Son yıllarda Türkiye genelinde Kur'anın daha fazla gündeme gelmesi , olumlu bir gelişme olmakla birlikte , bir takım olumsuzlukları da beraberinde getirdiği bir gerçektir. Olumsuz olarak gördüğümüz noktalardan bir tanesi , Kur'anın tarihi bağlamından koparılarak okunması sonucunda, kitap sanki bugün inmiş gibi okunarak , tarihi bağlam ile alakası olan bilgilerinin yeniden dizayn edilmeye çalışılmasıdır.
Kur'anın indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan insanlar , binlerce yıllık insanlık tarihinin üyeleri olarak , o tarihin getirmiş olduğu bilgi birikimi ve ortak hafızanın ürünlerini kullanarak yaşamlarına devam etmekte idiler. Kur'an okumaları bu bilinç dahilinde yapılmayıp, tarihi arka plan göz ardı edilerek yapıldığı takdirde, bizleri içinden çıkılmaz tartışmalar içinde boğulmak durumunda bırakmaktadır.
"Namaz" konusu , böyle bir bilgi eksikliği ve tarihi arka plan gözetilmeden, yeniden dizayn edilmeye çalışılan konulardan bir tanesidir. Kur'an merkezli düşünce sahibi olduğunu iddia edenlerin bir kısmı, Kur'anın "Namaz" adında bir ibadeti emretmediğini ,bu ibadetin müşrik ibadeti olduğunu iddia ederken , aynı düşünce sahibi iddiasında olanların bir kısmı böyle bir ibadetin var olduğunu kabul etmekle birlikte "Namazı kafama göre belirlerim" şeklinde bir düşünce ile ortaya çıkmaktadır.
"Namazı kafama göre belirlerim" iddiasında olanların bir kısmı Kur'anda , "Namaz kılarken Kabe ye yönelin" şeklinde direk bir emir bulamadıkları için , "Namaz kılarken Kabe ye yönelmek şartı yoktur nereye istersem dönerim" şeklinde bir iddiada bulunmaktadırlar. Yazımızın çerçevesi, bu iddianın ne kadar doğru olabileceği yönünde olup , "Namaz" adında bir ibadetin olup olmadığının tartışılması bu yazının konusu değildir.
Bu düşünce sahiplerinin yanıldığını düşündüğümüz nokta şu dur ; Kur'anın detaylandırılmış bir kitap olmasının ifade ettiği anlamın, her şeyin en ince detayına kadar olması gerektiği , eğer bu detay yoksa bizim içinde bağlayıcı bir durum söz konusu olamaz , şeklinde bir düşüncedir.
Öncelikle şunu bilmek gerekmektedir ki ; Kur'an bir namaz hocası veya ilmihal kitabı değildir. Detaylı olması her ibadetin şeklinin ayet olarak Kur'an içinde olmasını gerektirmez. Bu tür düşünceler , geçmişteki "Zahiri" mezhebinin veya "Selefiyye" olarak bildiğimiz ve bu gün "Literalizm" dediğimiz, metni hiç bir yoruma tabi tutmadan okuma yolunun bir uzantısı olup , onun "Detaylı" olduğunun ifade edilmesi , her kesin isteğine göre hüküm bulunması anlamına gelmez.
"Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez."
Merhum şair Mehmet Akif , söylemek istediklerimizin özetini yukarıdaki dizelerde dile getirmiş olmasına rağmen , biz yine de konuyu biraz daha detaylı şekilde açmaya çalışalım.
Herhangi bir düşünceye ve fikre ve kavme mensup olanların ortak özellikleri , birbirleri ile olan bağlarını sembolik öğeler ile göstermektir. Örneğin ; Bayrak bez parçasından yapılmış bir obje olmasına rağmen , onun bez olmasından ziyade, sembolize ettiği değerler öne çıkarak bir ulusun ortak paydasını teşkil etmekte ve kutsal bir objeye dönüşmektedir.
Bu durumu İslam ve Müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimizde , bu dinin ve bu dine mensup olanların, birbirleri ile olan bağlarını güçlendirici sembolik unsurlar bulunmaktadır. Her toplulukta geçerli olan aidiyet gösterileri , İslam toplumu içinde geçerli olup , bizlerin bu aidiyet gösterileri "Hac" ve "Namaz" gibi ibadetler ile yapılmaktadır.
İslam dininin en belirgin özelliği , Allah (c.c) nin tek ilah olarak bilinmesi ve bu bilinç üzerine kurulmuş bir hayatın devam ettirilmesidir. Hac ve namaz ibadetinin ortak yönlerinden birisi , Mekke şehrinde bulunan "Kabe" adındaki yapının merkeze alınmasıdır. Bu yapı , "Kıble" kavramının ifade ettiği anlam dairesinde anlaşılarak bir yere oturtulduğunda, neden böyle bir yere yönelmek zorunda olduğumuz da anlaşılacaktır.
"Kıble" kelimesi ; Kişinin yüzünü döndürdüğü, yani inancının değerlerini aldığı yeri ifade etmektedir.
[002.148] Herkesin (her toplumun) yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir yön
vardır. Öyleyse hayırlarda birbirinizle yarışınız. Her nerede olursanız, Allah
sizleri bir araya getirecektir. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.
Bakara s. 148. ayeti , herkesin her toplumun inanç değerlerini aldığı yani yüzünü döndüğü bir yeri olduğunu beyan etmektedir. Dünya üzerinde yaşayan tüm insanlar , yaşamlarını bir takım kurallar üzerine bina ederler. İstisnası olmayan bu durumun tarifi "Yüzünü döndürmek" , "Kıble edinmek" şeklinde yapılmaktadır.
[002.149] Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir,
şüphesiz bu Rabbinden bir haktır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
[002.150] Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.
İnsanların zulmedenlerinden başkalarının size karşı gösterecekleri bir hüccet
olmaması için, her nerede olursanız, yüzlerinizi oranın tarafına çevirin, bu
hususta onlardan korkmayın. Benden korkun da size olan nimetimi tamamlayayım.
Böylece doğru yolu bulursunuz.
Bakara s. 149 ve 150. ayetleri , yüzün nereye döndürülmesi gerektiğini yani yaşamımızı belirleyen kuralların neyin üzerine bina edilmesi gerektiğini ifade edilmektedir."Her nereden çıkarsan" ifadesi hayatın bütün anında yapılan amellerin , bu yön dikkate alınarak yapılması gerektiğini ifade eden bir cümledir.
"Yüzü döndürmek" eylemi her insanın hayatında vaki olduğuna göre , Müslüman olduğunu iddia edenlerin yüzlerini döndürecekleri olan yegane yer ,Mescidi Haram bölgesinde yapılmış olan Kabe den başka hangi yer olabilir ?.
Her nereden çıkarsak , her nereye gidersek , her ne yaparsak , her ne söylersek , her ne okur yazarsak gibi hayatın her anının , Mescidi Haram yönüne yani Kabe ye yönelik olması gerekmektedir. Tabi ki bu yönelimin ifade ettiği anlamın , Kabe nin ifade ettiği tevhidi anlam ile ilişkili olarak anlaşılması gerekmektedir. Hayatımızın her anının , Allah (c.c) nin belirlediği kurallar dahilinde çizilmesi gerektiği , Bakara s. 149 ve 150. ayetlerin de "Her nereden çıkarsan" şeklinde ifade edilmektedir.
Mekke şehrinde bulunan "Kabe" adındaki yapı, Kur'anda "Elbeyt" (Ev) olarak ifade edilmektedir. Bu kelimenin Bakara s. 125 ve Hac s. 26. ayetlerinde, Allah (c.c) tarafından "Beytiye" ( Evim) olarak ifade edilmesi, Kabe nin "Beytullah" (Allah'ın evi) şeklinde bir deyim ile anılmasını beraberinde getirmiştir.
"Beyt" kelimesinin , "Tehlikeden sığınılan mekan" anlamında olduğunu dikkate aldığımızda , İnsanların küfür ve şirk tehlikesinden sığınmak için Allah (c.c) nin evinin yani Kabe nin adres olarak gösterildiğini anlayabiliriz. Tabi ki bu sığınma, o evin çatısının altına sığınmak şeklinde olmayacaktır. Kabe nin temsil ettiği sembolik anlam göz önünde bulundurulduğunda , hayatın her anında o evin temsil ettiği anlamın dikkate alınarak yüzün ona dönülmesi yani Kabe nin Allah (c.c) nin evi olması nedeniyle ona sığınılması , bizleri küfür ve şirk tehlikesinden koruyacaktır.
Bu durumun namaz ile alakasını kurmaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ; Bu ibadet , kulun Allah (c.c) karşısında acziyetini ifade etmesini , onu tek ilah olarak olarak kabul ettiğini dışa vuran bir ibadet, yani bir tevhit gösterisidir. Namaz ibadeti her ne kadar bu gün içi boşaltılmış kuru bir ritüel haline gelmiş olsa da , bu ibadetin gerçek anlamı , kulun 24 saatini tevhidi bir çizgide sürdürdüğünün, birlikte olarak dışa vurulmasının cümle aleme gösterilmesini ifade etmektedir.
Şimdi sorarız ; Namaz Allah (c.c) ye karşı yapılan bir kulluk gösterisi olduğuna , bu kulluğun onun Kabe adı ile anılan evine yönelerek yapılmasından daha doğru ne olabilir ?. Yüzü namazda Kabe yönüne çevirmek , hayatın her anında yüzün, Allah'a çevrilmiş olduğunu yani kulluk ile ilgili kuralların o evin Rabbinden alındığını ifade eden toplumsal bir yönelimin ifadesidir.
"Namazda Kabe ye yönelmek gibi bir emri direk bulamıyoruz" diyenler , bu yönelmenin namaz ibadetin bir parçası olduğunu anladıktan sonra, bu düşüncelerinin ne kadar hatalı olduğunu anlayacaklardır. Verdiğimiz ayetler bu yönelmenin sebebini , nereye ve neden yapılması gerektiğini açık ve net olarak zaten izah etmektedir. Bu tür iddiaların literal bir okuma sonucu olduğunu düşündüğümüzü tekrar ifade ederek , Kuranın ayetlerinin nasıl bir mesaj vermek istediğinin, bir çok ayette hatırlatılan akletmek sureti ile okumanın ne kadar önemli olduğu da ortaya çıkmaktadır.
"Namazda Kabe ye yönelmek gibi bir şart yoktur" şeklinde dile gelen sözleri, ilk olarak ortaya atarak suni gündem oluşturmak isteyenler , Kabe ve namaz'ın Müslüman hayatında ne kadar önemli şuurlanma sebebi olduğunu bildikleri için, böyle bir düşünceyi Müslümanlar arasında yayarak , fesad çıkarmak anlamına gelen düşünceleri yaymaya çalıştığını söylemek zanni bir düşünce olmayacaktır.
Truva atı misali , Müslümanlar içine sokulmuş bir takım insanların , kendilerini "Kur'an Müslümanı" olarak lanse ederek , bir takım cahil kişileri kendi düşünceleri doğrultusunda yönlendirmeyi başardığını görmekteyiz. Modern bir şeyh -mürit ilişkisi ve tarikat yapılanması olarak ifade edebileceğimiz bu durum , o kişilerin anlattıklarının herhangi bir değerlendirmeye tabi tutulmadan , "o dediyse doğrudur" mantığı içinde kabul edilmektedir .
Hiç kimse , kimsenin kalbini yarıp bakmak veya niyet okumak gibi bir maharet sahibi olmadığı için , herhangi bir konuda dile getirilen söylemin kime hizmet ettiğine dikkat edilerek , bu söylem hakkında bir fikir sahibi olmak daha kolaylaşacaktır.
Kıble kavramını , Müslümanlar açısından değerlendirdiğimiz zaman bu kavram, aynı düşünce etrafında toplananları birleştirici bir unsur olarak, yaşantımızın bel kemiğini oluşturmaktadır. Namaz ibadetinin Kur'ani bir şuur etrafında ifa edildiğini düşündüğümüzde , bu namaz ibadeti kuru bir ritüel olmaktan çıkarak kafirlerin korkulu rüyası olacaktır, işte bu korku onları bu konuda her türlü önlemi almaya yöneltmektedir.
Aynı kıbleye, yani Kabe ye yönelmiş Müslümanların ifa ettikleri namaz , Allah (c.c) den başka ilah kabul edilmediğinin dost düşman herkese gösterilmesi olduğunu , biz Müslümanlardan daha fazla , İslam düşmanları bildikleri için , bu birlik ve beraberliği bozma oyunlarından bir tanesi , "Namazda istediğim yere dönerim" bir söylem üreterek , kafaları bulandırmak şeklinde kendisini göstermektedir.
Oluşumun tamamını mahkum etmemekle birlikte , "Kur'an merkezli İslam" düşüncesi içine çöreklenmiş olan bir takım Samiri karakterli kişiler tarafından Kur'an kavramlarının yeniden dizayn edilme çalışmalarının başında "Salat" kavramının geldiği herkesin malumudur.
"Salat" kavramının geçmişte ve halen ağırlıklı olarak "Namaz" ibadetine indirgenmiş olması yanlışı , bu kavramı yeniden dizayn etmeye çalışanların elinde bir kalkan vazifesi görmektedir. Bu kavram, Kur'anın en geniş alana yayılmış bir kavramı olarak, sadece etimolojik anlamının tespiti çalışmaları ile vakit geçirilmeyecek kadar önemli ve kıymetli bir kavramdır.
"Namaz" bu kavramın içinde önemli bir cüz olarak yerini almış olmasına rağmen , gerçek bir namazın Müslümanları nasıl bir duruma getireceği bilgisi , bizlerden daha çok İslam düşmanları tarafından bilinmektedir. Gerçek bir namazın , kendi iktidarlarını çatırdatan bir eylem olduğunu çok iyi bilen sahte ilahlar, bu ibadeti laçkalaştırma çalışmalarını , "Kur'an merkezli İslam" düşüncesi içine sızarak gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.
Kıble kavramı, insan hayatının merkezinde yer alan bir kavramı olarak , namaz ibadetinin de omurgasını teşkil etmektedir. Gerçek kıble den döndürülerek farklı kıbleler edinilerek ifa edilen bir namaz , asıl anlamı olan BİRLEŞTİRİCİLİĞİ terk ederek, Samiri karakterli kişilerin istediği DÜŞMANLIĞA dönüşecektir. Farklı kıblelere dönerek namazı ifa eden kişiler , zaman içinde kıble yarıştırmasına girişerek , "Senin kıblen kötü benim kıblem iyi" kavgasına girişeceklerdir.
Şimdi sorarız ; Böyle bir kavga , Müslümanların ekmeğine mi yağ sürer ? , yoksa İslam düşmanlarının ekmeğine mi yağ sürer ?.
Hiç kimse bu kavganın Müslümanların ekmeğine yağ süreceğini iddia edemez . Şimdi bu tür düşünceleri Müslümanlar arasında yaymaya çalışan insanların, iyi niyetten yoksun, art niyetli insanlar olduğunu iddia etmiş olmamız daha iyi anlaşılacaktır.
Sonuç olarak ; Merhum şair Mehmet Akif'in dizelerinin , söylemek istediklerimizi özetlediğini ifade ettiğimiz , bir topluluğunun ayakta kalmasını sağlayan en önemli unsur olan , o toplumu ayakta tutan değerlerin el birliği ile yaşatılmaya çalışılması , o topluma düşman olanlar tarafından tüm zamanlarda, rahatsızlık meydana getirmiş ve hala getirmeye devam etmektedir. Bu durumu Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde , bizi biz yapan değerleri yıkma çalışmaları, İslam düşmanlarının kadim oyunu olup kıyamete değin sürecektir.
"Kıble" bir topluluğunu birlik ve beraberliğini sağlayan en önemli unsur olup , bu durum biz Müslümanlar içinde böyledir. İslam düşmanları kıble olarak yöneldiğimiz Kabe nin bu işlevini çok iyi bildikleri için , bizleri bu kıbleden çevirmek için her türlü oyunu oynamaktan geri durmamaktadırlar. Namaz da kıbleye yönelmek gibi bir şartın olmadığı iddiaları işte bu tür oyunların bir uzantısı olarak gündeme konulmak istenerek , birlik ve beraberlik unsuru olan namazın düşmanlık unsuru olması için gerekli oyunlar tezgahlanmaktadır.
İşin kötüsü , bu oyunlar Samiri karakterli insanlar tarafından sahneye konulduğu için , bu insanlara bazı saf Müslümanlarda kanarak onların söylemlerine ortak olmaktadırlar. Bu kimselerin gerçek yüzü ortaya çıktığında bunların yüzlerine sadece tükürmekten başka bir şey yapılmayacağına emin olduğumuz için , bu gibi kimselere karşı uyanık olmak her Müslümanın asli görevi olmalıdır.
RABBİMİZ BİZLERİ SAMİRİ KARAKTERLİ KİMSELERİN İĞVALARINA KAPILMAYAN ONLARA KARŞI UYANIK OLAN KULLARINDAN KILSIN.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
30 Ocak 2016 Cumartesi
28 Ocak 2016 Perşembe
"İNDİRİLMİŞ DİN" ve "UYDURULMUŞ DİN" Sloganları Üzerinden Yapılan Din Savaşları
Son yıllarda Türkiye genelinde Kur'anın daha fazla öne çıkması , geleneksel düşünce yanlıları ile , bu düşünce karşıtları arasındaki uçurumu daha fazla açarak , düşünce farklılıklarının düşmanlığa yol açacak kadar keskinleşmesine sebep olmuştur. Müslümanlar arasındaki bu tür düşmanlıklar, yabancısı olduğumuz bir durum olmamakla birlikte , bize düşen görev bu düşmanlıkları körüklemek yerine , en aza indirmeye çalışmak olmalıdır.
Farklı düşünceye sahip olanların birbirleri ile olan savaşlarının, sloganlar üzerinden de yürütülerek ayrışmaların ayyuka çıkarılmaya çalışıldığına şahit olmaktayız. "UYDURULMUŞ DİN" ve "İNDİRİLMİŞ DİN" sloganları bu savaşta önce çıkan sloganlar olarak herkesin ağzında dolaşmaya başlamıştır. Bu sloganlarla , herkes kendisini "İndirilmiş din" yanlısı , karşısındakini "Uydurulmuş din" yanlısı olarak itham ederek , arası doldurulmaz bir uçurumun iki tarafında yerlerini almışlardır.
"İndirilmiş din" yanlısı olarak kendisini ifade edenlerin, Kur'an merkezli bir din algısı üzerine oturmuş anlayışını temsil ettiği , bu kimselerin "Uydurulmuş din" yanlısı olarak lanse ettiği kimselerin , klasik ve rivayete dayalı bir din anlayışını temsil ettiğini söyleyebiliriz.
Yazımızın amacının , Kur'an merkezli din anlayışının yanlış olduğunu, rivayet merkezli din anlayışının doğru olduğunu iddia etmek değil , amacımız her iki taraftakilerin ayrılıkları körükleyici söylemler yerine , birleştirici veya en azından ayrılıkları körüklemeyen bir söylem kullanması kullanması gerektiğini hatırlatmaktır.
Birlik ve beraberlik , bir toplumu toplum yapan ana unsurlardan en önemlisidir. Bu durumu biz Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde , "Yüzyıllardır birbirimizle olan savaşlarda dökülen Müslüman kanı , kafirler ile yapılan savaşlarda dökülmemiştir" demek yanlış bir tespit olmayacaktır.
Savaşın her iki tarafında olanlar , kendi dinlerinin "İndirilmiş" karşı tarafın dininin "Uydurulmuş" olduğunu iddia ederek "Senin dinin kötü benim dinim iyi" kavgası yapmaktadırlar. Ortak bir paydada birleşilerek , yanlışlara çözüm aranması elbette olması gerekendir , ancak bu mümkün olmuyorsa sadece karşı tarafı hedef alan söylemler üreterek kendi haklılığını, karşı tarafın haksız olduğunu öne sürerek ispatlamaya çalışmak, faydadan çok zarar getirecektir.
Kendisinin söyleminin "İndirilmiş din" üzerine kurulu olduğunu iddia edenlerin bir kısmının , "Uydurulmuş din" olarak söylenenlere rahmet okutturacak kadar yanlışlar içinde olduğunu gördüğümüzde , bu söylemlerin havada kalan ve slogandan öte geçmeyen hamaset edebiyatı olduğunu da müşahede etmekteyiz. Herkesin din anlayışı kendisine göre "İndirilmiş din" olurken , karşısındakinin din anlayışı "Uydurulmuş din" haline gelebilmektedir.
Kendi aramızda olan savaşların bize bir faydası olmadığı gibi , zararı olduğu , bu işten faydalanan tarafın İslam düşmanları olduğu herkesin malumudur. Herkes tarafından bilinen bu gerçeğe rağmen ,aramızdaki düşmanlıkların gün geçtikçe azalmayıp artış göstermesi , bizleri "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunun cevabını aramaya yöneltmelidir.
"İndirilmiş din" söylemini öne çıkaranların , anlattığı dine baktığımızda , tamamen rivayet kaynaklı din olan ve adına "Uydurulmuş din" dedikleri anlayışa reddiyeler ortaya koyan bir söylem olduğunu görmekteyiz. Bu söylem etrafındaki sözlerin ve düşüncelerin yanlış olduğunu iddia etmemekle birlikte , "Din" dediğimiz şeyin sadece geçmişe reddiyeler ortaya koymakla anlatılmış olmayacağının bilinmesi gerekmektedir.
Hadis ve sünnet anlayışları , peygamber algıları , kabir azabı , şefaat meselesi , cehennemden çıkış var mı , İsa beşikte konuştu mu konuşmadı mı , miraç , mehdi , tasavvuf , İsa (a.s) ın nüzulü v.s gibi konular, uydurulmuş ve indirilmiş din savaşlarının en başta gelen konularını oluşturmakta ve taraftarlar birbirlerini acımazsızca eleştirerek tekfirler , hakaretleşmeler gırla gitmektedir.
"Klasik din anlayışındaki bu tür yanlışlıklar hiç gündeme gelmemeli" gibi bir düşünceye sahip olmadığımızı hatırlatarak , bu tür yanlışları ortaya koyarken, düşmanlıkların körüklenmemesi ve sanki bu konular dinin özüdür gibi bir algı yaratılmaması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu konularda Kur'ani bir düşünceye sahip olduğunu düşünenlerin, dinin bu kadar olduğu ve tartışılması gereken konuların bunlarla sınırlı olduğu , bu konulardaki düşüncelerin net bir şekilde oturması ile her şeyin bittiği gibi bir algıya sahip olmaması gerekmektedir.
İstanbul fethedilirken , Bizans'ın papazlarının meleklerin kaç kanadı olduğu gibi tartışmalar yaptığı şeklinde anlatılan, belki yalan belki doğru olan anektodun gerçeğini, şu anda biz Müslümanlar gerçek olarak yaşamaktayız.
Etrafımızda kan gölü ve dünya insanları zulüm ve işkence içinde kan ağlarken biz Müslümanların bu zulme karşı bir çare olacak söylem üretme çalışmaları içinde olmaları yerine, bize olan getirisi kin ve düşmanlık olan ihtilaflı konuları gündemde tutmak doğru bir tavır değildir.
"Din" denilen şey sadece gelenekteki yanlışları gündemde tutarak anlatılmaz. Özellikle son yıllarda başta ülkemiz olmak üzere bir çok insan İslamdan uzak bir hayatı seçerek "Din buysa ben gavur kalayım" şeklinde sözlerle , bizlerin yaşantısını baz alarak İslamı terk etmektedir.
Bu insanların İslamı terk etmelerine en büyük sebep , "Müslümanım" diyenlerin hal ve hareketleri veya "Din bu dur" diyenlerin anlattıkları din dir. İnsanlara sadece ahirete dayalı bir anlayışı empoze etmek artık bir çok insana artık cazip gelmemektedir. İslamın önce dünya hayatına dair olan söylemleri öne çıkarılarak , bunların yerine gelmemesinde dünyanın fesada uğrayacağı , şu anda içinde bulunduğumuz durumun sebebinin bu olduğu anlatılmalıdır. Dünya hayatında yapılan veya yapılmayanların karşılığının ahirette verileceği hatırlatılarak , sadece ahiret endeksli bir din "Tapınak dini" olarak kalmaya ve insanlar tarafından ret edilen bir olacaktır.
Düşüncemiz şu dur ki ; "İndirilmiş din" anlayışına sahip olduğunu iddia eden ve bu dini T.V ekranlarında anlatan hocalardan bir çoğunun dinin bir kısmını ele alarak diğer bir kısmını arka planda bıraktıklarına şahit olmaktayız. Ele aldıkları kısım, genellikle klasik din algısının yanlışları olup , ele almadıkları kısım ise bu dinin evrensel boyutudur. İşte bu boyut esas konuşulması ve ele alınması gereken kısım olup , cehennemin ebedi olup olmaması veya İsa nın beşikte konuşup konuşmaması , mehdinin gelip gelmeyeceği gibi gerçek hayattan kopuk olan konular ile ekranlar doldurulmaktadır.
Klasik din anlayışında "Tapınak dini" ne indirgenmiş olan İslam , bu anlayışa karşı olanlar tarafından bu algıdan kurtarılmaya çalışılmamakta , ve aynı çerçevede bir din anlayışı ortaya konulmaya çalışmaktadır.
"Reform" kelimesi biz Müslümanlar tarafından duyulduğunda hepimizde rahatsızlık uyandıran bir kelimedir. Ancak bu kelime "DİNDE REFORM" olarak değil "DİN ANLAYIŞINDA REFORM" olarak gündeme gelerek dinin değil, din algısının reforma tabi tutulması gerektiğini düşünmekteyiz.
"Dinde reform" düşüncesi, dinin sabitelerinin yeniden ele alınması anlamında bir düşünceyi beraberinde getirdiği için , doğru bir düşünce değildir. Söylemek istediğimiz , asıl reformun dinin kendisinde değil , bu dine mensup olanların kafalarında gerçekleşmesi gerektiğidir.
"Din anlayışında reform" , bu dinin sadece tapınaklarda yaşanan ve tapınaklar ile sınırlı bir din olmadığı , yaşayan insanların tümüne ve onların hayatlarının 24 saatinin tamamına dair sözleri olan bir din olduğunun, önce bu dinin mensuplarınca farkına varılması ile gerçekleşecektir.
T.V ler de , "İndirilmiş din" adına, bu dini insanlara anlatan hocalarımız kabir azabı , cehennemden çıkış var mı yok mu gibi konular yerine, önce kendilerinin bu dinin evrensel çağrısını öğrenip , sonra insanlara anlatmaları zaruri bir ihtiyaçtır.
Bir tarafın "Melek peygamber" algısını yıkarak , "Beşer peygamber" algısını yerleştirmek için söylenen sözlere baktığımızda , hiç bir peygamberin zalimlere karşı yaptığı başkaldırmalar , yaşadıkları düzene karşı olan savaşları gündeme gelmeyip , sadece elçilerin suya sabuna zarar vermeyen yüzleri insanlara anlatılmaya çalışılmaktadır.
O peygamberlerin asıl yüzlerinin , zulüm ve baskı sistemlerine karşı, hakkı dile getirmek olduğunu düşündüğümüzde , bazı hocaların t.v lerde bırakın bu sistemlere karşı halkı uyarmaları , zulüm ve baskı sistemlerini öven konuşmalar yapması ve bu sistemleri desteklemeleri , bizleri gelecek için pek umuda sevketmemektedir.
"Paralel yapılanma" olarak bildiğimiz ve bir kaç yıldır Türkiye gündemini meşgul eden konu ile alakalı olarak , bu yapılanma ortaya çıkmadan önce bazı hocaların bu yapılanmaya karşı olan tutumları ile , bu gün olan tutumları farklıdır, ne oldu da dün "Cici" olan bir hoca efendi bu gün "Kaka" oluverdi?. Dün cici diyerek , bu gün kaka diyenlerin, bu sözlerinin siyasi iktidara karşı olan yağcılıklarının bir neticesi olduğunu söylemek, o kişilere yapılmış bir haksızlık olmayacaktır.
Eğer bizler gerçek olarak "İndirilmiş din" i anlatmak için yola çıkanlardan isek , bu dinin zalimlere karşı olan sözünün bütün elçilerin başta gelen sözleri olduğunu haykırmak zorundayız.
"Uydurulmuş din" adı altındaki söylemin "La ilahe İllallah" kelimesinin dilde ne kadar söylenirse o kadar sevap alınacağının yanlış olduğunu ifade eden indirilmiş din yanlıları , bu kelimenin hayat içinde nasıl pratiğe geçebileceğine dair bir kelime dahi etmemeleri veya edememeleri düşündürücüdür.
"Allah'tan başka ilah yoktur" sözü , yaşanılan hayat içindeki kuralları belirleyici olanın , olması gerekenin sadece Allah (c.c) olduğunun dil ile ifade edilmesi demektir. Bu ifadenin nasıl olması gerektiği , bu ifadenin anlamı hayata geçirilmediği zaman başımıza neler geleceği , bizlere peygamber kıssaları ile anlatılmıştır.
"Uydurulmuş din" söylemi yanlılarının, bu kıssaları masala döndürerek okumalarının getirdiği yanlışlar , o kıssalardan elde edilmesi gereken mesajların anlaşılmamasına yol açarak bizleri bu günlere getirmiştir. "İndirilmiş din" söylemine sahip olanların bir kısmı ise , bu kıssalarda olan bazı olayların nasıllığı üzerinde dönüp dolaşarak kıssa içinden çıkamayan okumalar gerçekleştirip, kıssaların ibret alınması gereken anlatımlar olduğunu ıskalamaları, her iki söylem yanlılarının ortak yönü olarak karşımızdadır.
Bir tarafın Kur'anın sahifelerini kutsayarak onu dokunulmaz bir kitap haline getirmesine karşın , diğer tarafın Kur'anın suya sabuna dokunmayacak ve bizlere pratik hayatta pek faydası olmayan konularını gündeme getirerek asıl konuları ört bas etmeleri , "Alim" kisvesi altında olanları sorumluluk altında bırakmaktadır.
İndirilmiş din" in kitabı olan Kur'anın , cehennemin ebediliği , kabir azabı , miraç , nuzulü İsa v.s gibi konulardaki sözünden daha fazla , zulüm , şirk , açlık , sefalet , infak , haksızlık v.s gibi insan hayatını direk ilgilendiren konularda sözleri vardır. Bizlerin "Şirk" kavramını sadece tasavvuf ve hadisçiler ile sınırlayan bir anlama hapsederek , daha geniş bir alana yaymamız gerekmektedir. İndirilmiş din yanlıları olan alimlerimiz, yaşam sistemleri konusundaki şirkleri anlatmadıkça, kitabı gizleyen Yahudi alimlerinden hiç bir farkı olmayacaktır.
"UYDURULMUŞ DİN " , insanları zulme karşı uyandırmayan , zalimlere kul olmayı esas alan , haksızlığa karşı durmayan , haksızların yanında olan , "Şirk" i esas alan , Allah'ı devre dışı bırakan din olup , din adamlarının eli ile insanlara empoze edilen , ve onlara tarafından "Allah ile aldatmak" şeklinde karşılığını bulan bir din dir.
"İNDİRİLMİŞ DİN" ise , sadece Allah'a kul olmayı emreden , ondan başka ilah ve rab tanımayan , şirkin her türlüsünü ret eden , göndermiş olduğu elçiler ile hayat içinde pratize edilmiş , zalimlere karşı baş kaldırmayı esas alan , zalimin değil mazlumun yanında olan , yönetici tabakaya yağcılığı değil hakkı söylemeyi emreden , para servet v.s dünyalıklar için yöneticilerin ağzı ile konuşulmasını istemeyen , kitabın tamamına iman edilmesini emreden bir din dir.
Bizler bu deyimleri sadece slogan haline getirerek , bizim gibi düşünmeyenleri suçlamaya yönelik deyimler haline soktuğumuz zaman , gerçek bir din algısına sahip olmak yerine , kendimiz aldattığımız bir din algısına sahip oluruz.
Sonuç olarak ; Müslümanlar arasında yüzyıllardır süren ihtilaflar hız kesmeden Türkiye genelinde sürmekte ve ihtilaflar daha keskin ayrışmalara sebep olmaktadır. Sloganlar üzerinde süren bu din savaşlarında "İndirilmiş din" taraftarı olma iddiası içinde olanların büyük çoğunluğunun , dinin sadece belirli konularını ele alarak , daha önemli konularını göz ardı ettiğini görmekteyiz.
Gerçek bir din söylemi sahibi olmak demek , bu dinin en önemli örnekleri olan elçilerin yolunu izlemek demek olup , bu elçiler her durumda hakkı, canları pahasına ortaya koyarak bizlere her konuda örnek olmuşlardır. Birilerini karalamak , birilerini aklamak adına geliştirilen söylemler gerçek bir din algısını temsil etmekten uzak olan anlayışlar olup , bizlere fayda yerine zarar getirecektir.
Bizler karşımızdakilerin yanlışları üzerinden , kendi doğrularımızı anlatmak yerine , sadece doğrularımızı anlatıp , eğer yanlış gördüğümüz bir nokta varsa, edep erkan dahilinde bunları dile getirebiliriz Bizler, kimseyi kendimiz gibi düşünmeye zorlamak , veya düşünmediği için hakaret etmek gibi bir hakka sahip olmadığımızı unutmamak zorundayız.
RABBİMİZ BİZLERİ SLOGANLARIN ARKASINA SAKLANAN DİNİ SÖYLEMLERDEN BERİ KILSIN.
Farklı düşünceye sahip olanların birbirleri ile olan savaşlarının, sloganlar üzerinden de yürütülerek ayrışmaların ayyuka çıkarılmaya çalışıldığına şahit olmaktayız. "UYDURULMUŞ DİN" ve "İNDİRİLMİŞ DİN" sloganları bu savaşta önce çıkan sloganlar olarak herkesin ağzında dolaşmaya başlamıştır. Bu sloganlarla , herkes kendisini "İndirilmiş din" yanlısı , karşısındakini "Uydurulmuş din" yanlısı olarak itham ederek , arası doldurulmaz bir uçurumun iki tarafında yerlerini almışlardır.
"İndirilmiş din" yanlısı olarak kendisini ifade edenlerin, Kur'an merkezli bir din algısı üzerine oturmuş anlayışını temsil ettiği , bu kimselerin "Uydurulmuş din" yanlısı olarak lanse ettiği kimselerin , klasik ve rivayete dayalı bir din anlayışını temsil ettiğini söyleyebiliriz.
Yazımızın amacının , Kur'an merkezli din anlayışının yanlış olduğunu, rivayet merkezli din anlayışının doğru olduğunu iddia etmek değil , amacımız her iki taraftakilerin ayrılıkları körükleyici söylemler yerine , birleştirici veya en azından ayrılıkları körüklemeyen bir söylem kullanması kullanması gerektiğini hatırlatmaktır.
Birlik ve beraberlik , bir toplumu toplum yapan ana unsurlardan en önemlisidir. Bu durumu biz Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde , "Yüzyıllardır birbirimizle olan savaşlarda dökülen Müslüman kanı , kafirler ile yapılan savaşlarda dökülmemiştir" demek yanlış bir tespit olmayacaktır.
Savaşın her iki tarafında olanlar , kendi dinlerinin "İndirilmiş" karşı tarafın dininin "Uydurulmuş" olduğunu iddia ederek "Senin dinin kötü benim dinim iyi" kavgası yapmaktadırlar. Ortak bir paydada birleşilerek , yanlışlara çözüm aranması elbette olması gerekendir , ancak bu mümkün olmuyorsa sadece karşı tarafı hedef alan söylemler üreterek kendi haklılığını, karşı tarafın haksız olduğunu öne sürerek ispatlamaya çalışmak, faydadan çok zarar getirecektir.
Kendisinin söyleminin "İndirilmiş din" üzerine kurulu olduğunu iddia edenlerin bir kısmının , "Uydurulmuş din" olarak söylenenlere rahmet okutturacak kadar yanlışlar içinde olduğunu gördüğümüzde , bu söylemlerin havada kalan ve slogandan öte geçmeyen hamaset edebiyatı olduğunu da müşahede etmekteyiz. Herkesin din anlayışı kendisine göre "İndirilmiş din" olurken , karşısındakinin din anlayışı "Uydurulmuş din" haline gelebilmektedir.
Kendi aramızda olan savaşların bize bir faydası olmadığı gibi , zararı olduğu , bu işten faydalanan tarafın İslam düşmanları olduğu herkesin malumudur. Herkes tarafından bilinen bu gerçeğe rağmen ,aramızdaki düşmanlıkların gün geçtikçe azalmayıp artış göstermesi , bizleri "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunun cevabını aramaya yöneltmelidir.
"İndirilmiş din" söylemini öne çıkaranların , anlattığı dine baktığımızda , tamamen rivayet kaynaklı din olan ve adına "Uydurulmuş din" dedikleri anlayışa reddiyeler ortaya koyan bir söylem olduğunu görmekteyiz. Bu söylem etrafındaki sözlerin ve düşüncelerin yanlış olduğunu iddia etmemekle birlikte , "Din" dediğimiz şeyin sadece geçmişe reddiyeler ortaya koymakla anlatılmış olmayacağının bilinmesi gerekmektedir.
Hadis ve sünnet anlayışları , peygamber algıları , kabir azabı , şefaat meselesi , cehennemden çıkış var mı , İsa beşikte konuştu mu konuşmadı mı , miraç , mehdi , tasavvuf , İsa (a.s) ın nüzulü v.s gibi konular, uydurulmuş ve indirilmiş din savaşlarının en başta gelen konularını oluşturmakta ve taraftarlar birbirlerini acımazsızca eleştirerek tekfirler , hakaretleşmeler gırla gitmektedir.
"Klasik din anlayışındaki bu tür yanlışlıklar hiç gündeme gelmemeli" gibi bir düşünceye sahip olmadığımızı hatırlatarak , bu tür yanlışları ortaya koyarken, düşmanlıkların körüklenmemesi ve sanki bu konular dinin özüdür gibi bir algı yaratılmaması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu konularda Kur'ani bir düşünceye sahip olduğunu düşünenlerin, dinin bu kadar olduğu ve tartışılması gereken konuların bunlarla sınırlı olduğu , bu konulardaki düşüncelerin net bir şekilde oturması ile her şeyin bittiği gibi bir algıya sahip olmaması gerekmektedir.
İstanbul fethedilirken , Bizans'ın papazlarının meleklerin kaç kanadı olduğu gibi tartışmalar yaptığı şeklinde anlatılan, belki yalan belki doğru olan anektodun gerçeğini, şu anda biz Müslümanlar gerçek olarak yaşamaktayız.
Etrafımızda kan gölü ve dünya insanları zulüm ve işkence içinde kan ağlarken biz Müslümanların bu zulme karşı bir çare olacak söylem üretme çalışmaları içinde olmaları yerine, bize olan getirisi kin ve düşmanlık olan ihtilaflı konuları gündemde tutmak doğru bir tavır değildir.
"Din" denilen şey sadece gelenekteki yanlışları gündemde tutarak anlatılmaz. Özellikle son yıllarda başta ülkemiz olmak üzere bir çok insan İslamdan uzak bir hayatı seçerek "Din buysa ben gavur kalayım" şeklinde sözlerle , bizlerin yaşantısını baz alarak İslamı terk etmektedir.
Bu insanların İslamı terk etmelerine en büyük sebep , "Müslümanım" diyenlerin hal ve hareketleri veya "Din bu dur" diyenlerin anlattıkları din dir. İnsanlara sadece ahirete dayalı bir anlayışı empoze etmek artık bir çok insana artık cazip gelmemektedir. İslamın önce dünya hayatına dair olan söylemleri öne çıkarılarak , bunların yerine gelmemesinde dünyanın fesada uğrayacağı , şu anda içinde bulunduğumuz durumun sebebinin bu olduğu anlatılmalıdır. Dünya hayatında yapılan veya yapılmayanların karşılığının ahirette verileceği hatırlatılarak , sadece ahiret endeksli bir din "Tapınak dini" olarak kalmaya ve insanlar tarafından ret edilen bir olacaktır.
Düşüncemiz şu dur ki ; "İndirilmiş din" anlayışına sahip olduğunu iddia eden ve bu dini T.V ekranlarında anlatan hocalardan bir çoğunun dinin bir kısmını ele alarak diğer bir kısmını arka planda bıraktıklarına şahit olmaktayız. Ele aldıkları kısım, genellikle klasik din algısının yanlışları olup , ele almadıkları kısım ise bu dinin evrensel boyutudur. İşte bu boyut esas konuşulması ve ele alınması gereken kısım olup , cehennemin ebedi olup olmaması veya İsa nın beşikte konuşup konuşmaması , mehdinin gelip gelmeyeceği gibi gerçek hayattan kopuk olan konular ile ekranlar doldurulmaktadır.
Klasik din anlayışında "Tapınak dini" ne indirgenmiş olan İslam , bu anlayışa karşı olanlar tarafından bu algıdan kurtarılmaya çalışılmamakta , ve aynı çerçevede bir din anlayışı ortaya konulmaya çalışmaktadır.
"Reform" kelimesi biz Müslümanlar tarafından duyulduğunda hepimizde rahatsızlık uyandıran bir kelimedir. Ancak bu kelime "DİNDE REFORM" olarak değil "DİN ANLAYIŞINDA REFORM" olarak gündeme gelerek dinin değil, din algısının reforma tabi tutulması gerektiğini düşünmekteyiz.
"Dinde reform" düşüncesi, dinin sabitelerinin yeniden ele alınması anlamında bir düşünceyi beraberinde getirdiği için , doğru bir düşünce değildir. Söylemek istediğimiz , asıl reformun dinin kendisinde değil , bu dine mensup olanların kafalarında gerçekleşmesi gerektiğidir.
"Din anlayışında reform" , bu dinin sadece tapınaklarda yaşanan ve tapınaklar ile sınırlı bir din olmadığı , yaşayan insanların tümüne ve onların hayatlarının 24 saatinin tamamına dair sözleri olan bir din olduğunun, önce bu dinin mensuplarınca farkına varılması ile gerçekleşecektir.
T.V ler de , "İndirilmiş din" adına, bu dini insanlara anlatan hocalarımız kabir azabı , cehennemden çıkış var mı yok mu gibi konular yerine, önce kendilerinin bu dinin evrensel çağrısını öğrenip , sonra insanlara anlatmaları zaruri bir ihtiyaçtır.
Bir tarafın "Melek peygamber" algısını yıkarak , "Beşer peygamber" algısını yerleştirmek için söylenen sözlere baktığımızda , hiç bir peygamberin zalimlere karşı yaptığı başkaldırmalar , yaşadıkları düzene karşı olan savaşları gündeme gelmeyip , sadece elçilerin suya sabuna zarar vermeyen yüzleri insanlara anlatılmaya çalışılmaktadır.
O peygamberlerin asıl yüzlerinin , zulüm ve baskı sistemlerine karşı, hakkı dile getirmek olduğunu düşündüğümüzde , bazı hocaların t.v lerde bırakın bu sistemlere karşı halkı uyarmaları , zulüm ve baskı sistemlerini öven konuşmalar yapması ve bu sistemleri desteklemeleri , bizleri gelecek için pek umuda sevketmemektedir.
"Paralel yapılanma" olarak bildiğimiz ve bir kaç yıldır Türkiye gündemini meşgul eden konu ile alakalı olarak , bu yapılanma ortaya çıkmadan önce bazı hocaların bu yapılanmaya karşı olan tutumları ile , bu gün olan tutumları farklıdır, ne oldu da dün "Cici" olan bir hoca efendi bu gün "Kaka" oluverdi?. Dün cici diyerek , bu gün kaka diyenlerin, bu sözlerinin siyasi iktidara karşı olan yağcılıklarının bir neticesi olduğunu söylemek, o kişilere yapılmış bir haksızlık olmayacaktır.
Eğer bizler gerçek olarak "İndirilmiş din" i anlatmak için yola çıkanlardan isek , bu dinin zalimlere karşı olan sözünün bütün elçilerin başta gelen sözleri olduğunu haykırmak zorundayız.
"Uydurulmuş din" adı altındaki söylemin "La ilahe İllallah" kelimesinin dilde ne kadar söylenirse o kadar sevap alınacağının yanlış olduğunu ifade eden indirilmiş din yanlıları , bu kelimenin hayat içinde nasıl pratiğe geçebileceğine dair bir kelime dahi etmemeleri veya edememeleri düşündürücüdür.
"Allah'tan başka ilah yoktur" sözü , yaşanılan hayat içindeki kuralları belirleyici olanın , olması gerekenin sadece Allah (c.c) olduğunun dil ile ifade edilmesi demektir. Bu ifadenin nasıl olması gerektiği , bu ifadenin anlamı hayata geçirilmediği zaman başımıza neler geleceği , bizlere peygamber kıssaları ile anlatılmıştır.
"Uydurulmuş din" söylemi yanlılarının, bu kıssaları masala döndürerek okumalarının getirdiği yanlışlar , o kıssalardan elde edilmesi gereken mesajların anlaşılmamasına yol açarak bizleri bu günlere getirmiştir. "İndirilmiş din" söylemine sahip olanların bir kısmı ise , bu kıssalarda olan bazı olayların nasıllığı üzerinde dönüp dolaşarak kıssa içinden çıkamayan okumalar gerçekleştirip, kıssaların ibret alınması gereken anlatımlar olduğunu ıskalamaları, her iki söylem yanlılarının ortak yönü olarak karşımızdadır.
Bir tarafın Kur'anın sahifelerini kutsayarak onu dokunulmaz bir kitap haline getirmesine karşın , diğer tarafın Kur'anın suya sabuna dokunmayacak ve bizlere pratik hayatta pek faydası olmayan konularını gündeme getirerek asıl konuları ört bas etmeleri , "Alim" kisvesi altında olanları sorumluluk altında bırakmaktadır.
İndirilmiş din" in kitabı olan Kur'anın , cehennemin ebediliği , kabir azabı , miraç , nuzulü İsa v.s gibi konulardaki sözünden daha fazla , zulüm , şirk , açlık , sefalet , infak , haksızlık v.s gibi insan hayatını direk ilgilendiren konularda sözleri vardır. Bizlerin "Şirk" kavramını sadece tasavvuf ve hadisçiler ile sınırlayan bir anlama hapsederek , daha geniş bir alana yaymamız gerekmektedir. İndirilmiş din yanlıları olan alimlerimiz, yaşam sistemleri konusundaki şirkleri anlatmadıkça, kitabı gizleyen Yahudi alimlerinden hiç bir farkı olmayacaktır.
"UYDURULMUŞ DİN " , insanları zulme karşı uyandırmayan , zalimlere kul olmayı esas alan , haksızlığa karşı durmayan , haksızların yanında olan , "Şirk" i esas alan , Allah'ı devre dışı bırakan din olup , din adamlarının eli ile insanlara empoze edilen , ve onlara tarafından "Allah ile aldatmak" şeklinde karşılığını bulan bir din dir.
"İNDİRİLMİŞ DİN" ise , sadece Allah'a kul olmayı emreden , ondan başka ilah ve rab tanımayan , şirkin her türlüsünü ret eden , göndermiş olduğu elçiler ile hayat içinde pratize edilmiş , zalimlere karşı baş kaldırmayı esas alan , zalimin değil mazlumun yanında olan , yönetici tabakaya yağcılığı değil hakkı söylemeyi emreden , para servet v.s dünyalıklar için yöneticilerin ağzı ile konuşulmasını istemeyen , kitabın tamamına iman edilmesini emreden bir din dir.
Bizler bu deyimleri sadece slogan haline getirerek , bizim gibi düşünmeyenleri suçlamaya yönelik deyimler haline soktuğumuz zaman , gerçek bir din algısına sahip olmak yerine , kendimiz aldattığımız bir din algısına sahip oluruz.
Sonuç olarak ; Müslümanlar arasında yüzyıllardır süren ihtilaflar hız kesmeden Türkiye genelinde sürmekte ve ihtilaflar daha keskin ayrışmalara sebep olmaktadır. Sloganlar üzerinde süren bu din savaşlarında "İndirilmiş din" taraftarı olma iddiası içinde olanların büyük çoğunluğunun , dinin sadece belirli konularını ele alarak , daha önemli konularını göz ardı ettiğini görmekteyiz.
Gerçek bir din söylemi sahibi olmak demek , bu dinin en önemli örnekleri olan elçilerin yolunu izlemek demek olup , bu elçiler her durumda hakkı, canları pahasına ortaya koyarak bizlere her konuda örnek olmuşlardır. Birilerini karalamak , birilerini aklamak adına geliştirilen söylemler gerçek bir din algısını temsil etmekten uzak olan anlayışlar olup , bizlere fayda yerine zarar getirecektir.
Bizler karşımızdakilerin yanlışları üzerinden , kendi doğrularımızı anlatmak yerine , sadece doğrularımızı anlatıp , eğer yanlış gördüğümüz bir nokta varsa, edep erkan dahilinde bunları dile getirebiliriz Bizler, kimseyi kendimiz gibi düşünmeye zorlamak , veya düşünmediği için hakaret etmek gibi bir hakka sahip olmadığımızı unutmamak zorundayız.
RABBİMİZ BİZLERİ SLOGANLARIN ARKASINA SAKLANAN DİNİ SÖYLEMLERDEN BERİ KILSIN.
27 Ocak 2016 Çarşamba
ARAF s. 157. Ayeti : Nebi Resul'un Tayyibi Helal, Habisi Haram Kılması
Kur'an ayetlerinin ön yargılar doğrultusunda okunarak , mesajın anlaşılmasına yönelik olmayan bir okumaya tabi tutulması , özellikle Muhammed (a.s) ın görev ve yetkilerini daha üst seviyeye taşıyarak , onun da haram ve helal tayin etme yetkisi olduğunu iddia eden ,"Ehli Hadis" düşüncesi mensuplarınca sıkça kullanılan bir yöntemdir. Bu fırkanın mensupları bazı ayetleri bağlam tanımadan bektaşi misali bir okuma yaparak , "Bak işte bu ayet Resul'un haram helal tayin ettiğini beyan ediyor" diyerek düşüncelerini Kur'anın desteklediğini ispat etmeye çalışmaktadırlar.
Araf s. 157. ayeti , ön yargılar doğrultusunda yapılan bir okuma sonucunda , Muhammed (a.s) ın haram helal tayin etme yetkisinin olduğu yönünde bir delil ayet olarak bizlere sunulmaktadır. Bu yazımızda, ilgili ayeti ele almaya çalışarak, böyle bir tayin yetkisine delil olup olamayacağı yönünde düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَآئِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالأَغْلاَلَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُواْ بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُواْ النُّورَ الَّذِيَ أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
[007.157] Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Nebi Resule uyanlar (var ya), işte o onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara TAYYİBATI helâl, HABAİSİ haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. Ona inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.
Muhammed (a.s) ın haram helal tayin etme yetkisi olduğunu savunanların delil olarak sundukları bir ayet olan Araf s. 157. ayeti, ilk okunuşta dahi muhatap kitlesinin Ehli Kitap olduğu anlaşılan bir ayettir. Kur'anın doğru anlaşılma yolunun , okunan ayetin ön yargıların kabul ettirilmesine yönelik bir okuma yöntemine tabi tutulmaMAsı , okunan ayetin, ayet , sure ve Kur'an bütünlüğü gözetilerek okumasından geçtiğini yeniden hatırlatarak , ilgili ayeti anlamaya çalışalım.
Ayetin başındaki "Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları" cümlesinden, bu ayetin ilk muhataplarının Ehli kitap yani Yahudi ve Hıristiyanlar olduğu anlaşılmaktadır. Tevrat ve İncil'e iman ettiklerini iddia edenlerin , Muhammed (a.s) ı oğullarını tanır gibi (6.20) tanıdıkları beyan edilerek , gelmiş olan bu elçinin daha önce geleceğinin İsa (a.s) tarafından müjdelendiği, (61.6), dolayısı ile bu elçiye iman etmelerinin şart olduğu hatırlatılmaktadır.
Bu ayetin doğru anlaşılmasının yolunun, ayet içindeki "Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir" cümlesinin , neyi ifade ettiğinin anlaşılmasından geçtiğini düşünmekteyiz. Bu cümlede, Ehli kitabın üzerinde olan bir yükün , Muhammed (a.s) tarafından kaldırıldığı beyan edilmektedir. Bu yükü Muhammed (a.s) ın kaldırmış olması demek , Allah (c.c) nin kaldırmış olması demek anlamına gelmektedir. Çünkü "Nebi Resul" görevine sahip olan bir kimse , Allah (c.c) nin mesajını insanlara iletmekle görevli bir kişidir.
Öyleyse , bu cümlenin ifade ettiği anlamın yine Kur'an içinden aranarak anlaşılması gerekmektedir. Öncelikle , "Bunların üzerinde nasıl bir ağır yük vardı ki, Nebi Resul bunları kaldırdı?" sorusunu sorarak cevabını aramaya başlayalım. Bu sorunun cevabını aramak için , İsrailoğullarının köküne inen bir ayetten başlamak gerektiğini düşünmekteyiz.
[003.093-94] Tevrat'ın indirilmesinden önce İsrail'in kendisine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helal idi. De ki: «Doğru sözlü iseniz Tevrat'ı getirip okuyun».Artık bundan sonra kim Allah'a karşı yalan düzüp-uydurursa, işte onlar, zalim olanlardır.
Al-i İmran s. 93 ve 94. ayetlerinde , Tevratın indirilmesinden önce , bütün yiyeceklerin İsrailoğullarına helal olduğu bildirilmektedir. İsrail yani Yakub (a.s) ın yemediği herhangi bir yiyeceğin, Allah (c.c) tarafından İsrailoğullarına haram kılındığı için değil , onun nefsine ait nedenlerden ötürü , sevmemesi veya bedenine zarar vermesinden ötürü yenilmediğini , yani onun yemediği şeylerin bile İsrailoğullarına helal olduğunu , bu kavme yiyecek olarak herhangi bir haramlığın bildirilmediğini anlamaktayız.
Musa (a.s) kıssasını okumuş olanların malumu olan , İsrailoğullarının Firavun esaretinden kurtulmasını müteakip cereyan eden olaylara baktığımızda , İsrailoğullarının esaret yıllarını unutarak nankörlüğe geri döndüklerini , başta Musa (a.s) a olmak üzere kendilerine gelmiş olan elçilere başkaldırdıklarını ve bir kısmını öldürdükleri bilinmektedir. Onların bu başkaldırmaları Allah (c.c) tarafından dünya hayatında karşılıksız bırakılmayarak , onlara ceza olarak bazı yiyeceklerin onlara haram edildiğini görmekteyiz.
[004.160-1] Yahudilerin haksızlıklarından, çoklarını Allah yolundan menetmelerinden, yasak edilmişken faiz almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden ötürü kendilerine HELAL kılınan TAYYİBATI onlara haram kıldık. Onlardan inkar edenlere, elem verici azab hazırladık.
Nisa s. 160 ve 161. ayetlerine baktığımızda , Yahudilerin yapmış oldukları hatalar sebebi ile onlara daha önce HELAL olan TAYYİBATIN , HARAM kılındığını görmekteyiz.
Peki bu haram kılınan TAYYİBAT neler idi ?.
[006.146] Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç, iç yağlarını da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekilde cezalandırdık. Biz şüphesiz doğru sözlüyüzdür.
[016.118] Yahudilere de, daha önce sana bildirdiğimiz şeyleri haram kılmıştık. Bununla Biz onlara zulmetmedik. Lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Allah (c.c) nin İsrailoğullarına yapmış oldukları yüzünden uygulamış olduğu bu yasakların bir kısmının (tamamı değil), İsa (a.s) tarafından kaldırıldığını görmekteyiz.
[003.050] Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size HARAM kılınan BAZI şeyleri de HELAL kılmam için gönderildim. Size Rabbinizden bir ayet getirdim. O halde Allah'tan korkun, bana da itaat edin.
Al-i İmran s. 50. ayetinde , İsa (a.s) ın gelmesi ile İsrailoğullarına uygulanan yasağın bir kısmının kalktığını görmüş olmamız , bu yasakların tamamının kalkmadığını bizlere göstermektedir.
Peki bu yasakların tamamı ne zaman ve kim ile kalktı?.
Sorusunun cevabını bizlere ,Araf s. 157. ayeti vermektedir. Bu ayet İsrailoğullarına uygulanan haramların tamamının, Muhammed (a.s) ile kalkmış olduğunu , bundan sonra onlara özel bir haramlılık olmadığını , onlara haram olan şeylerin artık bundan sonra , Kur'anın belirlediği haramlar olduğunu görmekteyiz.
Araf s. 157. ayeti içindeki ve konunun aydınlanmasında anahtar bir görevi olduğunu düşündüğümüz, "Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir" cümlesi , İsrailoğullarına daha önceden helal iken , yapmış oldukları bazı hatalar nedeni ile ceza olarak onlara haram kılınan bazı yiyeceklerin, bir kısmının İsa (a.s) ile helal kılınmış olmasına karşın , bir kısmının hala yürürlükte olduğunu göstermektedir . Araf s. 157. ayeti , artık bundan sonra böyle bir haramlılık olmadığını beyan ederek, özel bir durum olan İsrailoğullarının üzerindeki haramlılığı TAMAMEN kaldırmaktadır.
Muhammed (a.s) , Musa ve İsa (a.s) ların yolunu izleyen birisi olması nedeniyle , İtaat edilmesi gereken bir elçidir ve bu itaat zorunluluğu, kendisini İsa ve Musa (a.s) lara iman ettiklerini iddia edenler için de geçerlidir. Musa (a.s) a itaat ettiklerini iddia eden İsrailoğullarının da itaat etmeleri gereken bir elçi olan Muhammed (a.s) , bu insanlara kendilerine haram olan bazı şeylerin artık bundan kaldırılmış olduğunu kendisine Allah (c.c) nin vahyetmesi sonucunda onlara bildirmektedir.
Bu çerçevede , "Nesh" konusu ile ilgili olarak bir saptamada bulunmak yerinde olacaktır. Bilindiği gibi "Nesh" denilince ilk akla gelen şey , Kur'an içindeki bazı ayetlerin, bazı ayetler ile hükmünün kaldırılması olduğudur. Kur'an içindeki ayetlerin birbirinin hükmünü kaldırmış olduğu iddiası , ayetler arasında bağ kuramayanların ortaya attığı bir iddia olup , Kur'an içinde böyle bir durum söz konusu değildir.
"Nesh" konusunu , yani ayetlerin birbirinin hükmünü kaldırmış olmasını , Allah (c.c) nin daha önce göndermiş olduğu Tevrat'ın da Allah (c.c) nin ayetlerini ihtiva eden bir kitap olduğunu dikkate alarak düşündüğümüzde , İsrailoğullarına haram kılınan yiyecekler, onlara vahiy yolu ile yani "AYET" ile bildirilmekte idi. Muhammed (a.s) a inen Kur'an , Tevrat'ta olan bir ayetin hükmünü nesh etmiş yani hükmünü kaldırmıştır diyebiliriz. Nesh konusunu sadece Kur'an ile sınırlamayıp , Tevratı da içine içine alan bir çerçevede düşündüğümüzde ayetler arası nesh'in vaki olduğunu söyleyebiliriz.
[007.158] De ki: «Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O'ndan başka tanrı bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği resulüyüm. Allah'a ve ümmi nebi resule -ki o da Allah'a ve sözlerine inanmıştır- inanın; ona uyun ki doğru yolu bulasınız.»
Araf s. 158. e baktığımızda "Ey insanlar" hitabını, ilk muhataplar açısından değerlendirdiğimizde , ki bu ayetlerin Medine de inmiş olması daha kuvvetli bir ihtimaldir , Ehli kitap olarak bilinen insanlara yapılan bir hitap olarak anlayabiliriz.
Muhammed (a.s) Allah (c.c) nin bir elçisi yani onun adına konuşan bir kişi olarak , Allah (c.c) nin bundan sonra İsrailoğullarına uyguladığı yasakların artık kaldırıldığı , İsrailoğullarının diğerleri gibi bu elçiye iman etmeleri gerektiği , diğer insanlar gibi bu elçiye indirilen haramlara tabi olan bir hayat sürmeleri gerektiği beyan edilmektedir.
[005.004] Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar, de ki: Size tayyibat helal kılındı; Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın. Allah'tan sakının, doğrusu Allah hesabı çabuk görür.
[005.005] Bugün, size tayyibat olanlar helal kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir. İnanan hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları -zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve mehirlerini verdiğiniz takdirde- size helaldir. Kim imanı inkar ederse, şüphesiz amelleri boşa gider. O, ahirette de kaybedenlerdendir.
Tayyip olanı helal , habis olanı haram kılma yetkisi, sadece Allah (c.c) ye has bir yetki olup , bu yetki onun dışında hiç kimse tarafından kullanılamaz. Araf s. 157. ayetinde ki durum , Allah (c.c) nin elçisi olan Muhammed (a.s) ın yetkisi dahilinde olan bir durumu ifade etmemekte olup tek yetkili olan Allah (c.c) nin daha önce verdiği bir hükmü kaldırmış olduğunu beyan etmektedir.
Sonuç olarak ; Araf s. 157. ayetinin , siyak sibak , konu ve Kur'an bütünlüğü açısından değerlendirildiğinde , Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) gibi haram helal tayin etme yetkisi bulunduğuna dair herhangi bir delil olduğunu anlamak mümkün görülmemektedir. Muhammed (a.s) ın böyle bir yetkisi olduğu düşüncesine bazı ayetlerin delil olarak sunulma çalışmalarının , bundan önceki bazı yazılarımızda vurgulamaya çalıştığımız gibi , onun "Elçi" olmasının ne demek olduğunu anlayamayan veya anlamak istemeyenlerin ortaya attığı düşüncelere, Kur'andan destek aranma çalışmalarının bir sonucu olduğunu söylemek mümkündür.
İlgili ayeti bağlamında değerlendirdiğimizde , İsrailoğullarına yapmış oldukları hatalar nedeni ile Allah (c.c) tarafından ceza olarak verilmiş olan bazı yiyeceklerin haram kılınma cezasının tamamen kaldırıldığını görmekteyiz. Bu kaldırılma Muhammed (a.s) ın elçi olması nedeniyle Allah (c.c) tarafından gerçekleştirilen bir neshetme olayı olup , Allah (c.c) nin yetki sınırları dahilinde olan ve kimseye verilmemiş olan haram helal tayin etme yetkisinin sadece ona ait olduğunun açık bir ifadesi olarak bizlerin ön yargılarından arınmış olarak okunmasını bekleyen bir ayettir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Araf s. 157. ayeti , ön yargılar doğrultusunda yapılan bir okuma sonucunda , Muhammed (a.s) ın haram helal tayin etme yetkisinin olduğu yönünde bir delil ayet olarak bizlere sunulmaktadır. Bu yazımızda, ilgili ayeti ele almaya çalışarak, böyle bir tayin yetkisine delil olup olamayacağı yönünde düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَآئِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالأَغْلاَلَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُواْ بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُواْ النُّورَ الَّذِيَ أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
[007.157] Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Nebi Resule uyanlar (var ya), işte o onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara TAYYİBATI helâl, HABAİSİ haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. Ona inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.
Muhammed (a.s) ın haram helal tayin etme yetkisi olduğunu savunanların delil olarak sundukları bir ayet olan Araf s. 157. ayeti, ilk okunuşta dahi muhatap kitlesinin Ehli Kitap olduğu anlaşılan bir ayettir. Kur'anın doğru anlaşılma yolunun , okunan ayetin ön yargıların kabul ettirilmesine yönelik bir okuma yöntemine tabi tutulmaMAsı , okunan ayetin, ayet , sure ve Kur'an bütünlüğü gözetilerek okumasından geçtiğini yeniden hatırlatarak , ilgili ayeti anlamaya çalışalım.
Ayetin başındaki "Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları" cümlesinden, bu ayetin ilk muhataplarının Ehli kitap yani Yahudi ve Hıristiyanlar olduğu anlaşılmaktadır. Tevrat ve İncil'e iman ettiklerini iddia edenlerin , Muhammed (a.s) ı oğullarını tanır gibi (6.20) tanıdıkları beyan edilerek , gelmiş olan bu elçinin daha önce geleceğinin İsa (a.s) tarafından müjdelendiği, (61.6), dolayısı ile bu elçiye iman etmelerinin şart olduğu hatırlatılmaktadır.
Bu ayetin doğru anlaşılmasının yolunun, ayet içindeki "Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir" cümlesinin , neyi ifade ettiğinin anlaşılmasından geçtiğini düşünmekteyiz. Bu cümlede, Ehli kitabın üzerinde olan bir yükün , Muhammed (a.s) tarafından kaldırıldığı beyan edilmektedir. Bu yükü Muhammed (a.s) ın kaldırmış olması demek , Allah (c.c) nin kaldırmış olması demek anlamına gelmektedir. Çünkü "Nebi Resul" görevine sahip olan bir kimse , Allah (c.c) nin mesajını insanlara iletmekle görevli bir kişidir.
Öyleyse , bu cümlenin ifade ettiği anlamın yine Kur'an içinden aranarak anlaşılması gerekmektedir. Öncelikle , "Bunların üzerinde nasıl bir ağır yük vardı ki, Nebi Resul bunları kaldırdı?" sorusunu sorarak cevabını aramaya başlayalım. Bu sorunun cevabını aramak için , İsrailoğullarının köküne inen bir ayetten başlamak gerektiğini düşünmekteyiz.
[003.093-94] Tevrat'ın indirilmesinden önce İsrail'in kendisine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helal idi. De ki: «Doğru sözlü iseniz Tevrat'ı getirip okuyun».Artık bundan sonra kim Allah'a karşı yalan düzüp-uydurursa, işte onlar, zalim olanlardır.
Al-i İmran s. 93 ve 94. ayetlerinde , Tevratın indirilmesinden önce , bütün yiyeceklerin İsrailoğullarına helal olduğu bildirilmektedir. İsrail yani Yakub (a.s) ın yemediği herhangi bir yiyeceğin, Allah (c.c) tarafından İsrailoğullarına haram kılındığı için değil , onun nefsine ait nedenlerden ötürü , sevmemesi veya bedenine zarar vermesinden ötürü yenilmediğini , yani onun yemediği şeylerin bile İsrailoğullarına helal olduğunu , bu kavme yiyecek olarak herhangi bir haramlığın bildirilmediğini anlamaktayız.
Musa (a.s) kıssasını okumuş olanların malumu olan , İsrailoğullarının Firavun esaretinden kurtulmasını müteakip cereyan eden olaylara baktığımızda , İsrailoğullarının esaret yıllarını unutarak nankörlüğe geri döndüklerini , başta Musa (a.s) a olmak üzere kendilerine gelmiş olan elçilere başkaldırdıklarını ve bir kısmını öldürdükleri bilinmektedir. Onların bu başkaldırmaları Allah (c.c) tarafından dünya hayatında karşılıksız bırakılmayarak , onlara ceza olarak bazı yiyeceklerin onlara haram edildiğini görmekteyiz.
[004.160-1] Yahudilerin haksızlıklarından, çoklarını Allah yolundan menetmelerinden, yasak edilmişken faiz almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden ötürü kendilerine HELAL kılınan TAYYİBATI onlara haram kıldık. Onlardan inkar edenlere, elem verici azab hazırladık.
Nisa s. 160 ve 161. ayetlerine baktığımızda , Yahudilerin yapmış oldukları hatalar sebebi ile onlara daha önce HELAL olan TAYYİBATIN , HARAM kılındığını görmekteyiz.
Peki bu haram kılınan TAYYİBAT neler idi ?.
[006.146] Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç, iç yağlarını da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekilde cezalandırdık. Biz şüphesiz doğru sözlüyüzdür.
[016.118] Yahudilere de, daha önce sana bildirdiğimiz şeyleri haram kılmıştık. Bununla Biz onlara zulmetmedik. Lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Allah (c.c) nin İsrailoğullarına yapmış oldukları yüzünden uygulamış olduğu bu yasakların bir kısmının (tamamı değil), İsa (a.s) tarafından kaldırıldığını görmekteyiz.
[003.050] Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size HARAM kılınan BAZI şeyleri de HELAL kılmam için gönderildim. Size Rabbinizden bir ayet getirdim. O halde Allah'tan korkun, bana da itaat edin.
Al-i İmran s. 50. ayetinde , İsa (a.s) ın gelmesi ile İsrailoğullarına uygulanan yasağın bir kısmının kalktığını görmüş olmamız , bu yasakların tamamının kalkmadığını bizlere göstermektedir.
Peki bu yasakların tamamı ne zaman ve kim ile kalktı?.
Sorusunun cevabını bizlere ,Araf s. 157. ayeti vermektedir. Bu ayet İsrailoğullarına uygulanan haramların tamamının, Muhammed (a.s) ile kalkmış olduğunu , bundan sonra onlara özel bir haramlılık olmadığını , onlara haram olan şeylerin artık bundan sonra , Kur'anın belirlediği haramlar olduğunu görmekteyiz.
Araf s. 157. ayeti içindeki ve konunun aydınlanmasında anahtar bir görevi olduğunu düşündüğümüz, "Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir" cümlesi , İsrailoğullarına daha önceden helal iken , yapmış oldukları bazı hatalar nedeni ile ceza olarak onlara haram kılınan bazı yiyeceklerin, bir kısmının İsa (a.s) ile helal kılınmış olmasına karşın , bir kısmının hala yürürlükte olduğunu göstermektedir . Araf s. 157. ayeti , artık bundan sonra böyle bir haramlılık olmadığını beyan ederek, özel bir durum olan İsrailoğullarının üzerindeki haramlılığı TAMAMEN kaldırmaktadır.
Muhammed (a.s) , Musa ve İsa (a.s) ların yolunu izleyen birisi olması nedeniyle , İtaat edilmesi gereken bir elçidir ve bu itaat zorunluluğu, kendisini İsa ve Musa (a.s) lara iman ettiklerini iddia edenler için de geçerlidir. Musa (a.s) a itaat ettiklerini iddia eden İsrailoğullarının da itaat etmeleri gereken bir elçi olan Muhammed (a.s) , bu insanlara kendilerine haram olan bazı şeylerin artık bundan kaldırılmış olduğunu kendisine Allah (c.c) nin vahyetmesi sonucunda onlara bildirmektedir.
Bu çerçevede , "Nesh" konusu ile ilgili olarak bir saptamada bulunmak yerinde olacaktır. Bilindiği gibi "Nesh" denilince ilk akla gelen şey , Kur'an içindeki bazı ayetlerin, bazı ayetler ile hükmünün kaldırılması olduğudur. Kur'an içindeki ayetlerin birbirinin hükmünü kaldırmış olduğu iddiası , ayetler arasında bağ kuramayanların ortaya attığı bir iddia olup , Kur'an içinde böyle bir durum söz konusu değildir.
"Nesh" konusunu , yani ayetlerin birbirinin hükmünü kaldırmış olmasını , Allah (c.c) nin daha önce göndermiş olduğu Tevrat'ın da Allah (c.c) nin ayetlerini ihtiva eden bir kitap olduğunu dikkate alarak düşündüğümüzde , İsrailoğullarına haram kılınan yiyecekler, onlara vahiy yolu ile yani "AYET" ile bildirilmekte idi. Muhammed (a.s) a inen Kur'an , Tevrat'ta olan bir ayetin hükmünü nesh etmiş yani hükmünü kaldırmıştır diyebiliriz. Nesh konusunu sadece Kur'an ile sınırlamayıp , Tevratı da içine içine alan bir çerçevede düşündüğümüzde ayetler arası nesh'in vaki olduğunu söyleyebiliriz.
[007.158] De ki: «Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O'ndan başka tanrı bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği resulüyüm. Allah'a ve ümmi nebi resule -ki o da Allah'a ve sözlerine inanmıştır- inanın; ona uyun ki doğru yolu bulasınız.»
Araf s. 158. e baktığımızda "Ey insanlar" hitabını, ilk muhataplar açısından değerlendirdiğimizde , ki bu ayetlerin Medine de inmiş olması daha kuvvetli bir ihtimaldir , Ehli kitap olarak bilinen insanlara yapılan bir hitap olarak anlayabiliriz.
Muhammed (a.s) Allah (c.c) nin bir elçisi yani onun adına konuşan bir kişi olarak , Allah (c.c) nin bundan sonra İsrailoğullarına uyguladığı yasakların artık kaldırıldığı , İsrailoğullarının diğerleri gibi bu elçiye iman etmeleri gerektiği , diğer insanlar gibi bu elçiye indirilen haramlara tabi olan bir hayat sürmeleri gerektiği beyan edilmektedir.
[005.004] Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar, de ki: Size tayyibat helal kılındı; Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın. Allah'tan sakının, doğrusu Allah hesabı çabuk görür.
[005.005] Bugün, size tayyibat olanlar helal kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir. İnanan hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları -zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve mehirlerini verdiğiniz takdirde- size helaldir. Kim imanı inkar ederse, şüphesiz amelleri boşa gider. O, ahirette de kaybedenlerdendir.
Tayyip olanı helal , habis olanı haram kılma yetkisi, sadece Allah (c.c) ye has bir yetki olup , bu yetki onun dışında hiç kimse tarafından kullanılamaz. Araf s. 157. ayetinde ki durum , Allah (c.c) nin elçisi olan Muhammed (a.s) ın yetkisi dahilinde olan bir durumu ifade etmemekte olup tek yetkili olan Allah (c.c) nin daha önce verdiği bir hükmü kaldırmış olduğunu beyan etmektedir.
Sonuç olarak ; Araf s. 157. ayetinin , siyak sibak , konu ve Kur'an bütünlüğü açısından değerlendirildiğinde , Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) gibi haram helal tayin etme yetkisi bulunduğuna dair herhangi bir delil olduğunu anlamak mümkün görülmemektedir. Muhammed (a.s) ın böyle bir yetkisi olduğu düşüncesine bazı ayetlerin delil olarak sunulma çalışmalarının , bundan önceki bazı yazılarımızda vurgulamaya çalıştığımız gibi , onun "Elçi" olmasının ne demek olduğunu anlayamayan veya anlamak istemeyenlerin ortaya attığı düşüncelere, Kur'andan destek aranma çalışmalarının bir sonucu olduğunu söylemek mümkündür.
İlgili ayeti bağlamında değerlendirdiğimizde , İsrailoğullarına yapmış oldukları hatalar nedeni ile Allah (c.c) tarafından ceza olarak verilmiş olan bazı yiyeceklerin haram kılınma cezasının tamamen kaldırıldığını görmekteyiz. Bu kaldırılma Muhammed (a.s) ın elçi olması nedeniyle Allah (c.c) tarafından gerçekleştirilen bir neshetme olayı olup , Allah (c.c) nin yetki sınırları dahilinde olan ve kimseye verilmemiş olan haram helal tayin etme yetkisinin sadece ona ait olduğunun açık bir ifadesi olarak bizlerin ön yargılarından arınmış olarak okunmasını bekleyen bir ayettir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
26 Ocak 2016 Salı
Kur'anı Okumak Anlamak Anlatmak Kimlerin Tekelindedir ?
Son yıllarda Kur'anın Türkiye genelinde gündeme gelmeye başlamıs olması ile birlikte, bir takım yöntem sorunlarını da beraberinde getirdiğine şahit olmaktayız. Kur'anın, farklı yöntemler ile okunması sonucunda , bizleri birlik ve beraberliğe yöneltmesi gereken yegane kaynak olan bu kitap , ters bir işlev görerek ayrışmaya ve fırkalaşmaya sebep olan bir kitap haline gelmiştir.
"Bu durumun önüne nasıl geçilebilir?" sorusu, herkesin kafasında cevabını arayan bir soru olarak önümüzde durmakta , fakat herkes kendi yöntemini öne çıkardığı için bir türlü bu fırkalaşmaların önü alınamamaktadır. Bu yazımızda , "Nasıl bir okuma yöntemi geliştirmek gerekir?" sorusunun değil , "Farklı okuma yöntemlerine sahip olanların birbirlerine karşı nasıl bir tutum izlemeleri gerektiği" üzerinde durulacaktır.
Şurası gayet doğaldır ki , herkes kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanarak , diğerlerinin de bu düşünce doğrultusunda bir Kur'an okuma metodu seçmesini ister. Ancak bu mümkün olamayacağına göre farklılıkların düşmanlığa dönüşmemesini gerektirecek yolların ortaya konulması gerekmektedir.
Öncelikle eline Kuran alan hiç kimse , "Bu din benden veya bizden sorulur" havalarına girmemelidir. Kur'anı elinde tutanların hepsinin bilgi bakımından aynı seviyede olması mümkün olmamakla birlikte , böyle bir beklenti de doğru değildir. Kur'anı elinde tutmaya bizim ne kadar hakkımız varsa , başkalarının da o kadar hakkı olduğunu düşünmek , bu konuda atılması gereken ilk adımdır.
Kur'an hakkında konuşmak , hiç bir kişi , kurum , kuruluş , fırka , mezhep , alim v.s kişinin tekelinde olamaz. Bu tür tekel yüzlerce senedir uygulanmakta olup , bu tekelleşme ümmete "Benim alimim haklıdır" , "Benim Kitabım doğrudur" , "Benim fırkam naciye dir" gibi kavgalardan başka bir getirisi olmamış ve hala aynı kavgalar sürmektedir.
Bizler yüzyıllardır durmak bilmeyen bu kavgalardan rahatsız olanlar olarak , bu kavgaların önünün , bütün Müslümanların ortak kitabı olan Kur'anın ortaya konulması ile son bulacağını iddia ederek, Kur'anın gündem etmeye başladıktan sonra , bu kitabı en iyi bizlerin anladığını ve başkalarının bizim anladıklarımıza teslim olması gerektiğini düşünmek , eskiye daha kötü bir dönüş anlamına gelecektir.
Kur'an hakkında konuşmayı veya yazmayı , pazara mal getirmek şeklinde bir misal ile misallendirecek olursak ; Herkes söylediklerini veya yazdıklarını ortaya koyar, yani pazara getirir. Yazdıklarının veya söylediklerinin okunmasını istemek herkesin en tabii hakkıdır , buna kimse engel olamaz olmamalıdır. Ancak kişiler kendi mallarını pazarlamak yerine , başkalarının mallarını kötülemek durumuna giderlerse , haliyle pazarda kavga çıkacaktır.
Bu düşüncemiz ,malının sevilmediği yani yazılarının veya düşündüklerinin yanlış olduğu düşünülen bir kimsenin eleştirilmemesi gerektiği anlamına gelmez. Elbette eleştiri olacak ve olması lazımdır , ama bunu yaparken küfür , hakaret , aşağılama , alay gibi üslubun kullanılması asla doğru değildir.
Bir pazarda kendi malını satmak için uğraşmak yerine , başkalarının malını kötülemek için uğraşan satıcı , kendi malını da satamayarak evine eli boş olarak dönecektir. Bunda dolayıdır ki , herkes kendi malını satmak için uğraşabilir , defolu mal satan birisinin malının defosu gösterilebilir , ama o defoya rağmen bir kalkıp "Defolu da olsa ben bu mala talibim" dediğinde bizim o insana karşı defolu malı almaması için , zorlayıcı bir tarz kullanmamız yanlış olacaktır.
Şurasını asla unutmayalım ki , Kendisine Kur'an inmiş olan Muhammed (a.s) a önerilen tebliğ yolu bizler içinde geçerlidir. Kimse üzerine vekil olarak gönderilmediğimizin bilinci içinde yapılan tartışmalar , bizleri kin ve düşmanlıktan alıkoyarak , daha seviyeli bir diyalog ortamına sokacaktır.
Dün "Avam-Havas" şeklindeki ayrımın , bugün "Mektepli - Alaylı" şeklinde devam ettiğini görmekteyiz. Bir kısım doç , prof gibi etikete sahip olan mektepli şahsiyet , kendisi kadar okumamış diploma sahibi olmamış kimselerin bu konularda söz söyleme yetkisi olmadığını iddia edip , onları aşağılayıcı tavırlar içine girerek , din alanda konuşma yetkisinin kendilerinde olduğunu gibi bir hava oluşturmaktadırlar.
Elbette bu insanların bilgi kapasiteleri , diğer kimselere göre fazladır , ancak bu fazlalık o kişileri kibir ve gurur içine sürüklememelidir. Bazı insanların Kur'an hakkında söyleyip yazdıkları , elbette bu satırları yazanı da rahatsız etmektedir. Ancak bu rahatsızlık o kişilere karşı hakaretvari bir üslup kullanarak onları kötüleme ve onların düşüncelerini mahkum etme hakkını kimseye vermez.
Kur'an hakkında konuşan herkes şunu bilmelidir ki , Kur'an hakkında konuştuğu her söz onun kendi bilgi seviyesinin bir sonucudur. Herhangi bir kimse, kendisinin konuştuğunun en doğru ve başkalarının bu konuda söylediğinin yanlış olduğunu iddia ederek , kendisini öne çıkarıp , diğerlerini yere batıran bir tarz içine girdiğinde sorunlar başlayacaktır.
Şurası asla unutulmamalıdır ki , kendisini doğru , başkasını yanlış olarak gören kimse , aynı şekilde bir başkası tarafından yanlış olarak görülecektir. Bundan dolayı , birisine yanlış demenin ortaya konan delilinden sonra işi uzatarak , olayı şahsileştirmeye gerek yoktur. Empati kurmak, yani kendisini karşısındakinin yerine koyarak düşünmek , bizleri bu konularda daha mutedil bir davranışa itecektir.
Biz karşımızdaki bir kimseyi nasıl hatalı olarak görüyorsak , karşımızdaki de bizi aynı şekilde hatalı görmektedir. Hatalı veya eksik olabileceğimizi kabul etmeyerek , tek ve nihai doğrunun kendi tezimiz olduğunu savunmak , karşımızdaki kişi ile olan tartışma ortamını baştan yok edecektir.
Farklı düşünceleri hazmetmenin zorluğunu , bu satırları yazan kişi kendi üzerinden şahit olduğu için , demesi kolay tatbiki zor durum olduğunu bilmektedir. Ancak Kur'anın kimsenin tekelinde olmadığı bilinci içinde olmak , ne kadar yanlış olduğunu düşünsek bile , ortaya atılan düşüncenin delilli olarak ret edilmesini gerektirir. Kimsenin düşüncesini sadece bizim gibi düşünmediği için ret etmeye kalkmak doğru bir yaklaşım değildir.
Sonuç olarak ; Kur'anı el kitabı haline getiren kişilerde önemli bir sorun olarak ortaya çıkan yöntem sorununun en aza indirilebilmesi için , öncelikle hiç kimsenin Kur'anı kendi malı saymaması ve herkesin bu kitap hakkında konuşabileceğini kabul etmesi gerekmektedir. Kendisinin veya hocasının bu konuda yetkili olduğunu söyleyerek , diğerlerini mahkum eden anlayışlar doğru olmayıp , bu tür yaklaşımlar fırkalaşmayı körükleyecektir. Fırkalaşmanın önünü almak için yola çıkanların , yolda fırkalaşmaları kadar yanlış ve hatalı bir yolun olamayacağı bir gerçektir.
Kur'anın okumak , anlamak , anlatmak kimsenin tekeline alamayacağı bir alan olup , bu alanda herkes kendi çapında ve bilgisi dahilinde sözler söylemeye hakkı vardır. Hatalı olduğunu düşündüğümüz sözler ve yaklaşımlar , Kur'anın önerdiği yol dahilinde eleştirilerek , doğru olduğu düşünülen fikirler söylenebilir. Kimseye kendi düşüncemizi kabul etmediği için hakaret , aşağılama gibi tavırlar Müslümana yakışan tavırlar değildir.
RABBİMİZ BİZLERİ , KENDİMİZİ VEYA HOCAMIZI ÖNE ÇIKARAN ANLAYIŞLARDAN BERİ KILSIN.
"Bu durumun önüne nasıl geçilebilir?" sorusu, herkesin kafasında cevabını arayan bir soru olarak önümüzde durmakta , fakat herkes kendi yöntemini öne çıkardığı için bir türlü bu fırkalaşmaların önü alınamamaktadır. Bu yazımızda , "Nasıl bir okuma yöntemi geliştirmek gerekir?" sorusunun değil , "Farklı okuma yöntemlerine sahip olanların birbirlerine karşı nasıl bir tutum izlemeleri gerektiği" üzerinde durulacaktır.
Şurası gayet doğaldır ki , herkes kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanarak , diğerlerinin de bu düşünce doğrultusunda bir Kur'an okuma metodu seçmesini ister. Ancak bu mümkün olamayacağına göre farklılıkların düşmanlığa dönüşmemesini gerektirecek yolların ortaya konulması gerekmektedir.
Öncelikle eline Kuran alan hiç kimse , "Bu din benden veya bizden sorulur" havalarına girmemelidir. Kur'anı elinde tutanların hepsinin bilgi bakımından aynı seviyede olması mümkün olmamakla birlikte , böyle bir beklenti de doğru değildir. Kur'anı elinde tutmaya bizim ne kadar hakkımız varsa , başkalarının da o kadar hakkı olduğunu düşünmek , bu konuda atılması gereken ilk adımdır.
Kur'an hakkında konuşmak , hiç bir kişi , kurum , kuruluş , fırka , mezhep , alim v.s kişinin tekelinde olamaz. Bu tür tekel yüzlerce senedir uygulanmakta olup , bu tekelleşme ümmete "Benim alimim haklıdır" , "Benim Kitabım doğrudur" , "Benim fırkam naciye dir" gibi kavgalardan başka bir getirisi olmamış ve hala aynı kavgalar sürmektedir.
Bizler yüzyıllardır durmak bilmeyen bu kavgalardan rahatsız olanlar olarak , bu kavgaların önünün , bütün Müslümanların ortak kitabı olan Kur'anın ortaya konulması ile son bulacağını iddia ederek, Kur'anın gündem etmeye başladıktan sonra , bu kitabı en iyi bizlerin anladığını ve başkalarının bizim anladıklarımıza teslim olması gerektiğini düşünmek , eskiye daha kötü bir dönüş anlamına gelecektir.
Kur'an hakkında konuşmayı veya yazmayı , pazara mal getirmek şeklinde bir misal ile misallendirecek olursak ; Herkes söylediklerini veya yazdıklarını ortaya koyar, yani pazara getirir. Yazdıklarının veya söylediklerinin okunmasını istemek herkesin en tabii hakkıdır , buna kimse engel olamaz olmamalıdır. Ancak kişiler kendi mallarını pazarlamak yerine , başkalarının mallarını kötülemek durumuna giderlerse , haliyle pazarda kavga çıkacaktır.
Bu düşüncemiz ,malının sevilmediği yani yazılarının veya düşündüklerinin yanlış olduğu düşünülen bir kimsenin eleştirilmemesi gerektiği anlamına gelmez. Elbette eleştiri olacak ve olması lazımdır , ama bunu yaparken küfür , hakaret , aşağılama , alay gibi üslubun kullanılması asla doğru değildir.
Bir pazarda kendi malını satmak için uğraşmak yerine , başkalarının malını kötülemek için uğraşan satıcı , kendi malını da satamayarak evine eli boş olarak dönecektir. Bunda dolayıdır ki , herkes kendi malını satmak için uğraşabilir , defolu mal satan birisinin malının defosu gösterilebilir , ama o defoya rağmen bir kalkıp "Defolu da olsa ben bu mala talibim" dediğinde bizim o insana karşı defolu malı almaması için , zorlayıcı bir tarz kullanmamız yanlış olacaktır.
Şurasını asla unutmayalım ki , Kendisine Kur'an inmiş olan Muhammed (a.s) a önerilen tebliğ yolu bizler içinde geçerlidir. Kimse üzerine vekil olarak gönderilmediğimizin bilinci içinde yapılan tartışmalar , bizleri kin ve düşmanlıktan alıkoyarak , daha seviyeli bir diyalog ortamına sokacaktır.
Dün "Avam-Havas" şeklindeki ayrımın , bugün "Mektepli - Alaylı" şeklinde devam ettiğini görmekteyiz. Bir kısım doç , prof gibi etikete sahip olan mektepli şahsiyet , kendisi kadar okumamış diploma sahibi olmamış kimselerin bu konularda söz söyleme yetkisi olmadığını iddia edip , onları aşağılayıcı tavırlar içine girerek , din alanda konuşma yetkisinin kendilerinde olduğunu gibi bir hava oluşturmaktadırlar.
Elbette bu insanların bilgi kapasiteleri , diğer kimselere göre fazladır , ancak bu fazlalık o kişileri kibir ve gurur içine sürüklememelidir. Bazı insanların Kur'an hakkında söyleyip yazdıkları , elbette bu satırları yazanı da rahatsız etmektedir. Ancak bu rahatsızlık o kişilere karşı hakaretvari bir üslup kullanarak onları kötüleme ve onların düşüncelerini mahkum etme hakkını kimseye vermez.
Kur'an hakkında konuşan herkes şunu bilmelidir ki , Kur'an hakkında konuştuğu her söz onun kendi bilgi seviyesinin bir sonucudur. Herhangi bir kimse, kendisinin konuştuğunun en doğru ve başkalarının bu konuda söylediğinin yanlış olduğunu iddia ederek , kendisini öne çıkarıp , diğerlerini yere batıran bir tarz içine girdiğinde sorunlar başlayacaktır.
Şurası asla unutulmamalıdır ki , kendisini doğru , başkasını yanlış olarak gören kimse , aynı şekilde bir başkası tarafından yanlış olarak görülecektir. Bundan dolayı , birisine yanlış demenin ortaya konan delilinden sonra işi uzatarak , olayı şahsileştirmeye gerek yoktur. Empati kurmak, yani kendisini karşısındakinin yerine koyarak düşünmek , bizleri bu konularda daha mutedil bir davranışa itecektir.
Biz karşımızdaki bir kimseyi nasıl hatalı olarak görüyorsak , karşımızdaki de bizi aynı şekilde hatalı görmektedir. Hatalı veya eksik olabileceğimizi kabul etmeyerek , tek ve nihai doğrunun kendi tezimiz olduğunu savunmak , karşımızdaki kişi ile olan tartışma ortamını baştan yok edecektir.
Farklı düşünceleri hazmetmenin zorluğunu , bu satırları yazan kişi kendi üzerinden şahit olduğu için , demesi kolay tatbiki zor durum olduğunu bilmektedir. Ancak Kur'anın kimsenin tekelinde olmadığı bilinci içinde olmak , ne kadar yanlış olduğunu düşünsek bile , ortaya atılan düşüncenin delilli olarak ret edilmesini gerektirir. Kimsenin düşüncesini sadece bizim gibi düşünmediği için ret etmeye kalkmak doğru bir yaklaşım değildir.
Sonuç olarak ; Kur'anı el kitabı haline getiren kişilerde önemli bir sorun olarak ortaya çıkan yöntem sorununun en aza indirilebilmesi için , öncelikle hiç kimsenin Kur'anı kendi malı saymaması ve herkesin bu kitap hakkında konuşabileceğini kabul etmesi gerekmektedir. Kendisinin veya hocasının bu konuda yetkili olduğunu söyleyerek , diğerlerini mahkum eden anlayışlar doğru olmayıp , bu tür yaklaşımlar fırkalaşmayı körükleyecektir. Fırkalaşmanın önünü almak için yola çıkanların , yolda fırkalaşmaları kadar yanlış ve hatalı bir yolun olamayacağı bir gerçektir.
Kur'anın okumak , anlamak , anlatmak kimsenin tekeline alamayacağı bir alan olup , bu alanda herkes kendi çapında ve bilgisi dahilinde sözler söylemeye hakkı vardır. Hatalı olduğunu düşündüğümüz sözler ve yaklaşımlar , Kur'anın önerdiği yol dahilinde eleştirilerek , doğru olduğu düşünülen fikirler söylenebilir. Kimseye kendi düşüncemizi kabul etmediği için hakaret , aşağılama gibi tavırlar Müslümana yakışan tavırlar değildir.
RABBİMİZ BİZLERİ , KENDİMİZİ VEYA HOCAMIZI ÖNE ÇIKARAN ANLAYIŞLARDAN BERİ KILSIN.
24 Ocak 2016 Pazar
Hiç Bir Ücret İstemeyen Elçilerin Para Karşılığı Din Satan Ümmetleri
İnsanları aldatarak onlar üzerinden , para , makam , mevki , şöhret edinme hastalığı insanlığın kadim sorunlarından bir tanesi olarak güncelliğini korumakta ve korumaya devam edecektir. İnsanları aldatmak için kurulan tezgahların en eski ve en kullanılan yöntemi dini duyguları kullanmak yani "Allah ile aldatmak" yöntemidir. Bu yöntem, insanları sömürmenin en kolay ve en basit bir yolu olarak Müslümanlar arasında da en acımasız yöntemlerle kullanılmaktadır.
Müslümanlar olarak örnek almamız gereken kişiler olan elçilere baktığımızda , bu elçilerin muhataplarına vaat ettikleri cennet karşılığında, onlardan herhangi bir ücret talep etmediklerini görmekteyiz.
[036.020] Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi. «Ey kavmim! dedi, bu elçilere uyunuz!»«Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.»
[010.072] (Nuh) «Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim Allah'a aiddir. Müslimlerden olmakla emrolundum.»
[011.051] (Hud) Ey kavmim buna karşı ben sizden bir ecir istemiyorum, benim ecrim ancak beni yaratana aiddir, artık akıllanmıyacak mısınız?
[052.040] Yahut sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?
[012.104] Oysaki sen buna karşı onlardan bir ücret te istemiyorsun. O, alemler için yalnızca bir 'öğüt ve hatırlatmadır'.
[026.164] (Lut) Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.
[026.180] (Şuayb) Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.
Yapılan bir hizmet karşılığı ücret talep etmemek , bu hizmeti yapan kişinin samimiyetini göstermektedir. Tarih boyunca gelen elçilerin tamamı , hiç kimseden herhangi bir ücret talep etmeden , ecirlerini sadece Allah (c.c) den beklemişlerdir. Onların bu yolları yani "Sünnet" leri bizler içinde yol ,yani sünnet olması gerekirken , sünnet kavramı başka yerlere çekilerek, olması gereken yerinden kaydırılmış ve farklı anlamlar yüklenerek din bezirganların istismar ettiği ettiği bir kavram haline dönüşmüştür.
Din bezirganlarının ekmeğine yağ süren en büyük etken , "Din" denilince , halkın anlamadığı , halk arasında yaygın olan deyim ile hoca , şeyh , gavs , alim v.s gibi etiketlere sahip olanların anladığı ve onların tekelinde kalan ve "Onlar ne derse doğrudur" şeklinde genel bir kanıya sahip olanların inandığı değerler akla gelmektedir. Hal böyle olunca din konusunda cahil olan insanları aldatmanın yolu kolayca açılmaktadır.
Kur'anın anlattığı din de cennete gitmenin yolu ile , bu tiplerin anlattığı din de cennete gitmenin yolu farklı olup , bu kimselerin anlattığı din de cennet yolu daha kolaydır. T.V kanallarında boy gösteren, bir çok "Hoca" etiketli kimsenin anlattıklarına baktığımızda, tamamen hurafe kaynaklı bir din insanlara sunularak , önerilen yolu takip etmenin cennetin kapılarını sonuna kadar açacağı söylenerek cahil halk aldatılmaktadır.
Ticareti din yolu ile ve dini malzemeler satarak kullanan bir çok t.v kanalı ve internet sitesine baktığımızda , bu kanalların çoğunun tasavvuf kaynaklı bir din algısını sunduklarını görmekteyiz. Bu tür din algısında en önemli nokta , söylenen söz değil , sözü söyleyen kişidir. Böyle olunca kerameti kendinden veya müritlerinden menkul kişiler, ekranlarda boy gösterip , falan kitabı veya falan kişiyi referans vererek satmak istedikleri ürünleri kolayca hem de yüksek fiyatla satabilmektedirler.
Çörek otu yağları , dua kitapları , muskalar , kolyeler , yüzükler , yakmayan kefenler , peygamber nalını , kokular gibi ürünlerin satın alınarak kullanıldığı takdirde o kişilere büyük sevaplar vaad eden bu sahtekarlar için , Tevbe s. 34. ve 35. ayetlerinin beyan ettiği akıbet onları beklemektedir.
İnsanların umutlarını sömürerek onlar üzerinden para kazanma yolu , hırsızlık , gasp , soygun gibi suçlardan daha ahlaksız bir yöntemdir. Hasta olan , işi bozulan , kocası veya karısından ayrılan , imtihanını kazanmak isteyen , kısmeti kapalı olan insanların bu hacetlerini gidermek için sattıkları ürünler veya yazdıkları muskalardan aldıkları ücretler , kıyamet günü sırtlarına ateş olarak geri dönecektir.
T.V kanallarında astronomik ücretler alarak programlar yapanların , arka fonda kaval sesi ile insanları resmen koyun yerine koyarak yaptığı programların yüksek bir izleyici kitlesine sahip oldukları , bu izleyicilerin sordukları incir çekirdeğini doldurmayan abuk sabuk sorulara cevap vermek için uğraşan kişiler bu memleketin dini manzarasını oluşturmaktadır.
Muhammed (a.s) ve onun ashabının yaşadıkları sıkıntıları anlatarak paraları cebe indiren bu insanlar , onun sadece kılı tüyü gibi şeyleri kutsayan bir peygamber inancına sahip oldukları için , anlattıkları da kıldan tüyden meseleleri aşmamaktadır.
"Cinci hoca" lakaplı kişiler , bu bezirganların önemli bir kesimini oluşturmaktadır. Bu kimselere gidenler , hangi sıkıntıları olursa olsun onlardan aldıkları cevap , "Sende cin var onu çıkarırsak iyi olacaksın" şeklindedir. İçlerinde olan cini çıkarmak için !! yüklü meblağlar ödeyenlerin bir çoğu, soyulduğunun bile farkında olmadan , sadece cinci hocaya gitmenin verdiği bir rahatlıkla iyileşmesini , cinci hocaların marifeti sanarak ,başkalarını onlara gitmesi yönünde teşvik dahi etmektedir.
Boyunlarına taktıkları cevşen ve muskaların onları her türlü beladan ve sıkıntıdan koruyacağına dair rivayetlerle bezenmiş bilgilere inanan saf kişiler, bunların kimseye hiç bir faydası olmadığını , aksine kişiyi şirke düşürme tehlikesine kadar boyutları olduğunu bildikleri anda , cevşen ve muska sektörü diye bir şey ortada kalmayacaktır.
Gavs olarak namlanmış tarikat ağalarının tarlalarında bedava amelelik yaparak , cennette o ağalar tarafından şefaate nail olacaklarını zanneden pek çok zavallı mürit , bu düşüncelerinin hayal ve yalan olduğunu eğer yaşadıkları zaman içinde anlamayarak , ahirette anlayacak olurlarsa iş işten geçmiş olacaktır.
Tarikat ve cemaat yapılanmaları altında gerçekleşen ticaret, son senelerde büyük bir artış göstererek neredeyse devlet içinde devlet şeklinde bir güce erişmiştir. Bu güce erişmelerine sebep olan en büyük faktör , bu güçlerin başlarındaki kişilerin vaat ettikleri cennet ve şefaat garantili bağışlar olmaktadır. Bu kişiler, insanları ellerine ceplerine attırmak için olmadık taklalar atarak , her türlü menkıbe yolu ile bunların verdiklerinin ne kadar faziletli ve karşılıklarının cennet olduğunu söyleyerek soygunu gerçekleştirmektedirler.
Bu manzaranın tamamen yok olması pek mümkün görünmemekle birlikte en aza indirilerek bu türlerin ipliğinin pazara çıkarılması nasıl gerçekleşebilir ?.
Ortalıkta gezen bu tür din tüccarları yaptıkları hizmet karşılığında her hangi bir ücret talep edip etmediklerini sorgulayıp , sattıkları ürünlerin ve söyledikleri sözlerin bize din adına ne gibi bir getirisi olduğunu ilk ağızdan, yani Kur'andan öğrenmek gerekmektedir.
Bizlere önce din den bahsederek etrafına toplayan , sonra esas amacı olan satışı gerçekleştirmeye çalışanların etrafından kaçarak onları yalnız bıraktığımızda , bu bezirganların ekmek kapıları yavaş yavaş kapanmaya başlayacaktır. Bu yalnız bırakma ameliyesinin , kişilerin gerçek bir din anlayışına sahip oldukları zaman gerçekleşeceği de muhakkaktır.
Bu işe önce , kişi merkezli din anlayışından , kitap merkezli din anlayışına geçmekle başlayabiliriz. Kitap merkezli bir din algısına sahip olanlar , sözü söyleyene değil , söylenen söze bakarak , bu sözün doğruluğunu veya yanlışlığını kitaba göre ölçerler.
Bu yöntem en etkili yöntem olup , dini ticaret haline getirerek onun üzerinden para kazananların en büyük dayanakları olan , "Falan efendinin sözü" , "Filan kitabın sözü" diyerek insanları "Bak ben demiyorum haaa falan efendi, filan kitap diyor" şeklindeki sözlerle bağlamalarıdır.
Bizler eğer falan efendi , filan kitap yerine "Kur'an ne diyor?" sorusunun cevabına yönelik bir din algısına sahip olduğumuzda , bu kişilerin sözleri ve kitapları artık hükmünü yitirerek çöp tenekesinden başka bir yere layık olmadığı görülecektir. Bu tehlikeyi çok iyi bilen bu tipler , Kur'anın elde gezen bir kitap olmaması için yüzyıllardır ellerinden geleni artlarına koymayarak , insanları kendi söylediklerine bağlamışlardır ve hala bağlamaktadırlar.
İnsanlar Kur'ani bir din algısına sahip olduklarında , bu tür kişilerin istismarına sebep olan , dua kitapları , muskalar , kolyeler , yüzük gibi şeylerin faydasının alan kişiye değil , satan kişiye olduğu anlaşılarak, dini duyguların istismar edilerek açılan bu kazanç kapısı kapanmaya başlayacaktır.
Din bezirganların sahtekarlıklarını anlatmak için ciltler dolusu kitaplar yazılsa genede bitmeyecektir. Bize düşen bunların tezgahlarına gelmemek , bunların tezgahlarına düşmüş olanları hatalı olduklarını anlatarak , din denilince akla bu tür sahtekarlar değil Kur'anın gelmesi gerektiğini anlatmaya çalışmak olmalıdır.
Ayrıca "Alim" sıfatına sahip olanların siyasi iktidarlar ile yakınlaşarak , onlardan bir takım menfaatler elde etmeye kalkmaları, bahsini ettiğimiz durumun bir başka versiyonu olarak karşımıza çıkmaktadır. Siyasilerin oy uğruna attığı taklalardan bir tanesi , oy deposu olarak gördükleri şahsiyetlere yanaşarak karşılıklı müdahene içine girmeleridir. Alim sıfatına sahip kişilerin , elçilerin yolunu izleyerek dünyevi menfaat karşılığı hiç bir kişi , kurum veya kuruluş ile yakınlık içine girmeyerek , kendilerini hiç bir yere bağımlı hissetmemeleri gerektiğini ifade etmek istiyoruz.
RABBİMİZ BİZLERİ , DİN SATARAK PARA KAZANANLARIN OLMADIĞI BİR DÜNYADA YAŞAYAN KULLARINDAN KILSIN.
Müslümanlar olarak örnek almamız gereken kişiler olan elçilere baktığımızda , bu elçilerin muhataplarına vaat ettikleri cennet karşılığında, onlardan herhangi bir ücret talep etmediklerini görmekteyiz.
[036.020] Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi. «Ey kavmim! dedi, bu elçilere uyunuz!»«Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.»
[010.072] (Nuh) «Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim Allah'a aiddir. Müslimlerden olmakla emrolundum.»
[011.051] (Hud) Ey kavmim buna karşı ben sizden bir ecir istemiyorum, benim ecrim ancak beni yaratana aiddir, artık akıllanmıyacak mısınız?
[052.040] Yahut sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?
[012.104] Oysaki sen buna karşı onlardan bir ücret te istemiyorsun. O, alemler için yalnızca bir 'öğüt ve hatırlatmadır'.
[026.164] (Lut) Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.
[026.180] (Şuayb) Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.
Yapılan bir hizmet karşılığı ücret talep etmemek , bu hizmeti yapan kişinin samimiyetini göstermektedir. Tarih boyunca gelen elçilerin tamamı , hiç kimseden herhangi bir ücret talep etmeden , ecirlerini sadece Allah (c.c) den beklemişlerdir. Onların bu yolları yani "Sünnet" leri bizler içinde yol ,yani sünnet olması gerekirken , sünnet kavramı başka yerlere çekilerek, olması gereken yerinden kaydırılmış ve farklı anlamlar yüklenerek din bezirganların istismar ettiği ettiği bir kavram haline dönüşmüştür.
Din bezirganlarının ekmeğine yağ süren en büyük etken , "Din" denilince , halkın anlamadığı , halk arasında yaygın olan deyim ile hoca , şeyh , gavs , alim v.s gibi etiketlere sahip olanların anladığı ve onların tekelinde kalan ve "Onlar ne derse doğrudur" şeklinde genel bir kanıya sahip olanların inandığı değerler akla gelmektedir. Hal böyle olunca din konusunda cahil olan insanları aldatmanın yolu kolayca açılmaktadır.
Kur'anın anlattığı din de cennete gitmenin yolu ile , bu tiplerin anlattığı din de cennete gitmenin yolu farklı olup , bu kimselerin anlattığı din de cennet yolu daha kolaydır. T.V kanallarında boy gösteren, bir çok "Hoca" etiketli kimsenin anlattıklarına baktığımızda, tamamen hurafe kaynaklı bir din insanlara sunularak , önerilen yolu takip etmenin cennetin kapılarını sonuna kadar açacağı söylenerek cahil halk aldatılmaktadır.
Ticareti din yolu ile ve dini malzemeler satarak kullanan bir çok t.v kanalı ve internet sitesine baktığımızda , bu kanalların çoğunun tasavvuf kaynaklı bir din algısını sunduklarını görmekteyiz. Bu tür din algısında en önemli nokta , söylenen söz değil , sözü söyleyen kişidir. Böyle olunca kerameti kendinden veya müritlerinden menkul kişiler, ekranlarda boy gösterip , falan kitabı veya falan kişiyi referans vererek satmak istedikleri ürünleri kolayca hem de yüksek fiyatla satabilmektedirler.
Çörek otu yağları , dua kitapları , muskalar , kolyeler , yüzükler , yakmayan kefenler , peygamber nalını , kokular gibi ürünlerin satın alınarak kullanıldığı takdirde o kişilere büyük sevaplar vaad eden bu sahtekarlar için , Tevbe s. 34. ve 35. ayetlerinin beyan ettiği akıbet onları beklemektedir.
İnsanların umutlarını sömürerek onlar üzerinden para kazanma yolu , hırsızlık , gasp , soygun gibi suçlardan daha ahlaksız bir yöntemdir. Hasta olan , işi bozulan , kocası veya karısından ayrılan , imtihanını kazanmak isteyen , kısmeti kapalı olan insanların bu hacetlerini gidermek için sattıkları ürünler veya yazdıkları muskalardan aldıkları ücretler , kıyamet günü sırtlarına ateş olarak geri dönecektir.
T.V kanallarında astronomik ücretler alarak programlar yapanların , arka fonda kaval sesi ile insanları resmen koyun yerine koyarak yaptığı programların yüksek bir izleyici kitlesine sahip oldukları , bu izleyicilerin sordukları incir çekirdeğini doldurmayan abuk sabuk sorulara cevap vermek için uğraşan kişiler bu memleketin dini manzarasını oluşturmaktadır.
Muhammed (a.s) ve onun ashabının yaşadıkları sıkıntıları anlatarak paraları cebe indiren bu insanlar , onun sadece kılı tüyü gibi şeyleri kutsayan bir peygamber inancına sahip oldukları için , anlattıkları da kıldan tüyden meseleleri aşmamaktadır.
"Cinci hoca" lakaplı kişiler , bu bezirganların önemli bir kesimini oluşturmaktadır. Bu kimselere gidenler , hangi sıkıntıları olursa olsun onlardan aldıkları cevap , "Sende cin var onu çıkarırsak iyi olacaksın" şeklindedir. İçlerinde olan cini çıkarmak için !! yüklü meblağlar ödeyenlerin bir çoğu, soyulduğunun bile farkında olmadan , sadece cinci hocaya gitmenin verdiği bir rahatlıkla iyileşmesini , cinci hocaların marifeti sanarak ,başkalarını onlara gitmesi yönünde teşvik dahi etmektedir.
Boyunlarına taktıkları cevşen ve muskaların onları her türlü beladan ve sıkıntıdan koruyacağına dair rivayetlerle bezenmiş bilgilere inanan saf kişiler, bunların kimseye hiç bir faydası olmadığını , aksine kişiyi şirke düşürme tehlikesine kadar boyutları olduğunu bildikleri anda , cevşen ve muska sektörü diye bir şey ortada kalmayacaktır.
Gavs olarak namlanmış tarikat ağalarının tarlalarında bedava amelelik yaparak , cennette o ağalar tarafından şefaate nail olacaklarını zanneden pek çok zavallı mürit , bu düşüncelerinin hayal ve yalan olduğunu eğer yaşadıkları zaman içinde anlamayarak , ahirette anlayacak olurlarsa iş işten geçmiş olacaktır.
Tarikat ve cemaat yapılanmaları altında gerçekleşen ticaret, son senelerde büyük bir artış göstererek neredeyse devlet içinde devlet şeklinde bir güce erişmiştir. Bu güce erişmelerine sebep olan en büyük faktör , bu güçlerin başlarındaki kişilerin vaat ettikleri cennet ve şefaat garantili bağışlar olmaktadır. Bu kişiler, insanları ellerine ceplerine attırmak için olmadık taklalar atarak , her türlü menkıbe yolu ile bunların verdiklerinin ne kadar faziletli ve karşılıklarının cennet olduğunu söyleyerek soygunu gerçekleştirmektedirler.
Bu manzaranın tamamen yok olması pek mümkün görünmemekle birlikte en aza indirilerek bu türlerin ipliğinin pazara çıkarılması nasıl gerçekleşebilir ?.
Ortalıkta gezen bu tür din tüccarları yaptıkları hizmet karşılığında her hangi bir ücret talep edip etmediklerini sorgulayıp , sattıkları ürünlerin ve söyledikleri sözlerin bize din adına ne gibi bir getirisi olduğunu ilk ağızdan, yani Kur'andan öğrenmek gerekmektedir.
Bizlere önce din den bahsederek etrafına toplayan , sonra esas amacı olan satışı gerçekleştirmeye çalışanların etrafından kaçarak onları yalnız bıraktığımızda , bu bezirganların ekmek kapıları yavaş yavaş kapanmaya başlayacaktır. Bu yalnız bırakma ameliyesinin , kişilerin gerçek bir din anlayışına sahip oldukları zaman gerçekleşeceği de muhakkaktır.
Bu işe önce , kişi merkezli din anlayışından , kitap merkezli din anlayışına geçmekle başlayabiliriz. Kitap merkezli bir din algısına sahip olanlar , sözü söyleyene değil , söylenen söze bakarak , bu sözün doğruluğunu veya yanlışlığını kitaba göre ölçerler.
Bu yöntem en etkili yöntem olup , dini ticaret haline getirerek onun üzerinden para kazananların en büyük dayanakları olan , "Falan efendinin sözü" , "Filan kitabın sözü" diyerek insanları "Bak ben demiyorum haaa falan efendi, filan kitap diyor" şeklindeki sözlerle bağlamalarıdır.
Bizler eğer falan efendi , filan kitap yerine "Kur'an ne diyor?" sorusunun cevabına yönelik bir din algısına sahip olduğumuzda , bu kişilerin sözleri ve kitapları artık hükmünü yitirerek çöp tenekesinden başka bir yere layık olmadığı görülecektir. Bu tehlikeyi çok iyi bilen bu tipler , Kur'anın elde gezen bir kitap olmaması için yüzyıllardır ellerinden geleni artlarına koymayarak , insanları kendi söylediklerine bağlamışlardır ve hala bağlamaktadırlar.
İnsanlar Kur'ani bir din algısına sahip olduklarında , bu tür kişilerin istismarına sebep olan , dua kitapları , muskalar , kolyeler , yüzük gibi şeylerin faydasının alan kişiye değil , satan kişiye olduğu anlaşılarak, dini duyguların istismar edilerek açılan bu kazanç kapısı kapanmaya başlayacaktır.
Din bezirganların sahtekarlıklarını anlatmak için ciltler dolusu kitaplar yazılsa genede bitmeyecektir. Bize düşen bunların tezgahlarına gelmemek , bunların tezgahlarına düşmüş olanları hatalı olduklarını anlatarak , din denilince akla bu tür sahtekarlar değil Kur'anın gelmesi gerektiğini anlatmaya çalışmak olmalıdır.
Ayrıca "Alim" sıfatına sahip olanların siyasi iktidarlar ile yakınlaşarak , onlardan bir takım menfaatler elde etmeye kalkmaları, bahsini ettiğimiz durumun bir başka versiyonu olarak karşımıza çıkmaktadır. Siyasilerin oy uğruna attığı taklalardan bir tanesi , oy deposu olarak gördükleri şahsiyetlere yanaşarak karşılıklı müdahene içine girmeleridir. Alim sıfatına sahip kişilerin , elçilerin yolunu izleyerek dünyevi menfaat karşılığı hiç bir kişi , kurum veya kuruluş ile yakınlık içine girmeyerek , kendilerini hiç bir yere bağımlı hissetmemeleri gerektiğini ifade etmek istiyoruz.
RABBİMİZ BİZLERİ , DİN SATARAK PARA KAZANANLARIN OLMADIĞI BİR DÜNYADA YAŞAYAN KULLARINDAN KILSIN.
23 Ocak 2016 Cumartesi
Yeni Yetme Resulcüklerin İstismar Ettiği Bazı Ayetler Üzerinde Bir Mülahaza
Son yıllarda Kur'anın daha fazla gündeme gelmesi , bu kitap içindeki bazı kavramların yeniden tartışılmasını da beraberinde getirmiştir. Tartışılmaya açılan bu kavramların içinde , "Resul" ve "Nebi" kavramlarının da olduğu malumdur. Bu kavramların tartışıldığı zemin, daha çok bu sıfatı taşıyan kişilerin Muhammed (a.s) dan sonra da gelip gelmeyeceği hakkında olup , özellikle Ahzab s. 40. ayeti baz alınıp "Resul" ve "Nebi" kavramları birbirinden ayrılarak , "Nebilik bitmiştir ancak Resullük devam etmektedir" şeklinde bir düşünce ortaya atılmaktadır. Bu düşünce ortaya atılırken , Kur'an içindeki bazı ayetlerin delil olarak sunulmakta olduğunu da görmekteyiz.
Bu yazımızda konu ile ilgili olarak ortaya konan ayetlerin , bu düşünceyi destekleyip desteklemediği üzerinde bir çalışmaya yapılmaya çalışılacaktır.
[033.040] Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Ama Allah'ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkiyle bilendir.
Bu ayetin, sure içindeki ve nuzül dönemi bağlamını kurarak okuduğumuzda , surenin ilk ayetlerinde evlatlık konusu ile ilgili ayetleri görmekteyiz. 37. ayete geldiğimizde Allah (c.c) , Muhammed (a.s) üzerinden , "Evlatlık" olarak alınmış çocukların gerçek evlat gibi olmadıklarının, aynı surenin 4. ayetinde beyan edilmiş halini , gerçek hayat içinde pratiğe dökerek bizlere göstermektedir.
Nisa s. 23. ayetinde , evlenilmesi haram olanlar listesine bakıldığında , öz çocukların eşleri ile evlenilmesinin bu listeye dahil olduğu görülmektedir. "Evlatlıkların öz çocuk sayılmadığının pratik olarak gösterilmesi için onların boşamış oldukları eşleri ile evlenilmesi, bu tabunun tamamen yıkılması anlamına gelmektedir. Ahzab s. 37. ayetinde , Muhammed (a.s) ın evlatlığı Zeyd'in boşamış olduğu eşi ile evlendirilmiş olduğunun beyan edilmesi bu tabunun pratik olarak yıkıldığının onun örnekliği ile gösterilmektedir. 38. ve 39. ayetler , Allah (c.c) nin elçi olarak seçtiği bir kimsenin , onun tarafından farz kılınan bir konuda seçiciliği olmadığı , bunun daha önceki elçiler içinde aynı olduğu , onların Allah dışında kimseden korkmadıkları , korkmamaları gerektiği beyan edilmektedir.
Böyle bir bağlam içinde 40. ayete geldiğimizde , 37-38-39. ayetlerin devamı olarak , Muhammed (a.s) ın erkeklerden hiçbirinin Zeyd de dahil olmak üzere kimsenin babası olmadığı hatırlatılarak , ne olduğu bildirilmektedir. Muhammed (a.s) "Son Nebi" vasfına sahip bir elçi olarak o toplumda yaşayan bir kimsedir.
Böyle bir anlam örgüsüne sahip olan ayetlerden alakasız bir delil çıkarılarak, "Nebilerin sonuncusu deniliyor , resullerin sonuncusu denilmiyor , öyle ise resullük demek ki devam ediyor" şeklinde bir düşünce ortaya konulmaktadır. Bu düşünceye sebep olan en büyük etken, gelenekten gelen yanlış bir düşünce olan , "Resul" ile "Nebi" kavramlarının beşer içinden seçilmiş olan elçilerin ortak sıfatı olduğunun dikkate alınmayarak , bu seçilmişlerin bir kısmının "Resul" , bir kısmının "Nebi" oldukları düşüncesidir.
Hal böyle olduğunda , nebilik bitmiş olabilir ama resullük bitmemiştir mantığı doğru gibi görünebilmektedir. Ancak bu kavramları Kur'an merkezli bir düşünce içinde değerlendirdiğimiz zaman , bu düşüncenin pek doğru olmadığı görülecektir.
"Nebi" kelimesi , "Haberci" anlamında olduğuna göre, bu haberin önce bir yerlerden alınmış olmasını gerektirir. Bu haber Allah (c.c) den alınan bir haber olup , bu haber diğer insanlara aktarılması için o kişiye verilmiştir. "Resul" kelimesi o haberi taşıyan getiren kimse için kullanılan bir kelime olduğuna göre , Allah (c.c) tarafından seçilmiş olan insanlar ne sadece nebi , ne sadece resul sıfatına sahip olup iki sıfata sahip olarak "NEBİ RESUL" olan kimselerdir.
Bir kimse , "Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir resulüm" dediği zaman , o kimselere bir haber getirmiş olduğunu söylemektedir. Bu kimseler Allah (c.c) den vahiy alarak yani haber alarak , o haberi bu kimselere getirmektedir. Bu elçilerin aldıkları haber onları önce "Nebi" sıfatına sahip kimseler yapmaktadır.
Dolayısı ile , nebi olmadan yani haber almadan , resul olduğunu iddia etmek mümkün olamayacağına göre , beşer içinde seçilmiş olan elçilerin tümü "Nebi Resul" dür. Bu kimselerden bahsedilirken her yerde "Nebi Resul" olarak bahsedilmemiş olması , bizleri bu konuda yanılgıya düşürebilir. Bu kimseler için bir yerde "Nebi" , diğer bir yerde "Resul" , diğer bir yerde "Nebi Resul" olarak bahsedilmiş olması , bizlere bu kavramların ikisinin birden bir kimsede bulunamayacağı zannına kaptırmamalıdır.
Konuyu kısaca, "Allah (c.c) nin beşer içinde seçmiş oldukları hem Nebi hem de Resul dür" şeklinde özetleyebiliriz.
[003.081-82] Allah nebilerden ahid almıştı: «And olsun ki size Kitap, hikmet verdim; sizde olanı tasdik eden bir resul gelecek, ona mutlaka inanacaksınız ve ona mutlaka yardım edeceksiniz, ikrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi?» demişti. «İkrar ettik» demişlerdi de: «Şahid olun, Ben de sizinle beraber şahidlerdenim» demişti.Bunun ardından yüz çeviren var ya, işte onlar fasık olanlardır.
Nebi ve Resul kelimelerinin klasik bilgilerimizde tarifi kısaca, "Nebi kendisine kitap verilmeyen , Resul ise kendisine kitap verilen kimsedir" şeklindedir. Bu tarifin Kur'an ile sağlamasını yaptığımız zaman , doğru olmadığı görülecektir. Bu yanlışlık , "Kitap" kelimesine verilen anlamdan kaynaklanmaktadır.
Arapça da "Kitap" kelimesi,sadece iki kapak arasına alınmış olan bir şeye değil , ağızdan çıkan kelimelere de verilen bir anlamdır. Bu anlamı dikkate aldığımızda , elçi sıfatına sahip olanların tamamı , kendilerine vahyedilen bilgileri önce ağız yolu ile aktardıkları için bu elçilerin tamamına kitap verilmiş olmaktadır. Vahyedilen bilgilerin iki kapak arasına alınmamış olması elçilere kitap verilmediği anlamına gelmez.
Al-i İmran s. 81. ayetine baktığımız zaman , bu durum net olarak görmekteyiz , "Nebi" olarak bahsedilen kimselere "Kitap ve Hikmet" verildiği beyan edilmiş olması, klasik algıdaki Nebi ve Resul tariflerinin yanlış olduğunun göstergesidir. Bu ayet , Allah (c.c) tarafından gönderilmiş olanların bir sonrakinin , bir öncesini tasdik etmesi anlamında olup, bu elçilerin aynı kaynaktan beslendiği ve görevlerinin aynı olduğunu beyan etmektedir.
[061.006] Meryem oğlu İsa: «Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat'ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmet olacak bir resulü müjdeleyen, Allah'ın size gönderilmiş bir resuluyüm» demişti. Ama o elçi, kendilerine belgelerle geldiği zaman: «Bu, apaçık bir sihirdir» demişlerdi.
[006.020] Kendilerine kitap vermiş olduğumuz kimseler, O'nu kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanır bilirler. O kimseler ki nefislerini hüsrâna uğratmışlardır, işte onlar imân etmezler.
[002.089] Vaktaki Allah katından onlara, kendilerinde olanı tasdik eden Kitap geldi ki onlar bundan önceleri, inkar edenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerdi, bildikleri gelince onu inkar ettiler. Allah'ın laneti, inkar edenlerin üzerine olsun.
[007.157] Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî nebi resule uyanlar (var ya), işte o onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. Ona inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.
Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlere baktığımız zaman , Muhammed (a.s) ın vasıflarının daha önce Tevrat ve İncil de yazdığı ve İsa (a.s) ın böyle bir elçinin geleceğini haber verdiğini , dolayısı ile bu elçinin "Oğullarını tanıdıkları gibi" bilindiğini görmekteyiz. Eğer Muhammed (a.s) dan sonra bir elçi gelecek olsa idi , bu elçinin vasıflarının Kur'anda beyan edilmesi gerekmez miydi ?. Maide s. 3. ayetinde "Bu gün size dininizi tamamladım size din olarak İslamı beğendim" cümlesi, artık bu dinin Allah (c.c) tarafından gönderilmiş bir elçi tarafından tebliğ edilmeyeceği anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
Muhammed (a.s) dan sonra eğer elçi gelecek olsa idi , bu elçinin vasıfları Kur'anda bildirilerek , o elçinin geldiği zaman yaşayanlar bu elçinin hak bir elçi olduğunu bilmeleri kolaylaşabilirdi. Dini duyguları istismar ederek , insanları kandırma yolu , insanlığın en eski aldatma yollarından birisi olarak , Tevbe s. 34-35. ayetlerinde yerini almış olması , bizleri bu konularda daha dikkatli olmaya sevketmelidir.
Muhammed (a.s) sonrası ortaya çıkan bir çok resul müsveddesi kişilerin sadece şarlatanlık ve insanları aldatmak , istismar etmek amacı ile ortaya çıktığını düşündüğümüzde , olayın göründüğü kadar basit bir olay olmadığı ve bu iddia ile ortaya çıkanların bir çoğunun samimi niyetler ile ortaya çıkmadığı anlaşılacaktır.
[007.035] Ey Adem oğulları! Size aranızdan ayetlerimizi okuyan resuller geldiğinde, onların bildirdiklerine karşı gelmekten sakınan ve gidişini düzeltenlere, işte onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
[023.051] «Ey Resuller! Temiz olan şeylerden yeyin; güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyle bilmekteyim.»
Bu ayetler, resullüğün bitmediğini iddia edenler tarafından delil olarak sunulan ayetlerdendir. Bu ayetlerin , resullük müessesesinin kıyamete değin süreceğine dair bir delil teşkil ettiğini söylemek mümkün değildir şöyle ki ; Ahzab s. 40. ayetinde , Nebiliğin son olduğunun beyan edilmesinin , resullüğün de son olması anlamında olduğuna ve konu ile ilgili ayetleri bu ayet çerçevesinde değerlendirmek zorunda olduğumuza göre , artık bundan sonra bir Nebi Resul gelmeyecektir. Dolayısı ile böyle bir durumu çağrıştığını düşündüğümüz ayetleri , çelişkisiz bir kitap olan Kur'anın, Ahzab s. 40. ayetini baz alarak okumak zorundayız.
Yukarıdaki ayetlerden Araf s. 35. ayeti , resullere tabi olanların akıbetini beyan eden bir ayet , Mü'minun s. 51. ayeti ise , gelen tüm resullere yapılan ortak bir vahyden bahsetmektedir. Resuller kendilerine emredilen bilgileri önce kendilerinin hayat safhasına koymaları gerekir ki , diğerlerine örnek olabilsinler.
Kur'anda kıssaları anlatılan elçilere baktığımızda , bu elçilerin kavimlerine Allah (c.c) den aldıkları vahyi tebliğ ettiklerini görmekteyiz. Gelen her elçi "Ben Resulüm" derken , bu resullüğünün belgesi olan delili ortaya koymakta idi. Eğer resullük devam ediyor ise , bugün "Ben Resulüm" diyen birisi aynı delili ortaya koyarak , kendisinin resul olduğuna dair bir belgeyi bizlere göstermek zorundadır.
Böyle bir belgeyi İskender Evrenosoğlu adlı şahıs ortaya koyarak , kendisine Allah (c.c) tarafından vahyedildiğini ve adına "Risalet nurları" adını verdiğini bilmekteyiz. Bu kişinin ortaya koyduğu belgenin ancak Enam s. 93. ve 94. ayetlerinde beyan edilen bir karşılığı olduğunu söylemekten başka verilecek bir cevabımız olamaz.
[006.093] Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendisine bir şey vahyedilmemişken «Bana vahyolundu, Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim» diyenden daha zalim kim olabilir? Bu zalimleri can çekişirlerken melekler ellerini uzatmış, «Canlarınızı verin, bugün Allah'a karşı haksız yere söylediklerinizden, O'nun ayetlerine büyüklük taslamanızdan ötürü alçaltıcı azabla cezalandırılacaksınız» derken bir görsen!Onlara: «And olsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi size verdiklerimizi ardınızda bırakarak bize birer birer geldiniz; içinizde Allah'ın ortakları olduğunu sandığınız şefaatçılarınızı beraber görmüyoruz. And olsun ki aranızdaki bağlar kopmuş, ortak sandıklarınız sizden ayrılmışlardır» denecek.
Resullüğün devam ettiği iddiasında olanların diğer bir kısmı , kendilerine yeni bir kitabın indiğini iddia etmemekle birlikte , "Biz Kur'anın Resulüyüz" gibi absürt bir iddia ile ortaya çıkmaktadırlar. "Kur'an Resullüğü" terimi hatalı bir kullanım ve maksadı aşan bir söylem olup , eğer kişi Kur'anı tebliğ ediyorsa , bu tebliği onun "Mü'min" sıfatının bir gereği olarak yapılabilir.
"Mü'min" sıfatına sahip kişiler , Kur'anı tebliğ ederken , ilgili ayetleri hakkında verdikleri bilgiler , kendilerinin o ayet hakkında sahip oldukları bilgiler çerçevesinde olup , eksik ve hata barındırma ihtimali her zaman için mevcuttur. Hiç bir Mü'min Kur'an hakkında konuştuğu şeylerin hata ve eksik barındırmadığını iddia edemez , bunun tersi bir iddia Allah adına konuşmak anlamına gelir ki böyle bir konuşmaya, "Resul" sıfatına sahip olanlardan başkası yetkili değildir.
"Kur'an Resullüğü" iddiası , kendisini böyle bir vasfa layık gören kişinin söylediklerinin Allah (c.c) adına konuştuğu anlamına gelir. Kur'an Resulü olduğunu iddia eden biri "Ben Allah (c.c) adına konuşmuyorum" dese bile , "Resullük" kurumunun böyle bir yetkisi ve görevi olduğu için bu yetkiyi kişi kendisinde görüyor anlamına gelecektir. Kısacası böyle bir resullük iddiası , iddia sahiplerinin Kur'anın resullük konusunda söylemiş olduklarından habersiz olduklarının bir göstergesidir.
Sonuç olarak ; Farklı Kur'an algıları sonucunda tartışmaya açılan "Resul" ve "Nebi" kavramları , Allah (c.c) nin insanlar içinden seçtikleri çerçevesinde düşünüldüğü zaman , etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Nebi olmadan Resul olunamayacağı konusunu iyi kavrayan bir kimse için, bu kavramların anlaşılmasında herhangi bir sorun kalmayacaktır. Geleneğin veya başka saiklerin tarifi ile bu kavramların farklı kişiler için kullanılmış olduğu düşüncesi , bizleri resullüğü kendinden menkul çakma resullerin piyasada gezdiği bir ortama düşürmüştür.
"Ben Resulüm" diyen birisinin , bu resullüğünün belgesini getirmek zorunda olduğunu tekrar hatırlattıktan sonra , eğer böyle bir belgesi yok iken bu iddiayı ortaya atıyor ise , veya biraz daha uyanık bir kimse ise " Evet benim belgem var" diyerek Evrenosoğlu gibi kendisine indiğini iddia ettiği bir kitabım var diyor ise , bu kimselerin derhal tıbbi müşahede altına alınmasından başka bir yol yoktur.
"Ben Kur'anın Resulüyüm" diyen ise maksadı aşan bir iddiada bulunduğu için , bu sözleri cehalet eseri söylenmiş bir söz olarak , onun acilen Kur'anın ön yargısız bir kafa ile yeniden okumasını tavsiye etmekten başka bir sözümüz olamaz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu yazımızda konu ile ilgili olarak ortaya konan ayetlerin , bu düşünceyi destekleyip desteklemediği üzerinde bir çalışmaya yapılmaya çalışılacaktır.
[033.040] Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Ama Allah'ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkiyle bilendir.
Bu ayetin, sure içindeki ve nuzül dönemi bağlamını kurarak okuduğumuzda , surenin ilk ayetlerinde evlatlık konusu ile ilgili ayetleri görmekteyiz. 37. ayete geldiğimizde Allah (c.c) , Muhammed (a.s) üzerinden , "Evlatlık" olarak alınmış çocukların gerçek evlat gibi olmadıklarının, aynı surenin 4. ayetinde beyan edilmiş halini , gerçek hayat içinde pratiğe dökerek bizlere göstermektedir.
Nisa s. 23. ayetinde , evlenilmesi haram olanlar listesine bakıldığında , öz çocukların eşleri ile evlenilmesinin bu listeye dahil olduğu görülmektedir. "Evlatlıkların öz çocuk sayılmadığının pratik olarak gösterilmesi için onların boşamış oldukları eşleri ile evlenilmesi, bu tabunun tamamen yıkılması anlamına gelmektedir. Ahzab s. 37. ayetinde , Muhammed (a.s) ın evlatlığı Zeyd'in boşamış olduğu eşi ile evlendirilmiş olduğunun beyan edilmesi bu tabunun pratik olarak yıkıldığının onun örnekliği ile gösterilmektedir. 38. ve 39. ayetler , Allah (c.c) nin elçi olarak seçtiği bir kimsenin , onun tarafından farz kılınan bir konuda seçiciliği olmadığı , bunun daha önceki elçiler içinde aynı olduğu , onların Allah dışında kimseden korkmadıkları , korkmamaları gerektiği beyan edilmektedir.
Böyle bir bağlam içinde 40. ayete geldiğimizde , 37-38-39. ayetlerin devamı olarak , Muhammed (a.s) ın erkeklerden hiçbirinin Zeyd de dahil olmak üzere kimsenin babası olmadığı hatırlatılarak , ne olduğu bildirilmektedir. Muhammed (a.s) "Son Nebi" vasfına sahip bir elçi olarak o toplumda yaşayan bir kimsedir.
Böyle bir anlam örgüsüne sahip olan ayetlerden alakasız bir delil çıkarılarak, "Nebilerin sonuncusu deniliyor , resullerin sonuncusu denilmiyor , öyle ise resullük demek ki devam ediyor" şeklinde bir düşünce ortaya konulmaktadır. Bu düşünceye sebep olan en büyük etken, gelenekten gelen yanlış bir düşünce olan , "Resul" ile "Nebi" kavramlarının beşer içinden seçilmiş olan elçilerin ortak sıfatı olduğunun dikkate alınmayarak , bu seçilmişlerin bir kısmının "Resul" , bir kısmının "Nebi" oldukları düşüncesidir.
Hal böyle olduğunda , nebilik bitmiş olabilir ama resullük bitmemiştir mantığı doğru gibi görünebilmektedir. Ancak bu kavramları Kur'an merkezli bir düşünce içinde değerlendirdiğimiz zaman , bu düşüncenin pek doğru olmadığı görülecektir.
"Nebi" kelimesi , "Haberci" anlamında olduğuna göre, bu haberin önce bir yerlerden alınmış olmasını gerektirir. Bu haber Allah (c.c) den alınan bir haber olup , bu haber diğer insanlara aktarılması için o kişiye verilmiştir. "Resul" kelimesi o haberi taşıyan getiren kimse için kullanılan bir kelime olduğuna göre , Allah (c.c) tarafından seçilmiş olan insanlar ne sadece nebi , ne sadece resul sıfatına sahip olup iki sıfata sahip olarak "NEBİ RESUL" olan kimselerdir.
Bir kimse , "Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir resulüm" dediği zaman , o kimselere bir haber getirmiş olduğunu söylemektedir. Bu kimseler Allah (c.c) den vahiy alarak yani haber alarak , o haberi bu kimselere getirmektedir. Bu elçilerin aldıkları haber onları önce "Nebi" sıfatına sahip kimseler yapmaktadır.
Dolayısı ile , nebi olmadan yani haber almadan , resul olduğunu iddia etmek mümkün olamayacağına göre , beşer içinde seçilmiş olan elçilerin tümü "Nebi Resul" dür. Bu kimselerden bahsedilirken her yerde "Nebi Resul" olarak bahsedilmemiş olması , bizleri bu konuda yanılgıya düşürebilir. Bu kimseler için bir yerde "Nebi" , diğer bir yerde "Resul" , diğer bir yerde "Nebi Resul" olarak bahsedilmiş olması , bizlere bu kavramların ikisinin birden bir kimsede bulunamayacağı zannına kaptırmamalıdır.
Konuyu kısaca, "Allah (c.c) nin beşer içinde seçmiş oldukları hem Nebi hem de Resul dür" şeklinde özetleyebiliriz.
[003.081-82] Allah nebilerden ahid almıştı: «And olsun ki size Kitap, hikmet verdim; sizde olanı tasdik eden bir resul gelecek, ona mutlaka inanacaksınız ve ona mutlaka yardım edeceksiniz, ikrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi?» demişti. «İkrar ettik» demişlerdi de: «Şahid olun, Ben de sizinle beraber şahidlerdenim» demişti.Bunun ardından yüz çeviren var ya, işte onlar fasık olanlardır.
Nebi ve Resul kelimelerinin klasik bilgilerimizde tarifi kısaca, "Nebi kendisine kitap verilmeyen , Resul ise kendisine kitap verilen kimsedir" şeklindedir. Bu tarifin Kur'an ile sağlamasını yaptığımız zaman , doğru olmadığı görülecektir. Bu yanlışlık , "Kitap" kelimesine verilen anlamdan kaynaklanmaktadır.
Arapça da "Kitap" kelimesi,sadece iki kapak arasına alınmış olan bir şeye değil , ağızdan çıkan kelimelere de verilen bir anlamdır. Bu anlamı dikkate aldığımızda , elçi sıfatına sahip olanların tamamı , kendilerine vahyedilen bilgileri önce ağız yolu ile aktardıkları için bu elçilerin tamamına kitap verilmiş olmaktadır. Vahyedilen bilgilerin iki kapak arasına alınmamış olması elçilere kitap verilmediği anlamına gelmez.
Al-i İmran s. 81. ayetine baktığımız zaman , bu durum net olarak görmekteyiz , "Nebi" olarak bahsedilen kimselere "Kitap ve Hikmet" verildiği beyan edilmiş olması, klasik algıdaki Nebi ve Resul tariflerinin yanlış olduğunun göstergesidir. Bu ayet , Allah (c.c) tarafından gönderilmiş olanların bir sonrakinin , bir öncesini tasdik etmesi anlamında olup, bu elçilerin aynı kaynaktan beslendiği ve görevlerinin aynı olduğunu beyan etmektedir.
[061.006] Meryem oğlu İsa: «Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat'ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmet olacak bir resulü müjdeleyen, Allah'ın size gönderilmiş bir resuluyüm» demişti. Ama o elçi, kendilerine belgelerle geldiği zaman: «Bu, apaçık bir sihirdir» demişlerdi.
[006.020] Kendilerine kitap vermiş olduğumuz kimseler, O'nu kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanır bilirler. O kimseler ki nefislerini hüsrâna uğratmışlardır, işte onlar imân etmezler.
[002.089] Vaktaki Allah katından onlara, kendilerinde olanı tasdik eden Kitap geldi ki onlar bundan önceleri, inkar edenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerdi, bildikleri gelince onu inkar ettiler. Allah'ın laneti, inkar edenlerin üzerine olsun.
[007.157] Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî nebi resule uyanlar (var ya), işte o onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. Ona inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.
Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlere baktığımız zaman , Muhammed (a.s) ın vasıflarının daha önce Tevrat ve İncil de yazdığı ve İsa (a.s) ın böyle bir elçinin geleceğini haber verdiğini , dolayısı ile bu elçinin "Oğullarını tanıdıkları gibi" bilindiğini görmekteyiz. Eğer Muhammed (a.s) dan sonra bir elçi gelecek olsa idi , bu elçinin vasıflarının Kur'anda beyan edilmesi gerekmez miydi ?. Maide s. 3. ayetinde "Bu gün size dininizi tamamladım size din olarak İslamı beğendim" cümlesi, artık bu dinin Allah (c.c) tarafından gönderilmiş bir elçi tarafından tebliğ edilmeyeceği anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
Muhammed (a.s) dan sonra eğer elçi gelecek olsa idi , bu elçinin vasıfları Kur'anda bildirilerek , o elçinin geldiği zaman yaşayanlar bu elçinin hak bir elçi olduğunu bilmeleri kolaylaşabilirdi. Dini duyguları istismar ederek , insanları kandırma yolu , insanlığın en eski aldatma yollarından birisi olarak , Tevbe s. 34-35. ayetlerinde yerini almış olması , bizleri bu konularda daha dikkatli olmaya sevketmelidir.
Muhammed (a.s) sonrası ortaya çıkan bir çok resul müsveddesi kişilerin sadece şarlatanlık ve insanları aldatmak , istismar etmek amacı ile ortaya çıktığını düşündüğümüzde , olayın göründüğü kadar basit bir olay olmadığı ve bu iddia ile ortaya çıkanların bir çoğunun samimi niyetler ile ortaya çıkmadığı anlaşılacaktır.
[007.035] Ey Adem oğulları! Size aranızdan ayetlerimizi okuyan resuller geldiğinde, onların bildirdiklerine karşı gelmekten sakınan ve gidişini düzeltenlere, işte onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
[023.051] «Ey Resuller! Temiz olan şeylerden yeyin; güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyle bilmekteyim.»
Bu ayetler, resullüğün bitmediğini iddia edenler tarafından delil olarak sunulan ayetlerdendir. Bu ayetlerin , resullük müessesesinin kıyamete değin süreceğine dair bir delil teşkil ettiğini söylemek mümkün değildir şöyle ki ; Ahzab s. 40. ayetinde , Nebiliğin son olduğunun beyan edilmesinin , resullüğün de son olması anlamında olduğuna ve konu ile ilgili ayetleri bu ayet çerçevesinde değerlendirmek zorunda olduğumuza göre , artık bundan sonra bir Nebi Resul gelmeyecektir. Dolayısı ile böyle bir durumu çağrıştığını düşündüğümüz ayetleri , çelişkisiz bir kitap olan Kur'anın, Ahzab s. 40. ayetini baz alarak okumak zorundayız.
Yukarıdaki ayetlerden Araf s. 35. ayeti , resullere tabi olanların akıbetini beyan eden bir ayet , Mü'minun s. 51. ayeti ise , gelen tüm resullere yapılan ortak bir vahyden bahsetmektedir. Resuller kendilerine emredilen bilgileri önce kendilerinin hayat safhasına koymaları gerekir ki , diğerlerine örnek olabilsinler.
Kur'anda kıssaları anlatılan elçilere baktığımızda , bu elçilerin kavimlerine Allah (c.c) den aldıkları vahyi tebliğ ettiklerini görmekteyiz. Gelen her elçi "Ben Resulüm" derken , bu resullüğünün belgesi olan delili ortaya koymakta idi. Eğer resullük devam ediyor ise , bugün "Ben Resulüm" diyen birisi aynı delili ortaya koyarak , kendisinin resul olduğuna dair bir belgeyi bizlere göstermek zorundadır.
Böyle bir belgeyi İskender Evrenosoğlu adlı şahıs ortaya koyarak , kendisine Allah (c.c) tarafından vahyedildiğini ve adına "Risalet nurları" adını verdiğini bilmekteyiz. Bu kişinin ortaya koyduğu belgenin ancak Enam s. 93. ve 94. ayetlerinde beyan edilen bir karşılığı olduğunu söylemekten başka verilecek bir cevabımız olamaz.
[006.093] Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendisine bir şey vahyedilmemişken «Bana vahyolundu, Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim» diyenden daha zalim kim olabilir? Bu zalimleri can çekişirlerken melekler ellerini uzatmış, «Canlarınızı verin, bugün Allah'a karşı haksız yere söylediklerinizden, O'nun ayetlerine büyüklük taslamanızdan ötürü alçaltıcı azabla cezalandırılacaksınız» derken bir görsen!Onlara: «And olsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi size verdiklerimizi ardınızda bırakarak bize birer birer geldiniz; içinizde Allah'ın ortakları olduğunu sandığınız şefaatçılarınızı beraber görmüyoruz. And olsun ki aranızdaki bağlar kopmuş, ortak sandıklarınız sizden ayrılmışlardır» denecek.
Resullüğün devam ettiği iddiasında olanların diğer bir kısmı , kendilerine yeni bir kitabın indiğini iddia etmemekle birlikte , "Biz Kur'anın Resulüyüz" gibi absürt bir iddia ile ortaya çıkmaktadırlar. "Kur'an Resullüğü" terimi hatalı bir kullanım ve maksadı aşan bir söylem olup , eğer kişi Kur'anı tebliğ ediyorsa , bu tebliği onun "Mü'min" sıfatının bir gereği olarak yapılabilir.
"Mü'min" sıfatına sahip kişiler , Kur'anı tebliğ ederken , ilgili ayetleri hakkında verdikleri bilgiler , kendilerinin o ayet hakkında sahip oldukları bilgiler çerçevesinde olup , eksik ve hata barındırma ihtimali her zaman için mevcuttur. Hiç bir Mü'min Kur'an hakkında konuştuğu şeylerin hata ve eksik barındırmadığını iddia edemez , bunun tersi bir iddia Allah adına konuşmak anlamına gelir ki böyle bir konuşmaya, "Resul" sıfatına sahip olanlardan başkası yetkili değildir.
"Kur'an Resullüğü" iddiası , kendisini böyle bir vasfa layık gören kişinin söylediklerinin Allah (c.c) adına konuştuğu anlamına gelir. Kur'an Resulü olduğunu iddia eden biri "Ben Allah (c.c) adına konuşmuyorum" dese bile , "Resullük" kurumunun böyle bir yetkisi ve görevi olduğu için bu yetkiyi kişi kendisinde görüyor anlamına gelecektir. Kısacası böyle bir resullük iddiası , iddia sahiplerinin Kur'anın resullük konusunda söylemiş olduklarından habersiz olduklarının bir göstergesidir.
Sonuç olarak ; Farklı Kur'an algıları sonucunda tartışmaya açılan "Resul" ve "Nebi" kavramları , Allah (c.c) nin insanlar içinden seçtikleri çerçevesinde düşünüldüğü zaman , etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Nebi olmadan Resul olunamayacağı konusunu iyi kavrayan bir kimse için, bu kavramların anlaşılmasında herhangi bir sorun kalmayacaktır. Geleneğin veya başka saiklerin tarifi ile bu kavramların farklı kişiler için kullanılmış olduğu düşüncesi , bizleri resullüğü kendinden menkul çakma resullerin piyasada gezdiği bir ortama düşürmüştür.
"Ben Resulüm" diyen birisinin , bu resullüğünün belgesini getirmek zorunda olduğunu tekrar hatırlattıktan sonra , eğer böyle bir belgesi yok iken bu iddiayı ortaya atıyor ise , veya biraz daha uyanık bir kimse ise " Evet benim belgem var" diyerek Evrenosoğlu gibi kendisine indiğini iddia ettiği bir kitabım var diyor ise , bu kimselerin derhal tıbbi müşahede altına alınmasından başka bir yol yoktur.
"Ben Kur'anın Resulüyüm" diyen ise maksadı aşan bir iddiada bulunduğu için , bu sözleri cehalet eseri söylenmiş bir söz olarak , onun acilen Kur'anın ön yargısız bir kafa ile yeniden okumasını tavsiye etmekten başka bir sözümüz olamaz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
19 Ocak 2016 Salı
ARAF s. 46. Ayeti : Araf Üzerindeki Adamlar Kim ?
Kur'anın herhangi bir konu ile ilgili bilgi verirken kullandığı metotlardan birisi, olayı görsel bir hale sokarak anlatmasıdır. Bizler bu yol ile anlatılan ayetler üzerinden verilmek istenilen mesajı okumaya çalışarak , hisse almaya yönelik okumalar gerçekleştirmek gereğini çoğu zaman unutarak , yapılan anlatımın içinde kalan bir okuma yaparak , verilmek istenilen mesajı çoğu zaman ıskalayabiliyoruz.
Yazımıza başlık olarak aldığımız ayetin , böyle bir okumaya tabi tutularak verilmek istenilen mesajı okumaya yönelik olmaktan çok , o ayet içinde bahsedilen kişilerin kim olduklarına dair yapılan tartışmaların yoğunlaştığı bir okuma yöntemi ile anlaşılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Biz bu ayeti, "Bize dönük nasıl bir mesaj içermektedir?" sorusunun cevabına yönelik bir okuma yapmaya çalışacağız.
Konumuz olan ayetin , Araf s. 35. ve 53. ayetler arasındaki bir bağlam dahilinde okunması gerektiğini düşünmekteyiz.
[007.035] Ey Âdem oğulları! Size kendi içinizden âyetlerimi anlatacak resuller gelir de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır ve ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
[007.036] Ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara gelince, işte onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.
Bu ayette , Allah (c.c) bizlere bütün elçileri ile yaptığı ortak bir çağrıyı hatırlatmaktadır , ne var ki bu ayet farklı bir bakış açısı üzerinden okunarak , resullerin devam edip etmediği noktasındaki tartışmalara kurban edilmeye çalışılmaktadır. Konumuz resullüğün devam edip etmemesi olmadığı için bu konuya burada değinmeyeceğiz.
[007.037] Allah'a karşı yalan uyduran veya ayetlerini yalan sayandan daha zalim kimdir? Kitap'daki payları kendilerine erişecek olanlar onlardır. Elçilerimiz canlarını almak üzere geldiklerinde onlara, «Allah'tan başka taptıklarınız nerede?» deyince, «Bizi koyup kaçtılar» derler, böylece inkarcı olduklarına kendi aleyhlerine şahidlik ederler.
Allah (c.c) , Ademoğullarına göndermiş olduğu elçilerini ve onlarla birlikte göndermiş olduğu ayetleri inkara dayalı bir hayat sürenleri "Zalim" olarak niteleyerek , bunların akıbetlerinin "Kitap" ta yani "Levhi Mahfuz" olarak ta bildiğimiz Allah (c.c) nin ilminde belirlenmiş olduğunu , ve bu belirlenen hükme göre onlara yer ayrılacağını beyan etmektedir. Zalimlerin can vermeleri anında artık elleri kolları bağlanır bir hale düşerek ölüme teslim oldukları yine görsel bir anlatım tarzı ile anlatılmaktadır.
[007.038] (Allah onlara) «Sizden önce geçmiş cin ve insan topluluklarıyla beraber cehennem ateşine girin!» dedi. Cehenneme giren her ümmet kendi kardeşine lanet etti. Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında dediler ki: «Rabbimiz ! İşte şunlar bizi doğru yoldan saptırdı. Onlara cehennem ateşinden kat kat azab ver». Allah dedi ki: «Herkesin azabı kat kattır, fakat siz bilemezsiniz».
[007.039] Öncekiler sonrakilere, «Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktu, kazandığınıza karşılık azabı tadın» derler.
Cehennem ehlinin birbirlerini yemelerini tasvir eden bu ayetlerin benzerlerini, başka surelerde de görmekteyiz.
[007.040] Doğrusu ayetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz; deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete de giremezler. Suçluları böyle cezalandırırız.
[007.041]Onlar için cehennemden bir yatak ve üstlerine de örtüler vardır. Zalimleri böyle cezalandırırız.
"Gök kapılarının açılmaması", inkar edenlerin Allah (c.c) tarafından bir rahmete erişemeyeceklerini ifade eden bir deyimdir. Deve veya halat'ın iğne deliğinden geçmesinin imkansız olduğundan hareketle , bu kişilerin cennete girebilmeleri , deve veya halat eğer iğne deliğinden geçerse onlar da o zaman cennete girebilir denilmektedir , yani bizdeki deyimler ile örnekleyecek olursak , "Kırmızı kar yağarsa" veya "Çıkmaz ayın son çarşambası" gibi.
[007.042] İman edenler ve iyi amellerde bulunanlar - ki biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz işte onlar cennet ehlidir ve orada ebedî olarak kalacaklardır.
[007.043] Onların içlerinde kin namına ne varsa hepsini söküp atmışızdır, altlarından ırmaklar akar. Onlar: «Hamdolsun bizi buna eriştiren Allah'a. O, bize doğru yolu göstermeseydi, bizim kendiliğimizden bunun yolunu bulmamız mümkün değildi. Gerçekten Rabbimizin resulleri bize gerçeği getirdiler!» demektedirler. Onlara: «İşte bu gördüğünüz, yaptığınız iyi işler karşılığında mirasçısı olduğunuz cennettir.» diye seslenilmektedir.
35. ayete dönecek olursak , elçi ve kitaplar ile gelen hakikatı kabul eden bir hayat sürenlerin , ahiretteki karşılıklarının ebedi cennetler olduğu bildirilmektedir. 35. ve 43.ayetler arasını özetleyecek olursak , elçi ve kitaplar ile gelen hakikate uygun bir hayat sürmeyenler ile sürenlerin alacakları karşılıklar bu ayetlerde bildirilmektedir.
[007.044] Cennet ehli cehennem ehline: Biz Rabbimizin bize vadettiğini gerçek bulduk, siz de Rabbinizin size vadettiğini gerçek buldunuz mu? diye seslenir. «Evet!» derler. Ve aralarından bir çağrıcı, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun! diye bağırır.
[007.045] Onlar, Allah yolundan alıkoyan ve onu eğip bükmek isteyen zalimlerdir. Onlar ahireti de inkâr edenlerdir.
Ayetleri ilk okuyuşta , Cennet ve Cehennem ehlinin birbirleri ile olan konuşmalarının nasıl gerçekleştiği düşünülebilir. Ayetler , sanki iki komşunun birbiri ile olan konuşması gibi bir çağrışım yapmaktadır. Biz konuşmanın nasıllığına değil , o konuşmanın içeriğine odaklanan bir bakış açısı ile ayetlere baktığımızda , bu konuşmanın nasıl gerçekleştiği sorusu önemini kaybedecektir.
Bizler bu konuşmalardan , Allah (c.c) nin elçiler ve kitaplar aracılığı ile bize olan dünya hayatımızda yaptıklarımızın karşılığının Cennet veya Cehennem olarak karşılık görecek olmamız vaadinin, her iki taraf ehlinin konuşturulması üzerinden gerçek olduğunun beyan edilerek , daha hayatta olan bizler ,yani Cennet veya Cehennem adayları için , bu vaadin yalan olmadığı gösterilmektedir.
[007.046] İki taraf (cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A'râf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak cennet ehline: «Selâm size!» diye seslenirler.
[007.047] Gözleri cehennemlikler yönüne çevrilince: «Rabbimiz! Bizi zalimlerle beraber bulundurma» derler.
Yazımızın ana konusunu teşkil eden bu ayette Cennet ve Cehennem ehlinin arasındaki engel üzerinde bir takım adamlardan bahsedilerek , bunların daha cennete giremeyen fakat oraya girmeyi uman insanlar olduğu ve bunların cennet ehline seslendiklerini görmekteyiz.
Tefsirlere baktığımızda , bu adamların kim olduklarına dair uzunca malumatların olduğunu görmekteyiz. Bu malumatların hepsinin ortak yönünün , anlatım içinde kalarak ayeti anlamaya yönelik yorumlar olduğunu söyleyebiliriz. Biz bu yorumlara sebep olan bakış açısından farklı bir bakış açısı sergileyerek , bu adamların kim olduklarından ziyade sözlerini dikkate alan bir okumaya yapmaya çalışacağız. Kim oldukları üzerinde yorum yapmak gerekirse , bu yorumumuz da bizi ilgilendiren bir bakış açısı olacaktır.
Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki ; Kur'anın gaybi alem ve varlıklar için kullandığı dil "Teşbihi Dil" yani benzetme dilidir. Gaybi alana dahil olan bilgiler, bizim zihni kapasitemizin algılayamayacağı bir konuma sahip olduğu için , bu bilgiler bizim yaşadığımız hayat içinde sahip olduğumuz bilgilere benzetilerek anlatılır. Bu ayet ile ilgili anlatımın, benzetme kullanılarak yapılmış bir üslubu olduğunu söyleyebiliriz.
Bu benzetmeyi daha iyi anlamak için önce , konumuz olan ayetler ile bağlantısı olduğunu düşündüğümüz Hadid s. 12. ve 15. ayetler arasını okumak gerektiğini düşünmekteyiz.
[057.012] O gün mümin erkeklerle, mümin kadınları önlerinden ve sağ taraflarından nurları koşarken göreceksin: «Bu gün müjdeniz altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. İçlerinde ebedi olarak kalacaksınız.» (denir). İşte büyük kurtuluş budur!
[057.013] Münafık erkeklerle münafık kadınların, müminlere: Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım, diyeceği günde kendilerine: Arkanıza dönün de bir ışık arayın! denilir. Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapılı bir sur çekilir.
[057.014] Münafıklar onlara: Biz sizinle beraber değil miydik? diye seslenirler. (Müminler de) derler ki: Evet ama, siz kendi başınızı belaya soktunuz; fırsat beklediniz; şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. O çok aldatan (şeytan) sizi, Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah'ın emri gelip çattı!
[057.015] Bugün sizden ve inkar edenlerden fidye kabul edilmez; varacağınız yer ateştir, layığınız orasıdır; ne kötü bir dönüştür!
Yukarıdaki ayetlere baktığımızda Cennet ve Cehennem için , nuzül dönemi insanının bilgileri dahilinde olan "Kale" şeklinde bir benzetme kullanıldığını görmekteyiz. İman edenlerin ebedi kalacakları yerin adı olan "Cennet" , "Kale" olarak bilinen , ve duvarlar ile çevrilerek dışarıdan gelecek olan herhangi bir tehlike için sığınılacak bir yer ve insanların rağbet ettiği korunaklı bir mekan olarak dünyada bilinen bir yapıya benzetilmiştir.
"Cehennem" ise , bu kalenin dışarısı için kullanılmış olup , kalenin dışında kalmanın , her türlü tehlikeye açık bir durum teşkil etmesi açısından , insanların rağbet etmeyeceği bir alan olarak bilinmesinden yola çıkılarak , kimsenin kalmak istemediği bu alana benzetilmiştir.
"Araf" kelimesi anlam olarak , yüksek mekanlara verilen isim olan "Urf" kelimesinin çoğuludur.
Bu yüksek mekanı, kalenin düşmanları gözlemek için yapılmış olan yüksek kısımları ile ilişkilendirdiğimiz zaman , Araf s. 46. ayetinde anlatılan konu biraz daha aydınlanacaktır. Bu adamlar yüksek bir yerde olup kalenin içindekileri yani "Cennet Ehli" ni , kalenin dışında kalanları yani "Cehennem Ehli" ni görmektedirler. Bize burada lazım olan taraf, bu adamların konuşmalarından çıkarılacak olan bize düşen hisse olmalıdır.
[007.048] A'raf ehli yüzlerinden tanıdıkları kişilere seslenerek şöyle derler: «NE TOPLULUĞUNUZ , NE DE BÜYÜKLÜK TASLAMANIZ, size hiç bir yarar sağlamadı».
Araf ehlinin , kalenin dışında yani Cehennemde kalanlara söyledikleri söz dikkat çekicidir. Bu sözlerin bir benzerini yine Kur'anın diğer ayetlerinde görmekteyiz.Kendilerine verilmiş olan servet ve çokluk ile övünerek Allah'a isyan etmenin bedelinin Cehennem olacağını vaat eden ayetlerde, bu tiplerin akıbeti hatırlatılmaktadır.
[003.010] İnkar edenlerin malları ve çocukları, Allah'a karşı onlara bir şey sağlamaz. İşte onlar ateşin yakıtlarıdır.
[003.116] İnkar eden kimselerin malları ve çocukları, Allah'tan yana, onlara bir fayda vermeyecektir. İşte onlar cehennemliklerdir, onlar orada temellidirler.
[058.017] Malları ve çocukları, onlara, Allah katında bir fayda sağlamaz. Onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.
[060.003] Yakınlarınız ve çocuklarınız size kıyamet gününde bir fayda veremezler. Allah onlarla sizi ayırır. Allah işlediklerinizi görendir.
[063.009] Ey inananlar! Sizi, mallarınız ve çocuklarınız Allah'ı anmaktan alıkoymasın; böyle olanlar hüsrana uğrayanlardır.
Bu ve benzeri bir çok ayet , inkar edenlerin yapmış olduklarına karşılık onlara cehennemi vaat etmektedir. Araf ehlinin sözleri işte bu vaadin gerçek olduğunun bir ifadesi ve inkarcıların inkarlarının sonucu olarak aldıkları karşılığı göstermektedir.
[007.049] Allah'ın, kendilerini hiçbir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?» «Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz» .
İnkar edenlerdeki gurur ve kibir onlarda, iman etmiş olanlara karşı aşağılamayı beraberinde getirmekteydi.
[006.052-53] Sabah akşam, Rabblerinin rızasını isteyerek O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ki onları kovarak zulmedenlerden olasın.Böylece, «Aramızdan Allah bunlara mı iyilikte bulundu?» demeleri için onları birbiriyle denedik. Allah şükredenleri iyi bilen değil midir?
[038.008] «Zikir (Kur'an), içimizden ona mı indirildi?» (dediler).Hayır, onlar benim zikrimden bir kuşku içindedirler. Hayır, onlar henüz benim azabımı tatmamışlardır.
[011.027] Kavminden, ileri gelen inkarcılar: «Biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine biz sizi yalancılar sanıyoruz» dedi.
Araf ehlinin bu hitabı , dünya hayatında iman edenlere karşı aşağılayıcı bir tavır takınarak onları hor ve hakir görenlerin görecekleri karşılığı bizlere göstermektedir. Aynı ayet içindeki "Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz" ifadesinin , Araf ehli tarafından, cennet ehline söylendiği yönünde görüşler olup, bazı meallerin bu görüşler doğrultusunda parantezler açılarak yapıldığını görmekteyiz. Bu görüşe katılmadığımızı baştan söyleyerek gerekçemizi şu şekilde ifade etmeye çalışalım ;
Araf ehlinin bahsettiği kişiler zaten cennete girmiş olup ,"Cennet ehli" olarak nitelenmektedir. Bunlara yeniden "Girin cennete" demenin pek mantığı yoktur. O zaman bu hitap cennete henüz girmemiş olanlara yapılan bir hitap olmalıdır. 46. ayete geri dönecek olursak , o ayette "Araf ehli" olarak bahsedilenlerin henüz cennete girmediğini fakat umduğunu görmekteyiz. 49. ayette hazfedilmiş bir ibare olup , bu ibare araf ehline yapılmış bir hitaptır. Yani "Girin cennete" ifadesi araf ehline hitaben yapılmış , fakat bu hitabın onlara yapılmış olduğunu haber veren ibare hazf edilmiştir. Bu ayete takdir edilecek olan ibare "Araf ehline şöyle seslenilir" şeklinde olmalıdır.
[007.049] Allah'ın, kendilerini hiçbir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?» (Araf ehline şöyle seslenilir) «Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz» .
[007.050] Cehennem ehli, cennet ehline: Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bize verin! diye seslenirler. Onlar da: Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır, derler.
Bu ayet sanki cennet ve cehennem ehlinin birbirleri ile komşu oldukları gibi bir izlenim uyandırmaktadır. Ancak diğer ayetlerdeki cennet ve cehennem ehlinin yediklerinden bahsedilmesini dikkate aldığımızda , cehennem ehline yiyecek olarak verilenlerin ne kadar iğrenç oldukları , cennet ehline verilen yiyeceklerin ne kadar güzel ve tatlı oldukları görüldüğünde , onların bu istekleri anlaşılacaktır.
[056.051-55]Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar!Doğrusu bir zakkum ağacından yiyeceksiniz.Karınlarınızı onunla dolduracaksınız;Sonra onun üzerine kaynar sudan içicilersiniz. Artık kendisine bir hastalık arız olmuş devenin içişi gibi içicilersiniz.
[038.056] Cehenneme girerler; ne kötü bir konaktır! İşte kaynar su ve irin; tatsınlar onu.
[056.016-21] Üstlerinde karşılıklı olarak dayanıp-yaslanmışlardır. Hiç ölmeyecek genç hizmetçiler aralarında dolaşır, Kaynağından doldurulmuş, testiler, ibrikler ve kadehlerle.Ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir. Beğendikleri meyvalar,Canlarının çektiği kuş etleri,
Araf s. 50. ayetini , aynı surenin 32. ayetinin sonuç ayeti olarak nitelemek mümkündür.
[007.032] De ki: «Allah'ın kulları için yarattığı zineti ve temiz hoş rızıkları kim haram etmiş?» De ki: «Onlar, KIYAMET GÜNÜNDE SADECE KENDİLERİNE HAS OLMAK ÜZERE, dünya hayatında iman edenler içindir.» İşte bu şekilde ayetleri, ilim sahibi olanlar için ayrıntılarıyla açıklıyoruz.
32. ayette , Allah (c.c) nin kulları için yarattığı temiz rızıkların , kıyamet gününde sadece iman edenlere verileceği , bunun tersi olarak iman etmeyenlere ise bu temiz rızıkların onlara haram edileceği 50. ayette , cehennem ehlinin yalvarmalarından öğrenilmektedir.
Dünya hayatında iken hor ve hakir gördükleri insanlardan bir yudum su dilenmek , bir insanın düşebileceği en kötü durumlardan birisidir. Dünya hayatını yaşarken ellerinde her türlü serveti tutanların , etrafında dönün hizmetçiler onlara su götürebilmek için yarışırken , kıyamet gününde bir bardak suya muhtaç kalmak gurur ve kibrin, kişileri ne hale düşürdüğünü anlatması bakımından ibretli bir görüntüdür.
[007.051] O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler de dünya hayatı onları aldattı. Onlar, bu günleri ile karşılaşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi biz de bugün onları unuturuz.
51. ayet onların bu hale düşmelerine neden olan durumu ifade etmektedir. Allah (c.c) nin dinini ciddiye almayarak, onu alay konusu edinenlerin kıyamet günü düşecekleri zavallı durum böyle haber verilmektedir. Allah (c.c) nin unutması gibi bir eksiklik mümkün olmadığına göre, burada bahsedilen unutma ifadesi , kafirlerin Allah'ın rahmetinden uzak bir hayat yaşamasını ifade etmektedir.
[007.052] Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik.
Halbuki onlara yol gösterici ve rahmet olan kitaplar elçiler aracılığı ile gelmiş idi , fakat onlar bu kitaplara iman ederek , hayatlarını bu kitapların çerçevesinde yönlendirmeyi tercih etmeyip , başka kitaplar çerçevesinde hayatlarını yönlendirerek bu karşılığa hak kazandılar . Kitabın ilim üzere açıklanması , bu kelimenin zıddı olan cehalet kelimesini düşündüğümüzde anlaşılacaktır. Allah (c.c) nin kitap içinde bizlere beyan ettiği bilgilerin tamamı , insanın fıtri yapısına uygun olup , bunların hayata geçirilmesi neticesinde kişilerin dünya ve ahiret hayatları kurtulacaktır.
[007.053] Onlar, onun te'vilinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vilinin geldiği gün; daha önce onu unutmuş olanlar derler ki: Gerçekten Rabbımızın elçileri, bize hakkı getirmiştir. Şimdi bize şefaat edecek var mı ki; şefaat etsin. Yahut geriye çevrilir miyiz ki, yapmış olduğumuzdan başkasını yapalım? Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır. Ve uydurageldikleri şeyler, kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur.
Şimdiye kadar inkarcıların kıyamet günü düşecekleri durumu haber veren ayetler , geri dönüş yaparak dünya hayatını yaşayan inkarcılara dönmekte ve iman etmek için illaki vaat edilen haberin gerçekleşmesini beklememelerini haber vermektedir. Çünkü vaat edilen gün geldiği zaman yapılan iman artık fayda etmeyecektir.
"Müşriklerin sünneti" olarak ifade edebileceğimiz , son anda iman etmek durumu kişiden kabul edilmeyen bir imandır. Firavunun boğulacağı anda yapmış olduğu iman , kendisinden kabul edilmeyerek , kafir olarak can vermiştir. Yine bir çok ayet , müşriklerin helak anında imana döndüğünü beyan ederek , bu imanın bir faydası olmadığı , yol yakın iken dönmenin daha karlı olduğu bildirilmektedir.
[021.012-14] Onlar bizim baskınımızı hissettiklerinde, oradan kaçmağa koyuluyorlardı.Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz! Vay bizlere: bizler cidden zalimler idik dediler
[040.084-85]Onlar bizim dayanılmaz-azabımızı gördükleri zaman, dediler ki: «Bir olan Allah'a iman ettik ve O'na şirk koşmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik.» Fakat şiddetli azabımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı. Allah'ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan yasası budur. İşte o zaman kafirler ziyana uğramışlardır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin kullarına olan cennet ve cehennem vaadinin hak olduğu , kıyamet gününden sahneler ile bizlere anlatılmakta, bu anlatımlar yapılırken teşbihi anlatım üslubu kullanılarak , insanların dünya hayatlarında sahip olduğu bilgiler kullanılmaktadır.
Tarihte kullanılan , "Kale" adındaki yapılar insanlara güvenli bir hayat sunması bakımından, geçmiştekilerin sıkça kullandıkları yapılardır. İşte bu yapılar üzerinden bir benzetme yapılarak , cennet adlı mekan kalenin içi , cehennem adlı mekan ise kalenin dışı, olarak tasvir edilmektedir. Kale teşbihine uygun olarak kalelerin en yüksek yerlerinde her iki tarafı gören insanların dilinden , biz dünyada yaşayan ve halen cennet veya cehenneme aday olan insanlara canlı örnekler sunulmaktadır.
Bizler çoğunlukla bu tür teşbihi anlatımlardaki mesajlara değil , anlatımlardaki aktörlere takılı kalmış bir okuma üzerinde gittiğimiz için maalesef çoğu zaman özü kaçıran yorumlarla vakit geçirmekteyiz. Araf ehlini kıyamet gününden şu ana taşıyarak, onlar üzerinden bize verilmek istenilen mesajı okumakta mümkündür.
"Araf ehli bir bakıma dünya hayatında olan , kitap ve elçi ile tanışmış olan herkestir" , diye bir tarif getirmek sanırım yanlış olmayacaktır. Çünkü bizler kitap ile muhatap olmuş insanlar olarak cenneti ve cehennemi gören ve onlardan birisine gitmeye aday bir duruma sahibiz. Aklı selim sahibi herkes , kendisine gösterilen biri iyi olan , diğeri kötü olan seçeneklerin , kötü olanını asla seçmez. Araf ehli olarak bahsedilen kişilerin kendileri için iyi olanı seçen aklı selim sahibi kişilere örnek olarak okumak ta mümkündür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yazımıza başlık olarak aldığımız ayetin , böyle bir okumaya tabi tutularak verilmek istenilen mesajı okumaya yönelik olmaktan çok , o ayet içinde bahsedilen kişilerin kim olduklarına dair yapılan tartışmaların yoğunlaştığı bir okuma yöntemi ile anlaşılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Biz bu ayeti, "Bize dönük nasıl bir mesaj içermektedir?" sorusunun cevabına yönelik bir okuma yapmaya çalışacağız.
Konumuz olan ayetin , Araf s. 35. ve 53. ayetler arasındaki bir bağlam dahilinde okunması gerektiğini düşünmekteyiz.
[007.035] Ey Âdem oğulları! Size kendi içinizden âyetlerimi anlatacak resuller gelir de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır ve ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
[007.036] Ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara gelince, işte onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.
Bu ayette , Allah (c.c) bizlere bütün elçileri ile yaptığı ortak bir çağrıyı hatırlatmaktadır , ne var ki bu ayet farklı bir bakış açısı üzerinden okunarak , resullerin devam edip etmediği noktasındaki tartışmalara kurban edilmeye çalışılmaktadır. Konumuz resullüğün devam edip etmemesi olmadığı için bu konuya burada değinmeyeceğiz.
[007.037] Allah'a karşı yalan uyduran veya ayetlerini yalan sayandan daha zalim kimdir? Kitap'daki payları kendilerine erişecek olanlar onlardır. Elçilerimiz canlarını almak üzere geldiklerinde onlara, «Allah'tan başka taptıklarınız nerede?» deyince, «Bizi koyup kaçtılar» derler, böylece inkarcı olduklarına kendi aleyhlerine şahidlik ederler.
Allah (c.c) , Ademoğullarına göndermiş olduğu elçilerini ve onlarla birlikte göndermiş olduğu ayetleri inkara dayalı bir hayat sürenleri "Zalim" olarak niteleyerek , bunların akıbetlerinin "Kitap" ta yani "Levhi Mahfuz" olarak ta bildiğimiz Allah (c.c) nin ilminde belirlenmiş olduğunu , ve bu belirlenen hükme göre onlara yer ayrılacağını beyan etmektedir. Zalimlerin can vermeleri anında artık elleri kolları bağlanır bir hale düşerek ölüme teslim oldukları yine görsel bir anlatım tarzı ile anlatılmaktadır.
[007.038] (Allah onlara) «Sizden önce geçmiş cin ve insan topluluklarıyla beraber cehennem ateşine girin!» dedi. Cehenneme giren her ümmet kendi kardeşine lanet etti. Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında dediler ki: «Rabbimiz ! İşte şunlar bizi doğru yoldan saptırdı. Onlara cehennem ateşinden kat kat azab ver». Allah dedi ki: «Herkesin azabı kat kattır, fakat siz bilemezsiniz».
[007.039] Öncekiler sonrakilere, «Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktu, kazandığınıza karşılık azabı tadın» derler.
Cehennem ehlinin birbirlerini yemelerini tasvir eden bu ayetlerin benzerlerini, başka surelerde de görmekteyiz.
[007.040] Doğrusu ayetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz; deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete de giremezler. Suçluları böyle cezalandırırız.
[007.041]Onlar için cehennemden bir yatak ve üstlerine de örtüler vardır. Zalimleri böyle cezalandırırız.
"Gök kapılarının açılmaması", inkar edenlerin Allah (c.c) tarafından bir rahmete erişemeyeceklerini ifade eden bir deyimdir. Deve veya halat'ın iğne deliğinden geçmesinin imkansız olduğundan hareketle , bu kişilerin cennete girebilmeleri , deve veya halat eğer iğne deliğinden geçerse onlar da o zaman cennete girebilir denilmektedir , yani bizdeki deyimler ile örnekleyecek olursak , "Kırmızı kar yağarsa" veya "Çıkmaz ayın son çarşambası" gibi.
[007.042] İman edenler ve iyi amellerde bulunanlar - ki biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz işte onlar cennet ehlidir ve orada ebedî olarak kalacaklardır.
[007.043] Onların içlerinde kin namına ne varsa hepsini söküp atmışızdır, altlarından ırmaklar akar. Onlar: «Hamdolsun bizi buna eriştiren Allah'a. O, bize doğru yolu göstermeseydi, bizim kendiliğimizden bunun yolunu bulmamız mümkün değildi. Gerçekten Rabbimizin resulleri bize gerçeği getirdiler!» demektedirler. Onlara: «İşte bu gördüğünüz, yaptığınız iyi işler karşılığında mirasçısı olduğunuz cennettir.» diye seslenilmektedir.
35. ayete dönecek olursak , elçi ve kitaplar ile gelen hakikatı kabul eden bir hayat sürenlerin , ahiretteki karşılıklarının ebedi cennetler olduğu bildirilmektedir. 35. ve 43.ayetler arasını özetleyecek olursak , elçi ve kitaplar ile gelen hakikate uygun bir hayat sürmeyenler ile sürenlerin alacakları karşılıklar bu ayetlerde bildirilmektedir.
[007.044] Cennet ehli cehennem ehline: Biz Rabbimizin bize vadettiğini gerçek bulduk, siz de Rabbinizin size vadettiğini gerçek buldunuz mu? diye seslenir. «Evet!» derler. Ve aralarından bir çağrıcı, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun! diye bağırır.
[007.045] Onlar, Allah yolundan alıkoyan ve onu eğip bükmek isteyen zalimlerdir. Onlar ahireti de inkâr edenlerdir.
Ayetleri ilk okuyuşta , Cennet ve Cehennem ehlinin birbirleri ile olan konuşmalarının nasıl gerçekleştiği düşünülebilir. Ayetler , sanki iki komşunun birbiri ile olan konuşması gibi bir çağrışım yapmaktadır. Biz konuşmanın nasıllığına değil , o konuşmanın içeriğine odaklanan bir bakış açısı ile ayetlere baktığımızda , bu konuşmanın nasıl gerçekleştiği sorusu önemini kaybedecektir.
Bizler bu konuşmalardan , Allah (c.c) nin elçiler ve kitaplar aracılığı ile bize olan dünya hayatımızda yaptıklarımızın karşılığının Cennet veya Cehennem olarak karşılık görecek olmamız vaadinin, her iki taraf ehlinin konuşturulması üzerinden gerçek olduğunun beyan edilerek , daha hayatta olan bizler ,yani Cennet veya Cehennem adayları için , bu vaadin yalan olmadığı gösterilmektedir.
[007.046] İki taraf (cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A'râf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak cennet ehline: «Selâm size!» diye seslenirler.
[007.047] Gözleri cehennemlikler yönüne çevrilince: «Rabbimiz! Bizi zalimlerle beraber bulundurma» derler.
Yazımızın ana konusunu teşkil eden bu ayette Cennet ve Cehennem ehlinin arasındaki engel üzerinde bir takım adamlardan bahsedilerek , bunların daha cennete giremeyen fakat oraya girmeyi uman insanlar olduğu ve bunların cennet ehline seslendiklerini görmekteyiz.
Tefsirlere baktığımızda , bu adamların kim olduklarına dair uzunca malumatların olduğunu görmekteyiz. Bu malumatların hepsinin ortak yönünün , anlatım içinde kalarak ayeti anlamaya yönelik yorumlar olduğunu söyleyebiliriz. Biz bu yorumlara sebep olan bakış açısından farklı bir bakış açısı sergileyerek , bu adamların kim olduklarından ziyade sözlerini dikkate alan bir okumaya yapmaya çalışacağız. Kim oldukları üzerinde yorum yapmak gerekirse , bu yorumumuz da bizi ilgilendiren bir bakış açısı olacaktır.
Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki ; Kur'anın gaybi alem ve varlıklar için kullandığı dil "Teşbihi Dil" yani benzetme dilidir. Gaybi alana dahil olan bilgiler, bizim zihni kapasitemizin algılayamayacağı bir konuma sahip olduğu için , bu bilgiler bizim yaşadığımız hayat içinde sahip olduğumuz bilgilere benzetilerek anlatılır. Bu ayet ile ilgili anlatımın, benzetme kullanılarak yapılmış bir üslubu olduğunu söyleyebiliriz.
Bu benzetmeyi daha iyi anlamak için önce , konumuz olan ayetler ile bağlantısı olduğunu düşündüğümüz Hadid s. 12. ve 15. ayetler arasını okumak gerektiğini düşünmekteyiz.
[057.012] O gün mümin erkeklerle, mümin kadınları önlerinden ve sağ taraflarından nurları koşarken göreceksin: «Bu gün müjdeniz altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. İçlerinde ebedi olarak kalacaksınız.» (denir). İşte büyük kurtuluş budur!
[057.013] Münafık erkeklerle münafık kadınların, müminlere: Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım, diyeceği günde kendilerine: Arkanıza dönün de bir ışık arayın! denilir. Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapılı bir sur çekilir.
[057.014] Münafıklar onlara: Biz sizinle beraber değil miydik? diye seslenirler. (Müminler de) derler ki: Evet ama, siz kendi başınızı belaya soktunuz; fırsat beklediniz; şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. O çok aldatan (şeytan) sizi, Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah'ın emri gelip çattı!
[057.015] Bugün sizden ve inkar edenlerden fidye kabul edilmez; varacağınız yer ateştir, layığınız orasıdır; ne kötü bir dönüştür!
Yukarıdaki ayetlere baktığımızda Cennet ve Cehennem için , nuzül dönemi insanının bilgileri dahilinde olan "Kale" şeklinde bir benzetme kullanıldığını görmekteyiz. İman edenlerin ebedi kalacakları yerin adı olan "Cennet" , "Kale" olarak bilinen , ve duvarlar ile çevrilerek dışarıdan gelecek olan herhangi bir tehlike için sığınılacak bir yer ve insanların rağbet ettiği korunaklı bir mekan olarak dünyada bilinen bir yapıya benzetilmiştir.
"Cehennem" ise , bu kalenin dışarısı için kullanılmış olup , kalenin dışında kalmanın , her türlü tehlikeye açık bir durum teşkil etmesi açısından , insanların rağbet etmeyeceği bir alan olarak bilinmesinden yola çıkılarak , kimsenin kalmak istemediği bu alana benzetilmiştir.
"Araf" kelimesi anlam olarak , yüksek mekanlara verilen isim olan "Urf" kelimesinin çoğuludur.
Bu yüksek mekanı, kalenin düşmanları gözlemek için yapılmış olan yüksek kısımları ile ilişkilendirdiğimiz zaman , Araf s. 46. ayetinde anlatılan konu biraz daha aydınlanacaktır. Bu adamlar yüksek bir yerde olup kalenin içindekileri yani "Cennet Ehli" ni , kalenin dışında kalanları yani "Cehennem Ehli" ni görmektedirler. Bize burada lazım olan taraf, bu adamların konuşmalarından çıkarılacak olan bize düşen hisse olmalıdır.
[007.048] A'raf ehli yüzlerinden tanıdıkları kişilere seslenerek şöyle derler: «NE TOPLULUĞUNUZ , NE DE BÜYÜKLÜK TASLAMANIZ, size hiç bir yarar sağlamadı».
Araf ehlinin , kalenin dışında yani Cehennemde kalanlara söyledikleri söz dikkat çekicidir. Bu sözlerin bir benzerini yine Kur'anın diğer ayetlerinde görmekteyiz.Kendilerine verilmiş olan servet ve çokluk ile övünerek Allah'a isyan etmenin bedelinin Cehennem olacağını vaat eden ayetlerde, bu tiplerin akıbeti hatırlatılmaktadır.
[003.010] İnkar edenlerin malları ve çocukları, Allah'a karşı onlara bir şey sağlamaz. İşte onlar ateşin yakıtlarıdır.
[003.116] İnkar eden kimselerin malları ve çocukları, Allah'tan yana, onlara bir fayda vermeyecektir. İşte onlar cehennemliklerdir, onlar orada temellidirler.
[058.017] Malları ve çocukları, onlara, Allah katında bir fayda sağlamaz. Onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.
[060.003] Yakınlarınız ve çocuklarınız size kıyamet gününde bir fayda veremezler. Allah onlarla sizi ayırır. Allah işlediklerinizi görendir.
[063.009] Ey inananlar! Sizi, mallarınız ve çocuklarınız Allah'ı anmaktan alıkoymasın; böyle olanlar hüsrana uğrayanlardır.
Bu ve benzeri bir çok ayet , inkar edenlerin yapmış olduklarına karşılık onlara cehennemi vaat etmektedir. Araf ehlinin sözleri işte bu vaadin gerçek olduğunun bir ifadesi ve inkarcıların inkarlarının sonucu olarak aldıkları karşılığı göstermektedir.
[007.049] Allah'ın, kendilerini hiçbir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?» «Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz» .
İnkar edenlerdeki gurur ve kibir onlarda, iman etmiş olanlara karşı aşağılamayı beraberinde getirmekteydi.
[006.052-53] Sabah akşam, Rabblerinin rızasını isteyerek O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ki onları kovarak zulmedenlerden olasın.Böylece, «Aramızdan Allah bunlara mı iyilikte bulundu?» demeleri için onları birbiriyle denedik. Allah şükredenleri iyi bilen değil midir?
[038.008] «Zikir (Kur'an), içimizden ona mı indirildi?» (dediler).Hayır, onlar benim zikrimden bir kuşku içindedirler. Hayır, onlar henüz benim azabımı tatmamışlardır.
[011.027] Kavminden, ileri gelen inkarcılar: «Biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine biz sizi yalancılar sanıyoruz» dedi.
Araf ehlinin bu hitabı , dünya hayatında iman edenlere karşı aşağılayıcı bir tavır takınarak onları hor ve hakir görenlerin görecekleri karşılığı bizlere göstermektedir. Aynı ayet içindeki "Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz" ifadesinin , Araf ehli tarafından, cennet ehline söylendiği yönünde görüşler olup, bazı meallerin bu görüşler doğrultusunda parantezler açılarak yapıldığını görmekteyiz. Bu görüşe katılmadığımızı baştan söyleyerek gerekçemizi şu şekilde ifade etmeye çalışalım ;
Araf ehlinin bahsettiği kişiler zaten cennete girmiş olup ,"Cennet ehli" olarak nitelenmektedir. Bunlara yeniden "Girin cennete" demenin pek mantığı yoktur. O zaman bu hitap cennete henüz girmemiş olanlara yapılan bir hitap olmalıdır. 46. ayete geri dönecek olursak , o ayette "Araf ehli" olarak bahsedilenlerin henüz cennete girmediğini fakat umduğunu görmekteyiz. 49. ayette hazfedilmiş bir ibare olup , bu ibare araf ehline yapılmış bir hitaptır. Yani "Girin cennete" ifadesi araf ehline hitaben yapılmış , fakat bu hitabın onlara yapılmış olduğunu haber veren ibare hazf edilmiştir. Bu ayete takdir edilecek olan ibare "Araf ehline şöyle seslenilir" şeklinde olmalıdır.
[007.049] Allah'ın, kendilerini hiçbir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?» (Araf ehline şöyle seslenilir) «Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz» .
[007.050] Cehennem ehli, cennet ehline: Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bize verin! diye seslenirler. Onlar da: Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır, derler.
Bu ayet sanki cennet ve cehennem ehlinin birbirleri ile komşu oldukları gibi bir izlenim uyandırmaktadır. Ancak diğer ayetlerdeki cennet ve cehennem ehlinin yediklerinden bahsedilmesini dikkate aldığımızda , cehennem ehline yiyecek olarak verilenlerin ne kadar iğrenç oldukları , cennet ehline verilen yiyeceklerin ne kadar güzel ve tatlı oldukları görüldüğünde , onların bu istekleri anlaşılacaktır.
[056.051-55]Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar!Doğrusu bir zakkum ağacından yiyeceksiniz.Karınlarınızı onunla dolduracaksınız;Sonra onun üzerine kaynar sudan içicilersiniz. Artık kendisine bir hastalık arız olmuş devenin içişi gibi içicilersiniz.
[038.056] Cehenneme girerler; ne kötü bir konaktır! İşte kaynar su ve irin; tatsınlar onu.
[056.016-21] Üstlerinde karşılıklı olarak dayanıp-yaslanmışlardır. Hiç ölmeyecek genç hizmetçiler aralarında dolaşır, Kaynağından doldurulmuş, testiler, ibrikler ve kadehlerle.Ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir. Beğendikleri meyvalar,Canlarının çektiği kuş etleri,
Araf s. 50. ayetini , aynı surenin 32. ayetinin sonuç ayeti olarak nitelemek mümkündür.
[007.032] De ki: «Allah'ın kulları için yarattığı zineti ve temiz hoş rızıkları kim haram etmiş?» De ki: «Onlar, KIYAMET GÜNÜNDE SADECE KENDİLERİNE HAS OLMAK ÜZERE, dünya hayatında iman edenler içindir.» İşte bu şekilde ayetleri, ilim sahibi olanlar için ayrıntılarıyla açıklıyoruz.
32. ayette , Allah (c.c) nin kulları için yarattığı temiz rızıkların , kıyamet gününde sadece iman edenlere verileceği , bunun tersi olarak iman etmeyenlere ise bu temiz rızıkların onlara haram edileceği 50. ayette , cehennem ehlinin yalvarmalarından öğrenilmektedir.
Dünya hayatında iken hor ve hakir gördükleri insanlardan bir yudum su dilenmek , bir insanın düşebileceği en kötü durumlardan birisidir. Dünya hayatını yaşarken ellerinde her türlü serveti tutanların , etrafında dönün hizmetçiler onlara su götürebilmek için yarışırken , kıyamet gününde bir bardak suya muhtaç kalmak gurur ve kibrin, kişileri ne hale düşürdüğünü anlatması bakımından ibretli bir görüntüdür.
[007.051] O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler de dünya hayatı onları aldattı. Onlar, bu günleri ile karşılaşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi biz de bugün onları unuturuz.
51. ayet onların bu hale düşmelerine neden olan durumu ifade etmektedir. Allah (c.c) nin dinini ciddiye almayarak, onu alay konusu edinenlerin kıyamet günü düşecekleri zavallı durum böyle haber verilmektedir. Allah (c.c) nin unutması gibi bir eksiklik mümkün olmadığına göre, burada bahsedilen unutma ifadesi , kafirlerin Allah'ın rahmetinden uzak bir hayat yaşamasını ifade etmektedir.
[007.052] Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik.
Halbuki onlara yol gösterici ve rahmet olan kitaplar elçiler aracılığı ile gelmiş idi , fakat onlar bu kitaplara iman ederek , hayatlarını bu kitapların çerçevesinde yönlendirmeyi tercih etmeyip , başka kitaplar çerçevesinde hayatlarını yönlendirerek bu karşılığa hak kazandılar . Kitabın ilim üzere açıklanması , bu kelimenin zıddı olan cehalet kelimesini düşündüğümüzde anlaşılacaktır. Allah (c.c) nin kitap içinde bizlere beyan ettiği bilgilerin tamamı , insanın fıtri yapısına uygun olup , bunların hayata geçirilmesi neticesinde kişilerin dünya ve ahiret hayatları kurtulacaktır.
[007.053] Onlar, onun te'vilinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vilinin geldiği gün; daha önce onu unutmuş olanlar derler ki: Gerçekten Rabbımızın elçileri, bize hakkı getirmiştir. Şimdi bize şefaat edecek var mı ki; şefaat etsin. Yahut geriye çevrilir miyiz ki, yapmış olduğumuzdan başkasını yapalım? Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır. Ve uydurageldikleri şeyler, kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur.
Şimdiye kadar inkarcıların kıyamet günü düşecekleri durumu haber veren ayetler , geri dönüş yaparak dünya hayatını yaşayan inkarcılara dönmekte ve iman etmek için illaki vaat edilen haberin gerçekleşmesini beklememelerini haber vermektedir. Çünkü vaat edilen gün geldiği zaman yapılan iman artık fayda etmeyecektir.
"Müşriklerin sünneti" olarak ifade edebileceğimiz , son anda iman etmek durumu kişiden kabul edilmeyen bir imandır. Firavunun boğulacağı anda yapmış olduğu iman , kendisinden kabul edilmeyerek , kafir olarak can vermiştir. Yine bir çok ayet , müşriklerin helak anında imana döndüğünü beyan ederek , bu imanın bir faydası olmadığı , yol yakın iken dönmenin daha karlı olduğu bildirilmektedir.
[021.012-14] Onlar bizim baskınımızı hissettiklerinde, oradan kaçmağa koyuluyorlardı.Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz! Vay bizlere: bizler cidden zalimler idik dediler
[040.084-85]Onlar bizim dayanılmaz-azabımızı gördükleri zaman, dediler ki: «Bir olan Allah'a iman ettik ve O'na şirk koşmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik.» Fakat şiddetli azabımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı. Allah'ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan yasası budur. İşte o zaman kafirler ziyana uğramışlardır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin kullarına olan cennet ve cehennem vaadinin hak olduğu , kıyamet gününden sahneler ile bizlere anlatılmakta, bu anlatımlar yapılırken teşbihi anlatım üslubu kullanılarak , insanların dünya hayatlarında sahip olduğu bilgiler kullanılmaktadır.
Tarihte kullanılan , "Kale" adındaki yapılar insanlara güvenli bir hayat sunması bakımından, geçmiştekilerin sıkça kullandıkları yapılardır. İşte bu yapılar üzerinden bir benzetme yapılarak , cennet adlı mekan kalenin içi , cehennem adlı mekan ise kalenin dışı, olarak tasvir edilmektedir. Kale teşbihine uygun olarak kalelerin en yüksek yerlerinde her iki tarafı gören insanların dilinden , biz dünyada yaşayan ve halen cennet veya cehenneme aday olan insanlara canlı örnekler sunulmaktadır.
Bizler çoğunlukla bu tür teşbihi anlatımlardaki mesajlara değil , anlatımlardaki aktörlere takılı kalmış bir okuma üzerinde gittiğimiz için maalesef çoğu zaman özü kaçıran yorumlarla vakit geçirmekteyiz. Araf ehlini kıyamet gününden şu ana taşıyarak, onlar üzerinden bize verilmek istenilen mesajı okumakta mümkündür.
"Araf ehli bir bakıma dünya hayatında olan , kitap ve elçi ile tanışmış olan herkestir" , diye bir tarif getirmek sanırım yanlış olmayacaktır. Çünkü bizler kitap ile muhatap olmuş insanlar olarak cenneti ve cehennemi gören ve onlardan birisine gitmeye aday bir duruma sahibiz. Aklı selim sahibi herkes , kendisine gösterilen biri iyi olan , diğeri kötü olan seçeneklerin , kötü olanını asla seçmez. Araf ehli olarak bahsedilen kişilerin kendileri için iyi olanı seçen aklı selim sahibi kişilere örnek olarak okumak ta mümkündür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
18 Ocak 2016 Pazartesi
BAKARA s.153. Ayeti: SABIR ve SALAT İle Nasıl Yardım İstenir?
İnsanlar için hidayet yani yol gösterici olan Kur'an, başı dara düşen insanın bu darlıktan kurtulması için nasıl bir yol izlemesi gerektiğini de beyan etmektedir. Kur'anın hayata dair sözü olduğu bilincinden uzak olarak yapılan okumalar sonucunda , bu yol göstericilik çerçevesinde beyan edilen ayetler ya gözden kaçırılmış , ya da ayetler içindeki kavramlar farklı yönlere çekilerek içi boşaltılmış bir hale dönüştürülmüştür.
Bakara s. 153. ve onun gibi sabır ile salatı emreden ayetler , sözünü ettiğimiz hataya kurban gitmiş ve başı dara düşene her konuda yol gösteren ayetler olarak, hayat içinde yerini bulmasını beklemektedir.
[002.153] Ey İnananlar! Sabır ve salatla yardım isteyin. Allah, muhakkak ki sabredenlerle beraberdir.
[002.045] Bir de sabırla, salatla yardım isteyin. Şüphesiz bu, (Allah'a) saygılı olanlardan başkasına ağır gelir.
Bu ayet içinde geçen "Salat" kelimesinin bir çok mealde "Namaz" olarak çevrilmesi ,kelimenin anlamının daraltılmasına sebep olduğunu düşünmekteyiz. Namaz , salat kavramının içinde bir cüz olmasına rağmen, bu kelimenin namaz olarak çevrilmesinin , verilmek istenen mesajın eksik ve yanlış anlaşılmasına sebep olduğunu düşünüyoruz.
Yazımızın konusu , "Salat" kelimesinin anlamının namaz olduğunu veya olmadığını ispatlamak değil , bu kelimenin ifade ettiği anlam örgüsünün , filolojik tartışmaları geride bırakan ve daha geniş bir anlama sahip olduğunu ifade etmeye çalışmak olacaktır. Bizler maalesef kur'an kelimelerini sadece onların ifade ettiği sözlük anlamları etrafında okumaya çalışıp , bu kelimelerin anlam derinliğini göz ardı eden, mekanik ve hayat safhasında karşılığı olmayan okumalar yaparak , Kur'an okumalarını entellektüel bir faaliyet olmaktan öteye geçirmeyen çalışmalar yapmaktayız.
"Kur'anda en fazla yer tutan kelimelerden birisi olan "Salat" kelimesini , konumuz olan ayet çerçevesinde düşündüğümüzde , anlam daralmasına uğratılmış ve modernist okumalar yolu ile bu kelimenin ifade ettiği anlamın, Kur'an bütünlüğüne uygun bir anlam arayışına gidilmediğini, yapılan tartışmaların bu kelimenin anlam alanının kendi iddiamız doğrultusunda olduğunu ,veya karşı tarafın iddiasının doğrultusunda olmadığı ispatlamaya yönelik çalışmalar olduğunu söyleyebiliriz.
Kur'an okumalarında yapılan hatalardan bir tanesi , herhangi bir kelimenin anlamı etrafında bir düşünce sergileyerek , bu kelimenin ayet , sure , Kur'an ve yaşanan hayat bütünlüğü ile alakasını kurmadan okumak olduğunu söyleyebiliriz. "Salat" kelimesi ve türevleri, bu türden okumaların yoğunlaştığı bir kelime olarak karşımızda durmaktadır.
Kur'anın yaşanan hayata dair sözleri olan , yaşanan hayatları geçmiş hayatlardan örnekler vererek düzenleyen, bir kitap olduğunu, içindeki örneklerin entellektüel tartışmalara kurban edilemeyecek kadar hayat ile ilgili olduğunu "Salat" kelimesinin Kur'an içinde geçişleri sayesinde anlamaktayız.
Konumuz olan ayetin hayat içinde ağırlıklı olarak pratize edilme şekli , başımıza gelen herhangi bir zorluğa karşı Allah (c.c) den namaz kılarak yardım istemek ile gerçekleşmektedir. İlmihal kitaplarının veya insanları sadece mistik duygularla uyutarak onların sırtından para kazanmayı amaçlayan T.V hocalarının anlattıkları din de, en alakasız konuların halli için , kaynağı hurafe olan namaz isimleri belirlenerek cahil halk aldatılmaktadır.
Bu namazları kılarak isteğinin yerine gelmesini bekleyen cahil halk kesimi , isteğinin gerçekleşmediğini görünce, suçu kendisinde değil Allah (c.c) de arayarak bu sefer büsbütün dinden uzaklaşmaktadır. Halbuki Kur'anı doğru olarak okumuş olsalar veya Kur'anı doğru okuyanlar tarafında öğrenerek sıkıntıların nasıl bir yolla giderilebileceğini yaşanmış örnekler yolu ile öğrenseler , hem sahtekarların iplikleri pazara çıkmış , hem de isyan içine düşmemiş olacaklardı.
Konumuz olan ayet içinde geçen iki kavramın ,hayat içinde nasıl pratize edilmesi gerektiği , bu iki kavramı daha önce hayatlarına pratize edenlerin örnekleri okunarak anlaşılmaya çalışılacaktır.
"Sabır" , " Nefsin aklın ve şeriatın gerektirdiği şekilde tutulması" anlamında bir kelimedir.
Kur'anın bir çok ayeti Muhammed (a.s) a karşısına çıkan zorluklara sabretmesi gerektiği şeklinde emri kapsamaktadır. Muhammed (a.s) ın karşısındaki zorluklara sabretmesi, elini kolunu bağlayarak oturmak şeklinde gerçekleşmemiştir. Onun sabrı, içinde bulunduğu durumu değerlendirerek ona göre strateji takip etmek şeklinde gerçekleşmiştir.
Yine bir çok ayet , iman edenlerin vasıflarını sıralarken , bu vasıflardan birisinin onların başlarına gelenlere sabrettikleri ve birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri olarak belirtilmiştir. iman edenlerin bu sabrı , oturup beklemekle değil , iman etmenin gereği olan görevlerini yerine getirirken, yolda başlarına gelen olaylara karşı gerektiği şekilde tavır almak şeklinde olması gerekmektedir.
Kur'an içinde en çok zikri geçen elçilerden birisi olan Musa (a.s) kıssasında onun Firavun ile yıllar süren mücadele sonunda İsrailoğullarını zulümden kurtarıp denizin karşı kıyısına geçtiğini görmekteyiz. Bu süreçte Musa (a.s) İsrailoğullarına sabrı ve salatı emrederek, bunun etrafında bir mücadele ile Firavun zulmüne karşı koymuşlar ve neticede başarıya ulaşmışlardır. Araf s. 128 ve Yunus s. 87. ayeti , İsrailoğullarının mücadele stratejisini belirten ayetlerdir.
Musa (a.s) ve İsrailoğulları tarafından ,"Sabır ve Salat ile yardım istenilmesi gerektiğini beyan eden ayetlerin hayata pratize edilmesi , onların Firavun soykırımından kurtulmak , onun yıllar süren zulmüne karşı ayakta kalmak , onu ve ordusunu alt etmek için gerekli olan hazırlıkları yapmak şeklinde gerçekleşmiştir. Bu yapılanlar yıllar süren bir zaman aralığına yayılan bir direniş olup , Kur'an bu direnişi iki kelime ile yani "SABIR" ve "SALAT" kelimeleri ile özetlemiştir.
Kur'an uzun cümleler ile anlatılabilecek sözleri , kelimeler ile ifade eden bir usluba sahip olan kitaptır. İsrailoğullarının yıllar süren mücadelesini harfi harfine anlatacak olsa, sadece o kısım ciltler dolusu hacme sahip olacaktır. Ancak yıllar süren mücadeleyi Yunus s. 87. ayetinde "Sabır - Salat- Kıble" kelimeleri ile özetleyerek başarıya giden yolu göstermiştir.
Bizler başarıya giden yolun nasıl bir mücadele seyri izlediğini , bu kelimelerin ifade ettiği anlamlar üzerinden Kur'an geneline bakarak okuyabilir ve bu örnekten yola çıkarak başımıza gelen bütün sıkıntıları aşmanın nasıl bir yol ile mümkün olacağını öğrenebiliriz. Çünkü bu kelimelerin ifade ettiği anlamlar, hayat içinde pratize edilmesi ile anlamını bulmakta olup, mekanik hayattan kopuk Kur'an çalışmaları ile yapılan tartışmalar sonucunda anlamlarına ulaşılamaz.
Örneğin ; Hasta olduğumuz takdirde yapılacak olan şey , bu hastalıktan kurtulmak için namaz kılmak veya herhangi kitabın önerdiği duaları tekrarlamak değil , Allah (c.c) nin kevni ayetlerine müracaat etmek olmalıdır. Kitap içindeki herhangi bir ayet veya surenin , baş veya diş ağrısı , mide bulantısı , kanser v.s hastalıklar için okunmuş olması , hastaya hiç bir şekilde şifa vermeyecektir. Kur'an bedeni hastalıkların şifası için değil , şirk hastalığının şifası için reçeteler ihtiva etmektedir.
Hastalıklar için Allah (c.c) nin yarattığı kevni ayetlere müracaat ederek bu ayetlerin gösterdiği yolda tedavi usulleri kullanmak, "Sabır ve Salat" ile yardım istemek anlamına gelecek ve kişiler zaman içinde sağlığına kavuşacaklardır.
Örneğin ; Ticari hayatında bazı nedenlerden ötürü borçlu duruma düşmüş olan kimse , bu borçlarını ödeyebilmek için gece gündüz namaz kılsa bu borçlar asla ödenmez , veya herhangi bir kimsenin kitabında yazan "Borç ödeme duası" gibi duaları sabah akşam tekrar etse, gökten para yağarak bu borçları ödenmesi mümkün değildir. Bu borçların ödenmesi, ticari hayatın gereği olan şartları yani evrensel ticaret yasalarını yerine getirerek mümkün olacaktır.
Borçlu duruma düşen birisinin , bu borçtan kurtulmak için gerekli olan şartları yerine getirmesi , onun "Sabır ve Salat" ile yardım istemesi anlamına gelecek ve zaman içinde borçlarından kurtulacaktır.
Örneğin ; Dünya yüzünde yaşayan biz Müslümanların bugünkü zelil halimizden kurtulması , gece gündüz namaz kılmak veya zalimlere beddua seansları ile değil , bu zalimlerden kurtulmanın yolları aranarak gerçekleşecektir. Musa (a.s) ve diğer elçilerin kıssaları içinde geçen mücadele örneklerini takip eden Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar , hedeflerine bu yolla ulaşmışlardır.
Müstaz'af durumuna düşen insanların , müstekbirlerin elinden kurtulmalarının yolu , bizden öncekilerin izledikleri yolu takip etmekle mümkün olacaktır. Bu yolu izlemek , "Sabır ve Salat" ile yardım istenmesi anlamına gelerek , zaman içinde müstekbirler yenilgiye uğrayacaklardır.
"Salat" kelimesinin anlamlarından birisi olan "Dua" yı yardım istemenin bir şekli olarak düşündüğümüzde , ilk akla gelen dua şekli elleri havaya kaldırarak hacetimizi arz etme şekli olacaktır, ancak duanın, kavli ve fiili olarak iki şekli olduğunu unutmayalım . Kavli dua fiili dua ile desteklenmedikçe hacetimizin giderilmeyeceği, maalesef biz Müslümanların bir çoğu tarafından bilinmemekte ve bu işten para kazanmak isteyen din tüccarlarına gün doğmakta, piyasada satılan bir çok dua kitabı maalesef bizlerin cehaleti yüzünden kapış kapış satılarak din tüccarlarının keseleri bu yolla dolmaktadır.
Kur'anda Allah (c.c) den yardım isteyen elçilere icabet edilmesi , onların zorlu mücadelelerinin sonucunda gerçekleşmiş olması , bizlere duaların nasıl ve ne şekilde kabul edileceği konusunda bir ışık olması gerekmektedir.
Kur'anın yaşanmış hayatları örnek vererek, yaşanacak hayatları yönlendirme amacına dair ayetleri , yaşanmış hayatlardan kopuk bir biçimde okunduğu zaman , bu hayatları anlatan kelimelere yeniden bir anlam bindirmek zorunluluğu hasıl olmaktadır. Salat kavramı , böyle bir kopukluk içinde okunarak, yeniden anlamlandırma çalışmalarına kurban giden bir kavramdır.
Şuayb (a.s) ın kavminin ona söylediği "Taptıklarımızı terketmemizi sana salatın mı emrediyor" sözü etrafında yapılan tartışmalar genelde , bu kelimenin namazı ifade edip etmediği yönündedir. Halbuki bu kelime "Salat anlatılmaz yaşanır" şeklindeki bir sözün , Şuayb (a.s) tarafından hayata dökülmesini ifade etmektedir. Bize buradan düşen hisse, salat namaz mı değil mi ? sorusunun cevabını aramak değil , bu kavramın yaşamın ta kendisi olduğunu, yaşanmış örneği üzerinden okumak olmalıdır. Şuayb (a.s) kıssası , Allah (c.c) nin "Sabır ve Salat ile yardım isteyin" emrini hayatında pratiğe dökmüş bir örnek bir örnek olarak anlaşılmayı beklemektedir.
Salat kavramı bugün iki aşırı uç olarak ifade edebileceğimiz , bir kısım kimsenin sadece namaz olarak , diğer bir kısım kimsenin namazla alakası olmayan bir kavram olarak anladığı bir kavram olarak yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Bu kavram diğer Kur'an kavramları gibi , bütün insanlık tarihi dikkate alınarak , etimolojik tartışmaları aşan ve Kur'an bütünlüğünü gözeten bir şekilde okunmadığı müddetçe, havanda su dövmek misali tartışmaların arkası gelmeyecektir.
Salat, geniş anlamı olan bir kelime olmasına rağmen , sadece namaza indirgenen boyutunun hayata yansıtılmış , bu boyutunda için boş bir ritüele döndürülmüş olması, maalesef acı bir gerçektir. Salat ile yardım istemenin anlamı , namaz ile yardım isteyeme dönüştürülerek , secdeden başını kaldırmayan fakat yinede istekleri yerine gelmeyen Müslümanların , "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunun cevabını aramaya acilen yöneltmesi gerekmektedir.
Yine tekrarlıyoruz ; Bu yazının amacı namazı ret etmek değil , salat ile yardım istemenin anlamının sadece namaz ile yardım istemek olmadığını ifade etmeye çalışmaktır. Salat kelimesini sadece etimolojik anlamı üzerinde tartışmalar yaparak anlamaya çalışmak, yazımıza konu ettiğimiz ayetleri anlamakta yardımcı olacağını düşündüğümüzü söylemek zordur. Bu kelimenin anlamı hayatın ta kendisini tarif etmekte olup , "SALAT ANLATILMAZ YAŞANIR" şeklinde özetleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bakara s. 153. ve onun gibi sabır ile salatı emreden ayetler , sözünü ettiğimiz hataya kurban gitmiş ve başı dara düşene her konuda yol gösteren ayetler olarak, hayat içinde yerini bulmasını beklemektedir.
[002.153] Ey İnananlar! Sabır ve salatla yardım isteyin. Allah, muhakkak ki sabredenlerle beraberdir.
[002.045] Bir de sabırla, salatla yardım isteyin. Şüphesiz bu, (Allah'a) saygılı olanlardan başkasına ağır gelir.
Bu ayet içinde geçen "Salat" kelimesinin bir çok mealde "Namaz" olarak çevrilmesi ,kelimenin anlamının daraltılmasına sebep olduğunu düşünmekteyiz. Namaz , salat kavramının içinde bir cüz olmasına rağmen, bu kelimenin namaz olarak çevrilmesinin , verilmek istenen mesajın eksik ve yanlış anlaşılmasına sebep olduğunu düşünüyoruz.
Yazımızın konusu , "Salat" kelimesinin anlamının namaz olduğunu veya olmadığını ispatlamak değil , bu kelimenin ifade ettiği anlam örgüsünün , filolojik tartışmaları geride bırakan ve daha geniş bir anlama sahip olduğunu ifade etmeye çalışmak olacaktır. Bizler maalesef kur'an kelimelerini sadece onların ifade ettiği sözlük anlamları etrafında okumaya çalışıp , bu kelimelerin anlam derinliğini göz ardı eden, mekanik ve hayat safhasında karşılığı olmayan okumalar yaparak , Kur'an okumalarını entellektüel bir faaliyet olmaktan öteye geçirmeyen çalışmalar yapmaktayız.
"Kur'anda en fazla yer tutan kelimelerden birisi olan "Salat" kelimesini , konumuz olan ayet çerçevesinde düşündüğümüzde , anlam daralmasına uğratılmış ve modernist okumalar yolu ile bu kelimenin ifade ettiği anlamın, Kur'an bütünlüğüne uygun bir anlam arayışına gidilmediğini, yapılan tartışmaların bu kelimenin anlam alanının kendi iddiamız doğrultusunda olduğunu ,veya karşı tarafın iddiasının doğrultusunda olmadığı ispatlamaya yönelik çalışmalar olduğunu söyleyebiliriz.
Kur'an okumalarında yapılan hatalardan bir tanesi , herhangi bir kelimenin anlamı etrafında bir düşünce sergileyerek , bu kelimenin ayet , sure , Kur'an ve yaşanan hayat bütünlüğü ile alakasını kurmadan okumak olduğunu söyleyebiliriz. "Salat" kelimesi ve türevleri, bu türden okumaların yoğunlaştığı bir kelime olarak karşımızda durmaktadır.
Kur'anın yaşanan hayata dair sözleri olan , yaşanan hayatları geçmiş hayatlardan örnekler vererek düzenleyen, bir kitap olduğunu, içindeki örneklerin entellektüel tartışmalara kurban edilemeyecek kadar hayat ile ilgili olduğunu "Salat" kelimesinin Kur'an içinde geçişleri sayesinde anlamaktayız.
Konumuz olan ayetin hayat içinde ağırlıklı olarak pratize edilme şekli , başımıza gelen herhangi bir zorluğa karşı Allah (c.c) den namaz kılarak yardım istemek ile gerçekleşmektedir. İlmihal kitaplarının veya insanları sadece mistik duygularla uyutarak onların sırtından para kazanmayı amaçlayan T.V hocalarının anlattıkları din de, en alakasız konuların halli için , kaynağı hurafe olan namaz isimleri belirlenerek cahil halk aldatılmaktadır.
Bu namazları kılarak isteğinin yerine gelmesini bekleyen cahil halk kesimi , isteğinin gerçekleşmediğini görünce, suçu kendisinde değil Allah (c.c) de arayarak bu sefer büsbütün dinden uzaklaşmaktadır. Halbuki Kur'anı doğru olarak okumuş olsalar veya Kur'anı doğru okuyanlar tarafında öğrenerek sıkıntıların nasıl bir yolla giderilebileceğini yaşanmış örnekler yolu ile öğrenseler , hem sahtekarların iplikleri pazara çıkmış , hem de isyan içine düşmemiş olacaklardı.
Konumuz olan ayet içinde geçen iki kavramın ,hayat içinde nasıl pratize edilmesi gerektiği , bu iki kavramı daha önce hayatlarına pratize edenlerin örnekleri okunarak anlaşılmaya çalışılacaktır.
"Sabır" , " Nefsin aklın ve şeriatın gerektirdiği şekilde tutulması" anlamında bir kelimedir.
Kur'anın bir çok ayeti Muhammed (a.s) a karşısına çıkan zorluklara sabretmesi gerektiği şeklinde emri kapsamaktadır. Muhammed (a.s) ın karşısındaki zorluklara sabretmesi, elini kolunu bağlayarak oturmak şeklinde gerçekleşmemiştir. Onun sabrı, içinde bulunduğu durumu değerlendirerek ona göre strateji takip etmek şeklinde gerçekleşmiştir.
Yine bir çok ayet , iman edenlerin vasıflarını sıralarken , bu vasıflardan birisinin onların başlarına gelenlere sabrettikleri ve birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri olarak belirtilmiştir. iman edenlerin bu sabrı , oturup beklemekle değil , iman etmenin gereği olan görevlerini yerine getirirken, yolda başlarına gelen olaylara karşı gerektiği şekilde tavır almak şeklinde olması gerekmektedir.
Kur'an içinde en çok zikri geçen elçilerden birisi olan Musa (a.s) kıssasında onun Firavun ile yıllar süren mücadele sonunda İsrailoğullarını zulümden kurtarıp denizin karşı kıyısına geçtiğini görmekteyiz. Bu süreçte Musa (a.s) İsrailoğullarına sabrı ve salatı emrederek, bunun etrafında bir mücadele ile Firavun zulmüne karşı koymuşlar ve neticede başarıya ulaşmışlardır. Araf s. 128 ve Yunus s. 87. ayeti , İsrailoğullarının mücadele stratejisini belirten ayetlerdir.
Musa (a.s) ve İsrailoğulları tarafından ,"Sabır ve Salat ile yardım istenilmesi gerektiğini beyan eden ayetlerin hayata pratize edilmesi , onların Firavun soykırımından kurtulmak , onun yıllar süren zulmüne karşı ayakta kalmak , onu ve ordusunu alt etmek için gerekli olan hazırlıkları yapmak şeklinde gerçekleşmiştir. Bu yapılanlar yıllar süren bir zaman aralığına yayılan bir direniş olup , Kur'an bu direnişi iki kelime ile yani "SABIR" ve "SALAT" kelimeleri ile özetlemiştir.
Kur'an uzun cümleler ile anlatılabilecek sözleri , kelimeler ile ifade eden bir usluba sahip olan kitaptır. İsrailoğullarının yıllar süren mücadelesini harfi harfine anlatacak olsa, sadece o kısım ciltler dolusu hacme sahip olacaktır. Ancak yıllar süren mücadeleyi Yunus s. 87. ayetinde "Sabır - Salat- Kıble" kelimeleri ile özetleyerek başarıya giden yolu göstermiştir.
Bizler başarıya giden yolun nasıl bir mücadele seyri izlediğini , bu kelimelerin ifade ettiği anlamlar üzerinden Kur'an geneline bakarak okuyabilir ve bu örnekten yola çıkarak başımıza gelen bütün sıkıntıları aşmanın nasıl bir yol ile mümkün olacağını öğrenebiliriz. Çünkü bu kelimelerin ifade ettiği anlamlar, hayat içinde pratize edilmesi ile anlamını bulmakta olup, mekanik hayattan kopuk Kur'an çalışmaları ile yapılan tartışmalar sonucunda anlamlarına ulaşılamaz.
Örneğin ; Hasta olduğumuz takdirde yapılacak olan şey , bu hastalıktan kurtulmak için namaz kılmak veya herhangi kitabın önerdiği duaları tekrarlamak değil , Allah (c.c) nin kevni ayetlerine müracaat etmek olmalıdır. Kitap içindeki herhangi bir ayet veya surenin , baş veya diş ağrısı , mide bulantısı , kanser v.s hastalıklar için okunmuş olması , hastaya hiç bir şekilde şifa vermeyecektir. Kur'an bedeni hastalıkların şifası için değil , şirk hastalığının şifası için reçeteler ihtiva etmektedir.
Hastalıklar için Allah (c.c) nin yarattığı kevni ayetlere müracaat ederek bu ayetlerin gösterdiği yolda tedavi usulleri kullanmak, "Sabır ve Salat" ile yardım istemek anlamına gelecek ve kişiler zaman içinde sağlığına kavuşacaklardır.
Örneğin ; Ticari hayatında bazı nedenlerden ötürü borçlu duruma düşmüş olan kimse , bu borçlarını ödeyebilmek için gece gündüz namaz kılsa bu borçlar asla ödenmez , veya herhangi bir kimsenin kitabında yazan "Borç ödeme duası" gibi duaları sabah akşam tekrar etse, gökten para yağarak bu borçları ödenmesi mümkün değildir. Bu borçların ödenmesi, ticari hayatın gereği olan şartları yani evrensel ticaret yasalarını yerine getirerek mümkün olacaktır.
Borçlu duruma düşen birisinin , bu borçtan kurtulmak için gerekli olan şartları yerine getirmesi , onun "Sabır ve Salat" ile yardım istemesi anlamına gelecek ve zaman içinde borçlarından kurtulacaktır.
Örneğin ; Dünya yüzünde yaşayan biz Müslümanların bugünkü zelil halimizden kurtulması , gece gündüz namaz kılmak veya zalimlere beddua seansları ile değil , bu zalimlerden kurtulmanın yolları aranarak gerçekleşecektir. Musa (a.s) ve diğer elçilerin kıssaları içinde geçen mücadele örneklerini takip eden Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar , hedeflerine bu yolla ulaşmışlardır.
Müstaz'af durumuna düşen insanların , müstekbirlerin elinden kurtulmalarının yolu , bizden öncekilerin izledikleri yolu takip etmekle mümkün olacaktır. Bu yolu izlemek , "Sabır ve Salat" ile yardım istenmesi anlamına gelerek , zaman içinde müstekbirler yenilgiye uğrayacaklardır.
"Salat" kelimesinin anlamlarından birisi olan "Dua" yı yardım istemenin bir şekli olarak düşündüğümüzde , ilk akla gelen dua şekli elleri havaya kaldırarak hacetimizi arz etme şekli olacaktır, ancak duanın, kavli ve fiili olarak iki şekli olduğunu unutmayalım . Kavli dua fiili dua ile desteklenmedikçe hacetimizin giderilmeyeceği, maalesef biz Müslümanların bir çoğu tarafından bilinmemekte ve bu işten para kazanmak isteyen din tüccarlarına gün doğmakta, piyasada satılan bir çok dua kitabı maalesef bizlerin cehaleti yüzünden kapış kapış satılarak din tüccarlarının keseleri bu yolla dolmaktadır.
Kur'anda Allah (c.c) den yardım isteyen elçilere icabet edilmesi , onların zorlu mücadelelerinin sonucunda gerçekleşmiş olması , bizlere duaların nasıl ve ne şekilde kabul edileceği konusunda bir ışık olması gerekmektedir.
Kur'anın yaşanmış hayatları örnek vererek, yaşanacak hayatları yönlendirme amacına dair ayetleri , yaşanmış hayatlardan kopuk bir biçimde okunduğu zaman , bu hayatları anlatan kelimelere yeniden bir anlam bindirmek zorunluluğu hasıl olmaktadır. Salat kavramı , böyle bir kopukluk içinde okunarak, yeniden anlamlandırma çalışmalarına kurban giden bir kavramdır.
Şuayb (a.s) ın kavminin ona söylediği "Taptıklarımızı terketmemizi sana salatın mı emrediyor" sözü etrafında yapılan tartışmalar genelde , bu kelimenin namazı ifade edip etmediği yönündedir. Halbuki bu kelime "Salat anlatılmaz yaşanır" şeklindeki bir sözün , Şuayb (a.s) tarafından hayata dökülmesini ifade etmektedir. Bize buradan düşen hisse, salat namaz mı değil mi ? sorusunun cevabını aramak değil , bu kavramın yaşamın ta kendisi olduğunu, yaşanmış örneği üzerinden okumak olmalıdır. Şuayb (a.s) kıssası , Allah (c.c) nin "Sabır ve Salat ile yardım isteyin" emrini hayatında pratiğe dökmüş bir örnek bir örnek olarak anlaşılmayı beklemektedir.
Salat kavramı bugün iki aşırı uç olarak ifade edebileceğimiz , bir kısım kimsenin sadece namaz olarak , diğer bir kısım kimsenin namazla alakası olmayan bir kavram olarak anladığı bir kavram olarak yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Bu kavram diğer Kur'an kavramları gibi , bütün insanlık tarihi dikkate alınarak , etimolojik tartışmaları aşan ve Kur'an bütünlüğünü gözeten bir şekilde okunmadığı müddetçe, havanda su dövmek misali tartışmaların arkası gelmeyecektir.
Sonuç olarak ; Kur'anın odak kavramlarından olan "Sabır ve Salat" ın Müslüman hayatında nasıl pratiğe aktarıldığı , bizden önceki yaşanmış hayatlardan örnekler sunularak bizlere gösterilmektedir. Bizlere düşen görev bu örnekleri masal niyetine okumak değil , Allah (c.c) nin bizlere dair olan vaadinin nasıl gerçekleşeceği yönünde bilgi sahibi olmak ve bu bilgileri hayata aktarmaktır.
Salat, geniş anlamı olan bir kelime olmasına rağmen , sadece namaza indirgenen boyutunun hayata yansıtılmış , bu boyutunda için boş bir ritüele döndürülmüş olması, maalesef acı bir gerçektir. Salat ile yardım istemenin anlamı , namaz ile yardım isteyeme dönüştürülerek , secdeden başını kaldırmayan fakat yinede istekleri yerine gelmeyen Müslümanların , "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunun cevabını aramaya acilen yöneltmesi gerekmektedir.
Yine tekrarlıyoruz ; Bu yazının amacı namazı ret etmek değil , salat ile yardım istemenin anlamının sadece namaz ile yardım istemek olmadığını ifade etmeye çalışmaktır. Salat kelimesini sadece etimolojik anlamı üzerinde tartışmalar yaparak anlamaya çalışmak, yazımıza konu ettiğimiz ayetleri anlamakta yardımcı olacağını düşündüğümüzü söylemek zordur. Bu kelimenin anlamı hayatın ta kendisini tarif etmekte olup , "SALAT ANLATILMAZ YAŞANIR" şeklinde özetleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)