12 Ekim 2015 Pazartesi

ASA nın Evrensel Sembollüğü Üzerinden Musa ve Süleyman (a.s) ın Asalarını Okumak

Sembol kelimesini kısaca tarif etmek gerekirse; "duyularla algılanamayan ve ifade edilemeyen şeylerin somut objelerle ifade edilmesi" diyebiliriz. Semboller istisnasız olarak bütün insanların hayatlarında önemli yer kaplamaktadır. Allah(c.c) gönderdiği elçi ve kitapları, yaşayan insanların günlük hayatlarında algıladıkları ve tecrübe sahibi oldukları bilgiler dahilinde göndererek, elçi ve kitapların o insanlarla aynı dili konuşmalarını sağlayarak, elçi ve kitapların söylemlerinin aynı zamanda çağlar boyunca gelecek insanlar tarafından anlaşılmasını da beraberinde getirmiştir.

Sembolik dil kullanımı Allah(c.c)'nin son elçisine indirdiği kitap içinde de mevcut olup, bu dilin kullanımı aynı zamanda kitabın evrensel olmasını da sağlamıştır. Bu yazımızda Musa(a.s) ve Süleyman(a.s)'ın kıssasında gördüğümüz "Asa" objesinin sembolik dil üzerinden nasıl bir mesaj vermiş olabileceği yönünde düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

Kur'an kıssaları, geçmişlerinden yaşantılarında kesitler sunarak, gelecekteki insanlara mesaj vermeyi amaçlayan anlatımlar olup, bu bağlamda Musa(a.s) kıssası, içinde birçok mesaj barındıran bir kıssa olarak ortaya çıkmaktadır. Onun elindeki asanın şekil değiştirmesi konusunda, geçmişte yazılan tefsirlerde bu olayın mesaj içerikli olması konusu hesaba katılmamış, sadece yaşanmışlığı ile ilgili hikayeler sayfalar doldurmuştur.

Modernist anlayışta ise bir kısım tarafından bu asanın şekil değiştirmesi imkansız olarak algılanarak, bu imkansızlık Sünnetullah'a bağlanmıştır. Halbuki Sünnetullah denilen yasalar doğru okunabilmiş olsaydı, asa üzerinden verilen mesajın Sünnetullah'a nasıl uygun olduğu görülünce hayretler içinde kalınırdı. Klasik ve modernist okumaların Kur'an kıssaları bazında düştüğü en önemli hata; bu kıssaları sadece yaşandığı zaman ve mekana hapsederek okumaya çalışarak evrensel mesajı okuyamamak olduğunu söyleyebiliriz.

Kur'an'da "yed" olarak geçen "el" kelimesi, birçok yerde mecaz anlamda "güç ve kuvvet"i sembolize etmesi anlamında kullanılmıştır. Bu anlam Kur'an öncesi zamanlardan beri bilinmektedir. Bu anlamı dikkate alarak "asa" kelimesi, kişinin elinde tutulan bir obje olarak güç ve kuvveti, elin uzamasına yardımcı olmasını yani güce güç katmasını ifade etmesi bakımından hükümdarların ve belirli güç sahibi kimselerin gücünü sembolize eden evrensel bir objedir.

"Sağ el" deyimi gücün ve kuvvetin doğru kullanımını ifade eden, "Kitabı sağ taraftan verilmek" deyimi cezai müeyyideden kurtulmak, hayırlı haber almak anlamında bir terim olarak Kur'an literatüründe yerini almıştır.

[037.093] (İbrahim) Derken onların üstüne yürüyüp sağ eliyle bir darbe indirdi.

[084.007-9] Amel defteri kendisine sağından verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir ve arkadaşlarının yanına sevinçle döner.

Musa(a.s) Medyen'den sözleştiği vakti tamamlayarak ayrıldıktan sonra, Tuva Vadisi'nde kendisine elçilik görevi verilerek Firavun'a gönderilir. Tuva Vadisi'nde olan konuşma Kur'an'ın birkaç ayrı suresinde anlatılmaktadır. TAHA Suresi ayetlerinde anlatılan konuşma şöyledir;

[020.017] «Ey Musa! Sağ elindeki nedir?»

[020.018] «O asamdır,» dedi, «üzerine dayanırım, onunla davarlarıma yaprak çırparım, ayrıca onunla daha birçok ihtiyacımı gideririm.»

[020.019] Dedi ki: «Onu at, ey Musa.»

[020.020] Hemen bırakıverdi, o derhal koşar bir yılan kesildi.

[020.021] Dedi ki: «Onu al ve korkma, biz onu ilk durumuna çevireceğiz.»

Musa(a.s) bilindiği gibi Medyen'de çobanlık yapmış ve elindeki asayı, çobanlığın gereği olan işlerde ve gücüne güç katması için kullanmıştır. Medyen'den çıktıktan sonra da bu asa onun elindedir. Allah(c.c)'nin sorduğu soruya cevaben, asanın yaptığı işleri ve onun kendisine olan faydalarını anlatmaktadır. Bu anlatımda, asanın hakiki kullanımı üzerinden nasıl bir sembolik anlamı olduğunu okumak mümkündür.

Musa(a.s) koyunlarının başında bir nevi hükümdar ve onların ihtiyaçlarını karşılamak için elini uzatması yani gücüne güç katması için asayı kullandığını ifade etmektedir. Koyunların bakıcılığını yani elinin altında olanların ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için kendisinin güçlü konumunu muhafaza etmesi gerekmektedir.

Tebasının yani koyunlarının herhangi bir yırtıcı tarafından yenilmesi gibi tehlikeleri bertaraf etmek için için devamlı uyanık bulunmak zorunda olup bu uyanıklığı asaya dayanarak sağlamaktadır. Asa; kişinin gücünü pekiştiren ve bunu sembolize eden bir obje olarak binlerce yıldır kullanılan ve bilinen bir nesne olarak Kur'an'da yerini almış ve bu bilinmişlik üzerinden bir takım mesajlar verilmektedir.

Kur'an'ın bu ayetleri üzerinden "asa" objesinin alelade bir obje değil, bulunduğu konuma göre yönetici sıfatında olanların, bu yönetimlerini devam ettirebilmek için sağladıkları güç sembolu olduğu anlaşılmaktadır.

Allah(c.c)'nin Musa(a.s)'a "elindeki asayı at" buyurarak, sonrasında bu asanın şeklinin değişerek yılan haline gelmesinin anlamını; Allah(c.c)'nin yeryüzünde olan bütün güç sahiplerinin üzerinde bir güç sahibi olduğu, onların güçlerini kontrol altında tuttuğu, onların yönetim güçlerinin kendi gücünün altında olduğu mesajını, önce Musa(a.s)'a , sonra bütün insanlara vererek asanın evrensel bir sembol olması üzerinden bizlere anlatmaktadır.

Musa(a.s)'ın asasının şeklinin değişip değişmediği tartışmaları, yapılabilecek en gereksiz tartışmalardan olup, bu oluşun ne anlama geldiğinin okunması gerektiğini tekrar hatırlamak istiyoruz.

Firavun'a alemlerin Rabbi tarafından elçi olarak gönderilen Musa(a.s)'ın elindeki asa, artık sadece bir ağaç parçası değil, Allah'(c.c)'nin hükümranlığını gösteren ve yeryüzündeki hiçbir güç sahibinin başa çıkamayacağı bir güç sembolu haline gelerek, işlevini Musa(a.s) üzerinden yerine getirecektir.

Firavun; halk üzerindeki tahakkümünü sürdürmek için bir takım güç sahiplerini de kullanır. Bu güç sahipleri, Firavun'un ayakta kalması için, ondan maddi ve manevi olarak nemalanıp, onun halk üzerinde üstün bir güç sahibi olduğunu vehmettirerek, destekledikleri Firavun'un ne kadar güçlü olduğunu halka kabul ettirmek sureti ile halkın Firavun'a olan bağlılığını sürdürmeye çalışırlar. Yani sihirbazlar iktidarların önemli bir ayağını oluşturan unsurlar olup evrensel bir yardakçı grubudur.

Firavun sihirbazları evrensellik taşıyan bir olgu olup, bugün çağdaş firavunların iktidarını ayakta tutmak için halkın gözünü boyayarak, firavunların zulümleri örtmek veya halka güzel göstermek için başvurulan her yolu "sihir", bu yolları oluşturan insanları "sihirbaz" olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.

Firavun, iktidarına karşı çıkan Musa(a.s)'ı yenmek için sihirbazlarını çağırarak, Musa(a.s) ile bir nevi düello yapmalarını istemiş, nasıl olsa galip gelecek olan tarafın kendisi olacağını bildiği için bu düelloyu Musa(a.s)'ın isteği üzerine halkın toplandığı bayram günlerinden birinde yapmayı kabul etmiştir.

Halk, Firavun, sihirbazlar ve Musa(a.s) düello için hazırlandılar. Bu arada yılanın Mısır kültüründe Firavun'un ilahi gücünü temsil ettiğini hatırlatmak, asanın yılan olmasının nedenini bizlerin anlamasını kolaylaştıracaktır.

[007.116-7] Musa: «Siz koyun» dedi. Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca insanların gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir yaptılar. Ve Mûsa'ya vahyettik: «Âsânı atıver.» Hemen o (âsâ) da onların uydurmuş oldukları şeyleri yutuverdi.

[026.044-5] Onlar da iplerini ve değneklerini attılar ve: «Firavun hakkı için, şüphesiz, biz üstün geleceğiz» dediler. Ardından Musa asasını attı. Bir de ne görsünler; onların uydurduklarını yutuveriyor.

Dikkat edileceği üzere sihirbazlar Firavun adı ile, Musa(a.s) Allah(c.c) adı ile düelloya başlamışlar, sonunda Allah(c.c) adı ile başlayan kişi galip gelmiştir. Bu galibiyet Musa(a.s)'ın galibiyeti değil, Allah(c.c)'nin galibiyetidir. Firavun'un izzeti adına başlayanlara karşı, Allah(c.c)'nin izzeti ile başlayanların alacağı sonuç bu olay ile bizlere gösterilmiştir.

[035.010] Her kim izzet istiyorsa, bilsin ki, izzet tamamıyla Allah'ındır. O'na hoş kelimeler yükselir, onu da salih amel yükseltir. Kötülükler kuranlara gelince, onlara şiddetli bir azap vardır ve onların tuzakları da hep tarumar (darmadağın) olur.

[008.017] Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.

ENFAL 17 ayetini okuduğumuzda, ayet her ne kadar Bedir savaşı ile bir bağlam dahilinde ise de ayetin evrensel mesajının "Allah(c.c)'nin adını yüceltmek için girişilen eylemlerin yardımcısının yine Kendisi olduğu"nu okumak ve bu bağlamda Musa(a.s)'ın galibiyetini de anlamak mümkündür.

Musa(a.s)'ın elindeki asa, alelade bir sopa olmaktan çıkarak, Allah(c.c)'nin gücünü, kudretini, azametini, Kendisine karşı efelenen sahte ilahların O'nun karşısında bir hiç olduğunu temsil eden bir güç sembolu haline gelerek Allah(c.c)'nin asasına dönüşmüş ve firavunların güç sembolu ve ilahi bir anlam yükledikleri yılan haline gelerek gerçek ilahi gücün kimde olduğunu göstermiştir. Bu gerçeği sihirbazlar anlayarak ve ölümü göze alarak iman etmişlerdir.

Bu olayın evrensel mesajını okumaya çalışırsak şunları söyleyebiliriz; her çağda var olan Firavun ve onların yardakçıları olan sihirbazların yenilmesi için, onların güçlerini alt edecek daha üstün bir güç gerekmektedir. Bu güç Allah(c.c)'nin yardımını almayı hak edecek seviyeye gelen Müslümanların elinde olursa, bu gücün nasıl meydana gelebileceği yine Musa(a.s) kıssasından okunabilir. Zalimlerin iktidarı yıkılarak mazlumların iktidarı kurulabilir. Eğer bunu biz yapmazsak, çağdaş firavunlar, bir başka firavun eliyle yıkılarak, zalim iktidar, bir başka zalimin eline geçerek kan ve gözyaşı seli akmaya devam edecektir.

Bugün bizim elimizde de bir nevi asa vazifesi görebilecek olan vahiy mevcut olup, maalesef bu vahiy firavunları yıkmak için değil, firavunların ayakta kalması için kullanılmaktadır. Vahyin firavunları desteklemek için değil, onları yıkmak için indirildiğini idrak eden Musa'lar olmadıkça bu durum böyle sürüp gidecektir.

[007.034] Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler.

[017.058] Hiç bir kasaba yoktur ki; kıyamet gününden önce Biz, onu helak edecek veya şiddetli bir azabla azablandıracak olmayalım. Bu, Kitab'da yazılmıştır.

Bu ve benzeri ayetler, arz üzerinde geçerli olan toplumsal yasaları beyan etmektedir. Dünya üzerinde "arkeolojik kalıntı" denilen yerleri, sırf turistik gezi olsun diye gezmek yerine, bu yıkımın sebeblerini okumak yönünden bir düşünce içinde gezilseydi, belki biraz ibret alınabilirdi.

Firavun'un yıkımı, arz üzerinde geçerli olan toplumsal yasaların işlemesi sonucunda olup, bu yasalar Kıyamet'e kadar geçerli olacaktır. Bu yasaların Müslümanlar tarafından doğru okunarak, zalimlerin yıkımının kendi elleri ile olması için çalışılmalıdır. Yakın yıllara baktığımızda, dünya üzerinde birçok devlet, bir şekilde yıkıma uğramış ve yerine gelenler başka zalimler olmuşlardır. Yani yıkılış yasaları bir başka zalimin eli ile olmuş, neticede sadece isim değişikliği ile dünya üzerinde kan ve gözyaşı selini akıtmaya devam etmektedirler.

Bu yasalar çerçevesinde, Süleyman(a.s)'ın ölümünü anlatan SEBE 14 ayeti önemli mesajlar vermektedir.

[034.014] Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak menseesini  yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.

Süleyman(a.s) kıssası, Kur'an kıssaları içinde önemli bir yere sahip olan kıssalardan olup, bu kıssadaki ana mesaj; yönetim gücüne sahip olanların bu gücü nasıl kullanması gerektiği dairdir. Süleyman(a.s), babası Davud(a.s)'dan aldığı yönetimi daha da büyüterek devam ettirmiş fakat toplumsal yasalar gereği bu yönetim de sona ermiştir.

Süleyman(a.s)'ın bu yönetiminin sona ermesi, tabi ki onun zalim bir yönetim sergilemesi sonucunda değildir. Ancak adil bir yönetimden rahatsız olanlar her zaman vardır ve olacaktır. SEBE 14 ayetinin tefsirlerine baktığımız zaman, tamamen asılsız yorumlar üzerine kurulmuş tefsirler görmekteyiz. Bu ayetin tefsirleri birçoğumuzun malumu olup, maalesef toplumsal yasaların neticesi olarak bir okumaya tabi tutulmamıştır.

Bu ayet maalesef literal bir okuma örneği dahilinde okunarak, Süleyman(a.s)'ın öldükten sonra bile ayakta kalmaya devam ettiği, onun ölümünü asasının kurtlar tarafından yenilmek suretiyle yere yıkılmasından sonra anlaşıldığı etrafında yorumlar getirilmiştir. Halbuki ayet bir iktidarın nasıl yıkılabileceği yönünde mesajlar ihtiva etmekte ve bu mesaj çerçevesinde okumaya tabi tutulması gerektiğini düşünmekteyiz.

Ayette, Süleyman(a.s)'ın ölene kadar yönetiminin ayakta kaldığını, onun ölümünden sonra onun yönetimini devam ettiren varislerinin onun gibi bir yönetim sergilemekte başarılı olamayarak, devleti içten kemiren insan kurtlarının bu amaçlarına ulaşamaması için gerekli önlemleri almadıkları için devletin yıkımının gerçekleştiğini görmekteyiz.

Ayette geçen "minsee" kelimesi "Vakit bakımından tehir etmek, ertelemek" anlamına gelen "nesee" kelimesinden türemiştir. "Minsee" kelimesi alet ismi sigasında olup, bir şeyi ertelemede kullanılan değnek olarak izafi bir anlama sahiptir. Ayetin bu kelimenin sembolize ettiği anlam etrafında bir yol izlenerek okunmasının, mesajın evrenselliğinin anlaşılmasında önemli bir katkı sağlayacaktır.

Bu kelimenin Süleyman(a.s) ile olan ilgisi, hükümranlık sembolu olan "asa" kelimesi ile yakından alakalı olup, onun bir hükümdar olarak elinde tuttuğu "Minsee" şu anlama gelmektedir. Bir hükümdar iş başına geçtiği zaman, elindeki gücün başkaları tarafından giderilmesi için yapılacak hiçbir eyleme izin vermez, bu durum adil olsun zalim olsun her iktidar için geçerlidir.

Süleyman(a.s) yaşarken bu asanın kurtlar tarafından kemirilerek, kırılmaması için yani gücünün zayi olmaması için gerekli her türlü önlemi almış, bu önlemler sayesinde gücü ve kuvveti elinden gitmemiştir.

Olaya Süleyman(a.s)'ın sahip olduğu güç ve mülk açısından bakacak olursak, onun da mülkü içinde onun adil yönetiminden rahatsız olan unsurlar mutlaka vardır. Onun yönetiminden rahatsız olan bu unsurlar, onun askeri bir gücü elinde tutarak iç ve dış düşmanlara karşı her an teyakkuzda bulunmasını hesaba katarak, ağaç kurdu misali onun iktidarını içten içe kemirerek yıkmak gibi bir taktik ile çalışmışlar ve sonunda onlar da başarıya ulaşmışlardır.

Süleyman(a.s) kıssasını okuduğumuz zaman onun, mülkü altında olan kimseleri sosyal ve ekonomik yönden doyuran bir icraat içinde olduğunu görmekteyiz. "Cin ve Şeytanlar" olarak ifade edilen yıkıcı unsurları dahi bu sistem içine katarak sistemin ekonomik ve sosyal imkanlarından onları da faydalanmıştır. "Cin ve Şeytan"ları, her devlet içinde olan ve o devletin yıkılması için çalışan kişiler olarak okumak, kıssanın evrensel bir mesaj taşıması açısından önemi olduğunu söyleyebiliriz.

Bu insanlar her fırsatı değerlendirerek, içinde bulundukları gemiyi batırmak için faaliyet gösterebilir. Yönetimlerin zaafiyet gösterdikleri yerde bu kurtlar için şartlar daha kolay olup yıkmak istedikleri yönetimleri yıkmaları daha da kolaylaşmaktadır.

Süleyman(a.s)'ın elindeki "asa"sı yani hükümranlığını ayakta tutmak için kullandığı yönetim mekanizmasının içine o her ne kadar gayret etse dahi dıştan değil, içten kemiren unsurlar girerek bu devletin yıkılmasını sağlamışlardır. Süleyman(a.s) yaşadığı zaman zarfı içinde bu unsurların içten kemiren faaliyetlerine engel olabilmişse de, ondan sonra gelen yöneticiler bu yıkıma engel olacak tedbirleri almakta Süleyman(a.s) gibi usta bir yönetim sergileyememişlerdir.

Bu kıssadan alınacak hisse; bir devletin yönetimi altında bulunanların hoşnutsuzluğunu çekecek, onları bu devlete karşı hasım olmaya yöneltecek sebebleri en aza indirmesi gereklidir. Bu yönetim şayet adil bir yönetim olsa bile bu yönetimlerin şeytan düşmanları olacaktır. Bu yönetimden rahatsız olanları memnun etmek için gayri adil bir yönetim sergilmesi gerekir demek istemediğimizin bilinmesi gerekmektedir.

Sonuç olarak; "asa" adı verilen objenin, yönetimi ve gücü temsil etmesi bakımından sembolik bir anlamı vardır. Bu asa, elinde tutulan kişinin kullanımına göre işlev taşır. Firavun'un elindeki asa gücün zulüm, baskı, katliam şeklinde yön bulmasına sebeb olurken, Musa(a.s)'ın elindeki asa gücün hak, adalet, doğru yol şeklinde yön bulmasına sebep olmaktadır.

Süleyman(a.s)'ın elindeki asa, onun her ne kadar adil bir yönetim anlayışı içinde olsa dahi bu yönetim onun yaşadığı müddet içinde gerçekleşerek, kendisinden sonra gelenler bu adil yönetimi devam ettirememişlerdir. Bu adil yönetimin devam edememe sebebi, yönetimi içten yıkmak isteyen unsurların yıkıcı faaliyetleri olup, yönetimdeki zaafiyet bu yıkımın gerçekleşmesine sebeb olmuştur.

Musa(a.s) ve Süleyman(a.s)'ın kıssasında geçen bu obje üzerinden verilen mesaj evrensellik arz etmekte olup, zalim iktidarların nasıl bir yolla yıkılabileceği Musa(a.s)'ın asası üzerinden verilen mesaj ile, adil yönetimlerin ayakta kalması için uygulanması gereken tedbirler Süleyman(a.s) kıssası ile verilmektedir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

10 Ekim 2015 Cumartesi

KERİM KUR'AN Adlı Kur'an Çevirisi Üzerinde Bir Değerlendirme

Türkiye de son yıllarda artan Kur'anın mesajını okuma ve anlama çalışmalarının bir uzantısı olan , Kur'an çevirilerine geçtiğimiz ramazan ayı içinde , sayın Erhan Aktaş'ın "KERİM KUR'AN" adlı çevirisi eklenmiştir. Türkiye de yapılan bazı Kur'an çevirilerinin ticari amaçlı olduğunu düşündüğümüzde , sayın Aktaş'ın bu çeviriyi okuyucuya ulaştırma metodu takdire değer bir davranış olup , yaptığı iş üzerinden para kazanmayı amaçlamamış olmasının diğer Kur'an çevirmenlerine örnek olmasını diliyoruz. 

Kur'an çevirilerinin genel olarak , çeviriyi yapan kişinin bilgi birikimi , yetiştiği kültür ortamı , meşrebi bakış açısı ile orantılı olarak yapılmış olduğu hepimizin malumudur. Sayın Aktaş, çevirisinin giriş bölümünde bu konuda hayli uzun bir malumat vermiş olup , verdiği malumatların hepsi altına imza atılacak malumatlardır. Hiç bir Kur'an çevirisi hatadan beri olmamakla birlikte sayın Aktaş'ın çevirisinde bizim açımızdan hata olarak gördüğümüz noktaları kendisine iletme cesaretimizin nedeni , kendisi bu konuda yapılan ikazları ikinci baskıda dikkate alacağını söylemesi olup , "Ben yaptım oldu" havası içinde bir çeviri sahibi olmak istemediğini açıkça göstermiştir, kendisini bu davranışından dolayı takdir ediyoruz. 

Yaptığı çevirinin en önemli özelliği parantez kullanmaması ve bir çok çevirmenin dikkat etmediği kavramlara dikkat çekmesi olup , bazı ayetler ile ilgili düşüncelerini dipnot şeklinde paylaşmış ve bu dipnotlardan bazıları ciddi bir şekilde tepki çekmiştir. Bu dipnotların bazılarında , anlam yorum tarzına uygun bir yol izleyerek , ayet ile ilgili düşüncesini ayet içine değil ,altına dipnot şeklinde yazması bazı ayetler ile ilgili yorumlarında biz de, isabetli düşünmediği kanaatını oluşturmuştur.

Ayrıca metne sadık kalan bir tarzda yapılan çevirilerin , "Anlam yorum" tarzında yapılan çevirilere göre daha sağlıklı olduğunu düşündüğümüz için bu çevirinin metne sadık kalma noktasındaki hassayeti kayda değerdir ancak , ancak bazı ayetler ile ilgili olarak koyduğu dipnotlar çevirmenin kendi düşüncesinin bir ürünü olup bu konularda dikkat edilmesinin gerektiğini düşünüyoruz.

Yazımızda, kendisinin bazı ayetler ile ilgili yapmış olduğu çevirilerin hatalı olduğunu, özellikle Kur'anın inmesi ile ilgili ayetlerin çevirilerinde hata yapıldığını düşündüğümüz için bu ayetlere verdiği anlamlar üzerinde durmaya çalışacağız. 

Bakara s. 97. ayeti . 

Kul men kâne aduvven li cibrîle fe innehu nezzelehu alâ kalbike bi iznillâhi musaddikan limâ beyne yedeyhi ve huden ve buşrâ lil mu’minîn(mu’minîne).

De ki : Kim Cibril' düşmansa , bilsin ki O, onu bilgisi dahilinde iki eli arasındakileri tasdik edici , müminlere doğru yolu gösterme ve müjde olarak senin kalbine indirmiştir.

Sayın Aktaş'ın Bakara s. 97. ayetine verdiği anlam bu şekildedir. Ayet ile ilgili verdiği dipnotta "Cibril'in vahyi Muhammed (a.s) a getirdiğini düşüncelerine katılmadığını beyan ederek ,son cümleyi "Dolayısı ile Cibril'e vahiy meleği denilmesinin dayanağı yoktur" diyerek bağlamıştır. Biz, vahiy meleğinin olup olmadığını tartışmak için değil, bu ayetin çevirisinin doğru olmadığını düşünerek yanlışı ortaya koymaya çalışacağız.

Sayın Aktaş çeviride , "O"  zamiri ile bahsedilen kişinin Allah (c.c) olduğunu söylemektedir. Arapça metinde "feinnehu" şeklindeki ibarenin Cibril'e raci olması gramer kuralları gereğidir. Ayet içindeki fail Cibril olup onun yaptığı iş anlatılmaktadır. Yapılan çeviride ki "O" zamirini Allah (c.c) olarak okuduğumuz zaman Cibril'in Allah (c.c) olduğu gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. 

Yapılan hata, ayet içindeki "feinnehu" zamirinin, Cibril'e raci edilmemiş olmasından kaynaklanan bir durumdur. Bu zamirin Allah (c.c) ye raci edilmesi gibi bir durum sözkonusu olamaz. Basit bir gramer kuralı olan , zamirin en yakın isme raci olması kuralına burada dikkat edilseydi "O" zamirinin karşılığının Allah (c.c) değil , Cibril olduğu anlaşılırdı. Yapılan hatanın sebebi ,dipnotta belirtildiği gibi Cibril'in vahiy meleği olduğu düşüncelerin dayanağının olmadığı iddiasıdır. Sayın Aktaş bu düşüncesini dipnotta belirtebilirdi ancak bunun böyle olduğunu ispatlamak için hatalı bir çeviri yapmak zorunda değildi. 

Ayrıca ayet içindeki Bi iznillahi (Allah'ın izni ile) ibaresinin çeviriye dahil edilmeyerek çıkarılmış olması, hatadan ziyade bir tahrifattan başka bir şey değildir. Çünkü bu ibarenin çeviriye dahil edilmesi sayın Aktaş'ın önce zihninde oluşturduğu düşünceye aykırı olacağı için, çareyi, o ibareyi çeviriden çıkartmakta bulmuştur.

Bu ayetin doğru çevirisinin ,bir çok çeviride yapıldığı şekli ile şu şekilde olması gerektiğini düşünüyoruz. 

De ki: «Cibril'e kim düşman ise,  gerçekten o , onu, Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü'minler için hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine indirdi.

Nahl s. 102. ayeti. 

 Kul nezzelehu rûhul kudusi min rabbike bil hakkı li yusebbitellezîne âmenû ve huden ve buşrâ lil muslimîn(muslimîne).

De ki : İman edenlerin ; imanlarını pekiştirmek ,Müslümanlara kalvuz ve müjde olmak üzere Rabb'inden , Hakk ile çokça Ruhu'l-Kudus indi.

Sayın Aktaş Nahl s. 102. ayetine böyle bir anlam verdikten sonra dipnotunda , Ruhul Kudus tamlamasının Allah'ın vahyi olduğunu, bu nedenle bu tamlama ya Cebrail anlamı verilmesinin doğru olmadığını söylemektedir. Biz bu tamlamanın Cebrail olup olmadığını tartışmaktan çok dip notunda belirttiği " Ayrıca ayette yer alan "nezzele" fiiline "indirdi" anlamı vermek gramer olarak yanlıştır. Zira "indirdi" olabilmesi için , sözcüğün "nezzele" değil "enzele" olması gerekirdi. Ayette yer alan "nezzelehu Ruhu'l Kudus" ifadesinin anlamı , "Ona çokça vahiy / Ruhu'l Kudus indi" demektir. iddiasının üzerinde durmak istiyoruz.

Sayın Aktaş , "nezzele" filine, "indirdi" anlamı verilmesinin YANLIŞ olduğunu , bu kelimeye "indirdi" anlamı verilebilmesi için sözcüğün "enzele" olması gerektiğini söylemektedir. Sayın Aktaş'ın kendi çevirisinde , "nezzele" fiilinin geçtiği diğer ayetlere verdiği anlamlara baktığımız zaman bu kelimeye , gramer açısından YANLIŞ olduğunu ifade ettiği "İNDİRDİ" anlamı vermiştir. Bakara s. 97. ayetinde geçen "nezzelehu" fiiline, yanlış dediği "İNDİRDİ" anlamı vermiş olması sayın Aktaş için büyük bir çelişkidir. 

Sayın Aktaş'a soruyoruz ; Sayın Aktaş eğer Nahl s. 102. ayetinde geçen "nezzelehu" kelimesine verilen "indirdi" anlamı gramer olarak yanlışsa , neden aynı kelimeye, Bakara s. 97. ayetinde ve kelimenin geçtiği bütün ayetlerde yanlış olduğunu iddia ettiğiniz anlamı verdiniz?. "Nezzele - nezzelna - nezzelehu - nezzelnahu" kelimelerinin geçtiği ayetlerde bu kelimeye verdiğiniz anlam eğer yanlışsa bu kelimelerin hepsini , doğru olduğunu iddia ettiğiniz "indi" olarak düzeltmeniz gerekmektedir. Yok eğer bunlar doğrudur derseniz o zaman Nahl s. 102. ayetine verdiğiniz sizin doğru olduğunu iddia ettiğiniz fakat kendiniz ile çelişkiye düşerek yanlış çevirdiğiniz bu kelimeyi düzeltmeniz gerekmektedir. 

Bırakın diğer ayetleri sadece "nezzelehu" kelimesinin geçtiği bir ayeti "İndirdi" olarak çevirip , aynı kelimenin geçtiği diğer ayeti "indi" olarak çevirmeniz , üstelik Bakara s. 97 de verdiğiniz "indirdi" anlamının gramer açısından yanlış olduğunu iddia etmeniz , okuyucuların aynı kelimenin acaba hangi anlamı doğru şeklinde bir şüpheye düşmesine sebeb olacak ve sizinde bu konuda büyük bir çelişkiye düştüğünüz görülecektir. Bir kelimeye verilen anlam eğer gramer olarak yanlış olursa , aynı kelimeye başka ayette verilen ve yanlış olduğu iddia edilen nasıl doğru olabilir?.

Bu ayetin doğru olduğunu düşündüğümüz çevirisi şu şekilde olmalıdır. 

 De ki: «İnananları sağlamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu (Kur'an'ı) Ruh'ül Kudüs, Rabbinden hak olarak indirdi.»

Şuara s. 193. ayeti. 

Nezele bihir rûhul emîn(emînu).

Onunla er-ruh'ul emin indi.

Şuara s. 193. ayetini bu şekil çeviren sayın Aktaş , "ruhul emin" terkibinin "vahiy" olduğunu söylemektedir.

Sayın Aktaş bu ayet içindeki "nezele bihi" ibaresine "indi" anlamı vermektedir. "be" harfi cerri nin geçişsiz fiili geçişli yapması gibi bir özelliği olduğunu düşündüğümüz zaman bu ibarenin "indirdi" şeklinde çevrilmesi daha doğrudur.

Sayın Aktaş , Yusuf s. 15. ayetindeki "zehebu bihi" ibaresini bu kurala riayet ederek "götürdüler" , aynı surenin 72. ayetindeki "cae bihi"ibaresini "bulana" (getirene şeklinde olması daha uygun olmakla birlikte bu çeviri aynı anlama gelmektedir) , müminun s. 18. ayetindeki "zehabin bihi" ibaresini "gidericiyiz" şeklinde çevirmiştir. Aynı surenin 210. ayetindeki "ve ma tenezzelet bihişşeytanü" cümlesinin " onu şeytanlar indirmedi" şeklinde çevirerek bu kurala riayet etmiş , fakat Şuara s. 193. ayetinde bu kurala riayet etmesi halinde Kur'anın "ruhul emin" tarafından indirilmesi anlamı , bu konu ile ilgili ayetlere verdiği anlam ile çakışacağı için çareyi bu kuralı ihlal etmekte bulduğunu düşünüyoruz.

Tekvir s. 19. ayetindeki "kerim elçi" nin kimliği konusunda dipnotunda yaptığı açıklamada onun Muhammed (a.s) olduğunu "Cebrail" olduğu şeklindeki ifadelerin doğru olmadığını söylemektedir. Biz Cebrail'in var olup olmadığı açısından değil bu ayetteki kerim resul'un Muhammed (a.s) olup olmadığı açısından ayeti irdeleyeceğiz.

19. ayette bahsedilen kişinin eğer Muhammed (a.s) olduğunu kabul ederek okuyacak olursak şöyle bir durum meydana gelecektir; 20 ve 21. ayetlerde vasıfları sayılan kişinin 23. ayette birisini gördüğünden bahsedilmektedir. Sayın Aktaş ın yorumu üzerinden gidecek olursak , Muhammed (a.s) , Muhammed (a.s) ı görmektedir. Bunun doğru olamayacağını bilen sayın Aktaş bu sefer 23. ayete koyduğu dipnotta görülen şeyin "Allah tan vahyedilen , Allahın büyük tecellisi" olduğunu söylemektedir.

Sayın Aktaş tezini, Cebrail adında birisinin olmadığı üzerine kurmadan bu ayetleri okusaydı , Muhammed (a.s) ın 23. ayette gördüğü beyan edilen şeyin , 19. ayette anlatılan kerim elçi olduğu konusunda, zorlama yorumlara girilmesine gerek kalmazdı.

Necm suresi 5. ayet dipnotunda , "Rahman suresi 1. 2. ayetlerinde Kur'anı öğretenin "Cebrail" değil Allah olduğu bildirilmektedir" demektedir. Rahman suresinde Kur'anı öğretenin elbette Allah olduğunu söylemektedir , ancak sayın Aktaş verdiği dipnotta Kur'anı Cebrail'in öğretmediği sanki Rahman suresi ayetlerinde yer alıyor gibi bir düşüncenin oluşmasına sebeb olmaktadır. Bu düşünceler Allah (c.c) nin , seçtiği beşer elçilere vahyetme keyfiyetinin , meleklerden seçtiği elçiler ile olduğunu düşünmeden yapılan yorumlardır. Allah (c.c) nin melek ile vahyetmesi mesajın onun tarafından ve onun öğretmesi olduğuna herhangi bir halel getirmez.

5. ayette Muhammed (a.s) a Kur'anı öğretenin Allah (c.c) olduğunu düşündüğümüz zaman , sonraki ayetler , Muhammed (a.s) ile 5. ayette bahsedilen kişinin ilişkisini anlatmaktadır. Eğer bu kişinin Allah (c.c) olduğunu iddia edersek , Muhammed (a.s) ile aralarının çok yakın olduğu , onun yere indiği gibi anlatımları Allah (c.c) ile ilişkisini kurmak zorunda kalırız.

Sayın Aktaş , 18. ayetin dipnotunda , 1-18. ayetler arasındaki anlatımların gaybi alemde gerçekleşen olaylar olduğu , bu anlatımların teşbih içerdiği , vahyin Muhammed (a.s) a nasıl ulaştığının anlatıldığını ifade etmektedir. 

Bu düşüncelere katılmakla birlikte sayın Aktaş'ın kaçırdığı noktanın şurası olduğunu düşünmekteyiz ; Evet bu ayetler vahyin gelişini teşbihi ifadeler ile anlatmaktadır, bu anlatılanlarda gerçekleşen olayı Muhammed (a.s) birebir olarak yaşamıştır. Onun yaşadığı bu olay bizlere teşbihen anlatılmaktadır, onun yaşadıklarının teşbihi anlatımı değildir.

Ele almaya çalıştığımız ayetler , Kur'anın Muhammed (a.s) a ulaşması ilgili ayetler olup , sayın Aktaş bu ayetler ile ilgili çevirilerini , Cebrail adında bir vahiy meleğinin olmadığı tezi üzerine kurmaya çalışmıştır. Vahyin ulaşma keyfiyetini anlatan ayetlerde geçen , Cibril , Ruhul emin , Ruhul kudus gibi terimler ile ifade edilen şeylerin ne olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Allah (c.c) bu isimlerle soyut bir olguyu bize somutlaştırarak anlatmaktadır. 

Rivayet kitaplarda geçen kanatlı meleklerin gelip Muhammed (a.s) a vahyi getirdiği düşüncesine bizimde katılmamız mümkün değildir , ancak Şura s. 51 de Allah (c.c) nin insanlarla konuşmasının 3 şeklinden biri olan , elçi göndererek vahyetmesi , Hacc. s 75 de Allah (c.c) nin meleklerden elçi seçmesi, Nahl s. 2. ayetinde beyan edilen " O, kullarından dilediğine kendi emrinden melekleri ruh ile indirir ki; Ben'den başka tanrı yoktur, Ben'den sakının, diye uyarsınlar." durum dikkate alınarak ilgili ayetler okunmaya çalışılsaydı , Cebrail in vahiy meleği olmadığının oturtulmaya çalışılması için ilgili ayetler üzerinde bu kadar oynamalar yapılmasına gerek kalmazdı.


Sayın Aktaş'tan şahsım adına şunu beklerdim , ilgili ayetlerin çevirisini Cebrail'in vahiy meleği olmadığı tezi üzerine kurulmuş bir anlayış üzerine kurarak değil , daha objektif bir yaklaşım sergileyerek , bu tezinin ayrı bir yazı konusu yapıp çevirinin dışında bunu paylaşabilirdi. Eleştirilerimiz sadece bu konuda olmayıp , faiz ve örtünme konularında yaptığı dipnot şeklinde açıklamaların yerinin bu çevirinin sayfaları içinde olmaması gerektiğini bu konularda eğer söylecekleri varsa ayrı bir kitap halinde paylaşılması gerektiğini düşünüyoruz. 

Kendisinin de rahatsız olduğunu belirttiği, kişilerin şahsi düşüncelerinin Kur'ana onaylatma merkezli bir çalışma haline gelme tehlikesini taşıyan "anlam yorum" tarzı çeviri çalışmasının bir benzerini , vahyin gelişi , faiz ,örtünme , ile ilgili ayetlerin altına koymuş olduğu dipnotlar la "anlam yorum" tarzını kendisinin de takip ettiğini düşündüğümüzü söylemek istiyoruz.

Şahsım adına söylemek gerekirse , sayın Aktaş'ın yukarıdaki ayetler ile ilgili çevirilerinin yanlış olduğunu iddia etmiş olmam ,  her ne kadar vahyin Muhammed (a.s) a elçi ile inmiş olduğu düşüncesi içinde olsam da, bu ön yargı ile ayetlerin çevirisinin yanlış olduğu iddiasında olmadığımızın anlaşıldığını düşünüyorum. 

Melek kavramı maalesef rivayetlerin gölgesi altında kalmış bir konu olup , Muhammed (a.s) ın vahiy alması konusundaki bazı rivayetlere baktığımızda , Cebrail ile sanki kanka durumunda olup ikide birde onunla görüşen bir kişi durumuna sokulmuştur. Bunun böyle olması mümkün olmayıp, olayın Kur'ani bir zemine oturtulması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu oturtma çalışmalarına eğer , ilgili ayetlerin anlamlarını yerinden oynatmakla başlarsak , doğru bir başlangıç olmayacağı bilinmelidir. 

Sayın Aktaş'ın , Meryem s. 24. ayetine verdiği anlam hakkında da kısaca görüşlerimizi belirtmek istiyoruz. 

Fe nâdâhâ min tahtihâ ellâ tahzenî kad ceale rabbuki tahteki seriyyâ(seriyyen).

Sonra aşağısından , ona "Üzülme" diye bir ses geldi: Rabb'in senin alt tarafında olanı şerefli kılmıştır.

Sayın Aktaş'ın bu ayete verdiği anlamın yanlış olduğunu düşünmemekle birlikte , bağlam gözetilmeden anlam verildiğini düşünüyoruz şöyle ki ; Ayet içinde ki "seriyyen" kelimesi, kendisinin de belirttiği gibi "su yolu" anlamına da gelmektedir. Biz Mü'minun s. 50.  de " Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık ve ikisini barınmaya elverişli ve akar suyu olan bir tepede yerleştirdik." şeklindeki beyanın dikkate alınarak "su yolu" anlamının verilerek çevirlmesinin daha doğru olacağını düşünüyoruz. 

Ayrıca ayet içinde ki nida nın doğum öncesi olduğunu düşündüğümüzde , sayın Aktaş tarafından verilen anlamın uygun olması için , ayet içindeki "tahteki" kelimesi yerine "senin karnındaki ni" şeklinde çevrilmeye müsait olan "batın" kelimesi ile ifade edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Sonuç olarak ; sayın Erhan Aktaş'ın yapmış olduğu çevirinin ilk baskısından sonra ,ikinci baskı için tashihe muhtaç yerlerini geecek olan uyarıları dikkate alacağını söyleyerek , bunları ikici baskı da düzelteceğini söylemesi üzerine , şahsımız tarafından gönderilen bazı tashihlerin dikkate alınması , kendisinin bu konuda "Ben yaptım oldu" mantığı içinde bir çalışma yapmamış olması bizi sevindirmiştir. İlk baskısında gördüğümüz ve önemli olarak dikkat çektiğimizi yazımızda ele aldığımız ayetler üzerinde düşüncelerinin aynı olduğunu gördüğümüz için ilgili ayetler üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmak istedik. Yazımızda ele aldığımız ayetleri, biz gibi düşünmediği üzerinden değil , çevirilerdeki hatalar noktasından ele almaya çalıştık. 

Yapılan çevirinin emek ürünü ve uzun yıllar gerektiren bir çalışma olduğu ve bu çalışmalarını bir kalemde üzerinin çizilmesinin haksızlık olduğu düşüncesi içinde yazılmış bir yazı olduğunun önce sayın Aktaş'ın sonra okuyucuların bilmesini isterim. Yapılan hiç bir çeviride sıfır hata olmayacağı bilinci içinde olduğumuzu , kendimiz böyle bir işe girişsek  bizdede hatalar olacağını bilerek böyle bir işe cesaret edemediğimizi itiraf etmek , cesaret edenlerin cesaretlerinin kırmamak gerektiği söyleyerek yapılan eleştirilerin yıkıcı değil yapıcı olmasını düşündüğümüz için, bu yapıcılığa örnek olmak için bunları kaleme almaya çalıştık, sayın Erhan Aktaş'ı tekrar tebrik eder , sürçü lisan ettik ise af ola diyoruz. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


8 Ekim 2015 Perşembe

Kaf Suresi 1-30. Ayetleri : Vaad Gününden Sahneler

Kaf suresi Mekke de indirilen surelerden olup, mushaf ta 50. sırada yer alan , 45 ayetlik bir suredir. Bu yazımızda surenin ilk 30 ayeti üzerinde durmaya çalışacağız. 

Kâf vel kur’ânil mecîd(mecîdi).
[050.001]  Kaf , mecid Kur'ana andolsun.

Sure , "Hurufu mukattaa" denilen kesik harfle başlamaktadır. Bu harfler ile ilgili olarak tefsirlerde bir çok yorum bulunmaktadır. Ancak bu harflerin ne anlama gelebileceğini , bu harflerle başlayan Şura s. 3. ayetini okuduğumuzda anlayabilmek mümkündür. 

[042.001-2]  Hâ. Mîm. Ayn. Sîn. Kaf.
[042.003]  Azîz ve hakîm olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder.

Şura s. 3. ayetinde ona ve önceki elçilere böyle vahyedilmesinin ne anlama geldiği , İbrahim s. 4. ayetinden anlaşılabilir. 

[014.004]  Ve Biz her elçiyi ancak kendi kavminin lisaniyle gönderdik ki, onlara beyan etsin. Artık Allah Teâlâ dilediğini saptırır ve dilediğini doğru yola sevkeder. Ve azîz, hakîm olan O'dur.

Allah (c.c) nin her elçiyi kendi kavminin dili ile göndermiş olmasının son örneği olan Muhammed (a.s) , Arap kavmine mensub olması nedeniyle o kavmin içinden birisi olarak seçilmiş ve ona indirilen kitap ta aynı dil üzere inmiştir. Bazı surelerin kesik harfler ile başlamasının , bu dilin harflerinden teşekkül eden  kelime , cümle , ayet ve surelerin bu kitabı oluşturduğu , dolayısı ile ilk muhataplar tarafından anlaşılma sorunu diye bir sıkıntı ile karşı karşıya kalınmasının mümkün olmadığının ,  bu harflerle başlanarak anlatılmak olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca söze başlarken dikkat çekmek amacı ile kullanıldığı veya sure başı olduğunun bilinmesi için böyle başladığı şeklinde yorumlar bulunmaktadır.

Kur'anda yeminler önemli bir yer tutmaktadır , bunun sebebi yeminin biz insanların hayatında önemli bir konuma sahip olmasındandır. Bizler söylediğimiz bir şeyin doğruluğuna başkalarının inanması için yemin üslubunu kullanırız. Allah (c.c) kitabını yaşayan insanın bildiği , kullandığı dil ve edebi uslup üzerinde indirmiş olmasına binaen ,Kur'an içinde yeminle başlayan sureler mevcuttur.

Kur'anın "Mecid" olarak adlandırılmasının sebebini, bu kelimenin o günkü anlam alanını öğrenerek anlamak mümkündür.

"Mecdü" kelimesi , Arapların, "Develer çayırı bol olan otlakta bir araya geldiler" anlamındaki "Mecedetül iblü" sözlerinden gelir. 
"Gad emcedel iblürraii" , Çoban develerini otu bol olan meraya getirdi. (Elmüfredat) 

Mecid kelimesinin anlamını , develerin yaşamları için önemli ve onların beslenmesi ve büyümesi için elverişli  mekanlar olarak bilen ve böyle mekanların değerinin çok iyi bilen o günkü arap insanı , Kur'anın "Mecid" olarak vasıflandırılmasının , kendilerinin yaşamları ,ve zihni beslenmeleri için önemli bir yer tuttuğunun develeri için kullandıkları kelimenin önemi dikkat çekilerek , Allah (c.c) tarafından onlara  haber verildiğini anlamaktadır.

 Bel acibû en câehum munzirun minhum fe kâlel kâfirûne hâzâ şey’un acîbun
 E izâ mitnâ ve kunnâ turâbâ(turâben), zâlike rec’un baîdun.

 [050.002-3]  Kafirler, Aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da: «Bu şaşılacak bir şey; öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman dirilecek miyiz? Bu, ihtimali olmayan bir dönüştür» dediler.

Develeri için "Mecid" kelimesinin ne anlama geldiğini çok iyi bilen Mekkeliler , Kendileri için "Mecid" olarak vasıflanan Kur'anın, kendi içlerinden tanıdıkları bir kimse ile gönderilerek "Öldükten ve toprak olduktan sonra dirilecek ve yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz" şeklinde verdikleri habere şaşırarak inkar ettiler ve bunun imkansız olduğunu iddia ettiler.

 Kad alimnâ mâ tenkusul ardu minhum, ve indenâ kitâbun hafîzun.

[050.004]  Biz toprağın onlardan neleri eksilttiğini kesinlikle bilmekteyiz. Yanımızda ( o bilgileri) koruyan bir kitap vardır.

"Öldükten toprağa karıştıktan sonra eski halimize dönmemiz asla mümkün değildir" şeklinde itirazlar ortaya koyan müşriklerin bu itirazları, bir çok Kur'an ayetinde akli deliller ortaya koyularak red edilmektedir. Bu ayette "Koruyan Kitap" deyimi kullanılarak , ölen kişinin toprağa karışmış olsa dahi yeniden diriliş gününde, başka ayetlerde beyan edildiği üzere, parmak uçlarına varana kadar eksiksiz bir biçimde yeniden toparlanarak diriltileceği haber verilmektedir. 

Ayet içinde "Kitap" kavramının kullanıldığı görülmektedir. Bu kavram teşbihi bir anlatım olup , teşbih edildiği şey bu kavramın bizim zihnimizde yansıttığı anlamlarından birisi olan, yazılan bir bilginin unutulmamasını ve kaybolmamasını bizlere hatırlatmak içindir. Ayeti literal bir okumaya tabi tuttuğumuz zaman , Allah (c.c) nin unutma veya kaybolma tehlikesine karşı bizlerden neyin eksildiğini, eline bir defter kalem alarak teker teker yazmış olması anlamına asla gelmez. Bu deyim bizlerin yeniden diriliş zamanında her azamızın yaşadığımız hayattaki gibi yerli yerinde olacağının bildirmek içindir.

 Bel kezzebû bil hakkı lemmâ câehum fe hum fî emrin merîcin.
 [050.005]  Doğrusu hak kendilerine geldiği zaman yalanladılar da şimdi karmakarışıklık içindeler.

 "Meric" kelimesi , bir şeyin başka bir şeyle karışmasıve bitkinin bolluğundan dolayı hayvanların birbirine karışması anlamındadır.

 Kendilerine hak ve gerçek bilgi gelenler , bu bilgiyi yalanlayarak karışık ve hak olmayan bilgilere tabi olarak onları hak olarak görmekte ve dolayısı ile hak bilgi onlar için yanlış hale gelmektedir.

 E fe lem yanzurû iles semâi fevkahum keyfe beneynâhâ ve zeyyennâhâ ve mâ lehâ min furûcin.
 [050.006] Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız! Onda hiçbir çatlak da yok.

 Vel arda medednâhâ ve elkaynâ fîhâ revâsiye ve enbetnâ fîhâ min kulli zevcin behîcin.
 [050.007]  Yeryüzünü de yaydık, ona sağlam dağlar yerleştirdik, onda her güzel çifti bitirdik.

 Tebsıraten ve zikrâ li kulli abdin munîbin.
 [050.008]  (Bunlar,) 'İçten Allah'a yönelen' her kul için 'hikmetle bakan bir iç göz' ve bir zikirdir.

 6-7-8. ayetlerde , Kur'annı başka surelerinde de yer alan , "Kevni Ayetler" dediğimiz ayetler gurubuna dikkat çekilerek , yeniden dirilme haberini veren elçiyi gönderen Allah (c.c) nin yaratma gücü , ve arz üzerinde bizler için yetiştirdikleri dikkat çekilerek bakan gözlerin boşa bakmaması , kendilerini yaratan gücü görmeleri ve bu güç sahibinin verdiği haberi red etmemeleri istenmektedir.

 Ve nezzelnâ mines semâi mâen mubâreken fe enbetnâ bihî cennâtin ve habbel hasîdi.
 [050.009]  Gökten bereketli bir su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek daneler bitirdik.

 Ven nahle bâsikâtin lehâ tal’un nadîdun.
 [050.010]  Ve birbiri üstünde dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da.

 Rızkan lil ibâdi ve ahyeynâ bihî beldeten meytâ(meyten), kezâlikel hurûcu.
 [050.011] Kullara rızık olmak üzere. Ve onunla (o suyla) ölü bir şehri dirilttik. İşte (ölümden sonra) dirilip-çıkarılma da böyledir.

9-10-11. ayetlerde , kevni ayetlere dikkat çekilmeye devam edilerek , gökten inen su ile ölü bitkilerin nasıl dirildiği hatırlatılarak , bu tür diriltme işlemine gücü yetenin insanları diriltmeye gücü yeteceği hatırlatılmaktadır. Burada gökten inen su ile , vahyi özdeşleştirerek , bu su ölülere nasıl hayat veriyorsa , vahiyde gökten inen su gibi ölü kalpleri diriltmektedir.

 Kezzebet kablehum kavmu nûhın ve ashâbur ressi ve semûdu.
 [050.012]  Onlardan önce Nuh'un kavmi, Ress halkı ve Semud da yalanladı.

 Ve âdun ve fir’avnu ve ihvânu lûtın.
 [050.013] Âd, Firavun, Lût'un kardeşleri de (yalanladılar).

 Ve ashâbul eyketi ve kavmu tubbain, kullun kezzeber rusule fe hakka vaîdi.
 [050.014] Eyke halkı ve Tübbâ kavmi de, bunların hepsi elçileri yalanladılar da  azabım hak oldu.

 12-13-14. ayetlerde , daha önce geçmiş bazı kavimlerin isimleri verilerek , bu kavimlerin kendilerine gelen elçileri yalanlayarak , yanlışta ısrar eden bir hayata devam ederek helaka uğradıkları haber verilerek , aynı tavrı sürdürmeye devam edenlerin de aynı sona uğrayacakları bildirilmektedir. 

Yeniden dirilişi inkar eden bir topluluk neden helak edilir ? 

Yeniden dirilişi inkar demek , Allah (c.c) nin hayat içindeki kuralları belirleyici olmasını kabul etmemek anlamına gelmektedir. Bu inkar içinde olanlar, hayatlarında başka belirleyicileri hakim kılmak yani Allah (c.c) ye ortaklar kılmak sureti ile yanlış bir seçim yapmış olurlar. Allah (c.c) yarattığı insanlara yaşamlarında tabi olacakları kuralları haber veren elçiler göndererek , bu kuralların onları dünya ve ahirette mutluluğa götüreceklerini haber vermiştir. 

Bu insanlar Allah (c.c) nin kurallarını red etmek sureti ile dünya hayatında ekonomik,sosyal ,ve ahlaki yönden çöküş içine girmişlerdir. Sünnetullah adı verilen bu kavimler üzerinde tecelli ederek ,ilk muhatap olmaları nedeniyle önce Mekkelilere, sonra bizlere bu çöküşlerin sebebleri dikkat çekilmekte , "Eğer sizde yanlış seçimler içinde olursanız sizinde helak olmanız kaçınılmazdır" denilmektedir.

 E fe ayînâ bil halkıl evvel(evveli), bel hum fî lebsin min halkın cedîd(cedîdin).
 [050.015]  Ya Biz artık birinci yaratış ile yorulu mu verdik? Doğrusu, onlar yeni bir yaratılıştan şüphe içindelerdir.

 [050.038]  And olsun ki, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık ve Biz bir yorgunluk da duymadık.
 [046.033]  Gökleri, yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmezler mi? Evet; O her şeye Kadir'dir.
 [079.027-9]  Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa gökyüzünü yaratmak mı, ki onu Allah bina etti, onu yükseltip düzene koydu. Gecesini kararttı, gündüzünü ağarttı.

 15. ayet , Allah (c.c) nin ölüleri yeniden diriltme gücünü , ilk yaratılışa dikkat çekerek hatırlatmakta , verdiğimiz diğer ayet örnekleri de 15. ayeti daha güzel açıklamaktadır.

Ve lekad halaknel insâne ve na’lemu mâ tuvesvisu bihî nefsuh(nefsuhu), ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi.
[050.016]  Ve andolsun ki, Biz insanı yarattık ve ona nefsinin ne vesvese verdiğini de biliriz ve Biz ona şah damarından daha yakınız.

Ayet insanı Allah (c.c) nin yarattığını hatırlatarak , yarattıktan sonra başıboş bırakılmadığı, yaptıklarının ve söylediklerinin bilindiği , ilk ayetlerden beri bağlam içinde değerlendirecek olursak , kendisini yaratan Allah (c.c) nin ona verdiği yeniden dirilme haberini red eden bir yaşantısının her anının bilindiği haber verilmektedir. 

İz yetelakkâl mutelakkîyâni anil yemîni ve aniş şimâli kaîdun.
Mâ yelfızu min kavlin illâ ledeyhi rakîbun atîdun.
[050.017-18 ]Saginda ve solunda, onunla beraber oturan iki alici, yaninda hazir birer gozcu olarak, soyledigi her sozu zaptederler.

16. ayette , bilmenin ve şah damarından yakın olmanın keyfiyeti teşbihi bir uslup içinde anlatılmaktadır. Bu ve benzeri ayetler maalesef literal bir okumaya tutularak sağımızda ve solumuzda oturan iki tane meleğin yapdıklarımızı kaydettiği , hatta namazda sağa ve sola verilen selamın bunlara verildiği gibi bir anlayış mevcuttur. Genel din algımızda "Melek" kavramı yanlış anlaşılan ve üzerinde bir sürü uydurma bilgiler eklenen bir konu olup , bu konuyu irdelemek yazının hacmini büyülteceği için sadece ayet ile ilgili düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

Öncelikle bu ayetlerin 1500 sene önce Mekke de yaşayan insanların algılarına uygun bir dil kullanılarak indirilmiş olduğunu bilmek gerekmektedir. Kişilerin yaptıkları ve söylediklerinin en ufak bir kısmının dahi gözden kaçmadığının bilinmesi için görsel bir anlatım tarzı kullanılmaktadır. Gayba ait bir olayın , bizim zihnimizde mevcut olan bilgilerin kullanılarak anlatılma tarzı o gün insanının şartları göz önüne alınarak anlatılmıştır. Bu gün inen bir kitapta yaptıklarımızın her an kayıt altına alınması bizlere anlatılmış olsaydı bu gün sahip olduğumuz bilgi teknolojileri kullanılarak anlatılmaya çalışılabilirdi.

Bu tür konularda bize düşen görev , anlatımda kullanılan objelerin yani meleklerin ontolojik olarak mevcut olup olmadıklarının tartışılması değil , maksadın gözetilmesi yani bizlere verilmek istenen mesajın ne olduğunu okumak gerekmektedir.

Ve câet sekretul mevti bil hakk(hakkı), zâlike mâ kunte minhu tehîdu.
[050.019]  Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldi. İşte bu; senin öteden beri kaçıp durduğun şeydir.

Ölüm anının şiddeti ve zorluğu ,  sarhoş olan bir kişinin haline benzetilmektedir. Ayetlerin bağlamını dikkate aldığımızda bu deyimin kullanılmış olması dikkat çekicidir. Ayetlerin ilk baştan beri yeniden dirilişi red edenlere hitap ettiğini düşünecek olursak, sarhoşluk veren maddelerin "Şeytan ameli" (5.90) olarak nitelendirilmesi, bunları kullananların şeytanlar ile dost olanlar olduklarının vurgulandığını ve sarhoş olmanın ne demek olduğunu bilen insanların müslümanlar değil , yeniden dirilişi red eden müşrikler olduğunu, bunun için ölüm anının bir müşrik için zorluğunun sarhoşluğun verdiği bir duruma benzetildiğini söyleyebiliriz.

Ve nufiha fîs sûr(sûri), zâlike yevmul vaîdi.
[050.020] Sûr'a üfürüldü; işte bu,  vâdedilen gündür.

"Sur" adı verilen aletten çıkan ses ile toplanılması gerektiğini anlayan insanın, bu zihni algısı dikkate alınarak böyle bir ifade kullanılmıştır. Bu algı bu gün bile geçerli olup , özellikle askerlik yapanların çok iyi bildiği , "İctima alanı" denilen yerde toplanılması gerektiği haberi, borudan çıkan ses ile tüm askerler tarafından anlaşılarak o tarafa doğru koşulur. "Nufiha" kelimesinin geçmiş zaman sigasında kullanılması , yani yaşanmış bir zaman dilimini hatırlatması şeklinde gelmesi anlatılan olayın yani yeniden dirilişin mutlaka vaki olacağını anlatmak içindir.

Ve câet kullu nefsin meahâ sâikun ve şehîdun.
[050.021] Ve her nefis gelmiştir: beraberinde bir sevk me'muru ve bir şâhid vardır

Kur'anın diğer surelerinde geçen yeniden dirilişin anlatıldığı ayetlerde, kabirlerinden kalkan insanların hesap yerine gelme sahneleri anlatılmasına karşın , bu surede direk olarak mahkeme sahnesine geçilmiştir. Olay yine görselleştirilerek anlatılmakta, her nefis yanında onu mahkeme salonuna götürmek ile görevli birisi ve bir de yaptıklarının kaydını tutan şahid ile birlikte duruşmaya getirilmiştir. 

Bu isimler altında bahsedilenlerin ne olduğundan ziyade , verilmek istenen mesajın dikkate alınması gerektiğini düşünmekteyiz. Anlatım benzetme uslubu kullanılarak yapılmış olup , dünya hayatında suç işleyen birisinin mahkeme edilişini tasvir etmektedir.

 Lekad kunte fî gafletin min hâzâ fe keşefnâ anke gıtâeke fe besarukel yevme hadîdun.
[050.022]Andolsun sen bundan gaflette idin; derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir.

Bu ayette , sure başından beri yeniden dirilişi red eden kişinin yaşarken iddia ettiği gibi, öldükten ve toprak olduktan sonra bütün azaları birleştirilmiş ve ona yaşarken red ettiği şeyin gerçek olduğu ona gerçek olarak gösterilmektedir. Surenin 5. ayetine geri dönecek olursak , yeniden diriliş haberine karşı dünya hayatında inkarcı tavır içine girenler için kullanılan "Emrin mericin" deyiminin yerine , yeniden dirilişe gözü ile şahid oldukları için "atık gözünüz keskindir" yani "red ettiğiniz olayı gerçek olarak gördünüz" denilmektedir.

Bu ayet ile ilgili olarak bazı tefsirlerde yapılan yorumlarda bu hitabın mahkeme salonuna getirilmiş olan yeniden dirilişi red eden kişiye değil , Muhammed (a.s) a olduğu iddiası dile getirilmektedir. Muhammed (a.s) ın kendisine Kur'an inmeden önce gaflet halinde olduğu , kendisine Kur'an inmeye başladıktan sonra artık ondan perdenin kalktığı ve görüşünün keskin olduğu şeklinde yorumlara rastlamaktayız.

Bu yoruma katılmadığımızı söylemek istiyoruz. Bu yorumu yapan tefsirciler şayet , Kehf s. 99. ayetinden itibaren başlayan sura üfürülme sonrasını anlatan 101. ayeti dikkate alsalardı bu yorumların pek isabetli olmadığını görürlerdi.

[018.101]Ki onlar, beni zikretme (konusun) da gözleri bir perde (ğıtain) içindeydi, (Kur'an'ı) dinlemeye katlanamazlardı.

Kehf s. 101. ayetinde aynı sahne anlatılarak , dünya hayatında "Ğıtain" kelimesi ile ifade edilen durum, aynı kelime ile Kaf s. 22. ayet içinde de anlatılmakta olup ayetin Muhammed (a.s) a hitap ettiğini söylemek siyak sibaka baktığımızda zaten oturmamaktadır. 

"Tebyin'ül Kur'an" adlı eserin sahibi , bu ayetin Muhammed (a.s) a hitap ettiğini düşünenelere katılmakla beraber , siyak sibak açısından bakıldığında bu düşüncesinin oturmadığını görünce , bu ayeti 1. ayetten sonraki sıraya yerleştirerek bir kaç sayfa gerekçe yazmış ve sonunda kendi sıralamasını mutlaklaştırma adına bu ayetin Kaf suresi 22. ayeti olarak sıralanmasının sahabe hatası olduğunu , "Dolayısıyla konumuz âyette olduğu gibi, bize göre sûrenin düzenlenmesinden kaynaklanan bu tip hataların, bu incelikleri düşünecek kadar müsait ortama sahip olmayan sahabeden kaynaklanması mümkündür." diyerek kendisini temize çıkarmak adına birilerini karalama ihtiyacı hissetmiştir.

Ve kâle karînuhu hâzâ mâ ledeyye atîd(atîdun).
[050.023] Yanındaki arkadaşı: «İşte yanımdaki hazır» dedi.

Bu ayet ile ilgili yapılan tefsirlere baktığımızda , ayet içindeki "Karinuhu" (Arkadaşı) kelimesi ile kast edilen kişinin , 21. ayette adı "Saikun" (sevkedici) olduğu yönünde yorumlar olmakla birlikte , aynı kelimenin geçtiği 27. ayetteki kişinin bu ayetteki kişi olduğu , dolayısı ile yapılan yorumlar bu yönde olmasının daha isabetli olacağını düşünmekteyiz. "Karin" (arkadaş) kelimesinin bazı ayetleri bu konu ile birbirine bağlamaya çalışarak okumak bizi daha isabetli bir yoruma götürecektir. 

[043.036-37] Kim Rahman (olan Allah) ın zikrini görmezlikten gelirse, biz, bir şeytana onun 'üzerini kabukla bağlattırırız'; artık bu, onun bir yakın-dostudur.Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.

[019.066-68] İnsan: «Ben öldüğümde mi diriltileceğim?» der.Bu insan kendisi önceden bir şey değilken onu yaratmış olduğumuzu hatırlamaz mi? Rabbine and olsun ki Biz onları mutlaka uydukları şeytanlarla beraber haşredeceğiz. Sonra cehennemin yanında diz çöktürerek hazır bulunduracağız.

23. ayeti , Zuhruf ve Meryem surelerinden getirdiğimiz ayet örnekleri ile birlikte düşündüğümüz zaman , dünya hayatında kişiyi bir kabuk gibi sararak ondan ayrılmayan şeytan, ahirette de onunla beraber haşr meydanına gelmiştir. "İşte yanımdaki hazır" ifadesi kişi ile arkadaşı olan şeytanın birlikte haşredilmesini anlatan bir ibaredir.

Elkıyâ fî cehenneme kulle keffârin anîdin.
Mennâın lil hayri mu’tedin murîbin.
Ellezî ceale meallâhi ilâhen âhara fe elkıyâhu fîl azâbiş şedîdi.

[050.024-26]  Atın atın cehenneme her inatçı nankörü!Hayra engel, haşarı, şüpheci kafiri!«O kimseyi ki, Allah Teâlâ ile beraber başka ilâh da edinmiştir. Hemen onu pek şiddetli bir azab içine atıveriniz.»

"Elkıya" (ikiniz atın) şeklinde ikili bir ifade  kullanılması , bu ikiden kastın 21. ayetteki saik ve şehid olduğu yönünde yorumlara rastlamaktayız. Bazı tefsirlerde arap şiirinden verilen örnekler , arapların tek bir kişiye tesniye yani ikili hitapta bulundukları söylenmektedir. Arapların tek kişiye tesniye sigası ile seslendiğini düşünecek olursak , "Elkıya" şeklindeki tesniye sigası ile yapılan hitabın tek kişiye yapıldığını söyleyebiliriz. 

Tabiki bu yorumları yaparken bazı tefsirlerin düştüğü gereksiz tartışmalar içinde girmek istemiyoruz. Neticede anlatılan olay gaybi bir sahne olup , bizlerin zihni algılarına uygun bir benzetme uslubu içinde yapılan anlatımlardır. Cehenneme atan bir kişi veya iki kişinin olması bizler için herhangi sorun teşkil etmez. Bize lazım olan mesaj burada ahireti inkar sonrası kişinin alacağı karşılığın cehennem olduğunun bilinmesidir.

Kâle karînuhu rabbenâ mâ etgaytuhu ve lâkin kâne fî dalâlin baîdin.
Kâle lâ tahtesımû ledeyye ve kad kaddemtu ileykum bil vaîdi.
[050.027]  Yanındaki arkadaşı dedi ki: «Rabb'imiz, ben onu azdırmadım, zaten o kendisi derin bir sapıklık içinde idi.»
[050.028] Buyurdu ki: Benim katımda çekişmeyin. Size önceden tehdid göndermiştim.

Kur'anın diğer surelerinde de aynı şekilde cehenneme düşmüş birisinin oradan kurtulmak için ortaya attığı bahaneler ve birbirleri olan çekişmeleri burada da görülmektedir , ancak kendilerinin ortaya attığı hiç bir bahane kabul edilmeyecektir. Çekişenler çünkü oraya atılma sebeblerin yaşadıkları hayat içinde yaptıkları ile hak etmişler , artık ne deseler ne yapsalar buradan kurtulmaları mümkün olmayacaktır.

Mâ yubeddelul kavlu ledeyye ve mâ ene bi zallâmin lil abîd(abîdi).
[050.029]  Benim katımda söz değiştirilmez ve Ben kullara zulmedici değilim.»

Dünya hayatında yaptıkları ile cehennem ehli olarak kalmaya hak kazananlar , oradan çıkarılmak için ne kadar feryat etseler artık boşa çıkacak , orada ebedi olarak kalacaklardır. Allah (c.c) den kendileri için verdiği hükmü değiştirmesini isteyen cehennem ehlinin bu isteklerini diğer ayetlerde görmekteyiz.

[006.027-28]  Onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman: «Ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabb'imizin âyetlerini yalanlamasaydık da müminlerden olsaydık» dediklerini bir görsen!Hayır, daha önce gizleyip durdukları karşılarına çıktı da ondan. Geri çevrilselerdi yine o yasaklandıkları fenalığa mutlaka döneceklerdi. Şüphesiz onlar yine yalancıdırlar.

Enam suresindeki bu ayetler cehennem azabını tatmış olanların , bu ateşten çıkarılarak geri döndürülmeleri halinde bile yine eski halleri üzere bir hayat sürmeye devam edeceklerini bildirmektedir. 

Yevme nekûlu li cehenneme helimtele’ti ve tekûlu hel min mezîdin.[050.030]  O gün ki Cehenneme doldunmu? diyeceğiz, o, daha ziyade varmı? diyecek

Ayeti literal bir okumaya tabi tutup , "Cehennem nasıl konuşur?" sorusunu sorup onun cevabı etrafında vakit kaybetmek yerine , edebi bir uslup kullanılarak cehennemin, hak eden kimseyi dışarda bırakılmasına sebeb olacak bir darlıkta olmadığı , hak eden herkes için yer olduğunun bilinmesi gerekmektedir.

Sonuç olarak ; Bir çok surede olduğu gibi bu ayetlerde de , yeniden dirilişi inkar edenlerin bu inkarlarının onları nasıl bir sona götüreceği görsel bir uslup içinde anlatılmış ve inkarcılara , " Yol yakın iken hesap günün de böyle hallere düşmemek için gelin Rabbe teslim olun" mesajı verilmektedir. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

6 Ekim 2015 Salı

Müslümanların Gündemini Hangi Konular Meşgul Etmelidir ?

Biz müslümanlar , maalesef yüzyıllardır dünya üzerinde yaşayan toplulukların birbiri ile en fazla ihtilaf ettiği , birbirlerine karşı düşmanlıkta yarışan gurupların en başta geleni olarak nerede olumsuzluk varsa üzerimizde toplamış bir vaziyette yaşamlarımızı sürdürmekteyiz. Halbuki Allah (c.c) bizleri , "İnsanlar içinde çıkarılmış en hayırlı topluluk" olarak vasıflandırarak , "İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak" (3. 110) gibi bir sorumluluk yüklemiştir. 

Ne acıdır ki bizler, Allah (c.c) sanki bunun tersini emretmiş gibi algı içine girerek, var gücümüzle bu ayetin tersini yapmakta birbirimiz ile yarışır bir hal içinde olmamız hem bizleri , hem bütün insanları zalimlerin elinde oyuncak haline düşürmüştür.

Bugün yaşadığımız dünyanın zulüm , kan , gözyaşı içinde olan topluluklarının en başında yine biz müslümanların geldiği hepimizin malumu olup, hala yaşadığımız olaylardan ders çıkararak " Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sorarak, bunun cevabını aramak gibi bir ameliye içinde olamamamız , bırakın bütün insanlara hayırlı olmayı bizleri, kendimize dahi hayrı olmayan bir topluluk haline getirmiştir. 

Bu zilletten kurtulmak için ne yapmalıyız ?. 

Bu kısa sorunun cevabı sadece bir makale içinde verilemeyecek kadar uzun bir cevap olduğunu söyleyerek bir kaç yol önermesi yapabiliriz.

Öncelikle kitabın temel çağrısının ne olduğu bilincine vakıf olmaya çalışarak , bu çağrıyı içselleştirmek gerekmektedir. "Kitabın temel çağrısı nedir ?" sorusunun cevabı ise, yaratılan tüm insanların Allah (c.c) yi tek ilah olarak kabul etmeleri ve bütün insanların onun kulu olduğunun temel alınmasıdır diyebiliriz. 

Bu çağrı nasıl içselleştirilir? 

Bu sorunun yüzyıllardır verilen cevabı, maalesef artık günümüz müslümanını tatmin etmemekte ve bu verilen cevapların etrafında geliştirilen müslüman yaşamı ne müslümana ne de başka insanlara örnek olaMAmaktadır. 

 İslamın sadece tapınak dini bu dinin kitabının da sadece bir sevap kazanma makinesi olduğu kanısı kafalara öyle bir kazınmış ki, hayatı boyunca sadece namaz kılan , oruç tutan , günde bilmem kaç defa tevbe istiğfar eden, Kur'anı boyna hatim eden bir resulu örnek almak şeklinde geliştirilen din algısı, bu gün bile hala geçerliliğini korumaktadır. Bu yapılanları tamamen red etmek adına söylem geliştirmek istemediğimizi, bu yapılanların tevhidi şuurun gelişmesi yönünde bir seyirde olması gerektiğini hatırlatarak , din dediğimiz şeyin sadece bunlardan ibaret olmadığının bilinci içinde bir düşünce ve yaşam sistemi geliştirilmesi zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir. 

Bir çok insan, adına müslüman denilen bu insanların yaptıkları ibadetlerin kendilerine bir hayır sağlamadığını , bu ibadetleri yapmayan başka insanların , bir çok konuda biz müslümanlardan ileride olduğunu gördükçe "Din bu ise ben gavur olmayı tercih ederim" diyerek kendilerini artık müslüman kimliği altında göstermekten imtina etmektedirler.

Her inanç sisteminde bir takım ritüellerin olması gayet doğal bir durum olup , İslam'da da böyle ritüeller vardır. Ancak bu ritüellere bakış açısı maalesef yanlış olup, sadece bunların uygulanması ile müslüman olunacağı zannı hakim olmuştur. Kesilen kurbanlarla ilgili olarak Rabbimizin " Onların ne etleri ne kanları Allaha ulaşır , ona ulaşan sizin takvanızdır" (22.37) buyurması ,ritüellerden elde edilmesi gereken maksadı beyan etmektedir. 

Bütün ritüellerin maksadında ta'zim edilen her kimse ona olan saygının birlikte olarak dışa vurumu yatmaktadır ,bu dışa vurum İslamda da aynı maksada matuf olarak yapılmaktadır. Bizler ritüelleri maksadı bırakarak araçları amaç edinen bir yapıya büründürüp, "İşte din bu dur" dediğimiz zaman, birileri bunda bir yanlışlık olduğunu sezerek "Böyle olmamalı , din sadece bu olmamalı" diyerek sorgulama içine girmektedir.

Sorgulayan insanların büyük çoğunluğu yanlışı görerek, biz müslümanlar tarafından tarafından yapılan bu yanlışın ,dinin doğruları olduğunu zannetme hatasına düşmektedirler ,  halbuki Allah (c.c) bizlere böyle bir yaşantı önerMEmektedir.

Bu yanlışları görerek hepten hayattan silmeye yönelik düşünceler, bir başka yanlışı beraberinde getirerek , Osmanlı da bir maarif nazırının espri olarak söylediği "Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim" sözünü anımsatmaktadır. Mektebi olmayan bir hayat nasıl eksik kalırsa dinin gereklerinden olan herhangi bir şey yanlış yapılıyor diyerek toptan atılması o kadar yanlıştır. 

Gündemimizi bu tür konuların varlığı veya yokluğu üzerinden yapılan tartışmalar değil bu yapılanların hangi amaca matuf olarak yapılması gerektiği doldurmalıdır. Doğru bir gündem üzerinde tartışarak , fikir birlikteliği sağlamanın ve bu birliktelik üzerinden yeni düşünce açılımları yapmanın , hem suni gündemleri örtmek açısından faydaları olacaktır.

Bu gündemin yakalanması için Kur'anın , "Din dili" dediğimiz bir uslup içinde yaptığı anlatımların , bu gün yaşayan müslümanlar tarafından güncellenerek okunması gerekmektedir.

Örneğin kavimlerin helakı ile ilgili ayetler , bu dil kullanılarak anlatılmış , kavimler gelen elçileri red ederek şirklerini sürdürdükleri için helak edilmişlerdir. Ancak bu anlatımlar klasik tefsirlerde israiliyyat ve uydurmalarla örtülmüş hasıl olması gereken maksat elde edilememiştir. 

Modernist yaklaşımlarda ise böyle bir yıkımın olmasının mümkün olmadığı çünkü "Sünnetullah" denilen yasalar gereği herkesin hesap gününde yaptıklarının karşılığını alacakları iddiası dile getirilerek "Sünnetullah" kavramının ne olduğunun bilinmediği ortaya çıkmıştır. Ayrıca yüzyıllardır tartışılan konulardan birisi de kavimlerin helakı ile ilgili olarak bu helakların neden devam etmediği , helakın devam eden bir süreç olup olmadığı konusundadır.

Halbuki "Sünnetullah" kavramının ne olduğu, doğru olarak anlaşılmış olsaydı bu tür tartışmaların yanlış olduğu , esas tartışılması gereken noktanın , kavimleri helake götüren sebeblerin kıyamete kadar yaşanacağı için böyle bir helaka neden olacak sebeblerin hayattan çıkarılması için gerekli önlemlerin alınması yönünde bir yaşam sürülmesi gerektiği anlaşılabilirdi.

Kavimleri helaka götüren en önemli faktör "Şirk" tir. Bu kavram maalesef bir takım selefi tekfirci gurupların elinde , kendileri gibi düşünmeyenlere vurdukları bir damga haline gelmiştir. Halbuki şirk olgusunun boyutlarını çağdaş dünya insanının anlayacağı bir dil ile ifade etmek gerekmektedir , tabiki öncelikle bu kavramı anlatmaya aday insanların kendilerinin bu kavramı doğru anlamaları gerektiği açıktır.

Şirk dediğimiz olgu, bütün insanların karşı karşıya olduğu bir tehlike olup bu kavramın insan hayatında nasıl tezahür ettiğinin konuşulması ve ortaya konulmaya çalışılması gerekmektedir. Bu kavram herkesin elinde gezen bir kılıç gibi önüne gelene sallayabileceği bir şey olmamalıdır. 

Allah (c.c) kullarına yaşadıkları hayata dair kurallar koyarak bu kuralların uygulamaya konulduğu takdirde onları dünya ve ahirette güzellikler beklediğini vaad etmiştir. Dünya hayatına dair konan kurallar kompleks bir yapı halinde olup , ekonomik , sosyal , hukuki, ahlaki  olarak bir takım kurallar vaaz edilmiştir. 
  
Kur'an da adı geçen kavimlerin helak edilme sebeblerine baktığımızda, onlara gelen elçilerin tavsiye ettiği sisteme karşı çıkmaları idi . Bu kavimler elçilerin önerdiği sistemi red ederek , kendi yanlarından çıkardıkları sistem ile idare edilmeyi seçtikleri takdirde, toplumsal yasalar gereği yıkım onlar için kaçınılmaz bir son olmaktadır. 

Kur'ana baktığımız zaman toplumların yıkımına sebeb olan en önemli nokta, Allah (c.c) nin isteği doğrultusunda bir hayat sürmemeleridir. Bu doğrultuda hayat sürmemeleri yer yüzünde fesadın artmasına sebeb olmakta ve o toplulukların sonlarını getirmektedir. 

Bu yok oluş evrensel bir yasa olup kıyamete kadar sürecektir. Bu yok oluşun illaki bütün insanların birden ölmesi şeklinde gerçekleşme şartı yoktur. En yakın örnek olarak komşu ülke Yunanistan bazında bu helakı düşündüğümüzde helakın yasalarını canlı olarak görmek mümkündür.

Yusuf (a.s) ın Mısır ülkesinin ekonomisini yönetme şekli bizlere tek kişilik ekonomi yönetimi ile en geniş halka olan ülkelerin ekonomi yönetimlerinin nasıl olması gerektiği öğretmektedir. Yusuf (a.s) kıssasından öğrendiğimiz ekonomi yasalarını formülüze edecek olursak "Bollukta biriktirip darlıkta harcamak" diyebiliriz. Yusuf (a.s) bu formülü hayata oratize ederek Mısır ülkesinin kıtlık ekonomisini başarılı bir şekilde yürütmüştür. 

Yunanistan örneğinde ise uygulanan ekonomi modelini formülüze edecek olursak "Bollukta harca darlıkta ele güne muhtaç ol" şeklinde yaşanan bir ekononmik hayat bu ülkenin helak olmasına sebeb olmuştur. Yunanistan adındaki ülke, şu anda ekonomik yasaları uygulamadığı için helaka uğramıştır. Bu helaktan kurtulup yeniden toparlanmaları evrensel ekonomik yasaları yeniden hayata pratize etmeleri ile mümkündür. 

Kur'an , Ad , Semud gibi kavimlerin adlarını vererek bu kavimlerin yaşanan zamanın en üst refah seviyesinde oldukları , ancak bu refahı başkalarına karşı zulüm aracı olarak kullandıkları için helak edildiklerini beyan eder. Helak yasaları sadece Kur'anda adı geçen bu kavimler için geçerli değildir , helak yasaları bu kavimlerin işlediği cürümleri işleyen bütün kavimleriçin geçerli olup , bu gün dünkü Ad , Semud gibi kavimlerin yerini almış olan A.B.D , Rusya , Çin , İngiltere ,Fransa gibi ülkeler toplumsal yasalar gereği yıkılmaya mahkumdur. 

Hacc s. 40 , bakara s. 251. ayetlerin de , "Allah'ın bir kısım insanı bir kısım ile def etmesi" şeklinde bir yasadan bahsedilmektedir. Bu yasa evrensel bir yasa olup bu gün zalim olan bir topluluk ,  mutlaka bir başka topluluk tarafından yıkıma uğratılacaktır. Zalimleri yıkıma uğratan topluluk , bir başka zalim toplulukta olabilir. 

Bizler eğer bu yasaları Kur'andan doğru okuyabilirsek , bu zalim müstekbirlerin ecellerini tamamladıkları zaman yok olacaklarının bilinci içinde olarak , bu yok olanların yerine başka zalimlerin değil bizlerin başa geçmesi için gerekli çalışmaların yapılması gerektiğini idrakı içinde oluruz. Çünkü bir zalimi yıkan başka zalim ,zulmün devamından başka bir icraat yapmayacaktır.

Bizler üzerimize yüklenen "İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak" şeklindeki görevin bilici içinde bir hayat sürmemiz gerekirken , suni gündemler oluşturarak birbirimizi kırmaktan başka bir icraatımız olmadığı apaçık ortadadır. 

Bizler , "İnsanlar içinde çıkarılmış en hayırlı ümmet" vasfına sahip olmamız , ırkımız nedeniyle değil Allah (c.c) nin vahyini yüklenmiş olmamız nedeniyledir. Ancak bu vahyin sorumluluğunu dahi akletmekten uzak bir hayat sürmemiz , hem bizlerin hem başkalarının zelil bir hayat sürmesine sebeb olmaktadır. 

Bu düşünceleri dile getirirken , bazılarımız müslümanların tarih boyunca yaptıkları yönetimsel icraatların, dünya insanlarına ne kadar faydası olduğunu haklı olarak sorgulayacaklardır. Çünkü Muhammed (a.s) ın vefatı sonrası meydana gelen olaylar, bizim tarihimizin kara sayfalarını oluşturmaktadır. Bu kara sayfaların yazıcılarının hiç biri kendilerine Allah (c.c) nin önerdiği sistemi dikkate almamış sadece geçmişten gelen kavgalarını devam ettirmek için yönetimi ellerinde bir güç olarak kullanmışlardır.

Bizler gündem olarak geçmişteki , "Sefer ve Telli oğulları" kavgasının hangi tarafında olacağız kavgasını gündemimizden çıkarmadığımız müddetçe , dünyaya söyleyecek herhangi bir sözü olan topluluk olarak değil , söylenen sözler üzerinde kavgalar yaparak birbirlerini kıran bir topluluk olmaya mahkum kalmaktan kurtulamayız. 

Müslümanların gündemini , kısır ilmihal tartışmaları değil vahyin evrensel çağrısının insanlara doğru anlatılması üzerinde yapılan tartışmalar meşgul etmelidir. Hayırlı topluluk olmanın gereğini, birbirimizi kırarak değil önce birbirimiz ile kenetlenerek oluşturabileceğimiz hatırdan çıkarılmamalıdır.

Sünnetin , hadisin vahiy olup olmadığı yönünde yapılan kısır tartışmalar bir kenara bırakılarak , Sünnet kavramının Kur'anda adı geçen bütün elçiler ile bağının kurularak onların mücadelelerinin bu çağa olan mesajını okumaya çalışarak , sağ elle yemenin , sarık sarmanın , misvak kullanmanın hükümleri v.s gibi şeyler üzerinde vakit kaybetmemeliyiz.

Vahyi gündeme getirmeye çalışan bir kısım kişilerin de maalesef suni gündemler üzerinde vakit geçirmekte olduklarını görmekteyiz. Belirli ayetleri ellerine alarak , hadis ve sünnet yanlılarının kafir müşrik olduklarını iddia edenler , aynı ayetleri ellerine alan hadis ve sünnet taraftarlarınca aynı şekilde kafir ve müşrik olarak suçlanmaktadırlar. 

Kafir ve müşrik kavramları kimsenin elinde birbirine karşı kullanacağı ucuz kavramlar haline dönüşmemelidir. Müslümanların birbirleri olan kavgalarının kimlere yarayacağı dikkate alınarak , düşmanları kendimize güldürecek kavgaları bir tarafa bırakarak , düşmanların korkulu rüyası , mazlumların beklediği kurtarıcılar haline gelmenin yollarını tartışmalıyız. Mehdi adında birisinin gelerek dünyayı kurtaracağı masallarını bırakarak , hepimizin dünyayı kurtaracak mehdiler olması için çalışmalıyız.

Yazdıklarımızın uygulama safhasına konulmasının güçlüğü hepimizin malumu olup , bu güçlükler dikkate alınarak ipin ucunu koyvermek müslümana yakışan bir davranış değildir. Kur'an bu konuda Yunus ve Nuh (a.s) ların yaşamlarından kesitler sunarak , Yunus (a.s) ın sabırsızlığı neticesinde başına gelenleri hatırlatarak , Nuh (a.s) ın uzun yıllar kavmini sabırla doğru yola iletme çabaları bizler için örnek olmalıdır. 

Bu gün içinde bulunduğumuz ortama baktığımız zaman , bize vaaz edilen din ile yaşantımız arasında derin uçurumlar bulunmaktadır. Adımız müslüman dahi olsa yaşadığımız sistem içinde maalesef eriyip gitmiş bir halde bulunmaktayız. Biz bu dinin değerlerini doğru bir biçimde hayata aktarmada sıkıntı içinde olmamız, başkalarına örnek olma noktasında büyük bir eksikliktir. Din dediğimiz şeyin sadece mistik değerler ve cami ile sınırlı bir inanç olmadığı , dünyanın içinde bulunduğu ekonomik , sosyal , siyasal , askeri v.s gibi konularda söyleyecek sözleri olduğunu önce kendimizin bilmesi gerekmektedir ki sonra bu dinin gerici ve yobazların sarıldığı bir din olmadığı ilan edilebilsin. 

Sonuç olarak ; Müslümanlar olarak illaki bir yerlerden başlamak gerekmektedir. Bu başlangıç, önce inandığımız dinin inanç değerlerini doğru ve çağdaş insanın algısına uygun bir biçimde öğrenip ona göre bir söylem geliştirmek , onu hayata pratize etmeye yönelik ameller içinde olmalıdır. Söylemi çağdaş insanın algısına uygun bir biçimden kastımız yamultarak veya başkalrına şirin görünmeye yönelik olarak değil tavizsiz bir biçimde olmalıdır. İnancımız kimseye zorla kabul ettirme gibi bir vazifemiz olmadığını bilerek , sadece inancımızı doğru bir biçimde aktarmak gibi bir görevimiz olduğu bilinmelidir. 

Gündem belirleme konusunda başkalarının belirlediği suni gündemleri değil , kendimizin oluşturduğu ve bizlerin ufkunu açmaya yarayan , bizleri daha ilerilere taşıyacak gündemler oluşturarak bunları konuşmaya çalışmalıyız. Aramızda olan ihtilafların daha fazla açılmasına yarayacak şeyleri değil , aramızda ihtilaf konusu olan konuların ortak bir payda olan Kur'an üzerinde anlaşılarak en aza indirilmeye çalışılması gerekmektedir. Bunun tersi yapılan çalışmaların bizi nereye götürdüğü veya hiç bir yere götüremediği maalesef şu zamandaki durumumuzdan belli olmaktadır. 

                      ÇALIŞMA BİZDEN BAŞARI ALLAH (C.C) DEN DİR.

4 Ekim 2015 Pazar

Elçilerin ve Kitapların Toplumların Hayatındaki Rolleri

İnsan, fıtratı gereği birlikte yaşamaya ihtiyaç duyan bir yaratılışa sahiptir. Birlikte yaşama ihtiyacı içinde olan insanların bu yaşamlarında birbirlerine karşı olan hak ve sorumluluklarının belirli kurallara bağlı olması gayet doğal hatta ihtiyaçtır. İnsanlık tarihini kısaca özetleyecek olursak , bu kuralların kim tarafından belirlenmesi gerektiği noktasında yapılan mücadeleden ibaret olduğunu söyleyebiliriz. 

[002.213]  İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak nebileri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir.

Bakara s. 213. ayeti ,  elçi ve kitapların gönderiliş sebebini ve bu göndermeler sonucunda gelişen olayları beyan etmektedir.

[051.056]  Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.

Zariyat s. 51. ayeti , bizlerin yaratılış amacını açıklamaktadır. "Kulluk" denilince sadece bir takım ritüeller ile bu kulluğun yansıtılmasının gerektiğinin anlaşılması sonucunda maalesef şu anda yaşadığımız din sadece bir tapınak dini olarak kabul görülmüş ve ona göre bir yaşayış içine girilmiştir. Bu gün bir çok insan dinin sadece ritüel boyuta indirgenilmesinden duydukları rahatsızlıkları , bu dini hepten terkederek  göstermektedirler. 

Maalesef , bizler bu dinin evrensel söylemini dile getirmekte aciz kaldığımız için , bir çok kişi kendisini "Dinsiz" olarak lanse etmekten çekinmemektedir , halbuki "Dinsiz" olma iddiası nın da bir "Din" olduğunu bilmeyen bu insanlar, İslam dinini terkedip başka dinlere yelken açmakla "Dinsiz" bir hayata geçtikleri zannetmektedir , ne acıdır ki bu insanlar  "Dinsiz" bir hayatın asla olamayacağını bilmemektedirler. 

"Din", kişinin seçtiği yaşam tarzını belirleyen bir kavram olup sadece İslam , Hıristiyanlık , Yahudilik , Budizm , Hinduizm v.s gibi isimlerle değil , Kapitalizm, Marksizm , Futbol , Parti , Deizm gibi isimler altında toplanmak bir çeşit dini düşünce anlamına gelmektedir.

 [016.002] Allah, melekleri Kendi tarafından bir vahiy ile kullarından dilediği kimselere, «Benden başka tanrı yoktur. Bana karşı gelmekten sakının!» diye uyarmak üzere gönderir.

Nahl s. 2 ve benzeri ayetlerde , elçilerin gönderiliş amacının tek bir ilah olan Allah (c.c) kulluk olduğu belirtilmektedir. "İlah" ve "Kul" kavramları bu noktada iki önemli kavram haline gelmektedir. 

Arapça orjinali ,"Abd" olan bu kelime sözlükte "Kendini alçaltıp , kibrini ve gururunu kırıp bunu göstermek" anlamındadır. 

Bu kelime Kur'an öncesi arap dilinde , genellikle savaşlar sonucunda esir alınan ve galip taraftan birisi tarafından hizmet amacı ile kullanılan kişiler için kullanılmaktaydı. Böyle durumda olan bir kişi ,  sahibine karşı herhangi bir isyan türü eylemde bulunamaz sadece verilen emirleri uygular , sahibinin emirlerine karşı eylemlerde bulunduğu takdirde cezaya çarptırılmayı hak ederdi.

Kur'an ,"Abd" kelimesine ıstılahi bir anlam yükleyerek , yaratılan bütün insanların "Abd" statüsüne tabi olduğunu beyan ederek herkesi tek bir sınıf altında toplamıştır. Yeryüzünde yaşayan insanların bir çoğunun "Sınıfsız toplum" sloganı ile, bir takım ideolojiler altında toplandığını ve bu toplumu oluşturmak için nice kanlar döküldüğünü hatırlayacak olursak , insanların en muzdarip olduğu durum, kendisi gibi birisinin ondan farklı bir sınıfta olması ve onun emirlerine uymak zorunda kalmasıdır.

Kur'an bu meseleyi kökten hallederek bütün insanların "Kul" statüsüne tabi olduğunu beyan ederek , kimsenin bu statü haricinde başka bir rütbe takmaya soyunmamasını istemiştir. Binlerce yıldır insanların mücadele ettikleri "Sınıfsız toplum" hayali , Kur'anın insanlara önerdiği sistemin temelini teşkil etmektedir. 

Bir şekilde İnsanların başında "Yönetici" sıfatı ile olan kimseler dahi bu sıfatlarını kullanırken Allah (c.c) den bağımsız olarak kullanmamakta , onun çizgilerini belirlediği hükümler çerçevesinde zaman ve mekan şartlarına göre hükümler ihdas ederek "Kul" olma bilincini ayakta tutmaktadırlar. Yöneticiler şayet bu bilinçden uzak olarak bir yönetim sergiledikleri takdirde durum farklı bir mecraya girmektedir. İslam toplumunda yönetici olan bir kimse, aldığı kararların temelinin Kur'an onaylı olmasına dikkat etmek zorundadır , şayet buna dikkat etmez ise onun yaptığı işin adı "Tağut" luktur. 

"Kula kul olmak" deyimi işte burada devreye girmiş ve kendisi  "Kul" statüsünde olan birisi, kendisi gibi olan insanları kendisine kul olmaya çağırmaktadır.

"İlah" kavramı insanlık için önemli kavramlardan birisi olup , " Kulluk edilen şey" anlamına gelmektedir. Allah (c.c) gönderdiği elçi ve kitaplar da, bu sıfatın kendisine ait olduğunu , başka kimse tarafında asla kullanılamayacağını , bu sıfatı kullanmanın ve bu sıfatı kullananlara tabi olmanın adına, "Şirk" diyerek bunun cezasının çok şiddetli olacağını haber vermektedir. 

"Tağut" kavramı "azmak ve haddi aşmak" anlamında bir kelime olup , İlah kavramı ile iç içedir , Allah (c.c) dışında ilahlığa soyunan her türlü unsura verilen bir isim olarak Kur'an literatüründe yerini almıştır. 

Neden tek ilah olarak sadece Allah (c.c) olması gerekmektedir ?. 

[030.028]  Sizin için kendi nefislerinizden misal irâd verdi. Sizi merzûk ettiğimiz şeyde sizin için sağ ellerinizin maliki olduğu (köle ve cariye) gibi şeylerden ortak olanları var mıdır ki, onda siz müsavî olasınız? Kendi nefislerinizden korktuğunuz gibi onlardan da korkasınız? İşte böyle âyetleri âkilâne düşünürler olan bir kavim için mufassalan bildiririz.

İlah-kul ilişkisinin misal ile anlatılmasının en güzel örneklerinden birisi olan bu ayette , nuzül dönemi insanının yaşantısında geçerli olan , efendi -köle arasında ki ast-üst ilişkisine dikkat çekilerek Allah (c.c) , "Siz insan olduğunuz halde elinizin altında olan köleleriniz ile dahi eşit tutulmaya razı olmuyorken siz beni nasıl benden daha aşağıda birisi ile eşit tutarsınız" buyurarak akletmelerini istemektedir.

[021.022] Eğer o ikisinde (gökler ile yerde) Allah'tan başka ilâhlar olsa idi elbette ikisi de fesada uğramış olurdu. Binaenaleyh Arş'ın rabbi olan Allah Teâlâ. Onların vasfettikleri şeylerden münezzehtir.

Bu ayet, içinde yaşadığımız dünyadaki fesadın va huzursuzluğun sebebini açıklayan bir ayet olarak karşımızda durmaktadır.


Allah (c.c), tarih boyunca göndermiş olduğu elçi ve kitaplarda , insanların yaşamları içinde tabi olacağı kuralları beyan etme yetkisinin sadece kendisine ait olması gerektiğini bildirmiştir. Peki bu yetkinin kendisinde olmasını gerektiren sebebler nelerdir ?.

Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı ve yüce kudret sahibi olması nedeniyle yarattıklarının tabi olması gereken kuralları belirleme yetkisine sahiptir. Bir dünya düşünelim ki , yaşayan bütün insanlar sadece tek bir İlahın belirlediği kuralllar dahilinde ortaya koyulan bir sistemin kurallarına uyarak yaşamaktalar , bu İlah bir insanın başka bir insanın hakkını gasb etmek gibi bir eylem içine girildiği zaman bunu hem dünyada belirlenen cezalar ile caydırıyor , hem de ahirette vaad ettiği cezalar ile bunu pekiştiriyor , veya bir insana yapılan iyiliğe bunun kat kat fazlasını karşılık olarak vereceğini vaad ederek böyle yaşamayı teşvik ediyor.

Dünyanın böyle bir sistem ile yönetildiğini ve içinde yaşadığımız dünyadaki fesad ortamını düşündüğümüz zaman , Enbiya s. 22. ayetinde başka ilahlar olması neticesinde ortaya çıkacak fesad ortamını anlamak kolaylaşacaktır.   

Enbiya s. 22. ayetini düz bir okuma ile okumak , sanki göklerde ve yerde Allah (c.c) dışında başka ilahlar olduğu takdirde kurgu filmlerdeki gibi ilahlar savaşı şeklinde  bir savaşı akla getirebilir. Halbuki Allah (c.c) dışında birilerinin kendisi gibi olan insanları yönetmeye kalkması yani ilahlığa soyunması, onun boyundan büyük işleri kalkışması anlamına gelecektir. Boyundan büyük işlere kalkan insanoğlu , bu işi yüzüne gözüne bulaştırarak yaşadığı toprakları fesada boğarak yönetme iddiasında olduğu insanların hayatlarını, onlara zulmetmek sureti ile cehenneme çevirecektir.

Elçiler ve kitaplar ile önerilen sistem evrensel mi dir ?. 

Bu gün önümüzde duran en önemli sorun , Allah (c.c) nin önerdiği sistemin uygulanabilir olup olmadığı konusundadır. Sorun , elimizde olan Kur'anın yaşadığımız hayatın gerçeklerine dair bir önermesinin olup olmadığı ve bu önermenin ne kadar doğru ve gerçekçi olduğu konusunda düğümlenmektedir. 

Maaleseftir ki elimizdeki kitaba karşı geliştirilen bakış açıları , onun tapınak dininin bir kitabı, bazılarımızın kafasındaki yerleşik ama yanlış olan din algısının onaylatılmasına yarayan bir kitap , bazılarımızda da sadece indiği zaman çerçevesinde olan insanlara hitap eden yani tarihsel bir kitap olduğu , bazılarımızda da gereksiz bir kitap olduğu şeklindedir. 

Allah (c.c) ileriyi göremeyen , bu gün veya yarın gelinecek yaşam şartlarını tahmin edemeyen birisi olarak mı böyle bir kitabı gönderdi ?. 

Allah (c.c) yarattığı insanların belli bir zamana kadar kendisinin indirdiği kitaplardaki hükümler ile yönetildikten sonra , o kitaplar yaşanılan çağın gereklerine yetersiz geldiği için , "bundan sonra başınızın çaresine bakın benden bu kadar" mı dedi ?.

Her iki soruya verilecek cevap "Hayır" olacaktır ama , bu Kitabın yaşanan hayata dair söylemi nedir? , özellikle ekonomik , sosyal ve hukuki kuralların bu gün için uygulama imkanı varmı dır ? gibi soruların cevabının verilmesi gerekmektedir.

Kur'ana baktığımız zaman yaşadığımız hayata dair olan ekonomik ve hukuksal emir , yasak ve uygulamaların ana hatlarının çizildiğini görmekteyiz. Kur'an içindeki günlük hayat içinde gerekli olan ihtiyaçlara dair olan uygulamalar sadece indiği zaman için geçerli olan uygulamalar değildir. 

Özellikle "Sadece Kur'an" söylemini dile getirerek , neredeyse ayakkabı bağlama hakkındaki hükmün bile Kur'anda olduğunu veya olması gerektiğini savunan bazı kimselerin, bu düşüncelerinin havada kalan ayakları yere basmayan bir düşünce olduğunu anlayarak hepten Kur'anı terk ederek deist düşünceye doğru yelken açtıklarını görmekteyiz. 

Kabahat Kur'anda mı?, yoksa "Herşey Kur'anda var" diyerek olmadığını görenlerde mi ?.

"Kabahat Kur'an da dır" demek haşa Allah (c.c) ye karşı bir isyan sözünden başkası olamaz , o zaman kabahat Kur'ana olan yanlış yaklaşım sonucu duvara toslayarak deist düşünceye dalanlardadır. 

Öyleyse , "Kur'an nasıl bir kitap ve ona karşı nasıl bir bakış açısı içinde olmalıyız?" sorusuna cevap vermeye çalışmak zorundayız. 

Kur'an yaşanan hayata dair önermelerini en ince ayrıntılarına kadar yapmaz , ana hatlarını çizerek , evrensel bir hitap olma özelliğini kaybetmez , peki bunu nasıl yapar?. 

Dünya üzerinde yaşayan bütün insanların yaşadığı bu mekanın geçici bir mekan , asıl ebedi yurdun "Ahiret" olduğunu hatırlatarak , bütün yaşamın ahiret endeksli olmasını önerir. Dünyada yapılan en küçük iyilik ve kötülüğün kaybolmayacağını defaatle hatırlatarak yaptıklarımıza dikkat etmemizi ister. Herkesin başına bir polis dikmenin mümkün olmadığı için olayı "Vicdan polisi" şeklinde bir polis kuvvetine havale eder ki, bu yöntemle kişiler kendi polislikleri yapmak zorunda kalırlar.

"Vicdan polisi" nin devre dışı bırakıldığı durumlarda, gerçek polis kuvveti devreye girerek insanları bu yaptıklarını engeller veya cezalandırır. Allah (c.c) birlikte yaşamanın bir gerçeği olan bu cezalandırma yönteminin kurallarını en ince ayrıntısına kadar değil , hırsızlık , zina , iftira , katl , fesad gibi cezalar örneğinde göstererek nasıl bir mantıkla ceza yöntemi uygulanacağını gösterir. 

Kur'anda cezasını bulamadığımız herhangi bir suç türüne verilecek cezayı , Kur'anda ki önerilmiş olan cezalar dikkate alınarak hukukçular tarafından belirlenecektir, bu durum kitabın evrenselliğini beraberinde getirmektedir. 

Sorun Kitap ta değil,  Kitaba uyması zor gelenlerdedir.

Bu gün karşımızda olan sorunlardan birisi de , yaşanan dünyaya adapte olan Müslümanların yaşadığı hayatı red etmeyen bir  din hayal etmeleridir. Müslüman olduğunu iddia eden bir kısım insan, kendisi İslam'ın kurallarına uymak yerine İslam'ın kurallarının kendisine uymasını istemektedir. 

İş hayatı nedeniyle yoğun bir koşturmaca içine giren insanlar , bu hayat içinde dinin kendilerine emrettiği namaz uygulamasını delmek için namaz konusunda farklı düşünceler içine girerek namazı hayattan çıkarmak noktasında, yapılan yanlışları kalkan edinerek namazı hepten hayat içinden çıkarma yollarını aramaya girmişler ve bu çıkarma işini Kur'andan onay alarak !!!! yapmaya çalışmaktadır. 

Kadın için emredilen örtünme emri , yine iş hayatı içinde örtünmenin bazı sıkıntılar doğurması nedeniyle ,Kur'andan onay almak !!! suretiyle böyle bir emrin olmadığı sonucuna varılmış ve bu emir delinmiştir. 

Ekonomik hayatta faiz, kişilerin ve ülkelerin sömürülmesine kapı açan en önemli faktör olup , Kur'an bunu yasaklamıştır. Yaşadağımız hayat içinde kapitalist bir sistemin hakim olması nedeniyle faiz bu sistemin temelini teşkil etmekte ve faiz olgusunun kalkması kapitalizm'in sonunu getirecek en büyük etkendir. Müslümanların bile kapitalist bir hayata adapta olmuş olmaları bu haramlılığın en başta karşı gelen gurubu olarak bizleri oluşturmuştur. 

Allah (c.c) nin yasakladığı bir işlem dünya gerçeklerine uymadığı için haram olmaması gerektiği şeklinde bir düşünceye bir kısım müslümanların düşmüş olması bizim geldiğimiz noktanın neresi olduğunu göstermesi bakımında ibret vericidir.  

Bu gün ülkemizde yönetim sistemi Kur'an ile uyuşmayan bir yapı içinde olup , bu sistemi yönetenlerin Müslüman kimliğine sahip olmuş olmaları sistemin sahiplenilmesi gerektiği noktasında bazı yaklaşımları beraberinde getirmiş ve bu sistemin İslam ile uyuştuğu düşüncesi hakim olmaya başlamıştır. 

Bu konuda bizlerin göremediği nokta şu dur ; Sistemin temeli olan Kemalizm ile, bu sistemin yürümesini sağlayan temeli serbest seçimlere dayanan demokratik sistemi birbirinden ayırmak gerektiğini düşünmekteyiz. Demokratik seçim sistemi bir araç olup, seçmenden tercih etmesini istediğiniz sistem burada önem arz etmektedir. 

Eğer sistem, İslami hükümlere dayali ise  bu sistemi savunan kişilerin içinden, hangisinin bu işi yapacağını belirlemek için yapılan seçimler ile , Kemalizm adlı ideoloji üzerine kurulu sistemi savunan kişiler içinden, bu sistemi  hangisinin daha iyi ayakta tutacağını belirlemek için yapılan seçimi birbirinden ayırmak gerekmektedir. Seçimler bu noktada araç vazifesi görmekte esas amaç Kemalist ideolojiyi ayakta tutmak adına kurulu olan siyasi partilerden birisini tercih etmektir.

Bir kısım Müslümanın unuttuğu veya görmek istemediği şu nokta vardır ; Allah (c.c) tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitaplarda verdiği talimat yaşanan çağa uymak değil, yaşanan çağı Allah (c.c) nin emirlerine uydurmaya çalışmak olmuştur. Elçi kıssalarında ki mücadeleler hep bu kavganın bir sonucu olup yaşanan hayatın kurallarını kimin belirlemesi noktasında yaşanan kavgalar, bizleri bu kavganın hangi tarafında olmamız gerektiğini belirlememizi şart koşmaktadır.

Eğer bizler inandığımız sistemin hayata pratizesi anlamında bazı zorluklar ile karşı karşıya isek , inandığımız değerlerden vazgeçmek büyük bir hatadır. Eğer inandığımız sistem hayata pratize edilemiyor ise bunun hatasını inanç değerlerimizde değil , kendimizde aramak en doğru yol olacaktır.

Yaratılma amacımızı " Sadece Allaha kul olmak" şeklinde beyan eden Rabbimizin bize kulluk için çizdiği yoldaki bazı çakıl taşları veya dikenler eğer bizleri yolumuzdan alıkoyarak , düz veya dikensiz olduğunu düşündüğümüz başka yollara saptırırsa bu yolda yürümenin bedeli ahirette ağır olacaktır. Şurasını asla unutmayalım ki inandığımız değerleri hayata sistem olarak aktarmanın yolu önce bu sistemin kişisel bazdaki değerlerini kendi hayatımızda yaşamamızı gerektirir.

Kişisel bazda yaşanılmayan inanç değerleri , zamanla o kişiler tarafından toplum bazında yaşanılması gerekmeyen içi boş değerler olarak görülmeye başlanarak , o toplumun yaşadığı ve tarih boyunca elçiler ve kitaplar tarafından "Şirk" olarak bildirilen bir hayat tarzı, içselleştirilerek Allah (c.c) nin dininden fevc fevc kaçılarak başka dinlere yelken açılmaya başlanacaktır. 

Bizler hatayı önce kendimizde arama erdemini göstermeyerek , hatayı başkalarında bulup kendi hatamızı görmeye yanaşmadığımız müddetçe , kendimizi doğrultmak yerine yamukluklara uyarak o şekil bir hayat sürer isek, bu hayatın hesabının verilme vakti geldiği vakit geri dönerek hatalarımız telafi etme imkanımız asla olmayacaktır. 

Sonuç olarak ; Allah (c.c) bizlere tarih boyunca elçiler ve kitaplar göndererek , ona nasıl "Kul" olmak gerektiğini öğretmiştir. Bu gün onun vaaz ettiği kuralların yaşanabilirlilik noktasında ortaya çıkan düşüncelerin kaynağı o kitabın eksiği , Allah (c.c) nin hatası değil bizlerin yaşadığımız hayatı içselleştirmemizden kaynaklanan sorunlardır. Hatayı Allah (c.c) de aramak yerine önce kendimizde arayarak  "Nerede hata yapıyoruz?" sorusunun cevabını aramaya çalıştığımız  zaman önemli bir mesafe kat etmiş sayılacağız. 

Kur'an adındaki kitabın hayata dair söyledikleri uygulanamaz iddiasında isek , bu kitabı terkederek başka kitaplara tabi olmak zorunda kalacağımız muhakkaktır. "Kitapsızlık" gibi bir kavramın dünya üzerinde yaşayan hiç bir insan için geçerli olmayacağını hatırlatarak , Kur'anı hayat kitabı olarak görmek istemeyenler , başka kitapları hayat kitabı olarak görecekler , ve kitapsız ve dinsiz bir hayat yaşadıklarını sadece ZANNEDECEKLERDİR.

RABBİMİZ BİZLERİ İNANDIĞI DEĞERLERE SARILARAK BU DEĞERLERE SAHİP ÇIKAN ELÇİLERİN YOLUNDAN AYIRMASIN.


1 Ekim 2015 Perşembe

Muhammed (a.s) Tıp Doktoru mu idi ?

Alemlere rahmet ve hidayet kaynağı olan Kur'an kendisine indirilmesi sebebi ile, "Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya s. 107) hitabına mazhar olan Muhammed (a.s) ın bu misyonu zaman içinde ters çevrilerek , Alemlere rahmet olması durumu sadece şahsı ile sınırlandırılmış "Levlake levlak lema halaktül eflak" (Sen olmasaydın bu alemi yaratmazdım) hitabına !!! mazhar olan bir kişi haline getirilmiştir. 

Kur'an ile Muhammed (a.s) ın arasının ayrılması sonucunda, Kur'andan bağımsız bir kişilik haline sokulan elçi , sözleri ve fiilleri Kur'an ayetini nesh edebilecek derecede birisi haline getirilmiş , bütün yaptıkları ve söyledikleri "Vahy" olarak görülen bir kişi haline getirilerek onun elçi olmasından önce bir beşer olduğunun üstü örtülmüştür.

Bütün söyledikleri ve yaptıkları artık "Vahy" olarak görülmeye başlanan bir peygamberin, dünya hayatı ile ilgili söyledikleri de, yaptıkları da ilahi bir mesaj olarak görülmeye başlanmış, kendisini yaşadığı hayatın bilgi birikiminden soyutlamış ve o hayattan hiç bir şey öğrenmemiş bir peygamber portresi ortaya çıkmıştır. 

Ortak hafıza , veya bilgi birikiminin Muhammed (a.s) ın hayatındaki katkısı . 

[049.013] Ey insanlar! Muhakkak ki, Biz sizi bir erkek ile dişiden yarattık ve sizleri şubelere ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. Şüphe yok ki, sizin ind-i ilâhide en mükerrem olanınız en ziyâde müttakî olanınızdır. Muhakkak ki Allah Teâlâ alîmdir, habîrdir.

İnsanlar fıtrat olarak birlikte yaşama itiyadı içinde olan bir varlıktır. Yaşadıkları hayat içinde olan gereksinimlerimi sahip oldukları bilgilerin üzerine yeni bilgiler ekleyerek gidermeye çalışmak, bütün insanların takip ettiği bir yoldur. Bu gün insanlık olarak sahibi olduğumuz bilgiler binlerce yıllık insanlık tarihinin üyelerinin yaşadıkları zaman içinde ürettikleri bilginin bir ürünü olup kıyamete kadar gelecek olan insanlar , bu günkü bilgilerin üzerine yeni bilgiler ekleyerek bunu devam ettireceklerdir.

Hastalanmak, bütün insanlığın en önemli sorunlarından birisidir. Hastalıkların tedavi edilme yollarını aramak , ilk insanın hasta olması ile başlayan bir yol olup , bu gün hastalıkların tedavi edilme yöntemleri hakkındaki bilgi birikimimiz ilk insandan beri süregelen tedavi yöntemlerine yapılan bilgi eklemeleri sonucundadır.

Bu tarihi arka plan üzerinden gittiğimizde , Muhammed (a.s) ın doğduğu topraklar üzerinde yaşayan insanlar da , binlerce senedir süregelen insanlık tarihinin fertlerinden olup , hasta oldukları zaman kullandıkları yöntemler o zaman yaşayan insanların kullandıkları tedavi usulleridir. 

Muhammed (a.s) böyle bir ortam içinde doğmuş ve büyümüş bir kişi olarak yaşadığı çevrenin kültür ve bilgi birikimine sahip bir insandır. Onun "Elçi" olmuş olması , "Beşer" olmasına engel değildir. Onun yaşadığı hayat içinde karşılaştığı hastalık nevinden sorunlara getirmiş olduğu rivayet edilen çarelerin ,onun beşer olması öne çıkarılarak değerlendirilmeyip elçi olması öne çıkarılarak değerlendirilmeye çalışılması sonucunda "Tıbbı Nebevi" deyimi ortaya çıkarak, Muhammed (a.s) ın uyguladığı veya tavsiye ettiği rivayet edilen tedavi uygulamalarının insanlığın bilgi birikiminin bir ürünü değil sanki vahyi bir tavsiye olduğu düşüncesi hakim olmuştur.  

"Tıbbı Nebevi" nedir ?. 

Bu deyim Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde karşılaşılan hastalıklar ile ilgili söyledikleri veya yaptıklarını konu alan bir deyimdir. Muhammed (a.s) karşılaştığı hastalık nevinden sıkıntılara önermiş olduğu yol , insanlığın ortak hafızasının ve bilgi birikiminin bir ürünü olan "Kevni Ayetler" ile yapılmış olan tedavi usulleri olup maalesef sanki vahyi bir tedavi usulu gibi algılanarak muamele görmüş hala aynı muamele devam etmektedir. 

Örneğin "Hacamat" adı verilen tedavi usulu, binlerce yıllık bir geçmişe sahip olduğu halde, bu yöntemin Muhammed (a.s) a Cebrail tarafından öğretilen bir usul olduğu iddiası, onun beşer oluşunun biz Müslümanlar tarafından hazmedilememesinin en büyük göstergesidir. Bu usul ilk defa onun tarafından uygulanması diye bir durum asla söz konusu olamaz. Arap toplumundaki hacamat ve başka tedavi yöntemleri, binlerce yıldır geliştirilen tedavi yöntemlerinin o günkü bir uygulaması olup bunun dini yönden herhangi bir hüküm yoktur. Yapılmasının zararlı olduğunu iddia etmemekle birlikte bu uygulamayı "Sünnet" olarak görüp , sadece sünnete uymak adına yapmak aptalca bir düşünceden başka bir şey değildir. 

Muhammed (a.s) doktor mu idi ?. 

Muhammed (a.s) ın elçilikten önce ticaret ile uğraştığı, siyer kitaplarındaki bilgilerden bilinmektedir.  Onun insanlarla olan ilişkisi sonucunda , o insanların sahip olduğu bilgi birikimlerine onunda ulaşması anlamına gelir. Tedavi yöntemleri konusunda onun bu ilşkileri dikkate alınarak ,daha önce  bilinmeyen bir yöntemi uyguladığı veya tavsiye ettiği iddia edilmiş olsa bile , onun bu usulu vahy olarak aldığını değil insanlarla olan ilişkileri sonucunda elde ettiği bilgileri değerlendirmesi olarak okumak gerekmektedir.

Genel kanı olarak yaygın olan "Gayri metluv vahiy" düşüncesi bu konuda da devreye girmiş , Muhammed (a.s) ın insan olması ve yaşadığı zamanın bilgi birikimine sahip olması nedeni ile sahip olabileceği tedavi usulleri ile bilgiler sanki ona Cebrail tarafından indirilmiş bilgiler olarak kabul görmüş hala öyle devam etmektedir. 

Bazı televizyon kanallarında satılan çörek otu yağları ile ilgili yapılan reklamlara baktığımızda, bu facia net olarak ortaya çıkmaktadır. Muhammed (a.s) ın adını kullanarak ürünlerini satmak isteyen bu istismarcı guruh, ağına maalesef bir çok müslümanı düşürmüş , bu güruh  derdine çare arayan Müslümanlara ürünleri alarak  sevap işlemiş olacakları zannını vererek ceplerini doldurmaktadırlar. 

Tıbbı nebevi ile ilgili rivayetlerin, bizleri aslında şöyle bir bilgi ve kanaat sahibi yapması gerektirir idi ; Muhammed (a.s) yaşadığı zamanın şartları ve bilgisi dahilinde hastalıktan kurtulmak için üfürükçülere değil , kevni ayetlere sığınmayı tavsiye etmiş ve kendisi bunu uygulamış ve tavsiye etmiştir. Bizde onun bu örnekliğini dikkate alarak din tüccarlarının tavsiye ettiği yola değil onun yoluna yani tıp ilminin tavsiye ettiği tedavi yöntemlerine baş vurmalıyız. 

Ama maalesef öyle olmamış , onun kullandığı bu tedavi yöntemlerini kullanmak kişiyi sevaba sokacağı düşüncesi ile kullanılmaya başlanmış ve onun üzerinden büyük bir sektör oluşturularak istismar aracı haline getirilmiştir. 

Deve sidiği ile ilgili rivayet ve bunun üzerinden yapılan yanlışlıklar . 

Buhari ve bazı rivayet kitaplarında , Muhammed (a.s) ın bazı kimselere tedavi amacı ile deve sütü ve idrarı içmelerini tavsiye ettiğine dair kayıtlar mevcut olup , bu rivayetler günümüzde bazı kesimler tarafından sünnet olarak algılanarak bir başka kesimin alay konusu haline gelmektedir. Bu rivayeti eğer sahih olarak değerlendirirsek şunları söylemek mümkündür; 

Muhammed (a.s) ın hastalıkların tedavisi için kullandığı , bildiği ve tavsiye ettiği tedavi yöntemleri , o gün için bilinen , kullanılan ve tavsiye edilen bilgiler olup deve sidiğinin tedavi amaçlı kullanılıyor olmasına dayanarak böyle bir tavsiyede bulunmuş olabilir. Muhammed (a.s) ın yaşadığı toplum içindeki bilgileri kullanarak böyle bir tavsiyede bulunması, ehli hadis kesim tarafından evrensel bir bilgi , bir başka kesim tarafından alay konusu haline getirilmiştir. 

Her iki kesimin bu konudaki yaklaşımları yanlış olup, eğer böyle bir tavsiye varsa sadece tarihsel bir bilgidir ve bu gün için daha etkin tedavi yolları mevcut olup deve sidiğinin tedavi amaçlı kullanılmasına ihtiyaç yoktur.  

Atalar ile övünmek hastalığı olarak ifade edebileceğimiz , tarihteki Müslüman ilim adamlarının fen, matematik , fizik , kimya , tıp v.s ilim dallarında yapmış oldukları buluşlar, sanki onların bu yapmış oldukları buluşları ilk defa yapıyor ve kendilerinden önce bu konularda çalışma yapmış başka bilim insanlarından faydalanmamış gibi bir hava oluşturulmak istenmektedir. 

Müslüman bilim insanlarının yaptıklarını asla küçümsememekle birlikte onların yaptıkları şey , kendilerinden önce bu konularda çalışma yapmış bilim insanlarının ki bu insanlar başka dinlere mensupturlar , yaptıkları çalışmaların üzerine bir tuğlada onların koyması neticesindedir. 

Bu gün maalesef batının yaptığı bilimsel çalışmalar karşısında sadece, "ne olacak canım bunları yüzlerce yıl önce müslümanlar bulmuş" demekten başka bir söz bulamamaktayız. Maalesef , yüzlerce yıl önce Müslüman bilim insanlarının yapmış oldukları çalışmaları devam ettirerek dünya üzerinde söz sahibi olmak gibi bir düşünce olmadan sadece geçmişteki fotoğraflarla avunmaya çalışan terkedilmiş aşıklar misali yerimizde saymaktayız. 

Sonuç olarak ; Muhammed (a.s) tıp doktoru değil , şirk hastalığına tutulmuş olanlara şifa olacak bir kitabın elçisidir. Beşer olması nedeni ile yaşadığı zaman içerisindeki hayatın bilgisi ile kendisi de donanmış olup , tıp konusundaki rivayet edilen bilgiler , onun bu bilgileri elçi olması nedeni ile değil , insan olması sayesinde yaşadığı hayattan edinmiş olduğu tecrubi bilgiler sayesindedir. Bu nedenle, "Tıbbı Nebevi" şeklinde bir deyimin kullanılması doğru bir yaklaşım değildir. Bu deyimin kullanılma sebebi , Muhammed (a.s) ın beşer yönünün dikkate alınmaması veya beşer olduğu gözden tutulmak istenilmesi nedeniyledir.Bazılarımızın hoşuna gitmese de Muhammed (a.s) ın beşer olma yönü ve yaşadığı zaman içindeki bilgileri kullandığı hiç bir zaman göz ardı edilmemelidir. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.