21 Eylül 2016 Çarşamba

Bakara s. 97-98. Ayetleri : Cibril'e Düşman Olan Müslümanlar

Yazının başlığını okuyanların bir çoğunun "BAKARA Suresi 97.ve 98. ayetlerinde; Cibril'e düşman olanların Yahudiler olduğu bildiriliyor, Müslümanlar değil" şeklinde bir itirazda bulunacağını tahmin ederek, önce neden böyle bir başlık seçtiğimizi izah etmeye çalışalım.

Allah(c.c) kulu ve elçisi Muhammed(a.s)'a indirdiği vahyi bir melek elçi aracılığı ile indirdiğini birçok ayette beyan etmesine rağmen, bu melek elçiyi red eden bir düşünce üretilerek, melek elçiyi devre dışı bırakan bir söylem üretilmekte ve bu söyleme uygun olarak konu ile ilgili ayetler TAHRİF edilerek, söylemin doğruluğu desteklenmeye çalışılmaktadır.

Düşman kelimesini kullanmış olmamız, böyle bir elçinin olmadığını iddia ederek, vahyin Muhammed(a.s)'ın kendi düşünce ürünü olduğunu iddia eden kişilerin ortaya çıkmasına zemin hazırlanması sebebi iledir. Yoksa kimsenin "Ben Cibril'e düşmanım" şeklinde açık bir ifadesi olduğu iddiasında değiliz.

Yazımızda ilgili ayetlerin tahlili, nasıl tahrif edilmeye çalışıldığı ve Allah(c.c)'nin neden böyle bir aracı ile vahyi indirdiğini beyan ettiği üzerinde durmaya çalışacağız.

Cibril veya Cebrail adı ile bilinen ve vahyi indiren melek olduğuna inanılan şeyin aslında melek olmadığını, "Allah'ın onarması" ve "Kur'an" olarak anlaşılması gerektiği iddia edenlerin fikir babası diyebileceğimiz (diğer kimseler bu görüşlerini bu kişiden esinlenerek almışlardır) "Tebyinül Kur'an" adlı eserin müellifi olan, sayın Hakkı Yılmaz'ın BAkARA Suresi 97. ve 98. ayetlere verdiği anlam şöyledir;

قُلْ مَن كَانَ عَدُوًّا لِّجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللّهِ مُصَدِّقاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ
مَن كَانَ عَدُوًّا لِّلّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللّهَ عَدُوٌّ لِّلْكَافِرِينَ

97.De ki: “Kim Cibrîl’e/Kur’ân’a düşmansa, öfkesinden, kıskançlığından çatlasın, gebersin. - Şüphesiz Allah Cibrîl’i/Kur’ân’ı, Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri/ içindekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir. Ki onlar işte bundan dolayı düşman kesilmişlerdir.- 98.Kim ki Allah’a, meleklerine, elçilerine, Cibrîl’e/Kur’ân’a, Mîkâl’e/Elçi Muhammed’e düşman ise, üzüntüsünden, kahrından ölsün.” –Şüphesiz işte bu yüzden, Allah da kâfirlere; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenlere düşmandır.

Müellef, bu ayetlere verdiği anlamı izah etmek için "ayetlerin teknik yapıları" adı altında açtığı başlıkta böyle bir anlam verme gerekçesini uzun bir şekilde izah etmektedir. Sayın müellif, bin dereden su getirme misali yapmaya çalıştığı izahın içinde, 97. ayetteki "bi iznillahi" ibaresini neden anlama dahil etmediğini izah etmemektedir. Teorisini Cibril'in Kur'an olduğu önyargısı üzerine kuran müellif, bu ibareyi anlama ilave ettiği an, bu ayete verdiği anlamın çökeceğini bildiği için bu ibareyi metinde yok sayarak anlama ilave etmemiştir.

Sayın müellifin çevirdiği kitap herhangi bir insanın kitabı, değil Allah(c.c)'nin kitabıdır. İnsanın kitabı olsa dahi, çevirirken bazı kurallara riayet etmesi gerektiğini bilmesi gerekmektedir. Bu kuralların başında ise; çevirdiği kitabın içinde kafasına yatmayan bir şey olsa dahi, bunu kendi hevasına göre bazı ibareleri yok etmek şeklinde bir cürete kimsenin hakkı yoktur.

Biz, müellifin düştüğü "Cibril vahiy meleği değildir" gibi bir önyargıya düşmeden, yani biz de "Cibril mutlaka vahiy meleğidir" iddiası içinde olmadan ve Cibril'e kendisinin bindirdiği anlam gibi bir anlam bindirmeden, BAKARA Suresi 97. ayeti kelime kelime tercüme etmeye çalışalım.

qul : de ki 
men : kim
kane: oldu
aduvven : düşman
li cibrile : cibrile
fe innehu : muhakkak o
nezzelehu : onu indirdi
ala qalbike : senin kalbin üzerine 
bi iznillahi : Allah'ın izni ile
musaddikan : tasdik edici olarak 
li ma : o şeyi ki 
beyne yedeyhi : iki elleri arasında , önünde
ve hüden : hidayet edici , yol gösterici olarak
ve büşra : müjdeci olarak
lilmü'minine : mü'minler için , iman edenler için 

Anlamı toparlayacak olursak; "De ki kim CİBRİL'e düşman oldu ise, muhakkak O o şeyi ki senin kalbinin üzerine ALLAH'IN İZNİ İLE, iki elleri arasında olanı tasdik edici, yol gösterici, müjdeci olarak indirmiştir."

Ayeti dikkatli ve ön yargısız olarak okumaya çalıştığımızda; Cibril olarak anılan şeyin (herhangi bir anlam bindirmiyoruz) bir şey indirdiğini, o indirdiği şeyin ALLAH'IN İZNİ ile olduğunu, indirilen o şeyin İsrailoğulları'nın elinde bulunan şeyi tasdik ettiğini, yol gösterici ve müjdeci bir özelliğe sahip olduğu anlatılmaktadır. Yani Cibril kelimesi ile bahsedilen şey Kur'anı indirmiş ve bu Kur'an, Tevrat'ı tasdik eden müjdeci ve yol gösterici bir kitaptır.

Dikkat edilirse burada Cibril ile birlikte inen başka bir şey de bulunmaktadır ve müellif metin içindeki "bi iznillahi" ifadesini göz boyacı bir sihirbaz gibi yok ederek anlama dahil etmemiş, böylece istediği anlamı bu şekilde vermesi mümkün olmuştur. Eğer bu ibareyi çevirisine dahil etmiş olsaydı, Cibril'e verdiği anlam olan Kur'an'ın kendi kendisini indirdiği gibi saçma bir anlam oluşacağı için, çareyi bu ibareyi çeviriye dahil etmemekte bulmuştur.

Sayın müellife yaptığı hatayı göstermek için; bir ara, açmış olduğu sosyal medya hesabı üzerinden bu ayeti kelime kelime çevirmesi yönünde yaptığımız isteğin geri çevrilerek karşılık bulmadığını da burada söylemek istiyoruz.

Şimdi soruyoruz; Kur'an'ı kendi ön yargılarımızı tasdik ettirmek için onu tahrif etmek pahasına dahi olsa ketmetmek kimlerin harcıdır? Bu sorunun cevabı, yine BAKARA Suresi içinde verilmekte ve kitabı gizlemenin ağababası olarak Yahudiler işaret edilmektedir. Müslüman olmak iddiasında olmak, bize inmiş olan kitabı öncekiler gibi okuyarak, işimize geldiği gibi yorumlamak değil, onun anlattığı biçimde teslim olmak olmalıdır.

Müellif, Kur'an'ın inişi ile ilgili olarak NAHL, ŞUARA ve NECM Sureleri içinde geçen ayetleri de aynı şekilde tahrifata uğratarak, ön yargıları doğrultusunda anlam vermeye çalışmıştır. Yazının uzamaması için bu ayetleri burada ele almadan, neden böyle bir aracı ile vahyin indirildiğinin ifade olabileceği konusu üzerinde durmaya çalışacağız.

Müellifin eseri ile ilgili olarak yazmış olduğumuz blog içinde "Tebyinül Kur'an'dan tahriful Kur'an örnekleri" başlıklı yazılara göz atılarak yapmış olduğu tahfiratlar görülebilir.

Şurasını hatırlatmak isteriz ki; Cebrail adı bilinen meleği, gelenekteki anlaşıldığı şekli ile kanatları olan mitolojik bir varlık olarak algılamak ve düşünmek mümkün değildir. Melek denildiği zaman, kanatları olan ve kuş gibi uçan varlıkları akla getirmek, Kur'an'dan beslenen bir aklı ürünü olamaz.

FATIR Suresi başında bahsedilen meleklerin kanatlarını gerçek anlamda okumak bazı problemler getirmesi açısından doğru bir okuma yöntemi değildir. Allah(c.c); soyut olan bir şeyi somut hale sokarak, bizim zihni idrak kapasitemiz dahilindeki bilgilere benzeterek anlatmaktadır.

Melek denildiği zaman biz ontolojik mahiyetinin olup olmadığı yönünde bir tartışmaya girmekten ziyade, o kelime ile neyin anlatılmak istenildiği üzerinde fikir yürütmenin daha sağlıklı sonuçlar getireceğini düşünmekteyiz.

Gelenekteki din algısı maalesef Cibril veya başka bir ad ile anılan ve vahyi getirdiği beyan edilen elçi meleğin nasıl  olduğu üzerinde kafa yorarak , neden böyle bir yol kullanıldığının ifade edilmiş olduğu üzerinde durmamışlardır. Halbuki asıl üzerinde durulması nokta, neden melek aracılığı ile Muhammed (a.s) a vahyedilmiş olduğunun beyan edildiği olmalıdır. 

Geleneğin bu yanlış Cibril algısı, maalesef şu anda böyle bir meleğin olmadığını iddia etmek noktasına gelen insanların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Halbuki vahyin Muhammed(a.s)'a ulaşma yolu ile ilgili ayetleri gelenekteki yanlışı dikkate alarak yapılan bir okuma yerine, böyle bir yolun neden kullanıldığının beyan edilmiş olduğu üzerinde yoğunlaşan bir okuma yapılmış olsaydı, varlığının veya yokluğunun tartışılmasının gereksiz ve boş bir tartışma olduğu ortaya çıkacak ve böylece Kur'an ayetlerini tahrif etmeye kadar varan cürete gerek kalmadan, daha makul ve daha doğru bir açıklama getirilecekti.

Vahiy sadece Muhammed(a.s)'ın şahit olduğu bir olay olup, bizler bu olaydan Kur'an'ın anlattığı kadarı ile bilgi sahibi olmaktayız. Gayba dair bir konu olan vahiy olgusu içinde bize verilen bilgilerden bir tanesi; bu vahyin direk Allah(c.c)'den Muhammed(a.s)'a değil, Allah - Melek - Beşer elçi şeklinde gerçekleştiğidir.

Aradaki melek elçinin ne veya nasıllığı konusunda bir anlatım bizlere yapılmamış olup, onun görselliği konusunda yapılan rivayetler mitolojik bilgilerdir. Allah(c.c)'nin meleklerden elçi seçtiğini (HACC 75), seçtiği elçiye başka bir elçi ile vahyetmesini (ŞURA 51), kullarından dilediğine melek indirerek vahyetmesi (NAHL 2) gibi ayetleri doğru anlamanın yolu; Kur'an'ın nüzul dönemi arka plan inancının anlaşılması ile mümkün olacaktır.

Kur'an'ın nazil olması öncesi Arap cahiliyesinde "şair", "kahin" gibi ünvanlara sahip olan kişiler, ağızlarından çıkan sözlerin kendi ürünleri değil "cin" denilen varlıklardan aldıkları gaybi bilgiler olduklarını iddia ederek, bu şekilde kendilerine diğer insanlardan ayrıcalık sağlamakta idiler. Gaybdan haber aldığını iddia etmek herkes için geçerli bir şey olmayıp, şair, kahin gibi ünvanlara sahip olanlara has bir durumdu. Muhammed(a.s)'a yöneltilen şair, kahin, mecnun gibi suçlamaları, Arap cahiliyesinde yerleşik olan bu inancın bir tezahürü olarak anlamak gerekmektedir.

Gaybdan haber aldığını iddia edenleri kahin ve şair olarak tanıyan Arap insanı, Allah(c.c)'den vahy aldığını iddia eden Muhammed(a.s) için de aynı şeyi düşünerek, onun şair, kahin veya mecnun yani cinlenmiş olduğunu iddia etmeye başladılar.

Bu bağlamda "melek" ve "şeytan" kelimelerinin halk arasındaki bilinen anlamını dikkate almanın konuyu anlamada kolaylık sağlayacağını söylemek istiyoruz. Halk arasında "melek" denildiği zaman iyilik, güzellik gibi olumlu kavramlar akla gelirken, "şeytan" denildiği zaman kötülük ve çirkinlik gibi kavramlar akla gelmektedir. Yani melek ve şeytan denildiği zaman kişinin aklına onların ontolojik varlıkları değil, temsil ettikleri anlamlar akla gelmektedir.

Allah(c.c) gaybdan haber aldıklarını iddia eden kahin ve şairlerin bu haberleri, şeytanlardan aldıklarını ifade ederken, vahiy aldığını iddia eden Muhammed(a.s)'ın okuduğu sözlerin şeytan eseri değil, Allah(c.c)'nin sözleri olduğunu bildirmektedir.

Allah(c.c) kuluna bu sözleri şeytanın karşıtı olan melek aracılığı ile vahyettiğini bildirmesini, bu arka plan dahilinde anlamaya çalıştığımızda, melek aracılığı ile vahyetme olgusunun daha doğru anlaşılacağını düşünmekteyiz.

Bir an için kendimizi Muhammed(a.s) yerine koyalım; yaşadığı şehir içinde gaybdan haber aldığını iddia eden kahin ve şairler cirit atmakta ve ona bir gün Allah(c.c)'nin vahyi olduğu söylenen sözler vahyediliyor.

Kitap nedir iman nedir bilmeyen Muhammed(a.s) bir insan olarak kendisine vahyedilen bu sözlerin kimden geldiği konusunda elbette kuşkuya düşebilir. Çünkü o böyle bilgileri kahin, şair veya mecnun olarak bilinen kimselerin aldığını iddia ettiklerini bilmektedir.

Kur'an'ın Mekke döneminin ilk yıllarında nazil olan ayetlerine baktığımızda, ona gelen bu vahyin Allah(c.c)'den olduğu, kahin, şair veya mecnun olmadığı yönünde onun gönlünü ferahlatacak bilgiler verilmiş olması, yaşadığı zaman ve mekanda genel geçer olan anlayışa uygun olan bir tarzda ona anlatılarak, şair ve kahinlerin sahip olduğu bilgilerin kaynağı ile onun sahip olduğu bilgilerin kaynağının aynı olmadığı ona haber verilmektedir.

Şair ve kahinlere geldiği iddia edilen bilgiler şeytan menşeli iken, ona gelen bilginin menşei Allah(c.c)'den olup, bu bilgi ona melek elçi ile verilmektedir. Ona meleğin inmiş olması, şeytanın inmemiş olmaması anlamına gelmektedir.

[026.193] Onu Ruh el-Emin indirmiştir.
[026.194] Uyarıcılardan olasın diye senin kalbin üzerine;
[026.195] Apaçık Arapça bir dille.
[026.196] O, şüphesiz öncekilerin kitaplarında da var.
[026.197] Beni İsrail bilginlerinin onu bilmesi, onlar için bir delil değil mi?

[026.210] Onu (Kur'ân'ı) şeytanlar indirmedi.
[026.211] Bu, onlara düşmez de, buna güçleri de yetmez.
[026.212] Doğrusu onlar (vahyi) dinlemekten uzak tutulmuşlardır.

[026.221] Şeytanların kime indiğini size bildireyim mi?
[026.222] Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üzerine inerler.
[026.223] Bunlar şeytanlara kulak verirler, çoğu yalancıdırlar.
[026.224] O şairlere gelince; onlara azgınlar uyar.
[026.225] Görmedin mi; onlar, her bir vadide vehmedip durmaktadırlar;
[026.226] Ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylemektedirler.

Yukarıdaki ŞUARA Suresi'nden verdiğim ayet mealleri, demek istediklerimizin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.

Muhammed(a.s)'ın okuduğu sözler, Arap insanının bilgisi dahilinde olan kahin ve şairlerin şeytanlardan aldığı ilham değil, Allah(c.c)'nin melek aracılığı ile ona indirmiş olduğu sözlerdir. Şairlerin ve kahinlerin okudukları sözlerin kaynağı kötülüğün temsili olan ŞEYTAN iken, Muhammed(a.s)'ın okuduğu sözler TEKVİR Suresi 19. ayette "Kerim Elçi" olarak tabir edilen MELEĞİN sözleridir. Elbette bu melek ona Allah(c.c)'den aldığı sözleri aktarmaktadır.

[081.019] Şüphesiz o şerefli bir elçinin sözüdür.
[081.020] (Bu elçi,) Bir güç sahibidir; arşın sahibi katında şereflidir.
[081.021] Kendisine uyulandır, emindir.

Yine tekrar ediyoruz; bu meleğin ontolojik mahiyeti bizim için ilgi alanı dahilinde değildir, olmaması da gerekir. Bizim ilgi alanımıza neden böyle bir yol kullanılmış olduğu girmeli ve onun dışına çıkmamalıdır. Geleneksel din anlayışında vahiy meleği ile neredeyse her gün buluşan, onunla muhabbet eden, ondan Kur'an haricinde de sözler alan bir elçi anlayışı, maalesef bizleri vahiy meleğini red etme noktasına getirmiştir.

Vahyin melek aracılığı ile inmiş olmasını red etmenin ne gibi zararları olabilir?

Öncelikle böyle bir yol ile indirdiğini beyan eden ayetleri inkar etmek anlamına gelecektir. Kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak ifade eden bazı kimselerin, "deizm" akımına kapılmalarının altında yatan sebeplerden bir tanesi, Kur'an hakkında edinmiş oldukları bazı yanlış bilgilerdir.

Kur'an'ın Muhammed(a.s)'ın ilhamı olarak dile getirilmiş olan sözler olarak görmeye başlayan bu kimselerin, bu tür düşünceler içine girmelerinin sebeplerinden bir tanesi; Kur'an'ın melek elçi ile indirilmiş olduğunu beyan eden ayetleri doğru okuyamamaları neticesinde, bu sözlerin Allah(c.c)'nin kelamı değil, Muhammed(a.s)'ın sözleri olduğuna inanmalarıdır. Muhammed(a.s) bu sözleri Allah'ın ona vahyetmesi ile değil, içine doğan bazı ilhamlar neticesinde dile getirdiği iddiası, eski Kur'an'cı yeni deist veya deist olmaya aday bazı kimselerin dile getirdiği iddialardandır.

Muhammed(a.s)'ı kahin ve şairlerden ayıran nokta; onun okuduğu sözlerin ona melek elçi ile vahyedilmiş olduğudur. Bu noktayı göz ardı ettiğimizde Muhammed(a.s)'ın şair veya kahinden bir farkı olmadığı iddiası zımnen de olsa dile gelmiş veya bu kapı aralanmış olacaktır.

BAKARA Suresi 97. ayete verdiği anlamın tahrifat olduğunu iddia ettiğimiz kişinin başı çektiği düşüncenin böyle bir tehlikesi bulunmaktadır. Düne kadar onun eserlerini okuyarak dini öğrenen bazı kimselerin, bugün deizm akımına dahil olmasının altında yatan sebeplerden bir tanesi, bu kişinin ortaya attığı bazı yanlış düşüncelerdir.

BAKARA SUresi 97. ve 98. ayetlerde dile getirilen Cibril'e düşmanlık, bağlam olarak İsrailoğulları tarafından yapılan bir düşmanlık olup, vahyi red etmek anlamında yapılan bir düşmanlıktır. Bu düşman olmayı Allah(c.c) küfür olarak nitelemektedir. Müslüman kesimin bir kısmında ortaya çıkan Cibril'in farklı şekilde yorumlanarak red edilme yoluna gidilmesi, bugün değilse ilerleyen zamanlarda vahyin red edilmesine yani küfre kapı aralayan bir düşünce olması nedeniyle, yazımıza böyle bir başlık atmayı uygun bulduk. Yazının amacının, Cibril konusunda bazı kimselerin söylediklerini doğru kabul ederek yanılgı içinde olan kimseleri, kafir olarak nitelemek amaçlı olmadığını hatırlatmak isteriz.

Sonuç olarak; Allah(c.c) Muhammed(a.s)'a indirdiği vahyi HAC 75 ve diğer ayetlerde beyan ettiği üzere meleklerden seçtiği elçi ile indirdiğini beyan etmektedir. Vahyin böyle bir yol izleyerek inişini anlamak için, Arap cahiliyesi arka plan düşüncesinin anlaşılması önemli bir rol oynamaktadır.

Kahin ve şairlerin gaybdan haber aldıklarını iddia ettikleri topraklarda, Allah(c.c)'den vahiy aldığını iddia eden Muhammed(a.s)'ın aldığı vahyin kahin ve şairlerden farklı olduğunu ifade etmek için kullanılan "melek elçi" vasıtası ile ona vahyedilmiş olduğunu red etmenin yolunu, bu konu ile ilgili ayetleri tahrif etme yoluna giderek bulmaya çalışanların yaptıkları şey, ön yargılarını Kur'an'a kabul ettirme yöntemli bir okumadır.

Yapılan Kur'an okumaları; metin dahilindeki anlatımlar baz alınarak, anlaşılmaya çalışılmaya, işimize gelmediği yerde metin içindeki bazı ibareleri görmezden gelmeye çalışarak, kendi düşüncemizi Kur'an'a onaylatma ameliyesi içinde olmamalıyız.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

19 Eylül 2016 Pazartesi

ARAF s. 169. Ayeti : Yakında Bağışlanacağız Diyen Yahudiler ve Müslümanlar

Allah (c.c) yaratmış olduğu biz kullarına elçi ve kitaplar aracılığı ile, dünya hayatında uymamız gereken kulları bildirmiş , bu kurallara uyanlara ve uymayanlara , dünya ve ahirette bir takım karşılıklar verileceğini vaat etmiştir. Bize emredilen kurallara uymanın karşılığı cennet olurken , uymamanın karşılığı cehennem olarak bildirilmektedir. Allah (c.c) bize vaat ettiği cennet ve cehennemin geçici olarak kalınacak bir yer değil, EBEDİ olarak kalınacak bir yer olduğunu beyan etmektedir. 

İslam düşüncesinde, cennetin ebediliği konusunda bazı farklı düşünceler olmuş olsa da , ebediliği yani oraya giren kimsenin bir daha çıkmayacağı konusunda fikir birliği olduğunu söylemek mümkündür. Ancak cehennem için bunu söylemek mümkün değildir. Yaygın kanaate göre, dünya hayatında günah işleyen Müslümanlar , günahlarının cezasını ödedikten sonra oradan çıkarılarak cennete konulacaklardır. 

Bu düşüncenin delili ise , Meryem s. 71. ayetinin siyak sibakına dikkat edilmeksizin okunması olup, ön kabule uygun bir ayet arayışının sonucu olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Asıl meselemiz cehennemden çıkış düşüncesinin nereden ve kimden kaynaklandığı olduğu için , bu düşüncenin kaynağını oluşturan İsrailoğullarının düşüncelerini , bu konudaki Kur'an ayetleri üzerinden okumaya, ve İslam düşüncesine hakim olan bu söylemin atalarının neden böyle bir söylem üretmek ihtiyacı duyduklarını ele almaya çalışacağız. 

[007.169] Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım  kimseler geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya) nın geçici-yararını alıyor ve: «Yakında bağışlanacağız» diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı da okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Halâ akıl erdirmeyecek misiniz?

Araf s. 169. ayeti , İsrailoğulları ile ilgili bir bağlama sahiptir. 163. ayetten başlayan ve deniz kıyısında yaşayan İsrailoğullarına mensup bir topluluğun, kendilerine emredilen yasağı delmeleri sonucu helak edilmesinin ardından gelenleri anlatmaktadır. 

Bu ayetin asıl dikkat çekici cümlesi ise , dünya hayatını ahiret hayatına tercih eden İsrailoğullarının , dünya hayatı içindeki yaptıkları zulme "Yakında bağışlanacağız" şeklinde bir kılıf uydurmalarıdır. Ahiret hayatında nasıl olsa bağışlanma gelecek diye günah işlemek , bir insanı günaha teşvik eden bir düşüncedir. Bu düşünceyi insanlar arasında hakim kıldığımız zaman, dünya hayatında elde etmek istediğimiz gayri meşru olan şeylere ulaşmayı bu yol ile meşru kılmak mümkün olabilir. 

Bakara ve Al-i İmran surelerinde İsrailoğullarının kendileri için ahiret hayatında uygulanacağını düşündükleri muamele şu şekilde anlatılmakta ve ret edilmektedir.

[002.079]  Vay, Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, «Bu Allah katındandır» diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!
[002.080] Sayılı günlerden başka katiyyen bize ateş dokunmayacak dediler. De ki; 'Allah'tan bu yönde söz mü aldınız - ki Allah asla sözünden caymaz- yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?
[002.081]  Hayır öyle değil; kötülük işleyip suçu kendisini kuşatmış olan kimseler; cehennemlikler işte onlardır. Onlar orada temellidirler.

[003.023]  Kendilerine Kitapdan bir pay verilenleri, görmedin mi? Onlar aralarında hüküm vermek için Allah'ın Kitabına çağırılmışlar, sonra onlardan bir takımı dönmüşlerdir. Onlar temelli yüz çevirenlerdir.
[003.024]  Bu, onların: «Bize ateş sadece sayılı birkaç gün değecektir» demelerindendir. Uydurup durdukları şeyler, onları dinlerinde yanıltmıştır.
[003.025]  Geleceğinden şüphe olmayan günde, onları topladığımız ve haksızlık yapılmayarak herkese kazandığı eksiksiz verildiği zaman, nasıl olacak?

Bakara s. 79 ve Al-i İmran s. 23. ayetlerine baktığımızda kendilerine indirilen kitabı hayatlarına pratik etmemeleri anlatılarak , buna sebep olan düşüncenin ahirette ebedi cehennemde değil , geçici bir süre cehennemde kalacaklarına dair oluşturdukları inançtır. İşte bu inanç İsrailoğullarına dünya hayatlarında her türlü kötülüğün yolunu açarak zalim bir kavim olmalarını sağlamıştır. 

Yukarıdaki ayetler İsrailoğullarının bu düşüncesini açık ve net bir şekilde ret ederken , aynı düşünce İslam düşüncesine hakim olmuş , Kur'an tarafından ret edilen "Cehennemde sayılı günler kalma" düşüncesi, İsrailoğullarından bize ithal edilmiştir.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir , Allah (c.c) İsrailoğulları için ret ettiği bir düşünceyi , biz Müslümanlar için kabul edebilir mi ?. Bu sorunun cevabı için , Allah (c.c) nin nezdinde "Özel kul" veya "Seçilmiş topluluk" gibi özel muamele yapılacak bir gurubun olup olmadığının cevabının verilmesi gerekmektedir.

[005.018] Yahudiler ve hıristiyanlar «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O'nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a aittir. Sonunda dönüş de ancak O'nadır.

Maide s. 18. ayeti , Yahudi ve Hristiyanlar tarafından dile getirilen bir iddiayı ret ederek , onlarında Allah (c.c) nin yarattığı insanlardan bir zümre olduğu , hiç bir şekilde özel bir statüye sahip olmadıklarını beyan etmektedir. Bu seçilmişliğe Müslümanların dahil olması asla mümkün değildir. Öyleyse cehenneme veya cennete girmek herhangi bir kimlik üzerinden değil , ameller üzerinden yapılacak değerlendirme ile sağlanacaktır. Cennete girmek için sadece Yahudi , Hristiyan veya Müslüman kimliğe sahip olmak değil , cennete girmek için belirlenen kriterleri yaşadığı dünya hayatında yerine getirmek gerekmektedir.

Kur'anın hiç bir yerinde , dünya hayatında işlenen günahlardan dolayı belirli bir süre cehennem azabı görüldükten sonra oradan çıkılacağı hakkında açık ve net bir bilgi yoktur. Allah (c.c) hesap gününde kimseye en küçük bir haksızlık dahi yapılmayacağını beyan ettiğine göre , hesap gününde Müslüman , Hristiyan , Yahudi veya başka bir dine mensup olan insanlar hakkında en doğru karar verilecektir.


Allah (c.c) nin cehennem için "Ebedi" ve orada ölüm olmadığını beyan etmiş olması , dünya hayatında "Günah" olarak belirtilen amellerin işlenmesinin önünün kapatılması içindir. Dünya hayatını fısk ve fücur içinde geçirerek o halde ölen kimsenin , ahiretteki ödülü ebedi cehennem olarak bildirilmiştir. 

Eğer cehennemden geçici bir mekan olarak bahsedilmiş olsa idi , dünya hayatında yapılmaması gereken bir takım günahlar , insanlar tarafından işlenerek , "Cezası neyse çekeriz" mantığı hakim olurdu. Allah (c.c) böyle bir düşüncenin önünü kapatmasına rağmen , elleri ile kitap yazanlar , böyle bir iddiayı, dillerini eğip bükerek kitaba mal etmişler , ve böylece fısk ve fücurun önünün açılmasına fırsat sağlamışlardır.

Ebedi olan bir hayatın ebedi olmadığını iddia ederek, fısk ve fücurun önünü açan bir düşünce üretmek hangi aklın ürünüdür?.

"Ne yardan geçerim ne serden" deyimi , bu sorunun cevabıdır. Dünya hayatının aldatıcı görüntüsüne kanarak onun sahte zevklerinden vazgeçemeyen , fakat ahiret inancına sahip olanlar , dünya hayatına olan sevgilerinden dolayı olan bu vazgeçemeyişlerini , ahiret inancını deformasyona uğratarak , cehennemin geçiciliği düşüncesi ortaya atmışlar , böylelikle ihtiraslarını tatmin etmek yoluna gitmişlerdir. 

Ahiret inancına sahip olmayan müşrikler ilk yaratılma konusunda Kur'an tarafından ortaya konulan onca akli delile rağmen , kendilerinin ortaya koydukları akli delilleri öne sürerek yeniden dirilmeyi ret etmekte , bu suretle dünya hayatının geçici zevklerini hiç bir kural tanımadan elde etme yoluna giderlerken , ahiret inancına sahip olan kitap ehli ise , bu zevklerini, ahiret inancına sahip olmaları nedeniyle, cehennemin geçici olduğu yönünde bir düşünce geliştirerek tatmin etme yoluna gitmektedirler.

Bugün İslam coğrafyası sınırları içinde yaşayan Müslümanların, dünya hayatına olan gayri meşru tutkularını tatmin etmenin altında yatan en büyük saiklerden birisi , işte bu dışarıdan ithal edilmiş olan cehennemin geçiciliği düşüncesidir. 

Dün , "Yakında bağışlanacağız" diyen Yahudilere ilave olarak , bugün aynı sözü söyleyen geniş bir Müslüman kitlesi türemiş bulunmakta, ve iman etmek iddiasında bulunduğumuz kitap içinde , net olarak ret edilmiş olan Yahudi düşüncesini , sahiplenerek yahudileşme yolunda maalesef önemli bir adım atmış bulunmaktayız.

Cehennemin süreli olduğu düşüncesine ilaveten , müşriklerden ithal edilen şefaat düşüncesi , İslam coğrafyasının önemli bir kesiminde yaygın olarak kabul görerek , dünya hayatında yapılması muhtemel olan yanlışlara , bu düşüncelerin verdiği serbestiyet ile kapı aralanmaktadır.

Ahiret hayatında birileri tarafından ricacı olunarak ateşten kurtulunacağı veya ateşte belirli bir süre kalınacağı düşüncesi nasıl İsrailoğullarına fesadın yolunu açmış ise , biz Müslümanlarda da günah işlemenin yolunu açarak , bizleri fısk ve fücurda örnek bir topluluk haline getirmiştir. 

Elbette bağışlayıcı olduğunu haber veren bir Rabbimiz vardır , ve bu vaadinden dönmeyecektir. Onun bağışlayıcılığı belirli bir zümreye veya bazı kişilere tabi olmuş insanlara has değil , bu bağışlamayı hak edecek olanlara verilmiş bir vaattir. 


[031.033]  Ey insanlar! Rabbinizden korkunuz ve bir günden de endişe ediniz ki, bir baba evladından bir şey ödeyemez, evlat da atasından bir şey ödeyecek değildir. Şüphe yok ki, Allah'ın vaadi haktır. Sizi dünya hayatı sakın aldatmasın ve sizi o çok aldatıcı (şeytan) Allah hakkında şaşırtmasın.

[035.005]  Ey insanlar, haberiniz olsun ki, Allah'ın va'di muhakkak gerçektir; sakın o dünya hayatı sizi aldatmasın ve sakın o aldatıcı şeytan, sizi Allah'a karşı aldatmasın!

[057.014]  Onlara bağırırlar ki: «Biz sizinle beraber değil mi idik?» Onlar da derler ki: «Evet.. Velâkin siz nefsinizi fitneye düşürdünüz, ve (mü'minler hakkında fenalık) gözettiniz ve sizi bâtıl şeyler gurura düşürdü. Tâ ki, Allah'ın emri geliverdi. Ve sizi şeytan Allah ile aldattı.»

Bağışlanma garantili günah işlemek , insana şeytanın verdiği vesveselerden olup , yukarıdaki ayet mealleri insan için mevcut olan bu tehlikeye karşı uyarılarda bulunmaktadır.

Cehennemin ebedi olmadığı düşüncesinin İslam dünyasında alıcı bulmasının altında yatan sebepleri araştırdığımızda , Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında siyasal olayların neticesinde ortaya çıkan bir takım itikadi fırkaların, büyük günah işleyenin kafir olup olmadığı , bunların akıbeti tartışmalarını görebiliriz. 

Özellikle iman ile amelin birbirinden ayrılması sonucunda , iman etmiş olmanın sadece dil ile ikrar kalp ile tasdik etmeye indirgenmiş olması , imanı hayatına pratize etmeyen sultanların akıbetinin halledilmesi ! sorununu ortaya çıkarmıştır. Bu hal işini üstlenen saray uleması , çareyi Yahudilerin düşüncelerini devşirmekte bularak , bu sorunu kökünden halletmiştir!!. 

Büyük günah işleyenin durumu etrafında yapılan tartışmaların bir tarafı olan mürcie fırkasının ürettiği teoriler , bir takım uydurma rivayetler ile yüzlerce yıldır ehli sünnet itikadı adı altında Müslümanların üzerinde bir kılıç gibi durmaktadır.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) dünya hayatında emirleri gereğince hareket etmeyenlere ebedi cehennemi layık görerek , bu mekanı hak etmemek için gerekli olan amelleri yerine getirmemizi bizden istemektedir. Bu cezanın ebedi olarak öngörülmüş olması , dünya hayatını yaşayan insanların yaşadıkları hayat içinde kendilerine emredildiği şekilde yaşamasına matuf olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak dünya hayatının cazibesine kendisini kaptıran ve dünya ile ahiret arasında tercih yapmak zorunda kalan kitap ehli "Ne yardan geçerim ne serden" misali , cehennem hayatının ebedi olmadığı yönünde düşünceler üreterek , dünya hayatının geçici menfaatlerinden faydalanmak yolunu seçmişlerdir.


Kur'an tarafından ret edilmesine rağmen aynı iddia , İslam düşüncesi içine sokularak , günahkar Müslümanlar açısından cehennemin ebedi olmadığı , geçici olduğu düşüncesi ortaya atılarak , dünya hayatında yapılan günahların , ahirette af edileceği gündeme sokulmuş , böylelikle dünya hayatında bazı günahlara meşruiyet kazandırma yoluna gidilmiştir. 

Ahiret hayatında affa uğrayacaklarına dair kimseye garanti vermeyen Allah (c.c) nin vermediği bu garanti , maalesef bazı kulları tarafından , başka kullara verilerek , yanlışların önünü kapama amaçlı olan bu ceza, bir şekilde delinmeye çalışarak , af garantili yanlışlar yapmak teşvik edilmiştir.

Allah (c.c) elbette ahirette bağışlayıcı olduğunu bizlere beyan etmektedir. Ancak dünya hayatında bazı kimselerin yaptıkları yanlışlara kılıf uydurmak için , "Yakında bağışlanacağız" şeklindeki sözlerini ret etmekte ve bu iddianın yalan olduğunu bildirmektedir. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

16 Eylül 2016 Cuma

AHİRETE İMAN : Bir Toplumun Bireylerinin Hayatına Yansıttığında Dünyayı Cennete Çevirecek Bir İnanç

İnsan , diğer insanlara olan iş , aş , eş v.s ihtiyaçları nedeniyle birlikte yaşamak mecburiyetinde olan bir varlıktır. Birlikte yaşama mecburiyetinde olan insanların, bu yaşamını belirli kurallar üzerine bina etmesi , ve herkesin bu kurallara uyması mutlu ve huzurlu bir toplum yaşantısı için zaruri bir durumdur. Yaşamını belirli kurallar üzerine bina etmeyen etmeyen insanların yaşadığı toplumlardan kargaşa ve anarşi eksik olmayacaktır. 

Allah (c.c) alemlerin rabbi olması nedeniyle , dünya üzerinde yaşayan insanların uyması gereken ana kuralları kendisi elçiler ve kitaplar ile vaz ederek , mutlu ve huzurlu bir toplum için gerekli olan kuralları bizlere önermiştir. 

Bizler için vaz edilen inanç kurallarının ismini "İslam" olarak koyan Allah (c.c) asla başka kurallar ihdas edilmemesini , kendi koyduğu kurallara uyulmasını defaatle hatırlatarak , yanlış yapanları cezalandıracağını , uyanları ise mükafatlandıracağını beyan etmiştir. 

Bizler için koyulan kuralların içinde "Ahirete iman" adı ile herkesin bildiği bir kural vardır ki , bu kural eğer gerçek olarak hayat içinde pratiğini bulmuş olsa idi , dünyanın cennet haline gelmesi mümkün olabilirdi. 

Bu kuralın esası , öldükten sonra yeniden dirilerek dünya hayatı içinde yaptığımız iyilik ve kötülüklerin karşılığını almaya dayanmaktadır. "Ben Müslümanım" diyen herkes bu kurala uymak ve gereğini yapmak zorunda olup "İmanın şartları" olarak bildiğimiz sayılı kurallar içinde bu kural da mevcut bulunmaktadır. 

İnsanın yaratılışında kötülüğe ve iyiliğe meyyal bir bir yapısı bulunmaktadır. İnsanda bulunan bu hasletler, çeşitli saiklerle kötülüğün veya iyiliğin öne çıkması şeklinde onun hayatında pratik hale gelmektedir. İnsanların koydukları yaşam kuralları , onların ahiret yaşamında herhangi bir etkileri olmaması nedeniyle sadece bu dünya ile sınırlı olup , insanların yaptıkları ve suç olarak görülen bazı fiillerin cezaları, sadece dünya hayatında bir takım ceza şekilleri ile onlara ödetilmeye çalışılmaktadır.

Allah (c.c) koymuş olduğu kurallar içinde de , kişilerin dünya hayatı içinde işlediği bazı suçlara verilecek olan dünyevi cezalarda öngörülmektedir , ancak bu cezalara ilaveten uhrevi cezalarda vaat edilerek , kişilerin Allah (c.c) tarafından yasaklanan bazı filleri işlememesi sağlanmaya çalışılmaktadır.

Ahirete iman esası , İslamın ana kurallarından bir tanesi olup , dünya hayatında yaşayan herkesin kendi kendisinin polisi olmasını sağlamaktadır. Başka hiç bir inanç sisteminde bulunmayan , bulunması da imkansız olan bu oto kontrol sistemi , insanların hayatlarında doğru bir biçimde yer alacak olursa , dünyada bir karıncayı dahi incitirken iki defa düşünen insanların sayısı artacak , ve dünya yeryüzünde bir cennete dönüşecektir. 

Dünyada yaşayan hiç bir ülkenin, bütün vatandaşlarının başına bir polis dikmesi asla mümkün değildir. Ancak ülkelerde yaşayan insanlara sakınılması gereken gerçek mercinin adresi verilerek , vicdanlarında oluşacak polisler ile kişilerin yanlışa düşmeleri engellenmiş olacaktır.

Dünyada işlenen bir suç belki cezasız kalabilir , veya işlenen bir suçun cezası çekilerek kurtulma imkanı hasıl olabilir. İnsanlarda eğer ahirete iman bilinci yoksa , "Yatar çıkarım" , "Parasını öder kurtulurum" kabilinden düşünceler ile, suçun işlenmesinin önü açılabilir. Ancak ahirete iman bilincinin gerçek biçimde hayatında yer ettiği insanların lügatinde böyle sözlere asla yer yoktur . Ahirete gerçek olarak iman eden bir Mü'min şunu bilir ki , dünyada işlediği suçun ahiret hayatındaki cezası , dünya hayatındaki en ağır ceza ile dahi asla kıyaslanamaz.

Ahirete iman inancına gerçek olarak sahip olan insanlar , Allah (c.c) nin suç saydığı bir fiili işlemenin, dünya hayatında cezası çekilmiş olsa bile, şayet gerçek biçimde tevbe edilmediği takdirde , dünyada işlenen bu suçun cezasının ahirette ödenmesinin çok çetin ve kalıcı olacağını bilmektedirler.

Ahirete iman esası , toplumu oluşturan en küçük yapı taşı olan bireylerin ahlaki yönden sağlam bir yapıya kavuşmasını sağlayan bir inançtır. Yaptığı her şeyi gören ve ve bilen birisi tarafından izlendiği ve yaptıklarının en küçük ayrıntısına kadar kayıt altına alındığının ve yaptıkları içinde "Günah" kategorisine giren fiilleri için alacağı karşılığın ne olduğunu bilen birisi acaba kimlere zarar verebilir ?.

Ahirete iman esası , toplumun inşasının fertten başlaması gerektiğini hatırlatan bir esastır. Toplumlara hiç bir inancı tepeden inme olarak dayatmak asla mümkün değildir. Tepeden inme baskıcı yol ile topluma enjekte edilmeye çalışılan düşünce ve fikirler zaman içinde dejenere olmaya mahkumdur. 

Allah (c.c) nin insanları irade sahibi kılarak yapacağı tercihlerinde tamamen özgür bırakmış olması , onun yarattığı insanlarda bile bulunmayan bir özgürlük anlayışıdır. Yaptıklarının ve yapacaklarının karşılığının eksiksiz olarak hesap gününde verileceğine dair bilgi sahibi kılınan insan , bu ve benzeri bilgiler ile özgür iradesini daha dikkatli kullanması sağlanmaktadır.

Allah (c.c) nin koyduğu din olan İslam , insanı sadece dünya hayatı ile sınırlı bir varlık olarak telakki etmez. Ölüm , insan için sadece yeniden başlayacak ve ebedi olarak sürecek olan gerçek yaşam için bir köprü mesabesindedir. İslamın haricinde hiçbir sistem , insan için böyle bir ebedilik olduğundan bahsetmez ve insana asıl yurt olan ahiret bilinci vermez.

Dünya hayatının geçici , ahiret hayatının ebedi olduğunun bilinci içinde yaşanan hayatlarda , zulüm , kan , gözyaşı , fesat , işkence , cinayet v.s gibi insanların hayatlarında derin yaralar açan kelimelerin yeri yoktur. 

Kar ve zarar hesabını doğru yapan bir insan , hiç bir surette kendisini zarara uğratacak bir alış veriş içine girmez. Dünya hayatını tercih ederek , ahiret hayatını terk eden insanın misali , kendisine verilen ömür sermayesini akıllı kullanmayarak , iflas eden müflis tüccar gibidir. Akıllı insanlar , üç günlük geçici dünyaya tamah ederek , ebedi olan ahireti harap etmezler.

Müslümanlar olarak bizlerin , amentünün esaslarından birisi olarak en küçük yaşta ezberimize giren fakat , ezberimize girdiği kadar hayatımıza girmeyen bu esas , ahirete iman ettiğini iddia edenlerin hayatlarında bile tam olarak hayata yansıtılmamaktadır. Bugün bir çok Müslüman olma iddiasında olan kişilerin işledikleri cürmü , bu iddia içinde olmayanlar dahi maalesef işlememektedir. Bu durum bize , bir çoğumuzun söz ile amelinin birbiri ile uyuşmadığını göstermektedir. 

Hiçbir değere sahip olmadığını iddia ederek gayri ahlakilik peşinde olanlar ile , bazı ahlaki değerlere sahip olduğunu iddia ederek , o değerlere aykırı hareket edenleri mukayese ettiğimizde "Ahlaksız" olarak nitelenebilecek olan gurup , bazı değerlere sahip olduğunu iddia edenlerdir. Ahlaksız olmayı değer edinerek ahlaksızlık yapan kimse , ahlakı değer edinerek ahlaksızlık yapan kimseden daha ahlaklı sayılabilir.

Toplumun eğitimi , o toplumun bireylerini oluşturan kişilerin eğitimi ile mümkün olabilir. Bireylerin eğitiminin ilk ayağı ise toplumun en küçük yapı taşı olan aile içinden başlamalıdır. Kur'anda zikri geçen kıssalar içinde "Örnek aile" veya "Örnek baba" olarak bize gösterilen modeller , veya tebliğe başlama sırasının kişinin aile çevresi olması gerektiğini hatırlatan ayetler , kişisel eğitimin en önemli ayağının aile içi eğitim olduğunu göstermektedir. 

Aile içi eğitim ile küçük yaştan itibaren insana saygılı , çevreye saygılı olmayı görev edinen insanlar , yaptıkları yanlışların karşılığını hiç bir bedelin kabul edilmediği günde alacak olmalarını içselleştiren bir hayat sürdükleri takdirde , hem kendilerini hem de yaşadıkları toplumu huzura kavuşturmuş olacaklardır.

Kur'ana bakıldığında yeniden dirilmeyi ret eden müşriklerin, ahiret inancına karşı büyük bir savaş açtıklarını görmekteyiz. Müşrikler tarafından açılan bu savaşın altında yatan psikolojiyi şu şekilde okumak mümkündür ;


Kim olursa olsun gelmiş ve gelecek bütün insanlar fıtratları gereği yaptıklarının yanlış olduğunu ve bu yanlışın kimsenin yanına kar kalmayacağını bilirler . Hesap günü, işte bu yapılanların hesabının adalet terazisinin zerre ağırlığınca dahi sapmadan sorulacağı yegane zamandır. İşte bu korku, müşriklerin içlerini ürpertmekte olup , iman ederek kötülüklerinden vazgeçemeyenler , çareyi hesap gününü ret etmekte bulduklarını zannetmektedirler. Bulduklarını zannettikleri çarenin para etmediğini gördükleri gün ise , pişmanlıkları asla fayda etmeyecektir.

İman ettikleri dinin iman esası olan bir kuralı hayatlarına geçirerek , dünyaya örnek olması gereken biz Müslümanların , örnek olmayı günah işlemek konusunda yapmakta olmamızın sebeplerinden bir tanesi, ahiret gününde kurtarıcı beklentisi ve cehennemde sayılı günler kalınacağı inancıdır.

Kur'ana bakıldığında müşrik inancı olduğu açık ve net olarak görülebilecek olan şefaat inancı , biz Müslümanların akidesi haline gelerek , günahkar Müslümanların hesap günü araya giren bir takım kayırıcılar vasıtası ile af edilerek cehennemden azat edileceği , ve bunun sonucunda cennete sokulacağı düşüncesi , dünya hayatı içinde "Nasıl olsa ahirette şefaat var" mantığına sahip olan Müslümanların bir takım günahları işlemek sureti ile meşru sayma yanlışını da beraberinde getirmesi açısından büyük bir tehlike arz etmektedir.

Aslen Yahudi inancı olup Kur'an tarafından ret edilen , "Ateş bize sayılı günler dokunacaktır" şeklindeki inancın aynısı, Müslümanlara tarafından akide haline getirilmiş , bu suretle günahkar Müslümanların belirli bir süre cehennemde yandıktan sonra çıkarak cennete gireceği düşüncesi hakim olmuştur. Günahından dolayı belirli bir süre ceza çekeceğini düşünen Müslümanların ise dünya hayatı içinde yapmaması gereken bazı şeyleri bu tür düşüncelerin neticesinde yaptığına şahit olmaktayız. 

Bu gibi yanlış düşünceler, ahirete iman inancından hasıl olması gereken asıl amacı yolundan saptırmaktadır. Ahirete iman inancı , kişiyi dünya hayatı içinde bir takım kötü ameller işlemekten alıkoyan bir inanç olması itibarı ile , bu gibi yanlış düşüncelere sahip olan insanlarda bu imanı zayıflatmaktadır. Şu anda dünya yüzünde yaşayan Müslüman toplulukların diğer insanlara örnek bir yaşantı sunamamasının altında yatan sebeplerden bir tanesi , müşriklerden ve Yahudilerden devşirilen ahirette paçayı bir şekilde kurtarma düşüncesidir. 

Elbette Allah (c.c) ahiret günü kullarına karşı merhamet sahibi olacaktır , ancak şeytanın insanı saptırma yollarından bir tanesinin de Allah (c.c) nin affına güvendirerek günaha teşvik etmek olduğu unutulmamalıdır.


Ehli sünnet itikadında tarifini "Dil ile ikrar kalp ile tasdik" şeklinde bulan imanın, Kur'anda pratiğe geçmeden herhangi bir değeri olmayacağının beyan edilmiş olması bile bizleri iman esaslarının hayat ile içiçe ve pratikte değeri olması gerektiğine dair bir düşünce ve amel içine maalesef sokamamış , "İman ettim" demenin cennet için yeterli olacağı düşüncesi Kur'ana rağmen yer etmiştir. 

Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki , iman esasları olarak bilinen şeyler ezberlenerek cennette baş köşeyi almak için asla yeterli olmayacak , cennetin baş köşesini bu esasları içselleştirerek her engele karşı hayatlarında uygulama alanına sokanlar işgal edeceklerdir.

Sonuç olarak ; Ahirete iman esası , İslam dininin önemli bir rüknünü teşkil etmektedir. Bu iman insanlarda eğer gerçek olarak işlevini yerine getirdiği takdirde , hiç bir insan hesap gününde önüne gelecek olan suçu işlemek cesaretinde bulunamayacaktır. 

Kişilerin vicdanlarına hitap ederek , herkesi kendisinin polisi olmasını hedefleyen bu inanç kuralı , bizlere en küçük yaştan itibaren amentü esası olarak ezberletilmesine rağmen , bu inancın hayat içinde nasıl pratize edilmesi gerektiği maalesef öğretilmemiştir.
Bu inanç esası eğer insanlarda gerçek olarak ikame edildiğinde dünyanın çehresi değişecek , ve dünya herkesin birbirine saygı duyduğu bir cennet haline gelecektir. 

                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

11 Eylül 2016 Pazar

Muhammed (a.s) a İsnat Edilen Gaybi Rivayetlerin Tehlikesi Üzerine

Bilindiği üzere hadis ve rivayet kültürü içinde gaybe dair rivayetler mevcut bulunmakta ve bu rivayetlerin Muhammed (a.s) tarafından söylenmiş olduğu iddia edilmektedir. Hadis usulünde dahi, bu gibi rivayetlere iyi bir gözle bakılmadığı, en hafif deyimi ile "Zayıf" olarak görüldüğünü dikkate aldığımızda , bu gibi rivayetlerin hadisçiler tarafından dahi pek kabule şayan olmadığı görülmektedir. 

Ancak Muhammed (a.s) a gaybı bildiren rivayetlerin ona isnat edilmesinin 2 farklı yönü olduğunu söyleyebiliriz. "1- Aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı , 2- vefatı sonrası gelişen siyasal olaylardaki aktörlerin, kendi haklılıklarını peygambere dayandırma niyetleri. 

Biz yazımızda , bu isnatların 1. yönü olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışını ele alarak , burada yapılan önemli bir hataya dikkat çekecek , ve "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali bir duruma düşmenin getirdiği ve çoğu kimsenin aklının ucuna dahi gelmeyen önemli bir tehlikeye işaret etmeye çalışacağız. 

Kur'anın doğru anlamanın yollarından birisi , bu kitabın indiği zaman içinde yaşayan insanların düşünce ve inanç arka planlarının bilinmesidir. Çünkü bu kitap , yaşanan bir hayatın tam ortasına inen ve bu hayatlardaki bazı yanlışları ele alarak onları yeniden düzenlemeyi hedeflemektedir. 

"Gayp" konusunun doğru anlaşılması için bu konunun nuzül dönemi arka plan düşüncesinin bilinmesi son derece önem arz etmektedir. Bu arka plan bilinmeden gayp ile ilgili ayetlerin ve gayb bilgisinin kime ait olduğu konusunda nazil olan ayetlerin doğru anlaşılamayacağını düşünmekteyiz. 

Gayb, Duyular ile gözlenemeyen alan ile ilgili kullanılan bir kelimedir. Bu alan ile ilgili bilgi sahibi olduklarını iddia edenlerin cahiliyedeki ismi "KAHİN" dir. Bu kimseler gayb'tan haber aldıklarını iddia ederek , insanlar üzerinde kendilerine ayrıcalık yaratmakta ve toplumda kendilerine bu paye ile bir yer edinmekteydiler. 

[052.029]  O halde anlatıp öğüt vermeye devam et; çünkü sen, Rabbinin nimeti hakkı için, ne kahinsin ne de mecnun!

Cinlerden haber almak şeklindeki inanç, cahiliye Araplarının temel inançlarından bir tanesi olup , şiir okuyan şairlerin bu ilhamı cinlerden aldıkları düşüncesi, cahiliye Arapları arasında yaygın bir durumda idi. "Kahin" ve "Şair" denilen kişilerin, cinlerle olan irtibatları neticesinde gayptan haber verdikleri veya şiirler okudukları inancının vermiş olduğu ön yargı ile , Muhammed (a.s) da Kahin veya Şair olarak görülmekte idi, ve bu düşünceyi ret eden bir çok ayet bu arka plan düşüncesi dahilinde okunduğunda daha kolay anlaşılacaktır.

Kısacası , cahiliye Arapları arasında gayptan haber aldığını iddia eden kişilerin ismi "Kahin" dir. Kahin olmak demek , diğer insanlardan ayrıcalığa sahip olmak demek anlamına gelmekte ve Muhammed (a.s) ın kahin değil , "Beşer" olduğu vurgusu yine bu düşünce ile yakından alakalıdır.

Kur'an , Muhammed (a.s) a indirilen vahyin Allah (c.c) den olduğunu onun herhangi bir etki kalarak bu sözleri uydurmadığını defaatle hatırlatmaktadır. Onun gaybı bilmediğini , gayp bilgisinin Allah (c.c) katında olduğunu , ona verilen gayp bilgisinin sadece vahiy ile bildirildiği açık ve net biçimde vurgulamaktadır. 

[006.050]  De ki: «Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.» De ki: «Görenle görmeyen bir midir? Düşünmüyor musunuz?»
[007.188]  De ki: Ben, kendime Allah'ın dilediğinden başka ne fayda verebilirim, ne de zarar. Eğer ben, gaybı bileydim; daha çok hayır yapmak isterdim. Ve bana, hiç bir fenalık da dokunmazdı. Ben, sadece iman eden bir kavme uyarıcı ve müjdeciyim.
 [011.031]  «Size, Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum; gaybı da bilmem; doğrusu melek olduğumu da söylemiyorum; küçük gördüklerinize Allah iyilik vermeyecektir diyemem; içlerinde olanı Allah daha iyi bilir. Yoksa şüphesiz haksızlık edenlerden olurum.»

[006.059]  Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apaçık Kitap'tadır ancak O bilir.

[072.026-8]  O bütün gaybı bilir. Fakat gayblarına kimseyi vakıf etmez. Ancak, bildirmeyi dilediği bir elçiye bildirir. Bu durumda o elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler yerleştirir, ta ki o elçiler Rab’lerinin mesajlarını, o gözetleyicilerin kendilerine hakkıyle tebliğ ettiklerini kesin olarak bilsinler. Doğrusu Allah, kullarının nezdinde ne var, ne yoksa herşeyi ilmiyle ihata etmiş, her şeyi bir bir kaydetmiştir.

Yukarıdaki ayet mealleri , gayp bilgisinin sadece Allah (c.c) katında olduğu , Muhammed (a.s) ın böyle bir bilgi sahibi olmadığı , onun sahip olduğu gayp bilgisinin sadece ona indirilen vahyin içinde  mevcut olduğu bildirilmektedir. Gayp bilgisine sahip olmanın ilah olmanın bir gereği olduğu vurgulanan ayetlerde , yetkilerini peygamber de olsa kimse ile paylaşmayacağını beyan eden Rabbimizin yetkilerini bizim , peygamber ile paylaştırmaya kalkmamız ona şirk koşmak anlamına gelecektir.

Bu ve benzeri ayetlerin ışığında şunları söyleyebiliriz ki ; Gayp bilgisine sahip olduğunu iddia edenler KAHİNLER ve ALLAH (c.c) dir . Gayp bilgisine sahip olduğunu iddia eden kahinlerin iddiası YALAN ve İFTİRAdan ibaret iken , gayp bilgisine sahip olan yegane kişi olan Allah (c.c) ise bizlere doğruyu söylemektedir.  

Kısacası, gayp bilgisine sahip olduğunu iddia etmek, ya KAHİN ya da İLAH olmak iddiasında bulunmak anlamına gelmektedir.

Muhammed (a.s) ın gayp bilgisine sahip olduğunu iddia eden cahiliye Arapları, onu kahin yerine koyarlar iken , onun gayp bilgisine sahip olduğunu iddia eden Müslümanlar ise onu ya KAHİN ya da İLAH konumuna getirmektedirler. İşte ona isnat edilen ve gaybı bildiğini iddia eden rivayetlerin böyle bir tehlikesi bulunmaktadır. 

MUHAMMED (a.s) ıYÜCELTMEK ADINA ONUN ADINA UYDURULAN GAYBİ RİVAYETLER ONU YA KAHİN YA DA İLAH KONUMUNA GETİRMEK ANLAMINA GELMEKTEDİR.

İşin bir de, kerameti müritlerinden menkul din baronları boyutu da bulunmaktadır. Muhammed (a.s) ile kapısı açılan gayb bilgisinin bir insan da bulunma düşüncesi , peygamberlerin varisleri !!!! olduğu iddia edilen bir takım sahtekarlara da verilebileceği düşüncesinin yolunu açarak o sahtekarları da KAHİN veya İLAH konumuna getirmektedir. 

Gaybı bildikleri iddia edilen bu din baronları , Muhammed (a.s) a bile verilmemiş olan gaybi alana dair bilgileri , önce onun bildiğini iddia ederek , kendileri için kapalı olan bu yolu bu şekilde açarak, kendileri için de hareket alanı sağlama yoluna gitmektedirler.

Gaybı bildikleri iddia edilen din baronlarının böyle gaybi bilgilere ulaşmaları imkansız olduğu için , bu bilgilere ulaştıklarını iddia edenler, olsa olsa ya KAHİN ya da kendilerine İLAHlıktan rol biçme niyetinde olan yalancı ve iftiracılardır. Çünkü gaybı gerçek olarak olarak Allah (c.c) den başkası bilmez , ve seçtiği elçileri haricinde de kimseye bildirmez . 

Sonuç olarak ;Aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının bir sonucu olarak , Allah (c.c) nin tekelinde bulunan gaybi alana dair bilgilerin Muhammed (a.s) a da açıldığı yalanları maalesef İslam düşüncesi içinde epey taraftar toplamaktadır. Halbuki gayba dair bilgisi olduğunu iddia etmek, ya kahin olmak ya da ilah olmayı gerektirmektedir. 

Bir çok ayette yapılmış olan , Muhammed (a.s) ın kahin şair ve mecnun olmadığı , sadece beşer bir elçi olduğu vurgusunun temelinde , cahiliye Araplarındaki kahinliğin gayb ile olan ilgisi ve Muhammed (a.s) a okunan vahyin , Allah (c.c) den değil , kahinlik ve şairlik ile olan alakasından dolayı bu sözleri söylediği iddialarına karşı , bu sözlerin kahin ve şair sözü olmadığı , beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) a , Allah (c.c) tarafından vahyedilen ayetler olduğu bildirilmektedir.  

"Muhammed (a.s) a gaybi bilgi verilmiştir" şeklindeki iddianın 2 vahim boyutu bulunmaktadır. 1- onu kahin olarak ilan etmek , 2- onu ilah olarak ilan etmek . Allah (c.c) onun kahin olmadığını , beşer bir elçi olduğunu özellikle vurgulamasının sebebinin , insanların onu  kahin ve ilah konumuna getirmemeleri olduğunu düşündüğümüzde , bugün Muhammed (a.s) ın biz Müslümanlar tarafından getirildiği nokta kahin veya ilah olduğudur. 

Onun böyle yalan ve iftiralardan beri tutulmasının yegane yolu ise , onu hurafe kitaplarının tanıttığı şekli ile değil, Kur'anın tanıttığı şekli ile bilmek ve iman etmek olmalıdır. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

8 Eylül 2016 Perşembe

Yardım Kuruluşlarının Yardım Yöntemlerine Dair Yeni Bir Yöntem Teklifi

Allah (c.c) insanların bazılarını , bazılarının üzerinde rızık bakımından üstün kılmıştır. Bazı insanların rızık bakımından , neden bazı insanların altında olduğunun sebebinin bu yazının konusu olmadığını hatırlatarak , konumuz rızık bakımından üstün olanların , rızık bakımından aşağı olanlara yardım etmesi ve bu yardımın bir takım yardım kuruluşları ile yürütülmesinin yöntemi hakkında olacaktır. 

Türkiye merkezli bir çok yardım kuruluşunun , dünyanın bir çok yerindeki ihtiyaç sahiplerine yardım ulaştırmaya çalışması takdire şayan ve ancak fazilet sahibi insanların yapabileceği bir özveridir. Özellikle Ramazan ve Kurban bayramlarında yoğunlaşan bu yardımlar , elbette ulaştığı kimseler için bir umut ışığı olmaktadır. 

Ancak bu yardımların yapılış şekline bakıldığında "Günü kurtarmak" veya "Balık vermek" diyebileceğimiz bir yöntem dahilinde yapıldığını görmekteyiz. Türkiye den giden kuruluşlar ve onların gönüllü elemanları, Türkiye den toplanan paralar ile alınan kurbanlıkları orada keserek fakir halka dağıtmakta, ve bu halk onlara yapılan bu yardımlar ile karınlarını doyurmaktadır. 

Yapılan bu yardımı asla küçümsememekle birlikte , bu yardım yönteminin yetersiz ve kısa vadeli bir yöntem olduğunu söylemek istiyoruz. Bu yardımların günü kurtarmak veya balık vermek şeklinde değil "Balık tutmayı öğretmek" şekline dönüşmesi , yapılan yardımların daha faydalı ve kalıcı olmasını sağlayacaktır. 

Yardım kuruluşları tarafından kurban eti götürülen halk , her sene onlara yapılacak bu yardımı bekleyerek , zaten fakir duruma düşerek yardıma muhtaç hale gelme sebeplerinden biri olan tembelliğe alışmaktadırlar (tek sebebin tembellik olmadığını hatırlatmak isteriz). Bu sene gelen kurban etlerini yiyen insanlar , gelecek senenin kurbanını bekleyerek , Türkiye ve benzeri ülkelerden gelecek kurban ve diğer yardımlar ile günlerini geçirmektedirler. 

Burada bir hususu hatırlatmak isteriz ki , Kurban kesmek ibadeti Hac ibadeti içinde yapılması gereken bir rükün olup , Hac ibadetini yerine getirmeyen insanların üzerine vecibe olan bir ibadet değildir. 

Hac ibadetini yerine getiremeyen insanların kurban kesmelerinin gereksiz veya yanlış olduğunu asla iddia etmemekle birlikte , bu ibadeti yurt dışında bazı ülkelerde yardım kuruluşlarının vasıtası ile yapılması yerine, bu paralar ile o ülkelerde "Balık tutmayı öğretmek" şeklinde daha kalıcı ve uzun vadeli yatırımlar yapılarak , o insanların daha verimli hale getirilmesi sağlanabilir. 

Bu yardımları kısaca özetleyecek olursak , hayırsever kişi istediği yardım kuruluşuna belirlenen miktarı ödeyerek vazifesini yerine getirmekte , yardım kuruluşları ise kendilerine ödenen bu meblağları kurbanlık hayvana çevirerek ihtiyaç sahiplerine gönüllü elemanları vasıtası ile dağıtmaktadır. Bu yardımlar yapıldıktan sonra o kuruluşun gönüllü elemanları o ülkeyi terk ederek kendi ülkelerinde işlerine dönmekte, ta ki gelecek senenin kurban bayramına kadar o ülke insanı kendi kaderine terk edilerek , yeni gelecek kurbanı ve gönüllüleri beklemektedir. 

Fakat Hristiyan yardım kuruluşlarının yöntemleri bizden daha farklı olarak , o ülkelerde daha fazla zaman harcamak şeklinde gerçekleşmektedir. "Misyoner" olarak adlandırılan kimseler , kendilerini o işe adayarak belirli ülkelerde kurudukları kiliseler ile yıllarca kalmakta ve bütün sene o insanlar ile ilişki içinde bulunmaktadırlar. 

Öncelikle yardım kuruluşlarının , bir kaç günlük ziyaretler ile kurban eti dağıtarak , ülkelerine geri dönmek yerine, o ülkelerde daha kalıcı olmalarını sağlayacak yöntemler üzerinde düşünmeleri gerekmektedir.

O ülkelerde devamlı kalan Müslüman yardım kuruluşları , oradaki insanların güvenini sağlamak bakımından daha şanslı olacaklardır. Dahası, oradaki insanların kendi karınlarını doyurmaları için gerekli olan bilgi ve deneyimleri onlara aktararak , tembellikten kurtularak çalışır bir hale gelmeleri de sağlanacaktır. 

Her gün bir balık vermek yerine , insanlara balık tutmayı öğreterek atıl durumdan, çalışır duruma getirmek , o insanlara yapılacak olan en büyük yardımdır. 

Sürekli kalan yardım kuruluşları bu sayede, o ülkenin iç dinamiklerini öğrenerek o ülke insanına kendi deneyimlerini aktaracak , onları üretken hale getirerek ihtiyaç sahibi olmaktan kurtaracak, o insanlara daha faydalı olacaklardır. 

Bunun sağlanması için de , kurban bedeli olarak alınan paraların üretimin desteklenmesi yönünde kullanılması gerekmektedir. Ancak kurban bedeli olarak yardım yapan halkın, bu paraların mutlaka kurban olarak kesilmesi gibi bir istekten vazgeçmesi , yardım kuruluşlarının da bu paraların daha gerekli yatırımlarda kullanılmasının daha iyi ve doğru olacağını, yardım sahiplerine uygun bir dille anlatması gerekmektedir. 

Bu teklifimizin hayata geçebilmesi için , yardım yapan kişilerin kurban kesme ibadetini hacca gitmeyenler için dini bir vecibe olarak görmekten çıkmalarını sağlayacak bir şuur ve bilgiye sahip olmaları gerekir. 

Tekrar hatırlatmak isteriz ki, ülke içinde kurban kesmeye itirazımız olmamakla birlikte , kurbanının başka ülkelerde kesilmesini isteyen kimselerin, bu ülkelerde yaşayanlara daha faydalı olması açısından böyle bir teklifi sunmaktayız. 

Kurban kesmeyi Hanefi mezhebinin hükmünce "Vacip" olarak gören insanımızın bir çoğu maalesef , kurban bedeli olarak gönderdiğimiz paraların ihtiyaç sahiplerinin bulunduğu bir ülkede o ülke insanın üretken hale getiren ve onları muhtaç durumdan çıkarır bir hale gelecek şekilde harcandığını duyduğu anda kıyameti koparacaktır.

Kurbanın altında yatan asıl maksadın yardımlaşma ve ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gidererek Allah (c.c) ye yakınlaşmak olduğunu düşündüğümüzde, yurt dışı ülkelerde kurban kesimi için yardım kuruluşlarına para veren insanların yardım maksadına uygun olarak , bu yardımlarının kısa vadeli değil , uzun vadeli bir yatırıma dönüşmesi daha faydalı olacaktır.

Kısa vadeli tedbirler yerine , uzun vadeli tedbirler almak, her konuda başarı getirecektir. 

Bu teklifimizin hemen ve herkes tarafından kabul edilebilir teklif olmadığını elbette bilmekteyiz. Ancak yardım etmenin amacının yardım edilen kişi ve kişileri tembel hale düşürerek gelecek yardımları bekler hale getirmek olmaması gerektiği bilinmelidir.

Yardımın amacının , ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını kendilerinin gidermelerini sağlayarak , onları kendi ayakları üzerinde durmaları öğretmek olması gerektiği , bu yardımları iyi niyetle yapan herkesin malumudur. 

Bir insana yardım etmek demek , o insanı ve insanları size mahkum ve müteşekkir olmak zorunda bırakmak anlamına gelmemelidir. Kur'an bu konuya özellikle vurgu yaparak "Başa kakma" şeklinde yardım yapmanın müşrik adeti olduğunu ve bu tür yardımların boşa gideceğini sıkça hatırlatır.

Yardım kuruluşlarımızın , yardım yaptıkları ülkelere günübirlik yardım yerine onları muhtaç halden çıkaracak şekilde yardım yöntemleri ve o ülkelerde üretimi destekleyici eğitim ve öğretim faaliyetleri ile yardımda bulunmaları önemli bir zarurettir. Bu desteğin hiç yapılmadığını iddia etmemekle birlikte , yok denecek kadar az olduğunu söylemek istiyoruz.

Sonuç olarak ; Dara düşen ihtiyaç sahiplerine yardım etmek , insani bir erdem olup bu yardım o insanları rencide edecek veya kısa vadeli tedbirler ile olmamalıdır. Türkiye merkezli yardım kuruluşlarının , dış ülkelerde ihtiyaç sahiplerine yapmış olduğu kurban yardımları kısa vadeli ve balık vermeye yönelik yardımlardır. 

Halbuki insanlara balık vermek yerine balık tutmayı öğrettiğimizde , onların başkaları tarafından yardıma olan ihtiyaçları zaman için bitecek, ve onlar yardım eder hale geleceklerdir.
Türkiye den yapılan ve önemli bir meblağ tutan kurban bağışları , şayet uzun vadeli üretime yönelik yatırımlar için kaynak olarak kullanıldığında , bu ülkelerde yaşayan insanlar hem iş hem da aş sahibi olacaklardır. 

Ancak Kurban kesmenin vacip olduğu konusunda bilgi sahibi olan insanımızın bir çoğunun, böyle bir yardım konusunda pek taraftar olmayacağını bilmekteyiz. Bu konuda Kur'an merkezli bir fıkıh üretilerek , ve bu fıkıh doğrultusunda kurban yardımlarının üretime kanalize edilmesi veya yardım kampanyalarının üretime ve uzun vadeli tedbirlere yönelik düzenlenmesi ile meydana gelecek katma değer , ihtiyaç sahibi olan insanlar için daha değerli yardımlar olacaktır.

7 Eylül 2016 Çarşamba

YENİ DÜNYA DÜZENİ :Çağdaş Firavunların Yeni Hedefi ve Bu Hedefe TV Dizileri İle Ulaşma Çabaları

Firavun , Kur'anda hacim itibarı ile en fazla yer alan Musa (a.s) kıssasının önemli aktörlerinden, ve evrensel bir karakter haline gelmiş bir kişidir. Bu karakter bilindiği üzere, halkı üzerinde ilahlık ve rablik iddia ederek , onları kendisine kul etmekteydi. Firavun'un  halkı üzerinde ilahlık ve rablik baskısını kurmak için kullandığı silahlardan bir tanesi de "Büyü" ve "Sihir" yolu ile insanlara karşı kendisini yenilmez bir kişi olarak göstermeye çalışmasıdır. 

Bu durumu Musa (a.s) ile olan karşılaşmasında onu yenmek için ülkenin bütün sihirbazlarını toplaması, ve onunla düello yaptırmaya kalkışmasından anlamaktayız. Bu düellonun sonu da bilindiği gibi, sihirbazların yenilgisi ve iman etmesi ile sonuçlanmıştır. 

"Büyü" ve "Sihir" , insanlar üzerinde hegemonya kurmak isteyen güçlerin, binlerce yıldır kullandıkları kadim bir yol olup , şu anda yaşadığımız dünyadaki çağdaş firavunlarının da, insanları kendilerine kul etmek için kullanmaktan çekinmedikleri bir yöntemdir. 

Büyü ve sihir denildiği zaman , sadece hacı hoca lakaplı kişilerin bazı kağıt ve nesnelere yazarak üfledikleri ve bununla insanlara zarar verdikleri sanılan şeyler akla gelecek olursa, bu konu gerektiği gibi anlaşılamamış olacaktır. Bu gibi insanların yaptıkları sahtekarlıkların ayrı bir başlık halinde değerlendirilmesi gerektiğini düşündüğümüz için,  yazı içinde bu konuya değinmeyeceğiz. 

Büyü ve sihir, cahil insanlara karşı kendisini üstün göstermek ve onları hakimiyetleri altına almak isteyenlerin kullandıkları kadim bir yol olarak, bugün de çağdaş firavunların kullandıkları bir yoldur. Elbette bu firavunlar sahtekar hacı hoca takımını değil , daha modern yollar kullanarak kitle iletişim araçları yolu ile büyü ve sihir yapmakta , bu yolla insanları kendilerine kul köle yapmaya çalışmaktadırlar. 

[028.004]  Gerçekten, Firavun, yeryüzünde zorbalığa yöneldi ve halkını sınıflara ayırdı. İçlerinden bir zümreyi güçsüz bularak oğullarını boğazlıyor, kızlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.

Firavunların en bariz özelliği , yaşadığımız dünyayı kendilerinin mülkü olduğunu zannederek , bu dünya üzerinde yaşayan her şeyin kendilerinin olması ve onlar üzerinde hüküm sahibi olmaları gerektiğini düşünmeleridir. 

[043.051]  Firavun, kavmine seslendi ve dedi ki: Ey kavmim; Mısır mülkü ve altımdan akan şu ırmaklar benim değil mi? Hala görmüyor musunuz?

Musa (a.s) ın mücadele ettiği firavun, sadece Mısır ülkesi üzerinde hak iddia etmekte iken , yaşadığımız dünyanın firavunları ise , dünyanın tamamı üzerinde hak iddia etmektedirler. Kısacası, yaşadığımız dünyadaki mücadele edilmesi gereken firavunlar ,Musa (a.s) çağında yaşayan firavundan daha şedid ve daha zalimdirler. 

Bu firavunların dünya üzerindeki emellerinin ne olduğunu anlamak için sadece arama motorlarına "Yeni dünya düzeni" yazmak, ve o başlık altında çıkan yazılara göz atmak yeterli olacaktır. 

Kasas s. 4. ayetinde gördüğümüz üzere , firavunların insanlar üzerinde hegemonya kurmak için kullandıkları yöntemlerden bir tanesi de "Böl - Parçala - Yönet"  politikası gereğince, insanları toplum olarak bölünebilecek en küçük parçalara ayırmak , bu suretle onlar arasındaki bağları kopararak , birbirlerine düşman edip isteklerine kavuşma taktiğidir. 

Aile kurumu , bir toplumu oluşturan en küçük yapı taşı olması itibarı ile insan yaşantısının vazgeçilemez bir unsurudur. Fıtri olarak birlikte yaşama itiyadında olan insanın ,birlikte yaşamını oluşturan en küçük unsur bu kurum olup , aile kurumunun ayakta kalması bir toplum için büyük önem taşımaktadır. 

Bir toplumu yıkmak için kullanılan yöntemlerin başında , onları parçalara ayırmak gelmektedir. Aile kurumu bir toplumu oluşturan en önemli yapı taşı olması nedeniyle , şer güçlerin her zaman hedefi haline gelmiştir. 

Dünyayı yöneten 13 ailenin içinde ve en büyükleri olan "Rockefeller" ve "Rothschild" adındaki iki ailenin başını çektiği ve adını "YENİ DÜNYA DÜZENİ" olarak koydukları sistemde, sadece kendi aile kurumlarının baki kalması için , başka aileleri yerle bir etmekten ve bu kurumu yıkmaktan çekinmeyen şeytani güçlerin, dünyanın çeşitli ülkelerinde sahneye koydukları oyunların başında MEDYA DÜNYASInı kullanmak olduğu görülmektedir. 

Özellikle görsel medya kullanımı,  insanların gözünü bağlayarak onlar üzerinde hegemonya kurmanın bir yolu olarak , çağdaş firavunların kullandıkları bir silahtır. Görsel medyanın verdiği imkanlar ile insanların şuur altlarına girerek , insanlar tarafından yanlış ve çirkin görülen bazı fikir ve fiiller , görsel medya yolu ile şuur altına işlenerek , belirli bir zaman içinde insanlar tarafından artık doğru ve güzel fikirler ve fiiller haline getirilebilmektedir.

"Yeni dünya düzeni" denilen sistemi kısaca özetleyecek olursak ; Bu düzen "Tek devlet" - "Tek ekonomi" - "Tek din" - "Tek ilah" sistemine dayanmaktadır. Tabi ki tek din ve tek ilah düşüncesi Allah (c.c) nin dininin tek din ve onun tek ilah olması değil , "KAPİTALİZM" in din ve ilah edinildiği bir sistem üzerine kurulu bir din ve ilahlık düzenidir. 

Bu sistemin hakim olduğu topraklarda yaşayan insanlar, Allah'a değil dünyanın kaderini elinde tutan 13 aileye kul olacaklar, ve bu aile tarafından konulmuş olan kurallara göre yaşamlarını sürdüreceklerdir. Bugün dünyanın her neresinde bir fesat hareketi varsa o işte , mutlaka bu şeytanların parmağı vardır. Özellikle ülkemiz içinde ve etrafında, yıllardır süren savaşlar hep bu çağdaş firavunların hedefi olan yeni dünya düzenini oluşturma senaryosunun bir parçasıdır.

"ÇAĞDAŞ FİRAVUNLAR" olarak niteleyebileceğimiz ve dünyayı kendilerinin mülkü zanneden ve bir elin parmakları kadar az sayıdaki ailenin yönettiği dünyada , bu ailelerin insanları kendilerine kul köle yapmak için uyguladıkları bir çok yöntemden bir tanesi de , aile kurumunu ortadan kaldırmaya yönelik uygulamalar olup , bu kurumu ortadan kaldırmak için kullandıkları yöntem ise tv programları vasıtası ile yapılmaya çalışılmaktadır. 

Müslüman aileler dahil, toplumun büyük çoğunluğunun izlediği bu tv dizilerinin altında yatan mesajı okumaya çalıştığımızda , bu şeytanların sadece kendi ailelerinin mutluluğu için , başkalarını ahlaki yönden çökertmeye çalıştıkları ve bu yolla "Böl - Parçala -Yönet" şeklindeki taktiklerini gerçekleştirme yoluna gitmeye çalıştıklarını görebiliriz.

Fazla uzağa gitmeye gerek yok , ülkemizde yayın yapan yapan bazı tv kanal(izasyon)larında yayınlanan dizilere baktığımızda , bu dizilerdeki ortak yönün, nikahsız beraberliği özendirmek üzerine kurulu senaryoların oluşturduğu konular üzerine kurulmuş filmler olduğu görülecektir.

Tv kanallarında yayınlanan dizilerin ekseriyet konusu, kadın erkek ilişkileri üzerine kurulu olup , bu ilişkilerin tamamı, flört ve zinayı güzel göstermek üzerine bina edilmektedir. Dizilerin bir çoğuna dikkat edilecek olursa bu diziler, zinadan doğan çocuklar üzerine kurulu ve zinayı hayat tarzı edinmiş insanların üzerine kurulmuş senaryolardır.

Bu diziler seyircilerin şuur altında, "Zina insan yaşamının normal bir parçasıdır" mesajını bırakmaktadır. Müslüman halka şayet , "Zina normal bir şeydir herkes zina etmeli" şeklinde sözlerle yaklaşıldığında elbette tepki ile karşılanarak, "Sen ne biçim konuşuyorsun zina bizim dinimizde haramdır" şeklinde bir karşılık bulacaktır. 

Çağdaş firavunların sihirbazları elbette bu kadar aptal değildir. Ulaşmak istedikleri amaçlara insanların şuur altlarına subliminal mesajlar vererek ulaşmaya çalışmanın en uygun metot olduğunu çok iyi bilmektedirler. Bu firavunların sihirbazları görsel medya yolu ile şuur altı mesajları vererek  insanların gözlerini bağlamakta, büyü ve sihri bu şekilde gerçekleştirmektedirler.

1980 li yıllarda T.R.T 1 adlı devlet kanalında mehdi bekler gibi yayın saati beklenen "Dallas" adlı bir dizi yıllarca yayınlanmıştır. Bu dizinin ana konusunun Amerikanvari bir hayat tarzının empoze edilmesi ve aile içi çarpık ilişkiler olduğu ,bu dizinin yayınlandığı yılları hatırlayanlar mutlaka bilmektedir. Bu dizi İslam dışı hayat tarzının medya yolu ile insanlara empoze edilmesinde bir milat olmuş , bu diziden sonra yerli yapım "Dallas" türü diziler başını almış gitmiştir.

Bu dizide işlenen gayri ahlaki fiiller ,  eğer insanlara başka yollarla anlatılıp onların hayatlarının aynısının bizler tarafından taklit edilmesi istenilse idi , bir çok insan bu tür hayatı yaşamayı inancı gereği ret edecekti. Ancak şuur altına yerleştirme taktiğinin kullanılması sebebi ile , bu dizi ile başlayan çarpık ilişkileri konu alan diziler furyası, özel kanalların açılması ile daha da şiddetlenerek, zinanın normal bir ilişki sayıldığı ve İslam dışı hayat tarzının yadırganmak şöyle dursun içselleştirildiği bir ülke haline gelmiş bulunmaktayız.

Bugün artık ülkemiz, zina sonucu doğan çocukların sokağa bırakıldığı veya öldürüldüğü şeklindeki haberlere alışkın bir hale gelmiştir. Kendisini "Sanatçı" olarak lanse eden insanların günlük yaşamlarını konu eden "Paparazzi" haberleri, bir çok kanalda yayınlanmakta ve bu kimselerin gayri ahlaki yaşantıları halkımıza sunularak bu tür yaşantı insanların şuur altında normal bir hale getirilmeye çalışılmaktadır. 

Türk yapımı bu dizilerin en iyi müşterilerinin Arap ülkeleri olduğunu düşündüğümüzde , tehlikenin boyutları daha fazla ortaya çıkmaktadır. Bu dizilerin yayınladığı saatlerde hayatın durduğu ve halkın büyük bir kesiminin bu dizleri izlemek için tv başına geçtiği şeklindeki haberler, Arap ülkelerindeki bozulmanın bu diziler ile hızlanacağını göstermektedir.

Sorun ortada bu şekilde iken, bu gibi programların etkisinin en aza indirilmesi için ne  gibi önlemler alınmalıdır ? sorusu cevap beklemektedir.

Öncelikle insanların bu diziler ile ne yapılmak istenildiği, ve bu dizilerin kimlerin amaçlarına hizmet ettiği noktasında bilgi sahibi olması gerekmektedir. İlk okul çağında olan çocukların bile derslerinden çok , yayınlanan diziler hakkında bilgi sahibi olduğu bir ülkede eğitimin anne baba dan başlaması gerektiği önemli bir husustur. Kendileri bu konularda bilgi ve şuur sahibi olmayan ebeveynlerin yetiştirdiği çocuklar , maalesef dizi manyağı olarak yetişeceklerdir.

Devlet zoru ile bu gibi diziler yayınlayan kanallara baskı uygulanması mümkün olmadığı gibi , baskı uygulansa dahi bu dizileri izlemek talebinde bulunanlar için bu tür baskılar, daha başka yollarla bu gibi dizilerin izlenmesi yolunu açacaktır. "Zorla güzellik olmaz" atasözünün gereğince , bu iş insanları şuurlandırma yolu ile yapılabilir.

Çağdaş firavunların biz Müslümanlar üzerinde yapmak istediği ifsadı , ve bu ifsadın en önemli ayağı olan tv dizilerinin aile kurumu üzerinde yaptığı olumsuz etkiyi anlamak ve anlatmak her kişinin görevi olmalıdır. 

Bu dizilerin yayınlanmasında en büyük desteği seyirci kitlesinin sağladığı malumdur. İnsanlarda, bu diziler ile oluşturulmaya çalışılan yıkım konusunda farkındalık yaratılmaya çalışıldığı zaman, bu dizilerin izleyicileri azalarak , yapımcılar tarafından bu gibi dizilerin artık seyirci tarafından kabul görmediği gerekçesi ile , zinayı konu almayan başka diziler yayına konulmak zorunda kalınacaktır.  

Allah (c.c) ye iman duygusundan yoksun olarak insanların yönetimine talip olanların yer yüzünde yaptıkları en önemli ifsad ekini ve NESLİ yok etmeye çalışmak olmuştur (Bakara s. 205). 

Nesli yok etmek için çalışan çağdaş firavunlar , bu yok etme işlemini savaşlar dahil olmak üzere bir çok şekilde gerçekleştirmek yoluna gitmektedirler. Bu şeytanların marifeti ile çıkarılan savaşlarda milyonlarca insan ölmüş ve ekin olarak ifade edilen doğal denge mahvolmuştur. 

Elbette bu firavunlarda geçmişte yaşayan firavun misali dünya hayatlarında zillete uğrayarak helak olacaklardır. Ancak onların helak olması gökten meleklerin inmesini beklemek ile değil , biz iman edenlerin elleri ile olacaktır. Onların malları , servetleri , sahip oldukları güçler bizleri hiç bir zaman korkuya düşürmemelidir. 

Özellikle kıssa yollu anlatımlarda , nice az topluluğun çok topluluğa galip gelmiş olması , çokluğun her zaman para etmediğini göstermektedir. Bizler imanımız gereği Musa misali firavunların karşısına dikildiğimiz zaman , onlar için tehlike çanları çalmaya başlamış demektir.

Sonuç olarak ; Firavun karakteri Musa (a.s) kıssasında yaşamış ve denizde boğulması ile kökü kesilmiş bir karakter değildir. Bu karakter kıyamete kadar yaşayacak bir tip olup yaşadığımız dünyada da kol gezmektedir. 

Çağdaş firavunlar, geçmişte yaşamış yaşayan firavundan daha zalim ve daha acımasız olup , tüm dünyaya hakim olmak ve dünyayı kendileri yönetmek gibi bir projeleri bulunmaktadır. "Yeni dünya düzeni" adı verilen bu projenin en büyük amacı, dünyanın kaderini elinde tutan 13 ailenin mutluluğuna dayalı bir düzendir. 

Bu aileler kendi sadece kendi ailelerinin mutluluğu için , böl -parçala - yönet taktiğini uygulayarak , kendi dışındaki insan hayatlarını hiçe saymakta ve  bir toplumu oluşturan en küçük birim olan aileyi çökertmek için çeşitli planlar yapmaktadırlar. Bu firavunlar şeytani emellerine ulaşmak için kadim bir yol olan büyü ve sihri kullanmaktadırlar. 

Zamanımızda kullanılan büyü ve sihir ise görsel medyanın kullanılarak insanların şuur altlarına girilmesi ve onlara firavunların istediği mesajın verilmesidir.

Bu çökertme planlarının bir ayağı , zinayı ve aile kurumunun dağılmasını esas alan senaryolara sahip olan tv dizileri ile yapılmaktadır. Bu türden dizilerin yayınının çoğalması sonucunda , Türkiye genelinde büyük bir toplumsal sorun haline gelen aile dağılması ve ahlaki yozlaşmanın çoğaldığı herkesin malumudur. 

Bu diziler , en büyük desteği seyirci kitlesinden aldığı için , seyirci desteğinin kesilmesi bu dizilerin sonunu getirecektir. Bu desteğin kesilmesi ise , bizlerin bu dizilerin sanıldığı kadar masum olmadığı , bu dizilerin yayınlanmasının altında yatan en büyük sebebin yeni dünya düzeninin oluşturulmasına yönelik şeytani emeller olduğu herkes tarafından bilinmesi gerekmektedir.

4 Eylül 2016 Pazar

KREDİ KARTLARI : Çağdaş İnsanın Maruz Kaldığı Yeni Helak Biçimi

Kur'an; kıssa yollu anlatımları ile geçmişte yaşamış bazı kavimlerin işledikleri suçlar sebebi ile helak edildiklerini bildirmektedir. Kur'an'ın haber verdiği bu helak olaylarını masal tadında okuyan bir kısım insan, helak olayının devam eden bir süreç olup olmadığı noktasında yapılan tartışmalar ile vaktini geçirerek, bu olayların değişmez toplumsal yasaların bir sonucu olduğu ve bu sürecin Kur'an tarafından beyan edilen aynı suçların işlendiği takdirde kıyamete kadar devam eden bir süreç olduğunu maalesef fark edememektedir.

Öncelikle şunu hatırlatmak isteriz ki; Kur'an kıssalarını okuyanlar, okudukları kıssalarda anlatılan helak olaylarını, sadece o kavme ve o zamana has olaylar olarak değil, "Sünnetullah" adı verilen toplumsal yasaların bir gereği olarak meydana geldiğini ve bu yasaların değişmezliği dikkate alındığında, günümüzde de her an yaşanabilecek olaylar olduğu bilinci içinde okumaları gerekmektedir.

Bu bilinç içinde okunan kıssalar ibret alınacak kıssalar haline gelerek, helak edilen kavimlerin başlarına gelen helak sebebinin aynısının, bizler tarafından hayata geçirilmemesi gerektiği düşüncesi insanlarda hakim olacaktır.

Kavimlerin dünya hayatı içinde yıkıma uğraması, onların kendilerine Allah(c.c) tarafından yüklenmiş olan hayat sistemini icra etmeyerek, başkaları tarafından empoze edilen hayat sistemini yaşama geçirmeleri sebebiyledir. Bu nokta dikkate alındığında, Allah(c.c) dışındaki yaşam sistemi belirleyicileri tarafından insana empoze edilen bütün sistemler yıkıma uğramaya, dolayısı ile bu sistemleri hayatlarına geçirenler de yıkıma uğramaya MAHKUMDUR.

Faize dayalı bir yaşam, Allah(c.c) tarafından yasaklanan bir sistem olup, bu sistemi hayatlarına geçiren kişi ve bu kişilerin oluşturduğu toplumlar, faizin sebep olduğu ekonomik ve sosyal yıkımlar sebebi ile helak olmaya mahkumdur.

Helak devam eden bir süreç olduğuna göre, yaşadığımız dünya insanını tehdit eden helak biçimlerinden bir tanesi de harcamalarında orta yolu tutmalarına engel olan ve özellikle kapitalist sistemin baş aktörü faiz yuvaları olan bankalar tarafından neredeyse zorla verilen kredi kartlarının sebep olduğu helaka dikkat çekmek istiyoruz.

[007.031] Ey Ademoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.

[017.026-27] Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver; elindekileri saçıp savurma. Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.
[017.029] Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın.

Yukarıdaki ayet mealleri, toplumun çekirdeğini oluşturan bireylerin yaşamları içinde ve bireylerin oluşturduğu toplumların yönetilmesinde nasıl hareket edilmesi gerektiğini öğreten ayetlerdendir.

İnsanlar kazandıklarından fazlasını harcadıkları takdirde veya harcamaları gerektiği halde harcama yapmadıkları takdirde, yaşamın gereği olan orta yoldan sapmanın getirdiği toplumsal yasa devreye girerek insanlar dara düşmekte ve sonuçta bir nevi helaka uğramaktadırlar.

Yaşadığımız ülke bazında olaya baktığımızda, cimrilik değil israfın daha revaçta olduğu ve bu israfın en önemli aktörünün BANKALAR ve onlar tarafından kredi ve kredi kartları yolu ile tüketime zorlanan, sabit ve dar gelirli kesim olduğu görülmektedir.

Yaşadığımız ülkede hakim olan kapitalist sistemin en önemli sloganı "Harcamak, daha çok harcamak"tır. Cebinde parası olan ve harcama gücü fazla olan elit bir kesim için sorun olmayan bu sistemde en büyük zararı; sabit ve dar gelirli kimseler görmektedir.

Cebinde fazla parası olmayan fakat çeşitli algı yöntemleri ile ihtiyacı olmadığı halde "Bu ürün senin ihtiyacın, bunu mutlaka almalısın" şeklinde çağdaş bir sihir yöntemi olan REKLAMLAR ile yapılan sihire tav olan insanların imdadına(!) bankalar "Hızır" misali(!) yetişerek, o ürünü elde etmesini sağlamaktadırlar. 

Bankalar bu Hızırlığı(!) (aslında muzurluğu) tabi ki babalarının hayrına yapmamaktadırlar. Çok cazip şekillerde halka sundukları TÜKETİCİ KREDİLERİ ve KREDİ KARTLARI ile insanları gırtlaklarına kadar borçlandırarak, onları iliklerine kadar sömürmektedirler.

Faizle aldığı bu borcu sanki bedava para gibi gören kişiler, bu parayı kısa bir süre içinde harcayarak aylar ve yıllar süren zaman içinde ödemeye mahkum kalmaktadır. Üç günlük zevklerini tatmin için yıllarca borç ödemeyi göze bir insan tipi meydana gelmiş olması, yaşadığımız dünyayı karanlığa sürükleyen en büyük etkenlerden birisidir. Çünkü bu borcu ödeyemedikleri takdirde her türlü yanlışı yapabilecek bir potansiyele sahip olan insandan daha tehlikeli bir varlık yoktur.

Kredi kartları ile ilgili yapılan reklamlara baktığımızda; bu kartlara sahip olmayanlar sanki ezik bir durumda bir kimse, bu kart ile yapılan harcamalar sanki bedava gibi bir imaj çizilmekte, cebinde en az bir adet kredi kartı olmayan insan taş devri insanıymış gibi bir his oluşturularak insanlar kredi kartı sahibi olmaya teşvik edilmektedirler.

Bu karta sahip olan insanların bir çoğu, bu kart ile sahip olunan ürünleri zamanı gelince sanki kendisi ödemeyecekmiş gibi bir hisse kapılarak çılgınca alışveriş yapmakta, ödeme zamanı geldiğinde ise bu borcu nasıl ödeyeceklerini kara kara düşünmektedirler. Türkiye genelinde kredi kartı borcundan dolayı icra takibine düşen kimselerin sayısını araştırdığımızda bu söylediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.

Gözlerini para kazanma hırsı bürümüş olan bankaların, dini bayramları dahi kullanarak "Geleneksel bayram kredisi" adı altında verdikleri faizli krediler ile insanları tatile göndermeleri veya Kurban Bayramları'nda verdikleri "Kurban bayramı kredileri" ile İslam'ın HARAM kıldığı faiz ile, İslam'ın bir rüknü olan kurban kesmeyi bir araya getirmiş olmaları "Şeytanın bile aklına gelmez" dedirtecek kadar akıl almaz ve ŞEYTANCA bir oyundur.

Allah(c.c)'ye yakın olmak için kurban kesmek isteyenlerin, bu kurbanı O'nun tarafından haram kılınmış bir yolla elde etmeye teşvik edilmesi, kapitalist sistemin çarklarının ne kadar acımasız, zalim ve canavarca olduğunun açık bir göstergesidir.

Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki, kişilerin eğer kurban kesebilecek kadar parası yoksa, bu kişiye zaten kurban mecburiyeti yoktur (kurban kesmenin vacip olduğu fıkhi bir hüküm olup ayrı bir tartışma konusudur). Kendisine kurban kesmek mecburiyeti olmadığı halde, kredi yolu ile kurban parası temin ederek kurban kesmeye çalışmak; kişiyi günaha sokmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Kapitalist sistemin bankalar ve onlar tarafından verilen krediler ve kredi kartlarının insanları nasıl bir hale getirdiği, her gün gazete ve TV haberlerinin baş köşelerini süslemektedir.

Bu haberlere konu olmamak için yapılması gerekenler ne olmalıdır?

Öncelikle kişiler ekonomik olarak gelir-gider dengesini gözeten bir hayat üzere yaşamak zorundadırlar. Gideri, gelirinden fazla olan bireyler, zaman içinde iflas etmeye mahkum olmaktan kurtulamayacaklardır. Bu durum ise kişilerin HELAK olması anlamına gelecektir.

Arabası olduğu halde başkasının arabasından daha düşük modelli olduğu için borç alarak arabasını değiştirmeye kalkan, telefonu olduğu halde daha üst model almak için borç ile telefon alan, kendilerinden daha üst gelir seviyesine sahip olan insanlara özenerek onlar gibi yaşamak için borç altına giren insanların sonları; borç batağına girerek iflas etmeleri değişmez bir ekonomik yasadır.

Geliri kadar harcamak veya harcadığından fazlasını kazanmak, kişilerin dikkate alması gereken önemli bir yaşam prensibi olmalıdır. Bu prensip ile yaşanan hayatlarda ekonomik sıkıntılar ve bu sıkıntıların meydana getirdiği sosyal sıkıntılar en aza inecek, hatta yok olacaktır.

Gelir-gider dengesinin önemini dikkate alan bir yaşam sürenleri dahi bekleyen en büyük tehlike; çağdaş sihir yolu olan reklamlar yolu ile suni ihtiyaçlar ortaya çıkarılmasıdır.

Medya yayın organları vasıtası ile oluşturulan algı operasyonları ile "İşte bu senin ihtiyacın, bunu mutlaka almalısın." şeklinde empoze edilen sihre aldanan insanlar, bütçelerini zorlayarak o ürüne sahip olmayı kendilerine bir vazife olarak görmeye başladıkları an tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. İpin ucunu kaçıran bir bütçeye sahip olan bireyler, ipin ucunu tekrar yakalayamadıkları sürece helaka mahkum olarak yaşamaya devam edecektir.

Faizin "Haram" olduğu gerekçesi ile bankalardan kredi almaktan imtina eden Müslümanların bir çoğu, o bankaların verdikleri kredi kartlarını cüzdanlarının en nadide yerlerinde taşıyarak dolaylı olarak faize destek vermekte, kart borcunu zamanında ödememekten dolayı düştüğü faiz batağını birçok Müslüman sıradan bir olay olarak görmektedir. Bu durum biz Müslümanları, günaha karşı bir yatkınlık meydana getirmesi bakımından büyük bir tehlikedir.

Kredi kartı ile yapılan alışveriş, genelde kişilerin cebinde karşılığı olmayan bir paranın harcanması demektir. Karşılığı olup da bu karşılığı kart ile ödeyen küçük bir kesim olsa bile, çoğunluktaki kişiler bir önceki ayın borcunu diğer aya devrederek yaşamaktadır. Türkiye geneline baktığımızda "Banka kredisi veya kredi kartı borcum yok" diyebilen kişi sayısı maalesef çok azdır. Bunun en başta gelen sebebi ise lüks ve israfa dayalı bir hayat tarzını, Müslüman olsa dahi içselleştirmiş olmaktır.

Halbuki "Ben Müslümanım" diyen bir kimsenin yapması ve yapmaması gereken bir takım kurallar kendisini bağlamakta olup, bu kurallardan belki de en önemlisi lüks ve israfa dayanMAyan bir hayat tarzı sürme gereğidir. Maaleseftir ki bu lüks ve israfın başını çekenlerin biz Müslümanlar olduğunu gördüğümüzde, inancımız ile yaşamımız arasında derin uçurum ortaya çıkmaktadır.

Lüks ve israf düşkünlüğü çağdaş dünya insanı için büyük bir tehlike olup, insanları ekonomik olarak batağa çeken bir durumdur. İnsanların lüks yaşamak için hırsızlık, fuhuş gibi yasaklanan fiilleri yapmaktan çekinmediği bir ülkenin sonu HELAK olmaktır. Bu helak yaşadığımız ülke için "Geliyorum" demektedir.

Belirli zamanlarda ülke genelinde yaşanan ekonomik sıkıntılar, aslında bu helakın ayak sesleri olarak görülmesi gerekmektedir. Belirli zamanlarda yaşanan ekonomik sıkıntılar insanları tedbir almaya yönelmesinin gereğini düşündürmesi açısından önemli işaretlerdir. Ancak sıkıntı anında aklı başına gelen insan, nankör tabiatının ortaya çıkması sonucunda sıkıntılardan kurtulduğunda geriye dönük bir öz eleştiri yaparak aynı hataya düşmemek yerine, eskisinden daha azgın hale gelerek geçmişteki yaşadığı sıkıntıları unutmaktadır.

Gazetelerin 3. sayfa haberlerine bir göz atıldığında; kredi kartı borcu yüzünden bunalıma girerek cinnet geçirenlerin, kredi kartı borcu ödemek için hırsızlık yapanların, kredi kartı borcu ödemek için fuhuş yapanların, lüks hayat uğruna her türlü ahlaksızlığı yapanların haberlerini her gün görmek mümkündür.

"Küresel güçler" adı verilen ve dünya genelinde bir elin parmakları kadar olan aile tarafından yönetilen yaşadığımız dünyada, bu güçlerin insan üzerinde oynadığı en büyük oyunlardan birisi; onları borçlu olarak yaşam sürmeye mahkum etmeleridir.

Daha çok kazanma temeline kurulu sistemlerinin yaşaması için sağmal inek mesabesinde olan insanlara ihtiyaç duyan bu güçler, çeşitli algı yöntemleri ile en büyük zillet olan borçlu yaşamayı sanki bir ihtiyaç ve normal bir hal gibi göstermektedirler. Dünyanın her tarafında sahip oldukları bankalar ile insanlara sundukları bu yaşamı onları kendilerine borçlandırarak gerçekleştiren bu şeytani güçler, bu yolla tüm dünyanın kanını emmektedirler.

Türkiye geneline baktığımızda; ülke içindeki bankaların bir çoğunun sahiplerinin yabancı veya yabancı ortaklı olması, faiz yolu ile ülkeleri batırmak isteyenlerin ülkemiz üzerinde oynadıkları oyunları açık ve net olarak göstermektedir. Çeşitli yollarla insanları tüketime alıştıran banka sahiplerinin dünya üzerindeki sayılı birkaç aile olduğu düşünüldüğünde, küresel güçlerin az gelişmiş ülkeler üzerinde nasıl oyunlar oynadığı da ortaya çıkmaktadır.

Türkiye genelindeki sahipleri yerli olan bankaların, kişilere kredi vermek için temin ettikleri parasal kaynak yine yurt dışındaki sahipleri birkaç kişi olan bankalardır. Türkiye'nin dış borcunun büyük bir kısmının bu yolla yurt dışındaki bankalardan alınmış borçlar olduğu düşünüldüğünde işin vehameti ortaya çıkmaktadır.

Türkiye'deki insanların, aldıkları borç ile üretime değil tüketime dayalı bir ekonomi oluşturduğunu düşündüğümüzde, küresel güçlerin isteği olan üretmeyen, dışarıdan ithal edilmiş olan malları borç para alarak tüketmeye çalışan ve bunun sonucunda her türlü yaptırımı uygulayabildikleri bir ülke portresini maalesef ülkemiz çizmektedir. 

Bugün "özelleştirme" adı ile ülkenin sahip olduğu önemli kaynakların yabancılar eline geçmesinin sebebi; üretemeyen bir ülkenin düştüğü borç batağının ve bu borçtan kurtulmak için varını yoğunu satan müflis tüccar zihniyetinin bir sonucudur.

Bu müstekbirlerin oyunlarının başlarına geçmesi, ancak insana Allah(c.c) tarafından önerilen lüks ve israfa dayanmayan yaşam sisteminin hayata geçirilmesi ile mümkün olacaktır.

Kredi kartları yolu ile sağlanmaya çalışılan tüketim ekonomisi, kişisel bazdan başlayarak ülkeleri ekonomik çöküşe götüren yolun başlangıcı olması itibarı ile kullanımı toptan iptal edilmesi, yaşadığımız kapitalist sistemin gereği olarak belki mümkün olmayabilir ancak insanların cebinde dolaşan bir bomba haline gelmesine engel olmak yöneticilerin önemli bir görevidir.

Sonuç olarak; Türkiye geneline baktığımızda kredi kartları insanların cebinde gezdirdiği saatli bir bomba haline gelmiştir. Bankalar tarafından cazip reklamlarla empoze edilen bu kartlara sahip olmak birçok kişi için elitlik ve farklılık sembolü olarak görülmektedir. Ancak bu kartları taşıyanlar, bu kartların sahip olduğu bankalar tarafından sağılacak bir inek olarak görülmektedir.

Karşılığı olmayan paranın harcanarak insanların borçlu durumuna düşürülmeleri ve bu borcu ödemeleri için her türlü yanlışı yapabilecek duruma gelmeleri, küresel güçlerin en büyük oyunlarından birisidir.

Allah(c.c)'nin insanlığa önerdiği sistem; lüks ve israfa dayanmayan, dolayısı ile insanları birbiri ile yarışır bir hale getirmeyen ve bunun sonucunda onların borç batağına girerek helak olmalarına sebebiyet vermeyen bir sistemdir.

Helak dediğimiz olay; insanların dünya hayatında elleri ile yapmakta oldukları yüzünden meydana gelen değişmez yasalar olup, bu yasalar ekonomik hayatın gereğini yerine getirmemekten ötürü bireyler ve devletler bazında da her zaman gerçekleşecektir. Bize düşen görev; bu tür bir helaka uğramamak için bize verilen görevleri yerine getirmek olmalıdır.

Şurası asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki; bir ülkenin geleceği, o ülkeyi oluşturan bireylerin ekonomik açıdan lüks ve israfa dayanmayan bir hayat sürmeleri ile yakından alakalıdır. Lüks ve israf içinde yaşayan bir toplum, borç batağından asla kurtulamaz ve geleceği her zaman küresel güçlerin ipoteği elinin altında kalmaya mahkumdur.

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Enfal s. 1. Ayeti İle, 41. Ayeti Arasında Çelişki Var mı ?

Elimizde olan Kur'an çevirilerinde yapılan önemli bir eksikliklerden bir tanesi , aynı konu ile ilgili ayetlerin birbiri ile ilişkisinin yapılan çeviride kurulamaması neticesinde, dikkatli bir okuyucunun gözüne takılarak, ayetler arasında bir çelişki olabileceği yönünde bir şüpheye düşmesine neden olunmasıdır. 

Hele bu okuyucu, bu kitabı Kur'an ayetleri arasında çelişki bulmak amacı ile okuyor ise, mal bulmuş mağribi gibi sevinerek , Arşimet misali "Buldum Buldum" diye bağırarak, kendisini sokaklara bile atabilmektedir. Dinini Kur'andan öğrenmek için yeni yeni Kur'an meali okuyan bir kimsenin ise , ayetler arasında nasıl bir bağ kurulabileceği noktasında, tereddüte düşmesi kuvvetli bir ihtimaldir. 

Kur'an çevirisi yapmaya soyunan kimselerin bu noktaya dikkat etmesinin önemini tekrar hatırlatarak , bazılarının kafasında istifhama neden olan iki ayeti konu ederek , söylemek istediklerimizin daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalışalım.

Enfal s. 1. ayetinin metni ve metne sadık kalarak yapılan bir kaç çeviri örneği şöyledir; 

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الأَنفَالِ قُلِ الأَنفَالُ لِلّهِ وَالرَّسُولِ فَاتَّقُواْ اللّهَ وَأَصْلِحُواْ ذَاتَ بِيْنِكُمْ وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ

Bayraktar Bayraklı :
Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: “Ganimetler Allah ve Peygamberi’ne aittir. O halde Allah’tan sakınınız, aranızda barış ve esenliği sağlayınız. Eğer müminler iseniz, Allah ve Rasûlü’ne itaat ediniz.”

Edip Yüksel :
Savaş ganimetleri hakkında senden soruyorlar. De ki: 'Ganimetler, ALLAH'ın ve elçisinindir.' ALLAH'ı dinleyin, aranızı düzeltin. İnanıyorsanız, ALLAH'a ve elçisine uyun.

Muhammed Esed :
Sana ganimetler hakkında soracaklar. De ki: "Bütün ganimetler Allaha ve Onun Elçisine aittir" Öyleyse, Allahtan yana bilinç ve duyarlık içinde olun; aranızda kardeşlik bağlarınızı canlı tutun;Allaha ve Onun Elçisine karşı duyarlık gösterin, eğer (gerçekten) inanan kimselerseniz!

Süleyman Ateş :
Sana ganimetlerden sorarlar; de ki: "Ganimetler, Allâh'ın ve Elçi(si)nindir. Siz, (gerçekten) inananlar iseniz, Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah'a ve Elçisine itâ'at edin!"

Şaban Piriş :
Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: -Ganimetler, Allah’a ve Elçisi'ne aittir. Allah’tan korkun, aranızı düzeltin. Eğer mümin iseniz Allah’a ve Elçisi'ne itaat ediniz.

Ömer Nasuhi Bilmen :
Sana ganîmetlerden soruyorlar. De ki: «Ganîmetler Allah Teâlâ'ya ve Peygamber'e aittir. Artık Allah Teâlâ'dan korkunuz. Aranızdaki hâli düzeltiniz ve Allah Teâlâ'ya ve Resûlüne itaat ediniz, eğer mü'min kimseler iseniz.»

Yukarıdaki Enfal s. 1. ayetinin yapılmış çeviri örneklerine baktığımızda, "Yanlış" olarak nitelenebilecek bir çeviri hatası bulunmamaktadır. Yapılan çeviriler, metne sadık kalarak yapılmış çevirilerdir. Ancak aynı surenin 41. ayetine baktığımızda , bu tür çevirilerin yapıldığı Kur'an meallerini okuyan kimselerin kafalarında soru işareti oluşması kaçınılmazdır. 

وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا غَنِمْتُم مِّن شَيْءٍ فَأَنَّ لِلّهِ خُمُسَهُ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ إِن كُنتُمْ آمَنتُمْ بِاللّهِ وَمَا أَنزَلْنَا عَلَى عَبْدِنَا يَوْمَ الْفُرْقَانِ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

[008.041]  Eğer Allah'a ve hakkı batıldan ayıran o günde, iki topluluğun karşılaştığı günde kulumuza indirdiğimize inanıyorsanız, bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah'ın, Resulunun ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır. Allah her şeye Kadir'dir.

Enfal s. 1. ayetinin yukarıda vermiş olduğumuz türden çevirileri ile aynı surenin 41. ayetini okuyan bir kısım insan "Bir ayette ganimetler Allah ve Resulünündür, bir ayette ise beşte biri Allah ve Resulünündür deniliyor" şeklinde bir düşünce içine girerek, bu müşkül durumun nasıl giderilebileceği yönündeki sorunun cevabını arayacaktır.

İndirdiği kitap'ta asla çelişki olmadığını (4. 82) beyan eden Rabbimiz, bize yalan söylemeyeceğine göre , bu kitap içinde çelişki olduğunu iddia etmek , Allah (c.c) ye iftira etmek anlamına gelecek , asıl çelişkinin bu ayetler arasındaki anlam bağını kurmamakta ısrar edenlerde olduğu görülecektir. 

Enfal s. 41. ayetine baktığımızda, ayetin savaş ganimetlerinin dağılımı hakkında bir HÜKÜM beyan ettiğini görmekteyiz. O halde Enfal suresi 1. ayetine öyle bir anlam verilmelidir ki , 41. ayet ile bağdaşsın ve herhangi bir müşkilata mahal vermesin.

Enfal s. 41. ayeti , ganimet dağılımı konusunda HÜKÜM beyan ettiğine göre , aynı surenin 1. ayeti ganimet dağılımı konusunda kimin yetki sahibi olduğunu beyan eden bir anlam dahilinde çeviri yapılması gerekmektedir. 

Buna göre Enfal s. 1. ayetine bu noktaya işaret eden bir parantez açılarak, okuyucunun kafasında herhangi bir istifham oluşmasına engel olunabilir.

Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler (HAKKINDA HÜKÜM VERMEKAllah ve Peygamber'e aittir. O halde siz  müminler iseniz Allah'tan sakının, aranızı ıslah edin, Allah ve Resûlüne itaat edin.

Enfal s. 1. ayetine doğru anlam vermek için , aynı surenin 41. ayeti dikkate alınmalı ve bazı okuyucuların kafasında oluşabilecek herhangi bir istifhama meydan verilmemelidir.

Bağlam dikkate alınarak yapılmış bir kaç çeviri örneği vermek gerekirse şu çevirileri verebiliriz ;

Ali Fikri Yavuz :
(Ey Rasûlüm), sana harb ganimetlerinin kime âit olduğunu soruyorlar. De ki: “- Bu ganimetlerin taksimi, Allah’a ve Rasûlüne aittir. Onun için, siz gerçekten müminseniz Allah’dan korkun ve birbirinizle aranızı düzeltin (geçimsizlik yapmayın), Allah’a ve Rasûlüne itaat edin.”

Elmalılı Hamdi Yazır :
Sana ganimetlerin taksiminden soruyorlar, de ki ganimetlerin taksimi Allaha ve Resulüne aid, onun için siz gerçekten mü'minlerseniz Allahdan korkun da biribirinizle aranızı düzeltin, Allaha ve Resulüne ıtaat edin

Hasan Basri Çantay :
(Habîbim) sana harb ganimetleri (nin hükmünü) sorarlar. De ki: «(Bu) ganimetler Allahın ve Resûlünündür. O halele (tam) mü'minlerseniz Allahdan korkun, (ihtilâfa düşmeyib) aranızı düzeltin, Allaha ve peygamberine İtaat edin.

Sonuç olarak ; Kur'an çevirilerinde önemli bir sorun olarak ortaya çıkan konu bütünlüğü gözetilmeden yapılan çevirilerde bazı okuyucuların kafalarında bazı istifhamlar oluşmaktadır. Kur'an çevirisi yapmaya soyunanların konu bütünlüğünü dikkate alan çeviriler yapamaması onların Kur'ana yeteri kadar hakim olamadıklarınının göstergesidir. 

Parantezli mealler her ne kadar bazı yerlerde çeviren kimsenin kafasındaki ön kabulü yansıtması açısından sakıncalı olarak görülmüş olsa da , bazı yerlerde okuyucuların kafasındaki istifhamların giderilmesi için gerekli olduğunu söyleyebiliriz. 

Enfal s. 1. ve 41. ayetleri arasında konu bütünlüğünün dikkate alınarak anlam verilmesi araya 41. ayetin anlamı dikkate alınan bir parantez açılarak sağlanabilir.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

21 Ağustos 2016 Pazar

Yusuf Kıssasını İlk Muhatapların Gözü İle Okumak

"Resullerin başlarından geçenlerden sana anlattığımız her şey, senin gönlünü pekiştirmemizi sağlar; sana bu belgelerle gerçek, inananlara da öğüt ve hatırlatma gelmiştir."

HUD Suresi 120. ayetin meali olan yukarıdaki cümleler, Kur'an içinde önemli bir yer tutan kıssaların amacını anlatmaktadır. Kur'an'ın ilk muhatabı olması hasebiyle, okunan bütün kıssalar, öncelikle Muhammed(a.s)'a ve onunla birlikte olanlara hitap etmekte, sonra ise bu kitaba muhatap olan tüm iman edenlere hitap etmektedir.

Kur'an kıssalarının ortak yönünü kısaca özetleyecek olursak; bu anlatımlarda önce çıkan en önemli hususlardan birisi, Muhammed(a.s) ve iman edenlerin içinde bulunduğu sıkıntılı durumun bir benzerini, kendisinden önceki elçiler ve o elçilere iman edenlerin de yaşamış olduğu, yaşanmış olan bu sıkıntılara sabretmenin sonucunda zafere erişilmiş olduğu hatırlatması yapılarak, başarının çekilen sıkıntılara göğüs germenin sonucunda geldiği, önceki elçilerin kıssaları ile gerçek yaşanmışlıklar üzerinden gösterilmesidir.

Yusuf kıssası da, Muhammed(a.s)'a anlatılan ve Yusuf(a.s)'ın çektiği sıkıntılara nasıl göğüs gerdiği anlatılarak, "Mutlu Son" olarak nitelenebilecek sona nasıl kavuştuğu ve bu anlatımlardan öncelikle, Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanların, sonra da kıyamete kadar gelecek olan bütün muhatapların hisse alması istenen bir kıssadır.

Yazımızın konusu; bu kıssayı ilk muhatapların gözü ile okumaya çalışmak ve Yusuf(a.s)'ın başına gelen sıkıntıları, Muhammed(a.s)'ın nasıl okumuş olabileceği ve onun başına gelenlerden kendisi için ne gibi ibretler çıkarmış olabileceği yönünde olacaktır.

Bu kıssayı Muhammed(a.s)'ın gözünden okumaya çalışmaktaki düşüncemiz "Bu kıssayı illaki bu şekilde okumuştur" şeklinde bir iddia taşımadığını önemle hatırlatmak isteriz. Biz Yusuf(a.s)'ın yaşamış olduğu bazı sıkıntıları ve olayları onun nasıl algıladığı, hayatında nasıl uyguladığı, "Mutlu Son" (Mekke)'ye nasıl ulaştığını anlamaya çalışacağız.

Yusuf(a.s)'ın başına gelen ilk sıkıntı; kardeşleri tarafından kuyuya atılmasıdır. Onun, kardeşleri tarafından kuyuya atılmasını, Muhammed(a.s)'ın Mekkeliler tarafından ona iman edilmeyerek yalnız bırakılması ve ona düşmanlık yapılması ile bir paralellik kurabiliriz.

Kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf'a, o kuyudan kurtulacağının ilham edilmiş olmasını (YUSUF Suresi 15), Mekkeliler tarafından iman edilmemek sureti ile yalnız bırakılmış olmasını, Muhammed(a.s)'ın da bir nevi kuyuya atılmış olarak okuduğumuzda, Yusuf'un kuyudan kurtulacağının ilham (vahy) edilmiş olmasını, Muhammed(a.s)'ın da kuyudan yani içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtularak, kendisine bu kötülüğü reva görenler ile ileride muzaffer bir kumandan olarak karşı karşıya geleceğinin haber edilmiş olduğunu okuyabiliriz.

Muhammed(a.s) elbette bu haberi, gaybi bir haber veya bir mucize beklentisi içinde değil, sebep-sonuç yasalarına yani Allah(c.c)'nin yardım yasalarına uygun bir biçimde hareket ederek okumuş ve yardım yasalarının gereğini yerine getirerek, aynı surenin 110. ayetinde bildirilen sona ulaşmıştır.

Kuyudan kurtulan Yusuf, az bir pahaya saraya satıldıktan sonra, sarayda yetiştirilmiş ve ergenlik çağına gelince vezirin karısı tarafından kendisine yapılan ahlaksız bir teklif ile karşı karşıya gelmiştir (YUSUF Suresi 23-24). Bu teklif karşısında bir an yalpalar bir hale gelmiş olsa da, kabul edeceği teklifin ona getireceği bir anlık geçici mutluluk ile sonrasında ona getireceği zararı hesap ederek, zararı yararından daha fazla olan zinayı terk etmiştir.

İSRA Suresi içinde, Muhammed(a.s)'ın da neredeyse yalpalayacak hale gelmesi ve toparlanması anlatılmaktadır.

[017.073] Ve onlar az kalsın sana vahyettiğimiz şeyden başkasını Bize iftira edesin diye seni fitneye düşüreceklerdi. O zaman seni elbette dost edineceklerdi
[017.074] Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, nerdeyse sen onlara birazcık meyledecektin.
[017.075] O takdirde de hem hayatın, hem de ölümün acısını sana kat kat tattırırdık. Sonra Bize karşı hiçbir yardımcı da bulamazdın.

Görevi gereği Mekkeli müşriklerle ilişkileri devam eden Muhammed(a.s)'a, müşrikler tarafından görevinden sapmasını sağlayacak bir takım iğvalarda bulunulmaktaydı. Müşriklerin bu iğvaları, neredeyse Muhammed(a.s)'ı görevinden saptırabilecek hale gelmişti. Özellikle ilk inen surelerde kendisine tebliğ sürecinde nasıl bir yol izlemesi gerektiğini öğreten ayetleri harfi harfine uygulaması neticesinde, müşrikler tarafından kendisine yapılan teklifleri, onu yolundan çevirerek Allah(c.c) indinde büyük bir azaba sokacağı için red etmiştir.

İşte böyle bir durumda olan Muhammed(a.s)'a okunan Yusuf kıssası içinde, Yusuf'a yapılan ahlaksız teklifi red etmesi neticesinde, belki ilk anda bu teklifi red etmesi yüzünden başına gelen hapis hayatına razı olarak, feraset sahibi bir kimsenin yapması gereken ileri görüşlülüğünün meyvelerini ilerideki yaşamında nasıl aldığı yaşanmış örnek üzerinden gösterilerek, aynı yolu izlemesinin kendisine neler kazandıracağı Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanlara öğretilmektedir.

Yusuf(a.s)'a yapılan ahlaksız teklifi güncelleştirerek okuyacak olursak şunları söyleyebiliriz;

Bugün Müslümanlar olarak İslam adına yapılan mücadele metodu, nebevi metoda uygun bir şekilde yürütülmemektedir. Yusuf(a.s)'a yapılan ahlaksız teklifi, bugün Müslümanlara karşı uygulanan pasifize etme metodu olarak da okumak mümkündür. Müslümanlara karşı yapılan bir takım iyileştirmeler, onları mücadele yolunda pasifize etmeye yönelik bir işleve sahiptir. İlk bakışta bu iyileştirmeler faydalı gibi görünmüş olsa da, nebevi metodun terk edilmesini sağladığı için ileri zamanlarda bizlerin aleyhine bir duruma dönüşmesi kuvvetli bir ihtimal dahilindedir.

Yusuf(a.s)'a yapılan ahlaksız teklifin onun tarafından ret edilmiş olmasının bize dönük örnekliklerinden bir tanesi; uzun vadeli hesaplar yapılması gerektiği, kısa vadeli hesaplar yapılmaması, bugün ilk bakışta faydası olan bir şeyin, ilerisi için zarar getirebileceğinin hesap edilmesine yönelik mesajlar olarak okuyabiliriz.

Yusuf(a.s)'ın hapishanede, arkadaşlarına yapmış olduğu konuşma (YUSUF Suresi 37-40), hangi şart altında olursa olsun her fırsatta tebliğe devam edilmesi gerektiğini öğretmektedir. Yusuf(a.s) hapishaneye girmiş olduğu halde içinde bulunduğu duruma aldırış etmeyerek, arkadaşlarına tebliğ etmiş olması, Muhammed(a.s)'ın da içinde bulunduğu şartlara aldırış etmeden tebliğe devam etmesi gerektiğini öğretmektedir.

Muhammed(a.s)'ın içinde bulunduğu zor şartlar, onun tebliğ görevine devam etmesi noktasında, onun bir nebze de olsa atalete düşmesine sebep olabilirdi. Yusuf kıssası içinde anlatılan hapishane arkadaşları ile olan konuşma sahnesinde, Yusuf'un içinde bulunduğu zor şartları hiçe sayarak arkadaşlarına tebliğde bulunması Muhammed(a.s) için yol gösterici bir niteliğe sahiptir. Bu yol göstericilik sadece ona mahsus bir durum olmayıp, aynı zamanda tüm zamanları kapsayıcı bir mesaj ihtiva etmektedir.

Muhammed(a.s)'a okunan kıssa içindeki hapishane arkadaşları ile olan konuşmalar, onun hangi şartlar içinde olursa olsun göreve devam etmesi konusunda ibret almasını sağlayan bir anlatım olmuştur.

[023.096] Kötülüğü en güzel olanla uzaklaştır; biz, onların nitelendiregeldiklerini en iyi bileniz.

[041.034] İyilik ve fenalık bir değildir. Ey inanan kişi: Sen, fenalığı en güzel şekilde sav; o zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün.

Yusuf'un kendisini kardeşlerine tanıtma sahnesi (YUSUF Suresi 90-92), bir kimsenin kendisine yapılan kötülüğe karşı nasıl bir davranış sergilemesi noktasında örneklik teşkil etmektedir. Kendisini öldürmek için kuyuya atan kardeşlerine, bu yaptıklarını en küçük bir ima ile dahi olsa yüzüne vurmayan Yusuf(a.s), yapmış olduğu bu hareket ile kardeşlerine karşı büyük bir alicenaplık örneği göstermiştir.

[048.024] O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, Mekke'nin içinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Allah, yaptıklarınızı görendir.

Mekkenin fethi günü, kendisine ve inananlara dayanılmaz işkence ve zulümler yapan Mekkelilere karşı, bu yaptıklarını onların yüzüne vurmayarak onları af eden Muhammed(a.s)'ın, Mekkeliler'e karşı yaptığı bu alicenaplığa, Yusuf(a.s)'ın kardeşlerine karşı olan muamelesinin örneklik etmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Kıssanın sonu bilindiği üzere "Mutlu Son" olarak niteleyebileceğimiz Yusuf(a.s)'ın ailesinden olan herkesin Mısır'a yerleşmesi ile son bulmaktadır (YUSUF Suresi 99). Aynı surenin 110. ayetinde "Nihayet resuller ümitlerini kesecek hale geldikleri ve kendilerinin yalancı çıkarılmış oldukları zannına kapıldıkları zaman, onlara yardımımız geldi ve dilediklerimiz kurtuluşa erdirildi. Suçlular topluluğundan ise azabımız geri çevrilmez." şeklindeki beyan, Allah(c.c)'nin yardım yasasının nasıl işlediğini Yusuf kıssası üzerinden bizlere göstermektedir.

Sonuç olarak; Kur'an kıssaları önceki yaşanmışlıkları göstererek, ilk muhatapların ve sonrakilerin, yaşadıkları hayat içinde nasıl bir yol izlemesi ve izlememesi gerektiğini öğreten anlatımlardır. Yusuf kıssası içinde yapılan anlatımlar, diğer kıssalarda olduğu öncelikle Muhammed(a.s) ve onunlar birlikte olanlara Yusuf(a.s)'ın başından geçenleri anlatarak, o anlatımlardan gerekli olan ibretleri almalarını sağlamıştır.

Kıssanın 110. ayetinin, kıssanın anlatılma amacını özetlediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Sünnetullah dediğimiz arz üzerinde cari olan yasalardan olan "Allah'ın yardımı" yasasının nasıl işlediği bu sure içinde Yusuf kıssası üzerinden gösterilmektedir.

Bu kıssanın anlatılış amacını en iyi kavrayan ve içselleştiren Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanlar, yıllarca süren sabırlı mücadele sonunda Mısır'a giden yolun nasıl açıldığını görerek, Mekke'ye giden yolun nasıl açılacağını öğrenmişler ve sabırlı bir mücadele sonunda başarıya ulaşmışlardır.

"Bu kıssa bize nasıl bir mesaj veriyor?" şeklindeki sorunun cevabı ise; "içinde bulunduğumuz her türlü zorluk ve sıkıntıların bizi yolumuzdan alıkoymaması, yürüdüğümüz yoldan bizi saptırmaması, tavizkar davranışlardan alıkoymasıdır" şeklinde verilebilir. 

EN DOĞRUSUNUN ALLAH (C.C) BİLİR.