31 Mayıs 2015 Pazar

Sisteme Karşı Müslüman Duruşu ve Nebilerin Örnekliği

Allah (c.c) sadece kendisine kul olmak için yarattığı insanlara , bu kulluğun nasıl olması gerektiği bilgisini öğreten bir çok "Nebi Resul" göndermiştir. Bu Nebi Resuller, içlerinde bulundukları kavimlerinin Allah (c.c) dışında kulluk ettiklerine karşı amansız bir mücadele içine girerek, var güçleri ile sadece tek İlahın hakimiyetini tesis etmek için mücadele etmişlerdir.

Bu mücadele içinde öne çıkan ortak nokta , müşrik kavimleri ile en küçük bir tavize bile yanaşmamaları olan bu Nebileri takip iddiasında olan bazılarımızın, bu gün içinde bulunduğumuz sisteme karşı bir takım tavizkar tutum sergiliyor olmaları ,Nebi Resullerin yoluna yapılan bir ihanet olarak karşımızda durmaktadır. Bu ihanet, son yıllarda Türkiye de A.K.P adlı siyasi partinin iktidar olması ile daha bariz bir biçimde ortaya çıkmış ve bu ihanetin başını çekenlerinde, A.K.P iktidarı öncesi Türkiye deki mevcut sistemi "Tağut" olarak niteleyen bazı alim ve yazarlar kadrolarından  olması bizi derinden yaralamaktadır. 

Ne oldu da dün içinde yaşadığımız sisteme karşı çıkanlar, bu gün bu sisteme karşı daha yumuşakve tavizkar bir bakış açısı içine girdiler ?.

Bilindiği üzere A.K.P iktidarından önceki iktidar tarafından Müslüman kesime uygulanan baskılar sonucu , inancının gereği olarak başını örten bir bayan "Kamusal Alan" olarak tabir edilen bazı yerlere alınmamaktaydı, buna benzer zulümler Müslümanları içinde yaşadıkları sistemi sorgulamaya itmiş ve sistemin değişmesi konusunda bir fikir birliği içine girilmişti. 

A.K.P adlı siyasi partinin iktidara gelmesi ile, Müslümanların yaşamında bir takım iyileştirilmeler yapılmış olması bir kısım Müslümanı atalete sürüklemiş ve sistemin sorgulanması bir kenara bırakılarak bu sistemin devam etmesi gerektiği düşüncesi ortaya atılmış ve özellikle kendisini Kur'ana nisbet ederek, düşüncelerinin kaynağını Kur'andan aldığını iddia eden bir kısım alim ve yazar kadrosu tarafından hararetle savunulmaya başlanmıştır. 

A.K.P sempatizanları içinde dün mücahit olan , fakat bu gün müteahhit olan bazı eski İslamcıların, makam ve servet sahibi olmuş olmaları, sisteme bakışımızın değişmesinde rol oynayan etkenlerin başında gelmektedir. Mevcut iktidar sayesinde makam ve mevki sahibi olanların, iktidarın değişmesinde neticesinde bu gibi imkanlardan mahrum kalma korkusu ile mevcut iktidarın desteklenmesi gerektiği düşüncesini İslami söylem kullanarak savunmaları esas kaygının servet ve makamların elden gitme korkusu olduğunu göstermektedir. 

Mevcut iktidar sahiplerinin bu gün yapmış oldukları israf derecesindeki bazı icraatları , belki de kendilerini İslami bir söylem ile halka lanse etmeyenlerin dahi yapmayacağını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu israf icraatlarının bir başka iktidar tarafından yapıldığı takdirde yanlış olduğunu söyleyecek olanların , bu israfları kendi partileri yaptığı için bırakın eleştirmeyi , desteklediğini görmüş olmamız olayın vehametinin nasıl bir boyutta olduğunu göstermektedir.

Bu gün sistemin savulmasına sebeb olan mevcut iktidarın yapmış olduğu bir takım iyileştirmeleri göz önünde bulundurarak bu partinin iktidarının devam etmesi gerektiğini düşüncesine sahip olanların başta gelen argümanlarından bir tanesi , başka bir partinin iktidara gelmesi ile sahip olduğumuz mevcut iyileştirmelerin geri alınacağı ve eski baskı ve zulüm günlerinin geri geleceği iddiasıdır. 

Yazımızda muhatap almaya çalıştığımız kişilerin, olaya sadece sosyal ve ekonomik yönden bakarak Türkiyenin mevcut siyasi parti iktidarı ile daha müreffeh bir hale geldiği düşüncesine sahip olanlar değil, hayatlarında Kur'anı örnek alarak ona göre bir hayat yaşama iddiasında olanlar olduğunu hatırlatmak isteriz. Cumhurbaşkanı veya Başbakanı bazı dini değerleri kullanarak öven bir takım meczuplar, bu yazının kapsamına alınmaya dahi değmeyecek kadar alçak bir seviyede oldukları için onlar muhatap alınmaya değer görülmemiştir.

Müslüman olarak Kur'anı hayatlarında belirleyici kılmak iddiasında olanlar için yaşadığımız sisteme karşı nasıl bir tavır içinde olmamız gerektiği bu Kitabın içinde YAŞANMIŞ ÖRNEKLER ile beyan edilmektedir.

 Kur'anda zikri geçen Elçilerin mücadelelerinin bizlere anlatılma sebebi, bizlere örnek olması ve aynı durumda olduğumuz zamanlarda takip etmemiz gereken yolun nasıl olması gerektiğine dair olup , kıssa şeklindeki bu anlatımların masal veya mitoloji şeklinde okunması bu mücadeleyi anlamayı zorlaştıracaktır. 

Nuh (a.s) örneğine baktığımızda 950 sene kavminin içinde kalmış olmasına rağmen ona iman edenlerin sayısı , etmeyenlere göre kıyas edilmeyecek kadar az olduğunu, kavminin helak edilmeye müstehak olmasından anlamaktayız. Nuh (a.s) şayet müşrik kavmi ile karşılıklı br tavizleşmeye Kur'an tabiri ile "Müdahene" ye girmiş olsaydı belkide ona iman edenlerin sayısında artış olacaktı. 

Nuh (a.s) tebliğini sayısal çoğunluk üzerine değil Allah (c.c) den başkasını İlah olarak tanımama esasına kurduğu için kimse ile tavizleşmeye girmek durumuna düşmemiş ve kriterlerini Allah (c.c) nin belirlediği bir sistemin savunuculuğunu ve tebliğini yapmıştır. 

İbrahim (a.s) a kavmi içinde sadece Lut (a.s) iman etmiş olması dikkate değer bir durumdur. İbrahim (a.s) kavminin şirkine karşı tavizkar bir şekilde duruş sergilemiş olsa idi ateşe atılmasına gerek bile duyulmayacak ve kavmi ile gül gibi geçinip gideceklerdi. İbrahim (a.s) ın kavmini onu ateşe atmaya yeltenecek şekilde kızdıran duruşunun sebebi neydi ? , neden canı pahasına böyle bir mücadele içine girişti ?. 

Son Elçi Muhammed (a.s)  Elçi atalarının yolunu takip etmiş ve Mekkelilerin "Müdahene" taleplerini geri çevirmiştir. Mekke de nazil olan ilk surelere baktığımızda ona önerilen mücadele metodunun öne çıkan en önemli noktası kimse ile karşılıklı bir tavizleşmeye gidilmeme emridir (Kalem s. 9. Ayet ). 

Nuh , İbrahim , Muhammed ve diğer bütün Nebilerin selam onlara olsun , kavimlerinden bir çok baskı ve zulüm görmüş olmaları , bizlerin baskı ve zulüm görmemek için mevcut iktidarın devam etmesi gerektiği iddiasının ne kadar Kur'anla örtüştüğünü !! göstermektedir.

Bizlere ne oluyor da hem Kur'anı öncellediğimizi iddia ediyor , hem de o Kitap içinde bizden önceki Elçi atalarımızın yoluna ihanet ederek sistemi yönetenlerin sadece eşlerinin başörtülü veya namazlı abdestli olmalarını dikkate alarak bu sistemin artık savunulması gerektiğini iddia edebiliyoruz?. 

Müslümanın kriteri bu mu olmalıdır ?. 

Müslüman duruşu, sistemin kurucusunun kabrinde veya heykelinin önünde duran başka bir partinin lideri veya mensubu olduğunda onun yaptığına tereddüt etmeden "Şirk" diyebilen fakat bu eylemi bizim partinin !!!! lideri yaptığında "Gönlünüzün kıblesi şaşmasın" diyebilecek kadar yamulmak mı olmalıdır ?.  

 Müslümanın kriteri , kendisine verilen "Elma Şekeri" mesabesinde olan bir takım iyileştirmeler karşısında atalete düşmemek , Nebilerin örnekliğinde bir yol takip ederek 950 yıl dahi sürse , yanında kimse olmasa dahi doğru bildiğini bıkmadan , yılmadan , korkmadan savunmak olmalıdır. 

Aksi takdirde Nebilerin yapmış oldukları ve bizlere Kur'anda anlatılan amellerini haşa "Aptallık" olarak görmek gibi bir yanlışa düşmüş oluruz. Şayet esas olan verilen ile yetinmek olmuş olsa idi , onların ve onlarla beraber olanların yaptıkları mücadeleler boşa yapılmış bir mücadele olmuş olurdu. 

Bu gün "Tağut" denildiği zaman aklımıza sadece belli bir gurup Müslümanın sahiplendiği bir kavram aklımıza gelmektedir. Özellikle kendisini "Selefi" olarak niteleyenlerin gündeme taşıdıkları bu kavram, Kur'anın anahtar kavramlarından bir tanesidir. Kur'anı Tevhid merkezli bir okumaya tabi tuttuğumuzda ki bu okuma tarih boyunca gelen Elçilerin yolunu anlamada önemli bir okuma metodudur , bu kavram etrafında düşünülmesi gereken bir çok mesele gündeme gelecektir. Bu kavramı birilerinin gündem etmiş olması kendisini Kur'an nisbet edenlerin geri durmasını gerektirmez , aksine daha sıkı sarılmasını gerektirir.  

Türkiye geneline baktığımızda son yıllarda "Alim" olarak niteleyebileceğimiz bazı kişilerin Kur'anı gündeme alanlarına baktığımız zaman bir kısım Alimin sisteme itiraz konusunda herhangi bir söylem üretmek şöyle dursun , etrafındakilere sistemi desteklemek konusunda fikirler empoze ettiğini görmekteyiz. Toplumun önünde olan bu kişiler sorumluluk yüklenme bakımından avamdan farklı bir durumda olup etrafındakileri okudukları ve tefsir dersleri yaptıkları Kitap doğrultusunda uyarmaları gerekmektedir. Aksi takdirde İsrailoğulları alimlerinden bir farkları olmayıp yapılan kötülüklere ortak olmak durumunda kalacaklardır.

 Sonuç olarak ; Müslüman ve kendisini Kur'anın belirlediği bir Din anlayışına sahip olanlar olarak içinde bulunduğumuz sistemin adının , her ne kadar başında "Muhafazakar" kimlikli insanların olmuş olması onun "Tağuti" bir sistem olduğu noktasında hemfikir olmamızı gerektirir. Sistem konusunda hemfikir olmadığımız müddetçe içinde bulunduğumuz düşünce ayrılıkları en aza inmeyecektir. Kulluk görevimiz şayet sadece Allaha olması gerektiği bilincinde isek , Allahın yaratmış olduğu kulların vaaz ettiği sistemleri desteklemeye İslami kılıf uydurmaya çalışmaktan vaz geçip en azından kalbimizle buğz etmek gibi bir eylem içinde olmamız gerekmektedir. Aynı Kitabı okuyarak daha Kitabın bize nasıl bir yol önerdiği noktasında hem fikir olamamamız , bizim Kur'an okumalarında henüz kayda değer bir yol alamadığımızın göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Tağutları destekleyen , veya onlara herhangi bir sözü olmayan bir Kitap olarak okunan Kur'an, ancak entellektüel bir muhabbet aracı olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

16 Mayıs 2015 Cumartesi

İSRA s. 1-8. Ayetleri Arasını Okuma Klavuzu

Yazımıza böyle bir başlık atma sebebimiz; zikri geçen ayetlerin, özellikle İsra s. 1. ayetinin geleneksel ve modernist okuma tarzında bir takım yanlışlar üzerine temellendirilerek okunması olup, yazımızda bu ayetlerin nasıl bir bakış açısı altında değerlendirilip okunması gerektiği yönündeki tekliflerimizi paylaşacağız. Tekliflerimizi paylaşırken söylediklerimizin nihai doğrular ve bundan başka doğru yoktur mantığı altında değil, sadece bu yazıyı yazanın bakış açısından kaynaklanan bir düşüncenin ürünü olduğunu baştan hatırlatarak konumuza giriş yapalım.

Bilindiği gibi İSRÂ 1 ayeti hatıra geldiği zaman; geleneksel din algısında ilk önce "Miraç" adı verilen olay hatıra gelmektedir. İSRÂ 1 ayeti böyle bir olayın olduğu bilgisini (en ufak bir delalet ihtimali dahi olmadan) içinde barındırMAmaktadır. Bu olayın olduğuna inananlar, şayet aynı surenin 93. ayetini okudukları takdirde; bu olayın müşrikler tarafından gerçekleşmesinin istendiğini ancak böyle bir olayın asla olmayacağının özellikle belirtildiğini göreceklerdir. NECM Suresi ayetlerinde bu olayın anlatıldığı düşüncesi, bu surenin İSRÂ Suresi'nden önce inmiş olduğu hesaba katılır ve ilgili ayetler ön kabulsuz ve bağlam içinde okunursa, miraç diye bir olayın değil, Muhammed(a.s)'ın Cibril'den vahiy almasının anlattığı açıkça görülebilir.

"Miraç" olayı tamamen mitolojik bir düşünce eseri olup özellikle Hıristiyan düşüncesinde ortaya çıkan elçiyi yüceltici bir düşüncenin eseri olması açısından tehlikeli bir durum arz etmektedir. Allah(c.c), göndermiş olduğu elçilerini, biz kulları tarafından asla onları ilah derecesine veya diğer elçilerle üstünlük yarışına sokulması için göndermemiştir.

Yazımızda geleneksel okuma hatalarından ziyade, geleneğe karşı çıkarak yapılan okumalardaki bir takım hatalara dikkat çekmeye çalışacağız.  

Modernist okuma metodunda, ilgili ayetleri anlamakta problem olarak ortaya çıkan düşüncelerden bir tanesi; 1. ayet içindeki "bi abdihi" (kulunu) kelimesi ile zikredilen kişinin Muhammed(a.s) değil, 2. ayette "ve ateyne Musel-kitabe" (ve Musa'ya Kitabı verdik) ibaresinin 1. ayetle bağlantılı olduğu, "ve" bağlacı ile ayetin başlamış olmasının buna delalet ettiği iddialarını görmekteyiz. Bu düşüncede olanların 1. ayet içindeki "minel mescidil-harami" ifadesini farklı şekilde tevil ederek, belirli bir mekan ismi olmaktan çıkardıklarını ve bu kelimeye "Batınî yorum" olarak ifade edebileceğimiz bir anlam bindirmeye çalıştıklarını görmekteyiz.

Kur'an okumalarında herhangi bir fikre varmak için, önce konu ile ilgili ayetlerin tamamını alt alta koyarak okumak, vardığımız düşüncenin diğer bir ayet ve Kur'an bütünlüğü ile herhangi bir çelişkisi olup olmadığına dikkat etmek zorunda olduğumuzu unutmamamız gerekmektedir. Vardığımız neticenin "Konu ve Kitap bütünlüğü"nü gözeterek bu neticeye varılmış olması ve herhangi bir çelişki arz etmemiş olması gerekmektedir. "Mescidi Haram" deyimi;  Kur'an'da geçtiği bütün ayetlerde belirli bir mekan ismi olarak geçmektedir. Bu terime farklı anlamlar yükleyerek kafamızdaki ön kabullere kurban ettiğimiz takdirde, başka bir ayette geçen kelimenin çelişki arz edeceğini gözden ırak tutmamak gerekmektedir.

Ayrıca "Ve" bağlacı bir konuyu birbirine bağlamak için kullanılabileceği gibi, bir konuyu birbirinden ayırmak için de kullanılmakta, İSRA s. 2. ayeti başka bir konuya giriş yapmakta, dolayısı ile İSRÂ 1 ayeti içindeki "abdihi" kelimesi ile ifade edilen kişinin Musa(a.s) olmasının imkanı yoktur. Bahsedilen kişi; adı geçen mekanda yaşayan Muhammed(a.s)'dır. Böyle bir düşünce içine girilmiş olmasının, ilgili ayetleri Kur'an bütünlüğünü gözetmeden okumanın bir sonucu olduğunu düşünmekteyiz.

İSRÂ 1 ayeti içinde geçen "elmescidil-Aksa" (en uzak mescid) terimi ile ifade edilen yerin nerede olduğu üzerinde yine farklı düşüncelerin üretilmiş olduğunu görmekteyiz. Bu deyim ile ifade edilen mekanın "Beytül Ma'mur" adı verilen ve gökte, meleklerin secde ettiği ve Kabe'nin iz düşümünde bir mescid olduğu olduğu iddiası vardır. Bu düşüncenin rivayetler yardımı ile ortaya atıldığı, Kur'an'da geçen "vel Beyt'il Ma'mur" (TÛR 4) deyiminin Kabe olduğu, Kur'an açısından baktığımızda bu düşüncenin daha doğru olduğu ortadadır. Bu iddianın daha vahim bir tarafı; miraç olayını kabul etmek anlamına gelir. Bu da "İsra" kelimesi ile göğe çıkışın ifade edilmiş olduğu iddiasına gelir ki bu iddianın doğru olması kelime anlamı açısından mümkün değildir.

"Mescidil Aksa" adlı yerin Mekke'nin Cirane vadisinde bir mescid olduğu ve Muhammed(a.s)'ın orada namaz kıldığı şeklinde iddialar olup, İSRÂ 1 ayetinin bu duruma işaret ettiği düşüncesi eski tefsirlerde de yerini bulmuştur. İddialarımızı Kur'an çerçevesinde delillendirmenin daha doğru bir yaklaşım olduğundan hareketle, İSRÂ 7 ayeti içinde geçen "el-mescide" kelimesini göz önüne alarak "Mescidil Aksa" ile ifade edilen yerin neresi olduğu daha doğru ortaya konulabilir.

Bu deyim ile kast edilen yerin Cirane vadisindeki mescid olduğu düşüncesinde olanlar, "Mescidil-Aksa" adı ile bugün bildiğimiz yerin Ömer(r.a) zamanında yapılmış olduğunu, Muhammed(a.s)'ın zamanında bu yerin Kudüs şehrinin çöplüğü olduğunu, dolayısı ile "İsra" adlı olayın gerçekleştiği mekanın Kudüs olması ihtimali bulunmadığı iddialarını dile getirmektedirler.

Kudüs şehrinde şayet bir mescid var ise, ki var olduğunu İSRÂ 7 ayetinde görmekteyiz, bu mescidin yıkık ve harap olmuş olması, orasının "Mescid" adı ile anılMAmasını gerektirmez. "Mescidil-Aksa" olarak anılmış olması, orada bina halinde yapılmış olan ve Muhammed(a.s) hayatta iken orasının imarlı bir halde olması gerektiğini de ifade etmez. Süleyman(a.s) tarafından yapılmış olan bir mescidin var olduğu ve bu mescid harap bir halde olmuş olması, sembolik olarak ifade ettiği anlamdan herhangi bir şey kaybetmiş olacağı anlamına gelmez.

"Mescidil-Aksa" ve "Mescidil-Haram" terimlerinin ortak yönüne baktığımızda; her iki terimde geçen "Mescid" kelimesi ile ifade edilen yerin ortak bir bağının olduğu ve bu bağın Musa(a.s) ve Muhammed(a.s)'ın beslendiği kaynağın aynı olduğunun beyanı açısından okunmasının bizleri daha doğru bir neticeye ulaştıracağını düşünmekteyiz.

"Aksa" (en uzak) tabiri Mekke'ye olan uzaklığı göz önüne alınarak ifade edilmiş olup, Muhammed(a.s)'ın yaşadığı zaman içinde tabela ismi olarak "Aksa Mescidi" şeklinde orasının bilindik bir ismi olmayıp Kur'an'ın Mekke şehrine olan uzaklığını göz önüne alarak belirtmiş olduğu bir terkiptir. Bilinen ismi "Süleyman Mabedi" olup, bu mabedle olan ilişkiyi ilgili ayetler ile ilgili okuma metodu teklifimizde açıklamaya gayret edeceğiz.

Buraya kadar ilgili ayetler ile öne sürülen farklı görüşlere katılmama gerekçemizi izah etmeye gayret ettik. Yazımızın bundan sonraki bölümünde ilgili ayetleri okurken göz önünde bulundurulması gereken noktaları ele almaya çalışacağız.

Konumuz ile ilgili ayetlere yapılan yorumlarda hata yapıldığını düşündüğümüz nokta şu dur; ilgili ayetler sadece yaşandığı zaman ve mekan dahilinde değerlendirilmeye tabi tutulmakta ve bu ayetler, nasıl bir mesaj taşıdıkları düşüncesi ışığında okunmamaktadır.

İSRÂ 1 ayeti ile ilgili olarak tefsirlere baktığımızda "İsra" (gece yürüyüşü) olayının bedenen mi, yoksa uykuda görülen bir rüya şeklinde mi gerçekleştiği tartışılmıştır. Kanaatimizce bu olayın bedenen veya rüya ile gerçekleşmiş olmasının tartışılmasının herhangi bir faydası olmayıp, her iki şekilden birisi ile gerçekleşmiş olması muhtemeldir. İlgili ayetleri okurken yürütülmenin keyfiyetini değil, yürütülme ile verilmek istenen mesajın ne olması gerektiğini düşünmenin daha faydalı olacağını düşünmekteyiz.

İlgili ayetlerin nazil olduğu Mekke dönemini kısaca hatırlamak, konuyu anlamanın başlangıcını teşkil etmektedir. Mekke dönemi; bilindiği gibi Muhammed(a.s) ve ona tabi olan iman edenlere baskı, işkence ve zulümlerin had safhaya vardığı bir dönemdir. Musa(a.s) kıssasının Firavun ile mücadelesinin anlatıldığı ayetler, bilindiği gibi Mekke'de nazil olmuştur. Bu mücadelenin anlatılma sebebi tarihi bilgi vermek değil, geçmişteki zalimlerden kurtulmanın Musa(a.s) örnekliğinde nasıl gerçekleştiği, önce Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanların, sonra da bizler gibi sonradan gelenlerin o mücadele örnekliğinden ibretler çıkarılmasına matuftur.

"İsra" (gece yürüyüşü), müşrik kavimler ile mücadele sürecinin sonunda ve müşrik kavmin helak edilme sürecinin başlaması ile ilgili bir kelime olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Musa(a.s) kıssasına baktığımızda; Firavun ve ordusunun helak edilmesi, Musa(a.s)'ın kavmini "isra" yani gece yürüyüşüne çıkarması ile başlamıştır (ŞUARA 52).

Muhammed(a.s)'a bedenen veya uykuda böyle bir yürüyüş yaptırılmış olmasını, ona Rabbi tarafından zulümden kurtulmasının yolunu göstermesi açısından okunması gerektiğini düşünmekteyiz. Musa(a.s) ve İsrailoğulları nasıl "İsra" ile Firavun zulmünden kurtulmuş ise, Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanlar böyle bir hicret sonunda başarıya ulaşacaklardır ve 10. yılın sonunda Mekke'nin fethedilmesi, bu zulmün sona ermesi ve Mekkeli müşriklerin Firavun misali yenilgiye uğraması olarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz.

İSRÂ 1 ayetini Muhammed(a.s)'a hicret etmesi gerektiğini bildiren, devam eden 2-8 ayetlerinde İsrailoğulları'nın zikredilmiş olmasını ise, onların yaşadıkları belde olan "Yesrib"e yani Medine'ye hicret etmesi gerektiği ve onların nasıl bir yapıda olduğunu bildiren ayetler olarak okumak mümkündür.

İSRÂ 2-8 ayetleri; Müslümanların Medine'de karşılaşacakları topluluğun, Allah(c.c)'nin göndermiş olduğu elçilerden olan Musa(a.s)'a tabi olduğunu iddia eden bir topluluk olduğunu, dolayısı ile "Ehli Kitap" olarak aralarında bir bağ olduğunu hatırlatmaktadır. Aynı ayetler, İsrailoğulları'na hitaben daha önceki çıkardıkları fesadlarında başlarına geleni hatırlatarak, karşılacakları Müslümanlara karşı aynı fesada devam ettikleri takdirde, Sünnetullah yasalarının işleyerek bozguna uğratılacakları haberi verilmektedir.

Kur'an'ın Medine'de inen ayetlerine baktığımızda; İsrailoğulları'nın Müslümanlar aleyhine yapmış oldukları fitne ve fesadın, onları nasıl bir sona uğrattığını açık ve net bir biçimde görmüş olmamız, İsrailoğulları'nın geçmişte yapmış oldukları fitne ve fesadın cezasını nasıl çekmişlerse, aynı fitne ve fesadı Müslümanlar aleyhine yapmış olmaları sonucunda, Sünnetullah yasalarının tekerrür ederek nasıl bir bozguna uğradıklarını bizlere göstermektedir.

İSRÂ 1-8 ayetlerini sadece Muhammed(a.s)'ın yaşadığı zaman ve mekan çerçevesinde değil, yaşanan her çağa dönük mesajlar olarak okumanın, Kur'an'ın evrensel mesajına uygun bir okuma biçimi olduğunu düşünmekteyiz. Dünyanın her neresinde olursak olalım, içinde bulunduğumuz şartlar bizleri Allah(c.c)'nin dinini yaşamaya engel teşkil ediyorsa, bulunduğumuz belde dışında yaşama alanı aramak yani hicret etmek, bizden önceki elçilerin ve onlara tabi olanların uygulamış oldukları bir yoldur.

Musa(a.s) ile birlikte olan İsrailoğulları, Firavun zulmünden kurtulmak için Musa(a.s) önderliğinde bir mücadeleye girişmişler, uzun yıllar süren mücadele sonunda Firavun ve ordusu helak edilerek İsrailoğulları kurtuluşa ermişlerdir. Bu mücadele süreci Sünnetullah dediğimiz yasaların işlemesi sonucunda başarıya ulaşmıştır. Aynı Sünnetullah kuralları, bir başka zaman İsrailoğulları üzerinde yine işlemiş olup, fitne ve fesada koştukları zaman nasıl bir işleyiş ile karşılacaklarını 2-8 ayetleri arasında görmekteyiz. Bu yaşananlar örnek gösterilerek ilerleyen zamanlarda Müslümanlar aleyhine yapabilecekleri fesad hareketlerinin onlara pahalıya mal olacağı şimdiden haber verilmektedir.

İSRA s. ayetleri İsrailoğullarının gelecek bir zamanda Müslümanlar tarafından yenilgiye uğratılacağını haber veren ayetler değildir. Hele hele rivayetlerde geçen "Melhame-i Kübra" olarak bilinen bir savaşı işaret eden ayetler hiç değildir. Bu ayetler Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu evrensel toplumsal yasaların İsrailoğulları örneğinde nasıl işlediğini göstermekte, aynı yasaların bütün toplumlar için de geçerli olduğunu bildirmektedir.

Bugün yeryüzünde İsrail, Amerika gibi müstekbirlerin yıkımının, kıyamete yakın bir sürede geleceğine inanılan İsa ve Mehdi eli ile gerçekleşeceğine inanarak o zamanı beklemek, Müslümanların zilletini artırmaktan başka bir işe yaramamakta, zilletten kurtuluşun yolu ise, Musa (a.s) önderliğindeki İsrailoğullarının Firavun'dan nasıl kurtulduklarını bildiren ayetlerdedir. 

Sonuç olarak; İSRÂ 1-8 ayetleri bir bağlam dahilinde okunarak, Muhammed(a.s)'ın belirli bir mekandan bir başka mekana götürülmesinin, Musa(a.s) örnekliğindeki gece yürüyüşünün başarıya ulaşmış olması hatırlatılmış ve bu hatırlatma, Muhammed(a.s)'ın İsrailoğulları'nın kutsal beldesindeki "Mescid"e "isra" yani gece yürüyüşü ile yapılmıştır. Bu yürütülmenin keyfiyetinden çok, verilmek istenen mesajı okumaya çalışmanın, konu ile ilgili bir takım yanlış düşünceler içine girilmesine engel olacağını düşünmekteyiz. Bu mesajı, Muhammed(a.s)'ın içinde bulunduğu zulüm ve baskıdan nasıl kurtulabileceği daha önce yaşanmış olan canlı örnekten yola çıkılarak gösterilmesi olarak okuyabiliriz. Olayı sadece belirli bir mekandan bir başka mekana götürülmek şeklinde okuyarak "mucize" şeklinde değerlendirmek, verilmek istenen mesajı anlamamaktan kaynaklanan ve elçiyi merkeze alan bir düşüncenin ürünüdür. Halbuki ilgili ayetler evrensel mesajlar taşımakta olup, her devirde karşımıza çıkan zorluklarla nasıl bir yol ile başa çıkabileceğimiz bizlere gösterilmiştir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Mayıs 2015 Perşembe

BAKARA s. 61. Ayeti : Zillet ve Meskenet Damgası Vurulmasının Yasası

Kur'an'ın İsrailoğulları ile anlatımlarını sadece onların nasıl bir kavim oldukları çerçevesinde değil, "Sünnetullah" dediğimiz Allah(c.c)'nin arz üzerine koymuş olduğu toplumsal yasalarının nasıl ve ne sebeble işlediğinin onlar üzerinden okunması amacına matuf olduğunu konu ile ilgili yazılarımızda öncelikle vurgulamaya çalışmaktayız. Yapılan bu anlatımlardan dersler çıkarılması ve aynı yasaların değişmez olduğundan hareketle, onların yapmış olduğu müsbet ve menfi amellerin onlar üzerindeki etkilerinin, sonrakiler için de işleyeceğinin bilinmesi çerçevesinde okunması gerektiğini düşünmekteyiz.

Bu yazımızda ele almaya çalışacağımız konu BAKARA 61 ayeti olup, bu ayet üzerinden verilmek istenen mesajı bize dönük bir mesaj olarak okumaya çalışacağız.

BAKARA 61. ayete kadar olan süreç kısaca şöyledir; İsrailoğulları Firavun zulmünden kurtulduktan sonra, yerleştikleri topraklar üzerinde Allah(c.c) onlara "elmenne vesselva" (meallerde "bıldırcın ve kudret helvası" şeklinde çevrilen yiyecekler) sunduğunu bildirmektedir. Tefsirlerde bu isimlerle anılan yiyeceklerin cins isimden ziyade, genel bir anlamı olduğunu kısaca hatırlatmak istiyoruz.

"Menne" kelimesi Kur'an'ın başka yerlerinde de geçmekte olup "verilen bir nimetin kişiye hatırlatılması" anlamındadır. "Selva" kelimesi ise "kişiyi avunduran şey" anlamındadır.

Kelimelerin bu anlamları üzerinden giderek, İsrailoğulları'na verilen "men" ve "selva" olarak ifade edilen şeylerin cins ismi olan yiyeceklerden ziyade, onları beslenme ihtiyaçlarını giderecek olan nimetlerin sunulması ve bu nimetlerin onlara hatırlatılması olarak anlamak mümkündür.

Allah(c.c)'nin İsrailoğulları'nı bu şekilde nimetlendirmiş olması, onları tatmin etmez ve Musa(a.s)'dan başka yiyecekler isterler.

 وَاِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسٰى لَنْ نَصْبِرَ عَلٰى طَعَامٍ وَاحِدٍ فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنْبِتُ الْاَرْضُ مِنْ بَقْلِهَا وَقِثَّٓائِهَا وَفُومِهَا وَعَدَسِهَا وَبَصَلِهَاۜ قَالَ اَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذ۪ي هُوَ اَدْنٰى بِالَّذ۪ي هُوَ خَيْرٌۜ اِهْبِطُوا مِصْراً فَاِنَّ لَكُمْ مَا سَاَلْتُمْۜ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَانُوا يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّ۪نَ بِغَيْرِ الْحَقِّۜ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۟

[002.061] Siz (ise şöyle) demiştiniz: «Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe katlanamayacağız, Rabbine yalvar da, bize yerin bitirdiklerinden bakla, acur, sarmısak, mercimek ve soğan çıkarsın.» (O zaman Musa da) «Hayırlı olanı,  değersiz, şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? (Öyleyse) Mısır'a inin, çünkü (orada) kendiniz için istediğiniz vardır.» demişti. Onların üzerine zillet ve meskenet (damgası) vuruldu ve Allah'tan bir gazaba uğradılar. Bu, kuşkusuz, Allah'ın ayetlerini tanımazlıkları ve peygamberleri haksız yere öldürmelerindendi: (yine) bu, isyan etmelerinden ve sınırı çiğnemelerindendi.

Bu ayeti mesaj içerikli olarak okuduğumuzda şunları söyleyebiliriz;

Bir çeşit yemeğe katlanamayan insanlar, yemek çeşidini çoğaltmak için bu yönde bir çalışma içine girmek zorundadırlar. Allah(c.c) hiçbir insana yattığı yerden rızık göndermez. Rızkının genişlemesini isteyen kimse bunu genişletmek için gerekli olan ameliyeyi göstermek zorundadır. İsrailoğulları bu ameliyeyi göstermek yerine, Musa(a.s)'dan bunu istemişler ve ona "Rabbine yalvar" demişlerdir. İsrailoğulları kendileri için istedikleri bir şey için çalışmak yoluna gitmeyip, elçilerinden bunu "Rabbine" ifadesini kullanarak istemişlerdir. Halbuki Allah(c.c) sadece Musa(a.s)'ın Rabbi değildir.

Rızıklarını artırmasını istedikleri Rablerine kendileri dua etmeyecek kadar kibir sahibi bir kavim örneği, aynı kibre sahip olanların başlarına geleceklerin yaşanmış örneğini göstermektedir. Daha dün büyük bir zulümden kurtulanlar, bu zulmü unutup konforlu bir hayat istemeye başlamışlardır.

Musa(a.s) onlara daha önce başlarından geçen olayı hatırlatarak "İhbitu Mısran" (Mısır'a inin) diyerek, istediklerinin orada önceden olduğunu veya istediklerini orada bulabileceklerini hatırlatmıştır.

Bu hatırlatma bizim için şunları ifade edebilir; özgür bir yaşam sürmek bir takım bedeller vermeyi gerektirmektedir. Bu bedelleri ödemeye razı olmayanlar başkalarının esareti altında yaşamaya mahkumdurlar. Ülkelerin siyasal ve ekonomik yönden bağımsızlık içinde olma istekleri böyle bir bedel ödemeyi gerektirir. Her ülke insanı kendilerinin sahip oldukları kaynakları kullanmak sureti ile --yani kendi yağı ile kavrulmaya razı olan bir hayat idame ettirmeye çalıştıkları takdirde-- dışa bağımlı bir durumda kalmaktan kurtulurlar ve siyasal ve ekonomik bağımsızlıklarını elde etmiş olurlar. 

Bu durumu kişisel bazdan başlayarak devletler bazına kadar genişletmek mümkündür. Kişi kazandığı kadar harcama yapıyorsa, bu kişi hiç kimseden maddi olarak bir yardım istemek zorunda kalmaz. Devletler gelirleri kadar harcama yapıyorlarsa, başka devletlerden borç istemek zorunda kalmazlar. Gelirlerinden çok harcama yaparak başkalarından borç almak zorunda kalan devletler, aldıkları borç karşılığında o devletlere ekonomik ve siyasal yönden bir takım tavizler verirler ve onların baskıları altına girmekten kurtulamazlar.

Musa(a.s)'ın İsrailoğulları'na söylemiş olduğu "Mısır'a inin, çünkü (orada) kendiniz için istediğiniz vardır" sözünün açılımını şu şekilde okumak mümkündür; "Her istediğinizi elde etmek veya her istediğinizi yemek gibi bir amaç içindeyseniz; Firavun'un kanatları altına girin. Karnınız belki doyar ama bir zalimin yönetimi altına girmiş olursunuz.".

Bu sözler evrensel bir yasayı bizlere hatırlatmaktadır. Ayet içinde geçen "İhbitu" kelimesinin tahlilini yaptığımız zaman, söylemek istediğimiz biraz daha açık bir biçimde anlaşılacaktır. "Elhubut" kelimesi "yukarıdan aşağı inmek veya düşmek" anlamındadır. "İzhebu Mısran" (Mısır'a gidin) denilmeyip "İhbitu Mısran" (Mısır'a inin) denilmesi; yüksek bir mevkiden daha aşağı bir inişi ifade etmektedir. "Mısır'a inmek" tabiri; İsrailoğulları'nın içinde bulundukları özgür ortamı, midelerini doldurmak için satmaları anlamına gelmektedir.

"Hayırlı olanı, değersiz, şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz?"

Musa(a.s)'ın bu sorusu, aslında hayırlı olan şeylerin sadece dünya hayatının geçici zevkleri uğruna satılmaması gerektiği vurgusunu yapması açısından önemli bir cümledir. Ahiret hayatının, geçici dünya hayatı karşılığına sadece yemek içmek gibi şeyler kazanmak için satılmaması, yemek, içmek gibi zevklerden daha değerli olan şeylerin olduğu hatırlatması Musa(a.s)'ın ağzından yapılmaktadır. 

Musa(a.s) İsrailoğulları'na, içinde bulundukları özgürlük nimetini hatırlatarak, özgürlüklerini sadece midelerinin isteklerini yerine getirmek amacı ile satarak, yerine dolu bir mide fakat esaret altında bir hayata razı olanların durumlarını hatırlatarak, onlara başlarına gelecek akıbeti hatırlatmaktadır. Kişiler ellerindeki imkanları kullanarak rızıklarını artırmaya çalışmak yerine, başkalarının imkanlarını kullanma yolunu seçerlerse; bu imkanı kullanmanın bedelini ödemek zorundadırlar. Bu bedel; borç, esaret, baskı, zulüm, siyasal ve ekonomik işgal şeklinde gerçekleşecektir.

"Geri bırakılmış (kalmış) ülkeler" olarak bildiğimiz yerlerde yaşayan insanların yaşam tarzlarına baktığımız zaman; Amerikan yaşam tarzının bir yansıması olan kola, cips, hamburger vb. tür yiyeceklerin zararlı olduklarını bile bile tüketmenin elit bir yaşamın gereği olarak görülmüş olmasının, geçmişte İsrailoğulları'nın düştüğü ve "zillet ve meskenet" damgası vurulmasına sebep olan durumdan hiçbir farkı yoktur.

Kişiler veya devletler şayet zengin ve müreffeh bir hayat sürmek istiyorlarsa; önce kendilerinin sahip oldukları kaynakları değerlendirmek zorundadırlar. Başkalarından borç alarak böyle bir zenginliğe sahip olmak zor hatta imkansızdır. Hiçbir devlet diğer bir ülkeye kalkınması için borç vermez, verdiği borcu faiz almak karşılığında verir. IMF adlı dünyaya borç veren örgütün, borç verdiği ülkelere koştukları şartları araştıracak olduğumuzda bu söylediklerimiz daha açık ve net olarak anlaşılacaktır.

IMF adlı örgütün borç verdiği ülkelere tarım üretimi konusunda belirli şartlar koymuş olması, o ülkelerin ekonomik yönden bağımlı olmasını amaçlayan, yani onları göbeklerinden kendilerine bağlamayı amaç edinmiş olmalarının açık bir örneğidir. Verdikleri borcu üretimi değil tüketimi artırmak amacı ile kullandırma şartı, bu örgütün şeytani bir örgüt olduğunu açık bir göstergesidir.

Beslenmek; insanlığın en temel ihtiyaçlarından birisi olup bu ihtiyacın giderilmesi, çalışmak gibi bir şarta bağlanmıştır. İsrailoğulları'nın bir çeşit yemeğe dayanamamaları ve farklı gıdalar istemiş olmasının yanlış olan tarafı şudur; insanlar eğer rızık bakımından genişlik isterlerse, bu genişliği temin etmek için çalışmaya gayret etmek zorundadırlar. İsrailoğulları'nın Kur'an'da anlatılan kıssasına baktığımızda, isteklerinin yerine gelmesi için koşulan şartı yerine getirmek istemedikleri görülmektedir.

BAKARA 58 ayetine baktığımızda, onlara istediklerini bulabilecekleri bir belde gösterilmiş ve o beldede istediklerini rahatlığı bulacakları beyan edildiği halde Allah(c.c)'nin koymuş olduğu kuralları yerine getirmeyerek MAİDE 20-26 ayetleri arasında görüldüğü üzere Musa'(a.s)'a "Sen ve Rabbin gidin savaşın" diyebilmişlerdir. Onların bu isyanları pahalıya mal olmuş ve yıllarca darmadağınık bir yaşam sürmüşlerdir.

İsrailoğulları'nın Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri yüzünden gazaba, zillet ve meskenete düşmelerini BAKARA 61 ayeti içinde okuduğumuz zaman, inkar ettikleri ayetler sadece "Kitabi Ayetler " değil "Kevni Ayetler" dediğimiz yerin soğan, sarımsak vb. bitirme yasalarına tabi olmak istememeleridir.

Dün, bugün ve yarın hangi insan topluluğu olursa olsun, eğer yerin bitirdiklerini yemek istiyorlarsa yerin bitirme yasalarına tabi olmaları gerekmekte, bu yasalar gereği toprağı ekip biçme vb. bakımını yapmak sureti ile ürün almak zorundadırlar. Bu yasalar devlet politikası olarak uygulama alanına sokulup, ülke sınırları içinde yaşayan insanların temel gıda ihtiyaçlarının dışa bağımlı olmaması gerekmektedir.

Eğer devletler temel gıda ihtiyaçlarını dışa bağımlı bir hale sokarlarsa, gün gelir bu gıda ihtiyaçları, temin ettikleri ülkelerin elinde bir silaha dönüşür ve sattıkları ülkeleri bunları vermemek veya fahiş fiyata satın almak gibi bir duruma sokarak ülkeleri hegemonya altına sokarlar.

"ZİLLET" (alçaklık) ve "MESKENET" (yoksulluk) damgası yemek, kişilerin veya ülkelerin yazılmış bir kaderi değil, arz üzerindeki cari olan yasaların işlemesi neticesindedir. Müslüman veya kafir kimliğine sahip olan kişi veya ülkeler bu damgayı yemek için gerekli olan çabayı gösterdikleri takdirde, Allah(c.c) herhangi bir ayırım yapmadan bu damgayı vurur. Müslüman veya kafir kimliğine sahip olan kişi veya ülkeler bu damgayı yeMEmek için gerekli olan çabayı gösterdileri takdirde, Allah(c.c) yine ayırım yapmadan bu damgayı onlara vurmaz. Sünnetullah dediğimiz yasalar belirli bir dine veya kavme mensup olanlar için özel bir işleyiş göstermez.

Bugün adına "İsrail" denen topraklar üzerinde yaşayan Yahudiler, atalarının yaptıkları hataları görmüşler ve bu hatalardan bizlerin ders çıkarması gerekirken onlar eski hataların atalarına neye mal olduğunu görerek, bu hatalardan olumlu dersler çıkararak özellikle ziraat alanında dünyaya hakim olmuşlardır. Yerin bitirdiklerini sadece Allah(c.c)'nin onlara yattıkları yerden vermeyeceğini anlayan Yahudiler, "Kevni Ayetler"i okuyarak bu konuda olması gereken çalışmayı yapmışlar, dolayısıyla da evrensel yasalar onların lehinde işlemiştir.

Sonuç olarak; İsrailoğulları ile ilgili anlatımların Sünnetullah'ın işleyiş örneklerinin canlı örnekleri olarak okunduğunda, BAKARA 61 ayeti evrensel yasaların işleyişini bizlere göstermektedir. Kişiler eğer herhangi bir yönden genişlik istiyorsa, o genişliği elde etmenin yollarına tabi olmaları gerekmektedir. Bu genişliği elde etmek, bazı hayırlı şeylerden feragat etmeyi gerektirecek ise bu yapılmamalı, geçici dünya zevkleri asla kalıcı Ahiret hayat karşılığında değiştirilmemelidir. Aksi takdirde zillet ve meskenet damgası vurularak dünyada zelil bir hayat sürülür.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

12 Mayıs 2015 Salı

Kur'an Kavramlarını Kapitalist Sistem içinde Eritme Çalışmaları: Riba örneği

Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz en sıkıntılı durumlardan birisi , yaşadığımız topraklarda geçerli olan ekonomik sisteme ayak uydurarak kapitalizm'in çarkları arasında ezilmiş olmamızdır. Faiz bu sistemin bel kemiğini oluşturmakta olup , neredeyse hiç kimse bu tür işlemlerden kendisini dışarda bırakamamaktadır. 

İşin en sıkıntılı tarafı, içinde bulunduğumuz bu ekonomik sistem içinde Kur'anın yasakladığı ve "Riba" olarak kavramlaşan,  bu gün "Faiz" olarak gündemimizde bulunan işlemin yumuşatılma veya delme çabaları olarak ifade edebileceğimiz düşüncelerin içine girilmiş olunmasıdır. 

Kur'anda yasak edilen Riba ile şimdiki Faiz tanımının aynı olmadığı , yasaklanan Ribanın kat kat olan Riba olduğu , haram olan kısmın faiz almak olduğu vermenin haram olmadığı , mecbur kalma durumunda nasıl domuz veya şarap helal oluyorsa faiz almanın da böyle bir helallik dairesine girdiği gibi düşüncelerin dile getirildiğini görmekteyiz. Yazımızda önce Kur'anda geçen "Riba" kelimesinin anlamı ve geçtiği Ayetleri ele almaya çalışarak  bu konuda nasıl bir tavır içinde olunması gerektiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

"Erriba" kelimesi ; " Yüksek tepe" anlamına gelen "Rabvetün" kelimesinden türemiştir. Tepe nin kendi kendine arttığı yükseldiği için , ona bu ad verilmiştir. Buradan hareketle , "Arttı ve yükseldi" anlamında "Rabee" fiili kullanılmıştır. "Erriba" kelimesi , ana malın üzerinde artma , üzerine ekleme anlamında olup , İslam hukukunda ki kullanımı yalnızca , belirli bir şekilde olan artışa , eklemeye tahsis edilmiştir ( Elmüfredat). 

Bu kelimenin "Artma" , "Çoğalma" şeklinde sözlük anlamlarının geçtiği Ayetler  şunlardır.

[013.017] Gökten su indirir de dereler onunla dolar taşar. Üste çıkan (Rabiyen)köpüğü sel alır götürür. Süslenmek veya yararlanmak için ateşle erittiklerinizin üzerinde de buna benzer bir köpük vardır. Böyle misal verir Allah hak ile batıl için. Köpük; uçar gider, insanlara fayda veren ise yerde kalır. İşte böyle; Allah daha nice misaller verir.
[069.010]  Hep Rablerinin peygamberine karşı geldiler; o da onları gittikçe artan (Rabiyeten) bir tutuşla alıverdi.
[016.092]  İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra, söküp bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmetin diğerinden daha çok(Erba) olmasından ötürü yeminlerinizi aranızda aldatma vasıtası yapıyorsunuz. Allah, onunla sizi imtihan eder. Kıyamet günü ihtilaf ettiğiniz şeyleri elbette size beyan edecektir.
[002.265]  Allah'ın rızasını kazanmak ve kalblerini sağlamlaştırmak için mallarını sarfedenlerin durumu, yüksekçe bir tepede (Rabvetin)bulunan, bol yağmur aldığında yemişlerini iki kat veren, bol yağmur yağmasa bile çisentisi düşen bir bahçenin durumu gibidir. Allah işlediklerinizi görür.
[023.050]  Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık ve ikisini barınmaya elverişli ve akar suyu olan bir tepeye (Rabvetin) yerleştirdik.
[022.005]  Ey insanlar! Eğer siz öldükten sonra tekrar dirilmekten bir şüphede iseniz (düşününüz ki) Biz sizi topraktan, sonra safi bir sudan, sonra kırmızı bir kan parçasından, sonra da tam yaratılmış veya tam yaratılmamış bir et parçasından yarattık, size açıkça anlatalım (diye) ve dilediğimizi rahimlerde muayyen bir vakte kadar durduruyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz, sonra da kemale eresiniz (diye yaşatıyoruz) ve sizden kimi vefat ettiriliyor, ve sizden kimi de ihtiyarlık çağına itiliverilir, tâ ki, bilgiden sonra birşey bilmez olsun. Ve yeryüzünü kurumuş bir halde görürsün. Vaktâ ki, onun üzerine suyu indiriveririz, harekete gelir ve kabarır (Rabet)ve her güzel çiftten otları bitirir.
[041.039]  Kupkuru gördüğün yeryüzünün, Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçmesi, kabarması (Rabet), Allah'ın varlığının belgelerindendir. Ona can veren Allah şüphesiz ölüleri de diriltir. Doğrusu O her şeye kadir'dir.

Kelimenin sözlük anlamında kullanılan Ayet meallerini gördükten sonra , ıstılahi anlamda kullanıldığı Ayetleri görelim.

[030.039]  İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz her hangi bir riba Allah katında artmaz; fakat, Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka  böyle değildir. İşte onlar sevablarını kat kat artıranlardır.
 [003.130-131] Ey İnananlar! Faizi kat kat alarak yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa erişesiniz.İnkar edenler için hazırlanmış ateşten sakının.
[002.275]  Riba yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, «Zaten alışveriş de riba gibidir» demelerindendir. Oysa Allah alışverişi helal, ribayı haram kıldı. Kime Rabb'inden bir öğüt gelir de riba dan geri durursa, geçmişi kendisinedir, onun işi Allah'a aittir. Kim ribaya dönerse, işte onlar cehennemliktir, onlar orada temelli kalacaklardır.
[002.276]  Allah ribayı eksiltir, sadakaları bereketlendirir. Allah pek nankör olan hiçbir günahkarı sevmez.
[002.278] Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve eğer inanmışsanız, ribadan artakalanı bırakın.
[004.161]  ve nehyedildikleri halde riba almaları ve halkın malını haksızlıkla yemeleri sebebleriledir ki evvelce onlara halâl kılınmış bir çok pâk ve hoş ni'metleri kendilerine haram ettik ve kâfir kalanlarına elîm bir azab hazırladık

Ayetlere baktığımız zaman , yasaklanan riba'nın ne olduğu bilinmekte ve insanlar arasında yapılmakta olan bir işlemdir. Riba yani bu gün faiz olarak bildiğimiz işlemin , insanlar arasında malların "Hak" olarak yenildiği işlem olan "Ticaret" in dışında bir işlem olduğu ve bunun "Haram" kılındığı beyan edilmektedir. 

Kur'ana baktığımız zaman zaruret halinde bu faizli işlemin yapılabileceği gibi bir ruhsat görmemekle birlikte , bu gün içinde bulunduğumuz sistemin faize dayalı olmuş olması bizleri bu konuda kapı aralamaya veya yaptığımız faizli işlemlerin haram olmadığına inanmamızı sağlayacak teorilerin üretilmesi gerektiğine dair düşünceler içine girmemizin şart olduğu zannına kaptırmaktadır. 

"Faiz" veya Kur'an tabiri ile "Riba" kısaca, "alınan bir borç veya yapılan bir alışverişte bir tarafın lehine önceden şart koşulan ve karşılığı olmayan fazlalık" olarak tanımlanabilir. Meselemiz bu gün içinde yaşadığımız şartlarda bu tür işlemlerde yapılanın bu tanıma girip girmediğidir. 

Kur'anın tanımladığı faiz ile bu günkü faizin aynı şey olmadığı , Kur'anda tanımlanan ve haram olan faizin "Kat kat" şeklinde olan ve tefeci faizi olarak bildiğimiz işlem olduğu bu gün bankaların tüketicilerden aldıkları faizlerin bu tanıma dahil olmadığı ,olmaması gerektiği gibi sözleri özellikle düşüncelerini Kur'an nisbet eden insanlardan duymaktayız. 

 İşin daha ilginç düşüncesi , Kur'anda haram kılınan faizin "Almak" şeklinde gerçekleşen işlem olduğu , "Vermek" şeklinde gerçekleşen işlemin haram olmadığı gibi sözlere bile rastlamaktayız. Kısa ve net bir şey söylemek gerekirse faiz alıp vermek aynen zina gibi iki kişinin arasında olan ve her iki kişiyi de haram işlemiş hükmüne sokan bir fiil gibidir. Kadın veya erkekten birisinin zinaya mecbur kalmış olması yapılan zinayı asla meşru göstermez.

Zina eden kadın veya erkekten herhangi birini yaptığı zinadan ötürü mazur görecek hiç bir bahane olamaz. Faiz konusu da aynı bu şekilde olup , faizi alanın haram işlediği , verenin haram işlemediği gibi bir düşüncenin Kur'anın bu konudaki takip ettiği tedricilik metodunu okumamaktan ileri gelen veya yaptığı yanlışı doğru görmek şeklinde bir düşüncenin eseridir.
Bakara s. içinde geçen Ayetler bu konudaki nihai Ayetler olup , sadece Ali imran s. içinde geçen Ayetlere bakıp, "haram olan kat kat yemektir , oranı düşük olan faiz haram değildir" demek yapılabilecek en büyük yanlışlardan birisidir. Kur'an, faizli olan en ufak bir işleme dahi cevaz vermemekte olup bu gün bu konuda aranmaya çalışılan faize cevaz bulma çalışmalarına Kur'an içinden delil bulmanın imkanı yoktur.



Günümüz şartları için bu haramlılığı değerlendirmeye kalktığımız zaman , kişinin darda kalması gibi bir durum ile karşı karşıya geldiği zaman ne yapabileceği sorusu ile karşı karşıya kalmaktayız. Özellikle Türkiye geneline baktığımız zaman , faiz oranlarının düşük seyretmesi , bankaların kişileri faizli borç almaya özendirmesi , kişisel ihtiyaçların suni bir şekilde kabarmasına sebeb olmuştur. 

Bankaların işi azıtarak dini bayramları bile kullanarak "Geleneksel bayram kredileri" adı altında kişileri borca sokarak tatil yapmalarını teşvik etmeleri , veya arabalarının modelinin yükseltmeleri için düşük faizli krediler vermeleri bizleri öyle bir hale getirmiştir ki bu tür kredi almayanlar neredeyse aptal durumuna düşmüş gibi bir hava oluşturulmaktadır. 

İşin daha korkunç boyutları kredi kartları ile ilgilidir , Türkiye geneline baktığımızda "Kredi kartı mağdurları" adı altında bir insan topluluğu oluşmuştur. Bu mağdurlara!!! sanki bankalar silah zoru ile kredi kartı vermiş , ve yine silah zoru ile aşırı borçlandırmış , ve yine borcunu ödemek istedikleri fakat banka onlardan faiz almak için bu borcu kabul etmemiş gibi bir mağdurluk edebiyatı içine girilmiştir. 

Halbuki kredi kartı için bankaya müracaat eden kişi mağdurun !!! kendisi , kredi kartını bedava para gibi kullanan mağdurun !!! kendisi , suni ihtiyaçlar türeterek "illaki bunu almak zorundayım" diyen mağdurun !! kendisi , borcun zamanı geldiğinde ödeyecek parası olmadığı için bankaya kart borcunu ödemeyemeyen yine mağdurun !! kendisidir. 

Kısacası "Kredi kartı mağdurları" şeklinde ortaya çıkan ordunun neferleri mecbur kalmaktan çok , mecbur kaldığını sanan kişilerden oluşan bir ordudur. Dünyanın hiç bir yerinde , Dünyanın hiç bir kanunu ve Evrensel yasalar , ödemeye gücü olmadığını bile bile borç alan birisini hoş görmez. 

Yusuf (a.s) kıssasına baktığımız zaman , Mısırın kıtlık ekonomisini yönetme şekli , bollukta darlık zamanı için birikim yapmak gibi bir esasa daynamış olması evrensel bir iktisadi yasadır. Yusuf (a.s) şayet Mısırın iktisadını bu yasalar gereği gibi yönetmemiş olsaydı ülkenin açlıktan kırılması yine yasaların bir gereğiydi. Bu yönetim şekli kişisel ihtiyaçların savruk bir biçimde kullanılmamasından tutun devletlerin harcamalarına kadar geçerlidir. 

 [017.026-7]  Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, sakın saçıp savurma. Çünkü savurganlar şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.
 [017.029]  Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın.
[025.067]  Onlar, sarfettikleri zaman ne israf ederler ne de cimrilik, ikisi arasında orta bir yol tutarlar.

Bu gün içinde bulunduğumuz kapitalist sistem sadece tüketim odaklı olması nedeniyle insanları sadece tüketmeye teşvik etmekte bunu her türlü yayı organını devreye sokarak yapmakta , reklamı yapılan ürünü alamamayı eziklik gibi göstererek bu ezikliği yaşamamak için bilmem kaç taksitle o ürünü kişilere satmaktadır. Bu tür aldatmalarla gelirinden fazla borçlanan kişi borç yükü altına girmekte ve bunu ödemek için faize düşmektedir. 

Bu tür sıkıntılar maalesef Müslümanlar içinde geçerlidir , zorunlu ihtiyaç olduğunu düşünerek faizli kredi almak zorunda kaldığını hisseden Müslümanlardan bir kısmı , faizin haramlılık boyutunu bir şekilde kırmanın yolunu aramaya çalışmaktadırlar. İçkinin veya Domuz etinin, darda kalınması durumunda helal olduğundan yola çıkarak, yani bir nevi kıyas yaparak kendisini bu haramlıktan kurtarma yoluna gitmektedirler. 

İçki veya Domuz etinin yenilme ruhsatı ölüm ile karşıya karşıya gelindiği ve başka bir çare olmadığı an helal olup, bu şekil bir ruhsatı faizli bir işlem için kullanmanın asla imkanı olmadığını düşünmekteyiz. Faizli kredi alan bir kimse , kredi almak zorunda kalmasını başka bir çaresi olmadığı için değil, faizlerin düşük olması nedeniyle almaktadır , aksi takdirde ölüm ile burun buruna gelme durumuna düşmesi gibi bir zorunluluktan dolayı faizli kredi alan bir kişi olduğunu düşünmek zordur. 

Kapitalist sisteme entegre olmuş Müslümanların içinde oldukları bu durum maalesef içler acısıdır. Bir çok Müslüman gelirinden fazla yaptığı harcamalardan dolayı faiz batağına düşmüş ve bazıları bu batağa düşmekten dolayı herhangi bir rahatsızlık dahi duymamaktadır. 

Gerçekten darda kalan birisine yardım etmeyi teşvik eden Ayetler maalesef işlevini yitirmiş durumda olup faizli kredi almaktan başka bir çaresi kalmayan Müslümanların o kişiye yardım etme zorunlulukları olduğu unutlmuş ve bankaların kucağına itilmiştir. 

Sonuç olarak ; "Müslümanlar olarak yaşadığımız sistem içinde nasıl hareket etmeliyiz ?" sorusu , yukarıda yazılanlardan sonra cevaplanması gereken bir sorudur. 

1- Faizli işlemlerin hiç bir şekilde , nasıl bir  durumda olursak olalım helal dairesi içinde değerlendirilmemesi faizli yapılan her türlü işlemin "Haram" olduğunu bilinmesi. 
 2- Evrensel iktisadi yasalar gereği , gelirinden fazla harcayan kişi ,aile , toplum , devletlerin batmaya mahkum olduğunun asla hatırdan çıkarılmaması , gelirimiz ne kadarsa asla onun üzerinde bir harcamaya gidilmemesi.

3- İçinde bulunduğumuz kapitalist sistemin çarklarının ne kadar acımasız olduğunu asla unutmadan bizlere suni ihtiyaçlar sunmalarına kanmamalıyız. 

 4- Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz sistemin yanlışlıklarını , Kur'andan delil aramaya kalkarak düzgün göstermeye çalışmamalıyız , şayet faizli bir işlem yapmak durumundaysak bunun yanlış olduğunu en azından bilerek yapmalıyız , doğru olduğunu düşünerek yapılan faizli işlemler kişilerin itikadı derinden yaralayacaktır. 
 5- Bizleri faizli işlem yapmaya zorlayacak harcamalardan ve tüketim alışkanlıklarından mümkün olduğunca geri durmalıyız.
6- Riba veya Faiz kelimeleri üzerinde çeşitli spekülasyonlarda bulunmaya çalışmak Kur'ana teslim olmanın değil , Kur'anı teslim almaya yönelik çalışmaları olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.
7- Dara düşen bir kişiye karşılığına sadece Allah (c.c) den bekleyerek yardım etmek.

                          EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Lukman s.12-19. Ayetleri : Örnek Bir Baba ve Oğluna Tavsiyeleri

Allah (c.c) yaratmış olduğu insana , sadece kendisine kul olarak bir hayat sürmesi gerektiğini hatırlatan bilgiler göndererek bu kulluğun nasıl olması gerektiğini öğretmiştir. Elçiler vasıtası ile gelen bu öğretiler nesiller boyu aktarılarak bizlere gelmiş ve kıyamete kadar böyle gidecektir. Bu öğretilerin nesiller boyu aktarılmasında en önemli etken, aile içi eğitim ve öğretim olmuş ve olmaya devam edecektir. Kur'an neslin emniyetine önem atfederek, bu emniyetin nikah bağı ile oluşturulan aileler ile yürümesini istemiş , nikahsız ilişkileri "Zina" olarak niteleyerek bunu kesinlikle yasaklamış ve cezai müeyyedeler getirmiştir.

Çağlar boyunca Elçiler ile gelen bilgiler , bu bilgileri duyan ve onlara tabi olanlar tarafından , özellikle pratik hayat içinde yaşanarak "Ameli Tevatür" dediğimiz bilgi yolu ile diğer insanlara ulaştırılmıştır. İnsanlar hayat içinde , "Evlat" , "Karı" , "Koca" , Anne" , "Baba" olarak rollere sahip olup, bu rollerdeki insanların birbirlerine karşı olması gereken davranışları , çağlar boyunca gelen Elçiler tarafından insanlara beyan edilmiştir.

Allah (c.c) nin son Elçisi ile indirmiş olduğu Kitab içinde bu rolleri kuşanmış olanların , olumlu veya olumsuz örneklikleri sunularak olumlu örnekleri bizlerinde uygulaması istenmiştir. Olumlu örneklerden bir tanesi olan Lukman ismindeki kişinin oğluna olan tavsiyeleri, örnek bir babanın çocuğuna karşı yapması gereken vazifeleri anlatarak bizlerinde aynı yolu takip etmesi istenmektedir.

Tefsirlerde , Lukman adlı kişinin kimliği üzerinden tartışmalar yapıladursun , biz onun örnek bir baba portresini öne çıkararak , babaların çocuklarına öğretmeleri gereken öncelikli bilgilerin neler olması gerektiğini dikkate alarak, ilgili Ayetleri okumaya çalışacağız. 

 [031.012] And olsun ki, Lokman'a, Allah'a şükretmesi için hikmet verdik. Şükreden kimse ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden ise, bilsin ki, Allah her şeyden müstağnidir, övülmeğe layık olandır.
[031.013]  Hani Lokman da oğluna öğüt vererek demişti: «Yavrum! Allah'a ortak koşma; çünkü ortak koşmak büyük bir zulümdür!
 [031.014] Biz insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu, güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve ana babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş Bana'dır.
[031.015]  Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.
[031.016]  Oğulcuğum; işlediğin şey bir hardal tanesi kadar da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde, yahut yerin derinliklerinde de bulunsa, Allah onu getirir. Muhakkak ki Allah; Latif'tir, Habir'dir.
[031.017]  Oğulcuğum salatı ayakta tut, iyiliği emret, kötülükten vazgeçmeye çalış ve başına gelene sabret. Çünkü bunlar yapılması gereken işlerdir.
[031.018]  «İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez.»
[031.019]  «Yürüyüşünde tabii ol; sesini kıs. Seslerin en çirkini şüphesiz merkeblerin sesidir.»

12. Ayette , Lukman'a Hikmet verilmiş olmasını , Hikmet kelimesinin anlamını, "Doğruyu yanlıştan ayırabilme kabiliyeti" şeklinde kısaca özetleyecek olursak , bu kabiliyetin hem fıtri bir özellik olması , hem de bu fıtri özelliği destekleyen bilgilerin Elçiler vasıtası ile gönderilmiş  olmasından hareketle , Lukman 'ın yaratılışına uygun bir tarz üzere hayat süren bir kişi olduğunu görürüz. Lukman hem fıtratında olan bilgileri hem de gelen Elçilerin bilgilerine tabi olmuş bir kişidir . Kişiye verilen Hikmet kişinin şükür merkezli bir hayat sürmesini gerektirmekte olup bu şükrünün kendisi için faydalı olduğu , Allah (c.c) nin böyle bir karşılığa ihtiyacı bulunmadığı beyan edilmektedir. 

Allah (c.c) nin insanlara yüklemiş olduğu görev ve sorumlulukların hiç biri insanın fıtratına aykırı olmayıp , aksine onların Dünya ve Ahirette mutlu ve mesut bir hayat sürmesini amaçlamaktadır. Ancak insanların bir çoğu Şeytana uyup bu emirleri çiğnemekte , Dünyayı hem kendilerine , hem de başkalarına zindan ederek , Ahirettede büyük bir kayıba uğramaktadırlar.

Bir baba olarak , çocuğuna karşı  görevleri olduğunu bilen Lukman bu sorumluluğu , oğluna yaratılış gayesini anlatmakla yerine getirmeye başlar ve hayatın gayesinin sadece Allah kul olmak ve ondan başka ilahlık iddiasında olanları red etmek olduğunu hatırlatır. 

Tabiki bu anlatma , sigara içen bir babanın oğluna sigaranın zararlarını anlatması gibi bir şey asla değildir. Baba oğluna ettiği nasihatı önce kendi hayatı içinde pratize etmesi gerekir ki Lukman bunu mutlaka yapmıştır , Tevhide dayanan bir hayat tarzının nasıl olması gerektiğini yaşantı içinde öğrensin. 

"En büyük zulüm" olarak ifade edilen "Şirk" , insanların yaşadıkları hayat içindeki kuralların Allah (c.c) tarafından değil onun dışındakiler tarafından belirlenmesi demektir. Allah (c.c) tek ilah olmasına dayalı bir sistem bütün insanlığın Dünya ve Ahiret mutluluğu için olmazsa olmazlardandır. Bu gün Dünyanın içinde bulunduğu fesadın en büyük kaynağı şirke dayalı sistemler olup bu sistemleri vaz edenler, kendileri gibi yaratılmışlar üzerinde ilahlık hakkı olduğunu iddia etmektedirler.

Kur'an Ayetlerine baktığımızda çağlar boyunca gelen Elçilerin çağrısının temelini, Allah (c.c) nin merkeze konulduğu bir sistem üzerine bina edilmiş hayat tarzı olması gerektiği haberi oluşturmaktadır. Elçilerin bu haberlerini onlara tabi olanlarda aynen sözlü ve yaşantı içinde pratize etmek suretiyle tevatüren aktararak nesiller boyu bu bilgilerin diri kalmasını sağlamışlardır. Lukman'ın oğluna olan öğütlerini bilgi aktarımının nasıl bir yolla devam ettiğinin canlı bir örneği olarak okumak mümkündür. Lukman oğluna yapmış olduğu bu tavsiyeleri kendisinden öncekilerden öğrenmiş ve bu bilgiyi kendisinden sonrakilere aktararak "Ortak Hafıza" oluşturulmasının yolunu göstermiştir.

"Ortak Hafıza" dediğimiz bilgi aktarımı yolu ile insanlığın ihtiyacı olan her türlü bilgi bir sonrakilere aktarılıp , onlarında bu bilgilere yeni bilgiler ekleyerek diğer insanların hizmetine sunmuş olmuş olması bu gün sahip olduğumuz medeniyetin oluşmasına sebeb olmuştur. Dini bilgilerde aynen bu yolla aktarılmış olup literatürde "Ameli Tevatür" deyimi ile dile getirilmektedir. Dini bilgi anlamında şayet bu yolu göz önüne almayıp bu bilgilerin ilk defa kendisine nazil olduğunu düşünerek bu bilgileri değerlendirmeye kalkan birisi maalesef yanlış çıkarımlar yapma tehlikesi ile karşı karşıyadır. 

Kur'an içindeki bilgiler nazil olduğu zaman çerçevesindeki muhatapları tarafından bilinen şeyler olup bilinen fakat şirk bulaştırılmış olan bilgi ve uygulamaların aslına döndürülmesi amacına matuftur. Bütün bu arka plan bilgileri arkaya atılarak okunan bir kitapta bulunmayan bazı bilgiler yaşantı ve ameli tevatür yolu ile bizlere ulaşmış olup,Kur'anın bu şekil bir bakış açısı ile okunmasının daha doğru sonuçlar doğrucağını düşünmekteyiz.

Anne ve Babaya itaat , Kur'anın bir çok yerinde bizlere öğütlenmektedir, ancak bu itaatın bir sınırı vardır bu sınır, Allaha isyan noktasında onlar tarafından bir emir geldiğinde buna asla itaat edilmemesi gerektiğidir. Onlar her ne kadar isyan içinde bir hayat içinde olsalar dahi onlar ile iyi geçinmek gibi bir sorumluluğu Rabbimiz bizlere yüklemiştir. İbrahim (a.s) ın babası ile olan ilişkisi bu konuda verilebilecek en güzel örnektir.

Lukman oğluna , yapılan bütün amellerin hiç birisinin kayıt dışında olmadığı , hesap günü bu amellerinin karşılığının hiç eksiksiz olarak ödeneceğini hatırlatarak , Dünyada yaşarken Ahiret merkezli yani geçici hayatı değil, ebedi hayatı merkeze alan bir hayat tarzı sürmesini öğütlemektedir.

Salatın ayakta tutulması , iyiliği emredip kötülükten nehyetmeye dayalı bir hayat tarzının benimsenmiş olmasının Dünyayı nasıl bir yere çevireceğini , Salatın zayi edilmiş olması , kötülüğün emredilip , iyilikten nehyetmeye dayalı bir hayat tarzının rağbet gördüğü bir Dünyanın şimdiki halini gördükçe daha iyi tahmin edebiliriz.

Salat kelimesinin sadece namaz olarak çevrilmiş olması bir çok mealin ortak hatası olarak karşımızdadır. Salat kelimesi namazı da içine alan daha geniş bir kavram olup , namaza indirgendiği için diğer anlamları maalesef gündem dışında kalmıştır. Namaz kulun bütün hayat içindeki salatını sadece Allaha yaptığına dair bir gösterge olup maalesef içi boş bir ritüele indirgenmiş  vaziyette icra edilmektedir.

Lukman oğluna , diğer insanlara karşı nasıl davranması gerektiği konusunda öğütler vererek , diğer insanlara karşı kibirli bir tavır takınmamasını hatırlatmaktadır. İsra s. 22. Ayetten başlayarak , 39. Ayette "Bunlar Rabbinin sana bildirdiği hikmetlerdir" buyurulması bu bilgilerin evrensel kurallar olduğunu ve Muhammed (a.s) öncesi yaşayan insanlara da aynı şeylerin vahyedildiğini göstermektedir.

Lukmanın oğluna olan tavsiyelerini genel olarak şöyle özetlemek mümkündür; Kişi inancını yaşadığı hayat içinde dışa vurarak göstermek zorundadır. Sadece söze dayanan , fiiliyata gelince inancının gereği olanı değil işine geleni yapan yapan bir kişinin erdemli bir insan olduğunu söylemek maalesef zordur. İnsanlar ile olan ilişkilerimizde "Abadı Muaşeret" olarak bildiğimiz davranış yöntemlerinin öne çıkması gerekmekte olup insanlara tepeden bakan kibir sahibi olan kişilerin toplum nezdinde hoş karşılanmayacağı bilinmelidir. 

Sonuç olarak; Allah (c.c) nin insana yüklemiş olduğu vazifelerin aile içinde sorumluluğunun nasıl yerine getirilmesi gerektiğine dair Lukman'ın oğluna tavsiyelerini görmekteyiz. Kıssa dan alınması gereken hisse olarak bizlerinde aile sorumluluğuna sahip insanlar olarak çocuklarımıza bilgi olarak neleri vermemiz gerektiği buradan okunabilir. Baba olarak çocuklarımıza yaptığımız öğütleri önce kendi hayatımızda yaşamak sureti ile örnek olmamız gerekmektedir ki yaşamadığımız bir şeyi başkasına tavsiye etmemiz durumunda bu tavsiyenin etkisini olmayacağı açıktır.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

26 Nisan 2015 Pazar

Şuayb (a.s) Kıssası Bağlamında Helakın Evrenselliği

Kur'an kıssalarını okuduğumuz zaman o kıssalarda öne çıkan hususlardan birisi; adı geçen kavmin helak edilmiş olmasıdır. Helak edilmenin devam eden bir süreç olup olmadığı halen tartışılan bir konudur. Bundan önceki yazılarımızda helakın Sünnetullah dediğimiz yasaların işlemesi sonucunda gerçekleştiği, bu yasaların asla değişmeyeceğine dair Kur'an'dan aldığımız bilgi dahilinde helakın devam eden bir süreç olduğu, ancak helak edilmenin topluca yok edilme şeklinde olması gibi bir durumdan ziyade, anlatılan kıssalarda öne çıkan helak sebebinin okunarak aynı amellerin işlenmesinin toplumların yıkılma sebebi olduğunun bilinmesi gerektiğini vurgulamaya çalışmıştık.

Helakın evrenselliği konusunu, Salih(a.s)'ın kavmi olan Semud'un ayet olarak gönderilen "dişi deve"yi kesmiş olmasının günümüz açısından nasıl değerlendirilmesi gerektiğini, "Semud Kavminin Helakının Örnekliğinde Helakın Evrenselliği" başlıklı bir yazıda ele almaya çalışmıştık. Bu yazımızda; Şuayb(a.s)'ın kıssasını Kur'an'da geçtiği ayetler bağlamında okumaya çalışarak verilen mesajı okumaya çalışacağız.

A'RAF SURESİ'NDE ŞUAYB(A.S) KISSASI

[007.085] Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik): «Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın; eğer inanan (insan)lar iseniz, böylesi sizin için daha iyidir!»

[007.086] «Allah'a inananları yolundan alıkoyup ve o yolun eğriliğini dileyerek tehdit edip her yolda pusu kurup oturmayın. Azken, Allah'ın sizi çoğalttığını hatırlayın; bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.»

[007.087] «İçinizde mademki benimle gönderilene inanan bir topluluk ve inanmayan bir topluluk var, o halde Allah'ın aramızda hükmünü bildirmesine kadar sabredin. Allah hükmedenlerin en iyisidir.»

[007.088] Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: «Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize döneceksiniz» (Şuayb): İstemesek de mi? dedi.

[007.089] Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemiş başka, yoksa ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a dayanırız. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.

[007.090] Kavminden ileri gelen kafirler dediler ki: «Eğer Şuayb'a uyarsanız andolsun ki, o takdirde mutlaka zarara düşersiniz.»

[007.091] Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.

[007.092] Şuayb'ı yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibiydiler. Asıl zarara uğrayanlar Şuayb'ı yalanlayanların kendileridir.

[007.093] Şuayb onlardan öteye döndü ve: «Ey kavmim, Allah biliyor ki, size Rabbimin mesajlarını ilettim, size öğüt de verdim; şimdi kafir kavme nasıl acırım?» dedi.

[007.094] Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.

[007.095] Sonra kötülüğün yerine iyiliği koyduk, öyle ki, çoğalıp, «babalarımız da darlığa uğramış, bolluğa kavuşmuşlardı» dediler. Bu yüzden onları haberleri olmadan, ansızın yakalayıverdik.

[007.096] Eğer kentlerin halkı inanmış ve Bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı, onlara göğün ve yerin bolluklarını verirdik. Ama yalanladılar; bu yüzden onları, yaptıklarına karşılık yakalayıverdik.

[007.097] Kentlerin halkı, geceleyin uyurlarken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler?

[007.098] Yahut kentlerin halkı, kuşluk vakti eğlenirlerken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler?

[007.099] Allah'ın azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın (böyle) mühlet vermesinden emin olamaz.

[007.100] Üzerinde yaşadıkları toprakları eski yerlilerinden miras alanlar, istesek kendilerini günahları yüzünden musibetlere çarptırabileceğimizi, kalplerini mühürleyebileceğimizi ve kulaklarının işitemez olabileceğini, bu tarihi sürecin ışığında halâ kavrayamadılar mı?

[007.101] İşte o kentlerin haberlerini sana anlatıyoruz. And olsun ki onlara peygamberler belgeler getirdi; önceleri yalanladıklarından ötürü inanmadılar. Allah kafirlerin kalblerini böylece kapatıp mühürler.

HÛD SURESİ'NDE ŞUAYB(A.S) KISSASI

[011.084] Medyen'e de kardeşleri Şu'ayb'i gönderdik. Dedi ki: «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. Ölçeği de, teraziyi de eksik tutmayın. Ben sizi hayır (bolluk) içinde görüyorum. Bununla beraber yine de sizi kuşatacak bir günün azabından korkuyorum.»

[011.085] Ve ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın.

[011.086] «Eğer mü'minseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.»

[011.087] Dediler ki: Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana salatın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın!

[011.088] Dedi ki: Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah'ın yardımı iledir. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na döneceğim.

[011.089] Ey kavmim! Sakın bana karşı düşmanlığınız, Nuh kavminin veya Hûd kavminin, yahut Sâlih kavminin başlarına gelenler gibi size de bir musibet getirmesin! Lût kavmi de sizden uzak değildir.

[011.090] «Rabbinizden mağfiret dileyin; O'na tevbe edin; doğrusu Rabbim merhamet eder ve çok sever.»

[011.091] «Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyor ve doğrusu seni aramızda güçsüz görüyoruz. Eğer taraftarların olmasaydı seni taşlardık. Esasen bizim gözümüzde pek itibarın da yoktur» dediler.

[011.092] Şu'ayb dedi: «Ey kavmim! Benim akrabalarım size Allah'dan daha mı değerli ki, Allah'a sırt çevirip, onu unuttunuz? Muhakkak ki, Rabbim bütün yaptıklarınızı çepeçevre kuşatmıştır.»

[011.093] Ey kavmim; elinizden geleni yapın. Doğrusu ben de yapacağım. Kime rüsvay edecek bir azabın geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözetletin, doğrusu ben de sizinle beraber gözetleyenlerdenim.

[011.094] Emrimiz gelince, Şuayb'ı ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık; zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar.

[011.095] Sanki orda hiç refah içinde yaşamamışlar gibi, haberiniz olsun; Semud (halkına) nasıl bir uzaklık verildiyse Medyen (halkına da Allah'ın rahmetinden öyle) bir uzaklık (verildi) .

ŞUARA SURESİ'NDE ŞUAYB(A.S) KISSASI

[026.176] (Ormanlık yerde oturanlar), Eykeliler de elçileri yalanladı.

[026.177] Şuayb onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?

[026.178] Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.

[026.179] Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.

[026.180] Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükafatım alemlerin Rabbine aittir.

[026.181] Ölçüyü tam yapın da eksiltenlerden olmayın.

[026.182] Doğru terazi ile tartın.

[026.183] İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.

[026.184] Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah) dan korkun.

[026.185] Onlar şöyle dediler: Sen, olsa olsa iyice büyülenmiş birisin!

[026.186] Sen de, ancak bizim gibi bir beşersin. Bil ki, biz seni ancak yalancılardan biri sayıyoruz.

[026.187] Şayet doğru sözlülerden isen, üstümüze gökten azap yağdır.

[026.188] Şuayb: «Rabbim yaptıklarınızı çok iyi bilir» dedi.

[026.189] Velhasıl onu yalancı saydılar da, kendilerini o gölge gününün azabı yakalayıverdi. Gerçekten o, muazzam bir günün azabı idi!

[026.190] Muhakkak ki bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu mü'minler olmadı.

[026.191] Rabbin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.

ANKEBUT SURESİ'NDE ŞUAYB(A.S) KISSASI

[029.036] Medyen halkına kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. O, «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, ahiret gününe umut besleyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın» dedi.

[029.037] Ama onu yalanladılar. Bu yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.

[029.038] Âd'ı ve Semûd'u da (yıkıma uğrattık) . Gerçek şu ki, kendi oturdukları yerlerden size (durumları) belli olmaktadır. Kendi yapmakta olduklarını şeytan onlara süsleyip-çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi.

Şuayb(a.s)'ın kavmi olan Medyen'i helaka sürükleyen sebebleri şöyle sıralayabiliriz;

1- Allah'a kulluk etmemek.
2- Ölçü ve tartıda noksanlık yapmak.
3- Yeryüzünde fesad çıkarmak.

Sıralamış olduğumuz bu sebebleri taşıyan bütün toplulukların helak olması yani yeryüzünden silinmesi Sünnetullah dediğimiz yasaların bir gereğidir. Kur'an'ın, bu kavimleri helaka sürükleyen sebebleri anlatma sebebi; bizlerin helaka uğrayan bu kavimlerin yollarını takip etmeyerek, onların düştüğü akıbete düşmememiz amacına dayanmaktadır.

Bu anlatımların sadece belirli bir zaman ve mekan diliminde yaşayan insanlar ile sınırlı olmadığı, her çağda yaşayan insanlara mesaj vermek amacına dayalı olduğundan yola çıkacak olursak, bu ayetlerin bize dönük mesajlarını şu şekilde okumak mümkündür.

Kur'an, helak edilen kavimlerin ortak özelliklerini "şirk" olarak belirmektedir. Şirk dediğimiz olgu sadece taştan tahtadan putlara tapınmak şeklinde değil, hayatın içinde Allah'ı değil, başkalarını belirleyici kılmak şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Şuayb(a.s)'ın kavminin şirk ile birlikte öne çıkan hatası, ölçü ve tartıda noksanlık yapmak şeklinde beyan edilmektedir.

Ölçü ve tartıda noksanlık yapmak; zalim ve mazlum şeklinde iki farklı grubun olması demek anlamına gelir , Ölçü ve tartıda haksızlık yapanlar "zalim", ölçü ve tartıda haksızlık yapılanları ise "mazlum" olarak tanımlamak mümkündür. Bu noksanlığı sadece bakkalın sattığı 1kg şekerden 100 gramını çalması olarak sınırlamamak gerektiğini düşünmekteyiz.

Ölçü ve tartıda dengeli olmak; hayatın her anında gözetilmesi gereken davranışlar olarak düşünülmeli. Karşımızdakilerin hak ve hukukunu sadece kendi menfaatlerimizi düşünerek çiğnediğimiz zaman, bunun dünya ve Ahirette karşılığının şiddetli bir biçinde ödeneceği hatırdan çıkarılmamalıdır.

Bu gün dünyaya baktığımız zaman Medyen kavminin özelliği olan sadece kendi çıkarlarını düşünerek karşısındakilerin hak ve hukukuna riayet etmemek şeklindeki hayat tarzı kişisel bazdan başlayarak, devletler bazına kadar genişletilebilir. Kendi hakları olduğunu zannettikleri şeyleri acımasızca almaya çalışan fakat başkalarının haklarına gelince onları gasp etmeye çalışan prototip bir kavim olarak anlatılan Medyen kavminin bu özelliklerini taşıyanlar bugün de yaşamaktadır.

Sadece kendi çıkarlarını gözeterek, başkalarının haklarını yok saymak veya başkalarının hakkı olan kaynakları kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmanın bir sonucu olarak, bir tarafta aşırı zenginleşmiş insanlar ve ülkelerin, diğer tarafta ise aşırı fakirleşmiş insanlar ve ülkelerin varlığı günümüzde ve gelecekte dünya üzerindeki huzursuzlukların baş sebebi olmaya devam edecektir.

Bugün dünya üzerinde refah seviyesi yüksek olan ülkelere baktığımız zaman, bu refahın kaynağının kendi alınteri ve emekleri değil, başkalarının alın teri, emek ve kanları üzerine kurulu olduğunu görürüz. ABD olarak bilinen ve dünyanın refah seviyesi yüksek olan ülkenin refahının temelinde; Afrika'dan köleleştirmek yolu ile getirdiği insanların ve tabii kaynaklarını sömürdüğü ülkelerin katkısının önemi kimse tarafından red edilemez.

Bugün hala Afrika'nın pek çok ülkesinde kendi dilleri yerine Batılı ülkelerin dillerini konuşan insanların olması, Batılı ülkelerin bu toprakları acımsızca sömürmüş olmasının bir tezahürüdür. Cezayir, Libya vb. ülkelerde Fransa ve İtalya gibi devletlerin orada olma amacı, onlara hayır götürmek amacı ile olmadığını herkes bilmektedir. Bu ülkelerin sahip oldukları kaynakları kendi insanlarına götürerek onların refah seviyesini yükseltmek amacı olduğu herkesçe bilinmektedir. Bu sömürüler sonucu bugün o ülkeler hatırı sayılır bir şekilde zenginleşmiş, diğer ülkeler aynı derecede fakirleşmiştir.

Dünyanın sahip olduğu kaynaklar şayet dengeli bir biçimde yani ölçü ve tartı gözetilerek dağıtılmış olsa, bir tarafta açlıktan, bir tarafta obeziteden ölen insanların olması mümkün olmayacaktır. Bugün eğer Batılı ülkeler ileri bir refah seviyesine erişmişlerse, bu refahın temeli başka insanların haklarını gasp etmek sureti ile olmuştur. Yani Medyen kavminin dün yaptıklarını dün ve bugün Batılı ülkeler yapmaktadır.

Bu şekil bir yaşamın ve sömürünün ilelebed sürmesi asla mümkün değildir. Sünnetullah dediğimiz yasalar gereği bu gidişe elbette bir gün "Dur" denilecektir. Ancak zulme dur diyenlerin bu zulmü durdurduktan sonra daha beter zulüm işlememeleri için Şuayb(a.s) misali önderlere ihtiyaç vardır. Dün Rusya'da çarlık rejimini yıkan bolşeviklerin, çarın zulmunü aratacak kadar zulüm işledikleri tarihen sabittir.

Kıssanın HÛD 87 ayetinde; kavminin Şuayb(a.s)'a "Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana salatın mı emrediyor?" dediklerini görmekteyiz. Dünyadaki bu zulme ve zalimlere "dur" demenin Kur'an'ın pek çok yerinde geçen "salatı dosdoğru ikame etmek" emri ile bağlantılı olduğunu Şuayb(a.s)'ın salatının ANKEBUT 45 ayetinde görüldüğü üzere kötülükten alıkoymak üzere bir ikame olduğunu görmekteyiz.

[021.022] Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de muhakkak fesada uğrar yok olurdu. O halde Arş'ın Rabbi olan Allah, onların vasfetmekte oldukları şeylerden (bütün noksanlıklardan) beridir, münezzehtir.

ENBİYA 22 ayeti; dün, bugün ve yarın dünya üzerindeki fesadın kaynağını açıklayan bir ayet olarak karşımızda durmaktadır. Şirk dediğimiz olgu; Allah(c.c)'den başkasının ilahlığına dayalı bir sistem olduğuna göre, O'nun dışındaki sahte ilahların vaaz ettiği sistemler ile yönetilen dünyanın bugün geldiği hal, ayetin beyanı doğrultusunda "fesad" halinden başkası değildir.

Dünyanın salah içinde yaşaması için gerekli olan tek şart; tek ilahın vaaz ettiği bir sistem üzere hayat sürülmesidir. Bunun dışındaki sistemlerin tamamı dünya üzerinde yaşayan insanlar için zulum vesilesi olacaktır. "Ezen" ve "Ezilen" şeklinde bir ikilem, şirk düzenlerinin olmazsa olmazlarındandır.

Şirk düzenlerinin kurucularının tek taraflı bir hayat inancı olması, yani ölümden sonra dirilişi red etmeleri nedeniyle, yaptıklarının yanlarına kar kalacağını düşünen müşrik zalimler, sadece dünyaya endeksli bir hayatı tercih ederek "Bizden sonrası tufan" deyip, yaptıklarından sorulacaklarını hesap etmeden sürdükleri bir yaşam sonucunda Medyen örneğinde olduğu gibi helak olacaklardır.

Bu helakın hala neden gerçekleşmediği sorusuna gelince; Medyen kavminin helak süreci sandığımız gibi kısa bir zaman içinde olmamıştır. Şuayb(a.s)'dan önce bu kavme nice elçiler gelip, bu yanlışlarından vazgeçmeleri için tebliğde bulunmuşlardır. Şuayb(a.s), o kavmin helak öncesi en son elçisi olduğu için onun adı geçmekte ve Medyen'in helakı uzun yıllar süren zalimleri nedeni ile Sünnetullah gereği yıkıma uğramıştır.

[013.038] Andolsun ki senden evvel de peygamberler gönderdik, onlara da zevceler ve zürriyet verdik ve Allah'ın izni olmadıkça hiçbir peygamber için bir âyet getirmek kabil değildir. Ve bir müddet için bir yazılış vardır.

[007.034] Her ümmet için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince, ne bir saat ertelenebilirler ne de öne alınabilirler (tam zamanında çökerler) .

Yukarıda verdiğimiz ayet meallerinde, Sünnetullah dediğimiz yasaların işleyişi hakkında bilgi verilmektedir. Bugün dünyayı fesada boğan ülkelerin er geç yıkılması Sünnetullah gereği kaçınılmaz bir durumdur. Önemli olan onların bu yıkımının ardından yerine kurulacak olan sistemin tek ilahın vaaz ettiği bir sistem olmasıdır. Aksi takdirde yıkımın ardından gelecek toplumların aynı akıbete uğrama tehlikesi yine Sünnetullah denilen yasalar gereğidir.

Helak edilen kavimler ile ilgili ayetlere baktığımız zaman, helakların ardından başka kuşaklar var edildiği ve bu kuşakların zaman içinde kendilerinden önce helak edilen kavimlerin işlediği hatalara düştükleri için onlarında helak edildikleri beyan edilmektedir (23. Sure 32-44 ayetler arasına bakılabilir).

Sonuç olarak; Kur'an'ın kavimlerin helakı ile ilgili ayetleri sadece belirli zaman ve mekana özgü bir durum değil, Sünnetullah adı verilen yasaların bir işleyişi neticesindedir. Bu bağlamda, helak devam eden bir süreç olarak kıyamete kadar devam edecektir. Bizler bu kavimleri helaka sürükleyen sebebleri Kur'an bağlamında okuyarak şirk dediğimiz olgunun, insanı dünya ve Ahirette nereye sürüklediğini bilmek zorundayız. Kur'an bu gibi anlatımlar ile öncekilerin başından geçenlerden ibret alınarak, bizlerin aynı hataya düşmememizi amaçlamaktadır.

Medyen kavminin müstekbirleri, dünya hayatının aldatıcı süsüne kanarak tek taraflı bir hayat inancı çerçevesinde Ahiret endeksli bir hayatı terk etmişler ve sadece dünyanın kendileri için döndüğü gibi bir inanca kapılarak dengeleri sadece kendileri için ayarlanmış bir dünya kurmak istemişlerdi. Onların bu amelleri helak edilmeyi beraberinde getirmiştir. Kıssaların sonrakiler için ibret vesikaları olarak okunmaya çalıştığımız zaman; Medyen kavminin yaptığı eylemleri taklit edenler kıyamete kadar helak olmaktan kurtulamayacaklardır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

17 Nisan 2015 Cuma

Yalancı İlahların ve Onlara Tabi Olanların Akıbeti: Firavun Örneği

Alemlerin Rabbi ve İlahı olan Allah(c.c); yaratmış olduğu insanlara sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanımaları gerektiğine dair birçok elçiler göndermiş, bu elçiler de aldıkları ve mesaj doğrultusunda hem kavimlerine doğru yolu göstermeye çalışmış, hem de mensup oldukları kavim içinde olan ve bu mesajları red eden kafir ve müşriklerle bir mücadeleye girişmişlerdir.

[016.002] Allah kendi emriyle melekleri, kullarından dilediği kimseye vahiy ile, «Benden başka ilah olmadığına dair (kullarımı) uyarın ve benden korkun» diye gönderir.

Yukarıda verdiğimiz ayet mealinde olduğu gibi gelen bütün elçiler bu gerçeği tebliğ etmeye çalışmışlar, bu gerçeği kabul veya red edenlerin akıbetlerini haber vermişlerdir. Bu gerçeği red edenlerin helak yoluyla yok edilmiş olması ile verilmek istenen mesaj; ahirette vadedilenlerin gerçek olduğunun, dünya hayatı içinde göz ile gösterilmiş olmasıdır. Helak edilen kavimlerin içindeki iman edenlerin, o kavmi terkederek o azaptan kurtulması ve kavmi terketmeyenlerin helak edilmiş olması, gelecekte vadedilen azap ve kurtuluşun gerçek olduğunun kıyamete kadar ispatı olarak Kur'an içinde yerini korumaktadır.

Musa(a.s) ve Harun(a.s), Allah(c.c)'nin tek İlah ve Rab olduğunu tebliğ amacı ile gönderilmiş elçilerden ikisidir. Bu elçilerin muhatap oldukları kişi Firavun namı ile maruf, kendisinin ilah ve rab olduğunu iddia eden bir kişidir. Onların Firavun ile olan mücadelesine baktığımızda; sahte ilah ve rablerin kendilerini ve kendilerine tabi olanları nasıl helaka sürüklediğinin canlı bir göstergesi olarak kıyamete kadar ibret vesikası olarak nesiller boyu okunacaktır.

[079.024] «Sizin en yüce rabbiniz benim» dedi.

[026.029] (Firavun) Dedi ki: «Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.»

[043.051] Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: «Ey Kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan ırmaklar benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?»

[028.038] Firavun: «Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân, haydi benim için çamur üzerine ateş yak (ve tuğla imal et), bana bir kule yap ki, Musa'nın ilâhına çıkayım; ama sanıyorum, o mutlaka yalan söyleyenlerdendir.» dedi.

Kur'an kıssaları ile ilgili yazılarımızda, kıssaları okurken sadece belirli bir zamana ve mekana hapsederek bir okuma değil, kıssalardaki şahsiyetleri ve olayları evrensel mesajlar olarak okuduğumuzda, eskilerin masalları olmaktan çıkarak her çağa verilecek mesajı olan ayetler olduğu hatırlatmasını burada da yapmak istiyoruz.

Firavun namı ile maruf şahsiyetin etrafında gelişen olayları, sadece onun yaşadığı zaman ve mekana has bir durum değil, onun yolunu izleyenlerin başına gelecek olan akıbetin canlı olarak gösterilmesi olarak okuduğumuzda, ayetlerin bize dönük mesajlar içerdiği rahatlıkla anlaşılacaktır.

Firavun'un kendisini "ilah" ve "rab" olarak ilan etmiş olması sadece ona has bir durum olarak okunmamalıdır. Alemlerin Rabbi olması nedeniyle Allah(c.c), yaratmış olduğu insan üzerinde yegane hüküm koyucu olarak kabul edilmesi gerektiğini, kendisinin dışında böyle bir işe soyunanların "şirk" ve "tuğyan" içinde olduklarını beyan etmektedir.

Allah(c.c)'nin yüklemiş olduğu kulluk görevini kabul etmeyerek, eline geçirdiği fırsatı O'na düşmanlık yapmak için kullananların başına gelecek olan akıbete çok güzel bir örnek olan Firavun ve ordularının başlarına gelenler, özellikle yönetim mekanizmasını elinde bulunduranlar tarafından çok iyi okunmalıdır.

[020.024] Firavun'a git. Çünkü o iyice azdı.

Kendisinin yaratılmış bir kul olduğunu unutarak ilahlık ve rablık iddiasında bulunan Firavunvari tipler sadece o gün değil, bugün, yarın ve kıyamete kadar tarih sahnesinden eksik olmayacaklardır. Allah(c.c) dışında ilahlık ve rablık iddiası, kişilerin kendi yanlarından çıkardıkları hükümler ile insanları yönetmeye kalkıyor olması ve esas doğru yolun, kendilerinin vaaz ettiği yol olduğunu, kendilerine gelen elçilerin fesatçı, kendilerinin ıslahçı olduklarını iddia etmeleri ile gerçekleşmektedir.

[040.026] Firavun: Bırakın beni, dedi. Musa'yı öldüreyim; (Kurtarabilirse) Rabbine yalvarsın! Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum.

[040.029] Ey kavmim, bugün mülk sizindir, bu yerde yüze çıkmış (üstün) bulunuyorsunuz; fakat Allah'ın hışmı başımıza gelirse bizi ondan kim kurtarabilir?» dedi. Firavun: «Ben size yalnızca görüşümü söylüyorum ve ben size ancak doğru yolu gösteriyorum.» dedi.

Her düşünce sahibinin en doğru düşüncenin kendi düşüncesi olduğu iddiasını göz önüne alacak olursak, Firavun da kendi düşüncesinin doğru, Musa(a.s)'ın düşüncesinin yanlış olduğunu iddia etmekteydi. Ancak bir düşüncenin doğru olup olmadığına dair verilecek kararda Allah(c.c)'nin rol oynaması gerekmektedir. Bu rolü O'nun indirdiği kitaplar yerine getirecektir.

[016.009] Doğru yolu göstermek Allah'a aittir. Onun eğrisi de vardır. Allah dileseydi, sizin hepinizi hidayete erdirirdi.

[022.008] İnsanlardan kimi de vardır ki, ne bir bilgiye, ne bir yol göstericiye, ne de aydınlatıcı bir Kitab'a dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.

Firavun tipi insan modelini günümüze taşıyacak olursak; bu model, Allah(c.c)'ye ait olan ve O'ndan başkasının doldurmaya yetkili olmadığı bir alanı doldurmak iddiasında olan her insan, düşünce veya kuruluş için kullanılabilecek bir kavram olarak olarak karşımıza çıkmaktadır.

[011.097] Firavun'a ve onun önde gelen çevresine. Onlar Firavun'un emrine uymuşlardı. Oysa Firavun'un emri doğruya-götürücü (irşad edici) değildi.

[028.004] Firavun memleketin başına geçti ve halkını fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınları sağ bırakıyordu; çünkü o, bozguncunun biriydi.

Firavun her ne kadar kendi oluşturduğu ölçüler dahilinde kendisini doğru yolda olduğunu iddia etse de, doğru yolun hangisi olduğuna dair tek karar merci olan Allah(c.c), onun yolunun doğru olmadığını, onun fesatçılardan ve müsriflerden olduğunu söylemektedir.

Allah(c.c), kendisine düşman olan Firavun karakterli insanların dünya ve Ahiret'te zarara uğrayacağını yine bir çok ayetinde beyan etmektedir. Firavunların dünya hayatı içinde zarara uğratılmaları "Sünnetullah" dediğimiz yasalar ile belirlenmiş olup, bu zarara uğratmada başrolu oynayacak olanlar, Firavunlar'ın elinde zulum gören mazlumlar olacaktır. Sünnetullah gereği mazlumlar, "celladına aşık mahkum" rolüne razı geldikleri müddetçe, bu yasa asla işlemeyecek, Firavunlar da zulme devam edeceklerdir.

[014.042] Sakın Allah'ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma; gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne kadar onları ertelemektedir.

Şayet Firavunlar dünya hayatı içinde yaptıklarının bedelini ödemeden öldükleri takdirde, Ahiret'te asla kaçamayacakları bir ceza onları ve onlara tabi olanları beklemektedir. Musa(a.s) ve beraberindekilerin yıllar süren mücadeleleri sonucu "sünnetullah" denilen yasanın işlemesini hak ederek Firavun ve ordusu helak edilmiş, mazlumlar zulümden kurtulmuşlardır.

Kendisini ilah ve rab olarak takdim eden ve bu sıfatla halkı üzerinde büyük bir baskı düzeni kuran Firavun, herşey üzerinde mülk sahibi olduğunu iddia etmesine rağmen denizde boğulmasına engel olamamış ve gerçek İlah'a teslim olduğunu helak anında kabul etmiştir. Ancak onun bu imanı kabul görmemiştir. Onun bu şekil ölümü, sahte ilahların ne kadar aciz olduklarının bir göstergesi olarak sonradan gelen ve gelecek olan diğer sahte ilahlara ve sahte ilah adaylarına ibret vesikası olmuştur.

[007.137] Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi (yahudileri) de, içini bereketle doldurduğumuz yerin doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Sabırlarına karşılık Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını ve yetiştirdikleri bahçeleri helâk ettik.

[008.052] Tıpkı Âli Fir'avnın ve onlardan evvelkilerin gidişi gibi Allahın âyetlerini tanımadılar da Allah kendilerini günahlariyle tuttu alıverdi, çünkü Allah çok kuvvetli ve ıkabı pek şiddetlidir

[020.078] Bunun üzerine Firavun, askerleri ile birlikte onların peşine düştü. Deniz onları gömüp boğuverdi.

[029.039] Karun'u, Firavun'u ve Haman'ı da yok ettik. And olsun ki Musa kendilerine belgelerle gelmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Oysa azabımızdan kurtulamazlardı.

Firavun ve ordusunun maruz kaldığı akıbet, sonraki benzerleri için bir örnek ve ibret olması için bizlere aktarılmaktadır. Onların uğradıkları bu ceza, Ahiret'te vadedilen azabın gerçek olduğunun bilinmesi içindir.

[020.079] Firavun, kavmini saptırdı, doğru yola sevketmedi.

[011.098] Kıyamet günü, kavminin önüne düşer. Artık o bunları ateşe götürmüştür. O varılan yer, ne kötü bir yerdir.

[040.046] Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.

Sonuç olarak; gerçek ve tek İlah'ı red ederek, sahte ilahlığa soyunanların nasıl bir akıbete düçar olacağını Firavun örneği üzerinden beyan eden Rabbimiz, bu örnekle Firavun'dan sonra gelecek olan sahte ilah adaylarına, bu sahtekarlıklarının neye mal olacağını haber vermektedir. Bize sadece "abd" yani kul statüsünü layık gören Allah(c.c)'nin, bizler için biçtiği bu gömleği giymeyerek başka gömlekler giymeye kalkmak yani ilahlığa soyunmanın akıbeti bütün sahte ilahlar için aynı olacaktır. Sahte ilahlara tabi olarak onların gölgesi altında bir hayata razı olanlar ise yarın onlarla birlikte ateşin gölgesi altında ebedi olarak birlikte bir ömür süreceklerdir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.