İLE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İLE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Kasım 2016 Salı

Haram Kavramı ve Din'de Haram Belirlemenin İlahlık İle Alakası

"Haram" ve "İlah" kavramları, Kur'an'ın odak kavramlarından olup , birbiri ile iç içelik arz etmektedir. İnsanların ahiret hayatındaki durumlarını etkileyen konularda yasaklar ve kurallar koymak , ilah olmanın gereği olup , bu yetki sadece Allah c.c den başkasına ait değildir. İslam düşüncesinde aşırı peygamber algısının getirdiği en yanlış sonuçlarından birisi , Muhammed a.s aynı Allah c.c gibi din'de helal haram koyma yetkisinin olduğu inancıdır. 

Muhammed a.s ın din'de helal haram koyma yetkisine sahip olduğu inancı, öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki , bu inanca itiraz edenler "Kafir-Müşrik - Peygamber düşmanı-Hadis Sünnet inkarcısı" gibi yaftalar ile suçlanarak din'den aforoz edilmektedir. Halbuki bu inanç, ilahlık yetkisini Allah c.c dışında birisine vermek anlamına gelmekte olup , bu inanca sahip olanları, yukarıda sıralanan yaftaların tümüne layık bir hale getirmektedir. 

Yazımızda , haram koymanın şartlarını ve koyulan haramların insan hayatındaki yerini ve Muhammed a.s a böyle bir bir yetki verilmesinin itikadi boyutunu ele almaya çalışacağız.

Haram kelimesi ; "Men edilmiş , yasaklanmış" anlamındadır. Bu yasaklanma ya ilahi , ya da beşeri kaynaklı olabilir. Istılahi anlamda haram , "Allah c.c tarafından Kur'an'da yapılmamasını emrettiği söz ve fiiller" olarak tanımlanmaktadır. 

Yasaklamanın yani haramlığın ilahi veya beşeri kaynaklı olması önemli, ve birbirinden ayrılması gerekli olan bir noktadır. Bu ayrım yapılmadığından dolayıdır ki , Allah c.c nin ilah olarak koyduğu yasaklar ile , Muhammed as ın beşer olarak koyduğu yasaklar birbirine karıştırılarak İslam düşüncesinde şirk'e düşmenin kapılarından birisi bu yanlışlık sayesinde açılmıştır.

Haramlığın ilahi kaynaklı yani Allah c.c tarafından, kitabında belirtilmiş olması , belirtilen yasakların çiğnendiği zaman, "Günah" denilen fiilin işlenmiş olması ve bu günahın tevbe edilmediği takdirde , ahiret hayatında cezalandırılması söz konusudur. 

Haramlığın beşeri kaynaklı olması , yasaklanan fiilin dünyevi bir zarara istinaden konulmuş olması ile ilgilidir, örneğin ; Kırmızı ışıkta geçmek trafik kurallarına göre yasak yani haramdır. Bu kural çiğnendiği takdirde , çiğneyen kişiye uhrevi bir ceza tahakkuk etmez. Tahakkuk eden ceza dünyevidir, yani kırmızı ışıkta geçen kişi dünyevi cezayı gerektiren bir hata yapmıştır. Şeker hastası olan bir kişinin şekerli gıdalar yemesi yasak, yani haramdır. Bu kişi şekerli gıdaları yediği takdirde , yaptığı bu hata onun sağlını bozacak , fakat uhrevi anlamda ona herhangi bir ceza getirmeyecektir.

İnsan, fıtri olarak birlikte yaşama ihtiyacı duyan bir varlıktır. Birlikte yaşamaya duyulan bu ihtiyaç , bir takım kuralların belirlenmesi , ve herkesin bu kurallara uymasını da beraberinde getirmiştir. İnsanlar tarafından ihdas edilmiş olan yaşam kurallarına uymamanın karşılığı ise , bu kurallara uymayanlara gerekli olan cezanın verilmesi ile sonuçlanmaktadır.  

Muhammed a.s ın yaşamış olduğu hayatın Medine şehri içinde  geçen bölümü , onun Nebi Resul olmasına ek olarak, o şehirde yaşayan Müslümanların başı olması nedeniyle, günümüzdeki karşılığı  "Devlet Başkanı"  ve "Ordu Komutanı" olan ünvanlara da sahip olmasını beraberinde getirmiştir.

Onun bu ünvanlara sahip olarak vermiş olduğu bazı emirler , kendisine vahyedilen emirler değil , o zaman ve mekanın şartlarının getirdiği askeri , ekonomik ve sosyal gerekler neticesinde vermiş olduğu yöresel ve tarihsel olarak ifade edebileceğimiz emirlerdir. Devlet başkanı veya ordu komutanı olarak vermiş olduğu bazı emirlerin evrensellik taşıyan ,yani aynı emirlerin bizim için geçerli olması, ve bizi de bağlayıcı bir mahiyeti bulunmamaktadır.

Örneğin ; Hayber fethi sırasında, merkeplerin taşıma işinde kullanılması nedeniyle , sahabe tarafından kesilerek yenilen bu merkeplerin yenilmesini yasaklamış olduğuna, ehli eşeklerin yenilmesini haram kıldığına dair rivayetler bulunmaktadır. Aynı şekilde altın ve ipeğin erkekler tarafından kullanılmasına yasak getiren,yani haramlılık getiren rivayetler de bulunmaktadır. Muhammed a.s ın yaptığı rivayet edilen bu gibi uygulamaların , kıyamete kadar geçerli olan uygulamalar olarak görülmesi , İslam düşüncesi içinde çok büyük bir soruna yol açmıştır. 

Muhammed a.s ın vefatından sonra ortaya çıkan farklı düşünceler , onun konumunun olduğundan farklı ve yanlış bir zemine kaydırılmasını beraberinde getirmiştir. Yegane ilah olan Allah c.c nin elçisi olması bir tarafa bırakılarak , onun din'de ortağı olan bir peygamber portresi oluşturulmuş , Allah c.c ile aynı konumda olduğuna inanılan bir peygamber ortaya çıkarılmıştır. Helal haram kılma yetkisinde Allah c.c ile aynı yetkiye sahip olduğu düşüncesinin temelinde, aşırı yüceltmeci peygamber algısı olup , bu algı onu Hristiyanlar tarafından İsa a.s için uygun görülen konumun benzeri duruma getirilmesini sağlamıştır.

Muhammed a.s ın devlet başkanı veya ordu komutanı sıfatı ile yaptığı bu yasaklamalar yani haram kılmalar , bu kelimenin beşeri anlamdaki karşılığı ile anlaşılması gerekmesine rağmen , ehli eşek eti , altın , ipek , yırtıcı kuşların etlerinin yenilmesi v.s gibi zaman ve zemin şartlarının gerektirdiği yöre ve zamansal şartlar gereği yapılan yasaklamaların, evrensel anlamda yasaklamalar olduğu düşüncesi ortaya atılarak , devlet başkanı veya ordu komutanı sıfatı ile yaptığı bazı tasarrufların beşeri anlamda değil , ilahi anlamda bir yasaklama olduğu düşüncesi oturtulmuştur. 

İşte burada büyük bir sorun ortaya çıkmaktadır. Şirk'i ortadan kaldırarak, tevhit akidesini tebliğ etmek için gönderilmiş bir elçinin kendisi , vefatından sonra şirk'e alet edilerek ,onu sevmek adına ortaya atılan düşünce , aşırı yüceltmeci peygamber anlayışına dönüşerek onun öldürülmesine sebep olmuştur. 

Allah c.c , insanların ilahı ve rabbi olması nedeniyle onlar üzerinde tasarruf etme hakkına sahip olan yegane varlıktır. Bu hakkı kendisinden başka kimseye vermemiş , vermenin ise "Şirk" olduğunu beyan etmiştir. 

Şirk ve Müşrik kavramlarının anlamını Kur'an çerçevesinde okuduğumuzda şirk kavramına , Allah c.c dışında helal haram koymanın girdiğini , müşrik kavramına ise onu dışında konulan helal ve haramlara uymanın girdiğini görebiliriz. Hükmüne kimseyi ortak etmeyen Allah c.c , bu duruma bir istisna getirerek "Muhammed kulum hariç o ortak olabilir" dememiştir.

Din'de bir şeyin "Haram" olarak bilinmesinin vaz edicisi sadece Allah c.c olup , onun elçisi Muhammed a.s ın görevi ise sadece, Allah c.c nin bize olan emirleri tebliğ etmek , ve kendisi de beşer bir elçi olarak o emirler ile yükümlü olmasından dolayı, o emirleri kendi hayatında yaşamaktır. Allah c.c nin din konusunda eksik bırakıp ta o eksiğin kulu ve elçisi olan Muhammed a.s tarafından giderileceği gibi herhangi bir emir de bulunmamaktadır.

Muhammed a.s a Allah c.c tarafından verilmiş olan "Nebi Resul" olma görevinin içinde onun helal haram tayin etme yetkisi de olduğuna dair ortaya atılan iddia , oluşturulmuş olan ön yargı ile bazı ayetlerin yorumlanması ile varılan sonuçlardır. Onun helal haram kılma yetkisi olduğuna dair delil olarak sunulan ayetleri, daha önceki yazılarımızda ele aldığımız için burada bu ayetleri ele almak yerine , yapılan yanlışın kişinin itikadında açtığı derin yaraya dikkat çekmek istiyoruz.

Muhammed a.s ın din'de aynı Allah c.c gibi helal haram belirme yetkisi olduğunu iddia etmek demek , Muhammed a.s ın aynı Allah c.c gibi olduğunu iddia etmek anlamına gelmektedir. Din adına tek yetki sahibi olan Allah c.c nin yanına Muhammed a.s ı oturtarak onu da din'de Allah c.c ile ortak duruma getirmek , şirk'in ta kendisidir. 

Amacımız kimseyi müşrik olarak suçlamaya yönelik değil , yapılan hatanın boyutunu ortaya koymaktır. Bu hatayı yapanların önemli bir kesimi, tevhit akidesine sıkı sıkıya bağlı olduklarını iddia eden , özellikle tasavvuf merkezli din algısı içindeki şirk düşüncesine şiddetli bir biçimde savaş açarak, bu düşüncedeki insanları kafir ve müşrik olarak niteleyen kişiler olup , kendileri maalesef içine düşmüş oldukları şirk düşüncesinden habersiz olarak , Muhammed a.s ın haram helal koyma yetkisi olmadığını iddia edenleri dahi "kafir" ve "müşrik" olarak itham edebilmektedirler.

Bu konuda takip edilmesi gerekli olan düşünce yöntemi öncelikle "İlah" kavramının ifade ettiği anlamın ne olduğu , Allah c.c nin ilah olarak görev ve yetkilerini "Kul" statüsüne sahip olan birisi ile paylaşıp paylaşmayacağının iyice öğrenilmesi olmalıdır. Bundan sonraki aşamada , elçi olarak seçmiş olduğu kimseler ile yetki paylaşımı yapıp yapmadığını öğrenmek olmalıdır. 

Özellikle İsa a.s ile ilgili ayetlerin nirengi noktası , onu ilah olarak görenlerin yaptıkları yanlışların itikadi anlamdaki yanlışlıklarıdır. İsa a.s a vermediği ilahlığı , Muhammed a.s a vermiş olabileceğini düşünerek onun din'de helal haram tayin etmesine izin verdiğini iddia etmek , Kur'an'dan onay alan bir düşünce değildir. 

Bu konuda yapılan yanlış , Muhammed a.s ı Kur'an'dan değil , onun dışındaki kitap ve kişilerin verdiği bilgilerden tanımaya çalışmaktır. Kur'an'ın tanıttığı peygamber gaybı bilmeyen , beşer , melek olmayan bizlerden farkı sadece onun seçilmiş birisi olarak vahyedilmiş olmasıdır. Kur'an dışı kaynakların tanıttığı peygamber ise , İsa a.s ile yarıştırılan , Allah c.c ile aynı hak ve yetkilere sahip bir kimsedir.

Biz Müslümanların dünyada işlenen her türlü zulüm ve haksızlığa karşı çıkabilmesi için , öncelikle düşünsel anlamda taşların yerine oturması gerekmektedir. Din konusunda doğru ve sahih bilgi sahibi olmayanların , başkalarına örnek olması beklenemez. 

İnsanlığın düştüğü bunalımdan kurtuluşu sadece Allah c.c nin ilah olarak bilindiği ve o doğrultuda bir yaşamın sürülmesi ile gerçekleşecek olmasına rağmen , bu kurtuluşa önderlik yapması gereken bizlerin elçi olarak gönderilmiş olan bir kimseyi ilah olarak tanımaya yönelik düşünceleri içinde olmamız , ve böyle bir düşüncenin şirk olduğunu dahi bilmiyor olmamız , öncelikle kendi içimizde düşünce anlamında yeniden yapılanmanın gereğini göstermektedir.

 Müslümanlar olarak hala bu gibi itikadi konuları aşamamış olarak Muhammed a.s ın konumunu tartışıyor olmak , utanç verici bir durumdur. Halbuki bu gibi konuların Kur'an'ın beyanı çerçevesinde oluşturulmuş inanç çerçevesinde öğrenilmesi ve bilinmesi ve ihtilaf olmaktan çıkmış olması gerekmektedir. 

Yazımızın sınırının , Muhammed a.s a haram helal yetkisi vermenin yanlışlığı etrafında olduğunu hatırlatmak isteriz. İslam düşüncesinde bir kul için açılan din'de haram helal belirleme düşüncesinin başka insanlara da verilmiş olduğu bilinmektedir. Din alimi sıfatına sahip olan bazı kimseler , din konusunda insanlar üzerinde haram helal sınırı belirleyerek , ilahlığa soyunmuş olması asla kabul edilemez. 

Sonuç olarak : İlah olmanın gereği insanlar üzerinde tasarruf etmek hakkına sahip olmak anlamına gelmektedir. Allah c.c bu hakka sahip olan yegane varlık olması nedeniyle , bu hakkın başkalarına devredilmesini "Şirk" olarak nitelendirmektedir.
Bütün elçilerin gönderiliş amacı , bu yetkinin başkalarına verilmesinin yanlış ve ebedi cehennem ile cezalandırılacağını haber vermek olup , son elçi olan Muhammed a.s da bu haber ile gönderilmiştir. Ancak sonradan ortaya atılan yanlış bilgiler, Muhammed a.s ın din'de insanlar üzerinde tasarruf etme yetkisine sahip olan bir kimse algısının oluşmasına sebep olmuştur. 

Şirk ile savaşmak için gönderilen bir elçinin , din'de haram helal belirleme yetkisi olduğu inancı ortaya atılarak şirk unsuru haline getirilmiş olması ona karşı yapılmış en büyük zulümdür. Dahası , onun dinde haram helal koyma yetkisi olduğunu düşünmenin kişiyi şirk'in içine sokması söz konusu iken , bu düşünceyi ret edenlerin kafir , müşrik gibi yaftalarla anılması daha büyük zulümdür. 

Dikkat çekmek istediğimiz nokta ,şirk kavramının dahil olduğu anlamdan Muhammed a.s istisna tutularak , Allah c.c ile yetki paylaşarak din'de ortaklığı olması asla mümkün değildir. Böyle bir düşünce içinde olmanın da şirk bataklığına düşmek olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Muhammed a.s ın din'de helal haram koyma yetkisi olduğunu düşünerek , kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir edenlerin , eğer illaki birileri tekfir edilmesi gerekirse bu tekfiri hak edenlerin kendileri olduğunu bilmelidirler.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR. 

18 Ekim 2016 Salı

Maide s. 78-81. Ayetleri : İsrailoğullarının Davud ve İsa a.s Dili İle Lanetlenmeleri

Kur'anda İsrailoğulları ile ilgili bazı ayetlerde, onların lanetlendiğinden bahsedilmektedir. İsrailoğullarının başına gelen lanetlenmenin, sadece onlara has bir durum olarak okunmaması gerektiğine dair düşüncelerimizi, bu konudaki bazı ayetler ile ilgili çalışmalarımızda hatırlatmaya çalıştığımız, yazılarımızı takip edenlerin malumudur. 

Lanete uğramanın belirli kıstasları olduğunu , bu kıstaslara uyan her kişi ve topluluğun, hangi zaman diliminde yaşasın , adı ne olursa olsun lanete uğrayacağını , yani lanete uğramanın, sadece belirli bir kavme has olmadığını, evrensel yasaların bir gereği olduğunu, onların uğradığı lanetin, lanetlenmeye sebep olacak fiilleri yerine getirmiş olmaları nedeniyle başlarına geldiğini hatırlatarak  , ayetlerde sıralanan bu kıstasları hayat içinde yerine getiren kişi ve toplumların adı ne olursa olsun, aynı akıbete düçar olacakları yönünde fikir beyan etmeye çalışmıştık. 

Yazımıza konu edeceğimiz Maide s. 78. ve 81. ayetleri arasında , İsrailoğullarının lanete uğradıkları ve bu lanetin sebepleri sıralanmaktadır. Sıralanan bu sebeplerin , biz Müslümanların hayatlarında nasıl yer bulduğuna dikkat çekerek , ayetlerin bize dönük neler söylemiş olabileceği yönünde düşünce beyan etmeye çalışacağız.

[005.078] İsrailoğullarından kâfir olanlar, Dâvud'un da, Meryem'in oğlu İsâ'nın da lisanıyla lânet olunmuşlardır. Bu da onların isyan etmeleri ve haddi tecavüz etmeleri sebebiyledir.
[005.079]  Yapmakta oldukları münker (çirkin iş) lerden birbirlerini sakındırmıyorlardı. Yapmakta oldukları şey ne kötü idi!.
[005.080]  Görürsün ki; onlardan çoğu, küfredenleri veli edinmektedirler. Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü, ne kötüdür. Allah onlara gazab etmiştir ve azabta ebedi kalıcıdırlar.
[005.081] Eğer Allah'a, nebiye ve ona indirilene iman etselerdi, onları veliler edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fasık olanlardır.

Bu ayetler, Davud ve İsa a.s ların yaşadıkları zaman içindeki İsrailoğullarının yaptıklarından bahsetmektedir. Davud ve İsa a.s lar elçi olmaları nedeniyle , kavimlerine Allah c.c nin mesajlarını iletmişler ve onlar bu mesajları hayatlarına geçirmedikleri için yanlış yapmışlar , yapmış oldukları bu yanlış ise , onların Allah c.c tarafından lanete uğramaları ile sonuçlanmıştır. 

Davud ve İsa a.s ların dili ile lanete uğramaları , onların elçi olmaları nedeniyle , kavimlerinin yapmış oldukları bu yanlışların Allah c.c katında lanete uğrama vesilesi olduğunu kavimlerine tebliğ etmiş olmaları anlamındadır. Neticede İsrailoğulları Allah c.c tarafından lanete uğramışlardır. 

İsrailoğullarının Allah c.c tarafından lanet olunmalarına sebep olan fiilleri ne idi ?. 
1- İsyan etmeleri.
2- Haddi aşmaları.
3- Münkerden sakındırmamaları. 
4- Kafirleri veli edinmeleri.

Ayetler lanete uğramanın kıstaslarını vererek , bu kıstaslara uyan İsrailoğullarının lanete uğradıklarını beyan etmekte , fakat bu kıstaslar bugün biz Müslümanların hayatlarında yer almaktadır. 

Sıralanan ilk 3 şıkkı , yine İsrailoğulları ile ilgili bir kıssa üzerinden okuyarak, bizim hayatımız ile ilgisini kurmak mümkündür.

Araf suresi içinde, deniz kıyısında yaşayan ve balıkçılıkla geçinen İsrailoğullarına mensup bir topluluktan bahsedilmektedir. İsrailoğullarına uygulanan cumartesi yasağı , bu topluluğa mensup olan bir kısım insan tarafından çiğnenerek Allah'a karşı isyan edilerek , onun koyduğu had aşılmaktaydı. 

Cumartesi yasağına karşı isyan edip haddi aşan topluluğun karşısında, iki ayrı gurup daha bulunmaktadır. 

1- yasağı çiğnemeyen , fakat yasağı çiğneyenlere karşı uyarıda bulunmayanlar. 
2- yasağı çiğnemeyen,  hem de yasağı çiğneyenlere karşı uyarıda bulunanlar. 

Yasağı çiğneyenlere karşı uyarıda bulunanlar helak olmaktan kurtularak , yasağı çiğneyenler ve , yasağı çiğnememiş fakat yasağı çiğneyenlere kayıtsız kalanlar ise helak olmuşlardır.

Kur'an , "İyiliği emretmek , kötülükten nehyetmek" şeklindeki yaşam tarzını, iman edenlerin vasıfları arasında zikretmektedir. Hayata geçirilmediği takdirde bir topluluğun helakına sebep olan bu vasıf , maalesef bizim hayatımızda doğru bir şekilde yerine bulmamaktadır. Her fırkanın kendisine çağırma işini" iyiliği emretmek" , başka fırkaların kötülüğünü anlatmayı ise "kötülükten nehyetmek" olarak anladığı bu vasıf , kişisel kriterlere göre şekillenebilecek bir vasıf değildir. 

Cumartesi yasağını güncel bir hale getirerek , "Allah c.c nin Kur'an içinde yasaklamış olduğu her şey" olarak tarifini yaptığımızda , hem o yasakları çiğnememek , hem de yasakları çiğneyenlere karşı kayıtsız kalmamak gibi bir zorunluluğumuz bulunmaktadır.

Müslüman olarak vazifemiz , Allah'a karşı isyan etmemek , ona karşı haddi aşmamak olduğu kadar , onun yasaklarını çiğneyenlere karşı kayıtsız kalarak "bana ne"ci bir tutum sergilememektir. "Bana ne" diyerek sırtını kötülüklere dönmenin cezası , sadece bu suçu işleyen İsrailoğullarına has değil , bu suçun işleneceği tüm zamanlar , ve bu suçu işleyen tüm toplumlar için helaka uğramak olarak karşılık bulacaktır. 

Ferdi olarak önce kendimiz yasaklanan fiillerden kaçarak , bu fiilleri işleyen başkalarına da, yaptıklarının yanlış olduğunu hatırlatmak zorundayız. Herkesin kendi kapısının önünü temizlediğinde bütün caddelerinin temiz olacağı bir belde misali , herkesin düzgün bir insan olduğunda cennet misali bir dünya oluşacaktır. 

Kötülükleri yapanlara karşı sadece kendi kapımızın önünü temiz tutmaya çalışmak bize pek bir yarar sağlamayacaktır. Başkalarının pislettiği kapı önleri zaman içinde bizim kapımızın önünü de " O temizlemiyorsa ben de temizlemiyorum" diyerek , caddeyi temiz tutmaya çalışmaktan vazgeçmemize sebep olacaktır.

Lanete uğramanın 4. sebebi olan "Kafirleri veli edinmek" Müslüman hayatında nasıl yer bulur?.

Veli kelimesinin "dost" olarak çevrilmesi , bu kelimenin karşılığını tam olarak yansıtmamaktadır. Bu kelimenin dost olarak çevrildiği mealleri okuyanlar , ehli kitap ile yemek yemeye izin veren yani onlarla arkadaşlık ve komşuluk gibi insani ilişkiler kurulabileceğine izin veren Maide s. 5. ayetini okuduğunda , bu ayet ile diğer ayetler arsında sanki bir çelişki varmış düşüncesine kapılabilmektedir. 

Halbuki "Veli" kelimesi , Allah c.c nin hüküm verdiği bir konuda , onun hükmünün terk edilerek , başkalarının hükümlerine tabi olmak anlamındadır. Bu noktada Allah c.c bizlere kafirleri veli edinmememizi emretmekle , onların Allah'a isyan ve haddi aşmak anlamına gelen düşünce ve fillerini kendi hayatlarımızda ikame etmememizi istemektedir. 

Allah c.c nin bizlerin kafirleri veli edinmememizi istemesinin sebebi , onlar tarafından ortaya atılan ferdi ve toplumsal hayat projelerinin Allah'a rakip olarak ortaya atılmış olması , onun bu konuda kul vasfına sahip olan bir kimsenin projelerine, kullarını muhtaç bırakmayarak , gerekli olan sistemi elçi ve kitapları aracılığı ile insanlara bildirmiş olmasıdır. Adı "Şirk ve Tağuti sistemler" olan bu sistemler , ortaya koydukları yaşam kuralları ile toplumların çöküşlerini hızlandırarak , toplumların dünya ve ahiretlerini berbat hal getirmektedirler.

Biz Müslümanlar yaşadığımız hayatın her safhasında , ihtiyacımız olan kuralları Allah c.c den aldığımız takdirde, onun lanetine uğramaktan kurtulmuş olmakla birlikte, onun vaz ettiği sistemin hayat içinde hakim kılınması nedeniyle , insanların daha mutlu bir yaşam sürmesine de sebep olacağız. 

 Şu anda İslam coğrafyasına baktığımızda, gördüğümüz acı tablo bu lanetin gerçekleşmiş halini göstermektedir. Müslüman olduğunu sadece camide hatırlayan , bir çoğu camide bile hatırlamayan , fakat cami dışındaki hayatında kafirler tarafından vaz edilmiş sistemleri hayata pratize etmemiz sonucunda kişi ve toplum olarak düştüğümüz hal ortadadır. 

Siyasal , sosyal , ekonomik , hukuki v.s ,yaşam için gerekli olan kuralların kafirler ile olan velayet ilişkisi sonucunda onlardan alınarak Müslüman yaşantısına uygulanması sonucunda , sadece kimliğinde Müslüman yazan bir topluluk halinde yaşıyor olmak, lanete uğramış olmaktan başka bir şey değildir. 

Müslüman olduğunu iddia ettiği halde , Allah'ın koymuş olduğu yasaklara isyan ederek haddi aşan insanların doldurduğu sokak ve caddelere baktığımızda , Batıda veya başka topraklarda Müslüman olmadığını söyleyen insanların doldurdukları sokaklardan hiç bir farkı görünmemektedir. Bu yaşantı şekli, belki bir çoğumuzun "Demokratik hak" olarak gördüğü bir durum olarak kimseye karışmamamız gerektiğini düşündürebilir. İşte bu hal, deniz kıyısındaki halkın , "Bana ne" ci gurubu ile aynı duruma düşmek anlamına gelecektir. 

Bizler mü'minler olarak , "İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak" görevi adına , insan ve toplum yaşantısında yanlış gördüğümüz şeyleri , Kur'an çerçevesi içinde uyarmak ile yükümlü olduğumuzu unutmamalıyız. Vazifemiz olan uyarı görevini yerine getirmiş olmak , bizim dünya ve ahiret hayatında kurtulmamıza vesile olacaktır. Aksi takdirde diğerleri ile birlikte dünya ve ahirette helaka uğrayanlardan olmaktan kurtulmamız mümkün olmayacaktır.

Yaşadığımız dünyayı bir gemiye benzetecek olursak , bir kısım yolcunun geminin altını delmeye çalışarak su ihtiyacını gidermeyi düşünmesi karşısında , diğerlerinin elini kolunu bağlayıp oturması olacak iş değildir. Eğer gemi bir kaç kişinin yaptığı yanlış yüzünden batacak olursa o yanlışa katılmış ve katılmamış olan herkes denizin dibini boylayacaktır.

Sonuç olarak : Allah (c.c) arz üzerine koymuş olduğu evrensel yasaların nasıl işlediğini prototip bir kavim olarak İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarla bizlere öğretmektedir. Bu anlatımların sadece onlara has olduğunu düşünerek okumak sureti ile bize dönük mesajlar çıkarmamak, doğru bir okuma yöntemi değildir. 

Göndermiş olduğu elçi ve kitaplarla bizlere dünya hayatımızda hangi kurallara tabi olarak yaşayacağımız bildiren Allah c.c , bu kuralların çiğnenmesi halinde başımıza hangi sonuçlar geleceğini İsrailoğulları örneğinde göstermektedir. 

Dün İsrailoğullarını yapmış oldukları fiiller karşısında Allah c.c nin onlara ne cevap verdiğine bakılarak , bugün bizlerin yapmış olduğu aynı fiiller karşısında alacağımız cevap "Lanete uğramak" olarak bildirilmiştir.
                         EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.

7 Eylül 2016 Çarşamba

YENİ DÜNYA DÜZENİ :Çağdaş Firavunların Yeni Hedefi ve Bu Hedefe TV Dizileri İle Ulaşma Çabaları

Firavun , Kur'anda hacim itibarı ile en fazla yer alan Musa (a.s) kıssasının önemli aktörlerinden, ve evrensel bir karakter haline gelmiş bir kişidir. Bu karakter bilindiği üzere, halkı üzerinde ilahlık ve rablik iddia ederek , onları kendisine kul etmekteydi. Firavun'un  halkı üzerinde ilahlık ve rablik baskısını kurmak için kullandığı silahlardan bir tanesi de "Büyü" ve "Sihir" yolu ile insanlara karşı kendisini yenilmez bir kişi olarak göstermeye çalışmasıdır. 

Bu durumu Musa (a.s) ile olan karşılaşmasında onu yenmek için ülkenin bütün sihirbazlarını toplaması, ve onunla düello yaptırmaya kalkışmasından anlamaktayız. Bu düellonun sonu da bilindiği gibi, sihirbazların yenilgisi ve iman etmesi ile sonuçlanmıştır. 

"Büyü" ve "Sihir" , insanlar üzerinde hegemonya kurmak isteyen güçlerin, binlerce yıldır kullandıkları kadim bir yol olup , şu anda yaşadığımız dünyadaki çağdaş firavunlarının da, insanları kendilerine kul etmek için kullanmaktan çekinmedikleri bir yöntemdir. 

Büyü ve sihir denildiği zaman , sadece hacı hoca lakaplı kişilerin bazı kağıt ve nesnelere yazarak üfledikleri ve bununla insanlara zarar verdikleri sanılan şeyler akla gelecek olursa, bu konu gerektiği gibi anlaşılamamış olacaktır. Bu gibi insanların yaptıkları sahtekarlıkların ayrı bir başlık halinde değerlendirilmesi gerektiğini düşündüğümüz için,  yazı içinde bu konuya değinmeyeceğiz. 

Büyü ve sihir, cahil insanlara karşı kendisini üstün göstermek ve onları hakimiyetleri altına almak isteyenlerin kullandıkları kadim bir yol olarak, bugün de çağdaş firavunların kullandıkları bir yoldur. Elbette bu firavunlar sahtekar hacı hoca takımını değil , daha modern yollar kullanarak kitle iletişim araçları yolu ile büyü ve sihir yapmakta , bu yolla insanları kendilerine kul köle yapmaya çalışmaktadırlar. 

[028.004]  Gerçekten, Firavun, yeryüzünde zorbalığa yöneldi ve halkını sınıflara ayırdı. İçlerinden bir zümreyi güçsüz bularak oğullarını boğazlıyor, kızlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.

Firavunların en bariz özelliği , yaşadığımız dünyayı kendilerinin mülkü olduğunu zannederek , bu dünya üzerinde yaşayan her şeyin kendilerinin olması ve onlar üzerinde hüküm sahibi olmaları gerektiğini düşünmeleridir. 

[043.051]  Firavun, kavmine seslendi ve dedi ki: Ey kavmim; Mısır mülkü ve altımdan akan şu ırmaklar benim değil mi? Hala görmüyor musunuz?

Musa (a.s) ın mücadele ettiği firavun, sadece Mısır ülkesi üzerinde hak iddia etmekte iken , yaşadığımız dünyanın firavunları ise , dünyanın tamamı üzerinde hak iddia etmektedirler. Kısacası, yaşadığımız dünyadaki mücadele edilmesi gereken firavunlar ,Musa (a.s) çağında yaşayan firavundan daha şedid ve daha zalimdirler. 

Bu firavunların dünya üzerindeki emellerinin ne olduğunu anlamak için sadece arama motorlarına "Yeni dünya düzeni" yazmak, ve o başlık altında çıkan yazılara göz atmak yeterli olacaktır. 

Kasas s. 4. ayetinde gördüğümüz üzere , firavunların insanlar üzerinde hegemonya kurmak için kullandıkları yöntemlerden bir tanesi de "Böl - Parçala - Yönet"  politikası gereğince, insanları toplum olarak bölünebilecek en küçük parçalara ayırmak , bu suretle onlar arasındaki bağları kopararak , birbirlerine düşman edip isteklerine kavuşma taktiğidir. 

Aile kurumu , bir toplumu oluşturan en küçük yapı taşı olması itibarı ile insan yaşantısının vazgeçilemez bir unsurudur. Fıtri olarak birlikte yaşama itiyadında olan insanın ,birlikte yaşamını oluşturan en küçük unsur bu kurum olup , aile kurumunun ayakta kalması bir toplum için büyük önem taşımaktadır. 

Bir toplumu yıkmak için kullanılan yöntemlerin başında , onları parçalara ayırmak gelmektedir. Aile kurumu bir toplumu oluşturan en önemli yapı taşı olması nedeniyle , şer güçlerin her zaman hedefi haline gelmiştir. 

Dünyayı yöneten 13 ailenin içinde ve en büyükleri olan "Rockefeller" ve "Rothschild" adındaki iki ailenin başını çektiği ve adını "YENİ DÜNYA DÜZENİ" olarak koydukları sistemde, sadece kendi aile kurumlarının baki kalması için , başka aileleri yerle bir etmekten ve bu kurumu yıkmaktan çekinmeyen şeytani güçlerin, dünyanın çeşitli ülkelerinde sahneye koydukları oyunların başında MEDYA DÜNYASInı kullanmak olduğu görülmektedir. 

Özellikle görsel medya kullanımı,  insanların gözünü bağlayarak onlar üzerinde hegemonya kurmanın bir yolu olarak , çağdaş firavunların kullandıkları bir silahtır. Görsel medyanın verdiği imkanlar ile insanların şuur altlarına girerek , insanlar tarafından yanlış ve çirkin görülen bazı fikir ve fiiller , görsel medya yolu ile şuur altına işlenerek , belirli bir zaman içinde insanlar tarafından artık doğru ve güzel fikirler ve fiiller haline getirilebilmektedir.

"Yeni dünya düzeni" denilen sistemi kısaca özetleyecek olursak ; Bu düzen "Tek devlet" - "Tek ekonomi" - "Tek din" - "Tek ilah" sistemine dayanmaktadır. Tabi ki tek din ve tek ilah düşüncesi Allah (c.c) nin dininin tek din ve onun tek ilah olması değil , "KAPİTALİZM" in din ve ilah edinildiği bir sistem üzerine kurulu bir din ve ilahlık düzenidir. 

Bu sistemin hakim olduğu topraklarda yaşayan insanlar, Allah'a değil dünyanın kaderini elinde tutan 13 aileye kul olacaklar, ve bu aile tarafından konulmuş olan kurallara göre yaşamlarını sürdüreceklerdir. Bugün dünyanın her neresinde bir fesat hareketi varsa o işte , mutlaka bu şeytanların parmağı vardır. Özellikle ülkemiz içinde ve etrafında, yıllardır süren savaşlar hep bu çağdaş firavunların hedefi olan yeni dünya düzenini oluşturma senaryosunun bir parçasıdır.

"ÇAĞDAŞ FİRAVUNLAR" olarak niteleyebileceğimiz ve dünyayı kendilerinin mülkü zanneden ve bir elin parmakları kadar az sayıdaki ailenin yönettiği dünyada , bu ailelerin insanları kendilerine kul köle yapmak için uyguladıkları bir çok yöntemden bir tanesi de , aile kurumunu ortadan kaldırmaya yönelik uygulamalar olup , bu kurumu ortadan kaldırmak için kullandıkları yöntem ise tv programları vasıtası ile yapılmaya çalışılmaktadır. 

Müslüman aileler dahil, toplumun büyük çoğunluğunun izlediği bu tv dizilerinin altında yatan mesajı okumaya çalıştığımızda , bu şeytanların sadece kendi ailelerinin mutluluğu için , başkalarını ahlaki yönden çökertmeye çalıştıkları ve bu yolla "Böl - Parçala -Yönet" şeklindeki taktiklerini gerçekleştirme yoluna gitmeye çalıştıklarını görebiliriz.

Fazla uzağa gitmeye gerek yok , ülkemizde yayın yapan yapan bazı tv kanal(izasyon)larında yayınlanan dizilere baktığımızda , bu dizilerdeki ortak yönün, nikahsız beraberliği özendirmek üzerine kurulu senaryoların oluşturduğu konular üzerine kurulmuş filmler olduğu görülecektir.

Tv kanallarında yayınlanan dizilerin ekseriyet konusu, kadın erkek ilişkileri üzerine kurulu olup , bu ilişkilerin tamamı, flört ve zinayı güzel göstermek üzerine bina edilmektedir. Dizilerin bir çoğuna dikkat edilecek olursa bu diziler, zinadan doğan çocuklar üzerine kurulu ve zinayı hayat tarzı edinmiş insanların üzerine kurulmuş senaryolardır.

Bu diziler seyircilerin şuur altında, "Zina insan yaşamının normal bir parçasıdır" mesajını bırakmaktadır. Müslüman halka şayet , "Zina normal bir şeydir herkes zina etmeli" şeklinde sözlerle yaklaşıldığında elbette tepki ile karşılanarak, "Sen ne biçim konuşuyorsun zina bizim dinimizde haramdır" şeklinde bir karşılık bulacaktır. 

Çağdaş firavunların sihirbazları elbette bu kadar aptal değildir. Ulaşmak istedikleri amaçlara insanların şuur altlarına subliminal mesajlar vererek ulaşmaya çalışmanın en uygun metot olduğunu çok iyi bilmektedirler. Bu firavunların sihirbazları görsel medya yolu ile şuur altı mesajları vererek  insanların gözlerini bağlamakta, büyü ve sihri bu şekilde gerçekleştirmektedirler.

1980 li yıllarda T.R.T 1 adlı devlet kanalında mehdi bekler gibi yayın saati beklenen "Dallas" adlı bir dizi yıllarca yayınlanmıştır. Bu dizinin ana konusunun Amerikanvari bir hayat tarzının empoze edilmesi ve aile içi çarpık ilişkiler olduğu ,bu dizinin yayınlandığı yılları hatırlayanlar mutlaka bilmektedir. Bu dizi İslam dışı hayat tarzının medya yolu ile insanlara empoze edilmesinde bir milat olmuş , bu diziden sonra yerli yapım "Dallas" türü diziler başını almış gitmiştir.

Bu dizide işlenen gayri ahlaki fiiller ,  eğer insanlara başka yollarla anlatılıp onların hayatlarının aynısının bizler tarafından taklit edilmesi istenilse idi , bir çok insan bu tür hayatı yaşamayı inancı gereği ret edecekti. Ancak şuur altına yerleştirme taktiğinin kullanılması sebebi ile , bu dizi ile başlayan çarpık ilişkileri konu alan diziler furyası, özel kanalların açılması ile daha da şiddetlenerek, zinanın normal bir ilişki sayıldığı ve İslam dışı hayat tarzının yadırganmak şöyle dursun içselleştirildiği bir ülke haline gelmiş bulunmaktayız.

Bugün artık ülkemiz, zina sonucu doğan çocukların sokağa bırakıldığı veya öldürüldüğü şeklindeki haberlere alışkın bir hale gelmiştir. Kendisini "Sanatçı" olarak lanse eden insanların günlük yaşamlarını konu eden "Paparazzi" haberleri, bir çok kanalda yayınlanmakta ve bu kimselerin gayri ahlaki yaşantıları halkımıza sunularak bu tür yaşantı insanların şuur altında normal bir hale getirilmeye çalışılmaktadır. 

Türk yapımı bu dizilerin en iyi müşterilerinin Arap ülkeleri olduğunu düşündüğümüzde , tehlikenin boyutları daha fazla ortaya çıkmaktadır. Bu dizilerin yayınladığı saatlerde hayatın durduğu ve halkın büyük bir kesiminin bu dizleri izlemek için tv başına geçtiği şeklindeki haberler, Arap ülkelerindeki bozulmanın bu diziler ile hızlanacağını göstermektedir.

Sorun ortada bu şekilde iken, bu gibi programların etkisinin en aza indirilmesi için ne  gibi önlemler alınmalıdır ? sorusu cevap beklemektedir.

Öncelikle insanların bu diziler ile ne yapılmak istenildiği, ve bu dizilerin kimlerin amaçlarına hizmet ettiği noktasında bilgi sahibi olması gerekmektedir. İlk okul çağında olan çocukların bile derslerinden çok , yayınlanan diziler hakkında bilgi sahibi olduğu bir ülkede eğitimin anne baba dan başlaması gerektiği önemli bir husustur. Kendileri bu konularda bilgi ve şuur sahibi olmayan ebeveynlerin yetiştirdiği çocuklar , maalesef dizi manyağı olarak yetişeceklerdir.

Devlet zoru ile bu gibi diziler yayınlayan kanallara baskı uygulanması mümkün olmadığı gibi , baskı uygulansa dahi bu dizileri izlemek talebinde bulunanlar için bu tür baskılar, daha başka yollarla bu gibi dizilerin izlenmesi yolunu açacaktır. "Zorla güzellik olmaz" atasözünün gereğince , bu iş insanları şuurlandırma yolu ile yapılabilir.

Çağdaş firavunların biz Müslümanlar üzerinde yapmak istediği ifsadı , ve bu ifsadın en önemli ayağı olan tv dizilerinin aile kurumu üzerinde yaptığı olumsuz etkiyi anlamak ve anlatmak her kişinin görevi olmalıdır. 

Bu dizilerin yayınlanmasında en büyük desteği seyirci kitlesinin sağladığı malumdur. İnsanlarda, bu diziler ile oluşturulmaya çalışılan yıkım konusunda farkındalık yaratılmaya çalışıldığı zaman, bu dizilerin izleyicileri azalarak , yapımcılar tarafından bu gibi dizilerin artık seyirci tarafından kabul görmediği gerekçesi ile , zinayı konu almayan başka diziler yayına konulmak zorunda kalınacaktır.  

Allah (c.c) ye iman duygusundan yoksun olarak insanların yönetimine talip olanların yer yüzünde yaptıkları en önemli ifsad ekini ve NESLİ yok etmeye çalışmak olmuştur (Bakara s. 205). 

Nesli yok etmek için çalışan çağdaş firavunlar , bu yok etme işlemini savaşlar dahil olmak üzere bir çok şekilde gerçekleştirmek yoluna gitmektedirler. Bu şeytanların marifeti ile çıkarılan savaşlarda milyonlarca insan ölmüş ve ekin olarak ifade edilen doğal denge mahvolmuştur. 

Elbette bu firavunlarda geçmişte yaşayan firavun misali dünya hayatlarında zillete uğrayarak helak olacaklardır. Ancak onların helak olması gökten meleklerin inmesini beklemek ile değil , biz iman edenlerin elleri ile olacaktır. Onların malları , servetleri , sahip oldukları güçler bizleri hiç bir zaman korkuya düşürmemelidir. 

Özellikle kıssa yollu anlatımlarda , nice az topluluğun çok topluluğa galip gelmiş olması , çokluğun her zaman para etmediğini göstermektedir. Bizler imanımız gereği Musa misali firavunların karşısına dikildiğimiz zaman , onlar için tehlike çanları çalmaya başlamış demektir.

Sonuç olarak ; Firavun karakteri Musa (a.s) kıssasında yaşamış ve denizde boğulması ile kökü kesilmiş bir karakter değildir. Bu karakter kıyamete kadar yaşayacak bir tip olup yaşadığımız dünyada da kol gezmektedir. 

Çağdaş firavunlar, geçmişte yaşamış yaşayan firavundan daha zalim ve daha acımasız olup , tüm dünyaya hakim olmak ve dünyayı kendileri yönetmek gibi bir projeleri bulunmaktadır. "Yeni dünya düzeni" adı verilen bu projenin en büyük amacı, dünyanın kaderini elinde tutan 13 ailenin mutluluğuna dayalı bir düzendir. 

Bu aileler kendi sadece kendi ailelerinin mutluluğu için , böl -parçala - yönet taktiğini uygulayarak , kendi dışındaki insan hayatlarını hiçe saymakta ve  bir toplumu oluşturan en küçük birim olan aileyi çökertmek için çeşitli planlar yapmaktadırlar. Bu firavunlar şeytani emellerine ulaşmak için kadim bir yol olan büyü ve sihri kullanmaktadırlar. 

Zamanımızda kullanılan büyü ve sihir ise görsel medyanın kullanılarak insanların şuur altlarına girilmesi ve onlara firavunların istediği mesajın verilmesidir.

Bu çökertme planlarının bir ayağı , zinayı ve aile kurumunun dağılmasını esas alan senaryolara sahip olan tv dizileri ile yapılmaktadır. Bu türden dizilerin yayınının çoğalması sonucunda , Türkiye genelinde büyük bir toplumsal sorun haline gelen aile dağılması ve ahlaki yozlaşmanın çoğaldığı herkesin malumudur. 

Bu diziler , en büyük desteği seyirci kitlesinden aldığı için , seyirci desteğinin kesilmesi bu dizilerin sonunu getirecektir. Bu desteğin kesilmesi ise , bizlerin bu dizilerin sanıldığı kadar masum olmadığı , bu dizilerin yayınlanmasının altında yatan en büyük sebebin yeni dünya düzeninin oluşturulmasına yönelik şeytani emeller olduğu herkes tarafından bilinmesi gerekmektedir.

21 Ağustos 2016 Pazar

Yusuf Kıssasını İlk Muhatapların Gözü İle Okumak

"Resullerin başlarından geçenlerden sana anlattığımız her şey, senin gönlünü pekiştirmemizi sağlar; sana bu belgelerle gerçek, inananlara da öğüt ve hatırlatma gelmiştir."

HUD Suresi 120. ayetin meali olan yukarıdaki cümleler, Kur'an içinde önemli bir yer tutan kıssaların amacını anlatmaktadır. Kur'an'ın ilk muhatabı olması hasebiyle, okunan bütün kıssalar, öncelikle Muhammed(a.s)'a ve onunla birlikte olanlara hitap etmekte, sonra ise bu kitaba muhatap olan tüm iman edenlere hitap etmektedir.

Kur'an kıssalarının ortak yönünü kısaca özetleyecek olursak; bu anlatımlarda önce çıkan en önemli hususlardan birisi, Muhammed(a.s) ve iman edenlerin içinde bulunduğu sıkıntılı durumun bir benzerini, kendisinden önceki elçiler ve o elçilere iman edenlerin de yaşamış olduğu, yaşanmış olan bu sıkıntılara sabretmenin sonucunda zafere erişilmiş olduğu hatırlatması yapılarak, başarının çekilen sıkıntılara göğüs germenin sonucunda geldiği, önceki elçilerin kıssaları ile gerçek yaşanmışlıklar üzerinden gösterilmesidir.

Yusuf kıssası da, Muhammed(a.s)'a anlatılan ve Yusuf(a.s)'ın çektiği sıkıntılara nasıl göğüs gerdiği anlatılarak, "Mutlu Son" olarak nitelenebilecek sona nasıl kavuştuğu ve bu anlatımlardan öncelikle, Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanların, sonra da kıyamete kadar gelecek olan bütün muhatapların hisse alması istenen bir kıssadır.

Yazımızın konusu; bu kıssayı ilk muhatapların gözü ile okumaya çalışmak ve Yusuf(a.s)'ın başına gelen sıkıntıları, Muhammed(a.s)'ın nasıl okumuş olabileceği ve onun başına gelenlerden kendisi için ne gibi ibretler çıkarmış olabileceği yönünde olacaktır.

Bu kıssayı Muhammed(a.s)'ın gözünden okumaya çalışmaktaki düşüncemiz "Bu kıssayı illaki bu şekilde okumuştur" şeklinde bir iddia taşımadığını önemle hatırlatmak isteriz. Biz Yusuf(a.s)'ın yaşamış olduğu bazı sıkıntıları ve olayları onun nasıl algıladığı, hayatında nasıl uyguladığı, "Mutlu Son" (Mekke)'ye nasıl ulaştığını anlamaya çalışacağız.

Yusuf(a.s)'ın başına gelen ilk sıkıntı; kardeşleri tarafından kuyuya atılmasıdır. Onun, kardeşleri tarafından kuyuya atılmasını, Muhammed(a.s)'ın Mekkeliler tarafından ona iman edilmeyerek yalnız bırakılması ve ona düşmanlık yapılması ile bir paralellik kurabiliriz.

Kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf'a, o kuyudan kurtulacağının ilham edilmiş olmasını (YUSUF Suresi 15), Mekkeliler tarafından iman edilmemek sureti ile yalnız bırakılmış olmasını, Muhammed(a.s)'ın da bir nevi kuyuya atılmış olarak okuduğumuzda, Yusuf'un kuyudan kurtulacağının ilham (vahy) edilmiş olmasını, Muhammed(a.s)'ın da kuyudan yani içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtularak, kendisine bu kötülüğü reva görenler ile ileride muzaffer bir kumandan olarak karşı karşıya geleceğinin haber edilmiş olduğunu okuyabiliriz.

Muhammed(a.s) elbette bu haberi, gaybi bir haber veya bir mucize beklentisi içinde değil, sebep-sonuç yasalarına yani Allah(c.c)'nin yardım yasalarına uygun bir biçimde hareket ederek okumuş ve yardım yasalarının gereğini yerine getirerek, aynı surenin 110. ayetinde bildirilen sona ulaşmıştır.

Kuyudan kurtulan Yusuf, az bir pahaya saraya satıldıktan sonra, sarayda yetiştirilmiş ve ergenlik çağına gelince vezirin karısı tarafından kendisine yapılan ahlaksız bir teklif ile karşı karşıya gelmiştir (YUSUF Suresi 23-24). Bu teklif karşısında bir an yalpalar bir hale gelmiş olsa da, kabul edeceği teklifin ona getireceği bir anlık geçici mutluluk ile sonrasında ona getireceği zararı hesap ederek, zararı yararından daha fazla olan zinayı terk etmiştir.

İSRA Suresi içinde, Muhammed(a.s)'ın da neredeyse yalpalayacak hale gelmesi ve toparlanması anlatılmaktadır.

[017.073] Ve onlar az kalsın sana vahyettiğimiz şeyden başkasını Bize iftira edesin diye seni fitneye düşüreceklerdi. O zaman seni elbette dost edineceklerdi
[017.074] Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, nerdeyse sen onlara birazcık meyledecektin.
[017.075] O takdirde de hem hayatın, hem de ölümün acısını sana kat kat tattırırdık. Sonra Bize karşı hiçbir yardımcı da bulamazdın.

Görevi gereği Mekkeli müşriklerle ilişkileri devam eden Muhammed(a.s)'a, müşrikler tarafından görevinden sapmasını sağlayacak bir takım iğvalarda bulunulmaktaydı. Müşriklerin bu iğvaları, neredeyse Muhammed(a.s)'ı görevinden saptırabilecek hale gelmişti. Özellikle ilk inen surelerde kendisine tebliğ sürecinde nasıl bir yol izlemesi gerektiğini öğreten ayetleri harfi harfine uygulaması neticesinde, müşrikler tarafından kendisine yapılan teklifleri, onu yolundan çevirerek Allah(c.c) indinde büyük bir azaba sokacağı için red etmiştir.

İşte böyle bir durumda olan Muhammed(a.s)'a okunan Yusuf kıssası içinde, Yusuf'a yapılan ahlaksız teklifi red etmesi neticesinde, belki ilk anda bu teklifi red etmesi yüzünden başına gelen hapis hayatına razı olarak, feraset sahibi bir kimsenin yapması gereken ileri görüşlülüğünün meyvelerini ilerideki yaşamında nasıl aldığı yaşanmış örnek üzerinden gösterilerek, aynı yolu izlemesinin kendisine neler kazandıracağı Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanlara öğretilmektedir.

Yusuf(a.s)'a yapılan ahlaksız teklifi güncelleştirerek okuyacak olursak şunları söyleyebiliriz;

Bugün Müslümanlar olarak İslam adına yapılan mücadele metodu, nebevi metoda uygun bir şekilde yürütülmemektedir. Yusuf(a.s)'a yapılan ahlaksız teklifi, bugün Müslümanlara karşı uygulanan pasifize etme metodu olarak da okumak mümkündür. Müslümanlara karşı yapılan bir takım iyileştirmeler, onları mücadele yolunda pasifize etmeye yönelik bir işleve sahiptir. İlk bakışta bu iyileştirmeler faydalı gibi görünmüş olsa da, nebevi metodun terk edilmesini sağladığı için ileri zamanlarda bizlerin aleyhine bir duruma dönüşmesi kuvvetli bir ihtimal dahilindedir.

Yusuf(a.s)'a yapılan ahlaksız teklifin onun tarafından ret edilmiş olmasının bize dönük örnekliklerinden bir tanesi; uzun vadeli hesaplar yapılması gerektiği, kısa vadeli hesaplar yapılmaması, bugün ilk bakışta faydası olan bir şeyin, ilerisi için zarar getirebileceğinin hesap edilmesine yönelik mesajlar olarak okuyabiliriz.

Yusuf(a.s)'ın hapishanede, arkadaşlarına yapmış olduğu konuşma (YUSUF Suresi 37-40), hangi şart altında olursa olsun her fırsatta tebliğe devam edilmesi gerektiğini öğretmektedir. Yusuf(a.s) hapishaneye girmiş olduğu halde içinde bulunduğu duruma aldırış etmeyerek, arkadaşlarına tebliğ etmiş olması, Muhammed(a.s)'ın da içinde bulunduğu şartlara aldırış etmeden tebliğe devam etmesi gerektiğini öğretmektedir.

Muhammed(a.s)'ın içinde bulunduğu zor şartlar, onun tebliğ görevine devam etmesi noktasında, onun bir nebze de olsa atalete düşmesine sebep olabilirdi. Yusuf kıssası içinde anlatılan hapishane arkadaşları ile olan konuşma sahnesinde, Yusuf'un içinde bulunduğu zor şartları hiçe sayarak arkadaşlarına tebliğde bulunması Muhammed(a.s) için yol gösterici bir niteliğe sahiptir. Bu yol göstericilik sadece ona mahsus bir durum olmayıp, aynı zamanda tüm zamanları kapsayıcı bir mesaj ihtiva etmektedir.

Muhammed(a.s)'a okunan kıssa içindeki hapishane arkadaşları ile olan konuşmalar, onun hangi şartlar içinde olursa olsun göreve devam etmesi konusunda ibret almasını sağlayan bir anlatım olmuştur.

[023.096] Kötülüğü en güzel olanla uzaklaştır; biz, onların nitelendiregeldiklerini en iyi bileniz.

[041.034] İyilik ve fenalık bir değildir. Ey inanan kişi: Sen, fenalığı en güzel şekilde sav; o zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün.

Yusuf'un kendisini kardeşlerine tanıtma sahnesi (YUSUF Suresi 90-92), bir kimsenin kendisine yapılan kötülüğe karşı nasıl bir davranış sergilemesi noktasında örneklik teşkil etmektedir. Kendisini öldürmek için kuyuya atan kardeşlerine, bu yaptıklarını en küçük bir ima ile dahi olsa yüzüne vurmayan Yusuf(a.s), yapmış olduğu bu hareket ile kardeşlerine karşı büyük bir alicenaplık örneği göstermiştir.

[048.024] O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, Mekke'nin içinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Allah, yaptıklarınızı görendir.

Mekkenin fethi günü, kendisine ve inananlara dayanılmaz işkence ve zulümler yapan Mekkelilere karşı, bu yaptıklarını onların yüzüne vurmayarak onları af eden Muhammed(a.s)'ın, Mekkeliler'e karşı yaptığı bu alicenaplığa, Yusuf(a.s)'ın kardeşlerine karşı olan muamelesinin örneklik etmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Kıssanın sonu bilindiği üzere "Mutlu Son" olarak niteleyebileceğimiz Yusuf(a.s)'ın ailesinden olan herkesin Mısır'a yerleşmesi ile son bulmaktadır (YUSUF Suresi 99). Aynı surenin 110. ayetinde "Nihayet resuller ümitlerini kesecek hale geldikleri ve kendilerinin yalancı çıkarılmış oldukları zannına kapıldıkları zaman, onlara yardımımız geldi ve dilediklerimiz kurtuluşa erdirildi. Suçlular topluluğundan ise azabımız geri çevrilmez." şeklindeki beyan, Allah(c.c)'nin yardım yasasının nasıl işlediğini Yusuf kıssası üzerinden bizlere göstermektedir.

Sonuç olarak; Kur'an kıssaları önceki yaşanmışlıkları göstererek, ilk muhatapların ve sonrakilerin, yaşadıkları hayat içinde nasıl bir yol izlemesi ve izlememesi gerektiğini öğreten anlatımlardır. Yusuf kıssası içinde yapılan anlatımlar, diğer kıssalarda olduğu öncelikle Muhammed(a.s) ve onunlar birlikte olanlara Yusuf(a.s)'ın başından geçenleri anlatarak, o anlatımlardan gerekli olan ibretleri almalarını sağlamıştır.

Kıssanın 110. ayetinin, kıssanın anlatılma amacını özetlediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Sünnetullah dediğimiz arz üzerinde cari olan yasalardan olan "Allah'ın yardımı" yasasının nasıl işlediği bu sure içinde Yusuf kıssası üzerinden gösterilmektedir.

Bu kıssanın anlatılış amacını en iyi kavrayan ve içselleştiren Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanlar, yıllarca süren sabırlı mücadele sonunda Mısır'a giden yolun nasıl açıldığını görerek, Mekke'ye giden yolun nasıl açılacağını öğrenmişler ve sabırlı bir mücadele sonunda başarıya ulaşmışlardır.

"Bu kıssa bize nasıl bir mesaj veriyor?" şeklindeki sorunun cevabı ise; "içinde bulunduğumuz her türlü zorluk ve sıkıntıların bizi yolumuzdan alıkoymaması, yürüdüğümüz yoldan bizi saptırmaması, tavizkar davranışlardan alıkoymasıdır" şeklinde verilebilir. 

EN DOĞRUSUNUN ALLAH (C.C) BİLİR.

1 Haziran 2016 Çarşamba

Kesilen İneğin Bir Parçası İle Ölüler Nasıl Dirilir ?

Bakara s. 67. ve 74. ayetleri arasında bizlere , "Bakara kıssası" adı ile bildiğimiz bir kıssa anlatılmaktadır. Bu kıssada , Allah (c.c) nin Musa (a.s) ın kavmine bir sığır kesmelerini emretmesi ve onların bu emri defalarca yokuşa sürmeleri , ve neticede sığırı kesmeleri anlatılmaktadır. İsrailoğullarının sığırı kesmeleri sonucunda surenin 73. ayetindeki "İşte böylece Allah ölüleri diriltir " ifadesinin, kıssanın ana temasını oluşturduğu düşüncesinden hareketle , kıssanın sonuç ifadesi olan bu cümlenin , kıssa içindeki anlatımı dahilinde ,bizler için ne anlama gelebileceğini okumaya çalışacağız.

İsrailoğullarından kesilmesi istenilen sığırın bir parçası ile ölüye vurulması neticesinde , ölünün dirilmesini mesaj içerikli okumak gerektiğini düşünmekteyiz. Kıssayı sadece literal bir anlamda okuduğumuz zaman , mesele bir et parçası ile ölü bir insanın dirilmesinin mümkün olup olmadığı noktasında dönüp dolaşacak ve içinden çıkılmaz tartışmalara kapı açacaktır. 

Kıssa içinde geçen kesilen ineğin bir parçası ile ölünün dirilmiş olmasının gerçekte olup olmadığını tartışmak ,bu yazının konusu değildir bu tartışmaya gerek te yoktur. Ancak, Kur'anın kıssaların yaşanmışlığı üzerinden vermek istediği mesajın evrensel olduğu düşüncesinden yola çıkarak , yaşanmışlık zaman ve mekan dahilindeki anlatımı ret etmeden ve orada takılı kalmadan , o anlatım üzerinden verilmek istenilen mesajı okumaya çalışmak , kıssaların bize dönük mesajlarını okumayı kolaylaştıracaktır. 

Kur'an kıssalarındaki ana mesajın Allah (c.c) nin yasalarında, yani Sünnetullah'ta değişme olmayacağının anlatılması olduğuna göre, kıssalarda yaşanan olaylar bir kereliğine mahsus yaşanmış bitmiş olaylar olarak anlaşılmamalıdır. Konuyu Bakara kıssası çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman , ölülerin dirilmesi sadece yaşanmışlığı zamanına has bir olay olarak değil , her zamana has bir olay olarak okunması ve anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. 

Yazının konusu, Kur'anın diğer ayetlerinde geçen "Ölü-Diri" kavramlarının, mecazi anlamda kullanılışları ile kıssada anlatılan dirilmenin alakasını kurmaya çalışmak olacaktır. Bu tür bir alaka kurma , kıssayı sadece yaşanmışlığında kalmaktan çıkararak , mesaj içerikli bir okumaya dönüştürerek , Allah (c.c) nin sünnetinde bir değişme olmadığını gösterecektir.

Kur'an kıssalarında önemli olan nokta , sadece o kıssanın yaşanmışlığı değil , yaşanmışlığı üzerinden verilmek istenilen mesajdır. Kıssa içinde anlatılan kişi ve objeleri, sadece o zamana ve mekana has, kişi ve objeler olarak değil , onların temsil ettikleri anlamları dikkate alarak okumaya çalıştığımızda , kıssalar masal olmaktan çıkarak , yaşanan zamana dair mesajları olan anlatımlara dönüşecektir.

Kıssada anlatılan sığır'ın , sadece etinden , sütünden , derisinden faydalanılan bir hayvan olmasından ziyade , yine İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda karşımıza çıkan buzağı heykeli ve bunu yapan Samiri ile alakasının kurulması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu noktayı dikkate aldığımızda , İsrailoğullarından kesilmesi istenilen sığır'ın anlamı daha kolay anlaşılacaktır.

40 günlüğüne Tur dağına çıkan Musa (a.s) ın ardından , İsrailoğullarına buzağı dan bir heykel yapan Samiri ve yandaşları ,yaptığı heykeli kavmine, "İşte sizin de, Musa'nın da ilâhı budur, ama o unuttu" diyerek tanıtmaktadır.

Buzağının, geldikleri Mısır'da  ilah olarak kabul edilen bir ve tapınılan bir varlık olduğunu düşündüğümüzde , buzağı veya boğa gücü temsil eden , Allah (c.c) nin dışında ilah olarak kabul edilen evrensel bir şirk objesi olarak bugün dahi varlığını korumaktadır. 

Bakara kıssasını okumadan önce , Samirinin yapmış olduğu buzağıyı ve bu heykelin İsrailoğullarının hayatındaki yerini öğrendiğimizde , Allah (c.c) nin İsrailoğullarına bir sığır boğazlama emri sadece onlarla ilgili bir emir değil , Allah (c.c) dışında kulluk edilen her şeyin boğazlanması gerektiğine dair bir emir olarak evrensel bir anlama kavuşacaktır. 

Allah (c.c) nin İsrailoğullarından boğazlanmasını istediği "Bakara" , artık sadece etinden , sütünden , derisinden yararlanılan bir hayvan olmaktan ziyade evrensel ve sembolik bir anlama kavuşarak , Allah (c.c) nin hükümranlık alanını ihlal ederek , ilahlığa ve rablığa soyunan her kişi , kurum , kuruluş , fikir , ideoloji v.s nin boğazlanarak yok edilmesi anlamına gelecektir.

"Bakara" ismi üzerinden temsil edilen , Allah (c.c) dışında ilah ve rablığa soyunan her kim ve ne olursa olursa olsun, boğazlandığında yani ÖLDÜRÜLDÜĞÜNDE , "Ölü" bir halde olan kişi DİRİLECEK ve , Allah (c.c) nin ölüleri mecazi anlamda nasıl dirilttiği de ortaya çıkacaktır. 

Kıssaya dönecek olursak , kıssa içinde adı geçen Bakara , Allah (c.c) nin elçisi Musa (a.s) aracılığı ile bildirmiş olduğu emrin neticesinde kesilmiş , yani netice olarak Allah (c.c) nin emri yerine getirilmiştir. Bu emrin yerine gelmesi neticesinde ise, Musa (a.s) ın kavmi kendilerini Allah (c.c) ye kulluktan alıkoyan ve "İnek sevgisi" olarak temsil edilen engeli ortadan kaldırarak vahye teslim olmuşlar, ve ölü halden diri hale geçmişlerdir. 

Bu olay , kendisini vahye teslim etmeyerek "Ölü" duruma düşenlerin, ne şekilde "Diri" konumuna geçeceklerini anlatmaktadır. Kıssanın ana teması , gerçek bir ölünün üzerine et parçasının vurulması neticesinde dirilip bazı şeyleri haber vermesi değildir. 

[035.022]  Dirilerle ölüler de bir değildir. Doğrusu Allah, dilediği kimseye işittirir. Sen, kabirlerde olanlara işittiremezsin.
[027.080]  Sen, ölülere şüphesiz ki işittiremezsin; dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsın.

Kur'an bir insanda ortaya çıkan "Ölü" olma halini, sadece hakiki anlamda onun hayati canlılığının sona ermesi olarak değil , mecazi anlamda da kullanarak , vahye karşı duyarsız olma hali olarak ta anlatmaktadır.

Bu bağlamda , Allah (c.c) nin ölüden diriyi çıkardığını beyan eden ayetler de anlamını bulacaktır. 

[030.019] O, ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra O canlandırır. Ey insanlar! İşte siz de böylece diriltileceksiniz.

Allah (c.c) nin ölüden diriyi , diriden ölüyü çıkardığını beyan eden ayetler için tefsirlerde farklı yorumlar bulunmaktadır. Bu ayetlerin konumuz ile alakalı olarak yorumunu yapmaya çalıştığımızda , vahyin hayata pratize edildiğinde , ölülerin dirileceği , hayata prtize edilmediğinde ise , dirilerin öleceği şeklinde bir yorum getirmek mümkündür.

[002.072]  Siz bir kimseyi öldürmüş ve bunu birbirinize atmıştınız; oysa Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır. (muhricun).
[009.064]  Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin müminlere indirilmesinden çekinirler. De ki: Siz alay edin! Allah o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır (muhricun).

Kıssanın anlatıldığı 72. ayet içindeki "Muhricun" kelimesinin , Tevbe s. 64. ayetinde de kullanılmış olduğunu görmekteyiz. Bu ayette , Allah (c.c) münafıkların kalplerinde gizlediklerini, indireceği bir sure ile haber vererek kalplerindeki nifağı ortaya çıkaracağını beyan etmektedir.

Kesilen ineğin bir parçası artık , sadece yenilecek bir et parçası olmaktan çıkarak, doğruyu yanlıştan ayıran vahyi temsil etmektedir. Vahiy nasıl insanların gizlemekte olduklarını açığa çıkaran bir işlev görüyor ise , kesilen parça da aynı işlevi görmektedir.


[002.073] «Onun bir parçasıyla ona vurun» dedik. İşte böylece Allah ölüleri diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size ayetlerini gösterir.

Bütün bunlardan sonra , Bakara s. 73. ayetinde haber verilen olayın sadece literal bir okuma yöntemi ile okunmayacak ve o literalliğe hapsedilmeyecek kadar geniş bir anlama sahip olduğu anlaşılacaktır. Kur'an "Ölü" ve "Diri" kavramlarını sadece bedenen yaşayan ve yaşamayanlar için değil , mecazi anlam çerçevesinde de kullanarak , vahyi kendisine rehber edinmemiş olanları "Ölü" , vahyi kendisini rehber edinmiş olanlar ise "Diri" olarak tasvir etmektedir.

[002.074] Sonra kalbleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu. Nitekim taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp su çıkan vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir.

Bu ayet ise , vahyin insan hayatında yaptığı değişimi görmezden gelenlerin düştükleri durumu tasvir etmektedir.

Sonuç olarak ; Bakara kıssası , eski tefsirlerde sadece ölünün dirilmesi mucizesi çerçevesinde okunmaya çalışılarak , öldürülenin kim olduğu , neden öldürüldüğü , dirilince neler dediği gibi , bizlere mesaj yönü olmayan yorumlar çerçevesinde okunmaya çalışılmıştır. 

Biz ise olayın mesaj yönünü okumaya çalışarak , yaşanmışlığı içinde anlatılan olayın, "Sünnetullah" denilen yasaların devamlılığı esasına dayalı olarak , her zaman yaşanacak bir olay olması üzerine bir düşünce bina etmeye gayret ettik. 

Yaşanmışlığı içine hapsedilerek yapılan bir kıssa okuması , bizlere dönük herhangi bir mesaj ihtiva edip etmediği noktasında tefekküre kapı açmadığı için , biz olayın yaşanmışlığının anlatılması üzerinden , Kur'an bütünlüğüne dikkat etmeye çalışarak , bize dönük mesajını okumaya çalıştık. 

Bakara kıssası içinde anlatılan ölünün dirilmesi olayı , "Bakara" adı ile temsil edilen şeyin, kişiyi Allah (c.c) ye kulluk etmenin önündeki engel olanların tümünün sembolik adı şeklinde okuduğumuzda bu engellerin insanları "Ölü" konumuna düşürdüğü , bu engellerin kaldırılması sonucunda ise ölü konumundan "Dir" konumuna geçildiği haber verilmektedir. 

Vahyin hayatımızın her anında karşılaştığımız sorunlara çözüm getirici yönünün vurgulanmaya çalışıldığı bu kıssada , vahyin her şeyin değerinin , kalitesinin , doğruluğunun ve yanlışlığının ölçüleceği bir mihenk taşı olduğu vurgusu da yapılmaktadır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Yusuf'un Gömleğinin Babasını Basir Hale Getirmesi İle Kur'anın İnsanları Basir Hale Getirmesi Arasında Analojik Bir Bağ

Kur'anın "Ahsen Elkasas" (Kıssaların en güzeli) olarak beyan ettiği Yusuf kıssası içinde geçen anlatımlarda, Yusuf'un gömleğinin önemli bir yeri olduğunu görmekteyiz. Yakub (a.s) ın yüzüne bırakılması için, oğlu Yusuf tarafından elçi vasıtası ile gönderilen gömleği , Kur'anın teşbihi anlatım üslubu çerçevesinde  okumaya çalıştığımızda , sadece Yusuf'un sırtındaki bir gömlek olmaktan çıkarak , vahyin insanlar üzerinde nasıl bir etki yaptığını anlatan bir mesaja dönüşmektedir.

Bu yazımızda , gömleğin Yakub (a.s) a gidişi ve onun gözlerini açması ile ilgili ayetlerde geçen bazı kelimelerin , Kur'anın diğer ayetlerinde geçen bazı kelimeler ile alakasını kurmaya çalışacak , olayın sadece Yusuf'un bir mucizesi şeklinde okunması neticesinde, tarihsel bir boyutta bırakılmasının hatalı bir okuma olduğu düşüncesinden yola çıkarak , bu olayın evrensel bir mesajı olduğu düşüncesi ile , ilgili ayetler üzerinde tefekkürde bulunmaya gayret edeceğiz.

Bilindiği üzere Yusuf, kardeşleri tarafından kuyuya atıldıktan yıllar sonra kardeşleri ile yeniden yüz yüze gelmiştir. En küçük kardeşini yanında alıkoyan Yusuf'un diğer kardeşleri babalarına giderek durumu anlatmışlar ve babaları bu habere karşı şunları söyler.

[012.083] (Babaları) dedi ki: «Hayır, nefisleriniz sizi (böyle) bir işe sürükledi. (Bana düşen) artık, güzel bir sabırdır. Umulur ki, Allah onların hepsini bana getirir. Çünkü O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.»

Yakub (a.s) bir elçidir ancak aynı zamanda bir babadır , onun Yusuf'a olan hasreti onu yıpratmış ve büyük bir üzüntüye sevk etmiştir. Onun bu durumu şu şekilde anlatılmaktadır;

[012.084] Ve onlardan yüz çevirdi ve: «Ey Yusuf'a karşı (artan dayanılmaz) kahrım» dedi ve gözleri üzüntüsünden  ağardı. Ki yutkundukça yutkunuyordu.

Yakub (a.s) oğullarını Yusuf ve kardeşini bulmaları için geri gönderirken söylediği sözlerin içindeki "Ravh" kelimesi , Kur'anın odak kavramlarından birisidir. Ruh kelimesi ile aynı kökten türeyen bu kelime, konumuzu yakından ilgilendirmektedir.

[012.087]  «Ey oğullarım, gidin, Yusuf'u ve kardeşini araştırın. Allah'ın rahmetinden (ravhillehi)ümit kesmeyin; zira kâfir kavimden başkası Allah'ın rahmetinden (ravhillehi)ümit kesmez.»

"Ravh" kelimesi , Kur'anda rüzgara isim olmuş bir kelimedir. Rüzgar ise, beraberinde yağmuru getiren bir esinti olup , bu yağmurun ölü beldeyi canlandırdığını beyan eden ayetleri sadece literalliği dahilinde değil , daha geniş anlamda vahyin ölüleri canlandırmasını ifade etmesi dahilinde de okunması gerektiğini düşünmekteyiz. 

[007.057]  Rahmetinin önünde, müjdeci olarak rüzgarları gönderen Allah'tır. Rüzgarlar, yağmur yüklü bulutları taşıdığında, onu ölü bir memlekete gönderir, su indirir ve onunla her türlü ürünü yetiştiririz; ölüleri de bunun gibi diriltip, çıkarırız; belki bundan ibret alırsınız.

[035.009]  Rüzgarları gönderip de bulutları yürüten Allah'tır. Biz bulutları ölü bir yere sürüp, onunla toprağı ölümünden sonra diriltiriz. İnsanları diriltmek de böyledir.

Kardeşleri Yusuf'un yanına geldikten sonra arada geçen konuşmalardan sonra , Yusuf kardeşlerine şunları söyler ; 

İzhebû bikamîsî hâzâ fe elquhu alâ vechi ebî ye’ti basira basîran), ve’tûnî bi ehlikum ecma’în(ecma’îne).

[012.093] Siz benim şu gömleğimi! götürün de babamın yüzüne bırakın, gözü açılır. Ve bütün ailenizle toplanıp bana gelin!»

Yusuf (a.s) gömleğinin babasının yüzüne bırakılması ile onun görür, yani "Basir" hale gelmesinin ,  mesaj içerikli okunması gereken ifadeler olduğunu düşünmekteyiz. Mesaj içerikli olarak okunmadığında bu ifadeler, sadece Yusuf'un bir mucizesi olarak kalacak ve bize dair söylediği bir şey olabileceği noktasında tefekkür imkanı olmayacaktır. İlgili ayetleri okumaya devam ederek , konu bittiğinde bu kelimelerin diğer ayetlerde geçişleri ile bağ kurarak mesajı okumaya çalışacağız.

Ve lemmâ fasalatil’îru kâle ebûhum innî le ecidu riha yûsufe lev lâ en tufennidûn(tufennidûni).

[012.094]  Kafile ayrılınca babaları dedi ki: Bana bunak demezseniz; Yusuf'un kokusunu buluyorum.

Yakub (a.s) ın söylediği "le ecidu riha yusufe" (Yusuf'un kokusunu buluyorum) sözünü , surenin 87. ayetinde geçen "Allah'ın ravh'ından ümit kesmeyiniz" sözü ile birlikte okuduğumuzda, Allah (c.c) den ümit kesmemenin karşılığını almış olmak açısından, daha kolay anlaşılacaktır.

Fe lemmâ en cael beşiru elkahe ale vechihi fertedde basira, kâle e lem ekul lekum innî a’lemu minallâhi mâ lâ ta’lemûn(ta’lemûne).

[012.096]  Müjdeci gelip, gömleği Yakub'un yüzüne bırakınca, hemen gözleri açıldı. Bunun üzerine Yakub «Ben size, Allah katından sizin bilmediğinizi biliyorum dememiş miydim?» dedi.

Ayet içinde geçen ELBEŞİR  , BASİRAN kelimeleri, konumuzun anahtar kelimeleridir. Anahtar kelime olarak, daha önceki ayetlerde geçen RAVHUN kelimesini de ilave ettiğimizde, bu kelimelerin Kur'an bütünlüğünde ortak yönünü bulmaya çalışarak Yakub (a.s) ın gözünün açılmasının bize dair mesajını okumak kolaylaşacaktır.

Yusuf suresini okuduğumuz zaman , bu sure içinde Kur'an tarafından teknik veya ıstılahi anlam yüklenmiş (Rab , Resul , Dalal , Aziz , Basir, Beşir , Melik v.s gibi) bazı kelimelerin, sözlük anlamlarında kullanıldıklarını görmekteyiz. Bu kullanımlar bize o kelimelerin ıstılahi anlamlarını anlamakta kolaylık sağlamaktadırlar. 

[034.028]  Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci (beşiran) ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez.

Kur'ana baktığımızda "Beşir" (müjdeci) kelimesinin , Allah (c.c) nin insanlar içinde seçtiği ve onun mesajını iletmekle yükümlü olan kimselere verilen isimlerden birisi olduğunu görmekteyiz.

[035.019]  Kör ile gören (Basiru) eşit olmaz.
[040.058]  Kör ile gören (Basiru), inanıp yararlı iş işleyenlerle kötülük yapan bir değildir. Ne kadar az düşünüyorsunuz?

Kur'anda bir çok ayet, kör (ama) ile gören (basir) in eşit olmadığını beyan etmektedir. "Ama" ve "Basir" olma halinin , kafalardaki gözlerin görüp görmemesinden daha ziyade, mecazi anlamda kullanılarak , vahye karşı olan inkarcı tavrın bir sonucu olarak, insanlardaki oluşan bir durumu tasvir anlamında kullanıldığını görmekteyiz.

Ayrıca aynı sure içinde "Basiret" kelimesinin kullanılmış olması dikkat çekicidir. 

[012.108]  De ki: «İşte benim yolum budur; basiret üzere Allah'a davet ederim, ben ve bana uyanlar; Allah'ı tenzih ederim ve ben ortak koşanlardan değilim.»

"Ravh" (rüzgar) kelimesinden türemiş olan "Ruh" kelimesinin , "İnsanlara hayat veren bir esinti" anlamında kullandığımızda , Allah (c.c) nin BEŞİRLERİ aracılığı ile, AMA (kör) olan insanları , BASİR (görür) hale getirmek için indirdiği vahiy olduğunu anlayabiliriz.

[042.052] İşte böylece Biz; sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitab nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz; onu, kullarımızdan dilediğimizi hidayete eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yolu göstermektesin.

Ayetleri toparlayacak olursak ; Yusuf, seçtiği elçi (El beşir) ile , gözlerine ak düşmüş olan babasına gömleğini göndererek , o gömleğin babasının yüzüne bırakılmasının sonucunda babasının, görür (Basiran) hale geleceğini söylemektedir. 

Yusuf'un gömleği, bu noktada sadece bezden yapılmış bir giysi olmaktan çıkmış , metaforik bir anlama bürünerek , VAHYin insan üzerindeki etkisini anlatmaktadır. 

Yakub (a.s) ın gözlerine ak düşmüş olmasını , gözlerinin açılmaya muhtaç hale gelinmiş olması şeklinde düşündüğümüzde , Yakub (a.s) ın düştüğü durum daha geniş bir anlama bürünerek , bizlere dair mesajı olan bir anlatım haline dönüşecektir. 

Herhangi bir insan, hayatının herhangi bir kesitinde , başına gelen sıkıntılı bir işten dolayı vahyin aydınlatıcılığına ihtiyaç duyabilir. Yakub (a.s) ın durumunu okuduğumuzda bunu anlayabiliriz. Yakub (a.s) elçi bir kuldur fakat , onun gözlerine ak düşmesi , beşer yönünün ağır basarak oğluna olan hasretinin yani sıkıntılı bir duruma düşmesinin sonucudur. 

Yakub'un oğluna olan hasretinin neticesinde gözlerine ak düşmüş olmasının , gömleğin yüzüne bırakılması sonucunda yok olmuş olmasını genelleştirerek , "Bazı insanların içinde bulunduğu sıkıntılı durumun, vahyin ona getireceği çözüm ile son bulacağı" şeklinde okuduğumuzda , Yusuf'un gömleği yani VAHY, nasıl  Yakub'un yüzüne ilka edildiğinde onun gözünü nasıl BASİR hale getirdi ise bizler, içinde bulunduğumuz bir takım sıkıntılara karşı çözümü , VAHYin bizim üzerimize bırakıldığında bulacağımız , yani vahye müracaat ettiğimizde beyan edilmiş olmasını, konumuz ile ilgili ayetleri mesaj içerikli okuduğumuzda anlayabiliriz. 

Bütün bunlardan sonra "Basiret" kelimesinin , Kur'an ve vahy ile ilişkilendirildiği ayetler, anlamını daha kolay bulacaktır.

[012.108]  De ki: işte benim meslekim bu, basıret üzere Allaha da' davet ederim ben ve banan tabi' olanlar, ve Allahı tesbih ile tenzih eylerim ve ben müşriklerden değilim.
[016.108]  İşte Allah'ın kalblerini, kulaklarını ve gözlerini(ebsarihim) mühürlediği kimseler bunlardır. Gafiller de işte bunlardır.
[024.044]  Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Doğrusu, görebilenler için (li ulilebsari) bunda ibretler vardır.
[032.009] Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler (vel ebsare), kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!
[038.045]  Güç ve basiret sahibi olan kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da hatırla.
[045.023]   Heva ve hevesini tanrı edinen Allah'ın bir bilgiye dayalı olarak şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü (basarihi) perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hal& anlamıyor musunuz?

[006.104] Hakıkat Rabbınızdan size bir çok basıretler geldi artık kim gözünü açar görürse kendi lehine, kim de körlük ederse kendi aleyhinedir ve o halde ben size karşı muhafız değilim
[007.203]  Ve sen onlara bir âyet getirmediği zaman derib toplasa idin' a dediler, de ki: ben, ancak rabbımdan bana ne vahiy olunuyorsa ona ittiba' ederim bütün bu Kur'an rabbınızdan gelen basıretlerdir ve iyman edecek bir kavm için bir hidayet ve rahmettir
[017.102] [E0] Alimallah dedi: pek âlâ bilirsin ki bunları o Göklerin Yerin rabbı, sırf birer basîret olmak üzere indirdi, her halde ben de seni ya Fir'avn! Helâk olmuş zannediyorum
[028.043] [E0] Celâlim hakkı için biz Mûsâya o kitabı kurûnı ûlâyı ihlâk ettiğimizden sonra nâsın vicdanlarını tenvir edecek basîretler, ve bir hidayet-ü rahmet olmak üzere verdik, gerek ki tezekkür ederler

[045.020]  Bu , insanlar için basiretlerdir, kesin bilgiyle inanan bir kavim için de bir hidayet ve bir rahmettir.

Sonuç olarak ; Yusuf'un gömleğinin babasının üzerine atıldığında onun gözlerinin açılmış olmasını , sadece yaşanmışlığında bırakarak okumak yerine , bizlere dönük mesajlar olabileceği şeklinde bir düşünce çerçevesinde okumaya çalıştığımızda , karşımıza Kur'anın benzetme ,alegori veya metafor dediğimiz anlatım üslubu çıkmaktadır. 

Gömlek , bu noktada sadece bezden yapılmış bir giysi değil , vahyin insanı görür hale getirmiş olmasının gerçek olduğunu bizlere anlatmaktadır. Yani hayatımızın herhangi bir kesitinde karşımza çıkan ve vahyin çözüm getirdiği bir soruna , elimizde olan vahiy ile çözüm bulmaya çalıştığımızda gözlerimiz BASİR hale gelerek , yolumuz aydınlanacaktır. 

Bu çalışmadaki maksadımız , Kur'andaki bazı kavramların insan zihninde kalıcılık ve anlama kolaylığı sağlaması bakımından, kıssalarda geçen kelimeler ile ilişkisini kurmaya çalışmaktır. Kur'anı doğru anlamanın yollarından birisinin kelimelerin Kur'an bütünlüğü dahilinde ilişkisini kurarak okumak olduğunu göstermeye çalışmaktır.

"Basir" , "Beşir" , "Ruh" , "İlka" kelimeleri ve türevlerinin geçtiği ayetleri okuyarak , Yakub (a.s) ın "Basir" hale gelmesini anlamaya çalıştığımızda söylemek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.

                                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


6 Mayıs 2016 Cuma

Hud s. 53. Ayeti : Hud (a.s) Kavmine Beyyine İle Gelmedi mi ?

"Müşkilül Kur'an" , tefsir usulü ile ilgili kitaplarda yer alan , ayetler arasında çelişki olduğu gibi bir durum oluşmasına sebep veren bazı durumlarda , bu durumun nasıl çözülebileceğine dair bilgileri kapsayan bir bölümdür. Kur'an ayetleri arasında bir çelişki olmadığına göre (4.82) , çelişki gibi görünen ayetlerin arasındaki işkal'in nasıl giderilebileceği , bu bölüm altında verilen bilgiler ile anlatılmaktadır. 

 Bu yazımızda böyle bir işkal olduğunu düşündüğümüz Hud s. 53. ayetini ele alarak ,  ayette ki işkal'in nasıl giderilebileceği üzerine düşüncemizi paylaşacağız. 


[011.053] «Ey Hûd» dediler. «Sen bize bir beyyine ile gelmiş değilsin ve biz de senin sözünle ilahlarımızı terketmeyiz. Sana iman edecek de değiliz.»

Kavmi Hud (a.s) a bu ayette beyyine getirmediği için , ilahlarını terke etmeyecekleri söylemektedirler. Oysa başka ayetlerde Ad kavmine beyyine gelmiş olduğunu haber vermektedir. 

[009.070] Onlara, kendilerinden öncekilerin Nuh, AD, Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahalisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? ONLARA RESULLERİ BEYYİNELER İLE GELMİŞLERDİ. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmetmektelerdi.

[014.009] Sizden öncekilerin, Nuh kavminin, AD ve Semud ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. RESULLERİ ONLARA BEYYİNELER İLE GELMİŞLERDİ de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: «Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırmakta olduğunuz şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.» 

Hud s. 53. ayetinde Ad kavminin Hud (a.s) a "Bize beyyine ile gelmedin" demelerine karşılık , Tevbe s. 70. ve İbrahim s. 9. ayetlerinde Ad kavmine de beyyine geldiği haber verilmektedir. Dikkatli bir okuyucunun, bu ayetlerde ortaya çıkan durumu nasıl okumak gerektiğine dair kafa karışıklığı yaşaması muhtemeldir

Tefsir usulünde "İşkal" olarak isimlenerek ortaya çıkan durum , bir ayette beyyinenin gelmediği , diğer ayette ise beyyinenin geldiğinin verilmiş olması ile ortaya çıkan çelişkili durumdur. 

Kur'andan çelişki asla olmayacağına göre Hud s. 53. ayetindeki işkal  nasıl çözülebilir ?.

Kur'an okumalarında en önemli husus olan , bir konu ile ilgili  ayetlerin Kur'an bütünlüğü dikkat edilerek okunması, burada önem kazanmaktadır.

Hud s. 53. ayetini , Enfal ve İbrahim surelerindeki Ad kavmine beyyinenin gelmiş olduğunu dikkate alarak okumak gerekmektedir. 

Hud s. 53. ayeti , konu ile alakalı olan diğer iki ayet dikkate alınarak nasıl okunabilir ?. 

Enfal ve İbrahim surelerinde kendilerine beyyine gelmiş olduğunu öğrendiğimiz Ad kavmi , elçileri olan Hud (a.s) a söyledikleri "Sen bize bir beyyine ile gelmiş değilsin" sözünü , aslında Ad  kavmine  beyyinenin gelmiş olduğu , fakat Ad kavminin kendilerine gelmiş olan bu beyyineyi "Yok" hükmünde sayarak kabul etmediklerini ifade etmek için kullandıkları şeklinde okumak gerekmektedir.  

Yani Hud (a.s) Ad kavmine beyyine ile gelmiş , fakat Ad kavmi kendilerine gelen bu beyyineyi onun elçiliğinin bir kanıtı olarak kabul etmedikleri için kabul etmemişler , Hud (a.s) ile kendilerine gelmiş olan beyyineyi kabul etmediklerini ifade etmek için "Sen bize bir beyyine ile gelmiş değilsin" demektedirler. 

Sonuç olarak ; Kur'an okumalarında önemli bir usul olan Kur'an bütünlüğünü gözeterek okumak prensibi uygulandığında , iki ayet arasında çelişki gibi bir görünün durumun nasıl çözülebileceğine örnek olması için Hud s. 53. ayetini ele almaya çalıştık. Şurası unutulmamalıdır ki , ayetler arasında çelişki gibi görünebilen bir durumda , çelişkiyi çözmek için Kur'anın bütününe hakim olan bir okuma yapmak gereklidir. Bütünlük gözetilmeden yapılan okumalarda, bazı işkallerin ortaya çıkması muhtemel olup , bu işkaller konu ve Kur'an bütünlüğü ile kolayca çözülebilir.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
                  

30 Nisan 2016 Cumartesi

Dağların ve Kuşların Davud (a.s) İle Birlikte Tesbih Etmesinin Günümüze Dönük Mesajı

Davud (a.s) , kendisine mülk ve yönetim gücü verilmiş elçilerdendir. Onun böyle bir güce sahip olmasının Kur'an içinde anlatılmasının sebebi , kendisinden sonra gelen elinde mülk ve güç bulunduranların, bu gücü nasıl kullanmaları gerektiğine dair örneklik teşkil etmesidir. 

Davud (a.s) ın kıssası içinde , dağların ve kuşların onunla birlikte tesbih ettiğinden bahsedilmektedir. Onların bu tesbihi nasıl yaptığı konusunda tefsirlerde malumatlar olmasına rağmen , mesaj içerikli bir okuma yapılmadığı için , maalesef masal ve israiliyyat kaynaklı bilgiler verildiğini görmekteyiz. Yazımızda , Kur'anın bu anlatımının , bize dönük nasıl bir mesajı olabileceği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

[021.079]  Biz bu hükmü hemen Süleyman'a belletmiştik. Her birine hüküm ve ilim verdik. Davud ile birlikte tesbih etsinler diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Bunları yapanlar Bizdik.
[034.010]  Andolsun ki; Davud'a, katımızdan lutuf ihsan ettik. Ey dağlar; onunla birlikte siz de yönelin ve kuşlar da. Ona demiri yumuşak kıldık.
[038.017-19]  Onların söylediklerine sabret; güçlü kulumuz Davud'u an; o, daima Allah'a yönelirdi.Biz dağları onun emrine vermiştik, akşam ve işrak vakti onunla birlikte tesbih ederlerdi.Kuşları da toplu olarak. Her biri ona yönelmişti.

"Tesbih" ; Se-be-ha kökünden türeyen ve "Havada ve suda hareket etmek" anlamında bir kelimedir. Terim anlamı olarak , "Allah (c.c) nin yarattığı her şeyin onun koyduğu kurallar ve  yasalar çerçevesinden dışarı çıkamaması" anlamındadır. 

[024.041] Göklerde ve yerde olan kimselerin, sıra sıra uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri kendi salatını ve tesbihini bilir. Allah, onların yaptıklarını bilendir.
[017.044]  Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu tesbih eder; O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, Bağışlayan'dır.

Dağların ve kuşların tesbih etmesi , onların yaratılış amaçlarına uygun bir yaşam sürmesi, Allah (c.c) nin onlar için belirlediği yasalar dahilinde hayatiyet sürmeleri anlamındadır. Dağları ve kuşları , insan dışındaki canlı hayatının sembolize edilmiş ismi olarak okumaya çalıştığımızda , Davud (a.s) ile birlikte tesbih etmelerini şu şekilde anlamak mümkündür; 

Davud (a.s) kendisine mülk ve yönetim gücü verilmiş bir hükümdar olarak, dünya üzerindeki geniş bir kara parçası üzerinde hakimiyet sahibidir. Onun öncelikle Allah (c.c) nin bir kulu olması , bu kulluğunun gerektirdiklerini yerine getirmesini zorunlu kılmaktadır. Hükümdar bir kul olması ise , elinde bulundurduğu yönetim gücünü ona emredildiği şekli ile yerine getirmesini zorunlu kılmaktadır. 

Elinde yönetim gücü bulunan bir kimse , bu gücünü hakka uygun bir biçimde kullanarak , mülkü altında yaşayanlara zulmetmemek , onları hak ve adalete uygun bir biçimde yönetmek zorundadır. Davud (a.s) böyle bir yönetici portesine sahip, hak ve adalete uygun yönetim sergileyen bir hükümdar örneği ile karşımızda durmaktadır. 

Davud (a.s) hem kul , hem de yönetici olması nedeniyle , kulluğunun ve yöneticiliğinin gereklerini, hak ve adalet dairesinde uygulayarak, tesbihini yerine getirmektedir. Davud (a.s) ın mülkü içinde yaşayanlar sadece insanlar değildir. Onun mülkü içinde , insan emrine musahhar kılınmış olan dağlar ve kuşlar ismi ile sembolize edilmiş , insanın yaşamı için gerekli olan nimetler de bulunmaktadır.

[031.020] Görmez misiniz ki; Allah, göklerde olanları da, yerde olanları da size müsahhar kılmıştır. Gizli ve açık olarak nimetlerini size bolca vermiştir. İnsanlar arasında hiç bir bilgisi olmadan, hiç bir rehberi ve aydınlatıcı kitabı yokken Allah hakkında tartışanlar vardır.
[014.032]  Allah, o dur ki , gökleri ve yeri yarattı; yukarıdan su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı; emri gereği denizde seyretmesi için size gemileri hizmetinize sundu; nehirleri de size musahhar kıldı.
[045.013]  Ve göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsini sizin için, tarafından musahhar kıldı. Şüphe yok ki, bunda düşünecekler olan bir kavim için elbette alâmetler vardır.

İnsanlar , Allah (c.c) tarafından kendilerine verilen bu nimetleri , nankörce , hoyratça , müsrifçe harcamayarak , bu nimetlerin kendilerine emanet verildiğini , bu nimetlerin kendilerinin ihtiyaçları olduğu gibi , kendilerinden sonra gelecek kuşakların da ihtiyaçları olduğunu , dolayısı ile yeryüzünden olan nimetlerin kullanım hakkına riayet edilmesi gerektiğini bilmek zorundadırlar.

İnsanlar yeryüzünde sadece kendilerinin değil , kendilerinin yaşamı için gerekli olan , kendilerinin dışındaki diğer varlıkların da yaşama hakkı olduğunu bilmek, ve ona göre davranmak zorundadırlar. Davud (a.s) kıssasında "Dağlar ve Kuşlar" ismi ile sembolize edilen, insan dışındaki varlıkların yaşam hakkına saygı duymak, yani onların da tesbih etmelerini sağlamak , insanların en temel görevlerinden birisidir.

[030.041]  İnsanların elleriyle işlediklerinden dolayı karada ve denizde Fesad belirdi. Ki yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın. Belki dönerler.

Daha çok yemek , kazanmak , eğlenmek için, başkalarının hakkına tecavüz etmekten çekinmeyen insan , emrine müsahhar kılınan, "Kevni Ayetler" olarak da ifade edebileceğimiz , yeryüzünde olan her şeyi ifsad etmekten çekinmemektedir. 

İnsan , kendisinin yaşamını sürdürebilmesi için , kendisinin dışında yaratılmış olan ve kullanımına sunulan nimetleri ölçülü ve dengeli bir biçimde kullanmak zorundadır. Sadece kendisini düşünerek , gelecek nesillerin haklarını gasp eden bir kullanımda bulunmaya kalktığında, yeryüzünde büyük bir fesat meydana çıkacaktır. 

Bugün yeryüzünde yaşadığımız ve adına "Çevre sorunları" , "Çevre Felaketleri" denilen bir çok sıkıntı , bizden öncekilerin bizlerin haklarını düşünmeyerek yaptığı hoyratça kullanımın bir neticesidir. Maalesef şimdiki yaşan insanlar da, aynı yolu izleyerek sorunları azaltmak amaçlı değil,  sorunların üzerine  sorun ilave etmek amaçlı kullanımlar yaparak , yeryüzünü büyük bir felakete doğru sürüklemektedirler.   

İnsanlığın kadim bir sorunu olan , kendisini düşünmek sureti ile başkalarının hakkına saygı göstermemek hastalığı , ve bu hastalığa karşı önlem alan bir yönetici hükümdar portresi olarak , kuşların ve dağların Davud (a.s) ile birlikte tesbih etmesinin anlamı şimdi daha kolay anlaşılacaktır.


Davud (a.s) hem kul hem yönetici olarak , mülkü altında bulunan insanların dışında olan ve Kur'anın "Dağlar ve Kuşlar" olarak genellediği , diğer yaşam sahiplerinin yaşama hakkına saygı duyan ve mülkü altında yaşayan insanların da bu yaşamlara saygı duymalarını sağlayan bir yönetim sergilemektedir.

Yönetici konumunda olan bir insanın görev ve sorumluluk alanı, sadece yönetimi altındaki insanlar ile sınırlı değildir. Yönetici konumunda olan bir insanın görev ve sorumluluk alanı, insanlar ve o insanların yaşamları için gerekli olan bitki ve hayvan neslini korumaktır. Bitki ve hayvan nesli yok olmaya başladığı zaman , insan nesli de yok olmaya başlayacaktır. İnsanlar hayatiyetini devam ettirebilmesi için , yemek , içmek , hava almak gibi ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. 

İnsanlık eğer , yaşamı için gerekli olan unsurları kendi eliyle yok etmeye başladığı zaman , yemek , içmek , hava almak gibi ihtiyaçlarını karşılayamayacağı için, yok olma sürecine girecektir. Bugün dünyanın bir çok yerinde yaşanan çevre sorunları, bu yok oluşun bir habercisidir.

Kendisi dışındaki canlı hayatını koruma noktasında herkes , kendi çapında sorumluluk sahibi olup , yönetici konumunda olan kimselerin sorumluluk alanı ise , gerekli kural ve yönetmelikleri hazırlayarak , insan dışındaki canlı hayatının tesbihlerinin devam etmesini sağlamak olmalıdır.

Yönetici konumunda olan kimseler , böyle bir yönetim örneği sergileyerek , aynı zamanda kendilerinin de bu konuda tesbih etmiş olmalarını sağlayacaklardır. Çünkü insanın tesbih görevlerinden birisi de , kendisinin dışındaki hayatlara saygı duyan bir yaşam sürmesidir. 

Davud (a.s) , işte böyle bir yönetici hükümdar portesi çizerek , hem insan hayatına , hem de insan dışındaki hayatlara yaşama hakkı sunan bir yönetim sergilemiş , ve kendisinden sonra gelen yöneticilere örneklik teşkil edecek bir yönetim tarzı miras bırakmıştır. 

Kur'an , insan hayatı dışındaki canlılara saygı göstermemenin insanlığı nasıl bir sona götüreceğini Salih (a.s) kıssası örneğinde göstermiştir. 

İnsan dışındaki canlı hayatını sembolize eden "Dişi Deve" yi ayet olarak Semud kavmine gönderen Allah (c.c) , Semud kavminden bu deveye gereken saygının gösterilmesini istemiştir.

Fakat Semud kavmi deveye gereken saygıyı göstermeyerek helaka uğramıştır. Biz bu kıssayı okurken sadece devenin kayadan çıkıp çıkmadığını tartışmak yerine , mesaj içerikli bir okuma gerçekleştirdiğimiz takdirde , evrensel bir mesaj olarak insan dışındaki hayatlara saygı göstermemenin neticesini okuyabiliriz. 

İnsanlık her çağda Davud (a.s) gibi yöneticileri kendisine  örnek alan yöneticilere muhtaçtır. Bir yönetici düşünelim ki , kendisinin kul olduğunu bilir ve ona göre davranır , yöneticilik gücünü sadece hak ve adalet yolunda kullanır , mülkü altında bulunan bütün insanlara zulmetmeyen bir yönetim sergiler, mülkü dahilinde bulunan insan harici bitki ve hayvan neslinin yaşama hakkına saygı gösteren kararlar alır ve bunları uygular , böyle bir yöneticinin yönetimi altında yaşayan insanlar ve çevre nasıl bir durumda olacaklardır ?.

Sonuç olarak ; Davud (a.s) , kendisine mülk verilmiş bir elçi olarak , elinde yönetim gücü bulunduranlara üsvetün hasene (en güzel örnek) olan bir kimsedir. Mülkü altında bulunan dağlar ve kuşların onunla birlikte tesbih etmesini , onun gür sesli birisi ve okuduğu ilahileri dağlar ve kuşlar ile birlikte okuduğu şeklinde okumak yerine , evrensel mesajlar olarak okuduğumuz zaman , Davud (a.s) kıssası masal olmaktan çıkarak , yaşanan hayatlara , yaşanmış hayatlardan örnekler olarak bizlere dönecektir. 

İnsan ve onun dışındaki canlı hayatı, etle tırnak misali birbiri ile iç içe geçmiş bir şekilde sürmektedir. Bitki ve hayvan nesli olmadan , insanın yaşamını sürdürmesi mümkün değildir. İnsan , kendisinin yaşam hakkı kadar , kendisinin dışındaki canlılarında yaşam hakkı olduğunu düşünmeden yaşayarak , kendi dışındaki canlı hayatı yan ekolojik dengeyi yok ettiğinde ,kendisini de yok etmiş olacaktır.

İnsan hayatının var olması , kendi dışındaki canlıların da var olması ile mümkün olduğuna göre , yaşadığımız dünyada onların da yaşam hakkına saygı duyan yönetimler olması ve bu yönde kurallar ihdas ederek , onların hayatlarını garanti altına almak sureti ile , bizlerin de hayatlarını garanti altına almayı sağlamak , yönetimler asli görevi olmalıdır.

İnsan dışındaki canlı hayatının tesbihini sürdürebilmesi , biz insanların elinde olup , insan olarak tesbih etme görevlerimizden birisi de , bizim dışımızdaki canlı hayatına saygı duymaktır. Bu yönde bir yaşam sergileyen insanlar ve onları yönetenler , yükümlü oldukları tesbih görevini yerine getirmiş sayılacaklardır. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

17 Nisan 2016 Pazar

Kehf ve Rakım Ashabı Kıssasından Kabirde Geçecek Zaman İle İlgili Bir Bilgi Çıkarım Çalışması

Kur'an kıssaları , içerisinde bir çok mesajı taşıma kapasitesine sahip bulunan anlatımları içermektedir. Kehf ve Rakım ashabı kıssası , böyle bir kapasiteye sahip olan kıssalardan olup, kıssa içindeki bazı ayetler, ölüm ile yeniden diriliş arasında geçecek zaman hakkında bizleri bilgi sahibi yapmaktadır . 

Bilindiği üzere, "Kabir Azabı" konusu başlığı altında verilen bilgilerde , ölüm sonrası kabre konulan kişinin, dünya hayatında yapmış olduğu amellere karşılık olarak, kabrinin ya cennet bahçelerinden bir bahçe , veya cehennem çukurlarından bir çukur olacağı anlatılmaktadır. 

Ancak bu bilgiyi Kur'an içinden teyit edecek bir ayetimiz maalesef olmayıp , bu bilgi rivayetler ile İslam düşüncesi içine sokulmuş, ve bazı Kur'an ayetleri özellikle Mü'min suresi 46. ayeti bu konuya delil olarak sunulmaktadır. Allah (c.c) tarafından "Çelişkisiz bir kitap"(4.82) tanımlanan bu kitabın bir ayetinde kabir azabını kabul eden , bir başka ayetinde kabir azabını ret eden ayetin bulunmasının imkansız olacağına göre, bu konuda çelişki arz etmeyen bir düşünce içinde olmak gerekmektedir.

Kabir azabına delil olarak Kur'andan getirilen Mü'min s. 46. ayetinin meali şöyledir;

[040.046]  Ateş; sabah akşam, ona sunulurlar. Kıyamet-saatinin kopacağı gün ise: «Firavun çevresini, azabın en şiddetli olanına sokun» .

Bu ayete bakıldığında, firavun ve avanesi kıyamet öncesinde şu anda bile ateşin içinde azap görmektedirler. Bu düşünceyi bütün kafirler için genellediğimizde , ölmüş ve ölecek olan bütün kafirler ,kıyamet gününe kadar kabirlerinde azap göreceklerdir.

Şöyle bir düşünelim ; Ölmüş olan bütün kafirler eğer yeniden diriliş gününe kadar kabirlerinde azap görüyorlar ise , Kur'anın yeniden diriliş sahnesini anlattığı ayetlerde , böyle bir azap gördüklerine dair konuşmalar yer alması gerekmezmiydi ?.

Maalesef  ölümden sonra yeniden dirilenlerin aralarında geçen konuşmalarda (bu konuşmalar genelde kafirlerin aralarındaki konuşmalardır) , onların kabirde azap gördüklerine dair bırakın en küçük bir karine teşkil edecek konuşma kırıntısı , onların kabirlerinde ne kadar kaldıklarına dair bilgileri bile olmadıklarına dair konuşmalar yer almaktadır. 

Bu konuşmalar , kabir azabı görmek diye bir durumun söz konusu bile olmadığını göstermesi açısından önemli bilgiler içermektedir.

[017.052]  Sizi çağıracağı gün, O'na övgüyle icabet edecek (dünyada) pek az bir süre kaldığınızı sanacaksınız.
[036.052]  Dediler; «vah bize, bizi yattığımız yerden (Merkadine) kim kaldırdı? İşte Rahman'ın vadettiği şey budur. Demek peygamber doğru söylemiş.»

Bu konuda bir çok ayet olduğunu hatırlatarak , Kehf ve Rakım ashabı kıssasından bu konu ile ilgili ayetleri okumaya çalışalım;

Bu kıssa içinde verilmek istenen mesajlardan bir tanesi , ölümden sonra yeniden dirilişin gerçek olduğunun dünya hayatı içinde  gösterilmiş olmasıdır. Bu durumu, kıssanın 21. ayetinin "Böylece onları  duyurduk ki, Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu ve kıyametin mutlaka geleceğini, onda asla şüphe olmadığını bilsinler." cümlesinde görmekteyiz. 

Ölümden sonra diriliş haberinin gerçek olduğunu dünya hayatı içinde bir örnekle, bir kısım insanı senelerce uyuttuktan sonra bizlere gösteren Rabbimiz , yeniden diriliş sonrası olacakları da aynı kıssa içinde bizlere göstermektedir.

[018.019] Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: «Ne kadar kaldınız?» dedi. «Bir gün veya daha az bir müddet kaldık» dediler. «Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Paranızla birinizi şehre gönderin, sakın sizi kimseye duyurmasın» dediler.

Kehf ve Rakım ashabının birbirine sorduğu "Ne kadar kaldınız?" sorusunun aynısı , başka ayetlerde kabirlerden kalkanlar tarafından birbirlerine sorulmaktadır.

[023.112] Dedi ki: «Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?»

Kehf ve Rakım ashabının sorulan soruya verdiği "Bir gün veya daha az bir müddet kaldık" cevabının aynısının , kabirlerden kalkanlar tarafından verildiğini de görmekteyiz.

[023.113] Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor, dediler.

Kehf ve Rakım ashabının uzun yıllar uyumalarına karşılık sanki bir gece yatıp ertesi sabah kalkmış gibi bir durumda olduklarını zannetmiş olmaları , onların uzun yıllar uyumuş olmalarının farkına varmadıklarını göstermektedir.

"Paranızla birinizi şehre gönderin, sakın sizi kimseye duyurmasın Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız." sözleri, onların ne kadar uyuduklarının farkında olmadıklarını göstermektedir.

Yasin s. 52. ayetinde "Bizi merkadimizden kim kaldırdı ?" sorusundaki "Rakade" kelimesini , Kehf ve Rakım ashabının kıssasının anlatıldığı Kehf s. 18. ayetinde de görmekteyiz. "Bir de onları uyanıklar zannedersin halbuki uykudalardır (rükudun)"

Ölümün uykuya benzetildiği ve yeniden dirilişin uykudan uyanış gibi gösterildiği bu ayetlere karşın , uykunun ölüme , ve uykudan uyanmanın ise ölümden sonra dirilişe benzetildiği ayetleri de görmekteyiz. 

[006.060] Geceleyin sizi öldüren, gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten O'dur. Sonra dönüşünüz yine O'nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir.
[039.042] Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır.

Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki ; Kabir azabının olduğuna dair tek bir ayeti delil olarak göstererek , o delil olarak gösterilen ayetin de ölümden sonra yeniden dirilişin anlatıldığı ayetler ile çelişki arz ettiğini dikkate almadan, sadece rivayetleri Kur'ana onaylatma düşüncesinin bir ürünü olan kabir azabı düşüncesinin , Kur'an tarafından onaylanmamasına karşın,  hala "Kabir azabı vardır" demek asla mümkün değildir. 

Rivayetler kanalı ile gelen bilgiyi onaylatmak adına delil olarak gösterilmeye çalışılan Mü'min s. 46. ayeti , diğer ayetler ile çelişkili bir durum arz ettiği için, ya rivayetleri kabul ederek "Kabir azabı vardır" diyeceğiz, aynı zamandan bu kabulümüz Kur'an ayetlerini ret ettiğimiz anlamına gelecektir, ya da Kur'an ayetlerini kabul ederek "Kabir azabı yoktur" diyeceğiz.

Sonuç olarak ; Kur'an kıssalarının bir çok mesajı ihtiva eden anlatımlar olduğu düşüncesinden yola çıkarak, aynı kıssa içinde bir çok mesajın olabileceğini okuma örneğini , Kehf ve Rakım ashabı kıssası içindeki bazı ayetlerin, Kur'an içinde diğer ayetler ile bağını kurmaya çalışarak , ölüm sonrası yeniden diriliş vaktine kadar geçecek olan zamanı Kur'an içinden okumaya çalıştık.

Okuduğumuz ayetler bize göstermektedir ki , Kur'an "Kabir azabı" adı altında verilen bilgilerin hiç birini onaylamamakta , aksine yeniden diriliş vaktine kadar geçen zamanda insanların hiç bir şeyden habersiz olarak yatmakta olduklarını haber vermektedir. 

                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.