22 Ocak 2017 Pazar

Fussilet s. 30-31. Ayetleri : "Rabbimiz Allah'tır" Demenin Yaşanan Hayat İçindeki Anlamı

İnsanlık tarihini kısaca özetleyecek olursak , İlah ve Rab kavramlarının çağrıştırdığı anlam alanları etrafında gelişen olaylardan ibaret olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Allah (c.c) nin tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitapların ortak çağrısının , ondan başka ilah olmadığı ve sadece ona kulluk edilmesi gerektiğine dair hatırlatmalar olduğu herkesçe malumdur. 

Allah (c.c) nin kullarına olan , kendisinden başka İlah ve Rab olmadığını , sadece kendisine kulluk edilmesi gerektiğine dair çağrısının sebebi , yarattığı bazı insanların kendilerinin kul olduğunu unutarak , İlah ve Rab olmaya soyunması , diğer insanların hayatlarını kendilerinin yönlendirmeye haklarının olduğunu iddia etmeleri ve bu yönde kanunlar ve nizamlar vaz etmek yönünde hareket etmeleridir.

Son elçi olan Muhammed (a.s) ile gönderilen kitap , diğer elçi ve kitapların çağrısını tekrarlayan, insanları sadece Allah (c.c) ye kul olmaya,  onu İlah ve Rab olarak tanıyan bir yaşam üzerinde hayat sürmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu kitap içindeki ayetler , onun nasıl İlah ve Rab olarak tanınması gerektiğine dair bilgileri ihtiva etmekte , geçmiş yaşantılardan örnekler verilerek , kendilerinin veya Allah (c.c) nin tek İlah ve Rab olma yolunda mücadele edenlerin başlarından geçenler anlatılarak bizlere yol haritası çizilmektedir.  
Fussilet s. 30. 31. ayetleri , yaşamı içinde Rab olarak Allah (c.c) yi seçenlerin, bu seçimlerinin karşılığını anlatmaktadır. 

 [041.030]  Muhakkak ki; Rabbımız Allah'tır, deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanların üzerine melekler iner, onlara: Korkmayın, üzülmeyin size vaad olunan cennetle sevinin, derler.
[041.031] «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orda nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.»

Ahkaf s. 13. ve 14. ayetlerinde de benzer ayetleri görmekteyiz ; 

[046.013]  Doğrusu, «Rabbimiz Allah'tır» deyip, sonra da dosdoğru gidenlere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.
[046.014]  İşte onlar, cennet halkıdır; yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar.

Ayetler çok önemli bir noktaya temas ederek ,  sadece" Rabbımız Allah'tır" demenin yetmediğini , devamındaki "sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar" cümlesi ile, bu sözün hayata yansıması gerektiğini beyan etmektedir.

[029.002-3]  And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, «İnandık» deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar? Allah elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya çıkaracaktır.

"İslami Kaynak" olarak lanse edilen kitaplara baktığımızda , iman konusunu sadece söz ile ifade etmenin yeterli olduğunu söyleyerek , işin fiile yansıması gereken tarafını göz ardı ettiklerini görebiliriz. Yüzlerce yıldır tartışılan "Ameller imandan bir cüz müdür , değil midir" tartışmaları bu duruma bariz bir örnektir.

Hadis adı altında gelen rivayetlere baktığımızda, ömründe bir kere dahi olsa "La İlahe İllallah" diyen kimsenin, cennete gideceğine dair haberlere sıkça rastlamaktayız. Kimseyi cennet veya cehenneme sokma memuru olmadığımızı hatırlatarak , olayın sadece "Dil ile ikrar kalp ile tasdik" boyutunu indirgenmiş olmasına dikkat çekmek istiyoruz . İnancın tezahürü olan amelin şart olmadığı yönünde ortaya atılan teorilerin , Müslüman dünyasının bugünkü zelil durumunun önde gelen sebebi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 

Allah (c.c) nin İlah ve Rab olduğunun, sadece dil ile ifade edilmesinin yeterli bir söz olduğunu zannederek , bu kavramların ifade ettiği anlamların yaşam içine sokulmaması neticesinde , Allah'ın İlah ve Rab olarak kabul edilmemesinden doğan boşluğu , "Kul" statüsündeki insanların İlah ve Rab seviyesine çıkarılmasını beraberinde getirmiştir. 

"Rabbimiz Allah'tır" diyerek bu istikamette yürünmesinin anlamı ve önemi, işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Kur'an bu sözün ne kadar önemli olduğunu, yaşanmış örneklerle bizlere  göstermektedir. "Rabbimiz Allah'tır" demek önce , "Kul" statüsünde olan fakat kendisini İlah ve Rab olarak lanse edenleri ret etmek anlamına geleceği, ve bu sahte ilahların bulundukları makam ve mevkileri terk etmemek için kıyasıya bir mücadele içine gireceklerini düşündüğümüzde , insan için meşakkatli ve ucunda ölüm olabilecek sıkıntılı bir yolu ifade etmektedir.

[002.258]  Allah kendisine mülk verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: «Rabbim, dirilten ve öldürendir» demişti. «Ben de diriltir ve öldürürüm» dedi; İbrahim, «Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene» dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.

[079.024]  «Sizin en yüce rabbiniz benim» dedi.
[026.029]  (Firavun) Dedi ki: «Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.»

Nemrut ve Firavun  , "Kul" statüsüne tabi olarak yaratılmış olan insanların , Allah (c.c) tarafından kendilerine emaneten verilmiş olan güç ve serveti kendilerinin zannederek , ellerindeki bu güç ve mülke güvenerek , insanlar üzerinde tasarruf haklarının olduğunu iddia eden insanlara örnektir.

İbrahim ve Musa (a.s) lar , elinde yönetim gücünü bulundurarak, kendilerini insanların İlahı ve Rabbı ilan eden kullara karşı, nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiğini öğreten elçilerdendir. Onlar yaşamları boyunca , bu tür zalimlere karşı tevhidi bir duruş sergileyerek , tüm zamanlarda ortaya çıkacak olan , Firavun ve Nemrutların karşısında hakkı haykırmanın örnekliğini sergilemişlerdir. 

[018.014]  Onların kalplerini metîn kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: «Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasına ilah demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.
[018.015]  Şu bizim kavmimiz, Allah'tan başka ilâh edindiler. Onların ilâh olduğuna dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?

"Kehf ve Rakım Ashabı" olarak bildiğimiz, ve yaşadıkları beldenin şirk düzenine karşı ayağa kalkarak , o beldeyi terk etmek sureti ile duruşlarını gösterip, kıyamete kadar dillerde anılmayı hak edenlerin yaşadığı hayatlar , Fussilet s. 30. ayetinde gördüğümüz "Rabbimiz Allah'tır" diyerek , o istikamet üzerinde gitmenin hayat içinde nasıl bir anlama geldiğini gösteren örneklerdir. 

Yönetimi ellerinde bulundurmalarından doğan , mali ve askeri gücü kullanmak sureti ile, insanlar üzerinde korku oluşturarak zulmü sürdürmek , Firavunların değişmez sünnetlerindendir. Musa (a.s) kıssasının Firavun ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetlere bakıldığında bu zulmü açık ve net olarak görebiliriz. Bundan dolayı , zulme karşı ayağa kalkmak bedel ödemeyi gerektirir. Bu bedeli ödemeyi göze alamayanlar , zulme rıza göstermek sureti ile dünya ve ahirette zelil bir yaşama razı olmuş olacaklardır.

[009.031] Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı ki, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur; O, onların ortak koştukları herşeyden münezzehtir.

"Kul" olarak yaratılmış insanların kendilerini İlah ve Rab olarak görmeleri, sadece yönetim alanında değil , Tevbe s. 31. ayetinde "Haham" ve "Rahip" olarak gördüğümüz ve genel adı "Din Adamları" sınıfı olarak bildiğimiz guruba dahil olan insanların , diğer insanlar üzerinde tahakküm kurmak için kullandıkları yol olan , Allah adına konuştuğunu iddia etmek sureti ile , insanların dini duygularını kullanarak, onlar üzerinde tahakküm sağlamak şeklinde ortaya çıkmaktadır. 

Yahudi ve Hristiyan din adamlarının yapmış olduğu yanlışların aynısı , bugün İslam dünyasında da yaşanmakta olup , Müslüman din adamlarının büyük bir bölümü , insanları din adına sömürmek maksadı ile, onları kendi mensup oldukları fırkalar ve kendilerinin önerdikleri düşünceler üzerinde kalması için ellerinden geleni yapmaktadırlar. 

Kur'an , Müslümanlar için hakem bir kitap olması gerekirken , onun bu hakemliği başka kitaplara verilerek , kişi ve rivayet merkezli bir din algısı oluşturulmuştur. Kişi ve rivayet merkezli din algısının en büyük sıkıntısı , din adına konuşan insanların yüceltilmesi , bunun sonucunda bu insanların sorgulanamaz bir konuma getirilerek , her söylediğinin Allah söylemiş gibi kabul görmesidir.

İşte bu durum din adamlarının Rab edinilmesi anlamına gelmektedir. Bu sınıfın Rablık iddiasına karşı "Rabbimiz Allah'tır" demek , bu sınıfın tahakkümüne karşı Kur'an'ın öne çıkarılmasına çalışmak ve o doğrultuda yürümek anlamına gelecektir. 

Elbette bu yolda yürümek bedel ödemeyi de beraberinde getirecektir. Sizin Kur'an'ı öne çıkaran söylemlerinize karşı , rivayet ve kişi merkezli din algısına sahip olanlar , kendi anlayışlarını var gücüyle savunarak , kendilerine karşı çıkanları , Hadis Sünnet inkarcısı , Zındık , Sapık , Mealci , Peygamber düşmanı , Kafir . Müşrik v.s gibi yaftalarla gözden düşürmeye çalışacaklardır. 

[022.040]  Onlar: «Rabbimiz Allah'tır.» demelerinden başka hiçbir haklı gerekçe olmaksızın yurtlarından çıkarıldılar. Allah, insanların bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi, şüphesiz manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan mescitler yıkılıp giderdi. Elbette Allah kendi (dini) ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlü, çok izzetlidir.

Hac s. 40. ayeti "Rabbimiz Allah'tır" demenin bedelini yurtlarından çıkarılmak şeklinde ödeyenlerden bahsetmektedir. Eğer bu insanlar bu sözün doğrultusunda bir hayat yaşamak için mücadele etmek yerine , yerleşik sisteme karşı müdaheneci yani uzlaşmacı bir tavır takınmış olsalardı yerlerinden, yurtlarından , can ve mallarından olmadan, daha rahat bir yaşama imkanına sahip olabilirlerdi. 

Fakat bu insanların can , mal ve yurtlarından olmayı göze alacak kadar tehlikeye atılmalarına sebep olan şey , onların yaratılış gayelerinin farkında olan bir yaşam sistemine talip olmalarıdır. Allah'ı Rab olarak bilmenin yaşama geçirilmesi , diğer sahte rableri ve onların tabilerini rahatsız edeceği için , rahatlarını kaçıranlara karşı mutlaka kayıtsız kalmayacaklar , onlara karşı mücadele edeceklerdir. 

Kendisine yardım edene yardım edeceğini vaat eden , ve vaadinden asla dönmeyen Allah (c.c) kendi yolunda gidenlere yardımını her zaman yerine getirmiştir. Fussilet s. 31. ayeti , "Rabbımız Allah'tır" diyerek , hayatlarını bu sözün anlamı üzerine kuranların yardımcısının, Allah (c.c) olduğunu haber vermektedir. Yardımcısı Allah olanın artık sırtı yere gelmeyecek , dünya ve ahirette zafere erişenlerden olacaktır.

Sonuç olarak ; Fıtratında , yüce ve ulu olarak tanıdığı bir varlığı "Rab" olarak bilme ve ona itaat etme itiyadında yaratılmış olan insanın, bu gereksinimini karşılayacak olan yegane varlık Allah (c.c) dir. Tarih boyunca gönderdiği elçileri ile sadece kendisinin Rab olarak bilinmesini isteyen Allah (c.c) , kendisini Rab olarak bilen ve yolunu buna göre düzenleyenlere dünya ve ahirette müjdeler vermektedir. 

Tarih boyunca yapılan kavgaların temelinde , insanlar üzerinde tasarruf etmek isteyenler ile , bu tasarrufa karşı çıkarak , gerçek tasarruf sahibine bu hakkı vermek isteyenlerin aralarındaki mücadele yatmaktadır. Bundan dolayı "Rabbımız Allah'tır" demek bedeli ağır bir sözdür. 

Yine Kur'an bu bedeli ödeyenlerin haberlerini bizlere vererek , bu yolda yalnız olmadığımızı , bizlerden önce bu yolda canını ve malını feda edenlerin olduğunu beyan etmektedir. Kendisinin yolunda gidenlere yardım edeceğini vaad eden Rabbimiz , bizden öncekilere bu vaadinin nasıl ve ne şekilde gerçekleştiğini bir çok yerde göstererek , vaadinden dönmeyeceğini bilmemizi istemekte , ve kendisine yardım edenlere mutlaka yardım edeceğini beyan etmektedir.

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

19 Ocak 2017 Perşembe

Zuhruf s. 36-40. Ayetleri : Zikre Karşı Kör Bir Hayat Sürmek ve Onun Karşılığı

Allah (c.c) tarih boyunca elçiler ve onlar aracılığı ile kitaplar göndermek sureti ile , insanların kendilerini yaratan Rablerine karşı olan sorumluluklarını unutmamalarını amaçlayan bilgiler göndermiştir. "Zikr" (Hatırlatma) adını verdiği bu kitaplara duyarsız kalanların ise , rehberden yoksun kalmak sureti ile yollarını şaşırdıklarını , ve şaşırdıkları yolun ise onları ateşe götüreceğini beyan ederek bundan sakınılmasını, son elçisi ile gönderdiği kitabının bir çok yerinde bizlere hatırlatmaktadır.

Yazımıza konu edeceğimiz , Zuhruf s. 36-39. ayetleri arasında zikre karşı kör kalmanın dünya hayatındaki sonucu , ve bu sonucun ahiret karşılığı haber verilerek insanlar uyarılmaktadır.

[043.036]  Her kim Rahman'ın zikrinden  körlük edip görmemezlikten gelirse Biz ona bir şeytan sardırırız , artık o ona arkadaş olur.
[043.037]  Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar (şeytanların doğru yoldan alıkoydukları), kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.
[043.038] Nihâyet Bize geldiği zaman (o arkadaşına) der ki: «Keşke benim ile senin aranda iki doğu uzaklığı olsa idi, (sen) ne kötü arkadaşmışsın!»
[043.039]  Zulmettiğiniz için bugün (nedâmet) size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz, azapta ortaksınız.
[043.040] Sağırlara sen mi duyuracaksın? Yoksa körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi eriştireceksin?

"Şeytan" Kur'an'ın bir çok yerinde geçen önemli bir terimdir. Bu terimi ,  kötülüğün sembol ismi olarak, insana düşman olan ve onun ayağının cennetten kaymasına vesile olan her şey olarak tarif edebiliriz. 

36. ayet , insana Şeytan'ın arkadaş olmasının yasasını bizlere beyan etmektedir. İnsan fıtratının boşluk kabul etmediğini düşündüğümüzde , bu fıtrat eğer onun yaratan ve onun gönderdikleri doğrultusunda işlemez ise , başkaları tarafından o boşluk doldurulacaktır. Allah (c.c) nin elçiler vasıtası ile göndermiş olduğu kitapların ortak adı olan "Zikr" , yaratılış amacını unutan insana yaratılış amacını hatırlatan bilgiler ihtiva eden ve onların fıtratlarına dönmesini sağlayan bir kitaptır. 

36. ayet içinde "Arkadaş" olarak çevrilen "Qarinun" kelimesi ; " İki ya da daha fazla nesnenin herhangi bir anlamda bir araya toplanması" anlamındadır.

Dikkat edilirse Şeytan'ın insana arkadaş olması, sebep sonuç ilişkisi dahilindedir. Allah (c.c) nin bir insana Şeytan'ı arkadaş kılması , insanın hür iradesi ile yaptığı seçim sonunda gerçekleşmektedir. İnsan , kendisini yaratan Rabbinin fıtratına yüklediği kodlara uygun olarak indirdiği Zikr'e karşı kayıtsız kaldığı zaman , bu kayıtsızlıktan doğan boşluk başka şeylerle doldurulmakta , Zikre alternatif olan her şey , dolayısı ile kişiyi cennetten uzaklaştıran bir hayat sürmesi yönünde teşvik eden bir sistemi önermekte ve bu hayat tarzı ise onu adım adım ateşe yaklaştırmaktadır.

Eğer insan yolunu vahyin önerdiği hatırlatıcı bilgiler doğrultusunda belirlemez ise , bu yolu vahyin dışındaki bilgiler istila ederek , insana bu doğrultuda yürümesi için teşvikte bulunacaktır. Allah (c.c) insana "Zikr" dışında bilgiler üreterek onun bu yolda yürümesi için teşvikte bulunan her türlü unsura "Şeytan" adını vermektedir. 

Bir çok ayette Şeytan'ın insana düşman olduğu hatırlatılarak , bizimde ona düşman olmamız gerektiği emredilmektedir (Fatır s. 6). Bizim ona düşman olmamız , sözde değil amelde gerçekleşmediği müddetçe , sadece sloganda kalan bir düşmanlık olacaktır. Şeytanın insana olan düşmanlığı ,onu Allah'ın zikrinden uzaklaştırmak şeklinde olması , bizim ona düşmanlığımızın, Allah'ın zikrine yapışmak ile olması gerektiği sonucunu doğurmaktadır.

36. ayette Şeytan'ın insana olan yakınlığı "Nuqayyid" kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu kelime , "Yumurtanın kabuğu" anlamına gelen "El qaydu" kelimesinden türemiştir. Bu ifade , yaşamını "Zikr" den soyutlayan bir sistem üzerine bina edenlerin durumunu veciz  biçimde açıklayan bir kelimedir. Yumurta nasıl içinde bulunan sıvıyı dış etkenlerden koruyarak , saklı biçimde tutuyor ise , kendisini Allah'ın zikrinden soyutlayan kimse de , artık Şeytan tarafından vahyin  etkisinden korunmaya alınarak vahiy ile arasına kalın bir duvar çekilmiş olacak, bu durum ise kişinin vahiyden soyutlanmış bir hayat sürmesine sebep olarak, onun ateşe girmesine sebep olmaktadır. 

Zuhruf s. 36. ayetinde bahsedilen durum , Fussilet s. 25. ayetinde de karşımıza çıkmaktadır.

[041.025]  Hem onlara bir takım arkadaşlar sardırmışızdır da onlar, onlara önlerindekini ve arkalarındakini süslü göstermişlerdir, Cin ve İnsten önlerinden geçen ümmetler içinde onların aleyhine de söz hakk olmuştur, çünkü hep kendilerine yazık etmişlerdir

Bu ayet , Fussilet s. 19. ayetinden başlayan bir bağlam dahilinde "Allah'ın düşmanları" olarak ifade edilen insanların hesap günündeki durumlarını anlatan ayetler gurubuna dahil olan , ve onların Allah'a düşman olmalarına sebep olan durumun ise , onlara yaptıkları çirkinlikleri süslü gösterenleri arkadaş edinmiş olmalarıdır. Allah'ı öteleyen bir yaşam sürmek demek , onun dışında bir takım yoldaşlar edinmek anlamına gelmekte , bu yoldaşlar ise insanların Allah'a düşman olan bir yaşam sürmelerine sebep olarak ebedi cehennem ile cezalandırılmalarına sebep olmaktadır. 

İnsanı bir kabuk gibi sararak vahiy ile alakasını kesen bir yaşam sürmesine sebep olan Şeytan'ın insana süslü gösterdiği amellerin bazılarını şu şekilde görmekteyiz.


[004.038]  Mallarını insanlara gösteriş için sarfedip, Allah'a ve ahiret gününe inanmayanları da Allah sevmez. Şeytanın arkadaş olduğu kimsenin ne fena arkadaşı vardır!

Yaşamını Allah'a ve ahiret gününe iman etmemek üzerine temellendiren insanlara ,Şeytan tarafından süslü gösterilen bir amel de, malını gösteriş için sarf etmektir. Halbuki mal , insanlara Allah tarafından dünya hayatının geçici bir süs olarak verilmiş bir emanettir. Bu emaneti kendisinin zannederek sahiplenmeye kalkan insan , bu mal üzerinde istediği gibi tasarruf edebileceğini zannetmekle Şeytana arkadaş olmuş olmaktadır. 

Allah düşmanlarının mal konusunda 2 farklı tasarrufları olduğunu görmekteyiz. 1- Mallarını Allah yolunda harcamamak , 2- Mallarını insanlara gösteriş olsun diye harcamak . Bu tasarruf çeşitlerinin her ikisi de Şeytan'ın mal sahibine yaptığı düşmanlıklardandır. 

Şeytan insana hesap gününü unutturan , onu yok sayan , onu ret eden bir hayat tarzı önermekte , onun bu önerisini kabul ederek , ahiret yokmuşçasına yaşayan insanlar ise , yapacaklarının hesabını verme kaygısı olmadan yaşamakta , ve bu yaşam onları her türlü çirkinliği güzel görerek  işlemelerine sebep olmaktadır. 

Allah (c.c) nin bir çok yerde insanların yaptıklarının zerre kadar kayıt dışı olmadığını hatırlatarak , onları bu konuda uyarmakta , yapacak olduklarını bu kayıtların karşılarına çıkacağı günü hesap ederek yapmalarını bildirmektedir.

Zuhruf s. 37. 38. ayetleri , Şeytanlar tarafından doğru yoldan alıkonulan insanların , üzerinde olduğu yolu, doğru bir yol zannettiklerini beyan etmektedir. İnsanlar fıtratları gereği yapmış olduğu yanlışların yanlış olduğunu mutlaka bilmektedirler . Ancak yine de bu yanlışları yapmaktan kendilerini alıkoyamamalarının sebebi , kendilerince bu yanlışı işlemek için haklı sebepler üretmiş olmalarıdır. 

Her insan hırsızlığın yanlış olduğunu fıtratı gereği mutlaka bilir. Ancak bu hırsızlığı yapmak için önce vicdanında kendisini haklı çıkaracak sebepler uydurur ve bu sebeplere dayanarak bu fiili güzel görür ve bu fiili işler. İşte Şeytan'ın amelleri süslemesi , bir insanda bu şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu örnek bütün kötü fiiller için geçerlidir.

Hayatını Şeytan tarafından süslü gösterilen çirkinlikler üzere devam ettirerek , bu çirkinliklerle hesap gününe erişen insanın pişmanlığı 38. ayette görülmektedir. 

"Keşke benim ile senin aranda iki doğu uzaklığı olsa idi, (sen) ne kötü arkadaşmışsın!" diyen insanın bu pişmanlığı, artık ona hiç bir fayda getirmeyecektir. Ayet içinde geçen "İki doğu uzaklığı" deyimi , Arapların iki zıt şeyden birinin ismini diğeri yerine kullanmalarından doğan "Doğu ve batı arasındaki uzaklık" anlamına gelmektedir. Bu deyim kişinin pişmanlığını gösteren , yaşadığı hayatta bir an olsun yanından ayrılmayan Şeytan ile arasında olmasını istediği uzaklığı ifade eden gecikmiş bir temennidir. Dünya hayatında iken onun kendisine süslü göstermesi ile Zikre karşı düşmanlık yapan kişi , yaptığı yanlışın ona neye mal olduğunu anladığında artık iş işten geçmiştir. 

40. ayet , vahye karşı kulaklarını tıkayan ve gözlerini kapayanlara karşı, artık elden bir şey gelmeyeceğini hatırlatmaktadır. 

Şeytan'ın arkadaş olduğu kimselerin hesap gününde birbirleri ile yaptıkları  konuşmalar , Kur'an'ın bir çok yerinde bulunmaktadır. Bu konuşmalarda son pişmanlığın fayda etmeyeceği , insanların sonradan pişman olacakları çirkinlikleri , daha hayatta iken yapmaması gerektiği vurgusu yapılarak , Allah'ın zikrinden kendisini soyutlamış bir yaşam sürenlerin düşecekleri durum gösterilmektedir. 

[037.019]  İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri bakıp durmaktadırlar.
[037.020]  Derler ki: «Eyvahlar bize; bu, din günüdür.»
[037.021]  Bu, ayırdetme günüdür ki siz, onu yalanlamıştınız.
[037.022]  Zulmetmiş olanları ve onların eşlerini toplayın. Onların taptıklarını da;
[037.023] «Allah'tan başka (taptıklarını) ; artık onları cehennemin yoluna yöneltip götürün.»
[037.024]  (Cehenneme) vakfedin onları. Çünkü onlar sorumludurlar.
[037.025]  Ne oldu sizlere yardımlaşmıyorsunuz?
[037.026]  Hayır bugün onlar teslim olmuşlardır.
[037.028]  Ve derler ki: Doğrusu siz, bize sağdan gelirdiniz.
[037.029]  Onlar da şöyle derler: «Hayır; siz inanmış kimseler değildiniz.»
[037.030]  «Bizim sizin üzerinizde zorlayıcı hiç bir gücümüz yoktu; hayır, siz azgın bir kavimdiniz.»
[037.031]  «Bu sebeple, Rabbimizin sözü aleyhimizde gerçekleşti. şüphesiz azabı tadacağız.»
[037.032]  «Sizi biz azdırmıştık, çünkü kendimiz azgındık».
[037.033]  Şüphesiz o gün onlar azapta ortaktırlar.
[037.034]  Doğrusu suçlulara böyle yaparız.
[037.035]  Çünkü onlara 'Allah'dan başka ilah yoktur' denildiği zaman büyüklük taslarlardı.
[037.036]  Ve «hiç biz mecnun şâır için ilâhlarımızı bırakır mıyız?» diyorlardı
[037.037]  Hayır, o, hakkı getirmiş ve gönderilenleri de doğrulamıştı.
[037.038]  Şüphesiz siz can yakıcı azabı tadacaksınız.
[037.039] Yapmakta olduklarınızdan başkasıyla cezalanmayacaksınız.
[037.040]  Ancak Allah'a içten bağlı kullar bunun dışındadır.

Yukarıda meallerini verdiğimiz Saffat suresi ayetleri , cehennem ehlinin kendi aralarındaki konuşmalarıdır. Pişmanlığın fayda etmediği günde dünyada iken birbirleri ile yakın dost olan , fakat ateşi gördüklerinde birbirlerine düşman kesilenlerin düştükleri içler acısı durum , önceden gösterilerek , "Siz de böyle bir duruma düşmeyin" mesajı verilmektedir. 

Cehenneme düşmelerine sebep olan durum Saffat s. 28. ayetinde " Doğrusu siz, bize sağdan gelirdiniz." şeklinde belirtilmektedir. Bilindiği üzere "Sağ" iyilik , güzellik ve doğruluğu sembolize eden bir kelimedir. Şeytanlar insanlara , onlara çirkinlikleri güzel göstermek sureti ile de yaklaşır , insanlarda bu süslemelere kanarak , onlara uyar ve neticede hepsi birlikte cehennem ehli olmaya hak kazanırlar.

Konumuz olan ayetlerin mesajı , Allah'ın "Zikr" olarak beyan ettiği kitabının, insan için belirleyici olarak, hayatının tam içinde yerini alması gerektiği üzerinedir. Zikr , insana yol gösteren , onu Şeytan'ın iğvalarına karşı uyanık tutarak ateşe düşmesine engel olan kurtarıcı bir kitaptır. Şeytanların sağdan yaklaşma yollarından bir tanesi , Kur'an'a alternatif kitaplar üretmek sureti ile Zikirden alıkoymaktır. İslam dünyasının içinde bulunduğu çalkantıların baş sebebi , zikirden uzaklaşarak, zikre muadil olarak gördükleri kitaplara sarılmak sureti ile çok başlı bir din anlayışına sahip olmak sureti ile fırka fırka olmalarıdır. 

[025.026] O günde gerçek mülk, Rahman'ındır. Kafirler için de pek yaman bir gündür.
[025.027]  O gün, zalim kimse ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o resulle birlikte bir yol tutsaydım!
[025.028]  «Vah yazıklar bana, ne olurdu da filanı dost edinmeseydim.»
[025.029]  Zikir bana geldikten sonra , vallahi o beni saptırdı.» Öyle ya şeytan insanı yapayalnız, yardımsız bırakır.

Yukarıdaki Furkan suresi ayetlerinde, yine hesap günündeki bir pişmanlık sahnesini görmekteyiz. kendisine Zikir geldikten sonra , bu zikirden kendisini soyutlamış bir hayat süren kişi, pişmanlığından ötürü parmaklarını ısırmaktadır. Kendisinin böyle bir pişmanlık içine  düşmesine sebep olan şeyin, yine Şeytan olduğunu görmekteyiz. Dünyada kendisinin peşini bir an bırakmayan Şeytan, hesap gününde ayarttığı kişilerden kaçacak ve şöyle diyecektir ; 

[014.022]  İş olup bitince; şeytan dedi ki: Gerçekten Allah, size sözün doğrusunu söylemişti. Ben de size söz verdim, ama caydım. Sizi zorlayacak hiç bir gücüm de yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Esasen daha önce, beni Allah'a ortak koşmanızı kabul etmemiştim. Doğrusu zalimlere elim bir azab vardır.

Yine Taha suresinde , zikre karşı kör kalmanın sonuçlarını beyan eden ayetlere rastlamaktayız;

[020.124]  «Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.»
[020.125]  O zaman: «Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören bir kimseydim» der.
[020.126]  Allah: «Böyledir, ayetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de öylece unutulursun» der.
[020.127]  İşte haddi aşanları, Rabbinin ayetlerine inanmayanları böylece cezalandıracağız. Hem, ahiretin azabı bu dünya azabından daha şiddetli ve daha devamlıdır.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) kitabının bir çok yerinde , insanın ebedi hayatını cehennem ehli olarak geçirmesine sebep olan unsuru "Şeytan" olarak resmederek , bizlere ondan korunmanın yollarını göstermiştir. Yine aynı kitap içinde onun insana karşı nasıl düşmanlık yaparak onun ebedi olarak cehennemde kalmasına sebep olduğu da haber verilmektedir. 

Allah (c.c) nin insanlara rahmet ve hidayet olarak gönderdiği "Zikir" insanların tabi olması , ve hayatlarını bu Zikrin önerdiği yol üzerinde yürümeleri gereken bir rehberdir. Bu rehbere uymayarak başka rehberlerin önerdiği yoldan gitmenin sonunun cehenneme varacağı , bizlere hesap gününde yaşanacak olan sahnelerle gösterilerek , "Yol yakın iken dönün" mesajı verilmektedir. 

Zikri rehber edinmemek sureti ile doğan boşluk, Şeytan tarafından doldurulmak sureti ile , onun ile arkadaş olunmak durumunda kalınacaktır. Onun bu arkadaşlığı insanın hayrına gibi görünecek , fakat insanın hayrına bir arkadaşlık olmadığı hesap gününde ayan beyan ortaya çıkacaktır. Yaşanacak olan pişmanlıklar şimdiden haber verilerek , böyle bir pişmanlık içine girilmemesi için gerekli olan yolun kitabın önerdiği yol olduğu , ve bu yoldan ölene kadar sapılmaması gerektiği emredilmektedir. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

17 Ocak 2017 Salı

Enam s. 91. Ayeti Örneğinde Meallerde Bir Kelimenin Yerinin Değişmesi İle Ortaya Çıkan Anlam Farklılığı

Arap olan bir kavme inmiş olan Kur'an'ın , Arap olmayan topluluklar tarafından anlaşılabilmesinin yollarından birisi , bu kitabın o topluluğun konuştuğu dile çevrilmesidir. Konuyu Türkiye üzerinden düşündüğümüzde , son yıllarda Kur'an'a olan yönelim ve rağbet, bu kitabın anlaşılmasına büyük katkı sağlayan meallere olan rağbeti de artırmıştır. 

Ancak meallerde bazı hataların yapılmakta olduğu, konu ile alakalı olanların malumudur. Bu hataların farklı nedenleri bulunmakla birlikte yazının konusu, yapılan meal hatalarının hangi saikler sonucu ortaya çıktığı değildir. Yazının konusu, belki de önemsiz bir ayrıntı olarak görülebilecek bir kelimenin, cümle içindeki yer değiştirilmesinden dolayı ortaya çıkardığı anlam farkını göstererek , meal yapıcılarının ve okuyucularının bu konularda daha dikkatli davranması konusunda hatırlatmalarda bulunmaya çalışmaktır. 

Bir kelimenin sadece yerinin değişmesi ile nasıl bir anlam farkı oluşabileceğini , Enam s. 91. ayetinin yapılan meallerini örnek olarak vererek , daha kolay ve net olarak anlaşılabileceğini düşünmekteyiz.

وَمَا قَدَرُواْ اللّهَ حَقَّ قَدْرِهِ إِذْ قَالُواْ مَا أَنزَلَ اللّهُ عَلَى بَشَرٍ مِّن شَيْءٍ قُلْ مَنْ أَنزَلَ الْكِتَابَ الَّذِي جَاء بِهِ مُوسَى نُورًا وَهُدًى لِّلنَّاسِ تَجْعَلُونَهُ قَرَاطِيسَ تُبْدُونَهَا وَتُخْفُونَ كَثِيرًا وَعُلِّمْتُم مَّا لَمْ تَعْلَمُواْ أَنتُمْ وَلاَ آبَاؤُكُمْ قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ

Ayetin iki farklı meali şu şekildedir ; 

[006.091]  «Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir» demekle Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. De ki: «Musa'nın insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği Kitap'ı kim indirdi? Ki siz onu kağıtlara yazıp bir kısmını gösterip çoğunu gizlersiniz, atalarınızın ve sizin bilmediğiniz size onunla öğretilmiştir.» «Allah» de, sonra da onları daldıkları sapıklıkta bırak, oynasınlar.

[006.091]  Onlar: "Allah, beşere hiç bir şey indirmemiştir" demekle Allah'ı, kadrinin hakkını vererek takdir edemediler. De ki: "Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de (parça parça) kâğıtlar üzerinde yazılı kılıp (bir kısmını) açıkladığınız ve çoğunu gözardı ettiğiniz kitabı kim indirdi? Sizin ve atalarınızın bilmediği şeyler size öğretilmiştir." De ki: "Allah." Sonra Onları bırak, içine 'daldıkları saçma uğraşılarında' oyalanıp dursunlar.

Problem olarak gördüğümüz nokta, yukarıda verdiğimiz iki ayet meali örneğindeki "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" ve "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" cümleleridir. İlk bakışta aralarında pek bir fark görülmeyen bu cümlelerin içindeki "HİÇBİR ŞEY" kelimesinin sadece yerinin değişmesi ile, ayetin anlamında değişiklik meydana gelmesi söz konusudur.

Ayeti nuzül dönemine  giderek okuduğumuz zaman , muhatap kitlenin Yahudiler olduğu anlaşılacaktır. Yahudiler, ayet içinde "Beşer" olarak zikredilen kişi olan Muhammed (a.s) a inen kitabı ret etmek için , Allah'ın beşer üzerine herhangi bir kitap indirmediğini iddia etmektedirler. Allah (c.c) ise cevap olarak ise, bir kısmını açıkladıkları , bir kısmını ise gizledikleri Musa (a.s) a inen kitabı kim indirdi ise , "Beşer" olarak zikrettikleri Muhammed (a.s) a inen kitabı da kendisinin indirmiş olduğunu buyurmaktadır.

Eğer bu ayetin mealindeki konumuz olan (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" şeklinde çevrildiği zaman , dikkatli bir okuyucu , Yahudilerin bu sözüyle Musa (a.s) a da hiç bir şey indirilmediğini iddia etmiş olduklarını anlayacaktır. Yine dikkatli bir okuyucu Bakara s. 91. ayetine baktığı zaman orada Yahudilere hitaben yapılan "Allah'ın indirdiğine iman edin" emrine karşılık, onların verdikleri cevap olan "Biz kendimize indirilene iman ederiz" sözü ile aradaki bağı kurmakta zorlanacaktır. 

Dikkatli bir meal okuyucusu bir ayette , kendilerine indirilene iman ettiklerini iddia eden Yahudilere karşılık , başka bir ayette , Allah'ın hiç bir insana bir şey indirmediği iddiası içinde olan Yahudilerin bu sözleri arasında bir çelişki olduğunu düşünecektir.

Çünkü Bakara s. 91. ayetinde Yahudiler kendilerine inen bir şeyin olduğunu kabul ederek, ona iman ettiklerini söylemektedirler. Yahudilerin bu sözleri ile ,  Enam s. 91. ayetindeki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesinin "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" şeklindeki çevirisinin birbiri ile uyuşmadığını görerek kafalarda istifham oluşacaktır. 

Halbuki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi , "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" şeklinde çevrildiği zaman, herhangi bir sorun ortaya çıkmayacaktır. Çünkü böyle bir çeviri, Yahudilerin sadece Muhammed (a.s) a inen kitabın inkar ettiklerine dair bir anlam taşımaktadır. 

Kanaaatimiz odur ki ; Enam s. 91. ayetindeki  (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi "ALLAH BEŞERE HİÇBİR ŞEY İNDİRMEMİŞTİR" şeklinde çevrildiğinde daha doğru bir anlam verilmiş olacak ve kafalarda herhangi bir istifhama yer açmayacaktır. 

İlk bakışta önemsiz bir ayrıntı olarak görünmesine rağmen , dikkatli bir okuyucunun dikkatini çektiğinde , kafasında bazı istifhamların oluşmasına neden olma ihtimali doğurabilmesi açısından önemli bir ayrıntı olduğumu düşündüğümüz bu cümle üzerinden,  dikkat çekmek istediğimiz asıl konu , meal yapıcılarının Arap dilini bilmesinin önemi kadar daha önemli bir nokta olan , Kur'an'a olan hakimiyetlerinin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaya çalışmaktır.

Yazımıza konu ettiğimiz hata görüldüğü gibi bir kelimenin anlamının yanlış olarak verilmesi gibi bariz bir hata değildir. Ayet orjinal metnine sadık kalarak çevrilmiş , fakat cümle içindeki "HİÇBİR ŞEY" kelimesinin sadece yer değiştirilmesi ile arada anlam farkı oluşmasına sebebiyet verilmiştir. 

Bu ayetin mealinde geçen konumuz ile alakalı olan cümleyi Elmalılı Hamdi Yazır , "Allah beşere bir şey indirmedi" şeklinde doğru olduğunu düşündüğümüz yönde çevirmesine karşılık , onun mealini sadeleştirdiğini iddia edenler tarafından "Allah insanlara hiçbir şey göndermemiştir" şeklinde hatalı olduğunu düşündüğümüz yönde çevrilmiştir. Bu da göstermektedir ki Türkçe bir meali , yine Türkçeye çevirmek gibi bir ameliyeye soyunanlar , yapılan mealdeki inceliği anlamadan ve aslına sadık kalmadan kafalarına göre sadeleştirme yapmışlardır.

Amacımız meal yapıcılarını töhmet altında bırakmak değil , meal yapımına soyunanların ne kadar dikkatli olması gerektiği yönünde hatırlatmalar yapmaktır. Meal yapmaya soyunmak demek, Arap dilini bilmeyi gerektirdiği gibi , mealini yapacağı kitabı da çok iyi tanımayı gerektirmektedir. Yapılan bir çevirinin anlamının doğru olup olmadığına dikkat edilmekle birlikte , o ayete verilen anlamın , Kur'an bütünlüğü noktasında herhangi bir probleme yol açıp açmadığına da ayrıca dikkat edilmelidir. 

Konumuz olan ayet,  çeviri hatası olarak görülebilecek herhangi bir problem teşkil etmekten çok , doğru bir kelimenin doğru bir yere yerleştirilememesi sonucunda, ortaya yanlış bir anlamın nasıl çıkabileceğine dair bir örnek teşkil etmektedir. 

Bir ayetin yapılan mealinin , diğer ayetler arasında çelişki veya anlam uyuşmazlığı gibi sorunlara yol açmayacak şekilde yapılmış olmasına çok dikkat edilmesi gerektiği , verdiğimiz örnekten anlaşılmaktadır. Bu dikkat , elbette meal yapıcısının Kur'an'a olan hakimiyeti ile yakından alakalıdır. 

Meal yapıcısı , Kur'an'a olan hakimiyeti derecesinde , yapmış olduğu bir ayet meali ile ilgili önce kendisine bazı sorular sorarak , ayetin çevirisinin Kur'an bütünlüğünde herhangi bir sorun teşkil edip etmediğini kontrol etmelidir. Aksi takdirde Elmalılı örneğinde gördüğümüz gibi , okuduğu Türkçe meali anlamaktan yoksun kimselerin yapmaya çalışacakları meal , hatalar yığını olmaktan kurtulamayacaktır. 

Buradan meal okuyucularına da hatırlatmalarımız olacaktır. Kur'an meali okurken sadece tek bir meali değil, bir kaç meali birden karşılaştırmalı okumak sureti ile yapılacak okumalar daha doğru neticeler verecektir. Bir mealin anlamı konusunda hata veya eksiklik ortaya çıktığında , bu hatanın başka bir meal tarafından yapılmaması söz konusu olabilir , bundan dolayı karşılaştırmalı okumaların meal okuyucuları tarafından daha verimli olacağı kanaatindeyiz. 

Meallerin devamlı okunması sonucunda meal okuyucuları, okudukları meallerdeki hata ve eksikleri anında görebilme kabiliyeti kazanacaklardır. Çünkü meal okuyarak kazandıkları Kur'an bütünlüğünü kavrama yetenekleri, onları hatalı bir mealin, başka bir ayet ile olan uyumsuzluğunu görmelerine sebep olarak , uyum sağlayan anlamın verilmesi konusunda çalışmalarına sebep olacaktır.

Sonuç olarak ; Enam s. 91. ayeti içindeki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi , meallerde "Allah hiçbir beşere bir şey indirmemiştir" veya "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" şeklinde yapılmıştır. Her iki mealinde görünüşte birbirinden farklı olmadığı gibi izlenim vermiş olsa da , verilen anlamı Kur'an bütünlüğünde değerlendirdiğimiz zaman , dikkatli bir meal okuyucusunun gözünden kaçmayacak bir ayrıntı ortaya çıkacaktır. 

Önemsiz veya küçük bir ayrıntı olarak görülebilecek bu nokta , bazı kimseler tarafından kafalarda istifhamlara yol açacaktır. Bu nedenle Kur'an meali yapıcıları , yaptıkları meallerde herhangi bir anlam bozulmasına yol açacak şekilde anlamlar vermemeleri konusunda daha dikkatli olmaları gerekmektedir. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Ocak 2017 Pazar

Abdest Ayeti Neden Mekke'de Değil de Medine'de İndirildi ?

Namaza başlamadan önce abdest alınmasına dair olan emir bilindiği üzere , Medine'de nazil olan surelerden olan Maide s. 6. ayetinde bulunmaktadır. Namaz için abdest alma emrinin Medine'de nazil olmuş olması , son yıllardaki Kur'an'a yönelim sonrası ortaya çıkan bazı düşüncelerin sorgulama ve merak konusu olmuştur. 

Kur'an'da namaz adı ile bildiğimiz bir ibadetin olmadığını savunanlar , namaz için emredilen abdest ayetinin , Medine'de nazil olduğundan hareketle , namaz eğer Mekke'de kılınıyor ise abdest ayetinin neden Medine'de indirilmiş olduğunu sorarak , namaz adı ile bilinen ibadetin olmadığının delilini bu yolla ortaya koymaya çalışmaktadırlar. 

Kur'an'da namaz adı ile bildiğimiz ibadetin var olduğunu kabul eden, ve bu namazı ifa edenlerin bir kısmı ise , bu tür sorular ile kafaları karıştırılmak istenildiği için , bu soruya cevap aramaktadırlar.  

Öncelikle namaz konusunda hem geleneksel anlayışta , hem de kendisini "Kur'an Ehli" olduğunu iddia edenlerin bir kısmında doğru bilinen, bir yanlışa dikkat çekmek istiyoruz. 

Yaygın düşünceye göre namaz , Muhammed (a.s) a Mekke'de farz kılınan bir ibadet , ve bu namazı ona ilk defa Cibril öğretmiştir. Fakat bu türden rivayetlere katılmak mümkün değildir. Namazın ana formları olan "Kıyam - Rüku - Secde" gibi şekilsel hareketler , insanlığın kadim bir ibadet şeklidir. Bundan dolayı bu ibadetin daha önce hiç bilinmiyor ,  ve Mekke'de uygulanmıyor olması mümkün değildir. 

Bu noktada ana formları ile insanlık tarafından ifa edilen ve bizim adına "Namaz" dediğimiz ibadetin, kadim bir şekilsel ibadet olmasından dolayı Mekkelilerin de ifa ettiği bir ibadet olup , şirk bulaşmış bir hale getirilmiş olması, Kur'an'ın namaz hakkındaki asıl konusunu oluşturmaktadır. Bundan dolayı Kur'an , namaz ile ilgili ilmihal ayrıntılarına girmeden , onu şirk bulaşmışlıktan çıkararak , tevhidi bir boyuta yöneltmeyi içeren ayetleri barındırmaktadır.

Namaz ibadetinin Kur'an'da olmadığını iddia edenlerin dayandıkları delillerden bir tanesi de bu dur. İddiaya göre eğer bu ibadet Kur'an tarafından emredilmiş olsa idi , ayrıntılı olarak anlatılması gerekirdi . İlmihal boyutunda ayrıntıya girilmemiş olması , bu kimseler için namaz ibadetinin Kur'an'da olmadığına dair bir delil olarak sunulmaktadır. Kur'an insanlar tarafından bilinen ve uygulanan bir namazı bundan dolayı tarif etmek gereğini duymamıştır. 

Gelelim asıl konumuz olan abdestin neden Mekke'de değil de Medine'de nazil olduğuna, bu konuya iki açıdan yaklaşmak mümkündür. 

Cahiliye Mekke'sinde yaşayan insanlar, şirk bulaşmış bir halde ifa ettikleri namaz öncesinde bizim abdest olarak bildiğimiz işlemi bildiklerinden dolayı uygulamış olabilirler. Bu işlem aynı şekilde namaz kılan Müslümanlar tarafından da uygulanmış olabilir. Çünkü namaz dediğimiz ibadet "Kıyam-Rüku-Secde" şeklindeki formları ile ilah olarak kabul edilen varlığa yapılan şekilsel bir tazimdir. 

Namazın sorun teşkil eden kısmı şekli değil , kimin için ifa edildiğidir. Bundan dolayı Mekke'de Kur'an'ın nazil olmaya başlamasından evvel ifa edilen namaz için şayet abdest alınıyor ise , aynı uygulama Kur'an'ın nazil olmaya başlaması sonrasında da yapılmış olabilir.

Abdest'in Mekke'de değil , Medine'de nazil olan bir sure içinde emredilmiş olması , bilinen bir uygulamanın vahiy tarafından onaylanması anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Yani abdest eylemi önceden bilinen ve uygulanan bir eylem olduğu için, Mekke'de nazil olan ilk surelerde değil , bilinenin onaylanması ve tekrarı mahiyetinde, Medine'de nazil olan bir surede emredilmiştir.

Bu söylediklerimizin tersinin olması da mümkündür şöyle ki ; 

Mekke'de nuzül öncesi şirk bulaşmış biçimde ifa edilen namaz öncesinde yapılan bizim abdest olarak bildiğimiz işlem bilinmiyor , bilinmediği için de uygulanmıyor olabilir. Bu şekil bir namaz , Müslümanlar tarafından da, ta ki Medine'de abdest ayeti nazil olana kadar , ifa edilmiş olabilir. 

Bu noktada , "Müslümanlar abdest ayeti nazil olana kadar abdestsiz namaz mı kıldılar" sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir.

Allah (c.c) bizleri , kitabında emretmiş oldukları üzerinden sorumlu tutacaktır. Daha önce yapılan bir fiilin yanlış olduğunu haber vererek , artık yapılmamasını emretmiş olması , o fiilin yanlış olduğu yönünde önceden bilgi sahibi olmayanları mazur duruma sokacaktır.  Nisa s. 22 , 23 , Maide s. 95. ayetlerine baktığımızda, yasaklanmış bir fiilin,  öncesinde işlenmiş olan aynı fiillerden , yasaklanma öncesi o fiilleri işleyenlerin sorumlu tutulmayacağı haber verilmektedir. 

Bundan dolayı , abdest ayetinin nazil olmasına kadar, eğer Müslümanlar abdest almadan namaz kıldılar ise , namaz için abdest alınması gerektiğine dair bir emir ile muhatap olmadıklarından dolayı , abdest almadan kıldıkları namazlardan dolayı herhangi bir sorumluluk sahibi olmayacaklardır. Çünkü namaz öncesi abdest alınması gerektiğine dair olan emrin onlara ulaşmamış olması , onları namaz için abdest almanın farz olduğuna dair bilgi sahibi olmaktan , dolayısı ile de abdest ile mükellef olmaktan çıkarmıştır. 

Sonuç olarak ; Abdest ayetinin Medine'de nazil olmuş olması , bazı kimseler tarafından merak konusu olmuş , bazı kimseler tarafından ise namazı ret etme bahanesi olarak delil gösterilmektedir. Abdest , namaz gibi önceden bilinen ve uygulanan bir fiil olabileceği gibi , ilk olarak Medine'de nazil olan bir ayet ile emredilmiş olabilir. 

Önceden bilinen ve uygulanan bir uygulama olduğunu düşündüğümüzde , vahiy bu uygulama konusunda Medine'ye kadar sessiz kalmış , sessiz kalması mevcut uygulamayı onaylamak anlamına geldiği için , Medine'de nazil olan ayet , yapılan uygulamayı tasdik etmek anlamında indirilmiş olabilir. 

Medine'de ilk defa nazil olduğunu ve bilinmeyen bir uygulama olduğunu düşündüğümüzde , Maide s. 3. ayeti nazil olana kadar , namaz için abdest almak gibi farziyetin olmadığı için , abdest ayeti inene kadar Müslümanlar abdest almadan namaz kılmış olabilirler. Bu durum herhangi bir sorun teşkil etmemekte , Allah (c.c) tarafından yapılmaması veya yapılmaması emredilen bir emir ile muhatap olmadıkça kimse mükellef sayılmayacaktır. Kur'an'ın bazı konularda indirdiği yasaklardan önce işlenmiş fiiller konusunda iman edenleri sorumlu tutmayacağını beyan eden ayetlere bu konuda bakılabilir. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

13 Ocak 2017 Cuma

Zümer s. 49-52. Ayetleri : Varlık İle İmtihan Edilen İnsanlar

Allah (c.c) bir çok ayette , dara düştüğünde kendisine yalvaran , darlıktan kurtulduğunda ise kendisini unutan insan tiplerinden örnekler vererek , böyle bir kul tipi istemediğini beyan etmektedir. İnsanın yaşadığı hayat içindeki her türlü durumunun imtihan olarak değerlendirilerek , bu imtihanı başarılı olarak geçmek için gayreti sarf etmesi gerektiğini hatırlatan Rabbimiz , imtihanı geçemeyen kullarının başlarına gelenleri ve gelecek olanları hatırlatarak , bizlere nankör bir kul olmaktan sakınmayı tavsiye etmektedir.

[002.155-156] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlar ki, kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman, «Biz Allah içiniz ve biz nihâyet ona döneceğiz,» derler.

Zümer s. 49. ve 52. ayetler arasında , nankör bir insan portresi çizilmekte olup , daha önce yaşamış bu gibi insanların başlarına gelenler gösterilerek , söylediklerinin onlara neye mal olduğu hatırlatılmakta , aynı akıbetin bu yolu izleyen insanların da başlarına geleceği tehdidi yapılmaktadır.

[039.049]  İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra, kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit, «Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir» der. Hayır o, bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.

[039.050] Bunu onlardan öncekiler de söylemişti, ama kazandıkları şeyler onlara fayda vermedi.

[039.051]  Netîcede kazandıklarının fenalıkları başlarına geçti,şunlardan o zulmedenlerin de kazandıklarının fenalıklarına geçecektir onlar da atlatacak değillerdir.

[039.052] Onlar bilmiyorlar mı ki, gerçekten Allah, dilediğine rızkı genişletip-yayar ve (dilediğine) kısar da. Şüphesiz bunda, iman etmekte olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır.

Zümer s. 49. ayetinde zarara uğradığı zaman Allah'a kendisini bu zarardan kurtarması için dua eden , fakat Allah onu bu zarardan kurtardığında, ona karşı nankörlük eden bir insan tipi görmekteyiz. 50. ayette ise , bu sözlerin öncekiler tarafından da söylenmiş olduğu beyan edilerek , öncekilerden hata yapanların başlarına gelenler haber verilerek , sonraki gelenlerden hata yapanların da aynı akıbete uğrayacakları haber verilmektedir. 

"Bu sözleri acaba kim söylemiştir?" diye düşündüğümüz zaman, bu sorunun cevabını Kasas suresinde bulmaktayız.

Bu insanın zarardan kurtulduğu zaman söylediği , 49. ayetteki "İnnema ütiytuhu ala ılmin"  (Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir) sözünün benzeri , Kasas suresinde anlatılan kıssasında , Karun'un ağzından dökülmektedir. 

[028.078]  Dedi ki: «Bu, ancak bende olan ilim sebebiyle bana verilmiştir(İnnema ütiytuhu ala ılmin indi). O bilmedi mi ki, Allah ondan evvelki nesillerden daha kuvvetli ve daha ziyâde cemiyetli kimseleri helâk etmiştir ve mücrimler günahlarından sorulmaz.


Karun, içinde bulunduğu hayatın kendisi için bir imtihan olduğunu ret eden bir hayat tarzı sürmüş , sahip olduğu malın kendisine Allah tarafından verildiğini değil, kendi emek ve bilgisi sayesinde kazandığını iddia etmiş , ve neticede helak edilerek , tüm zamanlarda gelecek mal ve servet sahiplerine , aynı yolu izledikleri takdirde , onların da başlarına gelecek akıbeti gösteren bir kıssanın baş aktörü olarak , tüm zamanlarda anılacak sembol bir isim haline gelmiştir.

"Bundan öncekiler" derken , Karun'un başına gelenler hatırlatılarak , yaşamları Karun gibi olanların , sonlarının da Karun gibi olacağı hatırlatması yapılarak, "Karun gibi olmayın" denilmektedir.

51. ayet , bu gibi insanları "Zalim" olarak nitelemekte , ve bu zalimlerin kazandıklarının karşılıkları olan hazin son dan kurtulamadıkları , başkalarının da aynı yolu izledikleri takdirde onların da hazin son dan asla kurtulamayacakları beyan edilmektedir. 

Yeri gelmişken Zümer s. 51. ayetinin meali üzerinde durmak istiyoruz. Ayetin Arapça metni şu şekildedir ; 

"Fe esabehum seyyiatu ma kesebu vellezine zalemu min heulai seyusibuhum seyyiatü ma kesebu ve ma hum bimucizine"

Bu ayetin bazı meallerde "Bunun için, işledikleri kötülükler başlarına geldi. Bunlar içinde zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına gelecektir. Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar." şeklinde yapılmış olduğunu görmekteyiz.

Ayetin son cümlesi olan "Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar" şeklinde yapılan çevirinin , Arapça metindeki karşılığı "Ve ma hum bimucizine" cümlesidir. Fakat ayetin Arapça metni ile meali karşılaştırdığımızda, konu bütünlüğüne dikkat edilmeyen bir anlam verilmiş olduğunu görmekteyiz. Mealdeki  "Allah" kelimesi, Arapça metinde bulunmamasına rağmen , meal içine konularak , Arapça metin ile meal arasında uygunluk olmayan (yanlış olduğunu iddia etmediğimizi hatırlatmak isteriz)bir anlam verilmiştir.

Bu ayete merhum Elmalılı Hamdi Yazır tarafından verilmiş olan , "Netîcede kazandıklarının fenalıkları başlarına geçti,şunlardan o zulmedenlerin de kazandıklarının fenalıklarına geçecektir onlar da atlatacak değillerdir" şeklindeki mealin, konu bütünlüğüne daha yakın bir anlam olduğunu söyleyebiliriz.

51. ayet , 49. ve 50. ayetlerde, kendisine dokunan zarardan sonra feraha çıkarak nankörleşen "Bu, ancak bende olan ilim sebebiyle bana verilmiştir" sözünü söyleyenlerin, kendilerinden önce aynı sözü söyleyerek, bu yönde amel işleyenlerin düştükleri akıbete düşecekleri beyan edildikten sonra , bu gibi kimselerin başına işlediklerinin sonuçlarının isabet ettiğini haber vermekte , ve ilk muhataplar olan Mekkeli müşriklerin varlıktan şımarmış mütreflerini tehdit etmektedir.

"Min heulai" (Şunlardan) ibaresi , ilk muhataplar olan Mekkeli müşriklere işaret etmektedir. Ellerindeki mal ve çocuklarına güvenerek , Allah'a ve elçisine kafa tutmaya kalkan Karuncukların , önceki atalarının başlarına gelen ile cezalanacaklarını haber vererek , bu cezanın öncekilerin başına nasıl geldi ise , bunlara da uğrayacağı haber verilmektedir. Yani Karun'un başına gelen son , Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasaların işleyişi sonucunda olmasından dolayı , aynı yasalar işleyişini sürdürerek , Mekkeli Karuncuklar için de işleyecektir. 

51. ayetin sonundaki "bimucizine" kelimesi , "Bir şeyden geride arkada olmak , bir nesneyi yapmada eksik gelmek , aciz kalmak , güç yetirememek anlamında olan "Aczün" kelimesinden türemiştir.

Mekkeli müşrikler için söylenen "Seyusibuhum seyyiatu ma kesebu" sözü , kazandıkları kötülüklerin cezasının onlara mutlaka isabet edeceğini beyan etmekte , "Ve ma hum bimucizine" ifadesi ise , bu cezanın onlara isabet etmesinde herhangi bir eksiklik , acizlik , güçsüzlük olmayacağını , değişmez yasanın işleyeceğini beyan etmektedir.

             Sebebin hususi olması , hükmün umumi olmasına engel değildir.

Bu ayetlerin ilk muhatapları Mekkelilerdir. Fakat bu ayetlerin hükmü Mekkeliler ile sınırlı kalmayacaktır. Her insanın başına, yaşadığı hayat içinde bir takım sıkıntılar gelebilir. Sağlığı sıhhati yerinde olan bir kimse sağlığını , işi gücü yerinde olan bir kimse ise, işini gücünü kaybederek muhtaç duruma düşebilir. 

Sıhhatimizi ve işimizi gücümüzü yeniden kazanmak için yaptığımız her türlü sözlü veya fiili amel "Dua" yerine geçecektir. Sıkıntılı zamanlarımızda , bizleri bu sıkıntılardan kurtulmamız için dua ettiğimiz Allah (c.c) ye karşı , bizim sıkıntılarımızı giderdiği andan sonra, eğer tekrar nankörlük yapacak olursak, öncekilerin cezası ile karşılık bulacağımız kaçınılmaz bir gerçektir. 

Hasta bir kimse hastalığından ilaçlar ile gördüğü tedavi sonrasında kurtulur iken , işini gücünü kaybetmiş bir tüccar , işlerinin yeniden açılması ile sıkıntıdan kurtulabilir. İnsanlar sıkıntılardan kurtulduktan sonra sanki hiç sıkıntıya düşmemiş gibi , bir hayat sürdükleri takdirde , imtihanı kaybetmiş olacak ve önceki nankörlerin akıbetine uğrayacaktır.

[017.067]  Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah'tan başka yalvardıklarınız kaybolup gider, fakat O sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insan pek nankördür.
[017.068]  Onun karada da, sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.
[017.069] Yoksa sizi tekrar denize döndürüp, üzerinize ortalığı yıkan bir fırtına gönderip, inkarlarınızdan ötürü sizi suda boğmasından güvende misiniz? O zaman bize soru soracak bir yardımcı da bulamazsınız.

Yukarıda meallerini verdiğimiz İsra suresi ayetleri , nankör insan tipini canlandırmaktadır.İsra s. 69. ayet özellikle , sıkıntı sonrası nankörlüğe dönenlere bir hatırlatma yaparak , "Yaşadığınız hayat içinde her an yeniden sıkıntılar ile karşı karşıya kalabilirsiniz , bir sıkıntıdan kurtulmuş olmanız , sizin tekrar başka bir sıkıntı içine düşmemeniz anlamına gelmez" şeklinde bir mesaj vermektedir. 

Allah işi bozuk tüccar kuluna gökten para yağdırmak sureti ile yardım etmez. O kuluna ticaret hayatının kuralları gereğince yardım ederek o kulunun işlerinin açılması sureti ile sıkıntılarını giderir. Kul eğer Karun misali "Ben sıkıntılarımı işlerimin açılması ile giderdim" dediği anda Karunlaşmış olacak , ve içinde bulunduğu imtihanı kaybetmiş olacaktır. 

Veya hasta bir kul , sağlığına kavuştuğu anda , "Ben X ilaç sayesinde , veya X doktor sayesinde sağlığımı kazandım" dediği anda o da imtihanı kaybederek Karunlaşmış olacaktır. Allah (c.c) kendisi inerek o kulunu elbette tedavi etmeyecek , ona ilaç veya doktorlar ile tedavi imkanı sunarak , iyileşmesini sağlayacaktır.

52. ayetteki , Allah (c.c) nin rızkı dilediğine yayıp , dilediğine kısması , rızk konusunda hiç bir kulun Allah'tan bağımsız olmadığını , mülkün tamamının Allah'ın elinde olduğunu hatırlatmaktadır. Aynı sözleri Karun kıssasının anlatıldığı Kasas s. 82. ayetinde de görmekteyiz.

[028.082] Daha dün onun yerinde olmayı dileyenler: «Demek Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletip bir ölçüye göre veriyor. Eğer Allah bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkarcılar başarıya eremezler» demeye başladılar.

Sonuç olarak ; Kur'an , dünya hayatı içinde sahip olunan imkanların , kişilere Allah tarafından verilmiş olan bir imtihan vesilesi olduğunu bir çok ayetinde hatırlatmaktadır. Aynı Kur'an bu imtihan konusunda yaşanmış örnekler vermek sureti ile örnek ve nankör davranışlar sergileyenleri bizlere anlatarak , hangi tercihte bulunursak , tercihlerimizin karşılığının dünya ve ahirette bizlere verileceğini beyan etmektedir. 

Dara düştüğünde Allah hatırına gelerek ona yalvaran , dardan kurtulduğunda ise onu unuturak nankörlüğe geri dönen tipleri bir çok yerinde örnekler vererek , bizlere "Onlar gibi olmayın" mesajı veren Kur'an , onlar gibi olunduğunda ne gibi durumlarla karşılacağımızı da haber vererek sakınmamızı öğütlemektedir. 

Salih bir kul için asıl olan , elindekinin kendisine Allah tarafından verilmiş bir imtihan vesilesi olduğunu bilen ve nankörlük yapmayan bir hayat sürmesi olup , bu kullar için de ne gibi karşılıklar olduğu yine bir çok yerde haber verilmiştir. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

11 Ocak 2017 Çarşamba

Zümer s. 3. Ayeti : Kendilerini Allah'a Yaklaştırsın Diye Veliler Edinen Müslümanlar

Kur'an'ın Kitap Ehline , Kafirlere , Müşriklere yaptığı, onların yanlışlarına dair hitapların, sadece onlara has olduğu , biz Müslümanları ilgilendiren ayetlerin ise , sadece cennet ve cennet nimetleri ile ilgili ayetler olduğu zannı , bizleri Kur'an mesajının doğru bir şekilde anlamaktan uzaklaştırmaktadır. 

Kur'an mesajının doğru olarak anlaşılması , bazı toplulukların yaptığı yanlışları dile getiren ayetlerin , sadece onlara has olduğu yönünde okunmayıp , dile getirilen yanlışların bizim tarafımızdan işlenip işlenmediği üzerinde tefekkür yapılarak , şayet aynı yanlışlar bizler tarafından işleniyor ise , kendimizi Kur'an'ın istediği biçimde düzeltmeye çalışmak yönünde olduğu takdirde gerçekleşecektir. 

Şirk , Allah (c.c) nin asla bağışlamayacağını vaat ettiği (Nisa s. 48 - 116), ve toplumların helak olmasına sebep olan bir cürüm olarak , Kur'an mesajının temelini teşkil etmektedir. Şirk'in insan hayatında nasıl yer bulduğu , ve bundan nasıl korunulması gerektiğine dair bilgiler, bu kitap içinde önemli bir hacme sahiptir. 

Ancak Müslümanların bir çoğu şirk konulu ayetlerin , sadece Mekkelilere ve helak edilen kavimlere has olduğu zannı ile okuduğu için , bir çok Müslüman şirk batağının içine düşmüş bir halde , durumlarından habersiz , hallerinden memnun, cennette alacağı huri beklentisi içinde hayatlarını geçirmektedirler. 

Bir çok Müslüman Zümer s. 3. ayetini okuduğu zaman , bu ayette bahsedilen şirk durumunun kendileri ile alakası olduğunu dahi düşünmemekte , ilgili ayetin sadece Mekke müşriklerinin içine düştüğü şirk'i anlattığını zannetmektedir. Ne acıdır ki yine bir çok Müslüman olduğunu iddia eden kimsenin hayatında, Zümer s. 3. ayetinin bahsettiği şirk gerçekleşmekte , fakat bu kimseler bu durumu görememeleri bir tarafa , yaşadıkları bu durumu İslam'ın bir gereği zannetmektedirler. 

[039.003]  Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'nun astından olan başka veliler edinenler (şöyle derler:) «Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.» Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında, hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kâfir olan kimseyi hidayete eriştirmez.

Ayeti okuduğumuzda , insanları şirk'e düşüren halin, Allah'a yaklaşmak için taştan veya tahtadan yapılmış bazı nesneler edinmiş olmaları anlaşılmaktadır. İnsanlar bu nesneleri Allah ile aralarında yaklaştırıcı unsur olarak görmekte , bu aracı nesneler olmadan Allah'a yaklaşılamayacağını iddia etmektedirler. Dikkat edilirse bu insanlar Allah'ı kabul etmekte , hatta onun yaratıcı olduğu noktasında herhangi bir sorunları bulunmamaktadır.

[029.061]  Andolsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorsan, mutlaka, «Allah» derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?

[029.063]  And olsun ki onlara: «Gökten su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz, «Allah'tır» derler. De ki: «Övülmek Allah içindir», fakat çoğu bunu akletmezler.

[031.025] Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan, mutlaka «Allah...» derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.

[039.038]  And olsun ki, onlara, «Gökleri ve yeri yaratan kimdir?» diye sorsan: «Allah'tır» derler. De ki: «Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?» De ki: «Allah bana yeter; güvenenler O'na güvenir.»

Dün Mekkeli müşriklere sorulan soruların aynısı, bugün bir Müslümana sorulacak olsa, bu sorulara onun da vereceği cevap, Mekke müşriklerinin verdiği cevaptan farklı olmayacaktır. Bu insanların "Müşrik" vasfını kazanmasına sebep olan nokta, onların putlarına yüklemiş oldukları "Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar" şeklindeki gerekçeleridir.

Mekkeli müşrikler , Allah ile aralarında yaklaşmaya vesile olması için , taştan veya tahtadan yapılmış bir takım putları aracı olarak görmektedirler. Dün Mekkeliler tarafından putlara tapma konusunda dile getirilen gerekçenin aynısı , bugün kendisini Müslüman olarak ifade eden bir kısım insanın dilinde dolaşmakta , aracılar oluşturmak sureti ile gerçekleşen dini bir yaşam onların hayat tarzı haline gelmiştir. 

Dün Mekke veya başka bir yerde taştan tahtadan putlara taparak o putlar ile Allah'a yaklaştıklarını iddia edenlerin yerine geçenler , taştan tahtadan putları terk ederek , etten kemikten meydana gelmiş insanlara , kendilerini Allah'a yaklaştırıcılık görevi yüklemişlerdir.

Dün Mekke'de şirk işleyenler şirklerine, "Biz atalarımızı bu yol üzerinde bulduk" şeklindeki sözlerle gerekçe gösterir iken , bugün kendisini "Müslüman" olarak tanımlayarak şirk işleyenler, Allah'ın kitabını işledikleri şirk'e alet etmekten çekinmeyerek , Mekkelilerden daha aşağılık bir yönteme başvurmaktadırlar. 

Maide s. 35. ayetinde "Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve O'na vesile arayın; O'nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz." şeklinde buyurulmuş olmasını , Allah ile aralarında aracı kılınması gerektiğine dair bir emir olarak algılamakta ve bu emri yerine getirmek için !! aracılar kılınması gerektiği yorumlarını yapmaktadırlar. 

"Ruhul Beyan" adlı tefsirde ilgili ayetin tefsirinin nasıl yapıldığını gördüğümüzde içinde bulunduğumuz korkunç durum daha net anlaşılacaktır ; 

"Bil ki, ayeti kerime, açıkça vesileye yapışmayı emretmektedir, öyleyse vesile gereklidir. Çünkü Allah’u Teala’ya vuslat bir vesile ve bir vasıta ile olmaktadır. Bunun için en güzel vesile ve vuslat yolu da, hakikat alimleri ve tarikat şeyhleridir. İnsanın kendi başına amel etmesi, benlik ve varlık duygusunu artırabilir. Fakat peygamber ve velilerin tarif, mürşidin işareti ve nezareti (gözetimi) ile yapılan amelde, benlik duygusu bulunmaz. Böyle bir amel, talibi, Rabbul Âlemine ulaştırır. Ehl-i Hayrın ve Salihlerin sohbetinde büyük bir şeref ve saadet vardır. "


Özellikle tasavvuf kesiminin yaşadığı ve adına "İslam" dediği din, aracılık esası üzerine tesis edilmiş bir inanç olup , bu inanç maalesef Allah'ın ayetleri hevaya uygun olarak yorumlanmak ve tahrif edilmek sureti ile, İslam coğrafyası üzerinde yaşayan Müslümanlar arasında yaygınlaştırılmıştır.


"Direk Allah'a bağlanıyorum diyen Şeytan'a bağlanır"

Yukarıdaki şahsın ağzından çıkan sözler , İslam adına Allah'a atılan iftiraları özetlemektedir. 

[002.186]  Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince, kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma olumlu karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.

Kullarına "Ben size yakınım" buyuran Rabbimizin bu beyanına karşı , bazı kullar tarafından zımnen "Hayır sen bize uzaksın araya aracılar koyarsak onlar bizi sana yaklaştıracaktır" şeklinde bir itiraz getirilmekte, ve en büyük cürüm olan şirk , Müslüman hayatı içinde bu şekilde kendisine yer bulmaktadır.

Veli kavramı da bu noktada dejenerayona uğratılarak , Allah ile araya konulan , ölmüş veya diri olan bir takım Şeyh , Gavs , Kutup v.s lakaplı kimselere verilmektedir. Halbuki Allah (c.c) kendisi ile arasına konulan ne olursa olsun onu "Şirk" olarak nitelemektedir. 

Dün Mekke müşriklerinde veya helak edilen kavimlerde ortaya çıkan şirk'in bir benzeri, sadece aktör farkılığı ile , bugün bir kısım Müslümanın hayatında yer bulmaktadır. Mekke'de yaşayan müşrikler, Allah (c.c) ile aralarına taştan veya tahtadan yapılmış putları koyarak , Allah'a onlar ile yaklaşacaklarına inanırlar iken , bugün bir kısım Müslümanlık iddiasında bulunan kimseler ise, etten kemikten oluşan insanlara bu misyonu yükleyerek böylece Allah'a yaklaşacaklarına inanmaktadırlar.

Mekkeli müşriklerin ve Müslüman olma  iddiasında olan her iki topluluğun ortak gerekçeleri, " Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar" şeklindedir. Dün Mekke'de yaşayan insanlar, Allah'ın dinini ret ederek bu putlara kulluk etmekte iken , bugün Allah'ın dinini kabul eden insanların aynı şirk amelini işlemeleri akıl alacak iş değildir.

Müslüman olmak iddiasında olan , ve kendisini Allah'a yaklaştırdığını düşünerek , bir takım insanları aracı olarak görenlerin önlerindeki en büyük engel , dinlerini iman ettiklerini söyledikleri kitap yerine, başka kişi ve kitaplardan öğrenme yoluna gitmeleridir. Bu kimseler maalesef aracılık kurumu ile işleyen bir dinin gereğine öyle inanmışlardır ki , böyle bir aracılık sisteminin şirk olduğunu uyaranlara karşı hasmane tavırlar takınarak, onları sapıklıkla suçlamaktadırlar.

Bu kimseleri , kendileri ile Allah arasında yakınlaştırıcı olduğunu düşündükleri insanlar hakkında uydurulan keramet ve insanüstülük yalanları onları öyle bir hale sokmuştur ki , Kur'an ayetleri bile onları yollarından döndürmeye yetmemektedir. Dindar olmayı kılık kıyafete indirgeyen bu kimseler , sakal , sarık , cüppe , şalvar ve yeşil örtüye bürünerek anlatılan hurafelerle bezenmiş yalanları Allah'ın dini zannederek , gelen itirazlara ise "Siz onlardan daha iyimi biliyorsunuz?" şeklinde cevap vermektedirler. 

Şirk'i ortadan kaldırmak için indirilmiş bir dinin müntesipleri olarak şirk batağına batmak ve içinde bulunduğu durumdan rahatsız dahi olmadan bunu dinin bir gereği olduğunu sanmak , dünya hayatlarını bu şekilde geçirenler için , hesap gününde büyük bir pişmanlık sebebi olacaktır.  

Sonuç olarak ; Şirk , hesap gününde af edilmeyecek tek cürüm olması nedeniyle , özellikle bundan Müslümanların sakınması gerekmektedir. Şirk maalesef , Muhammed (a.s) ın Mekke fethinde Kabe içindeki putları kırması ile sona ermemiş , tasavvuf ekolünün Müslümanlar içinde hayat bulması ile yeniden hortlamıştır. 

İşin daha kötüsü , bir çok Müslümanın şirk içinde bir hayat sürmesine karşın , bu durumdan haberdar dahi olmamasıdır. İçinde bulundukları durumu kendilerine hatırlatanlara karşı , onları sapıklıkla suçlayarak , kendilerini en hakiki Müslüman olarak görmeleri içler acısı bir durum olup, yaşanan hayat içinde bu yanlışın fark edilmeyerek , şirk inancına sahip olarak can verildiği takdirde , dünyada iken hayal edilen huriler yerine, zebanilerle birlikte ebedi bir hayat sürülmesi içten değildir.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

9 Ocak 2017 Pazartesi

Mustafa İslamoğlu'nun Maide s. 33. Ayeti Hakkında Söylediği Sözler Üzerine Bir Mütalaa

23-12-2016 tarihinde Hilal tv ekranlarında yayınlanan "Vahiy ve Hayat" programında, sayın Mustafa İslamoğlu hocanın, terör ve şiddet konusunda yaptığı konuşma içinde geçen ,Maide s. 33. ayeti hakkında söylediklerini, kendi ifadesi ile, yıllarını bu yola harcayan bir kimsenin ağzından dökülmemesi gereken sözler olarak düşündüğümüzden dolayı , onun ağzından çıkan bu sözler ile ilgili olarak bazı eleştirilerimiz olacaktır. 





Sayın hocanın konu ile alakalı olarak söylediği sözler, izlemek isteyenler için programın 2 saat 3. dakikasından itibaren başlamaktadır. 

Sayın hocanın Maide s. 33. ayetine verdiği meal hakkında daha önceden bir değerlendirme yapmaya çalıştığımız için , bu değerlendirmeyi burada tekrar etmeye gerek duymuyoruz.Sayın hocanın bu ayete yaptığı çeviri hakkındaki düşüncelerimiz, okumak isteyenler için aşağıdaki verdiğimiz linkte mevcuttur.

https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2014/01/maide-s-33-ayetine-esedislamoglu-ve.html

Sayın hoca Maide s. 33. ayeti ile ilgili sözlerine başlamadan önce , şiddetin sınırının meşru müdafaa olduğunu söyleyerek, sözü Muhammed (a.s) ın işkence emri vererek insan öldürttüğü iddiasının dayanağı olduğu söylenen Maide s. 33. ayetine getirmektedir. Muhammed (a.s) ın işkence emri verdiğini "İftira" olarak niteleyen sayın hocanın bu tesbitine katılmamak mümkün değildir. Ancak "İftira" olarak yaptığı tesbitin Maide s. 33. ayeti ile ilgili kısmına katılmak ta mümkün değildir.

Maide s. 33. ayeti ile ilgili kendisinin yapmış olduğu ve bizim yanlış olduğunu düşündüğümüz şekilde anlamını okuduktan sonra sayın hoca , ayetin inşa cümlesi değil haber cümlesi olduğunu , Kur'an'ın el ve ayakların çaprazlama kesilmesini emretmediğini , Peygamberimizin bu cezayı uygulamamış olmasından yola çıkarak iddia etmektedir. 

Dahası bu cezanın , Taha s. 71 , Şuara s. 49 ve Araf s. 124. ayetlerinde Firavun tarafından, iman eden sihirbazlara uygulanmış olduğundan yola çıkarak , Kur'an'ın bu cezayı Firavun cezası olarak gördüğünü söylemekte , Firavun tarafından uygulanan ceza sisteminin, Allah (c.c) tarafından peygambere emredilemeyeceğini ve bunun Allah'a atılmış bir iftira olduğunu söylemektedir.

Sayın hoca şayet , Maide s. 33. ayeti hakkında söylediklerini "Ben bu ayetin anlamının böyle düşünüyorum" şeklinde bir ifade kullanarak söylemiş olsaydı , yine bu görüşüne katılmamakla birlikte , en azından kendi düşüncesidir diyerek ses çıkarmayabilirdik. 

Ancak sayın hocanın , Maide s. 33. ayetinin bazı guruplar tarafından isitismar edilerek , Muhammed (a.s) ın işkence uygulamış olduğuna dair uydurma rivayetlerin delili olarak görmelerine , ve marjinal İslami gurupların bu ayete sarılarak insanlara işkence yapmalarının yanlış olduğuna dair düşünceyi, ayete yanlış anlam vermek sureti ile dile getirmesi yanlış bir tutumdur.

Dikkat edilirse sayın hoca konuşmasında sadece Maide s. 33. ayetini okumak sureti ile görüşlerini dillendirmiş , aynı konu ile alakalı olan 34. ayete hiç değinmemiştir. Şayet bu ayete de değinecek olsaydı , dile getirdiği görüşlerin ve ayete verdiği anlamın yanlış olduğu kolayca ortaya çıkacaktı.

[005.034] Ancak, sizin onlara güç yetirmenizden önce tevbe edenler başka. Biliniz ki, şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

Ayete dikkat edersek , bir önceki ayet ile bağlantılı olup , 33. ayete verilen anlamın 34. ayet ile uyuşması gerekmektedir. 

Şimdi bir an için , Maide s. 33. ayetinin anlamının sayın hocanın iddia ettiği gibi , Allah (c.c) nin emretmediği bir ceza olduğunu , bu cezanın Firavun tarafından uygulanan bir ceza olduğunun haber verildiğini düşünerek , 34. ayeti okumaya çalışalım. 

34. ayette , 33. ayette önerilen cezaların uygulanmasına engel olan istisnai bir durumdan bahsedilmiş olduğu noktasında herhangi bir ihtilaf yoktur. Bu cezanın uygulanmasına istisna getiren durum, suç işleyenlerin artık tevbe ederek bir daha böyle bir suçu işlememek sureti ile normal bir hayata geçmiş olmalarıdır. Ancak bu istisna suçu işleyerek yakalandıklarında "Şimdi tevbe ettim" diyenler için geçerli değildir.

Ayet içindeki "Min gablu en takdire aleyhim" (Sizin onlara güç yetirmenizden önce) cümlesindeki "Takdire" kelimesinin muhatap zamiri olmasına dikkat edilmelidir. Ayet, karşıdaki muhataba yani ilk muhataplar bazında olaya baktığımızda Muhammed (a.s) a ve ashabına hitap etmektedir.

Eğer Maide s. 33. ayeti Firavun tarafından uygulanan bir cezayı haber vermiş olsaydı , 34. ayette neden Müslümanlara hitaben "SİZİN ONLARA GÜÇ YETİRMENİZDEN ÖNCE" şeklinde bir ceza uygulaması istisnası getirilsin? . Çünkü bu cümle 33. ayet içinde önerilen cezalar hakkında Muhammed (a.s) ve ashabına hitaben , onların cezayı uygulamayacağı durumu beyan etmektedir.

Bu sorunun cevabı sayın hoca tarafından acaba ne şekilde verilebilir ?. 

Sayın hoca , bu konuda sözler sarf ederken kendi düşüncesini mutlaklaştıran bir üslup ile konuşmakla en baştan hatalı bir davranışta bulunmuştur. Hele hele bu ayetin el ve ayakların çaprazlama kesilmesini emrettiğini düşünmenin "İftira" olduğunu iddia etmesi, yenilir yutulur bir hata değildir.

Yapmış olduğu ayet çevirisi , indi kabullerinin bir sonucu olup , bu kabulünü Allah'a mal etmekle , konuşmasında değindiği gibi Allah adına konuşmaya kalkmıştır ve böyle bir yetkiye hiç kimse sahip değildir. Allah'ın ayetleri bazı art niyetli kimselerin elinde istismar ediliyor diye "Aslında o ayet öyle değil böyle" diyerek , ayetleri bağlamından kopuk bir anlam vermeye kalkmak, ilim ehli olan kimselere yakışan bir davranış değildir.

Şuna inanıyoruz ki , sayın hoca eğer Maide s. 33. ayetini ön yargılarını bir kenara bırakarak , 34. ayet ile birlikte düşünecek ve ona göre bir anlam vermeye kalkacak olduğunda , Maide s. 33. ayetine verdiği anlamın yanlış olduğunu rahatlıkla görecektir. Müslümanların bazı kimselerin gözündeki kötü imajını silmek için kimsenin Allah'ın ayetleri üzerinde oynayarak onları güzel göstermeye hakkı yoktur. 

Cezalarda asıl olan unsurun , caydırıcılık olması gerektiği unutulmamalıdır. Bir suça verilecek olan ceza , o suçun işlenmesine teşvik etmeye değil , başkaları tarafından işlenmemesi için caydırıcılık teşkil etmesi gerekmektedir. Maide s. 38. ayetine baktığımızda , hırsızlık için öngörülen cezanın "Nekalen" (ibretlik) olması şeklinde bir ifade içermesi , işlenen suçlar hakkında verilen cezaların nasıl olmasını da bizlere öğretmektedir. 

Maide s. 33. ayetinde verilmesi istenen cezalara bu açıdan bakılmasının, daha sağlıklı bir netice doğrucağını düşünmekteyiz.

El ve ayakların çaprazlama kesilme cezasının Firavun tarafından uygulanmış olması , bu cezayı Allah (c.c) nin de öneremeyeceği veya önermemesi gerektiği anlamına gelmez. Firavun'un bu cezayı kendisinden önceki nesillerden beri süregelen bir ceza, ve bu cezanın Allah (c.c) tarafından, Firavun'dan önceki zamanlarda yaşamış olan elçilere de vahyetmediği , Firavun'un bu ceza sistemini bu yolla oradan öğrenmediği konusunda hangimizin bilgisi vardır?.

El ve ayakların çaprazlama kesilmesi cezasının , Firavun tarafından uygulanmış bir ceza olduğu dikkate alınarak Allah (c.c) tarafından böyle bir ceza önermesinin yapıldığını düşünmenin, Allah'a iftira olarak düşünülmesi , aynı iftiranın bu ceza hakkındaki düşüncelerinden dolayı sayın hoca tarafından yapılmış olabileceğini de beraberinde getirecektir. 

Sayın hocanın iftira olarak nitelediği Maide s. 33. ayetinin yanlış anlaşılmak sureti ile , el ve ayakların çaprazlama kesilmesini emretmiş olması , şayet bu ayet sayın hocanın iddia ettiğinin tersine  bir anlam taşıyor ise , aynı iftirayı "Allah böyle bir ceza emretmiyor" demek sureti ile kendisinin atmış olması söz konusudur. 

Sayın hocanın düşmanlarının eline verdiği bir koz olduğunu düşündüğümüz Maide s. 33. ayeti ile ilgili düşüncelerini yeniden gözden geçirmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Söylemediği veya öyle söylemek istemediği sözleri üzerinden kendisine atılan iftiralar konusunda rahatsız olduğunu her fırsatta dile getiren sayın hoca , düşmanlarının eline bu tür yanlış çeviriler yaparak , kimse tarafından savunulamayacak malzemeler vermemesi gerekmektedir.

Sayın hoca halka açık olarak yapmış olduğu konuşmalarda Kur'an'ı anlama yöntemi ile ilgili olarak kullandığı ifadelerinin, izleyicileri tarafından dinlenerek o ifadelerin dinleyiciler tarafından örnek alındığını unutmamalıdır. Bu nedenle Kur'an hakkında söylediklerinin kendi anladığı olduğunu ifade etmesi , onu dinleyenler tarafından da örnek alınacaktır. Yaptığı konuşmada kendisinin bile yanlış yapacağını ifade etmiş olmasının dikkatimizden kaçmadığını söylemekle birlikte , Maide s. 33. ayeti hakkında ettiği sözler , önceki sözleri ile çelişki arz etmektedir. 

Maide s. 33. ayeti ile ilgili ettiği sözler, şayet daha dikkatli seçilmiş olsaydı , kendisininde bu konuda yanlış yapma ihtimalinin olduğunu ifade eden sözlere yer veren cümlelerle , bazı kesimlerin ağzına sakız verilmemiş olacak ve bu konuşması üzerinden düşmanlık yürütülmesine vesile olmayacaktı.

Bu konuda bizlere düşen görev , araştırmacı olmak , hiç kimse için " O dediyse doğrudur" şeklinde bir ön kabule sahip olmamak , yanlış olduğunu düşündüğümüz sözleri için kimsenin hatırına susmamak olmalıdır. Böyle bir yapıya sahip olan toplulukların başındaki kişiler , söyledikleri konusunda daha dikkatli, ve kendi yanlışlarını düzeltme noktasında daha gayretli olacaklardır. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.