Ayeti: etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ayeti: etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Mayıs 2017 Cuma

Tevbe s. 40. Ayeti: Üzülme Allah Bizimledir Diyen Resulün, Üzülme Gavslar Kutuplar Bizimledir Diyen Ümmeti

Allah (c.c) tarih boyunca gönderdiği elçileri ve kitapları aracılığı ile, insanlara kendisinden başkasının İlah ve Rab olarak tanımayan bir hayat sürmelerini hatırlatmış, bu hatırlatmalara kulak asmayanları ise ebedi cehennem ile tehdit etmiştir. Kuran içindeki bir çok kıssa ile, Şirk olgusunun insan ve toplum hayatı içinde nasıl yer bulduğunu canlı örneklerle göstererek, bu toplumların dünya hayatındaki feci akıbetlerini bildirerek, aynı sona uğramamamız için bizleri uyarmıştır. 

Bunca uyarıya rağmen şirk bir çok Müslümanın hayatında yer bulmuş, özellikle tasavvuf merkezli İslam anlayışının temelini bu kavram dahilinde yapılan yanlışlar oluşturmuştur. Tasavvuf merkezli din anlayışında temel nokta, ölü veya diri kişilerden medet beklemek şeklinde gerçekleşmektedir. Şirk olgusu tasavvuf içinde öyle kemikleşmiş bir hal almıştır ki, tevhidin dışlandığı, şirk'in hakim olduğu bir anlayış Gerçek Din bu dur şeklinde insanlara sunulmaktadır. 


Abdülkadir Geylani ismi, bu noktada zirve yapmış bir isim olarak tasavvuf merkezli şirk anlayışının merkezine oturtulmuş, Yetişşşşş Yaaaa Geylaniiiii denildiğinde her ne olunursa olunsun müritlerinin yardımına koştuğu inancı yerleştirilmiştir. Bizlere her konuda örnek olması gereken Muhammed (a.s) ın başı dara düştüğünde ne yaptığı masal haline getirilerek insanlara anlatılmak sureti ile, asıl önemli olan Allah'ın kullarına olan yardımı atlanmıştır. 

 [009.040] Eğer siz ona  yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder. Hani o kâfirler, onu Mekke'den çıkardıkları vakit sadece iki kişiden biri iken, ikisi de mağarada bulundukları sırada arkadaşına «Üzülme Allah bizimledir.» diyordu. Allah onun kalbine sükûnet ve kuvvet indirmişti ve onu görmediğiniz bir orduyla desteklemişti. Kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan Allah'ın kelimesidir. Ve Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.

Tevbe s. 40. ayeti, Muhammed (a.s) Mekke'den Medine'ye hicret ederken saklandığı mağaradaki bir olayı anlatmaktadır. Mağarada sıkıntılı anlar geçiren Muhammed (a.s) ve arkadaşı, sığınılacak tek mercinin Allah (c.c) den başkası olmadığını bilerek arkadaşına Üzülme Allah bizimledir diyerek ona moral vermektedir. Muhammed (a.s) ın bu sözü, başı dara düşenlerin kimden yardım istemeleri gerektiği konusunda çok önemli mesajlar vermektedir. 

[001.005] Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.

Namazlarda defalarca tekrar edilen bu ayet, maalesef bir çok Müslümanın hayatında yer bulmamakta, başı dara düşene tabi oldukları Gavsların ve Kutupların yardım edeceği inancı yerleştirilerek, şirk batağının tam ortasına düşürülmüştür. Abdülkadir Geylani'yi çağırmak için icat edilmiş duaların bile olması, şirk maskaralığının nasıl zirve yaptığının bir göstergesidir.

Bu noktada adı geçen bu isimlerin yardımının Allah'ın izni ile olduğu gibi ortaya atılacak iddia ve itirazlar, yine şirk inancını savunmak anlamına gelmekten öteye geçmeyecektir.  Hiç bir kulu ile yetki paylaşımı yapmayacağını, kullarına kendisine dua ettiklerinde icabet edeceğini bildiren Rabbimiz, neden bazı kullarını araya sokarak ondan yardım talep etmemizi istesin?. Bir çok Kur'an ayeti, Allah ile kul arasına sokulan aracıların insanları şirke düşürdüğünü haber vermek sureti ile bizleri bunlardan men etmektedir. 

[039.003] [E0] İyi bil ki Allahındır ancak halîs din, onun berisinden bir takım veliylere tutunanlar da şöyle demektedirler: biz onlara ıbadet etmiyoruz, ancak bizi Allaha yakın yaklaştırsınlar diye, şübhe yok ki Allah onların aralarında ıhtilâf edip durdukları şeyde hukmünü verecek, her halde yalancı, nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz

Buradan, Gavs, Kutup, Şeyh lakaplı ölü veya diri olan insanların başı dara düşenlere Yetişşş yaaa ........ denildiğinde yetiştiğine inanan, ve böyle nidalarla seslenerek yardım isteyenlere bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz.

Sizlere Gerçek Din bu dur diyerek, başınız dara düştüğünüzde bazı kimselerden medet istenilebileceğini söyleyen kimseler, sizlere yalan söylemektedirler. Eğer böyle bir yol doğru ve gerçek olsaydı, Muhammed (a.s) hiç çalışmaz, çabalamaz oturduğu yerden her şeyi halledebilirdi. Mekke ile Medine arasında günlerce yol kat etmez, sıkıntılar çekmez bir anda uçar ve Medine'ye varırdı. 

İşin kötüsü, içinde bulunduğunuz ve doğru zannettiğiniz inanç, apaçık bir şirk inancı olup, hayatta iken tevbe edip dönülmediği takdirde, ahiretteki karşılığın ebedi cehennem olduğunu gördüğünüz anda, geri dönüş artık mümkün olmayacaktır. Amacımız, bu düşüncelere sahip olanları Kafir, Müşrik olarak tekfir ve tahkir etmek değildir. Amacımız, içinde bulunduğunuz yanlışa dikkat çekerek şirk işlemekten dönmenize vesile olmaya çalışmaktır. 

[032.012]  Suçluları Rablerinin huzurunda, başları öne eğilmiş olarak: «Rabbimiz! Gördük, dinledik, artık bizi dünyaya geri çevir de iyi iş işleyelim; doğrusu kesin olarak inandık» derlerken bir görsen!

[023.099-100] Onlardan birine ölüm gelince: «Rabbim! Beni geri çevir, belki, yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim» der. Hayır; bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir engel vardır.

Rabbimiz bizleri, hayatta iken yaptıklarından pişmanlık duyarak, dünyaya geri dönmek isteyen kullarından kılMAsın.

4 Mayıs 2017 Perşembe

Tevbe s. 30. Ayeti: Üzeyr ve İsa'yı Allah'ın Oğlu, Muhammed'i Allah'ın Habibi Yapan Yahudi Hristiyan ve Müslümanlar

Kur'an'daki bazı ayetler, Yahudi ve Hristiyanların yapmış olduğu bazı yanlışlara dikkatimizi çekmektedir. Kur'an'ın, bu toplulukların yaptıkları yanlışlara dikkatimiz çekme sebeplerinden birisi, o yanlışlara biz Müslümanların da düşmemesi gerektiği hususunda hatırlatmalarda bulunmaya yöneliktir.

[009.030] Yahudiler, «Üzeyr Allah'ın oğludur» dediler; Hıristiyanlar, «Mesih Allah'ın oğludur» dediler. Bu, daha önce inkar edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah onları yok etsin, nasıl da uyduruyorlar!.

Tevbe s. 30. ayetinde, Yahudilerin Üzeyr (a.s) için, Hristiyanların ise İsa (a.s) için, Allah'ın Oğlu sözünü kullandıkları ifade edilerek, onların bu iddiaları Allah (c.c) tarafından sert bir biçimde ret edilmektedir. Yahudi ve Hristiyanların bu iki beşer için neden böyle bir ifade kullandığı, neden bu iki beşere böyle bir paye vermek ihtiyacı duydukları üzerinde tefekkürde bulunarak, aynı yanlışa düşmemek konusunda hassasiyet göstermesi gereken biz Müslümanlar, elçileri yarıştırmak hastalığının bir uzantısı olan, Allah'ın kulu ve elçisi olan Muhammed (a.s) ı Allah'ın Habibi ilan ederek, onlardan aşağı kalmadığımızı göstermekteyiz. Hatta bazı Kur'an meallerinde Habibim de ki şeklinde ifade kullanılarak, bu ifadeyi sanki Kur'an'danmış gibi göstermek cüretine düşenler dahi bulunmaktadır.

İsa (a.s) ın bir elçi olduğu konusunda Kur'an'dan bilgi sahibi olmakla birlikte, Üzeyr (a.s) ın kim olduğu konusunda herhangi bir bilgi Kur'an'da yoktur. Fakat bazı rivayetler onun da elçi olduğunu söylemektedir. Bu iki insanın ortak yönü, Allah'ın insanlara olan mesajını iletmek gibi bir göreve sahip olmalarıdır. Biz gibi bir beşer olan iki insana, neden uluhiyet yüklenerek Allah'ın Oğlu mertebesine çıkarıldığı sorusuna cevap aramaya çalışırsak şunları söylemek mümkündür.

Allah ile aldatmanın, insanlığın kadim bir hastalığı herkesçe malumdur. İnsanlar üzerinde hegemonya oluşturarak, onları maddi ve manevi yönden sömürmenin en kolay yolu, buradan geçmektedir.

Bu iki beşere uluhiyet yüklenmesinin amacı , kişi merkezli din anlayışının ortaya çıkmasını sağlayarak, bu kişilerin toplum içindeki değerlerinin istismar edilmek sureti ile, onlar üzerinden insanları aldatmaktır. Elçi ve vahiy merkezli din anlayışında öne çıkan nokta kişiler değil, onlar tarafından gelen mesajlardır. Ancak bu mesajlara uymamayı ilke edinen kimseler, mesajı kendilerine uydurmak yolunu seçmektedirler. 

Mesajı kendilerine uydurmayı amaçlayan kişilerin en başta gelen silahları, Allah'ın elçilerinin vefatından sonra, onlar adına sözler uydurmaktır. Elçiler adına sözler uyduran bu insanların uydurduklarının toplum içinde kabul görmesi için, elçilerin Allah (c.c) ile olan ilişkilerinde yeniden düzenlemeler yapmak başta gelen bir husustur. Elçilerin beşer olmasının onlar için büyük bir engel teşkil etmesinden dolayı, elçiler Allah (c.c) ile aynı konuma çıkarılarak, onlar adına uydurulan sözler artık Allah'ın sözleri ile eşit haline getirilmiştir.

[009.031] Onlar Allah dışında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı ilah edindiler. Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti.

Devam eden ayet, Yahudi ve Hristiyanların Allah ile aldatmayı nasıl yaptıklarını bildirmektedir. Bu kadar ayete rağmen, bu kadim hastalık biz Müslümanlar içinde de rağbet görmüş, beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) ilah konumuna çıkarılarak, söylediği rivayet edilen sözlerin Kur'an ile eşdeğer olduğu inancı ortaya atılmış, bu inanç Müslümanlar nezdinde büyük ölçüde rağbet görerek, elçi üzerinden insanlar aldatılmaya çalışılmış, halen de çalışılmaktadır.

Allah (c.c) nin elçileri olarak Allah (c.c) nin onlar indirdiği vahye aykırı söz ve fiilde bulunmaları imkansız olan bu elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın söylediği rivayet edilen sözlerin bir çoğunun Kur'an ile taban tabana zıt olması, ve bu sözleri toplandığı külliyatın sorgulanmasının dahi yasak olması ne ile izah edilebilir?.

Bir satıcı pazara getirdiği malının sağlamlığından emin ise, o malın her türlü kontrolünün yapılmasına hiç bir şekilde itiraz etmez, itiraz etmediği gibi, bu denetlemenin yapılmasını kendisi talep eder. Hadis külliyatını pazara getirilmiş bir mal olarak misallendirecek olursak, bu malın denetiminin Kur'an ile yapılmasına, bazı kimseler tarafından var güçleri ile neden karşı çıkıldığını anlamamak zor olmayacaktır.

Muhammed (a.s) ı sevmek ve ona saygı duymak, her Müslümanın olmazsa olmazlarındandır. Bu durumu fırsata çevirmek isteyen maneviyat rantçıları, insanlar üzerindeki hegemonyalarını sürdürmek için onu kullanmışlar, halen de kullanmaktadırlar. Allah'ın beşer cinsinden bir elçisi olan kimseyi Allah ile eşit konuma getirerek, ona atfen bazı sözler uydurmak sureti ile din ve iman kaideleri uydurmak sureti ile sahte din ortaya atmak, ancak insan şeytanlarının aklına gelebilecek cinsten işlerdendir. 

Üzeyr ve İsa (a.s) ların ilaha denk bir konuma yerleştirilmeleri, insanların başlarındaki liderlere karşı olan yanlış tutumlarının da bir yansımasıdır. Bu kimseler Allah'ın mesajını iletmekle görevli kimseler iken, mesajın değil onu getirenlerin öne çıkarılması, diğer insanlara da  ilahi bir misyon yüklenmesini beraberinde getirmiştir.

[003.144] Muhammed, sadece resuldür, elçidir. Nitekim ondan önce de nice resuller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidâyetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.

Al-i İmran s. 144. ayeti bizlere bu konuda önemli bir yol işaretidir. Elçilerin bütün insanlar gibi ölümlü olduğu, onlar ölse bile onların başlattığı hareketin ölmeyeceği belirtilerek, asıl olanın onlar değil, onların başlattıkları hareket olması gerektiği vurgulanmaktadır.

Sonuç olarak; Kur'an İsa (a.s) a yüklenen ilahlık mertebesinin Hristiyanları ne hale getirdiğini bir çok ayetinde haber vererek, aynı yanlışa düşülmemesini hatırlattığı halde, maalesef aynı yanlışa biz Müslümanlar da düşmüş, Muhammed (a.s) ilahi bir konuma yükseltilmiştir. Böyle bir konuma yükseltilen elçinin söylemediği sözler onun adına söylenmiş olduğu rivayet edilerek, vahiy merkezli bir din yerine elçi merkezli bir din yerleştirilmiştir. 

Kişi merkezli bir din haline getirilen İslam adına ortaya çıkan bir çok kimse de maalesef aynı konuma çıkarılmış, İslam adına ortaya çıkan hareketler zaman içinde kişilerin ve onların çevrelerindeki insanların maddi ve manevi olarak nemalandığı bir alan haline sokulmuştur. Bu durumun ortadan kalkması ancak vahyin öne çıkarıldığı, kişilerin yaptıklarının vahye göre değerlendirildiği, kimsenin ilahi bir konuma yükseltilmemesi ile mümkün olacaktır. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

19 Nisan 2017 Çarşamba

Maide s. 119. Ayeti: Doğrulara Doğruluklarının Fayda Verdiği, Kimsenin Kimseye Şefaat Edemediği Bir Gün

Kıyamet gününde başta Muhammed (a.s) olmak üzere, bazı kimselere Allah (c.c) tarafından şefaat etme hakkı verilerek, cehenneme girmeyi hak etmiş bazı kimselerin ateşten kurtulmalarını sağlayacaklarına dair olan inanç, İslam düşüncesi içinde neredeyse imanın bir şartı haline getirilerek, itiraz edilmesi bile yasak olan bir duruma sokulmuştur. 

Rivayetler kanalı ile gelen bilgilerde, Muhammed (a.s) ın hesap gününde şefaat yetkisine sahip olacağına dair rivayetler, marka haline gelmiş ve muhteviyatının sorgulanması dahi yasak olan Buhari, Müslim gibi hadis kitaplarında yerini almış, Kur'anın bu konuda söyledikleri ne yazık ki geriye atılmış veya rivayetler doğrultusunda yorumlanmış sureti ile anlam tahrifine uğratılmıştır. 

Kur'an içindeki şefaat konulu ayetler, müşriklerin bu konudaki inançları ret etmek üzerine kurulu olmasına rağmen, rivayetler bu konuda baskın çıkarak, bu konudaki Kur'an ayetlerinin üzerini örtmüştür. Bu yazımızda belki şefaat konusu ile alakası olmadığı düşünülebilecek bir ayet olan Maide s. 119. ayetinin üzerinde durarak, rivayet kitaplarında yer alan uydurma kıyamet sahnelerine karşı, Ahsenel Hadis olan Kur'an'daki kıyamet sahnelerindeki İsa (a.s) ın sorgulanma sahnesinde geçen konuşmaları ele alarak, kıyamet gününde kişilere neyin faydası olacağını öğrenmeye çalışacağız.

[005.116] Allah: «Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve annemi Allah'ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?» dediğinde: «Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen'de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sen'sin Sen.»

[005.117] «Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) 'Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahidim. Benim (dünya) hayatıma son verdiğinde, üzerlerindeki gözetleyici Sen'din. Sen her şeyin üzerine şahid olansın.»

[005.118] «Onlara azabedersen, doğrusu onlar Senin kullarındır; onları bağışlarsan, Güçlü olan, Hakim olan şüphesiz ancak Sensin.»

Maide s. 116. ve 117. ayetlerde Allah (c.c) tarafından İsa (a.s) ın sorgulanma sahnesinde geçen konuşmalardan sonra, 118. ayette İsa (a.s) ın söylediği sözlere karşılık Allah (c.c) tarafından verilen cevap, kıyamet gününde kişilerin değil, dünyadan getirilen amellerin fayda edeceğini bildirmesi bakımından dikkat çekicidir.

Rivayet kitaplarındaki kıyamet günü ile ilgili bazı rivayetlerde, bu sahnenin bir benzeri Allah (c.c) ile Muhammed (a.s) arasında gerçekleşmekte, Muhammed (a.s) ın Ümmetim ümmetim diyerek başını secdeden kaldırmadığı, Allah ile bir takım pazarlıklara girdiği anlatılmaktadır. Muhammed (a.s) gibi bir elçi olan İsa (a.s) ın sorgulanması ile ilgili ayetler, bu rivayetleri yalanlamaktadır.

[005.119] Allah, «Bu, doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür; ebedi ve temelli kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetler onlarındır. Allah onlardan hoşnud olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnud olmuşlardır, bu büyük kurtuluştur» dedi.

Ayet içindeki, "Bu, doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür" cümlesini tersten okuyacak olursak, kimsenin kimseye faydası olmadığı bir gündür anlamı çıkar, ve bu anlam başka ayetlerle de desteklenmektedir. 

[002.048] Ve kimsenin kimseden bir şey ödeyemeyeceği, kimseden şefaatin kabul olunmayacağı, kimseden fidyenin alınmayacağı ve kimsenin kurtarılamayacağı bir günden sakının!

[002.123] Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden korunun.

[002.254] Ey inananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımızdan hayra sarfedin. İnkar edenler ancak yazık edenlerdir.

[026.88-89] O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selimle gelmiş olan başka.

[050.031-33] Ve cennet muttakîler için uzak olmaksızın yaklaştırılmıştır.İşte bu, sizin vaadolunduğunuz şeydir, her bir tevbekar olan (vazifesini) muhafaza eden için. Rahmân'a gıyaben korku duyan ve hakka müteveccih bir kalb ile gelen kimseye (mahsus) bir cennettir.

Kur'an içindeki daha bir çok ayet, kıyamet gününde kişiye sadece dünya hayatında yapmış olduğu amellerin fayda edeceğini beyan etmesine rağmen, bazı kişilerin devreye girerek şefaat yetkisine sahip olacağı ve ateşi hak etmiş kişileri ateşten kurtaracakları düşüncesi Kur'an ile asla uyuşmayan bir düşüncedir. 

 [039.019-20] Hakkında azap sözü gerçekleşmiş kimseyi, ateşte olanı sen mi kurtaracaksın? Ancak Rablerinden korkup-sakınanlar ise; onlar için yüksek köşkler vardır, onların üstünde de yüksek köşkler bina edilmiştir. Onların altında ırmaklar akmaktadır. (Bu,) Allah'ın va'didir. Allah, va'dinden dönmez.

Bu noktada şefaat hakkının kafirler için değil, Müslümanlar için olduğu söylenerek itiraz edilebilir. Neresinden tutsanız elinizde kalacak cinsten gariplikler içeren bir konu olan şefaat etme ve edilme hakkının, kıyamet gününde Müslüman olarak gelen bir kimse, yani ateşe girmeyecek bir kimse için ne işe yarayacağı, zaten cenneti hak etmiş bir kimsenin şefaate ihtiyacı olabileceği sorusuna nasıl cevap verilebilir?.

Bu soruya şayet, Günahkar bir Müslümanın günahlarının cezasını çekmek için geçici bir süre için cehenneme gireceği, şefaat hakkının bu durumda olan kimseleri cehennemden kurtarmak için kullanılacağı şeklinde bir cevap verilecek olursa, bu iddianın da çürük bir iddia olduğu görülecektir. 

Cehennemden çıkışa delil olarak gösterilen Meryem s. 71. ayeti, bağlamından koparılarak şefaat düşüncesine alt yapı hazırlanmak amacı ile okunduğu için, öyle bir düşünce ortaya atılmış, eğer bu ayet Meryem s. 66. ayetinden başlayan bağlamı dahilinde okunacak olursa gerçek ortaya çıkacak, ve cehenneme herkesin değil, yeniden dirilişi inkar eden kafirlerin gireceğinden bahsettiği görülecektir.

Burada dikkat çekmesi gereken konulardan bir tanesi, rivayetler ile Kur'an'ın bu konuda birbiri ile çelişmesidir. Buhari ve Müslim gibi hadis kitaplarında Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) ile pazarlık etmesini konu alan rivayetler mevcut iken, Kur'an'da İsa (a.s) ın böyle bir pazarlık içine girmediği görülmektedir. İsa (a.s) a verilmeyen böyle bir yetkinin, Muhammed (a.s) a verileceği iddia edilecek olursa, bu iddia peygamberler arası ayrımcılıktan başka bir anlama gelmeyecektir.

Sonuç olarak; Kur'an tarafından müşrik inancı olduğu gerekçesi ile ret edilen ve o konudaki bütün ayetler bu yanlış inancı ret etmek amacına dayalı olduğu halde, rivayet kültürünün etkisi ile İslam inancı haline gelmiş olan şefaat düşüncesinin, Maide s. 119. ayetinde gerçek bir kıyamet sahnesinde nasıl ret edildiğini okumaya ve anlamaya çalıştık. 

Buhari, Müslim gibi rivayet kitaplarında uydurma kıyamet sahneleri düzenlenerek, Muhammed (a.s) ın ümmetini almadan cennete gitmeyeceğini bildiren haberlerin, Kur'an ile taban tabana zıt olduğu aşikardır.

Bütün bunlardan sonra hala başta Muhammed (a.s) olmak üzere, tabi oldukları Şeyh, Gavs gibi ünvanlar takılmış kimselerin böyle bir yetkiye sahip oldukları düşünülecek olursa, gerçeklerin ortaya çıktığı kıyamet gününde bunu anlamanın bir faydası olmayacaktır.

Herkes cenneti de , cehennemi de dünya hayatında yaptığı amelleri ile dünyada kazanmakta olup, kıyamet gününde kendisi gibi bir insan olan kimselerden fayda beklemesi boş bir beklentiden ibarettir. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

13 Nisan 2017 Perşembe

Maide s. 97. Ayeti: Toplumun Ayakta Durmasına Vesile Olan Ortak Değerler

İnsanların fıtri bir özelliği olan birlikte yaşam sürme ihtiyacı, bu birlikteliğin devamına vesile olması için bazı ortak değerlere sahip olmalarını da gerektirmiştir. Müslüman veya Kafir hangi topluluk olursa olsun bütün toplumlar, kendilerini ayakta tutacak, ve birbirleri ile kenetlenmelerini sağlayacak olan bazı ortak değerler üretmiş, ve bu ortak değerlere bağlı kalmak sureti ile hayatiyetlerini devam ettirmeye çalışmaktadır. 

Konuya biz Müslümanlar açısından baktığımızda, bizlerin de birlik ve beraberlik içinde olması gerektiğine dair emirler Kur'an içinde mevcut olup, bu birlikteliğimizin sürmesini sağlayan belirli zaman ve mekanda yapılan bazı kulluk görevleri, Allah (c.c) tarafından bizlere emredilmiştir. Hac, insana kulluğunu hatırlatan, aynı zamanda belirli bir mekan ve zamanda toplu olarak yapılan bir ibadet olması hasebiyle, Müslüman topluluğun ayakta durmasına, birlik ve beraberliğini hatırlamasına vesile olan bir ibadet olarak atamız İbrahim (a.s) dan beri icra edilegelmektedir. 

Kur'an içinde bir çok ayet Hac ibadetinin fıkhi ve sosyal boyutu hakkında bilgi vermekte olup, Maide s. 97. ayeti bunlardan bir tanesidir. Yazımızda, bu ayet içindeki bilgileri dikkate alarak Hac ibadetinin nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde tefekkürde bulunmaya gayret edeceğiz.

[005.097]  Allah, Beyt-i Haram (olan) Kâbe'yi insanlar için bir ayaklanma (kıyam evi) kıldı; Haram Ay'ı, kurbanı ve boyunlardaki gerdanlıkları da. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah'ın gerçekten her şeyi bilen olduğunu bilmeniz içindir.

Maide s. 97. ayetinde geçen  Kabe, Haram ay, Kurban, Hac ibadeti ile ilgili olan kelimelerdir. Ayet içindeki Kıyamen kelimesi, Hac ile ilgili olan menasıkin, toplum dinamikleri açısından ne anlama geldiğini anlamak noktasında anahtar bir kelimedir. Bu kelimenin anlaşılması, Hac ibadetinin kuru bir ritüeller manzumesi olmadığını, toplumun ayakta kalması için gerekli olan dinamikleri içinde barındırdığını göstermektedir. 

Haram Aylar, bilindiği üzere Hac ile yakından alakalı olup, Hac için yola çıkan insanların güven ve emniyetinin sağlanması amacı ile, bu 4ay (Zilkade, Zilhicce, Muharrem - Recep) içinde savaşlara ve kan dökmeye ara verilirdi. İnsanlar bu aylar içinde Hac ve Umre için yola çıkar, ticaret ve ibadet maksatlı olarak Mekke'ye gider ve orada ibadet ve maddi yönden menfaatlerini de temin ederek yurduna geri dönerdi. 

Haram aylar içinde savaş yapmamak demek, Hac yolunun emniyeti açısından hayati önem arz eden bir durumdur. Bu aylar içinde kan dökülmemesi gerektiğine dair olan inancın bütün kabileler tarafından yerine getirilmiş olması, insanların Hac için Mekke'ye gelmelerinin yolunu açmakta, bu yolla insanlar birbiri ile, insan olmanın gerektirdiği ihtiyaçlarını gidermekte idi. İnsanların birbirlerinden menfaatler sağlaması, öncelikle menfaat sağlanacak mekana giden yolların açık olmasını gerektirmesinden dolayı, haram aylar içinde savaşa ve kan dökmeye ara verilerek Hac yolunun emniyet ve güven içinde açık olması, Mekke'ye gelen insanlar için önem arz etmektedir.

[022.026]  Hani İbrahim'e: Bana hiç bir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyama duranlar, rüku edenler ve secdeye varanlar için evimi temiz tut, diye Kabe' nin yerini hazırlamıştık.
[022.027]  İnsanlar için haccı ilan et. Gerek yaya, gerek arık binekler üzerinde uzak vadiden ve yollardan sana gelsinler.
[022.028] Taki kendi menfaatlerine şahid olsunlar; Allah'ın onlara rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O'nun adını ansınlar. Siz de bunlardan yiyin, çaresiz kalmış yoksulu da doyurun.
[022.029]  Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Kabe'yi tavaf etsinler.
[022.030]  İşte böyle. Kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse, bu Rabbinin katında kendi iyiliğinedir. (Haram olduğu) size okunanlar dışında kalan hayvanlar, size helal kılındı. O halde pis putlardan sakının; yalan sözden kaçının.
[022.031]  Allah'a ortak koşmaksızın O'na yönelerek pis putlardan kaçının, yalan sözden çekinin. Allah'a ortak koşan kimse, gökten düşüp de kuşların kaptığı veya rüzgarın bir uçuruma attığı şeye benzer.
[022.032] İşte böyle; kim Allah'ın şiarlarını yüceltirse, şüphesiz bu, kalblerin takvasındandır.
[022.033]  Onlarda sizin için adı konulmuş bir süreye kadar yararlar vardır. Sonra onların yerleri Beyt-i atik'tir.
[022.034]  Biz her ümmet için bir «Mensek» kıldık, O'nun kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine Allah'ın adını ansınlar diye. İşte sizin ilahınız bir tek ilahtır, artık yalnızca O'na teslim olun. Sen alçak gönüllü olanlara müjde ver.

Hac ile ilgili Kur'an ayetlerini okuduğumuzda, gözümüzde çarpan önemli hususlardan bir tanesi, bu ibadetin sadece bir takım ritüellerin yerine getirilmesi olmadığını, Menfaat kelimesinin en geniş anlamı olan her türlü ihtiyacın giderilmeye çalışılmasını anlayabilir, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için ticari faaliyetlerin de yürütülmesine izin verildiğini görebiliriz. İnsanların birbirleri ile karşılıklı menfaatler içinde olmaları, onların birbirleri ile barış içinde yaşamalarına, ve toplumun ayakta kalmasına sebep olan en önemli bir etkendir. Hac ibadeti işte bu barışı sağlayan önemli etkenlerden biri olarak Müslüman toplumun ayakta kalmasına vesile olan ortak değerlerden bir tanesidir.

[022.036] İşte kurbanlık deve ve sığırları Allah'ın size olan nişanelerinden kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Bağlı halde keserken üzerlerine Allah'ın adını anın. Yan üstü düşüp ölünce onlardan yiyin, isteyene de istemeyene de verin. Şükredersiniz diye onları böylece sizin buyruğunuza verdik.

Hac ibadetinde yapılan kurban kesme ritüeli sadece kuru bir kan dökme ritüeli değil, kesilen hayvanların etlerinin dağıtılmak sureti ile, insanlar arasında sevgi bağı kurulmasına sebep olan bir ibadettir. Kurban keserek Allah'a yaklaşmak demek, sadece o hayvanların kanlarını akıtmak değil, o hayvanların etlerinin ihtiyacı olan insanlara dağıtmak sureti ile, insanlar arasında köprüler oluşturmaya, bu suretle toplumun fertlerinin birbirleri ile daha yakın ilişkiler kurmasına vesile olmak anlamına gelmektedir. 

Bu noktada İbadet  kavramının ne demek olduğu daha net ortaya çıkacaktır. Allah'a ibadet etmek demek sadece belirli zaman ve mekanlarda yapılan bir takım ritüelleri şuursuzca tekrarlamak değil, aynı zamanda toplumun ayakta kalmasına sebep olan unsurları da ihtiva etmektedir. Bugün biz Müslümanlar tarafından Hac ibadetinin sadece kuru ritüeller olarak sınırlandırılmış olması, bu ibadet vesilesi ile ortaya çıkması gereken ve toplumun daha diri, daha canlı, birbirini seven, sayan ve kulluk bilincinin şuuruna vakıf olmuş insanlardan oluşmasına engel olmaktadır. 

Müslümanlar arasında ibadet kavramının Kur'an'i boyutundan uzaklaştırılarak, Hristiyanca bir boyutta anlaşılıyor olması, İslam'ı maalesef tapınaklara hapsedilen bir din haline getirmiş, yapılan ibadetler sadece sevap almak amacına indirgenmiştir. Halbuki ibadet denildiği zaman aklımıza ilk gelen şey belirli sayıda bazı şeyleri tekrarlamak sureti ile kaç sevap alınacağı yerine, toplumu ayakta tutan ortak değerler akla gelmiş ve bu noktada bir ibadet şuuru geliştirilmiş olsaydı, biz Müslümanlar dünyanın parmakla gösterilen örnek bir topluluğu olarak, diğer insanlara karşı olan şahitliğimizi de yerine getirmiş olabilirdik. 

Bu noktada son yıllarda Kur'an merkezli İslam söylemi etrafında geliştirilmiş olan ve Hac ibadeti ile ilgili düşüncelere değinmek istiyoruz. Bazı kimseler tarafından Namaz, Hac, Oruç gibi ibadetlerin Kur'an tarafından emredilmediği, hatta bunları yerine getirmenin şirk !! olduğu gibi düşüncelerin dile getirilmeye çalışıldığı, konu ile alakalı olan kimselerin malumudur. 

Yerleşik uygulamalardaki yanlışlıkların kalkan edilerek, bu gibi ibadetlerin ret edilme yoluna gidilmesi doğru bir düşünce değildir. Ancak bu ibadetlerin toplumun ayakta kalması için gerekli olan ortak değerlerden olduğunu dikkate alarak, bu iddiayı değerlendirdiğimizde, bu iddiaların altında şeytani bir planın yattığını anlamak güç olmayacaktır. Bir toplumu yıkmanın yollarından birisi, o toplumu ayakta tutan değerlerin o toplum tarafından mehcur bırakılması, veya içinin boşaltılarak anlamsız bir hale getirmek olduğunu dikkate aldığımızda, bizi ayakta tutan her değerin mehcur bırakılması için yapılan çalışmaların ve üretilen düşüncelerin, samimi düşünceler olmadığını anlamak mümkündür.

Bu düşüncelerin Kur'an Merkezli İslam söylemi adı altında üretilmesi bizleri yanıltmamalı, bu gibi düşünceleri üreten insanların Çağdaş Samiriler  olduğu unutulmamalıdır. Allah'a karşı yapılan ibadetleri sadece onunla kulu arasındaki mistik bir ilişki olarak görmeyerek, bu ibadetlerin sosyal boyutları olduğunu düşünmek sureti ile bu ibadetlere karşı bir bakış açısı geliştirmek, bu ibadetlerin tapınak ibadeti olmaktan çıkmasına, insan ilişkileri ile direk bağının kurulmasına, ve toplumun ayakta kalması için gerekli olan ortak değerler olarak görülmesine sebep olacaktır.

Hac konusunda yapılan bir ve hatalı olduğunu bir düşünce de şu dur; Hac sırasında Mekke'de meydana gelen izdiham ve bu izdihamın sebep olduğu ölüm olayları gündeme gelmekte, Haccın bilinen aylarda olduğu ayetine dayanılarak, bu ibadetin belirli aylara yayılmasının bu izdihamı önleyeceği iddia edilmektedir.

Hac organizasyonununda yapılan bir takım hatalar yüzünden izdiham olması, ve bu izdihamda ölüm olaylarının meydana gelmesi, üzüntü verici bir durumdur. Ancak bu durumun önlenmesi için Hac ibadetinin başka aylara yayılmasının düşünülmesi, bu ibadetin ruhuna aykırı düşecektir. Hac ibadetinin Müslümanların yıllık kongreleri ve bu zaman içinde bütün Müslümanların bir araya gelerek bazı sorunlarını tartışmaları ve bu sorunlara  çözüm üretmeye çalışmalarının Hac ibadetinin önemli bir boyutu olduğunu dikkate aldığımızda, (bu ibadet her ne kadar şimdi böyle bir şuur içinde yapılmıyor olsa da) bu ibadetten hasıl olması gereken bazı neticelerin alınmasına engel teşkil edecektir. 

Allah (c.c) nin bizler için beğendiği dinin en bariz özelliği sadece onu ilah ve rab edinmek temeline kurulu, insanların tamamının Kul statüsüne tabi olduğunun şuuru içinde yapılmaya çalışılan Hac ibadeti, Müslümanları küfre, zulme, tuğyana karşı ayağa kaldıracak en önemli organizasyondur.

Sonuç olarak; Hac, bir toplumun ayakta kalmasına vesile olan ortak değerlerden bir tanesidir. Bu ibadetin belirli zaman ve mekanda yapılması, toplumun ayakta kalması için zaruri ihtiyaçlardan olan birlik ve beraberliğin yeniden hatırlanması için önemli katkılar sağlamaktadır. 

Bu ibadetin zaman içinde içinin boşaltılarak kuru ritüeller manzumesine dönüştürülmüş olması, bu ibadetin Kur'an'i anlamda yeniden anlaşılması ve bütün Müslümanların bu ibadetin aslına uygun bir şekilde yapması gerektiği yönünden yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır. Allah (c.c) nin biz kullarına emretmiş olduğu ibadetler, mistik ritüeller olarak görmekten çıkarılarak, toplumun birbiri ile kenetlenmesine vesile olan ortak değerler olarak görülmeye başlandığı zaman, bu ibadetler gerçek anlamını bulmaya başlayacaktır. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


11 Nisan 2017 Salı

Meryem s. 28. Ayeti: Meryem Harun (a.s) ın Kız Kardeşi midir?

Meryem s. 16. ve 34. ayetleri arasında Meryem oğlu İsa nın kıssası anlatılırken, 28. ayette Meryem'e kavmi tarafından "Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi" söylenen söz içinde geçen Harun'un kim olduğu konusunda bazı sorular sorulmakta, ismi geçen bu kişinin Musa (a.s) ın kardeşi Harun veya başka bir Harun'mu olup olmadığı yönünde cevaplar aranmaktadır. 

Buradaki müşkilat, eğer bahsedilen kişi Harun (a.s) ise, Meryem ile aralarında yüzlerce senelik bir zaman aralığı olmasına karşın, neden Meryem'e Ey Harun'un kız kardeşi  şeklinde bir hitapta bulunulduğu, eğer ismi geçen kişi  Harun (a.s) değil ise bu Harun'un kim olduğu noktasındadır.

Bu konu, ayet içinde geçen Uhte (Kız kardeş) kelimesinin ne anlama geldiğinin anlaşıldığında kolayca anlaşılacaktır. Çünkü bu kelime ayetin anlaşılmasında anahtar bir rol üstlenmektedir.

Ehavu; Kişinin aynı anne babadan, veya sadece birinden doğması yönüyle, ya da aynı kadından süt emmek ile oluşan durum anlamındadır. Kabile, Din, Sanat, muamele, alışveriş, sevgi veya bunların dışındaki ilişkilerde başkası ile ortaklık kuran herkes ile ilgili kullanılan bir kelimedir.

Bu kelime Kur'an içinde hakiki anlamı olan aynı anne babadan doğmak, inanç veya kavim itibarı ile aynı durumda olmak şeklindeki mecaz anlamında kullanılmaktadır. Kelime mecazi olarak, kişilerin durumlarının aynileştirilmesi anlamında kullanılmaktadır.

[007.111] Onu (Musa) ve kardeşini (Harun): eğle, ve şehirlere toplayıcılar yolla
[012.069]  Yusuf'un yanına girdiklerinde, kardeşini bağrına bastı ve: «Ben senin kardeşinim, onların yaptıklarına artık üzülme» dedi.
[019.053] Ona rahmetimizden kardeşi Harun'u da bir nebi olarak armağan ettik.
[020.040]  Hani, kız kardeşin gidip «Ona bakacak birini size bulayım mı?» diyordu. Böylece seni, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri verdik. Ve sen, birini öldürdün de seni endişeden kurtardık. Seni iyiden iyiye denemeden geçirdik. Bunun için yıllarca Medyen halkı arasında kaldın. Sonra takdire göre (bu makama) geldin ey Musa!

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri, bu kelimenin hakiki anlamındaki kullanılışına örnektir.

046.021]  Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcı-korkutucular gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: «Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım» diye uyarıp-korkutmuştu.
[007.073] Semud kavmine de kardeşleri Salih'i peygamber olarak gönderdik. Salih onlara dedi ki, 'Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhımız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi. Şu Allah'ın dişi devesi size bir delildir. Bırakın onu, Allah'ın çayırında otlasın, sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa acı bir azaba çarptırılırsınız.
[007.085] Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı. Dedi ki: Ey kavmim; Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiç bir ilahınız yoktur. Rabbınızdan size apaçık bir burhan gelmiştir. O halde ölçüyü ve tartıyı doğru tutun. İnsanların eşyasını eksik vermeyin. Ve o, ıslah olduktan sonra yeryüzünde fesad çıkarmayın. Bunlar, sizin için hayırlıdır, eğer mü'minlerden iseniz.
[026.106]  Kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?
[049.010]  Şüphesiz müminler birbiri ile kardeştirler; öyle ise dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah'tan sakının ki size acısın.
[017.027]  Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.
[050.013] Âd, Firavun, Lût'un kardeşleri de (yalanladılar).
[015.047] Biz onların gönüllerinde olan kini çıkardık, artık onlar sedirler üzerinde karşılıklı oturan kardeşlerdir.
[002.220] Sana yetimleri sorarlar, de ki: «Onların işlerini düzeltmek hayırlıdır». Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah düzeltenden bozanı ayırdetmesini bilir. Allah dileseydi sizi zora sokardı. Allah şüphesiz güçlüdür, Hakim'dir.
[007.202]  (Şeytan'ın) Kardeşleri ise, onları sapıklığa sürüklerler, sonra peşlerini bırakmazlar.

Yukarıdaki ayet mealleri, bu kelimenin mecaz anlamda bazı durumlarda aynı durumda olmak anlamındaki kullanımlarıdır.

Aşağıda vereceğimiz 2 ayet meali ise, bu konunun daha net olarak anlaşılması noktasında yardımcı olacaktır. 

[007.038]  Girin bakalım cinlerden ve insanlardan sizden önce geçen milletlerin arasında ateşe! der. Her millet girdikçe, kendilerine uyup sapıklığa düştüğü hemşiresine (dindaşına) (UHTEHA) lanet eder. Sonunda hepsi orada birbirlerine ulanırlar. Sonrakileri, öndekileri göstererek: «Ey Rabbimiz, işte şunlar bizi yoldan çıkardılar; onun için onlara ateşten iki katlı azap ver!» derler. Allah: «Her birinize iki katlı, fakat bilmiyorsunuz.» der.

[043.048]  Biz onlara biri ötekinden (UHTEHA) daha büyük olmayan hiç bir ayet göstermedik. Belki dönerler diye, biz onları azabla yakalayıverdik.

Araf s. 38. ayetinde geçen kelime, cehenneme girmeyi hak eden ameller işlemek noktasında aynı durumda olmanın getirdiği bir ortak durumdan yani kardeşlikten bahsetmektedir.

Zuhruf s. 48. ayetinde geçen kelime ise, Firavun kavmine gönderilen ve Araf s. 133. ayetinde anlatılan ayetlerin, Firavun kavminin imana gelmesi için gönderildiğini, yani Firavun kavmine verilen bütün ayetlerin ortak bir yönü olduğunu bildirerek, bu ortaklık kız kardeş kelimesi ile ifade edilmektedir.

Her iki ayete dikkat edilecek olursa, UHTEHA kelimesi kişilerin aynı durumda oldukları anlamında kullanılmakta, kelimenin bu kullanımı Meryem s. 28. ayetinde kullanımı anlamada yol gösterici bir konumdadır.

Araf s. 38, Zuhruf s. 48. ayetlerinden geçen Uhteha kelimelerinin anlamlarını dikkate alarak, Meryem s. 28. ayetini okuduğumuzda, Harun'un Meryem'in aynı anne ve babadan doğma kardeşi olduğu değil, Meryem'in ailesinin peygamber ahlakına sahip bir aile olduğu vurgulanmakta, ve bu vurgu İsrailoğullarına mensup bir elçi olan Harun (a.s) ın ismi verilerek yapılmaktadır. Burada Harun (a.s) üzerinden haya ve iffet örneği verilmekte, Meryem'de böyle bir ailenin ferdi olmasına rağmen, onun hayasızlık yaptığı iddiası dile getirilmektedir.

Burada yapılan asıl hata, kucağında bir çocuk ile gelen haya ve iffet örneği olan bir ailenin ferdi olan Meryem'e bu çocuğun kaynağı sorulmadan, ona hayasızlık ve iffetsizlik iftirası atılmış olmasıdır. Halbuki Meryem'in kavminin bu noktada yapması gereken şey, Nur suresinde Aişe validemize atılan iftira ile ilgili ayette buyurulduğu gibi , hüsnü zan ile yani iyi niyet ile davranmak O ASLA BÖYLE BİR ŞEY YAPMAZ demek gerektiğidir.

Sonuç olarak; Kur'an içinde kullanılan bazı kelimeler, Hakiki anlam- Mecaz Anlam olarak bildiğimiz yapıya sahiptirler. Bir kelimenin hangi anlama sahip olduğu, o kelimenin kullanıldığı, cümle, ayet, sure ve Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında daha doğru anlaşılabilir. 

Bir kelimenin mecaz anlamda kullanılışına örnek olarak verebileceğimiz bir ayet olan Meryem s. 28. ayetinde geçen Uhte (Kız kardeş) kelimesi hakiki anlamda değil, mecaz anlamda kullanılmaktadır. Araf s. 38. ve Zuhruf s. 48. ayetlerinde geçen aynı kelimenin anlamı dikkate alınarak, Meryem s. 28. ayeti anlaşılmaya çalışıldığında, Meryem ile Harun (a.s) ın aralarında yüzlerce yıl olmasına karşın neden kız kardeşi olarak hitap edildiği anlaşılacaktır. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

3 Nisan 2017 Pazartesi

Nisa s. 43. Ayeti: Bağlam, Bütünlük, Maksat Gözetilmeden Yapılan Bir Yorum Örneği

Kur'an okumalarında yapılan hatalardan bir tanesi, bu kitabın ilk indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan insanlara ne demiş olabileceğini hesaba katmadan, yani ilk hitap kitlesini yok sayarak yapılan okumalar ve bu okumalardan çıkarılan yorumlardır. Kur'an hakkında konuşabilmenin önemli bir noktası olarak gördüğümüz bu okuma yöntemini hiçe sayarak yapılan okumalardan çıkarılmaya çalışılan bazı sonuçlar, maalesef isabetli olmamakla birlikte, çıkarım sahiplerini gülünç duruma dahi düşürmekte, Bu kadar da olmaz dedirtebilmektedir.

[004.043] Ey İnananlar! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, cünübken, yolcu olan müstesna gusledene kadar salata (namaza) yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolculukta iseniz yahut biriniz ayak yolundan gelmişseniz veya kadınlara yaklaşmışsanız ve bu durumlarda su bulamamışsanız tertemiz bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah affeder ve bağışlar.

Nisa s. 43. ayeti, namaz öncesi yapılması gereken, bizim Abdest adı ile bildiğimiz bir hazırlıktan bahsetmektedir. Bazı kimseler tarafından bu ayetin Bektaşi misali sadece Ey inananlar sarhoş iken ne dediğinizi bilene kadar namaza yaklaşmayın kısmı alınarak okunmakta, ve bu ayetten namaz kılanlar için kıldıkları namazda dediklerini bilmeleri gerektiği yönünde bir çıkarım yapılarak, Allah ne dediğinizi bilene kadar namaza yaklaşmayın diyor şeklinde, akıllara zarar bir yoruma imza atılmaktadır.


Sekir; Kişiyle aklı arasına giren hal anlamında ve sarhoş edici içeceklerle ilgili olarak kullanılan bir kelimedir. Ayetin bu cümlesinin, İçkinin kesin olarak yasaklanmamış olmasından dolayı, içki içmeyi tedrici olarak yasaklayan bir ayet olarak okunması daha doğru bir yaklaşım olacaktır. 

Yani ayet ilk hitap ettiği kimselere, içki içerek namaza yaklaşmamalarını emretmekle, içkiden biraz daha uzaklaşmalarına zemin hazırlamaktadır. Ayeti işiten ve içki içen bir Müslüman, namaz ile içki arasında bir tercih yapmak zorunda kalmakta, ve büyük ihtimalle namazı seçerek içki içmekten biraz daha uzaklaşmış olmaktadır.

Namaz kılan bir kimse, namaz içinde söylediklerinin ne anlama geldiğini, kıldığı namazın Allah (c.c) ye karşı kulluğunun bir göstergesi olduğunu elbette bilmesi gerekmektedir, buna kimsenin itirazı olamaz. Ancak bu ayetten böyle bir çıkarım yapmak bağlam, bütünlük ve maksat gözetilmeden bir çıkarım örneğidir. 

Allah (c.c) nin, kulunun namazda ne dediğini bilmesi gerektiğini, ne dediğini bilmeyen bir kimsenin namaza yaklaşmamasını bu ayet ile emrettiğini iddia etmek, hem Allah adına konuşmak anlamına gelmekte, hem de namaz kılan bir kimsenin namazı terk etmesine sebep olması açısından da sakıncalıdır. Böyle bir kimseye onu bu konuda ayet var diyerek namazdan soğutmak ve terk ettirmek yerine, kıldığı namazın ne anlama gelmesi gerektiğini, namazın bir kulluk eylemi olduğunu, şirke ve küfre karşı tevhidi bir kıyam olduğunu bu kimselere hatırlatarak, onları bu konuda şuurlandırmaya çalışmak, Allah adına yanlış iddialar ortaya atmaktan daha doğru olacaktır.

Kur'an ayetleri konusunda konuşmak elbette herkesin hakkıdır. Bu hakkı hiç kimse bazı sebeplerle kimsenin elinden alamaz. Böyle bir uyarı yapmakla hiç kimseye karşı , Bu kitabı siz anlayamazsınız şeklinde bir düşünce içinde olmadığımızı hatırlatmak isteriz. Ancak bu kitabı anlamanın en önemli şartının, bağlam, bütünlük ve maksadı gözeterek okumak olduğu unutulmamalıdır. 

Ben dedim oldu mantığı ile yapılan bazı ayet yorumları, bu kitabı okumanın ve anlamanın bazı şartları olduğunun bazı kimseler tarafından pek bilinmediğini ortaya koyması açısından, özellikle Kur'an'ın gündem olmasından rahatsız olan bazı kesimlerin elinde bir koz olarak olarak görülmektedir.

Nisa s. 43. ayetindeki Ey inananlar sarhoş iken ne dediğinizi bilene kadar namaza yaklaşmayın cümlesinin ilk anlamını hiçe sayarak, bazı kimselerin yaptıkları yanlışlara karşı onları uyarmaya çalışmak, belki samimi bir niyet olabilir ama, bu samimiyet Allah adına konuşmak gibi bir iddiaya sebep olması açısından kişileri Kaş yapayım derken göz çıkarmak misali bir duruma düşürebilir.

Kur'an ayetlerinin ilk hitap ettiği kimselere ne demiş olabileceği doğru bir şekilde tesbit edildikten sonra, bizlere dair ne demiş olabileceği yönünde yorumlar yapılabilir. Nisa s. 43. ayetinin zorlama teviller yolu ile, namaz konusundaki bazı yanlışları düzeltmek adına kullanılması, doğru bir yaklaşım değildir. Şayet namaz konusunda bazı yanlışlar düzeltilmek için ayet aranacak olursa, Nisa s. 43. ayeti yerine Kur'an içinde bir çok ayet mevcut olduğu unutulmamalıdır. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

30 Mart 2017 Perşembe

Al-i İmran s. 159. Ayeti: Muhammed (a.s) dan Davranış Örneklikleri

Uhud savaşının Müslümanlar ile Mekke'li müşrikler arasında yapılan,  ve Müslümanların yenilgisi ile sonuçlanan bir savaş olduğu herkesin malumudur. Al-i İmran suresi içindeki bazı ayetlerde bu savaşın kritiği yapılmakta neden bu duruma düşüldüğü konusunda bilgiler verilmektedir. Surenin 159. ayetine baktığımızda, yenilgi sonrasında Muhammed (a.s) ın ashabına karşı yapmış olduğu davranışın övülmekte olduğunu görmekteyiz. 

Kur'an ayetlerinin, bu savaşı Sünnetullah olarak bildiğimiz, Allah'ın yeryüzüne koyduğu yasaların bir sonucu olarak kaybedildiği üzerinde durduğunu dikkate alarak yapılan okumalar, savaşı sadece bir kahramanlık destanı olarak okumak yerine, bizlere dönük mesajlar veren ibretli anlatımlar olduğunu gösterecektir.

[003.159] Allah'ın rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalbli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever.

Uhud savaşı öncesinde Muhammed (a.s) ın ashabı ile istişare yaptığı, bu istişare sonunda onun önerdiği savaş taktiğinin değil, ashabının önerdiği savaş taktiğinin uygulanmasına karar verildiği rivayet edilmekte, ve bu rivayetlerin doğru olduğunu düşünmekteyiz. 

Savaş bitmiş ve Müslümanların yenilgisi ile sonuçlanarak, yapılan hatalar gözden geçirilmekte ve Nerede yanlış yaptık? sorusunun cevabı aranmakta, Muhammed (a.s) ın ashabına karşı yaptığı davranış, onun yolundan gittiğini iddia edenler için dikkate alınmaya değer bir örneklik taşımaktadır.

Bir topluluğun uğradığı başarısızlık sonrasında, bu başarısızlığın nedenleri araştırılır iken genellikle herkes birbirini suçlar, hatayı kimse üzerine almak istemez, herkes hatayı kendi üzerinden atmak için çeşitli bahaneler üreterek Sütten çıkmış ak kaşık misali, tertemiz olduğunu ispatlamaya çalışır. Bu türden yapılan işlerin herhangi bir faydası olmamakla birlikte, topluluğun daha da zarar görmesine sebep olmaktadır. 

Bir topluluğun uğradığı başarısızlık sonrasında yapılması gereken yıkıcı tartışmalar değil yapıcı tartışmalar olmalı, bu tartışmalar aynı hatanın tekrarlanmaması ve topluluğun birlik ve beraberliğinin daha da güçlenmesine vesile olmalıdır. Muhammed (a.s) ın savaş sonrasında, bu savaşı kendisinin önerdiği taktiğin kabul edilmemesi, ve ashabının ganimet peşine düşmesi ile kaybedildiğini öne sürerek, kendi hatasını üzerinden atmak gibi bir eylemi değil, ashabına karşı yapıcı davranışları tercih ettiğini görmekteyiz.

Muhammed (a.s) eğer hatayı ashabına yükleyerek bu savaşı onların yüzünden kaybettiklerini öne sürmek sureti ile kendisini haklı, ashabını haksız çıkaracak olsaydı ne gibi bir netice ile karşı karşıya kalacağını 159. ayet içinde görmekteyiz. Herkesi kırıp yıkarak etrafından kaçıran bir yönetici, bir kumandan portresi çizmeyen Muhammed (a.s), kendisinden sonrakilere de örnek davranış modeli sergilemiştir. 

Topluluk halinde yürütülen mücadeleler de zaman zaman inişler ve çıkışlar olabilir. Çıkış zamanlarında herkes çıkışın sebebi olarak kendisini göstermeye çalışırken, iniş zamanlarında mağlubiyetin sebebini kimse üzerine almak istemez. Topluluk ile yürütülen hareketlerde bir takım olayların sebep olduğu müsbet ve menfi gelişmeler, kişilere mal edilmek yerine, yine topluluğa mal edilmeli, galibiyet veya mağlubiyetin sonuçları ortak olarak kabullenilmelidir. 

[008.017] Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı. Allah bunu, inananları güzel bir imtihana tabi tutmak için yapmıştı. Doğrusu O işitir ve bilir.

Enfal s. 17. ayeti Bedir savaşı ile ilgili olup, bilindiği üzere bu savaş Müslümanların galibiyeti ile sonuçlanmıştır. Ayetin başarının kişiye mal edilmemesi, kişilerin başarıya sadece kendileri sayesinde erişildiğini iddia etmesinin yolunu kapatması açısından anlaşılması da mümkündür.

Sonuç olarak; Uhud savaşı sonrasında Muhammed (a.s) ın ashabına karşı sergilediği davranışı beyan eden Al-i İmran s. 159. ayeti, sadece Uhud savaşı sonrasında yapılan bir davranışı haber vermek amaçlı değil, toplulukların uğradıkları başarısızlık sonrasında, yapmaları gereken davranış örnekliğini göstermesi açısından okunduğunda, tüm zamanlara dair mesajlar içeren bir ayet olarak karşımıza çıkacaktır. 

Muhammed (a.s) örnek bir kumandan olarak, uğradıkları başarısızlık karşısında kimseyi suçlamamış, yapıcı davranışlar sergilemek sureti ile ashabının birlik ve beraberliğinin daha da güçlenmesini sağlayarak, başka toplulukların kendisinden örnek almasını gerektiren bir davranış sergilemiştir.

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

29 Mart 2017 Çarşamba

Al-i İmran s. 7. Ayeti: Kur'an'daki Ayetlerin Tamamı Muhkemdir Müteşabih Ayetler Kur'an'da Değildir

Al-i İmran s. 7. ayetinde geçen Muhkem ve Müteşabih terimleri, Kur'an'ın en fazla konuşulan konularından bir tanesidir. Bu ayet ile ilgili tefsirlere bakıldığında, Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih olmak üzere 2 kısma ayrıldığı şeklindeki görüşlerin ağırlıkta olduğu görülecektir. Müteşabih ayetlere getirilen tarifin ise, bu ayetlerin anlaşılmaz ve kapalı yönünde olduğu görüşleri yine bilinen bir konudur. 

Müteşabih ayet tarifinin problem arz etmesi bir tarafa, Muhkem ve Müteşabih olarak ikiye ayrılan Kur'an ayetlerinin, hangilerinin  Müteşabih Ayet gurubuna dahil olacağı konusunda fikir birliğinin olmaması da ayrı bir konudur. 1000 kişinin eline birer tane Kur'an verilse ve onlara, Bu kitap içindeki ayetlerin hangisinin muhkem, hangisinin müteşabih olduğu yönünde bir çalışma yapın denilse, 1000 kişinin hiç birinin yaptığı tasnif birbirini tutmayacak, kuvvetli bir ihtimalle hepsinin yaptığı muhkem ayet- müteşabih ayet ayrımı farklı olacaktır.

Bizim asıl üzerinde durmaya çalışacağımız konu, bu ayette geçen Müteşabih terimi ile kast edilen ayet gurubunun Kur'an içinde olmadığı noktasındadır. Kanaatimiz, Kur'an içindeki bütün ayetlerin Muhkem Ayetler kategorisine dahil olduğu, Müteşabih Ayetler olarak bildirilen ayet gurubunun ise Kur'an dışında olduğu, bu ayetlerin nerede olduğu konusunun ise, aynı ayet içindeki  EL KİTAP terimi ile neyin ifade edilmiş olabileceği dikkate alındığında anlaşılabileceği yönündedir.

Şimdi Al-i İmran s. 7. ayeti üzerinde adım adım giderek, konumuz olan ayeti ele almaya ve iddiamızı delillendirmeye çalışalım.

هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ

[003.007]  Sana kitabı indiren O'dur. O'nda muhkem ayetler vardir ki bunlar; kitabın anasıdır. Diğeri de müteşabih(ayet)lerdir. Kalblerinde eğrilik bulunanlar; fitne çıkarmak ve te'vile yeltenmek için müteşabihe uyarlar. Halbuki onun te'vilini, ancak Allah bilir. İlimde rasih olanlar: Biz ona inandık, hepsi Rabbımızın katındadır, derler. Ancak akıl sahibleri düşünebilirler.

Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih şeklinde ikiye ayrılmış olduğu düşüncesi, bu ayetin içindeki El Kitap kelimesinin Kur'an'ı kast ettiği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. İlk düğmenin yanlış iliklenmesi misali yapılan bu yanlış, ayetin yanlış anlaşılmasına sebep olmuştur. Halbuki bu kelimenin en geniş anlamda, Kur'an'ı da içine alan ve bütün elçilere indirilmiş olan kitaplara şamil bir anlama da sahip olduğu hesaba katılmış olsa idi, Müteşabih Ayetler gurubunun Kur'an içinde olduğu gibi bir düşünce kimsede hakim olmaz, müteşabih olduğu iddia edilen ayetler üzerinde bazı kimseler tarafından spekülasyonlar yapılmasının önü açılmazdı.

-----SANA KİTABI İNDİREN O DUR

El Kitap kelimesi, Kur'an içinde en fazla geçen kelimelerden bir tanesi olup, biz konumuzun çerçevesinde kalarak bu kelimenin, elçilere indirilmiş olan kitap anlamındaki kullanılışını dikkate alacağımızı hatırlatmak isteriz.

Kur'an için yapılan Muhkem Ayet- Müteşabih Ayet ayrımının, Muhammed (a.s) a indirildiği bildirilen kitabın hangi anlamda anlaşılması gerektiği konusundan kaynaklandığını düşünmekteyiz. 

[002.053] Mûsâ’ya Kitap (El Kitabeve Furkan’ı verdik, ta ki doğru yolda yürüyebilesiniz.

[002.101] Yanlarındakini doğrulayan bir Resul, Allah katından onlara gelince Kitap verilenlerden (El Kitabebir takımı, bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın Kitabı'nı arkalarına attılar.

[002.213] İnsanlar tek bir ümmet idi. Ayrılmaları üzerine Allah, nimetinin müjdecileri ve azabın habercileri olarak nebileri gönderdi ve onlarla birlikte insanlar arasındaki anlaşmazlıklarda hakem olması için hak ile kitap (El Kitabeindirdi. Bunda da yalnızca kendilerine kitap verilenler, kendilerine bunca apaçık ayetler geldikten sonra tutup aralarındaki ihtiras yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izniyle inananları anlaşmazlığa düştükleri hakka doğrudan ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola çıkarır.

[004.054] Yoksa Allah'ın bol nimetinden verdiği kimseleri mi çekemiyorlar? Oysa İbrahim ailesine kitap (El Kitabeve hikmet verdik, onlara büyük hükümranlık bahşettik.

[004.105] Doğrusu, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitap'ı (El Kitabesana hak olarak indirdik; hakkı gözet, hainlerden taraf olma.

[005.110] Allah, «Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve anana olan nimetimi an» demişti, «Seni Ruhul Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun; sana Kitap'ı (El Kitabe), hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yapmış ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu; anadan doğma körü, alacalıyı iznimle iyi etmiştin. Ölüleri iznimle diriltiyordun. İsrailoğullarına belgelerle geldiğinde, onlardan inkar edenler, 'Bu apaçık bir büyüdür' demişlerdi de Ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim.»

Yukarıda verdiğimiz ayet örnekleri EL KİTABE kelimesinin, bütün elçilere indirilmiş olan kitapların ortak ismi olduğunu göstermektedir. Bu kelime genel anlamda bütün elçilere inen kitapları ifade ederken, Tevrat-Zebur-İncil-Kur'an gibi isimler, özel anlamda elçilere inen kitapların ismini ifade etmektedir. Kur'an'da ismi geçen bu 4 kitabın, ve isimleri geçmeyen bütün kitapların ortak ismi EL KİTAPtır. Bu terim bütün elçilere inen kitapları içine alan şemsiye bir terimdir.

El Kitap kelimesi , geçtiği bazı yerde Tevrat, bazı yerde Kur'an anlamında kullanılmış olmasına karşın, Al-i İmran s. 7. ayetinde Kur'an anlamında değil, Kur'an , Tevrat ve İncili de içine alan en geniş anlamında kullanılmış olduğunu düşünmekteyiz. Bizi böyle bir düşünceye sevk eden neden ise, El Kitabın ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih şeklinde bir ayrım yapılmış olmasıdır.

Kur'an içindeki diğer ayetlere baktığımızda Kur'an ayetlerinin Muhkem olduğunun beyan edilmiş olduğunu görmekteyiz. Kur'an'ın ayetlerinin muhkem olduğunun beyanını dikkate aldığımızda, bir kısmının muhkem, bir kısmının müteşabih olması müşkülat arz edecektir. 

Bu düşüncemiz, Muhammed (a.s) a Kur'an ile birlikte Tevrat ve İncilin de indirildiğini iddia ediyor anlamına gelmemelidir. Muhammed (a.s) a indirildiği bildirilen El Kitap, bütün elçilere indirilmiş olan kitabın ortak ismini ifade etmiş olduğunu hatırlatmak isteriz.

-----ONDA MUHKEM AYETLER VARDIR Kİ ONLAR KİTABIN ANASIDIR.

Bu noktada Kur'an'ı anlatan bazı ayetleri dikkate aldığımızda bu kitabın ayetlerinin muhkem olduğunun beyan edildiğini görmekteyiz. 

[011.001] Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmış, sonra da herşeyden haberdar olan hikmet sahibi Allah tarafından âyetleri ayrıntılı olarak açıklanmıştır.

[003.058] Bunları biz sana ayetlerden ve hakim zikr'den (Kur'an'dan) okuyoruz.

[010.001] Elif, Lâm, Râ. İşte onlar, hakîm olan kitabın âyetleridir.

[031.002] Bunlar Hakim kitabın ayetleridir.

[036.002-3] Kur'an-ı Hakim'e yemin ederim. Şüphe yok ki, sen, elbette gönderilmiş olanlardansın.

[043.004] O, katımızda bulunan ana kitabdadır. Şanı yücedir, ve hakimdir.

Yukarıda verilen ayet örneklerinde, Kur'an'ın tanıtılması ile ilgili Hakim kelimesinin kullanıldığını görmekteyiz. Muhkem kelimesinin bu kelime ile aynı kökten olduğunu düşündüğümüzde, Kur'an ayetlerinin tamamının muhkem olduğu sonucuna varabiliriz.

Muhkem ayetlerin, KİTABIN ANASI olması ne anlama gelmektedir?. 

Üm; Bir nesnenin mevcudiyetinde, terbiye edilmesinde, ıslahında, başlanmasında temel teşkil eden her şeye verilen bir isimdir. Muhkem ayetleri ihtiva eden Kur'an'ın Ümmü-l Kitap olarak beyan edilmesi, kendisinden önce indirilen Tevrat ve İncil ile yakından alakalıdır.

Muhkem ayetlerin bulunduğu kitabın yani Kur'an'ın Kitabın Anası olması, konumuz olan ayetin bulunduğu surenin Medine'de nazil olmasını, ve bu şehirde yaşayan insanların bir kısmının Kitap Ehli olarak tanımlanan Yahudi ve Hristiyanlardan oluştuğunu, ve bunların Tevrat ve İncile iman ettiklerini dikkate aldığımızda, El Kitap şemsiyesi altında bulunan Tevrat ve İncilin doğruluğunun Kur'an ile sağlamasının yapılarak anlaşılması, bu kitapların aynı kaynaktan geldiği ve Kur'an ayetlerinin verdiği habere göre, bu kitaplar üzerinde Kitap Ehli tarafından bir takım tahrifatlar yapıldığını dikkate aldığımızda, Kur'an bu kitaplar için kontrol edici ve düzeltici bir konuma sahiptir. 

Kur'an'ın Kitabın Anası olarak tavsif edilmiş olması, Yahudi ve Hristiyanların Tevrat ve İncile isnat ettikleri görüşlerinin, doğruluğunun ve yanlışlığının, bu kitap ile uyum arz edip etmemesi ile yakından alakalıdır. Allah (c.c) bütün elçilerini kendisinin tek ilah ve rab olduğunu tebliğ etmeleri için gönderdiğini, elçilere verilen kitapların bu bilgileri ihtiva ettiğini dikkate aldığımızda, bu bilgilerin aksi bilgiler taşıyan bir kitap, tahrif edilmiş anlamına gelecektir.

Yahudi ve Hristiyanların Muhammed (a.s) ve Kur'an'a iman etmeme gerekçelerini kendilerinin iman ettikleri Tevrat ve İncile dayandırmış olmaları, Ümmü-l Kitap olarak vasıflandırılan Kur'an ile karşılaştırıldığında mesnetsiz iddialar olarak kalacağı açıktır. Çünkü Tevrat, İncil ve Kur'an'ın birbiri ile uyumsuz olması ve birbirini tutmaması imkansızdır. Eğer böyle ortaya çıkacak olursa, Kur'an Kitabın Anası olarak hakem görevi görecek, diğer kitaplardaki tahrifleri ortaya çıkaracaktır.

-----DİĞERİ DE MÜTEŞABİH(AYET)LER DİR.

Muhkem ayetler Kur'an olduğuna göre, müteşabih ayetler, Kur'an dışındaki yani Tevrat ve İncil deki ayetler olmaktadır. Bu noktada, Tevrat ve İncil deki ayetlerin neden müteşabih ayetler olarak adlandırıldığı sorusu sorulacak ve cevabı istenecektir.

Müteşabih , Renk, tat, adalet,zulüm gibi nitelik yönünden benzerlik ile ilgili olan şe-be-he fiilinden türemiştir. Elmalılı Hamdi Yazır bu kelime için, "İki şeyin birbirine karşılıklı olarak ve eşit derecede benzemelerine teşâbüh, benzeyenlerden her birine müteşâbih denir ki, bunlar birbirinden seçilemezler ve insan zihni onları birbirinden ayırt etmekten âciz kalır. Teşbîh böyle değildir; teşbihte bir taraf /benzeyen ikinci derecededir ve eksiktir, diğer taraf ise hem asıldır hem de tam olur; teşâbühte ise, her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerliktedir. Demek ki teşâbüh seçilmemeye sebep olan benzerliktir. Seçilememek bunun gerektirdiği bir manadır. (...) Bu şekilde söylemek var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu durumlar için de geçerlidir." demektedir.

Bu konu ile alakalı olarak Zümer s. 23. ayeti de bize yol göstermektedir.

 "Allah kelâmın en güzelini indirdi, ikizli, ahenkli bir kitab, ondan rablarına saygısı olanların derileri örperir, sonra derileri de kalbleri de Allahın zikrine yumşar, o işte Allah rehberidir, Allah onunla dilediğini doğru yola çıkarır, her kimi de Allah şaşırtırsa artık ona hidayet edecek yoktur.
(Elmalılı Hamdi Yazır Meali)

Kur'an'ın "Kitaben müteşabihan mesaniye" olarak tavsif edilmesi, kendisinden önceki indirilmiş kitaplarla olan benzerliğini ifade etmektedir. Allah (c.c) indirdiği bütün kitapları birbiri ile uyumlu, ahenkli, bir kitap ile diğer kitap arasında çelişki olmayan birbiri ile benzer şekilde indirmiştir. 

Müteşabih Ayetler deyimine bu şekilde yaklaştığımız zaman, müteşabih ayetleri Kur'an içinde değil, Kur'an öncesi inmiş olan kitapların bir özelliği olarak anlamak gerekecektir. Bu deyim ile Tevrat,İncil ve Kur'an birbiri ile ahenkli, uyumlu, aralarında muhteva bakımından çelişki olmayan bir kitap olduğunun anlatılmak istenildiğini söyleyebiliriz.


-----KALPLERİNDE EĞRİLİK BULUNANLAR FİTNE ÇIKARMAK VE TEVİLE YELTENMEK İÇİN MÜTEŞABİHE UYARLAR.

Bu ayet içinde Ellezine fi gulubihim zeyğun (Kalplerinde eğrilik bulunanlar) olarak bahsedilenlerin kim olduğuna baktığımızda, Saf s. 5. ayetinde Musa (a.s) a kavmi tarafından eziyet ile ilgili olarak bu kelimenin kullanıldığını görmekteyiz.

"Bir zaman Musa, kavmine: «Ey kavmim! Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz?» demişti. Onlar eğrilince (zeğu), Allah da kalblerini eğriltti (ezağa). Allah fasıkları doğru yola iletmez."

Bu ayeti baz aldığımızda, Kalplerinde eğrilik bulunanlar olarak bahsedilen kişilerin Kitap Ehli olarak bildiğimiz insanlar olduğu anlaşılacaktır. Bu topluluğun müteşabihe uyması demek, Kur'an'a da uymaları gerektiği halde ona uymamaları anlamına gelmektedir. Bu durumu bazı ayetlerde şu şekilde görmekteyiz. 

[002.091]  Bir de onlara Allah'ın indirdiğine inanın, denilince; biz, bize indirilene inanırız derler. Ondan başkasını inkar ederler. Halbuki o beraberlerindekini tasdik eden bir kitabdır. De ki: İnanmış kimseler idiyseniz neden daha önce, Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?

[004.047]  Ey kitab verilenler; Biz bir takım yüzleri silip de enselerine çevirmezden veya onları Ashab-ı Sebit'i la'netlediğimiz gib la'netlemezden önce, gelin de elinizdekini doğrulayıcı olarak indirdiğimize iman edin. Allahın emri daima yapılagelmiştir.


Kur'an'ın Medine'de inen ayetlerinin bir çoğunda Kitap Ehli  olarak anılan topluluğun, sadece kendilerine indirilene iman ettikleri, kendilerinden sonra inen Kur'an'a iman etmedikleri ile ilgili ayetler bulunmaktadır. Halbuki Allah (c.c) onlardan bütün elçilere ve bütün kitaplara iman etmelerini istemektedir.

[002.136] «Allah'a, bize gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına gönderilene, Musa ve İsa'ya verilene, Rableri tarafından peygamberlere verilene, onları birbirinden ayırt etmeyerek inandık, biz O'na teslim olanlarız» deyin.

[002.041] Yanınızdaki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğime iman edin. Onu inkar edenlerin ilki olmayın. Ayetlerimizi az bir paha ile satmayın. Ve yalnız Ben'den sakının.

Kalplerinde eğrilik bulunanların müteşabihe uymakta ki sebepleri olarak gösterilen fitne ve tevil aramaları, onların ellerinde bulunan kitabı istedikleri şekilde yorumlamak gibi bir istek içinde olduklarını göstermektedir. Halbuki Kur'an, bu kimselerin uyduklarını iddia ettikleri kitaplarını hevalarına göre tevil etmek sureti ile yaptıkları yanlışları onların yüzüne vurarak, nasıl bir hata içinde oldukları göstermekte ve onlara doğruya iletmektedir.

-----HALBUKİ ONUN TEVİLİNİ ANCAK ALLAH BİLİR.

[003.078] Onlardan bir takımı, Kitapta olmadığı halde Kitaptan zannedesiniz diye dillerini eğip bükerler. O, Allah katından olmadığı halde: «Allah katındandır» derler, bile bile Allah'a karşı yalan söylerler.

[002.079] Vay, Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, «Bu Allah katındandır» diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!

Kitap Ehli olarak tavsif edilen topluluğun en bariz özelliği, sahip oldukları kitapların üzerinde yaptıkları yanlış tasarruflardır. Bu topluluklar ellerindeki kitapları olması gereken şekilde değil, hevalarına uygun biçimde yorumladıkları, ve yorumlarını Allah'a mal etmek sureti ile ona karşı yalan ve iftira uydurdukları, yine bir çok Kur'an ayetinde bildirilmektedir. 

Tevili sadece Allah (c.c) nin bilmesi demek, kulların bilmemesi anlamında değildir. Kendilerine inmiş olan kitabı okumak, anlamak konusunda tevil yapan insanlar, bu konuda sınırsız bir hakka sahip değildir. Kitabı okuyan bir kimsenin okuduğu ayetlerden yaptığı çıkarımı, insanlara Allah böyle söylüyor şeklinde sunması , Yahudilerden kalan bir mirastır. Kitabı okuyan kişi, okuduğu kitaptan anladıklarını Allah'a mal etmek hakkına asla sahip değildir. Kitabı okuyan kişinin kitap üzerinde söyledikleri, ancak onun anlayışı olabilir ve bu anlayışın eksik ve hata barındırma ihtimali her zaman mevcuttur. 


-----İLİMDE RASİH OLANLAR: BİZ ONA İNANDIK HEPSİ RABBIMIZIN KATINDANDIR, DERLER.

Rasihun olarak tavsif edilenlerin kimler oldukları konusunda düşündüğümüzde bu kelime bir başka ayette de karşımıza çıkmaktadır.

[004.162] Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlara(errasihune), sana indirilen Kitap'a ve senden önce indirilen Kitap'a inanan müminlere, salatı ikame edenlere, zekat verenlere, Allah'a ve ahiret gününe inananlara, elbette büyük ecir vereceğiz.

Kalplerinde hastalık olanların Allah (c.c) tarafından indirilmiş olan ve muhkem ayetleri içeren Kur'an'a iman etmeyerek, sadece kendilerine indirilmiş olana iman ettiklerini dikkate aldığımızda bu cümlenin anlaşılması kolaylaşacaktır. İlimde rasih olanların Ona inandık dedikleri , muhkem ayetleri içeren Kur'an olup, Hepsi Rabbımızın katındandır diyerek , Tevrat, İncil ve Kur'an'a iman ettiklerini görmekteyiz. 

Bu konuda yine ayetler mevcuttur. 

[003.113-4] Kitap ehlinin hepsi bir değildir: Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okuyup duranlar vardır; bunlar Allah'a ve ahiret gününe inanır, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdendir.

[003.199] Ehl-i kitaptan öyleleri var ki, Allah'a, hem size indirilene, hem de kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler. Allah'ın âyetlerini az bir paraya satmazlar. İşte onlar için Rableri katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.

Errasihune olarak tavsif edilen insanlar, Allah (c.c) nin gönderdiği kitaplar ve elçiler arasında ayrım yapmamak sureti ile gerçek bir imana sahip olmuşlardır.

 -----ANCAK AKIL SAHİPLERİ DÜŞÜNEBİLİRLER.

Ulul Elbab olarak tavsif edilen insanların bir çok ayette övüldüğünü ve insanların akletmeye teşvik edildiklerini görmekteyiz. 

[003.008]  Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüphesiz Sen sonsuz bağışta bulunansın.

Bu ayette bizlere öğretilen "Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme" duası, 7. ayet ile yakından alakalıdır. Kalpleri eğrilmek sureti ile doğru yoldan sapanlar, artık gittikleri yolun doğru yol olduğunu zannederek, yola uymayı değil, yolu kendilerine uydurmayı ilke edinen bir hayat tarzı üzere yaşayacaklardır.

Dua etmek demek, Rabbimizden istediğimiz şeyin gerçekleşmesi için çalışıp gayret etmek anlamındadır. Kalplerimizin eğrilmemesini istemek demek, bu yolda yürümek eğrilmemek için gereken amellerin işlenmesi gerektiğini şuur altımıza yerleştirmek demektir.

Kur'an Yahudi ve Hristiyanlar üzerinden bu yanlışlara dikkat ederek, aynı yanlışları biz Müslümanların da tekrarlamamasını istemektedir. Ancak bu yanlışlar maalesef bir çok Müslüman tarafından dikkate alınmamış veya bu ayetlerin bizleri ilgilendirmediği zannedilerek, sadece okunup geçilen ayetler haline sokulmuştur.

Sonuç olarak; Müteşabih ayetlerin Kur'an'da olmadığı yönündeki iddiamızın, bazı kimseler tarafından yadırganacağını bilmekteyiz. Ancak her konuda olduğu, gibi bu konuda da sahip olduğumuz bu düşüncenin tek ve mutlak doğru olduğu iddiasında değiliz. Ancak Al-i İmran s. 7. ayetindeki El Kitabı Kur'an olarak okuduğumuzda, bu ayette Kur'an ayetlerinin bir kısmının muhkem, bir kısmının müteşabih, Hud s. 1. ayetine baktığımızda Kur'an ayetlerinin muhkem, Zümer s. 23. ayetine baktığımız zaman ise müteşabih olduğunu okuyanların bir çoğu, bu müşkülatın altından kalkmakta zorlanmaktadır. 


Ayrıca müteşabih ayet tarifinin ve bu ayetlerin hangileri olduğu yönündeki tariflerin kişiye özel tarifler olması, bu konuda konsensus oluşturulamaması , bu konunun yeniden düşünülmesi gerektiğini ortaya çıkardığını söylemek istiyoruz.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


23 Mart 2017 Perşembe

Bakara s. 113. Ayeti: Birbirlerine Karşı Hüküm Vericiliğe Soyunan Müslümanlar

Kur'an Kitap Ehli olarak nitelediği bazı toplulukların yapmış oldukları hataları bizlere anlatmak sureti ile, o hataların benzerini biz Müslümanların da tekrarlamaması için öğütler vermektedir. Bu toplulukların yaptığı hataların zikredildiği ayetler, eğer sadece kitap ehline has olduğu düşünülmek sureti ile, bize dair herhangi bir mesajı olmadığı zannı içinde okunacak olursa, asıl maksat hasıl olmayacaktır.

[002.113] Yahudiler dedi ki: «Hıristiyanlar bir şey (herhangi bir temel) üzere değillerdir. «; Hıristiyanlar da: «Yahudiler bir şey (herhangi bir temel) üzere değillerdir» dedi. Oysa onlar, Kitabı okuyorlar. Bilmeyenler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir.

Bakara s. 113. ayetini okuduğumuzda, Yahudi ve Hristiyanların birbirlerini yanlış yolda oldukları gerekçesi ile suçladıklarını görmekteyiz. Onların birbirlerine karşı yaptıkları bu suçlamalara karşı Allah (c.c), Yahudi ve Hristiyanlardan herhangi bir tarafı haklı görmeyerek, her iki topluluğun birbirlerine karşı yaptıkları suçlamaların yanlış ve cehalet eseri olduğunu bildirmektedir.

Biz eğer bu ayeti, sadece Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı yaptığı suçlamalar çerçevesinde okuyarak, ayetin bize dair herhangi bir mesajı olmadığını düşünecek olursak, ayet ölü bir metin olarak sayfaların arasında kalacaktır. Ancak bu ayetin bize dair neler söylemiş olabileceği yönünde bir düşünce geliştirmeye çalıştığımız zaman, ayet canlı ve muhataplarına mesajları olan bir hale gelecektir. 

Bu ayet biz Müslümanlara nasıl bir mesaj vermiş olabilir?.

Müslümanların bugün binlerce farklı hizip ve cemaate bölünmüş olduğu bir gerçektir. Farklı hizip ve cemaatlerin söylemlerine dikkat ettiğimizde, öne çıkan söylemleri, sadece kendilerinin haklı ve doğru yolda olduğu, diğer hizip ve cemaatlerin ise haksız ve yanlış yolda olduğu yönündedir. 

Bu durumu, konumuz olan Bakara s. 113. ayetinin bize dönük mesajı çerçevesinde düşündüğümüzde, A fırkası B fırkası için, B fırkası hiç bir şey üzerinde değildir derken, aynı sözleri B fırkası A fırkası için söyleyerek, A fırkası hiç bir şey üzerinde değildir demektedir. Bu fırkalar, cennetin sadece kendi fırkalarına mensup olanlar için hazırlanmış bir yer olduğunu, cehennemin ise kendi fırkalarından olmayanlar için hazırlanmış bir yer olduğunu düşünerek, cennetin ve cehennemin anahtarlarının kendi ellerinde olduğunu zannederek cennete ve cehenneme yerleştirme yapmaktadırlar.

Allah (c.c) nasıl Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı olan suçlamalarına karşı "Oysa onlar, Kitabı okuyorlar. Bilmeyen (bilgisiz) ler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir" buyurmuş ise, aynı durumda olan ve birbirlerini yanlış yolda olmakla suçlayan Müslüman fırkalar içinde aynı şeyi buyurmuştur.

"Oysa onlar, Kitabı okuyorlar"

Kitabı okumak demek, bu kitap içinden kendi fırkasından olmayanların yanlışlığına delil aramak, veya kendi fırkasının doğruluğuna delil aramak olmamalıdır. Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan fırkaların Kur'an üzerinde yaptıkları çalışmaların büyük bir kısmı, bu kitabın kendi fırkalarının düşünceleri doğrultusunda anlaşılma çalışmaları olduğunu dikkate aldığımızda, bugün bir çok Müslümanın bu kitabı hangi amaçla okudukları anlaşılabilir. 

Kitabı okumak demek, o kitap içinden mensup olduğu fırka, cemaat ve düşüncenin doğruluğunu tasdikletmeye, veya karşı tarafın yanlışlığını bulmaya yönelik okumalar yapmak değildir. Böyle okunan bir kitap hidayet rehberi olmaktan çıkarak, onun bunun düşüncelerini tasdikletmeye veye ret etmeye yarayan bir kitap haline gelecektir.

"Bilmeyenler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi"

Kitabı okudukları halde, o kitabın onlara gösterdiği yolda değil, gitmek istedikleri yolda giderek, ve kitabı gittikleri yola uydurmak isteyenler, yukarıda cümle ile ifade edilmektedir. Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine yaptıkları suçlamaların, aklı selim sahibi olan insanların yapacağı işlerden değil, Bilmeyenler olarak ifade edilen cahiller tarafından yapılabilecek olduğu bildirilmektedir. Kitabı okumak demek, geçmişte Hariciler adı ile bilinen fırkanın Kur'an sayfalarını mızrak ucuna takarak kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir edecekleri bir silah haline gelen bir malzeme olmamalıdır.

Bugün geçmişte Hariciler adı bilinen fırkanın yaptığı ameliye, artık bir çok fırka ve cemaat tarafından yapılarak, Kur'an ayetleri karşı tarafın Kafir-Müşrik-Zındık olduklarına dair delil bulmak için okunmaktadır. Sosyal medya ortamlarında boy gösteren Müslümanların bir çoğunun paylaştığı ayetlerin amacı, kendi fikirlerini taşımayan diğer Müslümanların, o ayetlere göre kafir ve müşrik olduklarına dair deliller sunmaktır.

Oysa kitabı okumanın nasıl olması gerektiğini yine kitap bize beyan etmektedir. 

[003.113-114] Hepsi bir değildir. Onlardan secdeye vararak geceleri Allah'ın ayetlerini okuyup dik duran bir topluluk vardır.Onlar; Allah'a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Hayırlara koşuşurlar, işte onlar salihlerdendir.

[035.029] Şüphesiz ki Allah'ın kitabını okuyanlar, salatı ikame edenler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli, açık infak etmekte bulunanlar; bitmez tükenmez bir ticaret umabilirler.

[002.121] Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereğince okuyanlar var ya, işte ona ancak onlar inanırlar. Onu inkar edenler ise kaybedenlerdir.

Kitabı okumanın ne demek olduğunu yukarıdaki ayet mealleri en doğru biçimde bizlere anlatmaktadır. Kitabı okumak demek, o kitap içindeki ayetleri hayata pratize ederek, Allah (c.c) nin istediği bir kul olarak yaşam sürmektir. Bizim kitaba karşı olan mükellefiyetimizin böyle bir sınırı vardır. Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğümüz takdirde, karşımızdaki Müslümanı müşrik, kafir olarak yaftalamak gibi bir görev sınırlarımızın dahilinde olmadığını aşağıdaki cümle haber vermektedir. 

"Artık Allah, kıyamet günü  anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir"

Ayetin son cümlesi olan anlaşmazlıklar konusunda hüküm verme yetkisinin kime ait olduğu, bir çok Müslüman tarafından bilinmemekte, bilinse dahi dikkate alınmayarak, ortalık hüküm vericiliğe soyunan Müslümandan geçilmemektedir. Allah (c.c) böyle bir beyanda buyurmakla bizlere, kimse hakkında hüküm vericiliğe soyunmamızı, insanlar arasında hüküm verme yetkisinin sadece kendisine ait olduğunu bildirmekte, kendisine ait bu alana insanların girmesine izin vermemektedir.

Bizler, farklı fikirde olan diğer Müslümanları biz gibi düşünmediği için, Kafir-Müşrik-Zındık gibi yaftalar takmak sureti ile, haklarında hüküm vermek gibi bir yetkiye sahip değiliz. Eğer bir Müslümanın sahip olduğu fikir ve düşünce konusunda yanlışa düştüğünü düşünüyor isek, ona doğru bildiğimizi aktarmak ile görevliyiz. Eğer bizim düşüncemizi kabul etmez ise, biz gibi düşünmediği için onun hakkında tekfirci bir dil kullanmak gibi bir yetkiye sahip değiliz, çünkü bizim sahip olduğumuz düşüncenin doğruluğu, yine kendi vardığımız kanaatler olup bizim sahip olduğumuz düşüncenin yanlış olma ihtimali de her zaman göz önünde bulundurulmalıdır.

[002.121]  Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereği gibi okuyanlar, işte ona iman edenler bunlardır. Kim de onu inkâr ederse, artık onlar kayba uğrayanların ta kendileridir.

Sonuç olarak; Allah (c.c) Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı yaptıkları suçlamaları cahilce suçlamalar olarak görmekte, kitabın insanların birbirlerine karşı olan kinlerini ortaya koymak konusunda bir istismar aracı olarak kullanılmamasını istemektedir. 

Aynı durumu biz Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde, farklı fırkalara bölünmüş olan Müslümanların, Kur'an'a iman iddiasında olmalarına kitabın gereklerini hayat sahasına dökerek Müslümanca bir hayat sürmeye çalışmak yerine, bu kitabın ayetlerini birbirlerine karşı silah olarak kullanmak sureti ile, karşı düşünceyi mahkum etmeye çalıştığı bir araç haline getirmemesini istemektedir.

Yaşadığımız hayat içinde birbirimiz ile farklı fikir ve düşüncede olabiliriz. Farklı fikir ve düşüncede olmak, insanlar hakkında hüküm vermek yetkisine sahip olmak anlamına gelmemektedir. İnsanlar arasında hüküm vermek yetkisinin kıyamet gününde kendisine ait olduğunu beyan eden Rabbimiz, bu yetkiyi başkaları ile asla paylaşarak biz kullarına diğer kulları hakkında hüküm verme yetkisi vermemiş, böyle bir yetkinin elinde bulunduğunu zannedenler ise, yetki gasbına soyunmuş kimseler durumuna düşeceklerdir. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


12 Aralık 2015 Cumartesi

Maide s. 18. Ayeti: Kendilerini Allah (c.c) nin Oğulları ve Habibi Zannedenler

Kur'an içinde bulunan Yahudi ve Hıristiyanlar ile ilgili ayetler , çoğu Müslüman tarafından sadece onlara has olarak olduğu zannı hakim kılınarak , klasik tefsir usulünde bile kural haline gelen , "Hükmün hususi olması umumi olmasına mani değildir" kaidesince okunmamış , sadece onlarla ilgili bir çerçeveye hapsedilerek okunmaya çalışılmış, onların yaptığı hataların aynısı tekrarlanarak verilmek istenen mesaj maalesef ıskalanmıştır.

Bundan önceki yazılarımızda , Yahudi ve Hıristiyanlar ile ilgili ayetlerin , bizlere dönük mesajını okumaya gayret ettiğimiz gibi , bu yazımızda da Maide s. 18. ayetinin, bize dönük mesajını okumaya gayret edeceğiz. 

Ve kâletil yahûdu ven nasârâ nahnu ebnâullâhi ve ehıbbâuh(ehıbbâuhu) kul fe lime yuazzibukum bi zunûbikul bel entum beşerun mimmen halak(halaka) yagfiru limen yeşâu ve yuazzibu men yeşâ(yeşâu) ve lillâhi mulkus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ ve ileyhil masîr(masîru).

[005.018]  Yahudiler ve hıristiyanlar, «Biz Allah'ın oğullarıyız ve habibleriyiz» dediler. De ki: « O halde niçin günahlarınızdan ötürü (Allah ) size azab ediyor?» Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız. O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü Allah'ındır. Nihayet dönüş de O'nadır.

Maide s. 18. ayetini okuduğumuzda , Yahudi ve Hıristiyanların kendilerinin özel kullar olduğu iddiaları red edilerek, onlarında diğer insanlar gibi oldukları , diğer insanlar için geçerli olan yasaların onlar içinde geçerli olduğu beyan edilmektedir. 

«Biz Allah'ın oğullarıyız» ifadesi ile, bütün Yahudi ve Hıristiyanların kendilerini Allah'ın oğulları saydıkları düşünülmesin. 

[009.030]  Yahudiler dediler ki: Uzeyr Allah'ın oğludur. Hristiyanlar da dediler ki: Mesih Allah'ın oğludur. Bu, onların ağızlarında dolaşan sözlerdir ki, daha önce küfretmiş olanların sözüne benzetiyorlar. Allah onları yok etsin, nasıl da uyduruyorlar.

Tevbe s. 30. ayetinden anlaşılacağı üzere , Allah'ın oğlu olma iddialarının elçiler için uydurulmuş olduğu görülmektedir.Bu ayet , Yahudi ve Hıristiyanların elçilere, Allah'a oğulluk isnad ederek, kendilerine Allah katında prestij sağlama düşüncelerini red etmektedir. İman iddiasında bulundukları elçiye ,Allah (c.c) nin vermediği bir ayrıcalık yükleyerek başkalarına karşı bir üstünlük yarışına girme hastalığı Yahudi ve Hıristiyanlardan , biz Müslümanlara geçen bir hastalıktır.

Kendilerine elçiler üzerinden ayrıcalık tanıma hastalığı biz Müslümanları , Muhammed (a.s) ı Allah (c.c) nin HABİBİ olarak görmeye kadar götürmüştür. Maide s. suresi 18. ayetinde geçen iddialardan biri olan "Ehibbauhu" (Onun habibleriyiz) ifadesi , "Ebnaullahi" (Allah'ın oğularıyız) ifadesi gibi elçiler üzerinden prestij kazanma düşüncesinin bir ürünüdür. Hıristiyan ve Yahudi düşüncesinde ortaya çıkan bu durum , elçileri yarıştırma hastalığına tutan Müslümanlar tarafından, Muhammed (a.s) için geri planda kalması anlamına gelerek , ona da "Habibullah" yakıştırması yapılmaktadır.

Habib edinmeyen Allah (c.c), Muhammed (a.s) ı Habib edinir mi ?. 

Kur'an çevirilerine dahi sokulan "Qul" (De ki) şeklinde başlayan ayetlerde, "Ey habibim de ki" şeklindeki ilaveler, bu inancın nasıl bir hale geldiğini göstermesi açısından dikkate değerdir. Allah (c.c) nin İbrahim (a.s) ı "Halil" (Dost) (4.125) edinmesine nazire olarak, Muhammed (a.s) ı Habib edindiği iddiası asılsız rivayetlere dayanan bir iddiadır.

[069.044-6] Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.

Habib olarak seçilmiş !! bir elçinin ümmeti olmak, bizleri öyle bir atalet içine düşürmüştür ki , şefaat inancı ile pekiştirilmiş olan bu elçi, bizleri almadan cennete gitmeyecek kadar şefkatli ve merhametli , hatta bu merhameti Allah (c.c) den daha fazladır !!.

Bir çok ayette geçen , Muhammed (a.s) ın "Elçi" olduğu vurgusu ötelenerek, elçilikten daha fazla bir görev yüklemek düşüncesi , biz Müslümanların yüzyıllardır süren bir hastalığı olarak , geçmiştekilerin "seçilmiş kul" hastalığının bize bulaşması neticesinde oluşmuş ve bu günkü zelil durumumuzun en büyük müsebbibidir.

Maide s. 18. ayetinin , Allah (c.c) için hiç bir şekilde kimse için "Özel elçi" veya "Özel kul" statüsü tanımadığının ifade etmesi açısından okunarak, "Sünnetullah" denilen yasalar önünde her kulun eşit olduğu yönünde anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.

Allah (c.c) nin Müslümanlar dahil kimse için herhangi bir özellik tanımadığı bilinci bizlere de hakim olmadıkça bu günkü zelil durumdan kurtulmamız mümkün değildir. Kur'anın İsrailoğulları ile ilgili anlatımları , "Sünnetullah" adı verilen yasaların onlar üzerinde canlı örnek olarak nasıl işlediğini göstermesi bakımından çok iyi okunması gerekirken , bu ayetler maalesef sadece onlarla ilgili olduğu zannı ile okunarak bizlere dönük bir okuma yapılmamaktadır.


Bu gün Müslümanlar olarak başımıza gelen sıkıntılara karşı "Allah'ım gökten melekler ile yardım et" gibi dualara karşılık verilmeyişinin sebepleri üzerinde hiç durmadan aynı duaları tekrarlamaktayız. Allah (c.c) Kur'anda "Görünmez ordular" olarak tabir ettiği yardım usulü, sadece Müslümanlara has değil , bu yardımı hak eden herkes için geçerlidir. 

Rum suresinin ilk ayetlerinde okuduğumuz , Müslüman olmayan iki ordunun savaşında Allah (c.c) nin yardım etmesi konusu biz Müslümanlar tarafından doğru okumuş olsa , Allah (c.c) nin yardımının hak edene olduğu okunarak , bizlerin gökten melek beklentisinin ne kadar boş olduğu da anlaşılacaktır. 

Bedir ve Uhud savaşları , savaşa katılan sahabenin kahramanlıklarının anlatıldığı rivayetlerle gölgelenmiş bir vaziyette olarak, Sünnetullah'ın nasıl işlediğinin açık seçik göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Bilindiği üzere Bedir savaşında Müslüman ordusu, Uhud savaşında ise müşrik ordusu galip gelmiştir.  "Bedir de galip gelen Müslüman ordusu , Uhud da neden mağlup oldu ?" sorusunun cevabının doğru olarak verilmesi Sünnetullah'ın da doğru anlaşılmasında yardımcı olacaktır.

Bu savaşlarda ki tarafların mağlubiyetini ve galibiyetini, Sünnetullah yasaları üzerinden okumak gerektiğini düşünmekteyiz. Bedir savaşında meleklerin inerek savaştığı yönündeki iddialar , bizleri büyük bir hataya düşürerek elinde kılıç ile savaşan meleklerin indiği zannına kaptırmış , bu zan öyle bir hal almıştır ki, bizler hala böyle meleklerin inerek bizler yerine savaşmasını beklemekteyiz, ama böyle bir durum meydana gelmemektedir. 

Allah (c.c) hiç bir zaman gökten elinde kılıç ile melekler indirmMEmiş ve indirMEyecektir. Bu savaşlardaki galibiyet ve mağlubiyet , arz üzerinde geçerli olan yasaların tecelli etmesi sonucunda olup , Bedirde galip gelinerek Uhudda mağlup olmaları, tamamen harp ile ilgili evrensel yasaların uygulanıp uygulanmaması sonucundadır. 

Allah (c.c) nin "Melek" veya "Görünmez ordular" olarak tabir ettiği yardım şekli, onun yardımını hak etmiş olmanın somuta dökülmüş bir anlatım şekli olup bu anlatımı literal bir okuma ile anlama sonucu ortaya çıkan görüşler , ümmetin bu günkü zelil haline zemin hazırlamıştır.

Bizler , Maide s. 18 ve benzeri ayetleri dikkatli bir biçimde okuyup hayata yansıttığımız takdirde , Allah (c.c) katında bütün kulların tarağın dişleri gibi eşit olduğunu , bu eşitliği bozacak herhangi bir özel statü , hiç bir insan , hiç bir kavme ve hiç bir dini topluluğa tanınmadığını anlayabiliriz.

Allah (c.c) nin vaad ettiklerine nail olmak için belirli bir kimliğe mensup olmak değil , onun koyduğu yasalara tabi olmak gerekmektedir. Bu yasalara tabi olmayan , kim olursa olsun peygamber dahi olsa, alacağı karşılık farklı olmayacaktır.

Bu gün eğer Müslümanlar olarak üzerimizde bulunan zillet ve meskenet damgasının kalkmasını istiyorsak bu damganın kalkması için gerekli olan kurallara uymak zorundayız. İsrailoğulları denen topluluk bu yasaları Müslümanlardan daha iyi okuyarakgüçlenmiş , ve bu gün Müslümanlara zulmeder bir hale gelmişlerdir. İsrailoğullarının güç sahibi bir hale gelmesi onların Allah (c.c) nin seçilmiş kulları olduğu için değil , onun koymuş olduğu yasalara İsrailoğullarının tabi olması nedeniyledir. Eğer bu yasalara bu gün biz Müslümanlar tabi olur isek, ibre tersine dönerek bizim lehimizde işleyecektir. 

"O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder"

Kur'anın bir çok ayetinde gördüğümüz bu ibare , hiç bir yerde Allah (c.c) nin keyfi bir davranışta bulunmasını değil , onun bağışlaması ve azap etmesinin bir kurala bağlı olduğunu , hak edene , neyi hak etti ise onun verileceğini beyan etmektedir.

Sonuç olarak; Allah (c.c) nin vermediği özel bir statüyü kendilerine verilmiş zanneden Yahudi ve Hıristiyanların bu düşüncelerini red eden ayetleri okuyan biz Müslümanlar , bu özelliğin onlar yerine  bizlere verildiğini zannederek , kendisine Muhammed (a.s) ı Habib edinmiş bir Allah tasavvuru içine girerek , kendimizi özel bir statüye tabi olan kullar zannetmekteyiz. 

Büyük günah işlemiş olsak ta bizler  için şefaatçi olacağını vaad eden !!!, Allah (c.c) nin habibi olmak şerefine nail olan !!, bir elçinin cenneti garantilemiş ümmeti olan bizler için artık yatma zamanı gelmiş ve bizim yerimize kafirler ile gökten meleklerin inmesini beklemekten başka işimiz kalmamıştır. Ancak bu düşünce bizleri dünyanın en zelil ve zulme uğrayan bir topluluğu haline getirmekten başka bir işe yaramamıştır. 

Bu zulüm ve zillet halinden çıkış yolu , Allah (c.c) nin özel bir statüye sahip kul olma inancını terkederek , onun koyduğu yasalara göre hareket eden bir topluluk haline gelmeye çalışmaktır. Kur'anın bir çok ayet bu konularda bilgi vermiş olmasına rağmen sadece hitap kitlesi ile sınırlı bir okumanın sonucu , yapılan anlatımlardan gerekli olan mesajın çıkarılmamasını sağlayarak bir nevi geçmişlerin masallarını anlatan bir kitap olarak duvarlardaki yerini korumaktadır. Kur'an duvarlardan inerek doğru bir okumaya tabi tutulmayı ve bu okumanın hayata geçirilerek, bizlerin "Hayırlı ümmet" vasfını yeniden kazanmamızı beklemektedir. 

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

16 Ekim 2015 Cuma

Al-i İmran s. 103. Ayeti: Birlik Olmanın Adresi

Biz Müslümanlar, yeryüzünde yaşayan topluluklardan olarak , aralarında en fazla ihtilaf olan guruplarının başında gelmekteyiz. Aralarında ihtilaf olan müslümanların  hepsi,  bu ihtilaflardan rahatsız olduğunu beyan ederek ,vahdet'in yani birliğin gerçekleşmesini istemektedir. İstemesine istemektedirler ancak, vahdet'in gerçekleşmesi için verdikleri adres, kendi fırkalarının bayrağının altıdır. Yani bütün hizipler kendilerini "Fırkai naciye" ilan ederek , vahdet'in kendi hiziplerinin altında gerçekleşmesi gereğini öne sürmektedirler. 

Bu duruma Kur'an ne diyor , adres olarak nereyi gösteriyor ?. 

[003.103]  Topluca Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah'ın üzerindeki nimetini hatırlayın. Hani, siz; düşman idiniz de O, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da, O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz; bir ateş uçurumunun tam kenarında iken, sizi oradan doğru yola eresiniz diye kurtardı. Alah ayetlerini size işte böylece açıklar.

Allah (c.c) birlik ve beraberliğin önemine dikkat çekerek "ve la teferrequu" (ayrılmayınız , fırkalaşmayınız) buyurarak , birlik ve beraberliğin tek adresinin "Hablilllahi" (Allah'ın ipi) olduğunu hatırlatıp, aynı surenin 105. ve 106. ayetlerinde şöyle buyurmaktadır. 

[003.105-6]  Kendilerine belgeler geldikten sonra ayrılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın. Bir takım yüzlerin ağaracağı ve bir takım yüzlerin kararacağı günde büyük azab onlaradır. Yüzleri kararanlara: «İnanmanızdan sonra inkar eder misiniz? İnkar etmenizden dolayı tadın azabı» denecektir.

Maaleseftir ki , biz Müslümanlar bu gün sanki,"Topluca Allah'ın ipine sarılMAyın , Ayrılın" şeklinde bir emir almışçasına bir hareket içine girerek , olanca gücümüzle fırkalaşmaya devam etmekteyiz. Bütün fırka mensuplarının iman ettiğini iddia ettiği kitap içindeki bu ve benzeri ayetler, hayat içinde pratize edilmekten nesh edilmiş bir vaziyette atıl olarak bırakılmıştır. 

Bir topluluğu topluluk yapan en önemli unsur, topluluk içinde olan insanların birbirlerine olan sevgi ve muhabbetleridir. Bu durum toplulukların ayakta kalmasına sebeb olan en önemli faktör olup , Müslümanlar olarak bizlere inandığımız kitabın bir çok yerinde birlik ve beraberliğin önemini vurgulayan ayetler hepimizin dilindedir.

Maaleseftir ki bu gün bir çok Müslüman , birlik ve beraber olmanın luzumunu , kendi fırkası haricinde olanların yanlış yolda olduğu ve doğru yola girerek kurtulmaları için kendi fırkasının şemsiyesi altında toplanılması gerektiğini savunmakta , "vahdet'e evet ama benim fırkam altında olması gereklidir" diyerek, vahdet isteği altında, ayrılıkların daha da körüklenmesine sebeb olmaktadır.

Halbuki Allah (c.c) adresi açık ve net olarak beyan etmiştir . 

[003.064] De ki: «Ey Kitap ehli! Ancak Allah'a kulluk etmek, O'na bir şeyi eş koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirimizi rab olarak benimsememek üzere, bizimle sizin aranızda müşterek bir söze gelin». Eğer yüz çevirirlerse: «Bizim müslüman olduğumuza şahid olun» deyin.

Tüm insanların arasında müşterek olması gereken sözler 1- sadece Allah'a kulluk, 2- ona hiç bir şeyi ortak koşmamak , 3- Allah'tan başka rabler benimsememek. 

Biz bu durumun kapsamını biraz daraltarak , olayı biz müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman , fırkalaşmanın nedenleri açıkça ortaya çıkmaktadır. 3. sıradaki, Allah dışında rabler edinilmesi durumu maalesef , biz müslümanların hayatlarında yer ederek, mensubu olduğu fırkanın , kitabı , büyüğü , prensipleri , Allah (c.c) nin kitabından öne geçmiştir. 

Allah (c.c) kendisinin ipine sarılarak ateş çukurundan kurtulmanın yolunu bizlere göstermiştir. Bu ipi sarılmayarak başka iplere sarılmak , başka rabler edinmek ve kişiyi ateş çukuruna götürmesi anlamına gelecektir.

[023.053]  Ama insanlar din konusunda aralarında bölük bölük oldular. Her bölük kendi tuttuğu yoldan memnundur.
[030.032] Kendi dinlerini fırkalara ayıran ve kendileri de parça parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp-sevinç duymaktadır.

Yukarda verdiğimiz ayetler , Müslümanlar olarak durumumuzu gayet net bir şekilde ifade etmektedir. Her hizip kendisini temsil eden , kitap , kişi , objeyi sahiplenerek onlar üzerinden aidiyetlerini yansıtarak dinlerini oluşturmuş bundan herhangi bir rahatsızlık duymadan günlerini geçirmektedirler.

Müslümanların bu gün birleşerek , fırka ve hiziplerini arkaya atıp vahyin belirleyeciliğinde birleşmeleri için , böyle bir gerekliliğini olduğunun şuuruna varmaları gerekmektedir.Maalesef bu gün bir çok müslüman bir başka müslüman kardeşini gördüğü zaman , aklına  ilk gelen şey onunla hangi konularda ihtilaf içinde oldukları olup, bu ihtilafları öne çıkararak birbirlerini usul , uslup , edep gözetmeden tekfir etmeleri olağan bir durum haline gelmiştir.

Müslümanların birbirleri ile bazı konularda ihtilaf etmeleri doğal olup , bu ihtilafların tefrikaya dönüşmemesi gerekmektedir. Üzücü olan şey bu ihtilafların özellikle tefrikaya dönüşmesi için elimizden gelen gayreti gösteriyor olmamızdır. 

Kur'anın belirleyiciliğini kabul etsek bile, yine bu kitabın içindeki ayetleri hazmederek karşımızdaki farklı düşüncelere karşı bu kitabın bize öngördüğü usulu kullanmaktan geri kaçarak, Kur'anı birleştirici değil ,ayırıcı bir kitap konumuna sokmaktayız.İnancını ve düşüncesini Kur'anın belirlediğini iddia eden bazı kimselerde gördüğümüz yanlış şu dur;

Geleneksel islam düşüncesi ile , Kur'anın önerdiği düşünce arasında büyük bir uçurum olduğu herkesin malumudur. Kendisini Kur'an nisbet ederek bu yanlışlara dikkat çeken kimselerin çoğunda usul ve uslup hatası bulunmaktadır. Kendisinin geleneksel din inancı içinde olmadığını dikkat çekmek için bazılarımızın, karşısındaki kimseye "Ben sizden farklıyım" şeklinde bir mesaj vermeye çalıştığını görmekteyiz. 

Karşısındaki kişiyi ötekileştirmek diyebileceğimiz bu uslubun kullanılması , diyalog imkanını ortadan kaldırmaktadır. "Ötekileştirmek" şeklindeki yaklaşımlar , müslümanlar olarak yaptığımız en önemli hatalardan birisidir. Bu durum bazılarımızda öyle bir boyuta gelmiştir ki, geleneksel inanç içinde yer alan ve doğru olan bazı konular bile , sadece muhalefet olsun diye eleştiriye tabi tutulmakta ve red edilme yoluna gidilmektedir. 

Birlik olmanın adresini Kur'anda görerek güzel bir nokta yakaladığmızı zannettiğimiz bazı kimselerdeki ortaya çıkan Kur'an anlayışlarının, geleneksel din inancına sahip olanlardan daha yanlış ve ifrata varan düşünceler olduğunu gördükçe, birlik konusunda çok geride olduğumuzu görmekteyiz. 

Yüzlerce yıldır , müslümanların uygulaya geldikleri namaz , hacc , kurban gibi ibadetlerin , gelenekten gelen bazı yanlışlarla bezenerek icra edilmesi , bazılarımız tarafından bu ibadetlerin red edilmesine sebeb olmaktadır. Kur'an nazil olmaya başladığı zaman , bu gibi ibadetler şirk bulaştırılarak icra edilmekte olduğu yine Kur'an içindeki ayetlerden bilinmektedir. Kur'an bunları toptan kaldırmak yerine doğru olan boyuta getirmek için gerekli olanları vaaz etmiştir. 

Bizler bu usule dikkat ederek , müslümanların çoğunun yanlış içinde olmasını kalkan edinerek bunları red yoluna gitmek yerine , doğrusunun ne olduğu Kur'an içinde açık ve net bir şekilde edildiğini yanlış yaptığını iddia ettiklerimize anlatmak zorundayız. Kur'anın hayatında belirleyici kitap olduğunu iddia ederek , inancını , düşüncesini, karşısındaki insana olan tavrını, bu kitaptan almayan birisinin okuduğu kitap, maalesef boşa vakit harcamaktan başka bir işe yaramayacaktır. 

Birlik olmanın gerekliliğini ve bu birlikteliğin adresinin Kur'anda olması gerektiğini kavramış insanlara, bu konularda önemli roller düşmektedir. Öncelikle kendimizi ciddi biçimde eğitimden geçirmenin ilk şartı olduğunu söylemek , Kur'an adına konuştuğunu iddia eden bazılarımızda arız olan hataları gördükçe, bu şartın ne kadar gerekli olduğunu bize gösterecektir.

Bir şey red etmekteki kriterimiz , o şeyin müslümanlar tarafından yanlış bilinip ve uygulanması olmamalıdır. Eğer ortada bir yanlışlık varsa bunu Kur'ana mal etmek büyük bir hatadır. Yapılması gereken yanlış bilinen ve uygulanan şeyin doğrusunun ne olduğunu öğrenip bu doğruyu önce kendimiz uygulayıp , sonra yanlış uygulama içinde olanlara uygun bir dil ile aktarmak olmalıdır. 

Bir şeyi kabul etmekteki kriterimiz , bu şeyin geleneğin aksini iddia etmesi olmamalıdır. Gelenek içinde bazı bilgiler doğru olup bu doğrular hurafeler ile üzeri örtülü bir hale düşürülmüştür. Dikkat edilmesi gereken noktalardan bir tanesi, her devirde ortaya çıkan ve kendilerini içimizden birisi gibi gösterip , kaleyi içerden yıkma faaliyetlerine girişmiş kişilerdir. Bu tür kişiler , özellikle Kur'anı öncelleyen insanlar arasında bulunarak , bizlerin geleneğe karşı olan tutumumuzdan faydalanarak , gelenekteki yanlışları göstererek , kendi yanlışlarının içine samiri misali bir avuç doğru katarak , zehiri bal şerbeti diye bizlere sunmaktadırlar.

Kimsenin kalbini yarıp içinde ne gibi duygular taşıdığını bilmemiz mümkün değildir , ancak bakış açımızı , ortaya atılan bir düşüncenin kimin ekmeğine yağ sürdüğünü , kime faydası,kime zararı olduğunu noktasında düzenleyerek söylenen sözü değerlendirmemiz mümkündür . 

Bilerek veya bilmeyerek , biz gibi düşünmeyen insanlara karşı olan tutumumuz eğer onları , dışlayıcı , diyalog ortamından koparıcı bir uslup ise eğer bu bilinerek yapılıyorsa ihanet , eğer bilinmeden yapılıyorsa cehalettir.

Bu gün müslümanlar olarak , en fazla ihtiyaç duyuduğumuz şey aramızda birlik ve beraberliğin tesis edilmesi olup , bunun tesis edilmemesi için çalışanlar olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Aradaki birliğin kurulmaması için çalışanlar "kafir" diye bildiğimiz insanlar olsa işimiz daha kolay olurdu , ancak birlik ve beraberliğin kurulmaması için çalışanlar maalesef bizden daha uyanık olup bu isteklerini aramıza soktukları truva atları ile gerçekleştirmek yoluna gitmektedirler.

Özellikle inanç değerlerini Kur'andan aldıklarını iddia eden insanların arasına sızmış olan bu insanlar , Kur'anın birleştiriciliğini gündem etmek yerine , gelenekten gelen yanlışları devamlı körükleyerek , bu yanlışları yapanları doğruya çağırmak şeklinde bir uslubu değil , onları tekfir eden bir söylem kullanmaktadırlar. 

Gerçekten bilgi sahibi ve samimi bir müslüman , karşısındaki kişilerin yanlış düşüncelerine nefsinin verdiği vesveseler ile değil , Kur'anın ona önerdiği yol ile yaklaşmasını bilecektir. Musa (a.s) dan, Firavuna dahi yumuşak söz kullanmasını isteyen Rabbimizin bu isteği bizlere de örnek olmalı değil midir ?.

Birlik olmanın olmazsa olmaz bir şart olduğu , bu gün yer yüzünde acı çeken , zulüm gören toplulukların başında bizlerin gelmekte olduğumuzu göz önüne aldığımızda ,durumun aciliyeti gözler önündedir. Bizler ferdi olarak vazifemizi yapmaya çalıştığımızı düşünür ve her fert bu vazifeyi yerine getirmek için çalışırsa , kitlesel anlamda birlikte hareket eden insanlar ortaya çıkacak ve kafirlerin korkulu rüyası , müslümanların umudu olacaktır. 

Tek şartımız , Allah (c.c) nin ipine birlikte sarılmak olup , bu ipin gerçek mesajını doğru biçimde anlamak ve hayata geçirmeye çalışmak gerekmektedir. Bize pratik hayat içinde herhangi bir getirisi olmayan suni gündemler oluşturarak , bizleri bu suni gündemler etrafında kavga ettirerek purolarını tüttürenlerin alay konusu olmamalıyız. 

Kur'anın gerçek gündemini yakalayarak bunun etrafında bir söylem geliştirmek en çok kimin konforunu bozacak ise , bu gün bizleri gerçek gündem etrafından alarak gereksiz gündemler etrafında vaktimizi ve çalanlar aynı kadrolardır. Çünkü müstekbirlerin saltanatını yıkmak için ortaya atılan gündemler , zamanla aksiyon haline dönüşerek , bazılarının sömürü güçlerinin ellerinden gitmesine sebeb olacaktır.  

Kur'anda birlik olmanın önemini kavramış olan insanlar arasında önemli olan sorunlardan bir tanesi "Hangi Kur'an?" sorusunun cevabıdır. 

Hangi Kur'an bizleri, bu gün içinde bulunduğumuz zelil ve hakir durumdan çıkarak mazlumların umudu haline getirebilir ?.

Tarih boyunca gelen elçilerin , ne uğurda mücadele ettiklerini anlatan , bu elçiler ve onlarla birlikte olanların , Allah (c.c) yolunda bıkmadan , usanmadan , korkmadan malını ve canını feda etmekten çekinmediklerini anlatan, Nisa s. 69. ayetinde bahsedilen kişilerle birlikte olmaya teşvik eden bir Kur'an bizleri zelil ve hakir durumdan çıkararak , yarınların umudu haline gelmiş insanlar haline getirebilir.

                     GAYRET BİZDEN BAŞARI ALLAH (C.C) KATINDANDIR.