinde buluşma imkanı kolaylaşsın.

Bu sefer de, Kur'an okumalarında ortak bir bakış açısının önemi ortaya çıkacak ve bu noktanın tesbitinin neye göre yapılacağı gündeme gelecektir.  Farklı bakış açıları doğruların sayısını çoğaltacağı için herkes kendisinin ortaya koyduğu delilin doğru olduğunu iddia edecektir. Nasreddin hoca misali herkese " Sende haklısın" demek mümkün olamayacağına göre, haklı olmak için ortak bir bakış açısı içinde olmak gerekmektedir. Ortak bir bakış açısında buluşamayanların delilleri kendilerine göre haklı olacağından yapılan diyalog " Havanda su dövmek" misali olacaktır.

Geleneksel din algısından kurtulan insanların önündeki engel , modernist bir din algısına düşme tehlikesidir. Bu tarz bir algıda ortaya çıkan en bariz nokta , Kur'anın sanki bu gün inmişcesine yapılan bir okuma olup , indiği zaman ve mekan şartlarının göz önünde bulundurulmamasıdır. Muhammed (a.s) a inen Kitap , binlerce yıllık insanlık tarihinin bireyleri olan ve o tarih içindeki bilgilere sahip olan bir kavmi muhatap almaktadır. 

Bu muhatabiyet sadece onlarla sınırlı olmamakla birlikte , bizlere dönük mesajının doğru olarak okunmasında önemli bir rol oynamaktadır. Kur'an içindeki bilgiler , yaşayan bir topluma ve kendinden öncekilerin bilgi birikimine sahip olan insanlara inmiştir, hiç bir bilgi için "yahu bu ne demek istiyor?" şeklinde bir söz edilmemiş olup , salat , oruç , hac , kurban ,şefaat , şirk , tevhid , ölüm ,ahiret v.s gibi meseleler bu konularda daha önce bilgi sahibi olmaları nedeniyle ilk defa işitilen konular olmamıştır. 
 
Bu gün yapılan okumalarda bu ve benzeri bilgilerin önceki bilinmişlikleri göz ardı edilerek , Kitap sanki bu gün ve dağ başına mushaf halinde inmiş bir kitap olarak okunarak , Kur'anın ana konuları bu bilgilerin göz ardı edilmesi yolu ile anlaşılmaya çalışılmaktadır. Ortak hafıza dediğimiz şey , ilk insandan beri süregelen bilgilerin bir sonrakiler tarafından kullanılması sureti ile bir ilerleme kaydedilmesidir. Bu hafıza Din alanında da geçerlidir, bu alandaki bilgiler de bir insandan diğer insana devredilerek gelmiştir , eğer biz bütün geçmişi silerek elimizdeki Kitabı okumaya kalkarsak duvara toslayan araba misali darmadağın olmamız kaçınılmazdır.  

Peki doğru bir okumanın yolu nasıl olmalıdır ?. 

Kur'an arapça bir dil üzerine nazil olmuş bir Kitap olduğu için öncelikle Kur'an içindeki Ayetlerin anlamlarının Arap dilindeki karşılığı göz önüne alınmalıdır. Kur'an arapların günlük dilde kullanmış olduğu bazı kelimelere özel anlamlar yükleyerek ona farklı bir anlam yüklemiştir , bu yükleme sözlük anlamı göz önüne alınarak yapılmış bu yüklenmiş anlamın adına "Istılahi Anlam" denilir. 

Kelimeler Ayet içinde tek başına ele alınarak değil , cümle ile birlikte ele alınarak okunmalıdır. Örnek verecek olursak , "Salat" kelimesi çok anlamlı kelimelerden olup bütün geçtiği yerlerde aynı anlama gelmez. Salatın ritüel kısmı olan namaz konusunda red yoluna gidenler, bu çok anlamlılığı bilerek veya bilmeyerek istismar etmektedirler . Ahzab s. 56. Ayetinde ki " Allah ve Meleklerin Resule salat etmeleri" ni , "Allah ve Melekleri resule namaz mı kılıyor?" diyerek traji komik bir soru ile karşımıza çıkmaktadırlar. 

Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de bir takım edebi usluplar vardır , bir kelimenin hakiki veya mecaz anlama geldiği, Ayet ve Kur'an bütünlüğü gözetilerek tesbit edilmelidir . Hiç kimse kendi indi yorumu olarak bir kelimeye keyfi anlam yüklemeye hakkı yoktur. Geçmişte , "Batınilik" denilen akım bu yönde bir düşünceyi esas alarak , kelimelerin bütününe kendi düşünceleri doğrultusunda anlamlar yükleyerek bir anla(ma)ma çalışması yapmışlar , bu gün dahi bu geleneğin etkisinde kalanlar mevcut olup kendi anla(ma)malarını mutlaklaştırarak, kafalarınca bir Kur'an yazmaktadırlar.

Bu gibi sıradışı yöntemler Kur'anı anlamayı değil , anlamamayı esas almakta olup, bu anlamama üzerinden üretilen farklı düşünceler Dinin aslı gibi gösterilerek bir kısım insanın sapmasına sebeb olmaktadır. İsrailoğulları prototip bir kavim olarak Tevrata yapmış oldukları işlem bizlere anlatılarak , aynı işlemin Kur'ana yapılmaması öğütlenmektedir. 

"Kelilmelerin yerinden oynatılması" , " Dillerin eğilip bükülmesi" gibi deyimler üzerinden Kitaba yapılan zulümler anlatılarak onların akıbetleri beyan edilmekte ve aynı akıbete bizlerinde düçar olmaması için, Kitaba sımsıkı sarılmamız emredilmektedir. Bu sarılma ameliyesinin nasıl olaması gerektiği yine Kitabın içindeki Ayetlerden okunabilir.

Kur'anın ve önceki Kitapların ortak çağrısı , Allah (c.c) nin tek İlah olarak tanınması ve onun önerdiği kuralların hayata hakim olmasıdır. Yapılan okumalarda bu çağrı göz ardı edilerek başka öncellemelere yer verildiği takdirde herkesin ayrı bir Kur'anı ortaya çıkar büyük bir kaos doğar. Bu tür kaosa yol açmamak için Kur'anın Tevhidi çağrısı merkeze alınarak bir okuma yapılması ve bu okumanın hayata pratize edilme çalışmalarına girişilmesi gerekmektedir.

Tevhidi bir gaye gözetilmeden yapılan okumalar , daha önceki red ettiğimiz geleneksel din algısındaki benzer yanlışlara düşme ihtimalini beraberinde getirmesi kaçınılmaz bir sonuçtur.Elçilerin kıssaların anlatılma sebebi onlar üzerinden yürütülen bu mücadelenin bizler içinde aynı şekilde yürütülmesi gerektiğinin hatırlatılmasıdır. Elçi kıssalarını onların Tevhid merkezli mücadelesinin boyutunu anlamak ve onları örnek edinmek gayesi ile okumak varken sadece yaşanmışlık içinde kalıp bize dönük mesajını okumamak ve kıssa içindeki tali meseleler ile uğraşmak doğru bir yöntem değildir. 

Tevhidi bir gözle okunan Kur'anda onu bizlere getiren Elçi nin konumu net olarak görülecektir, ne Allah (c.c) nin koyduğu gibi haram helal koyucusu birisi olarak , ne de tamamen dışlanmış alalade bi insan muamelesine tabi tutulmaktan çıkarılacaktır.

Sonuç olarak; Kur'an hakkında konuşmak herkesin hakkıdır , bu hakkı kimse tekeline alamaz, ancak bu hakkı kullanırken uygulanacak yöntem sorunlarını görmezlikten gelemeyiz . Kur'an hakkında söylenecek sözlerin kişilerin düşünce kalıplarına göre şekilleneceği unutulmadan , Kur'an hakkında yapılan bütün yorumların kişilerin indi yorumları olduğu bilinmelidir . Önemli olan bu yorumları tek doğru olarak kabul ederek diğerlerini mahkum etmemektir. Kur'an hakkında konuşmak için , bu Kitabın öncelikli konularının ne olduğu ortaya konarak bu öncelikler göz önüne alınarak okumalar yapılması ve hayata pratize edilmeye çalışılması gerekmektedir. Hayatımız yansımayan bir Kitap sadece entellektüel sohbet malzemesi olarak kalarak, eskilerin saten nakışlı kılıfların içinden çıkarmamalarından bir farkı olmayacaktır. Yazılarımızın sonunda "En doğrusunu Allah (c.c) bilir" şeklindeki ifademiz bu tür kaygıların bir ürünü olup, konuştuğumuz Ayet hakkındaki görüşlerimizin kendi düşüncemiz olduğu ne bizim ne başkasının bu düşüncemizi mutlak doğru görme hakkı olmadığını unutmadığımızın bir ifadesidir. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

22 Kasım 2014 Cumartesi

Mustafa İslamoğlu nun Abese s. İlk Ayetlerine Verdiği Anlam Hakkında Bir Düşünce

Son günlerde bir takım cemaatlerin hedef tahtası haline gelen Sayın Mustafa İslamoğlu hoca ya karşı Abese suresi ilk ayetlerine verdiği anlam üzerinden yeni bir karalama kampanyası başlatıldığına şahid olmaktayız. Bu kampanyanın öncülerine baktığımız zaman, kendilerine bağlı olanlara "Din" olarak Kur'an tarafından onay görmeyen ne kadar hurafe bilgi varsa onları anlatarak Samiri misali " Sizin Dininiz bu dur" dediklerini görmekteyiz. Sayın hocanın bu tür anlatımlara karşı Kur'anı öne çıkarma gayreti hurafe dini temsilcileri tarafından şiddetli bir biçimde karşılık görmüş ve görmektedir. 

Sayın hoca asla eleştirilmez veya hata yapmaz bir kişi değildir. Hatta hatalarını dile getirmekten hiç çekinmediğimizi bizi tanıyanlar çok iyi bilmektedir , ancak Hocaya karşı Abese suresi ilk ayetlerine verdiği anlamdan ötürü yapılan bir eleştiri var ki buna sadece "AHLAKSIZLIK" demekten başka bir ad bulamıyoruz. Bu yazımızda Hoca nın bu ayetlere verdiği anlam hakkında düşüncelerimizi herkese örnek olması gereken ilmi ve ahlaki bir uslup dairesinde dile getirmeye çalışacağız. 

Sayın Hoca nın Abese suresi ilk ayetlerine verdiği anlam ve gerekçeleri şu şekildedir. 

 1 O (KİBİRLİ ADAM) surat astı ve sırtını dönüp uzaklaştı,
2- yanına âmâ geldi di- ye,.. (1)
3- "Ve (sana gelince Ey Nebi!) Sen nereden bileceksin o (müşrikin) arınacağına (2) dair bir ihtimal (3) bulunduğunu; (4) veya alacağı öğütün kendisine yarar sağlayacağını?
4 - 5- Fakat, kendi kendine yettiğini sanan (5) kimseye gelince:
6 -Sen bütün ilgini ona yönelttin; (6- 7) oysa ki, onun arınmaması- nın sorumlusu sen değilsin,-
7- 8- fakat sana büyük bir iştiyakla gelen var ya:
9 -ki o Allah'a saygıda kusur etmez-
10- işte sen onu ihmal ediyorsun.

 (1) Veya: "O (Peygamber) surat astı ve sırtını dönüp uzaklaştı, yanına âmâ geldi diye..." Müteakip 3 ve 4. âyetlerin okunuşuna bağlı olarak ilk iki âyetin özneleri değişir. Bu âyetlerin öznesi- nin Hz. Peygamber olduğunu ittifakla söyleyen klasik tefsirin tercihinde, Muvatta ve Tirmizi'nin Sünen'inde nakledilen nüzul sebebi rivayeti belirleyici olmuştur. Fakat Tirmizi rivayeti sorunludur. Mamafih bu rivayetler bile tercihimizi dolaylı olarak onaylar. Tercihimizin gerekçesi, "surat astı" ['abese) ve "sırt dönüp uzaklaştı" [tevellâ) fiillerinin aynen geçtiği Müddessir 23-24. âyetler ve orada anlatılan tiptir. Nüzul sebebi rivayetlerine dikkatle bakın- ca, Hem 74:23-24'teki hem de buradaki olayda aynı isimlerin geçtiği görülür: Velid b. Muğire ve/veya Ubey b. Ka'b.

 (2) Yezzekkâ'mn aslı yetezekka'dır. Dönüşlü kiptir. Kipin bu bağlamdaki açılımı şudur: Vahiy gibi arıtan bir öznenin varlığı tek başına yetmez. Onun yanında insan da arınmaya gönüllü olmalıdır ki işlem tamamlansın.

(3) Lealle edatının bu bağlamdaki en uygun karşılığı.

(4) Veya: "Ve (ey Peygamber); sen nereden bileceksin; belki de o arınacak veya alacağı öğüt kendisine bir yarar sağlayacaktı?" İki âyetlik bu uzun cümlenin i'rabı, mâna farklılığına izin verecek bir yapıdadır. Klasik tefsir iki hatta üç mef'ul alan yudrîke geçişli fiilim ya biri zamir (Ke/sen) diğeri mahzuf iki mef'ulle izah etmiş, ya da arkasından gelen le'alle edatının kalp fiillerinden olduğunu, üstelik talep ve temenni bildiren bir istifham olduğunu söyleyen Ebu Ali Farisi'ye dayanarak, bu durumda yudrî fiilinin iki- üç değil, tek tümleç isteyen fiile dönüştüğünü, sonrasının da müstakil bir cümle olduğunu sa- vunmuşlardır (Nkl: îbn Aşur). Tercihimiz, yudrî fiilinin iki mefulüyle birlikte (biri ke zamiri diğeri müteakip iki cümle) tek bir cümle gibi okunmasına dayanmaktadır. Bu âyet İslâm'a davette seçkinci yaklaşımı reddetmektedir.

(5) Istiğna'daki sin ve te'nin mânaya kattığı yan anlam.

(6) Zımnen: "böyle yapmak sana yakışmadı". Bu Allah Rasulü'ne açıkça "Bir daha böyle yapma" uyarışıdır. Burada soru şudur: Vahiy seyrek de olsa ara sıra yer verdiği Hz. Peygamber'e ait bu gibi 'zelle'leri örtemez miydi? Eğer örtseydi, kimsenin haberi olmazdı. Peki, o zaman ne diye dile getirip onları ölümsüzleştirdi? Bu ve buna benzer tüm soruların cevabı bu sûrenin 23. âyetinde verilmiştir: Hatasız kul olmaz. Peygamberler de buna dahildir. Şu halde Hz. Peygamber'in görevi "Nasıl hatasız kul olunur?" sorusunun isbatmı ortaya koymak değil, "Hata yapılınca nasıl özür dilenir, nasıl tevbe edilir, nasıl geri dönülür?" sorularının isbatmı ortaya koymaktır. Allah'ın kendi elçisine "Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım" demesini emretmesinin temelinde yatan sebep de bu olsa gerektir.

(7) İlahi şefkatin beliğ bir ifadesi. Demek ki uyarı alan bu davranışın temelinde Nebi'nin aşırı sorumluluk duygusu vardı. Bu âyet Rasulullah'ın içtihad ettiğinin ve içtihadında yanıldığında Allah'ın onu düzelttiğinin beyanıdır. Düzeltilen o içtihat "varlıklı ve hatırlı kimselerle fazla ilgilenilirse imana geleceklerine dair" yanlış görüştür. Eğer vahyin müdalahesi olmamış olsaydı, onun içtihadı "sünnet" olacaktı. Hz. Peygamber Amiroğuîlarmdan olan babası yerine soylu Mahzumoğlullarmdan olan annesine nisbetle anılan Îbn Ümmi Mektum'u gördüğünde "Merhaba ey Rabbimin kendisi yüzünden beni uyardığı kişi" dermiş. Biz Kur'an'da anlatılan diğer peygamberlerin kıssalarında da onaylanmayan içtihatlar görüyoruz. Hz. Musa'nın bir kulun davranışlarına karşı iç- tihatları (18:71, 74, 77), Hz. Nuh'un oğlu hak- kındaki içtihadı (11:45), Hz. İbrahim'in soyu ve babası hakkındaki içtihadı gibi (9:114).

Sayın Mustafa İslamoğlu hoca yukarıda vermiş olduğumuz Abese s. 1-10. ayetleri meali ve gerekçesinde özet olarak , 1. ayette "Surat asıp sırt çevirip uzaklaşan" kişinin Muhammed (a.s) olmadığını , Muhammed (a.s) tebliğ yapmaya çalıştığı bir MÜŞRİK olduğunu iddia etmektedir.

Sayın Hocanın bu düşüncesi elbette tartışılır , buna girmeden önce ilk ayetin mealine parantez içine aldığı KİBİRLİ ADAM kelimesinin Hocaya karşı linç kampanyasına girişenler tarafından Muhammed (a.s) a KİBİRLİ ADAM dediği iddiası AHLAKSIZCA söylenmiş bir iftiradan başkası değildir. Bu iftiraları atanlar Hocanın böyle bir iddia da bulunmadığını çok iyi bilmelerine rağmen, cahil ve koyun sürüsünden farksız , okuma , araştırma gibi melekeleri öldürülmüş olan bağlılarının araştırma ihtiyacı hissetmeden bu iftiralara inanacaklarını bildikleri için hiç çekinmeden dillerini bükebilmektedirler. 

Sayın Hocanın Abese suresi ayetleri ile ilgili olarak vermiş olduğu anlam şahsi bir düşüncesi olup bunu gerekçesinde belirtmiştir. Ancak Hocayı eleştiren EHLİ SÜNNET taifesinin Kur'an anlayışlarını ele alacak olursak bir sürü Kur'an dışı rivayetlerin Kur'ana onaylatmak için Kur'anı tahrife varan anlamlar verdikleri ve "Allah böyle diyor" diyerek iftiralar attıklarını unutmayalım. Şirk düşüncelerini "Din bu dur" diyerek yaymaya çalışanların önce kendi şirklerini düzeltip sonra başkalarını düzeltmeye kalkışmalarını tavsiye ederek sayın Hocanın meali ile ilgili düşüncelerimizi aktarmaya çalışalım.

Öncelikle empati yapıp , Abese s. 1. ayetindeki bahsedilen kişinin sebebi nuzül rivayetleri doğrultusunda okunması neticesinde bu düşüncenin pekiştiğini söyleyebiliriz , şayet böyle bir rivayet olmasa idi bu gün ilk ayet içinde bahsedilen kişinin Muhammed (a.s) olduğu düşüncesine sahip olanlar linç edilme durumu ile karşı karşıya kalacak oldukları kuvvetli bir ihtimal sayın Hocanın doğrultusunda yapılan mealler revaç görecekti.

Ayetleri sebebi nuzül rivayetlerini göz önüne almadan veya sayın Hoca nın görüşleri doğrultusunda yapılan mealleri yanlış şeklinde bir ön kabul de bulunmadan Abese s. ilk ayetleri hakkında şunları söyleyebiliriz.

[080.001]  Surat astı ve yüz çevirdi;
[080.002]  Kendisine o ama geldi diye.
[080.003]  Nerden biliyorsun; belki o, temizlenip-arınacak?
[080.004]  Yahut öğüt alacak da bu öğüt, kendisine fayda verecek.
[080.005]  Ama kendisini müstağni gören.
[080.006]  Sen ona yöneliyorsun.
[080.007]  Oysa, onun temizlenip-arınmasından sana ne?
[080.008]  Ama sana koşarak gelen,
[080.009] Ki o, 'içi titreyerek korkar' bir durumdadır;
[080.010]  sen ondan tegafül ediyor (ona ilgi göstermiyor) sun.

Ayetlerin siyak ve sibakından anlaşılacağı üzere ortada 1-Elçi, 2-Ama, 3-Müstağni kişi olmak üzere 3 kişi vardır , problem 1. ayetteki ameli işleyenin kim olduğudur.

Ayetler basit bir okuma ile okunduğunda , Muhammed (a.s) Müstağni kişi ile uğraşırken o anda yanına gelen Ama ya karşı ilgisiz davrandığı , hatta surat asıp yüz çevirdiği ve Müstağni kişi ile uğraşmaya devam ettiği anlaşılabilir ve doğru olduğunu düşündüğümüz okumanın bu olduğunu da söyleyebiliriz.

Burada Sayın Hoca nın tercih ettiği "Anlam yorum" tarzı mealler hakkında bir çekincemizi belirtmek isteriz. Bu tarz ile yapılan meallendirmeler metne sadık kalarak yapılan çeviri olmaktan çok , çeviren kişinin düşünce yapısından kaynaklanan Kur'an anlayışını tercümeye yansıtmak şeklinde yapılmış olmasından dolayı hata yapma payı yüksek olan bir çeviri tarzıdır.

2. ayette " En caehul'ama" ( O Ama geldiğinde) ibaresinde "Cae" kelimesini anahtar bir kelime olarak okuyarak , 1. ayette ki surat asıp yüz çevirenin kim olduğu 8. ayete bakılıp kolayca anlaşılabilir. 8. ayetin metni olan "Ve emme men caeke yes'a" (Ama sana koşarak gelen) ibaresindeki "Ke" (sana) zamirinin muhatabı Muhammed (a.s) olduğu konusunda herhangi bir ihtilaf yoktur. 2. ve 8. ayetlerde "Cae" fiili ile bahsedilen kişi Ama kişi olup o kişiyi bırakıp diğer Müstağni kişi ile uğraşmaya devam eden kişi Muhammed (a.s) dır.

Sayın Hoca 1. ayete (KİBİRLİ ADAM) parantezi ile gömleğin ilk düğmesini yanlış ilikleyince diğer düğmelerinde yanlış iliklenmesi misali 3. ayet içine açtığı (müşrik) parantezi ile yanlışa devam etmiştir.

Halbuki 8. ve 9. ayetlerde  Muhammed (a.s) ın, kendisine koşarak ve korkarak gelen Ama yı bırakarak , 5.6.7. ayetlerde ki Müstağni kişi ile ilgilendiği , 2.3.4 ayetlerde geliş sebebi beyan edilen Ama ya karşı olan tutumunun 1. ayette eleştirildiği şeklinde yapılacak bir okumanın daha doğru sonuç vereceğini düşünmekteyiz. 

Sayın Hoca yıllar önce bu ayetler ile ilgili olarak farklı bir düşünce içinde olup , yüz çeviren kişinin Muhammed (a.s) olduğu düşüncesinde idi. Geçen yıllar içinde bu görüşünden dönmüş olmasını elbette yadırgamıyoruz. Aksine, doğrudan yanlışa dönmek gibi bir tutum içinde olması bundan sonraki yıllarda bazı yanlışlarından dönmek gibi bir erdem içinde olduğunu göstermesi açısından olumlu bir gelişmedir. 

Ancak sayın Hocanın gerekçesinde belirtmiş olduğu gramer kuralları binlerce yıllık bir geçmişe sahip olup , sayın Hocanın aksi görüşte olduğu yıllar içinde de aynı kurallar geçerli idi ve bunu sayın Hoca çok iyi biliyordu. Gramer kurallarını gerekçe göstererek böyle bir yorumda bulunmuş olmasını anlamakta zorlandığımızı ifade etmek istiyoruz. Sayın Hoca eğer "Önceden bu kuralı bilmiyordum" şeklinde bir bahane ileri sürecek olursa , "özrü kabahatinden büyük" deyimine uygun bir bahane üretmiş olacaktır.

Sonuç olarak ; Sayın Mustafa İslamoğlu Hoca Abese suresi ilk ayetlerine vermiş olduğu anlam ile yanlış bir çeviri yapmış olduğunu düşünmekteyiz , ancak bir takım guruhun onun bu yanlışı üzerinden iftira ve karalama kampanyası başlatmasına asla müsade edilmemesi gerektiğini de düşünmekteyiz. Kur'an meali yapan hiç kimse hatadan beri değildir ancak yapılan bu hataların bazı kişileri linç etme girişimi olarak kullanılması olayın başka bir tarafı olduğu yönündeki ihtmalleri kuvvetlendirmektedir. Sayın Hoca nın eleştirilmez olduğu asla savunulamaz ve hataları asla ört bas edilemez , bu hataları iftira ve karalamaya dönüştürülmeden , ilmi ve ahlaki bir uslup dahilinde dile getirilmek mecburiyetindedir. Kaleme almaya çalıştığımız bu yazının ilk amacı böyle bir usluba örnek olmak çalışması olup sayın Hoca ya karşı başlatılan karalama kampanyasının öncülerinin önce kendi paçalarından akan ŞİRK pisliğini temizlemeleri ,tercih ettikleri Kur'an meal ve tefsirlerindeki tahrifkar ibareleri düzeltip Kur'an a sadık kalan bir anlayışa döndürmelerini tavsiye ederiz. 

                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

20 Kasım 2014 Perşembe

Araf s. 172-173. Ayetleri Hakkında Bir Düşünce Çalışması

İnsanların bir kısmının Müslüman ebeveynden veya Müslümanların yaşadıkları topraklarda doğmaması nedeni ile Müslüman olamamaları, dolayısı ile Cehennem azabı ile karşılık görmek durumunda kalmaları, özellikle ateist kesim tarafından itirazlara sebep olmaktadır. "Onların ne kabahati var da Müslüman bir ebeveynden veya Müslüman bir toplumda doğmadılar?" şeklindeki itirazî sözleri, birçoğumuz tarafından işitilmekte ve kafa karışıklıklığına sebebiyet vermektedir.

Kur’an’ın birçok ayetinde beyan edildiği üzere; “hesap günü kimseye zulum edilmeyeceği" düsturundan yola çıkarak, hesab günü bu durumda olan insanların durumlarının ne olacağı konusunu A’RÂF 172-173 ayetlerindeki beyandan öğrenmek mümkündür.

[007.172-3] Rabbin, insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim» demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da: «Evet şahidiz» demişlerdi. Bu, kıyamet günü, «Bizim bundan haberimiz yoktu» dersiniz veya «Daha önce babalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi, boşa çalışanların yaptıklarından ötürü yok eder misin?» dersiniz diyedir.

Ayete baktığımız zaman; kıyamet günü Ademoğullarının tamamının sorguya çekileceği görülmektedir. Bu durum geleneksel düşünce içinde tartışılan "Fetret Ehli’nin durumu” meselesine, yani Elçi ve Kitap çağrısı hiç işitmemiş olanların durumu hakkında da bilgi vermektedir. Kitaplarda "Fetret Ehli’nin" hesap gününde;

1- hesaba çekilecekleri,
2- hesaba çekilmeden yok edilecekleri

gibi farklı düşünceler ileri sürülüp tartışılmıştır. Ayetin beyanına göre; hesaba çekilecekleri görülmektedir. Ancak şurası muhakkaktır ki adalet gereği, dünya hayatında onlara imtihana çekilecekleri bir kitap verilmemiş olmasından dolayı, Kitap içindeki bir takım emirleri (namaz, oruç, hac vb.) uygulayıp uygulamadıklarından hesaba çekileceklerini söylemek güçtür.

Ayete baktığımız zaman; görsel bir anlatım tarzı şeklinde olması, bazı yanlış düşünceleri de beraberinde getirmiştir. Şöyle ki; insanı “ruh-beden" şeklinde ikiye ayıran geleneksel düşünce, bu düşünce doğrultusunda önce ruhların yaratıldığını iddia etmektedir. Dolayısıyla da bu sözün ruhlar aleminde(!) alındığını dile getirmektedir. Kur’an’da “ruh-beden" şeklindeki bir ayrıma dair herhangi bir delil olmaması, bu düşüncenin doğru olamayacağını göstermektedir.

Bu bağlamda “fıtrat" kelimesinin anlaşılması ve bu kelime doğrultusunda yapılacak bir anlama çalışması; (hâşâ) Allah(c.c)’nin adil olmadığı konusundaki düşüncelerin değerlendirmesini yapmamızı sağlayacaktır.

"Fıtrat" kelimesini kısaca "varlıkların yapısını oluşturan kanunlar bütünü" olarak tarif edebiliriz. Bu kelimeyi insan ile ilgili olarak kullandığımız zaman RÛM 30 ayeti karşımıza çıkmaktadır.

[030.030] O halde yüzünü bir hanif olarak dine tut, Allah’ın insanları kendisi üzerine yarattığı fıtratına. Allah'ın yaratışında değişme yoktur, dosdoğru sabit din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

RÛM 30 ayeti; İNSANLARIN, ÇOĞU BİLMEDİĞİ için (hâşâ) Allah’a karşı yalan ve iftira attığı bir gerçeği dile getirmektedir. Bu gerçek; İNSANLARIN eşit olarak aynı fıtrat üzere yaratmış olması gerçeğidir. Bu fıtrata göre; Mekke’nin göbeğinde doğan birisi ile Avustralya’nın balta girmemiş ormanlarında doğan bir Aborjin yerlisi aynı derecede eşit bir yaratılışa sahiptir.

İbrahim(a.s)'ın EN'AM Suresi içinde anlatılan kıssası bu duruma işaret etmekte olup, fıtratı çalıştırmanın bir örneğini göstermektedir. Yıldızlara, aya ve güneşe bakıp "bunlar Rabbim" deyip, onların kalıcı olmadığı üzerinden böyle bir yüceltmeye layık olamayacakları, asıl olanın bunları bir yaratanın olduğunun düşünülmesini öğütlemektedir.

Yine bu bağlamda bütün insanlardaki ortak duyu organları fıtratın çalışmasını sağlayan unsurlar olup bu durum Kur’an'da şöyle ifade edilmektedir;
[016.078] Allah sizi annelerinizin karnından siz hiç bir şey bilmez halde iken çıkardı. Size, şükredesiniz diye kulaklar (SEMİ), gözler (BASAR) ve gönüller (FUAD) verdi. Ta ki şükredesiniz.

[023.078] O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne kadar az şükrediyorsunuz.

[032.009] Sonra da onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne kadar az şükrediyorsunuz?

[067.023] De ki: «Sizi inşa edip-yaratan, size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz?»

[046.026] Onlara size vermediğimiz servet ve kuvvet vermiştik, onlara kulaklar, gözler ve gönüller yaratmıştık. Fakat ne kulakları ne gözleri ne de gönülleri kendilerine bir yarar sağlamadı. Zira düşünüp ibret almıyorlardı, tersine bile bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar. Ve alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi. 

SEMİ (işitme) - BASAR (görme) - FUAD (gönül veya vicdan) üçlüsü yaratılan tüm insanlara bahşedilmiş olup, bu duyular sayesinde kendilerini yaratan üstün bir gücün var olduğunu ve bu üstün gücün astında olarak ibadet edilen varlıkların böyle bir yetkisi olmadıklarını fıtraten bilmesi için gerekli alt yapı donanımına haiz olarak yaratılmıştır. A'RÂF 172-173 ayetleri işte bu duruma işaret eder.

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna olumlu cevap vererek “evet" diyen bizler, dünyanın her neresinde doğmuş olursak olalım, yaratılış genlerimizde bizi yaratan bir Rabbin var olduğunu mutlaka biliriz. Kıyamet Günü istisnasız, mükellefiyet gerektirmeyecek durumlarda olarak doğanlar hariç, herkes huzur-u ilahîde hesaba çıkacaktır.

Burada Kıyamet Günü kendilerine Kitap ve Elçi bilgisi ulaşmış insanların hesabı ile ulaşmamış insanların hesabı aynı olmayacağı gerçeğinin göz ardı edilmemesi gerekmektedir.

Allah (c.c) insanlara Elçileri vasıtası ile Kitap göndererek, onlara uymaları gereken bir takım emirlerini bildirmiştir. Kitap ve Elçi çağrısı ile muhatap olanlar, Kıyamet Günü’nde bu Elçilerin ve Kitapların çağrılarına uyup uymadıkları noktasında karşılık göreceklerdir.

Ancak yaşadığı zaman zarfı içerisinde Elçi ve Kitap çağrısı duymayan birisinin, Kıyamet Günü doğal olarak kendisine bilgi verilmeyen konulardan sorguya çekilmeyeceği de adalet gereğidir. Bu kategoriye dahil olanlar namaz, oruç, hacc gibi ibadetleri yapmamış olsalar, domuz eti gibi haram olan etleri yemiş olsalar dahi, bunların farziyeti veya haramlılığı konusunda kendilerine bilgi ulaşmadığı için sorumlu sayılmayacaklardır.

Kendisine Elçi ve Kitap bilgisi ulaşmayan herhangi bir kişi, fıtratını işleterek kendisini ve gördüklerini bir yaratanın olduğu, mensup olduğu topluluk şayet taştan tahtadan putlara tapıyor ise ve o kişi bu putların herhangi bir tapınma yetkisi olmadığı şuuru içinde böyle bir tapınmaya layık olan daha üst bir varlığın olduğunu düşünerek o topluluğun putlarını red etse, bu kişinin Kıyamet Günü alacağı karşılık Cennet olacaktır. Velev ki ömründe abdest alıp namaz kılmamış, oruç tutmamış vb. yükümlülüklerini yerine getirmemiş olsa bile.

Özellikle ateist kesimin kurcaladığı bu konu; onların RÛM 30 ayetindeki beyan doğrultusunda bilmediklerinin bir kanıtı olup, Allah’a yalan ve iftiralar ile (hâşâ) O’nun adaletsiz ve zalim olduğunu düşünmelerinin ne kadar yanlış olduğunu göstermektedir.

Bu bağlamda ateistlerin Çin, Hindistan veya dünyanın Müslümanların olmadığı bir bölgesinde doğanların şanssız olduğu, Müslüman bir beldede doğanların şanslı olduğu, dolayısı ile bunların eşit olmadığı şeklindeki savları; onların cehaletlerinin bariz bir dışa vurumudur. Ne Müslüman olan bir ebeveynden doğmak şans, ne de Müslüman olmayan bir ebeveynden doğmak şanssızlık değildir. Dünyaya gelen herkes, içinde bulunduğu şartlar çerçevesinde sürdürdüğü hayatından kendisi sorumlu olacaktır.

Kıyamet Günü hiçkimsenin, kendi ebeveyninin yapmış olduğuna tâbi olduğunu iddia ederek sorumluluktan kurtulamayacağı A’RÂF Suresi ayetleri içinde önemli bir husustur. Kimsenin bahane üreterek işin içinden sıyrılabilme şansı olmadığı gibi Müslüman bir toplum ve ebeveyn dışında doğmuş olsa bile Allah’ı Rab olarak bilmediği takdirde cezası, diğer Rab bilmeyenlerle aynı adrestir. Bunun tersi olarak Müslüman bir toplum ve ebeveyn dışında doğmuş olsa bile Allah’ı Rab olarak bilmiş ise; onun yeri Allah’ı Rab bilen diğer kişilerle aynı adres olacaktır.

Sonuç olarak; A'RÂF 172-173 ayetleri, görsel bir anlatım metodu ile Allah(c.c)'nin yaratmış olduğu bütün insanların fıtratına, kendisini Rab olarak bilmelerini sağlayacak olan, diğer ayetlerde SEMİ-BASAR-FUAD olarak bildirilen duyu organlarını verdiğini göstermektedir. Bu bağlamda dünyanın her neresinde doğarsa doğsun insanların hepsi eşit olarak yaratılmış olup, hesap gününde kendilerine ulaşan bilginin muhteviyatından sorumlu olacaklardır.

Bu yazıyı yazma sebebimiz sadece ateist kesimin bu tür sorularını cevaplamak değildir. Kur’an’a inanmayan birisine, inanmadığı bir şeyden delil sunmak yapılacak en büyük hatadır. Yazıyı yazmaktaki amacımız; önce ayetin mesajını anlamak, sonra da Müslümanların bir kısmında baş gösteren bu tür kafa karışıklığının ne kadar yersiz olduğunu hatırlatmak amaçlıdır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

12 Kasım 2014 Çarşamba

Mustafa İslamoğlu'nun Muhammed Suresi 35. Ayetine verdiği Meal Hakkında

Bu yazımızda Sayın Mustafa İslamoğlu Hocanın hazırlamış olduğu gerekçeli mealinde, Muhammed suresi 35. ayeti ile ilgili yapmış olduğu meal üzerinde durmaya çalışacağız. Ayetin arapça metni şöyledir.

"Fe lâ tehinû ve ted’û iles selmi ve entumul a’levne vallâhu meakum ve len yetirekum a’mâlekum."

Bu ayetin meali Sayın Hoca tarafından şu şekilde verilmiştir. 

"ARTIK gevşemeyin , ama siz üstün durumdaysanız barışa davet edin , çünkü Allah sizinle beraberdir, ve o sizin amellerinizi asla zayi etmeyecektir."

Sayın Hocanın bu şekil bir meal yapmasının gerekçesini şu şekilde belirtmektedir. 

"Ve ted'u yu bir "la" takdiri ile "ve la ted'u" okumak ayetin manasını tersine çevireceği için tasvip edilemez. (krş 3-139) .Barış için bakınız "eğer onlar barışa yönelirlerse sende bu yönelişe uy (8.61) 

Tetkik ettiğimiz bütün meallerde Muhammed Suresi 35. ayetine yapılan meal şu şekildedir. 

 Diyanet Vakfi :
Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmeyecektir.

Elmalılı Hamdi Yazır :
Onun için gevşeklik etmeyin de sizler daha üstün olacak iken sulha yalvarmayın, Allah sizinledir ve asla sizin amellerinize kıymaz

 Muhammed Esed :
Böylece, (adil bir dava uğrunda mücadele ettiğinizde) korkup gevşemeyin ve barış için yalvarıp yakarmayın! Allah sizinle beraber olduğuna göre (sonunda) mutlaka siz üstün geleceksiniz ve O, sizin (iyi ve güzel) fiillerinizi zayi etmeyecektir.

 Bayraktar Bayraklı :
Üstün durumdayken gevşeyip barışa çağırmayınız. Allah sizinle beraberdir. O, amellerinizi asla heder etmeyecektir.

Tetkik ettiğimiz meallerden verdiğimiz örneklere bakıldığında bütün meallerde , ayetin metnindeki " ve ted'u" kelimesine "la" takdiri yapılarak "ÇAĞIRMAYINIZ" şeklinde meal verilmiş olup doğru mealin bu şekilde olması gerektiğini düşünmekteyiz , gramer kuralları bu kelimenin olumsuz bir anlam verilerek çevrilmesini gerekli kılmaktadır. 

Aynı cümle kalıbı içinde geçen bazı ayetlerden örnekler vererek, hem doğru olduğunu düşündüğümüz meal şeklinin başka ayetlerde de aynı olduğunu , hem de Sayın Hocanın bu ayetleri Muhammed s. 35. ayetine muhalefet ederek çelişkili bir biçimde nasıl çevirdiğini görelim. 

Bakara s. ayet 42.  
"Ve lâ telbisûl hakka bil bâtılı ve tektumûl hakka ve entum ta’lemûn(ta’lemûne)."

 Sayın hocanın bu ayete verdiği meal şöyledir. 

"Hakkı batılla karıştırmayın , bildiğiniz halde hakkı gizlemeyin"

Dikkat edilecek olursa ayetin metnindeki "ve tektumul" kelimesine gramer kuralları gereği "la" takdiri yapılarak yani olumsuzlanarak "GİZLEMEYİN" şeklinde verilerek aynı kural Muhammed s. 35. ayetinde işletilmemiştir. Eğer Muhammed s. 35. ayetine verilen anlam mantığında bu ayete anlam vermiş olsaydı "Gizleyin" şeklinde bir anlam verilmesi gerekirdi ki böyle anlam asla doğru olmazdı. 

Aynı cümle kalıbı Enfal s. 27. ayetindede geçmektedir.

Enfal s. 27. ayeti.
"Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tehûnûllâhe ver resûle ve tehûnû emânâtikum ve entum ta'lemûn(ta'lemûne)"

 Sayın hocanın bu ayete verdiği meal şöyledir. 

"Siz ey iman edenler ,Allah ve Elçiye asla ihanet etmeyin , sonra korumanız gereken değerlere bile bile ihanet etmiş olursunuz"
 
Ayetin metin yapısına daha uygun olan başka bir meal örneğini vererek konunun daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalışalım.

 Muhammed Esed :
(O halde,) siz ey imana erişenler, Allaha ve Elçiye karşı haince davranmayın; size tevdi edilen emanete bilerek ihanet etmeyin!

Bakara s. 42. ayetinde olduğu gibi bu ayetin metnindeki "ve tehunu" kelimesine gramer kuralları gereği "la" takdir edilerek "ihanet etmeyin" şeklinde meal verilmiştir. 

Sayın Hoca maalesef , Muhammed s. 35. ayetine uygulamadığı gramer kurallarını , Bakara s. 42 , Enfal s. 27. ayetlerinde uygulayarak çelişkili bir meal örneği vermiştir.

Muhammed s. 35. ayetinde "ÇAĞIRIN" şeklinde olumlu mana verdiği kelimeye , aynı cümle yapısı içinde olan diğer iki ayete olumlu mana vermemiştir. 

Sayın Hoca aynı surenin 4. ayetini biraz tefekkür ederek okumuş olsaydı 35. ayet ile aralarındaki bağı kurup böylesine bariz bir hatalı meal yapmaktan kendisini korumuş olurdu. 

 [047.004]  Öyleyse, küfredenlerle karşı karşıya geldiğiniz zaman, hemen boyunlarını vurun; sonunda onları iyice bozguna uğratıp zafer kazanınca da artık (esirler için) bağı sımsıkı tutun. Bundan sonra ya bir lütuf olarak (onları bırakın) ya da bir fidye (karşılığı salıverin) . Öyle ki savaş ağırlıklarını bıraksın (sona ersin) . İşte böyle; eğer Allah dilemiş olsaydı, elbette onlardan intikam alırdı. Ancak (savaş,) sizleri birbirinizle denemesi içindir. Allah yolunda öldürülenler ise; (Allah,) kesin olarak onların amellerini giderip-boşa çıkarmaz.

Muhammed s. 4. ayetinde savaş sonrası yapılması gerekenler beyan edilmekte olup , şayet 35. ayete Sayın Hocanın vermiş olduğu anlam doğrultusunda, "ARTIK gevşemeyin , ama siz üstün durumdaysanız barışa davet edin , çünkü Allah sizinle beraberdir, ve o sizin amellerinizi asla zayi etmeyecektir" şeklinde verilen bir meal Sayın Hocanın gerekçesinde "manayı tersine çevireceği" için böyle yapmış olmasına karşılık asıl kendisinin yapmış olduğu meal anlamı ters çevirmiştir. 

Aynı sure içinde , ki surenin bir tek seferde inmiş olması kuvvetle muhtemeldir , Allah (c.c) savaş sonrası 4. ayette savaş sonrası ne yapılacağını bildirip 35. ayette barışa çağırın buyurması bizce çelişkili bir durum olup "çelişkisiz bir Kitab" olmanın şanına yakışmaz.

Sonuç olarak; Muhammed s. 35. ayeti sayın Mustafa İslamoğlu hoca tarafından gramer kurallarına aykırı olarak çevrilmiş olup ,aynı cümle yapısına uygun olan Bakara s. 42 ,Enfal s. 27. ayetlerini gramer kurallarına uygun bir biçimde çevirerek çelişkiye düşmüştür. Halbuki örneğini verdiğimiz 2 ayetin cümle yapısı ile Muhammed s. 35. ayetinin cümle yapısı aynı olup "la" takdiri ile kelime olumsuza dönüşmüştür. Anlamı ters çevireceği gerekçesi ile böyle bir meal yaptığını ileri süren Sayın Hoca aynı surenin 4. ayeti ile 35. ayetini birlkte okuyup aradaki bağı kurmaya çalışmış olsa idi esas çelişkinin kendi yaptığı meal de olduğunu görürdü. 

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
 

7 Temmuz 2013 Pazar

Kur'anın Tahrif İddiaları Veya Aydınlatıcı Delil Olmadan Kur'an Hakkında Konuşmak

Alemlere rahmet ve hidayet olmak üzere Allah cc tarafından muhammed as a indirilen kur'ana iman ettiğini iddia edip, bu kitabın bazı ayetlerinin eksik veya fazla olduğu veya yanlış yazıldığı şeklinde iddialar yüzyıllardır gündemimizde yer tutmakta olup bundan sonrada yer tutmaya devam edecektir. Kur'ana iman etmeyenlerin bu kitabın tahrifi ile ilgili iddialarının kaynağı maalesef bizim kaynaklarımız olup haklı olarak "kardeşim ben demiyorum kendiniz diyorsunuz" şeklinde sözlerle bizleri muhatap etmektedir.   

Kitabın eksik olduğu konusundaki iddialar geleneksel anlayışta nasih mensuh teorisi adı altında yürütülerek,1- tilaveti mensuh hükmü baki (recm ayeti  örneği) 2- tilaveti ve hükmü mensuh şeklinde kategorize edilerek kitabın ayetleri olarak indirilen fakat kitaba alınmayan ayetlerin olduğu iddialarının devamı olarak bazı ayetlerin kurandan olmadığı veya bazı ayetlerin yanlış yazıldığı iddiaları konuşulmaya devam etmektedir.      

Bir kitabın doğru veya yanlış olduğunu iddia edebilmek için elimizde kesin doğru olduğuna inandığımız bir delilin olması ve o kitabın içeriğindeki bazı sözlerin  kesin doğru olduğuna inandığımız delil ile ispatlamak zorunluluğumuz vardır.    

Allah cc nin indirmiş olduğu kitabın doğruluğuna dair delilimiz yine kur'andan olup harici olarak bir delilimizin olması mümkün değildir. Kur'anın sahihliğini iddia etmek için kullandığımız kur'an harici deliller yaratılmış olan kulların koymuş olduğu deliller çerçevesinde olacağı için Allah cc nin kitabını yaratılmış olan kulların koymuş olduğu ölçüler dahilinde doğrulatmaya çalışmak bizi doğru bir sonuca götürmez.    

Allah cc nin kitabının matematiksel bir koruma ile çok mükemmel bir şekilde korunduğu iddiası ile yola çıkan bazıları tevbe s. son iki ayetinin bu matematiksel ahenge uygun olmadığı gerekçesi ile red etmektedirler. Allah cc hiç bir ayetinde " bu kitap 19 ve katlarının ahengi ile korunmuştur bu ahenge uymayan ayetler kitaba sonradan ilave dilmiştir" şeklinde bir beyanda bulunmamasına rağmen Allah cc nin kitabının kulların koyduğu ölçüler dahilinde sağlamaya gidilmesi kitabın korunmadığına dair düşüncelere sebeb olmuştur.     

Bu tür söylemlerin iyi niyetli olmayan düşünceler olduğu açıktır. Adı müslüman olan kimselerden sadır olması bu düşünceleri ortaya atanların bu sözleri iyi niyetle ortaya attığı zannına götürmemelidir. Bu tür düşüncelere karşı olan yaklaşımlarımız bunların isimlerine kanarak samimi oldukları yolundaki düşüncelerine kanmayıp belli bir projenin içerdeki tatbikçileri olarak görülmesi olmasıdır.     

Kitab üzerinde şüphe uyandırarak kitaba olan güveni sarsmak amacında olan yaklaşımlardan biriside kitabın imlası konusundadır. Bilindiği gibi kur'an sözlü olarak inmiş bir kitab olup vahiy meleğinin muhammed as vahyi bırakması ve o vahyin muhammed as ın ağzından çıkan sözler olarak muhatablarına tebliği şeklinde olmuştur. Muhammed as ın ağzından çıkan ayetler  vahiy katipleri tarafından yazıya geçirilmiştir. Bugün elimizde olan mushaftaki harflerin harekeler ve noktalama işaretleri okumayı kolaylaştırmak amacı ile ebu esved eddüeli tarafından sonraları yapılmıştır.   

Bu durumu fırsat bilen bazıları bu konuyu istismar ederek işlerine gelmeyen bazı ayetlere  kendi hevaları doğrultusunda anlam vererek o ayetin mushaftaki yazılışının yanlış olduğu doğru olanın! kendi yazdığı biçimde olduğu şeklinde  görüş beyanında bulunmaktadırlar. Mushafın putlaştırıldığını iddia ederek mushaf hakkında şüpheler ortaya atmaları mushafı putlaştırmama adına yaptıkları girişim kendi hevalarını putlaştırmaktan başka bir şey değildir.  

Kitab indiği zaman muhammed as ın katiplere yazdırır yazdırmaz hafızasından silinmiş değildir. Aksine onun haricinde bir çok kişinin hafızasında yer etmiş ve yazılışı anında yapılacak herhangi bir hata başkaları tarafından görülerek yanlışın düzeltileceği muhakkaktır. Yazılan kitabın Allah cc nin indirdiği ayetler olması ve kur'andan önce nazil olan kitabın ayetleri konusunda israiloğullarının yaptıklarınında o kitabta bahsedilmesi aynı hataya düşmemeleri konusunda müslümanlara verilen bir mesaj olarak algılanmasını  ve kitabı sonraki geleceklere miras bırakırlarken herhangi bir ihtilafa sebebiyet verecek hataları yapmamaları gerektiğini herhalde  çok iyi biliyorlardı. Hele hele kitabın anlamını değiştirecek şekilde bir harf hatası yaptıkları iddiası masum bir iddia olamaz.                     
        
Birileri kalkıp , " bu dedikleriniz kitabın tahrif olmadığı ön kabulu içinde yazılmış duygusal ifadelerdir" diye bir itirazda bulunabilir. O zaman bizde kendisinden duygusal olmayan ve delile dayanan bir karşı itiraz beklerizki kitabın tahrif olduğu konusunda bizleri inandırsın. 
  
-----031.020 Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir Kitap bulunmadan tartışanlar vardır.
-----022.003 İnsanlardan, bilgisi olmaksızın Allah hakkında tartışmaya giren ve her inatçı şeytana uyan birtakım kimseler vardır.
-----022.008 İnsanlardan kimi de vardır ki, ne bir bilgiye, ne bir yol göstericiye, ne de aydınlatıcı bir Kitab'a dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.

Allah hakkında tartışmak için gerekli olan verilerden bir tanesi kişinin elinde aydınlatıcı bir kitabı olmasıdır. Bu aydınlatıcı kitab yine Allah cc nin indirdiği kitabtan başkası olamaz. Kur'andan önce nazil olan tevrat ve incilin tahrif olduğuna dair delilimiz o aydınlatıcı kitab olan kur'an iledir. Tevrat ve incilin tahrif edilerek içine vahiy harici bilgilerin karışmış olduğuna dair delilimiz yine Allah cc nin indirdiği son kitab olan kur'anın verileri ile o kitapları karşılaştırmak ve kur'ana aykırı olan bilgilerin tevrat veya incile sonradan dahil edildiği şeklindedir.   

Eğer biri kalkıp kur'ana bu tür ilavelerin veya yazılım hatalarının yapıldığı noktasında bir iddiada bulunacak olursa ondan isteğimiz Allah cc nin indirmiş olduğu aydınlatıcı bir kitabtan delil getirmesidir. Şayet kur'ana vahiy harici bir ilave olduğu yolunda bir iddiada bulunan kişi ya bize Allah cc nin indirmiş olduğu bir delil getirecek yada bu iddiasını bu şekilde delillendiremediği müddetçe müfteri olmaktan öteye gidemeycektir.  Allah cc ve onun kitabı hakkında söylenecek en doğru söz o kitabın doğrultusunda olacaktır, başka kitaplar referans alınarak Allah cc ve kitabı hakkında söylenecek her söz batıldır.  

"elkur'an mushafı" adını kullanarak elimizdeki iki kapak arasında sahifelenmiş olan kitabın levhi mahfuzdaki kur'an ile aynı olmadığı tahrif olmayan kur'anın levhi mahfuzdaki kur'an olduğu elimizde olanın tevrat ve incil gibi tahriften kurtulamayacağı düşüncesi yine adı müslüman! olanlar tarafından dile getirilen düşüncelerden biridir. Kur'ana korunmuş gözüyle bakanların onu putlaştırdığı iddiası ile yazılım hataları olabileceği ve bu yazılım hatalarını düzelten kur'an alimlerinin çalışmalarından !! örnekler vermek istiyoruz.     

Meryem s. 24. ayetine vermiş olduğu mealin gerekçesi olarak "tahtihe" kelimesinin hatalı yazıldığı hatasız! olanın hangisi olduğunu şu şekilde delillendirmektedir.

"Doğurduktan hemen sonra ona seslendi: “Sakın üzülme, Rabbin senin doğuruşunu meşru kılmıştır,
 Nuhhata, nahtuta, aramice de terk, teslim, çıkış, veriş, doğurma anlamlarına gelir. Min edatı aramice de ve arapça da -den, -dan olarak genel kullanımının yanında “that point in time” “yani o olayın olduğu an, o anda” manalarında da kullanılır. ” İza nudiye li el-salati MİN yevm el cumuati” Cuma/9  bu kullanımdır.benzeri bu surenin 37. Ayetinde “MİN meşhedi yevmin azim” HAALE Hud/43
“Min nahtiha” şeklinde okunursa anlamı “doğurduktan hemen sonra, doğruduğu anda” olur.Arapçada Nahte ( nun-ha-te ) yontmak, yonga, yontulan nesneden düşen şey, insanın üzerine yontulduğu tabiatı ( nuhita aleyha  – Müfredat ), Kuran mushafı harfleri çok sonradan noktalanırken büyük ihtimalle yazıcı bir nokta yerine iki nokta koyarak NUN olması gereken harfi TE yapmıştır ve kritik kelime NUHİTAHA dan TAHTİHA ya dönüşmüş olmuştur, Allahu alem.

Sin-ra-elif ( Lisan ) Asil, şerefli, soylu, yiğit, mert, Reculün seriyyun ( Müfredat ) yüce ve yüksek asil saygın onurlu cömert adam
Seriya nın arami köklü bir kelime olduğu çok açıktır. Aramice’de (SARYA), yasal doğum,asil, yüce şerefli adam manalarındadır. Kelimenin direkt anlamı özgürlük (hür) kökünden gelir. Kehf suresi 61. Ayetin sonundaki seraba okunan kelime de buradaki seriya olabilir."   demektedir .

Yine aynı şekilde bir başka kur'an alimi!  olan Hakkı Yılmaz'da bazı ayetlerdeki harflerin sehven! hatalı yazıldığını ve bu hatayı düzelterek! doğru olanı nasıl yaptığını bir çok yazımızda örneklerini vererek göstermeye çalışmıştık. Kur'an mushafını putlaştırmama adına yapılan bu çalışmalar kur'anı sanki herhangi bir kulun kitabı seviyesine indirmiş ve hevayı putlaştırmıştır.  
Sonuç olarak;

 Müslüman olarak kur'ana bakış açımız, şu anda elimizde olan "el kur'an mushafı" Allah cc den indirildiği şekli ile bozulmadan herhangi bir tahrife uğramadan elimizde olup kıyamete kadarda böyle kalacaktır. Aksine Allah cc nin katından olan bir kitapla delillendirilmesi gerekirki bunun böyle olduğuna inanalım. Eğer yeni bir elçi ve beraberinde yeni bir kitap gelecek olursa (ki bu kur'anın beyanıyma bu mümkün değil) yeni gelen kitap bizlere kur'andaki tahrifleri mutlaka beyan edecektir. Bunun dışındaki kur'anın bozulmuş olduğu yönündeki iddialar tamamen art niyetli belli bir proje ürünü olup, tek doğru ölçü olan kur'anıda yıkarak elde doğru ölçü adına hiç bir şey bırakmayarak müslümanları kaosa sürükleme çabalarından başka bir şey değildir. Adı müslüman dahi olsa bu tür kişilerin yapmış oldukları çalışmalar art niyet ürünü olup bilerek veya bilmeyerek olsun bir yerlere hizmet ederek onların ekmeğine yağ sürme çabalarıdır. Rabbimiz bizleri içimize sokulmuş olan truva atı mesabesinde olan bu tür insanlardan muhafaza buyursun.   

9 Nisan 2013 Salı

Mü'min s. 46. Ayeti Çerçevesinde Kabir Azabı Konusu Hakkında Bir Mülahaza

Kabir azabı konusu kur'anda , delaleti ve subuti kat'i ayetlerle bize bilgi veren bir konu olmadığı halde zorlama te'villerle akide konusu haline getirilmiş bir konudur. Kur'andan herhangi bir konu hakkında bilgi edinmek için kur'an ve konu bütünlüğü gözetilerek ilgili ayetlerin hepsinin bir araya getirildikten sonra o konu hakkında nasıl bir bilgi verildiğine bakılması gerektiği halde önkabullu okumalar geliştirilerek, "bu konu hakında hangi ayetleri delil getirebiliriz" şeklinde bir okuma ile yapılan okumalar bizlere sağlıklı bilgi vermekten uzaktır. Kabir azabı konusuda bu tür okumalar neticesinde kur'andan delil çıkarılmaya çalışılmış bir konu olup özellikle mü'min s. 46 ayeti etrafında delil serdedilmeye çalışılmıştır. Bu konu ile ilgili olarak " ölüm ile diriliş arasının kur'anda anlatımı" başlıklı bir yazımızda bu konu ile ilgili ayetleri ele alıp ölüm ile diriliş arasındaki zamanın kur'anda nasıl anlatıldığını ayetler çerçevesinde görmüştük, Bu yazımızda sadece mü'min s. 46 . ayetini ele alıp kabir azabı konusunda bir delil olup olmayacağı ve bu ayet ile ilgili diğer ayetleri de ele alarak anlamaya çalışacağız.   

Mü'min s. 46. ayetinde " Ateş; onlar, sabah akşam ona karşı sunulur dururlar. Kıyamet kopacağı gün de: «Tıkın Firavun ailesini en şiddetli azaba!» (denilir)." buyurulmasından hareketle kıyamet öncesi ateşe sunulmaları onların sanki kabirde azab görmeleri şeklide anlaşılmıştır.    

Bu ayetin siyak sibakı 23. ayette başlayan , musa as ve firavun ailesinden imanını gizleyen bir adamın firavun ve melesine olan tebliği ile alakalıdır. 

-----23. Andolsun ki biz Musa'yı mucizelerimiz ve apaçık hüccetle, gönderdik.
-----24. Firavun'a,Hâmân'a ve Karun'a da onlar: "Bu, çok yalancı bir sihirbazdır! "dediler.
-----25. İşte o (Musa), tarafımızdan kendilerine hakkı getirince: Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınları sağ bırakın! dediler. Ama kâfirlerin tuzağı elbette boşa çıkar.
-----26. Firavun: Bırakın beni, dedi. Musa'yı öldüreyim; (Kurtarabilirse) Rabbine yalvarsın! Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum.
-----27. Musa da: Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığındım, dedi.
-----28. Firavun ailesinden olup, imanını gizleyen bir mümin adam şöyle dedi: Siz bir adamı "Rabbim Allah'tır" diyor diye öldürecek misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirmiştir. Eğer o yalancı ise yalanı kendisinedir. Eğer doğru söylüyorsa sizi tehdit ettiğinin (azâbın), bir kısmı olsun gelip size çatar. Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez.
-----29. Ey kavmim! Bugün, yeryüzüne hakim kimseler olarak hükümranlık sizindir. Ama Allah'ın azabı bize gelip çatarsa, kim bize yardım eder? Firavun: Ben size kendi görüşümü söylüyorum ve yine size ancak doğru yolu gösteriyorum dedi.
-----30. İman etmiş olan dedi ki : "Ey kavmim! Doğrusu ben ben üzerinize önceki toplulukların günü gibi, bir günün gelmesinden korkuyorum."
-----31. "Nuh kavminin, Âd, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumu gibi, Allah, kullarına bir zulüm dileyecek değildir."
-----32. "Ey kavmim! Gerçekten sizin için o bağrışıp çağrışma gününden, korkuyorum.
-----33. "O gün arkanıza dönüp kaçacaksınız.Fakat sizi Allah'tan (O'nun azabından) kurtaracak kimse yoktur. Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek de yoktur."
-----34. Andolsun ki, (Musa'dan) önce Yusuf da size açık deliller getirmişti ve onun size getirdiği şeyler hakkında şüphe edip durmuştunuz. Nihayet o vefat edince "Allah ondan sonra peygamber göndermez" dediniz. İşte Allah o aşırı giden şüphecileri böyle saptırır.
-----35. Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadığı halde Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenler gerek Allah yanında, gerekse iman edenler yanında büyük bir nefretle karşılanır. Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.
-----36. Firavun:" Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap; belki yollara erişirim."
-----37."Göklerin yollarına erişirim de Musa'nın Tanrısı'nı görürüm! Doğrusu ben onu, yalancı sanıyorum, dedi. Böylece Firavun'a, yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun'un tuzağı tamamen boşa çıktı.
-----38. O iman eden kimse: Ey kavmim! dedi, siz bana uyun, sizi doğru yola götüreceğim.
-----39. Ey kavmim! Şüphesiz bu dünya hayatı, geçici bir eğlencedir. Ama ahiret, gerçekten kalınacak yurttur.
-----40. Kim bir kötülük işlerse, onun kadar ceza görür. Kim de kadın veya erkek, mümin olarak faydalı bir iş yaparsa işte onlar, cennete girecekler, orada onlara hesapsız rızık verilecektir.
-----41. Ey kavmim! Nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz.
-----42. Siz beni, Allah'ı inkâr etmeye ve hiç tanımadığım nesneleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ben ise sizi, azîz ve çok bağışlayan Allah'a davet ediyorum.
-----43. Gerçek şu ki, sizin beni davet ettiğiniz şeyin dünyada da ahirette de davete değer bir tarafı yoktur. Dönüşümüz Allah'adır, aşırı gidenler de ateş ehlinin kendileridir.
-----44. Size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını çok iyi görendir.
-----45. Nihayet Allah, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden bu zatı korudu, Firavun'un kavmini ise kötü azap kuşatıverdi.
----46. Onlar sabah akşam o ateşe sokulurlar. Kıyametin kopacağı gün de: Firavun ailesini azabın en çetinine sokun (denilecek)!
-----47. (Kâfirler) ateşin içinde birbirleriyle çekişirlerken zayıf olanlar, o büyüklük taslayanlara: Biz size uymuştuk. Şimdi ateşin birazını bizden savabilir misiniz? derler.
-----48. O büyüklük taslayanlar ise: Doğrusu hepimiz bunun içindeyiz. Şüphe yok ki Allah kulları arasında vereceği hükmü verdi, derler.
-----49. Ateşte bulunanlar cehennem bekçilerine: Rabbinize dua edin, bizden, bir gün olsun azabı hafifletsin! diyecekler
-----50. (Bekçiler:) Size peygamberleriniz açık açık deliller getirmediler mi? derler. Onlar da: Getirdiler, cevabını verirler. (Bekçiler ise): O halde kendiniz yalvarın, derler. Halbuki kâfirlerin yalvarması boşunadır.
-----51. Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz.
-----52. O gün zalimlere, özür dilemeleri hiçbir fayda sağlamaz. Artık lânet de onlarındır, kötü yurt da onlarındır!  

Firavun bilindiği gibi küfrün ve zulmün sembol şahsiyetlerinden birisi olarak kur'anda ismi geçmektedir. Firavun ve benzeri kafirlerin karargahları kıyamet sonrası ebedi cehennem olarak müteaddit ayetlerde belirtilmiştir. Yine kıyamet sonrası insanların kabirlerden çıkışlarının anlatıldığı ayetlerde " bizi yattığımız yerden kim kaldırdı?" diye sordukları yine kur'anın haberidir, eğer bu kişiler kabirlerinde azab görmüş olsalar bu azabı dile getirmezlermiydi ?diye akletmek kabir azabını savunanların düşünmediği sorular olduğu muhakkaktır. Kabir azabının sadece firavuna has olduğunuda düşünmek yanlış olduğuna göre "kıyamet öncesi sabah akşam ateşe sunulmaları nasıl anlaşılmalı" sorusunun cevabının verilmesi gerekir.    
  

Yukarda meallerini vermiş olduğumuz mü'min s. musa as kıssası içindeki 37. ayetteki "İşte
 böylece Firavun'a kötü ameli süslü gösterildi de yoldan çıkarıldı. Çünkü Firavun düzeni hep boşa çıkar." cümlesi bizlere 46. ayetin nasıl anlaşılması gerektiği yönünde bir bilgi verecektir.  

"Firavunun yoldan çıkarılması ve amelinin süslenmesi" nin ne demek olduğu bunun ile ilgili diğer ayetlerden bir kaç örnek okumamız gerekmektedir.   

----- 7.186Allah'ın saptırdığını yola getirecek yoktur. O, sapanları taşkınlıkları içinde bocalayıp dururlarken bırakır.
-----13.033Herkesin yaptığını gözeten Allah, bunu yapamayan putlarla bir olur mu? Onlar Allah'a ortak koştular. De ki: «Onlara bir ad bulun bakalım; yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz? Yoksa kuru sözlere mi aldanıyorsunuz? Fakat inkar edenlere, kurdukları düzenler güzel gösterildi ve doğru yoldan alıkonuldular. Zaten Allah'ın saptırdığına yol gösteren bulunmaz.
-----39.023 Allah, ayetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitap'ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların, bu Kitap'tan tüyleri ürperir, sonra hem derileri ve hem de kalbleri Allah'ın zikrine yumuşar ve yatışır. İşte bu Kitap, Allah'ın doğruluk rehberidir, onunla istediğini doğru yola eriştirir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren bulunmaz.

Doğru yola gelme konusunda herhangi bir isteği bulunmayanların artık dünyada iken cehennemi hakettiklerinin belli olduğuna dair ayet örneklerini çoğaltmak mümkündür. Kur'an bizlere , tebbet suresinde ebu lehebin iman etmeyeceğini daha kendisi hayatta iken bildirmektedir. İbrahim as ın babasınında aynı şekilde kendisi hayatta  iken iman etmeyeceği ibrahim as a bildirilmiştir.  

-----9.113 Ne Peygambere ne iyman edenlere, akrıba bile olsalar Cehennemlik oldukları onlara tebeyyün ettikten sonra müşrikler için istiğfar etmek yoktur.
-----9.114 İbrahimin babası hakkındaki istiğfarı da sırf ona vermiş olduğu bir va'dden dolayı idi, böyle iken onun için Allah düşmanı olduğu kendisine tebeyyün edince ondan teberri etti, her halde İbrahim çok yanık, çok halîm idi.

Mü'min s. 46. ayetindeki "sabah akşam ateşe arzolunmaları" meselesinide bu açıdan değerlendirmek gerekmektedir. 23 - 52. ayetler arasına baktığımız zaman firavun ve çevresinin dünya ve ahiretteki hallerinin anlatıldığı görülmektedir. Mü'min s. 46. ayet bu anlatımın dünya hayatından ahirete geçiş kısmını kapsamaktadır. "Onlar, sabah akşam ateşe arzolunurlar" mealindeki ilk cümle firavunun ebu leheb veya ibrahim as ın babası gibi artık dünyada iken cehennemi hakettiklerinin haberi olup öldükten sonra kıyamete kadar geçecek sürede başına gelecek olanın haberi değildir. "Kıyamet kopacağı gün de: «Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine tıkın!» (denilecektir)." şeklindeki ikinci cümle ise dünyada iken cehennemi hakettiği belli olan firavunun kıyamet sonrası durumu anlatılmaktadır.    

Mü'min s. 46. ayetini bağlamından kopararak yapılan bir okuma ve oluşturulmuş önkabullere uygun ayetler arama çabasının bir neticesi olarak kabir azabına delil olduğu düşüncesi bu ayetin siyak ve sibakı ile uygunluk arzetmemektedir. Kıssayı, anlatıldığı zaman ile ilgili olarak düşünecek olursak firavun ve imanını gizleyen kişi daha hayatta olup, firavun'un bu inkarı ile artık geri dönülmez bir yola girdiği anlaşılmaktadır. Yani firavun ve çevresinin ölen kadar iman etmeyeceği ebu leheb ve ibrahim as ın babası ile ilgili ayetlerde gördüğümüz gibi bilinmektedir. Bu konu Allah cc nin bilmesi , kader ve irade konuları ile ilgili olup firavunun iman etmeyeceğinin belli olması onun iradesinin kullanmasına engel olmadığı gibi Allah cc nin onu iman etmemesi için zorladığı anlamına gelmez.

 -----043.077] Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin! diye seslenirler. Mâlik de: Siz böyle kalacaksınız! der.

Zuhruf. 77. ayetinde cehennemde azab gören birisinin cehennem bekçisine olan feryadı dile getirilerek o kişinin ölümü istediği görülmektedir. Eğer bu kişi ölümden önce kabirde bir azab görmüş olsaydı ölümü istermiydi? çünkü ölüm sonra beklediği kabirdede azab görmüş olsaydı böyle bir istekte bulunmazdı.   

-----040.011] Onlar: «Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de suçlarımızı itiraf ettik, bir daha çıkmağa yol var mıdır?» derler.

 Mü'min s. 11. ayetinde yine cehennem ehlinin feryadı dile getirilmekte ve onlar rablerinden onun öldüren ve dirilten kudretini dile getirerek artık ölümü istemektedirler, aynı şekilde ölüm sonrası yeniden dirilişe kadar herhangi bir azab görmüş olsalardı acaba ölümü isterlermiydi?  

Firavun ve yandaşlarının kıyamet öncesi sabah akşam ateşe arzolunmaları eğer kabir azabına delil ise o zaman sadece firavun ve yandaşlarına özel bir durummudur'ki diğer cehennem ehli cehennem azabından kurtulmak için ölmeyi istiyorlar. Cehennem azabından çıkmak için ölüm isteyen bu insanlar şayet firavun ve yandaşları gibi kabirde azab görmüş olsalardı, " zaten bundan öncede azab gördük bu azabtan nasılsa kurtuluş yok ses etmeden azabımız çekelim" demezlermiydi?

Kur'anın diğer ayetlerinde ölüm ile diriliş arası vakti arasında azab konusu ile ilgili hiçbir karine dahi bulunmazken sadece rivayetlere uygun ayet arama çabası olan bu tür çıkarımlar bizlere ayet ile rvayet arasında bir tercih sunmaktadır. "Ayet var diyorsun ama rivayet var kardeşim" türünden itirazlar rivayeti ayete tercih edenlerin harcı olup mü'min olma iddiamıza gölge düşüren davranışlardır. Mü'min olmak demek rivayetlere uygun ayet aramak çabasında olmak değil gelen her haberi ayetler ışığında anlamak demektir ayetin desteklemediği bir rivayet ve düşüncenin doğru olamayacağı açık olarak bizler tarafından bilinmedikçe bu tür konular etrafında yapılan tartışmaların arkası gelmeyecektir.   

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.