Müslümanların birbirleri ile yapmış olduğu tartışmaların , onları daha ileriye taşımak amaçlı olması gerekirken , gündem yapılmaması gereken , veya gündem edilmesi gereken daha acil ve önemli konular varken , "Suni Gündem" olarak tabir edebileceğimiz , kısır konuların gündem edilerek , bu konular etrafında tartışmalar yapılması , bizlere bir şey kazandırmamakta, hatta kazandırmak şöyle dursun , bizleri kayba uğrattırmaktadır.
"Suni Gündem" olarak tabir ettiğimiz konulardan bir tanesi , Adem'in babasının olup olmadığı noktasında yapılmakta olup , bu konuda iki görüş etrafında yoğunlaşan tartışmalar uzun yıllardır sürmektedir. Yazının konusu, Ademe baba bulmak veya babasız olduğunu ispat etmeye çalışmak değil , bu konularda yapılan tartışmaların kısırlığı ve gereksizliği üzerinde olacaktır.
Konuya girmeden önce kısaca , bu konuda yapılan tartışmaları hatırlatmak istiyoruz. Adem kıssası ile ilgili tefsirlere bakıldığında, insanın çoğalması ile ilgili verilen bilgilerde , insanların Adem ile eşinden türediği , Ademin eşinin her batında ikiz çocuk dünyaya getirdiği , onlardan doğan bu çocukların çapraz evlilik yaparak, bu yolla insan neslinin çoğalmasının sağlandığı yazmaktadır. İşlenen ilk cinayetin , bu evlilik modeline razı olmayan Kabilin, kendisi ile aynı batında doğan kardeşi ile evlenmek istemesi neticesinde meydana geldiği yönünde tefsirlerde bilgilere rastlamaktayız.
Tefsirlerdeki bu yazılanların, Kur'andan onay almayan ve "İsrailiyyat" denilen kirli bilgilerin ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Tefsirlerde yer alan bu bilgileri istismar ederek , bazı kimselerin eleştiri , alay ve hakaretlerine maruz bırakılmamız neticesinde , eziklik psikolojisinin ürünü olduğunu söyleyebileceğimiz , farklı bir görüş olarak , Allah (c.c) nin bir çok ademler yaratarak , insanları böyle çoğalttığı iddialarını da görmekteyiz.
İşin garibi , bu iki zıt görüşün delilinin Kur'an içinden getirilmiş olmasıdır. Kardeş evliliğini savunan görüş , Nisa s. 1. ayetini delil olarak sunarken , bir çok Adem yaratıldığı görüşünü ileri sürenlerin ise, başta Araf s. 11. ayeti olmak üzere bazı ayetleri delil olarak sunduklarını görmekteyiz.
Bu görüşlerin hangisinin doğru olduğunu tartışmak veya , insan neslinin nasıl türediği konusu hakkında Kur'an ayetlerini incelemek bu yazının konusu olmadığı için , ortaya atılan görüşlerin her ikisinin "Kesin bilgi" olmadığını söylemek istiyoruz. Kardeş evliliğini veya bir çok Adem yaratıldığını iddia eden görüşler , delil olarak sundukları ayetler üzerinde vardıkları şahsi görüşler neticesinde bu bilgilere sahip olduklarını söyleyebiliriz. Varılan bu neticelerin doğruluğu elbette tartışılabilir, ancak savunulan bir görüşün, diğerini mahkum ederek kendi görüşünü üste çıkarmaya asla hakkı yoktur.
Burada şunu hatırlamakta fayda mülahaza etmekteyiz ; Kur'an bir biyoloji kitabı değildir , bu kitap bize insan neslinin nasıl çoğaldığını değil , onu çoğaltan Allah (c.c) nin kudretine işaret etmektedir. Bizler bu tarafı ıskalayarak , bu kitaptan biyolojik bilgiler çıkarmaya kalktığımız zaman , çıkardığımız bazı bilgiler bizi yanıltabilir.
Yazının konusunun , bu görüşlerden hangisinin doğru olabileceği değil , neden böyle bir gündem ortaya atılması noktasında olduğunu tekrar hatırlattıktan sonra konuya girelim ;
İslam düşmanları tarafından , Kur'an içindeki bazı ayetlerin istismar edilerek , biz Müslümanlara karşı alay ve hakaret konusu edildiği malumdur. İnsan neslinin kardeş evliliği ile çoğaldığı konusundaki Kur'anda olmayan, fakat tefsirlerde olan görüşlerin bahane edilerek , İslama ve Kur'ana hakaret edilmeye çalışıldığı, bir çoğumuzun malumudur.
Bu tür alay ve hakaretleri dikkate alarak , savunma psikolojisi içinde yapılmaya çalışılan bazı izahların temelinde , bu tür iddiaların ret edilmesine yönelik izah ve yorumlar olduğunu görmekteyiz. Ancak bu iddialar ret edilmeye çalışılırken yapılan yorumların , bu tür iddia sahiplerini ikna etmeyi amaçlayarak yapılmaya çalışıldığını görmekteyiz.
Yapılan bu ikna çalışmalarında , bazı Kur'an ayetlerinin yanlış şekilde tevil edilerek , sadece karşı tarafa "Biz sizin iddia ettiğiniz gibi değiliz" mesajını vermeyi amaçladığını görmekteyiz.
Veya , Kur'an içindeki ayetlerin bazı yorumlarının , bazı kimselere ters gelebileceğini düşünerek , bazı ayetlerin yorumunun "Onlara ne deriz" mantığı çerçevesinde yapılarak , şirin görünmek gibi bir amaca hizmet ettirilmeye çalışıldığını görmekteyiz.
Bu tür iddia ve görüşlerin ortaya atılma amacının , bizleri suni gündemler etrafında vakit kaybettirmeye yönelik olup , esas gündemi bizlerin oluşturmasına engel olmaya yönelik ve bizleri, başkaları tarafından oluşturulmuş olan suni gündemler etrafında dönüp dolaştırmaya amaçlayan atraksiyonlar olduğunu söylemek istiyoruz.
Müslümanların gündemleri , kimseye şirin görünmek veya bazıları tarafından yanlış olarak görülen bazı bilgileri düzeltmeye çalışmak olmamalıdır. Bizler kendi gündemimizi kendimiz tespit ederek , bizi fikri ve ameli olarak daha ileriye taşıyacak olan konular üzerinde gündem oluşturarak , başkalarının dümen suyunda gidenlerden olmaktan kurtulmalıyız.
Bu noktada özellikle, Türkiye genelinde Kur'anı merkeze alan sayın hocalarımızın sorumluluk alması gerektiğini hatırlatmak istiyoruz. Bizans papazlarının , İstanbul fethedilirken meleklerin kanadını tartışmaları misali , etrafımızdaki ateş tüm dünyayı kaplarken , biz hala geçmişte Muaviye ve Ali kavgasında kimin haklı , kimin haksız olduğu gibi, bize faydası olmayan konuları tartışmaktan geri durmalıyız.
Veya bazıları bizi öcü gibi gördüğü için "Biz öcü değiliz" kabilinden, müdahene içine girilmiş bazı yumuşatma hareketlerinden kaçınmalıyız. Yüzlerce yıldır bitmeyen kavgaların devamı olan , hadis -sünnet , şefaat , kabir azabı , İsa (a.s) ın nuzulü , mehdi , Allah (c.c) nin nerede olduğu gibi içinde yaşadığımız dünyanın gerçeklerinden soyutlanmış düşünceleri bir tarafa bırakarak , İslamın bu dünyaya neler söylediğini gündem etmeye gayret etmeliyiz.
Kur'anın bizden gündem etmemizi istediği şeyin ne olduğunu öğrenmek istersek , kıssalar yolu ile anlatılan hayatları okumak, bize gündem belirlemede yardımcı olacaktır. Nuh , Hud , Şuayb , Lut , Salih , İbrahim (a.s) ların yaşadıkları hayatlara baktığımızda, onların ağızlarından çıkan sözler , kavimlerinin yaşadıklara hayata dokunan sözler olup , o kavimlerin yaptıkları yanlışlara karşı , doğru olanın ikame edilmesi üzerine olduğunu görürüz.
Bugün yeni bir elçi gelmiş olsa. bu elçinin gündeme acaba ne olabilirdi ?.
Bu soruya verilecek cevap , bizlerin gündem belirlemesinde önemli rol oynayacaktır. Yeni bir elçi gelmiş olsa, bu elçi asla geçmişte yapılan kavgalarda kimin haklı kimin haksız olduğu gibi bugüne dair sözü olmayan konuları gündem etmezdi.
Şayet bugün yeni bir elçi gelse , kendisinden önceki elçi atalarının gündemi olan , "Şirk" i gündeme alarak , yaşadığımız dünyanın içinde olduğu duruma Tevhidi çareler sunmak olacaktır. Çünkü Kur'andaki elçi kıssalarına baktığımızda , bütün elçilerin gündeminde kavimlerinin şirk inanç ve yaşantıları olup , bu yaşantıları düzeltmeleri için onlara yaptığı çağrılar yer almaktadır.
Bize ne oluyor ki , elçi atalarımızın gündemini terk ederek , incir çekirdeğini doldurmayacak konular üzerinden birbirimize olan düşmanlığımızın daha da artmasına neden oluyoruz ?.
Yeni bir elçi gelse , o elçi önce bizleri düzgün bir gündeme sahip olmamız noktasında gerekli uyarıları yaparak , kendimize çeki düzen vermemizi isterdi. Bizim gibi daha kendisinin nasıl bir görevi yüklendiğinden habersiz , boş gündemler etrafında gezen Müslümanlar , bu halimizle o elçiye ayak bağı olmaktan başka bir işe yaramayız.
Fesat , zulüm , kan , göz yaşına boğulmuş olan bir dünyada , biz Müslümanların bu fesada karşı bir sözünün olmaması düşünülemez. Biz bu gidişe karşı bir söylem üzerinde değil , bu fesada devam edenlerin bizim için belirlediği gündemler üzerinde dönüp dolaştığımız müddetçe , bizlerden rahatsız olması gereken zalimler rahat nefes alarak , fesatlarına hız kesmeden devam edeceklerdir.
Rivayet kültürünün anlattığı din , maalesef bu konuları gündem etmekten uzak , veya vahşeti ve cinayeti esas alan bir söylem ve eylem üzerine kurulu olduğu için , insanların İslamdan kaçmasına sebep olduğunu unutmayalım.
Sonuç olarak ; Kendisini Kur'anı öne çıkarmaya adamış insanların gündem belirlemede örnek olmaları gerektiğini hatırlatmak isteriz. Bu kimselerin belirlediği gündemler , bizleri fikri ve ameli olarak ileriye götüren konuları tartışmamızı ve konuşmamızı sağlayarak , o konular etrafında bizlerin ufkunu açıcı fikirleri ve düşünceleri ile önder olmaları gerekmektedir. Ademin babasının olup olmadığı , onun ilk insan olup olmadığın tartışmanın bizlere herhangi bir faydası olmayacağı için , bu tür konuların gündeme alınması , yarardan çok zarar getirecektir.
Gündemimizi yine Kur'andan belirleyerek , tarih boyunca gelen elçilerin kavimlerine karşı gündem ettikleri konuyu bizimde devam ettirerek , şirkin hakim olduğu , kan ve gözyaşı selinde boğulan bir dünyanın , tevhide döndüğünde nasıl bir mutluluğa kavuşacağı , yine Kur'an içinden örneklerle anlatılmalıdır.
Bizler Kur'anı gündeme alan sayın hocalara , gündem belirleme konusunda yapacak olduğumuz taleplerle , onların daha doğru gündem belirlemelerine yardımcı olarak , bizlerin ufkunun açılmasında onlara ön ayak olabiliriz. Ademin babasının olup olmadığı türünden yapılan tartışmalar, bizlere boşa vakit kaybından başka bir işe yaramayacaktır.
RABBİMİZ BİZLERİ SUNİ GÜNDEMLER İLE VAKİT KAYBETMEYEN KULLARINDAN KILSIN.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
8 Mart 2016 Salı
6 Mart 2016 Pazar
RESUL: Doğru Anlaşıldığında Taşların Yerine Oturacağı Bir Kavram
Müslümanlar arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen ihtilafların başında , son resul olan Muhammed (a.s) ın, dinde nasıl bir konum sahip olması gerektiği konusu gelmekte olup , onun sahip olduğu "Resul" sıfatının yanlış anlaşılması neticesinde oluşturulan resul anlayışı , dinde bazı taşların yerinden oynatılmasına sebep olmuştur.
Kaypak bir zemine oturtulan resul anlayışı , onun Allah (c.c) ile aynı konumda olması düşüncesini beraberinde getirmiştir . Böyle bir zemine oturtulan resul anlayışında , Kur'an içinde beyan edilmeyen bir konunun, onun hadisleri ile tamamlanmış olduğu düşüncesi ortaya atılarak , Muhammed (a.s)dinde , haşa eksiği tamamlayan bir kişi haline getirilmiştir.
Bilindiği üzere "Hadis" denildiği zaman akla gelen ilk şeyler , o sözlerin Kur'an gibi vahiy mahsulü olduğu , onlar olmadan Kur'anın anlaşılamayacağı , onların Kur'anı tamamladığı gibi , Allah (c.c) ye eksiklik izafe etmek anlamına gelen düşüncelerdir.
Muhammed (a.s) a yakıştırılan bu konumun yanlış olduğunu , onun böyle bir konuma oturtulmasının, Allah (c.c) ye atılmış yalan ve iftira olduğunu iddia edenlere , Muhammed (a.s) ın dinde ortak olmasını savunan anlayış sahipleri tarafından , "Hadis -Sünnet inkarcısı" , "Resul düşmanı" v.s gibi isimler takılarak , rencide edilmeye çalışıldığı malumdur.
Bu konuda ortaya atılan düşüncelerin , onun sahip olduğu "Resul" (Elçi) sıfatının yanlış anlaşılmasından kaynaklanmakta olduğunu söyleyebiliriz. Eğer onun bu görevinin sınırları, doğru biçimde anlaşılacak olursa , yapılan kavgaların önünün alınması bir nebzede olsa mümkün olacaktır.
Bu yazımızda, bu kavramın anlamı ve sınırları konusundaki düşüncelerimizi paylaşarak, resul konusunda doğru bir yaklaşım sergileme yönünde, bir katkı sağlamaya çalışacağız.
Kelimenin sözlük anlamı şu şekildedir;
"Reslun" ; "Acele etmeden gönderilmek , yollanmak" anlamındadır.
"Naqatün Resletün" : Kolay ve yumuşak yürüyüşlü dişi deve.
"İblün Merasilü : Kolay bir şekilde gönderilen develer. (El Müfredat)
Terim olarak resul kelimesi ; "Bir hükümdarın mesajını başkalarına ileten kimse" anlamında olup , bu kelimeyi Kur'an terimi olarak okuduğumuzda , "Allah (c.c) nin mesajını ileten Melek veya Beşerden seçilmiş olan kimseler" için kullanılan bir kelimedir.
Kur'anda , bu kelimenin sözlük anlamında kullanıldığı ayetler bulunmaktadır
[026.053] Firavun da şehirlere toplayıcılar gönderdi( Feersele):
[012.031] (Kadın) Onların düzenlerini işitince, onlara gönderdi (Erselet), oturup dayanacakları yerler hazırladı ve her birinin eline bıçak verdi. «Çık, onlara « dedi. Böylece onlar onu görünce büyüttüler, ellerini kestiler ve: «Allah'ı tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak üstün bir melektir» dediler.
"Resul" (Elçi) konusunda bilinmesi gerekli olan en önemli nokta , bu görevi yüklenen kişinin yetki ve görevinin sınırlı olduğu , taşıdığı mesajın içeriğine artırma ve eksiltme yapmak gibi kişisel bir müdahalesinin olmamasıdır. Bu nokta dikkate alınarak , Muhammed (a.s) ın konumu anlaşılmaya müddetçe, yanlışlıkların ardı arkası kesilmeyecektir.
Muhammed (a.) ın resul olmasını işte bu noktayı dikkate alarak okumak zorundayız. Bu nokta dikkate alınmadan, veya göz ardı edilerek ortaya konan resul anlayışında, maalesef yarı ilah konuma yükseltilmiş ve Kur'an ile uyuşmayan bir resul portresi ortaya çıkarılmıştır.
[017.093] «Veyahut senin için altın- dan bir hane olmalı veya göğe derece derece yükselesin ve senin yükselmene de asla inanmayız, tâ ki, üzerimize kendisini okuyacağımız bir kitap indiresin.» De ki: «Rabbimi tenzih ederim, ben bir beşer olan resûlden başka değilim.»
[006.050] De ki: «Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.» De ki: «Görenle görmeyen bir midir? Düşünmüyor musunuz?»
[007.203]Onlara bir ayet getirmediğin zaman, «Sen bir tane yapsaydın ya» derler. De ki: «Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana uyarım. Bu Kitap inanan kavme Rabbinizden açık belgeler, yol gösterme ve rahmettir.»
[010.015] Ayetlerimiz onlara açık açık okununca, bizimle karşılaşmayı ummayanlar, «Bundan başka bir Kuran getir veya bunu değiştir» dediler. De ki: «Onu kendiliğimden değiştiremem, ben ancak, bana vahyolunana uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabına uğramaktan korkarım.»
[010.109] Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.
[018.110] De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.
[033.002] Sana Rabbinden vahyolunana uy; şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
[038.070] «Bana sadece vahyolunuyor; doğrusu ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.»
[041.006] De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!
[046.009]De ki: «Ben peygamberlerin ilki değilim; benim ve sizin başınıza gelecekleri bilmem; ben ancak bana vahyolunana uymaktayım; ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.»
Yukarıda vermiş olduğumuz ayet meallerine dikkat edildiğinde , onun kendisine vahyolunana uyan "Beşer bir elçi" olmasının beyan edilmiş olması , bizlerin resul algımızın şekillenmesinde temel alınması gereken en önemli ayetlerdir.
Bu noktada , "Sen peygambere postacı mı demek istiyorsun?" şeklinde itirazlar mutlaka gelecektir. Bu itirazlara ise, " Hayır asla böyle bir iddiamız olamaz , Muhammed (a.s) "Resul" olmak sıfatıyla , Rabbinden kendisine verilen mesajı iletmek , "Beşer" olmak yönüyle de, getirdiği mesajın ilk muhatabı yani mesajı hem okumak , hem de kendi hayatına uygulamak ile yükümlü birisidir" şeklinde cevabımız olacaktır.
İnsanların "Elçi" sözünü duyduğunda aklına gelen ilk şey , bir kimseden aldığı haberi bir diğerine aktaran kimse olup , "Elçi" olan kişinin aldığı haberi iletirken eksik , fazla , yalan gibi şahsi müdahalesi olması söz konusu bile olamaz. İletmek ile görevli olduğu habere müdahale eden bir elçi, "Hain" olarak görülerek , gerekli cezaya çarptırılır. Muhammed (a.s) ın elçi olma gerçeğini , bu kelimenin ifade ettiği anlam dahilinde okumak ve anlamak zorundayız.
Muhammed (a.s) ın elçiliği ile ilgili İslam dünyasındaki onun haram helal koyma yetkisi olduğunu savunan görüş , onun aldığı mesajın içeriğinde bazı eksiklikler görerek tamamladığını veya , mesajı veren Allah (c.c) nin ona "Benim eksik bıraktığım yerleri sen tamamlayabilirsin" şeklinde bir izin vermiş gibi bir algının oluşturduğu resul anlayışına sahiptir.
[069.044] O, bize isnâden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı,
[069.045] Elbette ki onu sağ tarafından yakalardık.
[069.046] Sonra onun can damarını elbette keserdik.
[069.047] Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.
Hakka suresindeki bu ayetler, "Resul" sıfatına sahip olan bir kimsenin , görev ve yetkilerini aştığı anda ona neler yapılacağını bildirmektedir.
Şimdi sorarız ; Kendisi "Resul" vasfına sahip olarak , kendisine vahyolununa yani verilen mesaja uyan , onun haricinde bu mesaja herhangi bir ilave eksiltme gibi bir yetkisi olmayan , böyle bir şey yaptığında başına neler geleceğini çok iyi bilen bir kimse , "Bende Allah (c.c) gibi haram helal koyarım" gibi sözler söyleyerek , kendisinin Allah (c.c) ye ortak olduğunu iddia eden sözler sarf edebilir mi ?.
Yeryüzünde olan beşer bir hükümdar dahi , "Elçi" olarak seçtiği kimseyi gönderdiği insanlara , " Bu elçi aynı benim gibi hükümdardır , benim yerime kendisi size bazı talimatlar verebilir" demez iken, yani elçisi ile kendisi arasında herhangi bir ortaklığı kabul etmez iken , Alemlerin Rabbi ve hükümdarların hükümdarı olan Allah (c.c) , "Elçi" sıfatı ile gönderdiği bir BEŞERİ sadece kendisine ait olması gereken yetkilerde, onu kendisine ortak edebilir mi ? .
"Biz Muhammed (a.s) ın beşer olmadığını, veya Allah (c.c) ye ortak olduğunu iddia etmiyoruz" şeklinde gelecek olan bir itiraza ise şunları söyleyebiliriz ;
Evet bunu söz ile söylememiş olabilirsiniz , ancak Muhammed (a.s) haram helal tayini yetkisi veya söz ve fiillerinin aynı Kur'an gibi olduğu iddiasıyla, onun "Beşer Elçi" olması gerçeğini göz ardı ederek onu, "Ortak Elçi" konumuna yükselterek , fiilen böyle bir cürümü işlemektesiniz ?.
Sizlerin , "Muhammed (a.s) da aynı Allah (c.c) gibi haram helal koyma yetkisine sahiptir" şeklindeki iddialarınız , "Muhammed (a.s) da aynı Allah (c.c) gibi ilah olma gereğinin yetkilerine sahiptir" anlamına gelmektedir.
"Kur'anda Allah VE Resulü şeklinde geçen ayetleri inkar mı edelim o zaman? , veya sizin gibi düşünürsek bu ayetleri inkar etmiş olmaz mıyız?" şeklinde gelebilecek olan bir soruya da şunları söyleyebiliriz ;
Kur'anda geçen "Allah VE Resulü" şeklinde ayetleri eğer, "Allah (c.c) ayrı , resulü ayrı hüküm koyma yetkisine sahiptir" şeklinde anlayacak olursak , Rabbimizin "Çelişkisiz bir kitap" şeklinde beyan ettiği Kur'ana, "Çelişkili bir kitap" muamelesi yapmış oluruz şöyle ki ;
Kur'anın "Resul" kelimesine yüklediği anlamı ve ve bu kelimenin kullanımını dikkate aldığımızda , bu kelimenin anlam alanı öncelikle mesajı taşıyan kişinin mesaja müdahale etmek gibi bir yetkisi olMAdığını göstermektedir. "Allah VE Resulü" şeklinde geçen ayetlerin eğer, "Allah (c.c) ayrı , Muhammed (a.s) haram helal tayin eder" şeklinde bir anlamı olduğunu iddia ederek okuduğumuz zaman , "Resul" olan Muhammed (a.s) ın taşıdığı mesaja müdahale ettiğini iddia ederek, Hakka suresindeki karşılığa hak kazanmış olmasını gerektiren bir suç işlediğini iddia etmiş oluruz .
Allah (c.c) onu hiç bir zaman Hakka suresi ayetlerinde tehdit ettiği azaba çarptırmadığına göre Muhammed (a.s) kendisine verilen görevin sınırlarını aşacak bir hatalı davranış içine hiç bir zaman girmemiştir.
Muhammed (a.s) yaşadığı zaman içinde ne kavli ne de fiili olarak, aynen Allah (c.c) nin hükmü gibi kabul edilmesi gereken haram helal bazında bir hüküm koymamıştır. Onun yaşadığı hayat içinde yapmış olduğu bazı tasarruflar, "Devlet Başkanı" veya "Ordu Komutanı" sıfatının gereği olarak yapmış olduğu bazı tasarruflar olup , Kur'an ile denk olması gerektiği düşünülen tasarruflar değildir .
Bu tasarruflar bazen itiraz ile karşılanıp, Uhud harbi ile ilgili istişarede olduğu gibi sahabe tarafından ret edilerek , başka öneriler getirilebiliyordu . Sahabe eğer onun yapmış olduğu bu tasarrufların, aynı Kur'an gibi bağlayıcı olduğunu düşünse idi , ondan gelen bazı tekliflere, karşı teklif sunmak gibi bir hata! içine acaba düşer miydi ?.
Muhammed (a.s) ın yapmış olduğu bazı tasarrufların sahabe tarafından itiraz görmüş olması , bugün onun yapmış olduğu tasarrufların aynen Kur'an gibi görülmesi gerektiğini düşünenler tarafından , kendi iddialarının doğru olması için , sahabenin yanlış yapmış ve ona isyan etmiş olması şeklinde bir düşüncenin oluşmasına sebep olmasını gerektirmektedir. Halbuki sahabenin böyle bir hata içinde olduğunu kimse iddia etmemekte ve onların hata yaptığını iddia edilmiş olması yanlış bir tutum olacaktır.
Muhammed (a.s) a ait olduğu iddia edilen sözlerin toplandığı kitapları vahiy mahsulü olarak görmek, beraberinde tek kitap halinde elimizde olan Kur'anın o kitaplar ile bütünleştirilerek , Yahudilerin Tevratın yanına koydukları "Talmut" gibi bir kaynak olarak görülmesine, onların Tevrata karşı direk olarak yaptıkları tahrifin bir benzerinin , endirekt olarak bizlerinde Kur'ana karşı yapması anlamına gelecektir.
Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde söylediği sözler ve yaptığı fiiller , sahabe nezdinde herhangi bir senet zinciri veya bu haberin zan olup olmadığı gibi bir durum söz konusu olmaksızın ilk ağızdan duyulmaktaydı. Muhammed (a.s) ın direk ağzından çıkan bazı kelimelere itiraz eden sahabenin, bu sözlerin sahihliği konusunda bizim bugün içinde bulunduğumuz sıkıntılar içinde olduğunu söylemek mümkün değildir .
Bugün Muhammed (a.s) adına gelen sözlerin toplandığı kitaplardaki sözlerin hiç biri onun ağzından çıktığı anda kayda alınarak bize gelmemiş olması, bizlerin ona atfedilen sözlerin ne kadar doğru olabileceği konusunda, daha dikkatli davranmasını gerektirmektedir.
Klasik İslam düşüncesinde geçerli olan sözün kendisinin değil , yazanın ve nakledenin değerlendirilmesi yoluna gidilerek doğruluğunun tespit edilmesi metodu , maalesef sağlıklı bir yol değildir. Bu yol ile oluşturulmuş olan rivayet kitaplarında , Kur'an ile uyuşmamasına rağmen , sırf falan kitap , veya filan kişiden rivayet edildiği için "Doğru ve tartışılmaz" olarak kabul edilen bir çok rivayet bulunmaktadır.
Muhammed (a.s) ın "Resul" olma gerçeğini , bu kelimenin ifade ettiği anlam olan mesajı iletmek , ve kendisi de o mesaj ile muhatap olması nedeniyle yaşamak ve örnek olmasını dikkate alarak , söz ve fiillerinin "Din" konusunda aynı Kur'an gibi bağlayıcılığı olamayacağını kabul etmeden ,sağlıklı bir düşünceye sahip olmayacağımız unutulmamalıdır.
Bunun dışındaki bir resul algısına sahip olmak demek , Allah (c.c) nin konumuna sahip bir kişi olduğu iddiası ile Muhammed (a.s) ı "İlah ve Rab" durumuna çıkarmak anlamına gelecektir.
Klasik İslam düşüncesinde geçerli olan resul algısını kabul etmenin getirdiği bir takım itikadi sıkıntılara burada değinmek yerinde olacaktır. Çünkü bu konuda ortaya atılan iddianın beraberinde getirdiği itikadi bozukluk yabana atılacak cinsten değildir.
Genel geçer resul algısında , Muhammed (a.s) ın söz ve fiillerinin tıpkı Kur'an gibi olduğunu iddia ederek kendilerini "Peygamber Dostu" olarak görenler tarafından , bunun böyle olmadığını iddia edenlere karşı "Peygamber Düşmanı" gibi yaftalar takılmaktadır.
Bilindiği üzere, peygamber sevgisinde aşırı gitmek şeklinde ortaya çıkan tezahürün zirve yaptığı kişi İsa (a.s) dır. Onu sevdiğini iddia edenler , ona olan sevgilerini göstermek için onu beşer olmaktan çıkararak, ilah konumuna getirmişlerdir. Kur'anda bu konuda pek çok ayet , İsa (a.s) a yaptıkları bu aşırı yüceltmenin onları , "Kafir" durumuna düşürdüğü bildirilmektedir.
Kur'anın İsa (a.s) ile ilgili ayetlerini alt alta koyup okuduğumuz zaman , o ayetlerde ortaya çıkan ortak nokta İsa (a.s) ın "Beşer bir Resul" olduğudur. İsa (a.s) üzerinden yapılan bu anlatımlar bizlere , sevgide ölçünün kitabın gösterdiği yol olması gerektiğidir. Kitabın gösterdiği ölçünün dışına çıkılarak, gösterilmeye çalışılan sevgi, kişileri "Küfür ve Şirk" batağına çekmektedir.
Hristiyanların düştüğü hatanın bir benzerine düşen Müslümanlar , Muhammed (a.s) ın "Beşer Elçi" olması gerçeği ile yetinmeyerek, onun sözlerini ve fiillerini aynı Kur'an gibi görerek , Allah (c.c) nin yanına oturtmayı başarmışlardır.
Allah (c.c) ile aynı konuma oturtularak , İsa (a.s) a uygulanan muamelenin bir benzeri uygulanan Muhammed (a.s) artık, koyduğu yasaklar Kur'an gibi değerlendirilmesi gereken , söylediği iddia edilen sözler aynı Kur'an gibi değeri olan "İlah ve Rab" konumunda olan bir kişi haline getirilerek, İsa (a.s) ile yaptırılan yarışta geri bırakılmamıştır!.
"Beşer Elçi" konumuna sahip olan bir kişi , Allah (c.c) ile aynı konuma sahip olduğunu iddia edecek düşünceler içinde olunması , iddia sahiplerini "Küfür ve Şirk" içine sokacaktır. Başkalarını "Peygamber Düşmanı" olarak yaftalayanlar , kendilerinin bu yaftaya layık olduğunu bilmeli , ve dostluk ve sevgi adına gösterilen bu düşmanlığı terk ederek , Kur'anın anlattığı bir peygamber algısına sahip olmalıdırlar.
Bu noktada , "Siz peygambersiz bir din istiyorsunuz , eğer peygambere ihtiyaç olmasaydı Allah (c.c) bu kitabı dağa indirir kendiniz okuyun uygulayın derdi" şeklinde, gelecek olan bir itiraza şunları söyleyebiliriz ;
Kimsenin böyle bir iddiası olamaz , "Ben Müslümanım" diyen bir kimse peygamberlik olgusunu ve gereğini asla inkar edemez , inkar eden Müslüman olamaz, neden mi ?;
Kur'anda Muhammed (a.s) a kendisinden önce geçen elçiler ve onların kavimleri ile olan mücadeleleri okunarak bu elçilerin mücadelelerinden örnek çıkarmasını amaçlamıştır. Bu noktada Muhammed (a.s) , kendisinden önceki elçi atalarının yollarını Kur'andan izleyerek o yolu yani ONLARIN SÜNNETLERİNİ takip etmiştir.
Bizlere düşen görev o yolu takip etmek olup , bu yol Kur'an dışı kitap ve bilgilere ihtiyaç bırakmayacak kadar Kur'an içinde açık ve net bir biçimde açıklanmıştır. Peygambere olan ihtiyaç dinin eksik bırakılarak , o eksiği hadis kitapları ile tamamlanması ile değil , tevhit mücadelesinde nasıl bir yol izlemek noktasında onlardan öğreneceğimiz metot noktasında olan ihtiyaçtır.
Dinde peygamberi devreden çıkarmamak adına rivayet bilgilerine sarılmak demek , eksik dinin tamamlayıcısı bir elçi anlayışına sahip olmak demek olup , bu da Allah (c.c) nin "Bu gün size dininizi tamamladım (Maide3)" emrine muhalif bir söylem üreterek , "Hayır eksik bıraktın" anlamına gelecektir.
Sonuç olarak ; Muhammed (a.s) ın "Beşer Elçi" olmasının gerektirdiği anlamın ve o anlam etrafında olması gereken düşüncelerin yüzyıllardır olmaması , Müslümanları yanlış peygamber tasavvuru ile başbaşa bırakarak , İsa (a.s) ile yarıştırılan bir peygamber haline getirmiştir.
Müslümanlar eğer "Elçi" olmak demenin ne anlama gelmesi gerektiğini Kur'andan öğrenmiş olsalardı , Muhammed (a.s) a bugün yüklenmiş olan "Ortak Elçi" payesi gündeme dahi gelmeyerek , bir çok yanlış ve Kur'an dışı düşüncenin onun adına uydurularak "Din bu dur" şeklinde sunulmasının kapısı aralanmış olmazdı.
"Elçi" , mesajını getirdiği kişi ile ortaklığı olan bir kişi anlamına gelmez. Muhammed (a.s) elçilik görevi ile dinde kural koyucu değil , konulmuş kuralları tebliğ edici ve uygulayıcıdır. Onun Kur'an harici koymuş olduğu bazı kurallar , yaşadığı zaman ve mekana has kurallar olup , onun bağlayıcı sünneti aranmak isteniliyorsa Kur'an içinde müşriklere karşı yapmış olduğu tevhit mücadelesine bakılmalıdır.
Muhammed (a.s) ın bir kul ve elçi olduğu iddiası sadece sözde değil , düşünce bazında da pratiğe geçerek , onun Allah (c.c) nin hükmüne ortak olan , eksik bıraktığı yeri dolduran bir kimse olMAdığı gerçeği bilinmedikçe içinde bulunduğumuz tartışmalar bitmeyecektir.
İçine düştüğümüz ihtilafların temeline teşkil eden resul anlayışı , en sağlam temel olan Kur'ani temele oturtulmadığı müddetçe kaypak taşlar üzerine oturtulmuş olan din binasının temeli her zaman sallantıda olmaya devam etmekten kurtulamayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaypak bir zemine oturtulan resul anlayışı , onun Allah (c.c) ile aynı konumda olması düşüncesini beraberinde getirmiştir . Böyle bir zemine oturtulan resul anlayışında , Kur'an içinde beyan edilmeyen bir konunun, onun hadisleri ile tamamlanmış olduğu düşüncesi ortaya atılarak , Muhammed (a.s)dinde , haşa eksiği tamamlayan bir kişi haline getirilmiştir.
Bilindiği üzere "Hadis" denildiği zaman akla gelen ilk şeyler , o sözlerin Kur'an gibi vahiy mahsulü olduğu , onlar olmadan Kur'anın anlaşılamayacağı , onların Kur'anı tamamladığı gibi , Allah (c.c) ye eksiklik izafe etmek anlamına gelen düşüncelerdir.
Muhammed (a.s) a yakıştırılan bu konumun yanlış olduğunu , onun böyle bir konuma oturtulmasının, Allah (c.c) ye atılmış yalan ve iftira olduğunu iddia edenlere , Muhammed (a.s) ın dinde ortak olmasını savunan anlayış sahipleri tarafından , "Hadis -Sünnet inkarcısı" , "Resul düşmanı" v.s gibi isimler takılarak , rencide edilmeye çalışıldığı malumdur.
Bu konuda ortaya atılan düşüncelerin , onun sahip olduğu "Resul" (Elçi) sıfatının yanlış anlaşılmasından kaynaklanmakta olduğunu söyleyebiliriz. Eğer onun bu görevinin sınırları, doğru biçimde anlaşılacak olursa , yapılan kavgaların önünün alınması bir nebzede olsa mümkün olacaktır.
Bu yazımızda, bu kavramın anlamı ve sınırları konusundaki düşüncelerimizi paylaşarak, resul konusunda doğru bir yaklaşım sergileme yönünde, bir katkı sağlamaya çalışacağız.
Kelimenin sözlük anlamı şu şekildedir;
"Reslun" ; "Acele etmeden gönderilmek , yollanmak" anlamındadır.
"Naqatün Resletün" : Kolay ve yumuşak yürüyüşlü dişi deve.
"İblün Merasilü : Kolay bir şekilde gönderilen develer. (El Müfredat)
Terim olarak resul kelimesi ; "Bir hükümdarın mesajını başkalarına ileten kimse" anlamında olup , bu kelimeyi Kur'an terimi olarak okuduğumuzda , "Allah (c.c) nin mesajını ileten Melek veya Beşerden seçilmiş olan kimseler" için kullanılan bir kelimedir.
Kur'anda , bu kelimenin sözlük anlamında kullanıldığı ayetler bulunmaktadır
[026.053] Firavun da şehirlere toplayıcılar gönderdi( Feersele):
[012.031] (Kadın) Onların düzenlerini işitince, onlara gönderdi (Erselet), oturup dayanacakları yerler hazırladı ve her birinin eline bıçak verdi. «Çık, onlara « dedi. Böylece onlar onu görünce büyüttüler, ellerini kestiler ve: «Allah'ı tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak üstün bir melektir» dediler.
"Resul" (Elçi) konusunda bilinmesi gerekli olan en önemli nokta , bu görevi yüklenen kişinin yetki ve görevinin sınırlı olduğu , taşıdığı mesajın içeriğine artırma ve eksiltme yapmak gibi kişisel bir müdahalesinin olmamasıdır. Bu nokta dikkate alınarak , Muhammed (a.s) ın konumu anlaşılmaya müddetçe, yanlışlıkların ardı arkası kesilmeyecektir.
Muhammed (a.) ın resul olmasını işte bu noktayı dikkate alarak okumak zorundayız. Bu nokta dikkate alınmadan, veya göz ardı edilerek ortaya konan resul anlayışında, maalesef yarı ilah konuma yükseltilmiş ve Kur'an ile uyuşmayan bir resul portresi ortaya çıkarılmıştır.
[017.093] «Veyahut senin için altın- dan bir hane olmalı veya göğe derece derece yükselesin ve senin yükselmene de asla inanmayız, tâ ki, üzerimize kendisini okuyacağımız bir kitap indiresin.» De ki: «Rabbimi tenzih ederim, ben bir beşer olan resûlden başka değilim.»
[006.050] De ki: «Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.» De ki: «Görenle görmeyen bir midir? Düşünmüyor musunuz?»
[007.203]Onlara bir ayet getirmediğin zaman, «Sen bir tane yapsaydın ya» derler. De ki: «Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana uyarım. Bu Kitap inanan kavme Rabbinizden açık belgeler, yol gösterme ve rahmettir.»
[010.015] Ayetlerimiz onlara açık açık okununca, bizimle karşılaşmayı ummayanlar, «Bundan başka bir Kuran getir veya bunu değiştir» dediler. De ki: «Onu kendiliğimden değiştiremem, ben ancak, bana vahyolunana uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabına uğramaktan korkarım.»
[010.109] Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.
[018.110] De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.
[033.002] Sana Rabbinden vahyolunana uy; şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
[038.070] «Bana sadece vahyolunuyor; doğrusu ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.»
[041.006] De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!
[046.009]De ki: «Ben peygamberlerin ilki değilim; benim ve sizin başınıza gelecekleri bilmem; ben ancak bana vahyolunana uymaktayım; ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.»
Yukarıda vermiş olduğumuz ayet meallerine dikkat edildiğinde , onun kendisine vahyolunana uyan "Beşer bir elçi" olmasının beyan edilmiş olması , bizlerin resul algımızın şekillenmesinde temel alınması gereken en önemli ayetlerdir.
Bu noktada , "Sen peygambere postacı mı demek istiyorsun?" şeklinde itirazlar mutlaka gelecektir. Bu itirazlara ise, " Hayır asla böyle bir iddiamız olamaz , Muhammed (a.s) "Resul" olmak sıfatıyla , Rabbinden kendisine verilen mesajı iletmek , "Beşer" olmak yönüyle de, getirdiği mesajın ilk muhatabı yani mesajı hem okumak , hem de kendi hayatına uygulamak ile yükümlü birisidir" şeklinde cevabımız olacaktır.
İnsanların "Elçi" sözünü duyduğunda aklına gelen ilk şey , bir kimseden aldığı haberi bir diğerine aktaran kimse olup , "Elçi" olan kişinin aldığı haberi iletirken eksik , fazla , yalan gibi şahsi müdahalesi olması söz konusu bile olamaz. İletmek ile görevli olduğu habere müdahale eden bir elçi, "Hain" olarak görülerek , gerekli cezaya çarptırılır. Muhammed (a.s) ın elçi olma gerçeğini , bu kelimenin ifade ettiği anlam dahilinde okumak ve anlamak zorundayız.
Muhammed (a.s) ın elçiliği ile ilgili İslam dünyasındaki onun haram helal koyma yetkisi olduğunu savunan görüş , onun aldığı mesajın içeriğinde bazı eksiklikler görerek tamamladığını veya , mesajı veren Allah (c.c) nin ona "Benim eksik bıraktığım yerleri sen tamamlayabilirsin" şeklinde bir izin vermiş gibi bir algının oluşturduğu resul anlayışına sahiptir.
[069.044] O, bize isnâden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı,
[069.045] Elbette ki onu sağ tarafından yakalardık.
[069.046] Sonra onun can damarını elbette keserdik.
[069.047] Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.
Hakka suresindeki bu ayetler, "Resul" sıfatına sahip olan bir kimsenin , görev ve yetkilerini aştığı anda ona neler yapılacağını bildirmektedir.
Şimdi sorarız ; Kendisi "Resul" vasfına sahip olarak , kendisine vahyolununa yani verilen mesaja uyan , onun haricinde bu mesaja herhangi bir ilave eksiltme gibi bir yetkisi olmayan , böyle bir şey yaptığında başına neler geleceğini çok iyi bilen bir kimse , "Bende Allah (c.c) gibi haram helal koyarım" gibi sözler söyleyerek , kendisinin Allah (c.c) ye ortak olduğunu iddia eden sözler sarf edebilir mi ?.
Yeryüzünde olan beşer bir hükümdar dahi , "Elçi" olarak seçtiği kimseyi gönderdiği insanlara , " Bu elçi aynı benim gibi hükümdardır , benim yerime kendisi size bazı talimatlar verebilir" demez iken, yani elçisi ile kendisi arasında herhangi bir ortaklığı kabul etmez iken , Alemlerin Rabbi ve hükümdarların hükümdarı olan Allah (c.c) , "Elçi" sıfatı ile gönderdiği bir BEŞERİ sadece kendisine ait olması gereken yetkilerde, onu kendisine ortak edebilir mi ? .
"Biz Muhammed (a.s) ın beşer olmadığını, veya Allah (c.c) ye ortak olduğunu iddia etmiyoruz" şeklinde gelecek olan bir itiraza ise şunları söyleyebiliriz ;
Evet bunu söz ile söylememiş olabilirsiniz , ancak Muhammed (a.s) haram helal tayini yetkisi veya söz ve fiillerinin aynı Kur'an gibi olduğu iddiasıyla, onun "Beşer Elçi" olması gerçeğini göz ardı ederek onu, "Ortak Elçi" konumuna yükselterek , fiilen böyle bir cürümü işlemektesiniz ?.
Sizlerin , "Muhammed (a.s) da aynı Allah (c.c) gibi haram helal koyma yetkisine sahiptir" şeklindeki iddialarınız , "Muhammed (a.s) da aynı Allah (c.c) gibi ilah olma gereğinin yetkilerine sahiptir" anlamına gelmektedir.
"Kur'anda Allah VE Resulü şeklinde geçen ayetleri inkar mı edelim o zaman? , veya sizin gibi düşünürsek bu ayetleri inkar etmiş olmaz mıyız?" şeklinde gelebilecek olan bir soruya da şunları söyleyebiliriz ;
Kur'anda geçen "Allah VE Resulü" şeklinde ayetleri eğer, "Allah (c.c) ayrı , resulü ayrı hüküm koyma yetkisine sahiptir" şeklinde anlayacak olursak , Rabbimizin "Çelişkisiz bir kitap" şeklinde beyan ettiği Kur'ana, "Çelişkili bir kitap" muamelesi yapmış oluruz şöyle ki ;
Kur'anın "Resul" kelimesine yüklediği anlamı ve ve bu kelimenin kullanımını dikkate aldığımızda , bu kelimenin anlam alanı öncelikle mesajı taşıyan kişinin mesaja müdahale etmek gibi bir yetkisi olMAdığını göstermektedir. "Allah VE Resulü" şeklinde geçen ayetlerin eğer, "Allah (c.c) ayrı , Muhammed (a.s) haram helal tayin eder" şeklinde bir anlamı olduğunu iddia ederek okuduğumuz zaman , "Resul" olan Muhammed (a.s) ın taşıdığı mesaja müdahale ettiğini iddia ederek, Hakka suresindeki karşılığa hak kazanmış olmasını gerektiren bir suç işlediğini iddia etmiş oluruz .
Allah (c.c) onu hiç bir zaman Hakka suresi ayetlerinde tehdit ettiği azaba çarptırmadığına göre Muhammed (a.s) kendisine verilen görevin sınırlarını aşacak bir hatalı davranış içine hiç bir zaman girmemiştir.
Muhammed (a.s) yaşadığı zaman içinde ne kavli ne de fiili olarak, aynen Allah (c.c) nin hükmü gibi kabul edilmesi gereken haram helal bazında bir hüküm koymamıştır. Onun yaşadığı hayat içinde yapmış olduğu bazı tasarruflar, "Devlet Başkanı" veya "Ordu Komutanı" sıfatının gereği olarak yapmış olduğu bazı tasarruflar olup , Kur'an ile denk olması gerektiği düşünülen tasarruflar değildir .
Bu tasarruflar bazen itiraz ile karşılanıp, Uhud harbi ile ilgili istişarede olduğu gibi sahabe tarafından ret edilerek , başka öneriler getirilebiliyordu . Sahabe eğer onun yapmış olduğu bu tasarrufların, aynı Kur'an gibi bağlayıcı olduğunu düşünse idi , ondan gelen bazı tekliflere, karşı teklif sunmak gibi bir hata! içine acaba düşer miydi ?.
Muhammed (a.s) ın yapmış olduğu bazı tasarrufların sahabe tarafından itiraz görmüş olması , bugün onun yapmış olduğu tasarrufların aynen Kur'an gibi görülmesi gerektiğini düşünenler tarafından , kendi iddialarının doğru olması için , sahabenin yanlış yapmış ve ona isyan etmiş olması şeklinde bir düşüncenin oluşmasına sebep olmasını gerektirmektedir. Halbuki sahabenin böyle bir hata içinde olduğunu kimse iddia etmemekte ve onların hata yaptığını iddia edilmiş olması yanlış bir tutum olacaktır.
Muhammed (a.s) a ait olduğu iddia edilen sözlerin toplandığı kitapları vahiy mahsulü olarak görmek, beraberinde tek kitap halinde elimizde olan Kur'anın o kitaplar ile bütünleştirilerek , Yahudilerin Tevratın yanına koydukları "Talmut" gibi bir kaynak olarak görülmesine, onların Tevrata karşı direk olarak yaptıkları tahrifin bir benzerinin , endirekt olarak bizlerinde Kur'ana karşı yapması anlamına gelecektir.
Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde söylediği sözler ve yaptığı fiiller , sahabe nezdinde herhangi bir senet zinciri veya bu haberin zan olup olmadığı gibi bir durum söz konusu olmaksızın ilk ağızdan duyulmaktaydı. Muhammed (a.s) ın direk ağzından çıkan bazı kelimelere itiraz eden sahabenin, bu sözlerin sahihliği konusunda bizim bugün içinde bulunduğumuz sıkıntılar içinde olduğunu söylemek mümkün değildir .
Bugün Muhammed (a.s) adına gelen sözlerin toplandığı kitaplardaki sözlerin hiç biri onun ağzından çıktığı anda kayda alınarak bize gelmemiş olması, bizlerin ona atfedilen sözlerin ne kadar doğru olabileceği konusunda, daha dikkatli davranmasını gerektirmektedir.
Klasik İslam düşüncesinde geçerli olan sözün kendisinin değil , yazanın ve nakledenin değerlendirilmesi yoluna gidilerek doğruluğunun tespit edilmesi metodu , maalesef sağlıklı bir yol değildir. Bu yol ile oluşturulmuş olan rivayet kitaplarında , Kur'an ile uyuşmamasına rağmen , sırf falan kitap , veya filan kişiden rivayet edildiği için "Doğru ve tartışılmaz" olarak kabul edilen bir çok rivayet bulunmaktadır.
Muhammed (a.s) ın "Resul" olma gerçeğini , bu kelimenin ifade ettiği anlam olan mesajı iletmek , ve kendisi de o mesaj ile muhatap olması nedeniyle yaşamak ve örnek olmasını dikkate alarak , söz ve fiillerinin "Din" konusunda aynı Kur'an gibi bağlayıcılığı olamayacağını kabul etmeden ,sağlıklı bir düşünceye sahip olmayacağımız unutulmamalıdır.
Bunun dışındaki bir resul algısına sahip olmak demek , Allah (c.c) nin konumuna sahip bir kişi olduğu iddiası ile Muhammed (a.s) ı "İlah ve Rab" durumuna çıkarmak anlamına gelecektir.
Klasik İslam düşüncesinde geçerli olan resul algısını kabul etmenin getirdiği bir takım itikadi sıkıntılara burada değinmek yerinde olacaktır. Çünkü bu konuda ortaya atılan iddianın beraberinde getirdiği itikadi bozukluk yabana atılacak cinsten değildir.
Genel geçer resul algısında , Muhammed (a.s) ın söz ve fiillerinin tıpkı Kur'an gibi olduğunu iddia ederek kendilerini "Peygamber Dostu" olarak görenler tarafından , bunun böyle olmadığını iddia edenlere karşı "Peygamber Düşmanı" gibi yaftalar takılmaktadır.
Bilindiği üzere, peygamber sevgisinde aşırı gitmek şeklinde ortaya çıkan tezahürün zirve yaptığı kişi İsa (a.s) dır. Onu sevdiğini iddia edenler , ona olan sevgilerini göstermek için onu beşer olmaktan çıkararak, ilah konumuna getirmişlerdir. Kur'anda bu konuda pek çok ayet , İsa (a.s) a yaptıkları bu aşırı yüceltmenin onları , "Kafir" durumuna düşürdüğü bildirilmektedir.
Kur'anın İsa (a.s) ile ilgili ayetlerini alt alta koyup okuduğumuz zaman , o ayetlerde ortaya çıkan ortak nokta İsa (a.s) ın "Beşer bir Resul" olduğudur. İsa (a.s) üzerinden yapılan bu anlatımlar bizlere , sevgide ölçünün kitabın gösterdiği yol olması gerektiğidir. Kitabın gösterdiği ölçünün dışına çıkılarak, gösterilmeye çalışılan sevgi, kişileri "Küfür ve Şirk" batağına çekmektedir.
Hristiyanların düştüğü hatanın bir benzerine düşen Müslümanlar , Muhammed (a.s) ın "Beşer Elçi" olması gerçeği ile yetinmeyerek, onun sözlerini ve fiillerini aynı Kur'an gibi görerek , Allah (c.c) nin yanına oturtmayı başarmışlardır.
Allah (c.c) ile aynı konuma oturtularak , İsa (a.s) a uygulanan muamelenin bir benzeri uygulanan Muhammed (a.s) artık, koyduğu yasaklar Kur'an gibi değerlendirilmesi gereken , söylediği iddia edilen sözler aynı Kur'an gibi değeri olan "İlah ve Rab" konumunda olan bir kişi haline getirilerek, İsa (a.s) ile yaptırılan yarışta geri bırakılmamıştır!.
"Beşer Elçi" konumuna sahip olan bir kişi , Allah (c.c) ile aynı konuma sahip olduğunu iddia edecek düşünceler içinde olunması , iddia sahiplerini "Küfür ve Şirk" içine sokacaktır. Başkalarını "Peygamber Düşmanı" olarak yaftalayanlar , kendilerinin bu yaftaya layık olduğunu bilmeli , ve dostluk ve sevgi adına gösterilen bu düşmanlığı terk ederek , Kur'anın anlattığı bir peygamber algısına sahip olmalıdırlar.
Bu noktada , "Siz peygambersiz bir din istiyorsunuz , eğer peygambere ihtiyaç olmasaydı Allah (c.c) bu kitabı dağa indirir kendiniz okuyun uygulayın derdi" şeklinde, gelecek olan bir itiraza şunları söyleyebiliriz ;
Kimsenin böyle bir iddiası olamaz , "Ben Müslümanım" diyen bir kimse peygamberlik olgusunu ve gereğini asla inkar edemez , inkar eden Müslüman olamaz, neden mi ?;
Kur'anda Muhammed (a.s) a kendisinden önce geçen elçiler ve onların kavimleri ile olan mücadeleleri okunarak bu elçilerin mücadelelerinden örnek çıkarmasını amaçlamıştır. Bu noktada Muhammed (a.s) , kendisinden önceki elçi atalarının yollarını Kur'andan izleyerek o yolu yani ONLARIN SÜNNETLERİNİ takip etmiştir.
Bizlere düşen görev o yolu takip etmek olup , bu yol Kur'an dışı kitap ve bilgilere ihtiyaç bırakmayacak kadar Kur'an içinde açık ve net bir biçimde açıklanmıştır. Peygambere olan ihtiyaç dinin eksik bırakılarak , o eksiği hadis kitapları ile tamamlanması ile değil , tevhit mücadelesinde nasıl bir yol izlemek noktasında onlardan öğreneceğimiz metot noktasında olan ihtiyaçtır.
Dinde peygamberi devreden çıkarmamak adına rivayet bilgilerine sarılmak demek , eksik dinin tamamlayıcısı bir elçi anlayışına sahip olmak demek olup , bu da Allah (c.c) nin "Bu gün size dininizi tamamladım (Maide3)" emrine muhalif bir söylem üreterek , "Hayır eksik bıraktın" anlamına gelecektir.
Sonuç olarak ; Muhammed (a.s) ın "Beşer Elçi" olmasının gerektirdiği anlamın ve o anlam etrafında olması gereken düşüncelerin yüzyıllardır olmaması , Müslümanları yanlış peygamber tasavvuru ile başbaşa bırakarak , İsa (a.s) ile yarıştırılan bir peygamber haline getirmiştir.
Müslümanlar eğer "Elçi" olmak demenin ne anlama gelmesi gerektiğini Kur'andan öğrenmiş olsalardı , Muhammed (a.s) a bugün yüklenmiş olan "Ortak Elçi" payesi gündeme dahi gelmeyerek , bir çok yanlış ve Kur'an dışı düşüncenin onun adına uydurularak "Din bu dur" şeklinde sunulmasının kapısı aralanmış olmazdı.
"Elçi" , mesajını getirdiği kişi ile ortaklığı olan bir kişi anlamına gelmez. Muhammed (a.s) elçilik görevi ile dinde kural koyucu değil , konulmuş kuralları tebliğ edici ve uygulayıcıdır. Onun Kur'an harici koymuş olduğu bazı kurallar , yaşadığı zaman ve mekana has kurallar olup , onun bağlayıcı sünneti aranmak isteniliyorsa Kur'an içinde müşriklere karşı yapmış olduğu tevhit mücadelesine bakılmalıdır.
Muhammed (a.s) ın bir kul ve elçi olduğu iddiası sadece sözde değil , düşünce bazında da pratiğe geçerek , onun Allah (c.c) nin hükmüne ortak olan , eksik bıraktığı yeri dolduran bir kimse olMAdığı gerçeği bilinmedikçe içinde bulunduğumuz tartışmalar bitmeyecektir.
İçine düştüğümüz ihtilafların temeline teşkil eden resul anlayışı , en sağlam temel olan Kur'ani temele oturtulmadığı müddetçe kaypak taşlar üzerine oturtulmuş olan din binasının temeli her zaman sallantıda olmaya devam etmekten kurtulamayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
4 Mart 2016 Cuma
İLMİHAL KİTAPLARI: Müslümanları Vesveseye Sürükleyen Ayrıntılar Deryası
"Vesvese" ; "Bazı konularda kişinin içine düşen şüphe ve kuruntu" anlamında kullanılan bir kelimedir.
Bu kelime, bazı Müslümanların yaşantısında önemli bir yer tutarak , yapmış olduğu ibadetlerin kabul olup olmama noktasında kişide şüphe uyanmasına sebep olmakta, ve bu vesvesenin yine bazı Müslümanlarda hastalık derecesine dayanıp, tıbbi destek almasını gerektirecek boyutlara kadar vardığını gözlemlemekteyiz.
Bu yazımızda konunun psikiyatrik tedavi boyutunu değil , bazı Müslümanların böyle bir rahatsızlık içine girmeye sebep olan bazı noktaları ele almaya çalışacağız.
Bazı Müslümanlarda psikolojik rahatsızlıklara sebep olan vesvesenin önemli bir kaynağının , piyasada çeşitli isimlerle satılan, genel adı "İlmihal Kitapları" olan, ibadet ve muamelata dair bilgileri kapsayan kitaplar olduğunu düşünüyoruz.
Bu kitapların "İbadet" kısmını kapsayan özellikle namaz , abdest , gusül gibi bölümlerdeki ince ayrıntı şeklindeki bilgiler bazı Müslümanlarda, bu ayrıntılara dikkat edilmediğinde veya kaçırdıklarını düşündüklerinde , yaptığı ibadetin kabul edilmeme veya cünüp gezme korkusuna sebep olmakta, onları depresyona sokarak ve psikiyatrist doktorlardan medet umar hale getirmektedir.
Bu kitapların ibadet konuları ile ilgili verdiği bilgilerin ortak noktası , sadece şekli dikkate alarak özü kaçırmaları , ve şekil konusunda verilen bilgilerin uygulanması neticesinde ibadetlerin kabul olunacağıdır. Bu kitaplarda verilen bilgilere göre ibadetleri yerine getirmenin gerekli olduğunu düşünenlerin bir kısmı vesveseye kapılarak, bu kitaplarda yazılanların tam olarak yerine getirilmediği takdirde , ibadetlerinin kabul olunup olunmadığı konusunda uykuları kaçmaktadır.
Bu kitapların nasıl bir konumda olması gerektiği üzerinde oluşturulan yanlış bilgiler , bazı Müslümanların vesveseye kapılmasına sebep olarak bu kitaplarda yazan bilgileri "Kesin Bilgi" olarak görmelerine sebep olmaktadır. Eğer bu kitapları okuyan kişiler , bu kitaplardaki bilgilerin kişisel düşünce ve içtihat ürünü yani kesin bilgi olmadığını bilerek okudukları takdirde , ibadetlerinin kabul olunup olunmadığı noktasında vesveseye düşmeleri tehlikesi otomatikman ortadan kalkacaktır.
İslam dünyasında yüzyıllardır oluşturulan rivayet merkezli din anlayışının etkisi ile , özellikle namaz gibi tevhidi boyutunun ön planda olması gereken bir ibadet, sadece şekil boyutuna indirgemiş bir hale getirilmiş , el , bel , ayak , parmak, göz v.s gibi uzuvların milimetrik hesaplar ile namazda nasıl olması gerektiği yönünde, ortalığı kaplayan bilgi kirliliği neticesinde büyük bir kısım Müslüman bu bilgileri olmazsa olmazlardan sayarak , tevhidi boyutu bir kenara bırakıp , işin sadece şekil yönüne yönelmiştir.
Şekil boyutuna indirgenmiş bir ibadetin kabulünü , o şekillerin milimetrik olarak yerine getirilmesine bağlı sanan Müslümanlar, bu şekillerde eksik veya hatalı yaptıklarını zannettikleri anda ipin ucu kaçarak , incir çekirdeğini doldurmayacak konularla ilmihalci hocaların kapılarını aşındırmakta ve psikolojik yönden sıkıntıya düşmektedirler.
Bazı tv kanallarında çıkan hocalara sorulan abuk sabuk sorulara baktığımızda,şekilcilik hastalığına tutulmuş insanların sordukları sorulara gülünç cevaplar yetiştirmek için çabalayan hocaların cevapları ise ayrı bir trajedidir. Bu hocalara sorulan sorular , soran insanların din konusunda hangi kitaplardan ve kimlerden beslendiğinin bir göstergesi olup , toplumun içinde olduğu acı durumun trajikomik bir tarafını göstermektedir.
En basit bir yıkanmayı dahi "32 farz" diye yazılan bilgiler içinde "3 tanesi guslün farzı" olarak tesis eden ilmihal hocaları , bu işi bir ritüel haline sokup "İğne ucu kadar yer kuru kalsa gusül kabul olmaz" diyerek , bazı kimseleri banyodan çıkmaz bir hale getirerek büyük bir cinayet işlemektedirler. "Acaba vücudumda iğne ucu kadar kuru yer kaldımı" diye vesveseye kapılarak, defalarca banyoya giren insanların çektikleri çileler , bu kitapları yazan ve savunanlara, vebal olarak geri dönecektir.
Bu kitaplar içinde yazılan ve adına sadece "Bilgi Kirliliği" diyebileceğimiz bilgileri tek tek ele alarak burada bahsetmek, sayfalar alacaktır. Ancak biz bu kitapların ne olduğu ve bizim hayatımızda nasıl bir yeri olması gerektiği konusunda bilgi sahibi olarak , bu kitaplar içindeki bilgilerin büyük kısmının gereksiz , hatta yalan yanlış bilgiler olduğunu öğrendiğimizde , ticari amaç taşıyarak yazılmış olan bu kitaplarda yazılanların hayatımızı karartmasının önünü kesmiş olacağız.
Adına "Farz" denilen bir hükmün doğru bir hüküm olması için , Kur'an içinde sübutu ve delaleti kati olması gerekmektedir. Kişilerin ağızları ile uydurdukları "Şu farz bu farz" şeklinde hükümlerin herhangi bir geçerliliği olamaz. Sünnet , vacip , müstehap , mekruh v.s gibi terimler etrafında ihdas edilmiş fıkhi hükümler , kişilerin bilgi kirliliği içinde boğularak vesveseye kapılmasına yol açan bilgilerdir. Fıkhi terimler etrafında oluşturulmuş olan dini bilgiler ile kafaları kaplanan insanlar , bu bilgileri hayatlarına aktaramadıklarında , sanki büyük bir günah işlemiş hissine kapılarak depresyona dahi düşebilmektedir.
Bu kitaplar ibadet alanında özü terk ederek şekle sarılmayı esas alması bakımından, okumanın zaman israfı olduğu kitaplar gurubuna dahil edilmesi gerekmektedir. Kişisel görüşlerin "Din bu dur" şeklinde sunulduğu bu kitapları okuyanlar , özü kaçırarak şekle itibar eden bir din anlayışına sahip olarak, maalesef kendilerini aldatan bir zan içine düşmektedirler.
Halbuki asıl olan bu ibadetlerin insan hayatında yapılması sonucunda hasıl olması gerekli olan şuur boyutunun verilmesi gerektiği , ilmihal kitaplarında nokta kadar dahi yer almayarak , bu kitaplar lüzumsuz bilgiler deposu haline getirilmiştir.
Mezheplerin yani kişisel düşünce ürünü olan görüşlerin "Din" edinildiği bir toplumda ortaya çıkan ayrılıklar zamanlar kanlı çatışmalara dahi dönüşmüş ve bunların örnekleri biz Müslümanlar arasında hala yaşanmaktadır. İlmihal kitapları , mezheplere bölünerek herkesin kendi mezhebini din edinmesine sebep olan kitaplar olarak , bu ayrılıkları körükleyen bir konuma sahiptir.
Namaz , abdest , gusül gibi bilgiler, Müslümanlar arasında yüzlerce yıldır "Ameli Tevatür" denilen yol ile gelen bilgiler olması nedeniyle , bu tür bilgileri kitaplar üzerinden halka anlatmak , sadece ticari amaca hizmet eden bir yoldur. Müslümanlar namaz , abdest gibi ibadetleri birbirlerinden öğrenerek, bu bilgilerin kitaplardaki teferruatlara dalarak öğrenilmesine gerek olmadığını idrak etmedikleri müddetçe , bu kitaplar piyasada çok satanlar hanesinde, ve bazı kimseleri psikolojik sıkıntılara sokan kitap olmaktan başka bir işe yaramayacaklardır.
Bu tür kitaplardaki ince ayrıntı şeklindeki bilgi kirliliği ,Müslümanları her şeyin kılı kırk yararcasına düşünülmesi ve uygulanması gerektiği gibi bir zan içine sokarak , "Hocam takkemde iğne başı kadar delik olsa namazım kabul olur mu?" gibi abuk sabuk sorularla, tv hocalarının gündemini süsleyen onların para kazanmasını sağlayan aptalca sorulara meydan vermektedir.
Buradan özellikle , bu kitaplar içindeki bilgileri okuyarak vesvese hastalığına kapılmış olanlara seslenmek istiyoruz ; Bu kitaplar veya bu kitaplar içindeki bilgilerin büyük bir kısmı kesinlikle dinimizin olmazsa olmaz kısmını oluşturan bilgiler değildir. Şeytanın, bu kitaplar içindeki bilgileri kullanarak , sizi hasta etmesine ve doktor kapılarında beklemenize sebep olan iğvasına kapılmamak için , bu kitapları ve bu kitaplardaki kirli bilgileri hayatınızdan dehal çıkarmaya çalışmanız gerekmektedir.
Kendiniz, aldığınız ilk guslün en doğru gusül , aldığınız ilk abdestin en doğru abdest , kıldığınız ilk namazın en doğru namaz olduğuna zihninizde yer ettirmediğiniz müddetçe , defalarca gusül , defalarca abdest , defalarca namaz kılmaktan kendinizi kurtaramazsınız. Bu kitaplardaki yazan kuralların uygulanmasının, "Farz" hükmünde olan kurallar olMAdığını düşünerek ve bunu kendinize telkin ederek, bu kitaplar ile oluşmuş olan bilgileri kafanızdan silmedikçe, psikiyatrist doktorların kapısından kurtulmanız mümkün değildir.
Vesvese hastalığı, önce kişinin gayretleri ile tedavi edilebilecek olan hastalıklardan birisidir. Kişi okuduğu bu kitaplardan elde ettiği bilgileri , veya ilmihal kitaplarını din edinmiş hocaların söylediklerinin kendisini bağlamadığı yönünde kendisine yapacak olduğu telkinlerle bu hastalıktan kurtulması kolaylaşacaktır.
Buradan özellikle tv lerde program yapan bazı hocalara da seslenmek istiyoruz ; Bu kitaplarda mevcut olan bilgileri kullanarak , insanların sizlere sorduğu abuk sabuk soruları cevaplamak sureti ile, belki dünyada mal ve mevki kazanabilirsiniz, ancak vermiş olduğunuz yanlış bilgiler bazı insanlar üzerinde etkiler yaparak , onların sağlığını bozmaya kadar gidecek etkiler yaratmaktadır. Önce kendinizi Kur'an ile düzelterek , sonra sizden yardım isteyen insanlara hurafe ve kirli bilgiler değil , sahih ve temiz bilgiler vermek zorunda olduğunuzu unutmayınız.
Sonuç olarak ; Piyasada "İlmihal Kitapları" olarak bilinen , ibadetlerin özünün terk edilip şekle yönelinmesinde , ve kolay olan dinin zorlaştırılmasında büyük katkısı olan kitaplar olup , içindeki ince milimetrik ayrıntılar , bazı insanlarda depresyona dahi sebep olarak , o kimselerin psikolojik destek almasını gerektirecek seviyeye kadar gelmesine sebep olmaktadırlar.
Bu tür rahatsızlıkları olan kimselere tavsiyemiz , bu kitapları ve bu kitaplar içindeki bilgileri din edinmekten kurtulmalarıdır. Bunları yapmadıkları müddetçe , kendilerinin aldığı guslün , abdestin , kıldığı namazın kabul olup olmadı konusunda vesveseye düşmekten kurtulamayacaklardır.
İlmihal kitaplarındaki ayrıntıları yerine getirip getiremediği noktasında vesveseye düşenler , bu kitapları kendisine zarar veren , içki , sigara , uyuşturucu olarak görerek terketmeye çalışmaları , onların bu tür vesveselerden kurtulmalarını sağlayacaktır.
RABBİMİZ BİZLERİ, İLMİHAL KİTAPLARINDAKİ BİLGİ KİRLİLİĞİNE KAPILIP VESVESE HASTALIĞINA DÜŞMEKTEN MUHAFAZA ETSİN.
Bu kelime, bazı Müslümanların yaşantısında önemli bir yer tutarak , yapmış olduğu ibadetlerin kabul olup olmama noktasında kişide şüphe uyanmasına sebep olmakta, ve bu vesvesenin yine bazı Müslümanlarda hastalık derecesine dayanıp, tıbbi destek almasını gerektirecek boyutlara kadar vardığını gözlemlemekteyiz.
Bu yazımızda konunun psikiyatrik tedavi boyutunu değil , bazı Müslümanların böyle bir rahatsızlık içine girmeye sebep olan bazı noktaları ele almaya çalışacağız.
Bazı Müslümanlarda psikolojik rahatsızlıklara sebep olan vesvesenin önemli bir kaynağının , piyasada çeşitli isimlerle satılan, genel adı "İlmihal Kitapları" olan, ibadet ve muamelata dair bilgileri kapsayan kitaplar olduğunu düşünüyoruz.
Bu kitapların "İbadet" kısmını kapsayan özellikle namaz , abdest , gusül gibi bölümlerdeki ince ayrıntı şeklindeki bilgiler bazı Müslümanlarda, bu ayrıntılara dikkat edilmediğinde veya kaçırdıklarını düşündüklerinde , yaptığı ibadetin kabul edilmeme veya cünüp gezme korkusuna sebep olmakta, onları depresyona sokarak ve psikiyatrist doktorlardan medet umar hale getirmektedir.
Bu kitapların ibadet konuları ile ilgili verdiği bilgilerin ortak noktası , sadece şekli dikkate alarak özü kaçırmaları , ve şekil konusunda verilen bilgilerin uygulanması neticesinde ibadetlerin kabul olunacağıdır. Bu kitaplarda verilen bilgilere göre ibadetleri yerine getirmenin gerekli olduğunu düşünenlerin bir kısmı vesveseye kapılarak, bu kitaplarda yazılanların tam olarak yerine getirilmediği takdirde , ibadetlerinin kabul olunup olunmadığı konusunda uykuları kaçmaktadır.
Bu kitapların nasıl bir konumda olması gerektiği üzerinde oluşturulan yanlış bilgiler , bazı Müslümanların vesveseye kapılmasına sebep olarak bu kitaplarda yazan bilgileri "Kesin Bilgi" olarak görmelerine sebep olmaktadır. Eğer bu kitapları okuyan kişiler , bu kitaplardaki bilgilerin kişisel düşünce ve içtihat ürünü yani kesin bilgi olmadığını bilerek okudukları takdirde , ibadetlerinin kabul olunup olunmadığı noktasında vesveseye düşmeleri tehlikesi otomatikman ortadan kalkacaktır.
İslam dünyasında yüzyıllardır oluşturulan rivayet merkezli din anlayışının etkisi ile , özellikle namaz gibi tevhidi boyutunun ön planda olması gereken bir ibadet, sadece şekil boyutuna indirgemiş bir hale getirilmiş , el , bel , ayak , parmak, göz v.s gibi uzuvların milimetrik hesaplar ile namazda nasıl olması gerektiği yönünde, ortalığı kaplayan bilgi kirliliği neticesinde büyük bir kısım Müslüman bu bilgileri olmazsa olmazlardan sayarak , tevhidi boyutu bir kenara bırakıp , işin sadece şekil yönüne yönelmiştir.
Şekil boyutuna indirgenmiş bir ibadetin kabulünü , o şekillerin milimetrik olarak yerine getirilmesine bağlı sanan Müslümanlar, bu şekillerde eksik veya hatalı yaptıklarını zannettikleri anda ipin ucu kaçarak , incir çekirdeğini doldurmayacak konularla ilmihalci hocaların kapılarını aşındırmakta ve psikolojik yönden sıkıntıya düşmektedirler.
Bazı tv kanallarında çıkan hocalara sorulan abuk sabuk sorulara baktığımızda,şekilcilik hastalığına tutulmuş insanların sordukları sorulara gülünç cevaplar yetiştirmek için çabalayan hocaların cevapları ise ayrı bir trajedidir. Bu hocalara sorulan sorular , soran insanların din konusunda hangi kitaplardan ve kimlerden beslendiğinin bir göstergesi olup , toplumun içinde olduğu acı durumun trajikomik bir tarafını göstermektedir.
En basit bir yıkanmayı dahi "32 farz" diye yazılan bilgiler içinde "3 tanesi guslün farzı" olarak tesis eden ilmihal hocaları , bu işi bir ritüel haline sokup "İğne ucu kadar yer kuru kalsa gusül kabul olmaz" diyerek , bazı kimseleri banyodan çıkmaz bir hale getirerek büyük bir cinayet işlemektedirler. "Acaba vücudumda iğne ucu kadar kuru yer kaldımı" diye vesveseye kapılarak, defalarca banyoya giren insanların çektikleri çileler , bu kitapları yazan ve savunanlara, vebal olarak geri dönecektir.
Bu kitaplar içinde yazılan ve adına sadece "Bilgi Kirliliği" diyebileceğimiz bilgileri tek tek ele alarak burada bahsetmek, sayfalar alacaktır. Ancak biz bu kitapların ne olduğu ve bizim hayatımızda nasıl bir yeri olması gerektiği konusunda bilgi sahibi olarak , bu kitaplar içindeki bilgilerin büyük kısmının gereksiz , hatta yalan yanlış bilgiler olduğunu öğrendiğimizde , ticari amaç taşıyarak yazılmış olan bu kitaplarda yazılanların hayatımızı karartmasının önünü kesmiş olacağız.
Adına "Farz" denilen bir hükmün doğru bir hüküm olması için , Kur'an içinde sübutu ve delaleti kati olması gerekmektedir. Kişilerin ağızları ile uydurdukları "Şu farz bu farz" şeklinde hükümlerin herhangi bir geçerliliği olamaz. Sünnet , vacip , müstehap , mekruh v.s gibi terimler etrafında ihdas edilmiş fıkhi hükümler , kişilerin bilgi kirliliği içinde boğularak vesveseye kapılmasına yol açan bilgilerdir. Fıkhi terimler etrafında oluşturulmuş olan dini bilgiler ile kafaları kaplanan insanlar , bu bilgileri hayatlarına aktaramadıklarında , sanki büyük bir günah işlemiş hissine kapılarak depresyona dahi düşebilmektedir.
Bu kitaplar ibadet alanında özü terk ederek şekle sarılmayı esas alması bakımından, okumanın zaman israfı olduğu kitaplar gurubuna dahil edilmesi gerekmektedir. Kişisel görüşlerin "Din bu dur" şeklinde sunulduğu bu kitapları okuyanlar , özü kaçırarak şekle itibar eden bir din anlayışına sahip olarak, maalesef kendilerini aldatan bir zan içine düşmektedirler.
Halbuki asıl olan bu ibadetlerin insan hayatında yapılması sonucunda hasıl olması gerekli olan şuur boyutunun verilmesi gerektiği , ilmihal kitaplarında nokta kadar dahi yer almayarak , bu kitaplar lüzumsuz bilgiler deposu haline getirilmiştir.
Mezheplerin yani kişisel düşünce ürünü olan görüşlerin "Din" edinildiği bir toplumda ortaya çıkan ayrılıklar zamanlar kanlı çatışmalara dahi dönüşmüş ve bunların örnekleri biz Müslümanlar arasında hala yaşanmaktadır. İlmihal kitapları , mezheplere bölünerek herkesin kendi mezhebini din edinmesine sebep olan kitaplar olarak , bu ayrılıkları körükleyen bir konuma sahiptir.
Namaz , abdest , gusül gibi bilgiler, Müslümanlar arasında yüzlerce yıldır "Ameli Tevatür" denilen yol ile gelen bilgiler olması nedeniyle , bu tür bilgileri kitaplar üzerinden halka anlatmak , sadece ticari amaca hizmet eden bir yoldur. Müslümanlar namaz , abdest gibi ibadetleri birbirlerinden öğrenerek, bu bilgilerin kitaplardaki teferruatlara dalarak öğrenilmesine gerek olmadığını idrak etmedikleri müddetçe , bu kitaplar piyasada çok satanlar hanesinde, ve bazı kimseleri psikolojik sıkıntılara sokan kitap olmaktan başka bir işe yaramayacaklardır.
Bu tür kitaplardaki ince ayrıntı şeklindeki bilgi kirliliği ,Müslümanları her şeyin kılı kırk yararcasına düşünülmesi ve uygulanması gerektiği gibi bir zan içine sokarak , "Hocam takkemde iğne başı kadar delik olsa namazım kabul olur mu?" gibi abuk sabuk sorularla, tv hocalarının gündemini süsleyen onların para kazanmasını sağlayan aptalca sorulara meydan vermektedir.
Buradan özellikle , bu kitaplar içindeki bilgileri okuyarak vesvese hastalığına kapılmış olanlara seslenmek istiyoruz ; Bu kitaplar veya bu kitaplar içindeki bilgilerin büyük bir kısmı kesinlikle dinimizin olmazsa olmaz kısmını oluşturan bilgiler değildir. Şeytanın, bu kitaplar içindeki bilgileri kullanarak , sizi hasta etmesine ve doktor kapılarında beklemenize sebep olan iğvasına kapılmamak için , bu kitapları ve bu kitaplardaki kirli bilgileri hayatınızdan dehal çıkarmaya çalışmanız gerekmektedir.
Kendiniz, aldığınız ilk guslün en doğru gusül , aldığınız ilk abdestin en doğru abdest , kıldığınız ilk namazın en doğru namaz olduğuna zihninizde yer ettirmediğiniz müddetçe , defalarca gusül , defalarca abdest , defalarca namaz kılmaktan kendinizi kurtaramazsınız. Bu kitaplardaki yazan kuralların uygulanmasının, "Farz" hükmünde olan kurallar olMAdığını düşünerek ve bunu kendinize telkin ederek, bu kitaplar ile oluşmuş olan bilgileri kafanızdan silmedikçe, psikiyatrist doktorların kapısından kurtulmanız mümkün değildir.
Vesvese hastalığı, önce kişinin gayretleri ile tedavi edilebilecek olan hastalıklardan birisidir. Kişi okuduğu bu kitaplardan elde ettiği bilgileri , veya ilmihal kitaplarını din edinmiş hocaların söylediklerinin kendisini bağlamadığı yönünde kendisine yapacak olduğu telkinlerle bu hastalıktan kurtulması kolaylaşacaktır.
Buradan özellikle tv lerde program yapan bazı hocalara da seslenmek istiyoruz ; Bu kitaplarda mevcut olan bilgileri kullanarak , insanların sizlere sorduğu abuk sabuk soruları cevaplamak sureti ile, belki dünyada mal ve mevki kazanabilirsiniz, ancak vermiş olduğunuz yanlış bilgiler bazı insanlar üzerinde etkiler yaparak , onların sağlığını bozmaya kadar gidecek etkiler yaratmaktadır. Önce kendinizi Kur'an ile düzelterek , sonra sizden yardım isteyen insanlara hurafe ve kirli bilgiler değil , sahih ve temiz bilgiler vermek zorunda olduğunuzu unutmayınız.
Sonuç olarak ; Piyasada "İlmihal Kitapları" olarak bilinen , ibadetlerin özünün terk edilip şekle yönelinmesinde , ve kolay olan dinin zorlaştırılmasında büyük katkısı olan kitaplar olup , içindeki ince milimetrik ayrıntılar , bazı insanlarda depresyona dahi sebep olarak , o kimselerin psikolojik destek almasını gerektirecek seviyeye kadar gelmesine sebep olmaktadırlar.
Bu tür rahatsızlıkları olan kimselere tavsiyemiz , bu kitapları ve bu kitaplar içindeki bilgileri din edinmekten kurtulmalarıdır. Bunları yapmadıkları müddetçe , kendilerinin aldığı guslün , abdestin , kıldığı namazın kabul olup olmadı konusunda vesveseye düşmekten kurtulamayacaklardır.
İlmihal kitaplarındaki ayrıntıları yerine getirip getiremediği noktasında vesveseye düşenler , bu kitapları kendisine zarar veren , içki , sigara , uyuşturucu olarak görerek terketmeye çalışmaları , onların bu tür vesveselerden kurtulmalarını sağlayacaktır.
RABBİMİZ BİZLERİ, İLMİHAL KİTAPLARINDAKİ BİLGİ KİRLİLİĞİNE KAPILIP VESVESE HASTALIĞINA DÜŞMEKTEN MUHAFAZA ETSİN.
3 Mart 2016 Perşembe
DİRİLİŞ BULUŞMALARI Neyin Dirilişini Amaçlıyor?
Türkiye genelinde son yıllarda Kur'anın öne çıkması ile başlayan fikir ve düşünce hareketinin , geleneksel İslam düşüncesine ait bazı fikir , düşünce ve inançların yeniden sorgulanmasını beraberinde getirdiği gözlemlenmektedir. Bu sorgulama ise, geleneksel İslam düşüncesini savunanlar tarafından, şiddetli bir muhalefeti de beraberinde getirmiştir.
Çeşitli yayın organlarında din adına yapılan konuşmalara ve yazılanlara baktığımızda , bir kısım kişiler dinde Kur'anın dinde belirleyici bir kitap olmasını savunurken , diğer bir kısım kişilerin ise, bu belirleyiciliğe karşı çıkarak , klasik din algısının devamı için var güçleri ile çalışarak, ellerinden geleni yapmakta olduklarına şahit olmaktayız.
Rivayet kitapları tarafından oluşturulan klasik din algısının yıkılmaması adına ortaya konan düşünceleri, bazı yazılarımızda ele alarak , bu düşünce ve iddiaların ne derece doğru olabileceği yönündeki fikirlerimizi paylaşmaya çalışmıştık. Bu yazımızda ise, klasik din algısının ayakta kalması için mücadele eden insanların başını çektiği bir oluşuma dikkat çekerek , klasik din algısının devamı için mücadele edenlerin sahaya inmeleri olarak gördüğümüz bir durumu ele almaya çalışacağız.
Bir süredir Türkiye genelinde "Diriliş Buluşmaları" adı altında bir oluşum meydana getirilerek , bazı yazar ve alimlerin katılımı ile, çeşitli şehirlerde toplantıların düzenlenerek konuşmalar yapıldığı malumdur. Bu oluşum altında konuşma yapan kişilere baktığımız zaman , bu kişilerin düşünce ve söylemlerinde "Kur'an merkezli düşünce" oluşumuna karşı muhalefet olmak şeklinde bir ortak bağ görmekteyiz.
Bu oluşum adı altında toplantılara katılanlar, farklı düşüncelere mensup olsalar dahi , ortak paydaları "Kur'an Müslümanlığı sapıklığı" olarak ifade edilen düşünce hareketinin tehlikesine !! dikkat çekerek, bu sapıklığa!! karşı Müslümanları uyarmayı kendilerine görev edinmiş olmalarıdır.
Katıldıkları toplantılarda , genelde Kur'an Müslümanlığı tehlikesine herhangi bir atıf yapmamakla birlikte , herkesin malumu olan "Kur'an Müslümanlığı tehlikesine karşı olmak" ortak paydasında buluştuklarının resmini, bu toplantılara katılarak vermekte olduklarını düşünmekteyiz.
Bu toplantılara katılan zevattan bazılarında hastalık haline gelmiş olan rivayet kitapları kutsayıcılığı , ve o kitapların dinde baş köşeyi alması gerektiği düşüncesi , Kur'anın öne çıkması neticesinde rağbet görmeyeceği korkusu ile , böyle bir oluşum adı altında sahaya inmelerini gerekli kılacak kadar tehlike olarak görülmesi düşündürücüdür.
Biz Müslümanların yüzyıllardır üzerimizdeki ölü toprağının kaldırılarak , yeniden bir diriliş içine girmesinin şart olduğu muhakkaktır. Ancak bu dirilişin nasıl ve ne ile gerçekleşeceği konusu tartışmalıdır. Bir taraf, bu dirilişin "Rivayet Kitapları" na sarılmak ile mümkün olacağını iddia ederken , diğer bir taraf ise, "Kur'an" a sarılarak gerçekleşeceğini iddia etmektedir.
İşten bu noktada oluşturulan, "Diriliş Buluşmaları" adı altındaki oluşum , Müslümanların dirilmesini esas alan değil , rivayet kitaplarının oluşturduğu din algısının yıkılmamasını esas olan bir düşüncenin etrafında meydana getirilmiş bir oluşum olmaktan öteye gidemez.
Müslümanların dirilmesi nasıl, ve ne ile yeniden tesis edilebilir?.
Bu sorunun cevabını, önce nasıl oluşumların bu dirilmeyi tesis edemeyeceğine dikkati çekerek verebiliriz. Müslümanların dirilmesi , Kur'anın dinde belirleyici olmaMAsı için gecesini gündüzüne katan insanların meydana getirdiği oluşumlar ile asla sağlanamayacağı gibi , bizleri bu günlere getiren sebeplerin başında rivayet kitapların oluşturduğu din ve elçi anlayışının geldiğini hatırlatmak isteriz.
Rivayet kitaplarının içindeki bazı bilgileri evrensel değişmez bilgiler ve dinin sabiteleri olarak görüp , dini ve o dinin elçisini rivayet kitaplarına hapsederek , oluşturulmuş olan din algısı ve yaşantısı , içinde bulunduğumuz durumun en başta gelen sebebidir. Bugün , "Diriliş Buluşmaları" adı altında tumturaklı bir isimle ortaya çıkarak , bizim ölümüze sebep olan din algısını yeniden canlandırmaya çalışan düşünce sahiplerinin oluşturduğu toplantılarda konuşulanların , biz Müslümanların dirilmesine ne kadar katkı olabileceği düşünülmelidir.
Müslümanların dirilmesi , önce bizim ölümümüze sebep olan düşüncelerin ele alınarak , korkmadan çekinmeden bir öz eleştiri yapılması , ve bu sebeplerin yeniden tartışmaya açılmaya başlanılması ile gerçekleşebilir. Ancak bu oluşum adı altında konuşma yapanların söylemlerinde, bırakın böyle bir öz eleştiri yapmak arzusu , rivayet kitaplarının elden gitmemesi için her türlü yalan ve iftiraya baş vurulmaktan çekinilmediği gözlemlenmektedir.
"Buhari çökerse din çöker" , "Buhari de gök aşağısı , yer yukarısı yazsa benim için bitmiştir" , "Buhari ve Müslime iman etmeden resule iman edilmiş olmaz" gibi sözlerle , rivayet kitaplarını putlaştıran zihniyet sahiplerinin başını çektiği oluşumların adı , ne kadar tumturaklı olursa olsun , üzerimizdeki ölü toprağını kaldırmak şöyle dursun , üzerimize tonlarca ölü toprağı ilave edilmesi anlamına gelecektir.
"Diriliş Buluşmaları" adı altında konuşmalar yapanların, önce kendi üzerlerindeki rivayet kitapları tarafında örtülmüş olan ölü toprağını kaldırıp , Kur'an ile kafalarını temizlemedikçe, önce kendileri "Ölü" olmaktan kurtulamayacaklardır. "Ölü" kafaların , "Diriliş" adı altında verecekleri konferanslar ise, "Dirilmek" adı altında Müslümanları daha fazla öldürmekten bir işe yaramayacaktır.
Bu oluşum altında toplanan kalabalıklar, eğer Kur'an ile yoğrulmuş bir din algısına çağrılmayarak , kendilerini Kur'ani düşünce sahipleri ile mücadeleye adamış insanların temsil ettiği din algısına çağrılıyorlar ise ki öyledir , toplantılara katılmak için harcanan vakitler , boşa yaşanmış saatler olmaktan öteye de geçmeyecektir.
"Kur'an Merkezli Düşünce" söylemi etrafında çöreklenen ve bizimde şiddetli bir eleştiriye tabi tuttuğumuz bazı marjinal ve sıra dışı düşünceleri bahane ederek , bütün hareketi mahkum etmeye çalışmak , bazı şeyleri kotarmaya çalışmaktan başka bir şey değildir.
Gerçek bir diriliş ancak , elimizde olan kitabın yol göstericiliğinde belirlenmiş bir din algısı, ve o yönde yaşanılan hayatlar ile mümkün olacaktır. O kitap içindeki "Rol Model" olan elçilerin hayatlarını bizlere rivayet kitapları değil , sadece o kitap en doğru ve sahih bir biçimde anlatarak, hayatımıza aktarmamızı sağlayacaktır.
Eğer "Diriliş Buluşmaları" adı altında oluşturulan toplantılarda konuşan kişiler , gerçekten bir diriliş peşinde iseler , Müslümanları onun bunun belirlediği şartlar ile meydana gelmiş kitapların değil , Kur'anın belirlediği bir din algısı etrafında buluşmaya çağırmalıdırlar.
Kur'anın belirlediği bir din algısı hepimizin şikayet ettiği fırkalaşmayı en aza indireceği ve Müslümanları daha sahih ve daha inanılır bir kaynaktan dinlerini öğrenmelerine vesile olacağı için, bu kitabın öne çıkmasından korkanların samimiyetinden şüphe etmek gerekir.
Kur'anın gündeme gelmesini amaçlaMAyan söylemler üretilerek , bu söylemler etrafında söylenen sözler , ölmekte olan klasik din algısının yeniden dirilmesi sağlamak için yapılan çırpınışlar olmaktan öteye gidemeyecektir.
Gerçek bir dirilişin adresi Kur'an olup, bu kitabı merkeze almayan tüm düşünce ve çağrılar , bizleri ölüme mahkum etmekten başka bir işe yaramayacaktır. Bunun aksi düşünce ve eylemler, "KUR'AN İLE DİRİLİŞİ BALTALAMA BULUŞMALARI" olmaktan öteye geçmeyecektir.
RABBİMİZ BİZLERİ , KUR'AN İLE DİRİLMEYE ÇAĞIRANLARIN , ÇAĞRILARINA KULAK VERMEYİ NASİP ETSİN.
Çeşitli yayın organlarında din adına yapılan konuşmalara ve yazılanlara baktığımızda , bir kısım kişiler dinde Kur'anın dinde belirleyici bir kitap olmasını savunurken , diğer bir kısım kişilerin ise, bu belirleyiciliğe karşı çıkarak , klasik din algısının devamı için var güçleri ile çalışarak, ellerinden geleni yapmakta olduklarına şahit olmaktayız.
Rivayet kitapları tarafından oluşturulan klasik din algısının yıkılmaması adına ortaya konan düşünceleri, bazı yazılarımızda ele alarak , bu düşünce ve iddiaların ne derece doğru olabileceği yönündeki fikirlerimizi paylaşmaya çalışmıştık. Bu yazımızda ise, klasik din algısının ayakta kalması için mücadele eden insanların başını çektiği bir oluşuma dikkat çekerek , klasik din algısının devamı için mücadele edenlerin sahaya inmeleri olarak gördüğümüz bir durumu ele almaya çalışacağız.
Bir süredir Türkiye genelinde "Diriliş Buluşmaları" adı altında bir oluşum meydana getirilerek , bazı yazar ve alimlerin katılımı ile, çeşitli şehirlerde toplantıların düzenlenerek konuşmalar yapıldığı malumdur. Bu oluşum altında konuşma yapan kişilere baktığımız zaman , bu kişilerin düşünce ve söylemlerinde "Kur'an merkezli düşünce" oluşumuna karşı muhalefet olmak şeklinde bir ortak bağ görmekteyiz.
Bu oluşum adı altında toplantılara katılanlar, farklı düşüncelere mensup olsalar dahi , ortak paydaları "Kur'an Müslümanlığı sapıklığı" olarak ifade edilen düşünce hareketinin tehlikesine !! dikkat çekerek, bu sapıklığa!! karşı Müslümanları uyarmayı kendilerine görev edinmiş olmalarıdır.
Katıldıkları toplantılarda , genelde Kur'an Müslümanlığı tehlikesine herhangi bir atıf yapmamakla birlikte , herkesin malumu olan "Kur'an Müslümanlığı tehlikesine karşı olmak" ortak paydasında buluştuklarının resmini, bu toplantılara katılarak vermekte olduklarını düşünmekteyiz.
Bu toplantılara katılan zevattan bazılarında hastalık haline gelmiş olan rivayet kitapları kutsayıcılığı , ve o kitapların dinde baş köşeyi alması gerektiği düşüncesi , Kur'anın öne çıkması neticesinde rağbet görmeyeceği korkusu ile , böyle bir oluşum adı altında sahaya inmelerini gerekli kılacak kadar tehlike olarak görülmesi düşündürücüdür.
Biz Müslümanların yüzyıllardır üzerimizdeki ölü toprağının kaldırılarak , yeniden bir diriliş içine girmesinin şart olduğu muhakkaktır. Ancak bu dirilişin nasıl ve ne ile gerçekleşeceği konusu tartışmalıdır. Bir taraf, bu dirilişin "Rivayet Kitapları" na sarılmak ile mümkün olacağını iddia ederken , diğer bir taraf ise, "Kur'an" a sarılarak gerçekleşeceğini iddia etmektedir.
İşten bu noktada oluşturulan, "Diriliş Buluşmaları" adı altındaki oluşum , Müslümanların dirilmesini esas alan değil , rivayet kitaplarının oluşturduğu din algısının yıkılmamasını esas olan bir düşüncenin etrafında meydana getirilmiş bir oluşum olmaktan öteye gidemez.
Müslümanların dirilmesi nasıl, ve ne ile yeniden tesis edilebilir?.
Bu sorunun cevabını, önce nasıl oluşumların bu dirilmeyi tesis edemeyeceğine dikkati çekerek verebiliriz. Müslümanların dirilmesi , Kur'anın dinde belirleyici olmaMAsı için gecesini gündüzüne katan insanların meydana getirdiği oluşumlar ile asla sağlanamayacağı gibi , bizleri bu günlere getiren sebeplerin başında rivayet kitapların oluşturduğu din ve elçi anlayışının geldiğini hatırlatmak isteriz.
Rivayet kitaplarının içindeki bazı bilgileri evrensel değişmez bilgiler ve dinin sabiteleri olarak görüp , dini ve o dinin elçisini rivayet kitaplarına hapsederek , oluşturulmuş olan din algısı ve yaşantısı , içinde bulunduğumuz durumun en başta gelen sebebidir. Bugün , "Diriliş Buluşmaları" adı altında tumturaklı bir isimle ortaya çıkarak , bizim ölümüze sebep olan din algısını yeniden canlandırmaya çalışan düşünce sahiplerinin oluşturduğu toplantılarda konuşulanların , biz Müslümanların dirilmesine ne kadar katkı olabileceği düşünülmelidir.
Müslümanların dirilmesi , önce bizim ölümümüze sebep olan düşüncelerin ele alınarak , korkmadan çekinmeden bir öz eleştiri yapılması , ve bu sebeplerin yeniden tartışmaya açılmaya başlanılması ile gerçekleşebilir. Ancak bu oluşum adı altında konuşma yapanların söylemlerinde, bırakın böyle bir öz eleştiri yapmak arzusu , rivayet kitaplarının elden gitmemesi için her türlü yalan ve iftiraya baş vurulmaktan çekinilmediği gözlemlenmektedir.
"Buhari çökerse din çöker" , "Buhari de gök aşağısı , yer yukarısı yazsa benim için bitmiştir" , "Buhari ve Müslime iman etmeden resule iman edilmiş olmaz" gibi sözlerle , rivayet kitaplarını putlaştıran zihniyet sahiplerinin başını çektiği oluşumların adı , ne kadar tumturaklı olursa olsun , üzerimizdeki ölü toprağını kaldırmak şöyle dursun , üzerimize tonlarca ölü toprağı ilave edilmesi anlamına gelecektir.
"Diriliş Buluşmaları" adı altında konuşmalar yapanların, önce kendi üzerlerindeki rivayet kitapları tarafında örtülmüş olan ölü toprağını kaldırıp , Kur'an ile kafalarını temizlemedikçe, önce kendileri "Ölü" olmaktan kurtulamayacaklardır. "Ölü" kafaların , "Diriliş" adı altında verecekleri konferanslar ise, "Dirilmek" adı altında Müslümanları daha fazla öldürmekten bir işe yaramayacaktır.
Bu oluşum altında toplanan kalabalıklar, eğer Kur'an ile yoğrulmuş bir din algısına çağrılmayarak , kendilerini Kur'ani düşünce sahipleri ile mücadeleye adamış insanların temsil ettiği din algısına çağrılıyorlar ise ki öyledir , toplantılara katılmak için harcanan vakitler , boşa yaşanmış saatler olmaktan öteye de geçmeyecektir.
"Kur'an Merkezli Düşünce" söylemi etrafında çöreklenen ve bizimde şiddetli bir eleştiriye tabi tuttuğumuz bazı marjinal ve sıra dışı düşünceleri bahane ederek , bütün hareketi mahkum etmeye çalışmak , bazı şeyleri kotarmaya çalışmaktan başka bir şey değildir.
Gerçek bir diriliş ancak , elimizde olan kitabın yol göstericiliğinde belirlenmiş bir din algısı, ve o yönde yaşanılan hayatlar ile mümkün olacaktır. O kitap içindeki "Rol Model" olan elçilerin hayatlarını bizlere rivayet kitapları değil , sadece o kitap en doğru ve sahih bir biçimde anlatarak, hayatımıza aktarmamızı sağlayacaktır.
Eğer "Diriliş Buluşmaları" adı altında oluşturulan toplantılarda konuşan kişiler , gerçekten bir diriliş peşinde iseler , Müslümanları onun bunun belirlediği şartlar ile meydana gelmiş kitapların değil , Kur'anın belirlediği bir din algısı etrafında buluşmaya çağırmalıdırlar.
Kur'anın belirlediği bir din algısı hepimizin şikayet ettiği fırkalaşmayı en aza indireceği ve Müslümanları daha sahih ve daha inanılır bir kaynaktan dinlerini öğrenmelerine vesile olacağı için, bu kitabın öne çıkmasından korkanların samimiyetinden şüphe etmek gerekir.
Kur'anın gündeme gelmesini amaçlaMAyan söylemler üretilerek , bu söylemler etrafında söylenen sözler , ölmekte olan klasik din algısının yeniden dirilmesi sağlamak için yapılan çırpınışlar olmaktan öteye gidemeyecektir.
Gerçek bir dirilişin adresi Kur'an olup, bu kitabı merkeze almayan tüm düşünce ve çağrılar , bizleri ölüme mahkum etmekten başka bir işe yaramayacaktır. Bunun aksi düşünce ve eylemler, "KUR'AN İLE DİRİLİŞİ BALTALAMA BULUŞMALARI" olmaktan öteye geçmeyecektir.
RABBİMİZ BİZLERİ , KUR'AN İLE DİRİLMEYE ÇAĞIRANLARIN , ÇAĞRILARINA KULAK VERMEYİ NASİP ETSİN.
2 Mart 2016 Çarşamba
TEVBE s. 38-41. Ayetleri : Düşmanlarımızla Savaşmamak Neticesinde Meydana Gelen Toplumsal Yasa
Kur'anın "Sünnetullah" adını verdiği toplumsal yasaların sebepleri ve bu sebeplerin meydana getirdiği sonuçlar, Kur'an içindeki önemli anlatımları teşkil etmektedir. Bu anlatımların amacı, geçmişte yaşanan olaylardan, gelecek olanların ibret alarak dersler çıkarması, ve yollarını ona göre belirlemeleri gerektiği doğrultusunda olup , bizden öncekilerin yaptıkları ve yapmadıkları neticesinde karşılaştıkları sonucun aynısının dün olduğu gibi , bugün , yarın ta ki kıyamete kadar görüleceğinin bilinmesine dairdir.
Bu yazımızda Tevbe s. 38-41. ayetlerini , "Sünnetullah" olgusunu dikkate alan bir okuma yapmaya çalışarak , bu ayetlerdeki yasaların bugün bizler için nasıl işlediği üzerinde durmaya gayret edeceğiz.
Bilindiği üzere "Kıtal" (Harp) bir insanlık gerçeğidir. Bu yolla , müstekbirler müstazafları ezdikleri gibi , aynı yolla müstazaflar müstekbirlerin fesatlarını önleyebilmektedirler.
[002.251] Allah'ın izniyle onları hemen hezimete uğrattılar. Davud da Calut'u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğunu da ona öğretti. Şayet Allah'ın insanları birbiriyle def'edip savması olmasaydı yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Ancak Allah, alemler üzerinde lutuf sahibidir.
[022.040] Onlar, başka değil, sırf «Rabbimiz Allah'tır» dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.
Bu noktada asıl olan şey , haksızlığa uğrayanların , gasp edilen haklarını geri almaları için bu savaşı yapmaları gerektiği olup , gasp edilen haklarını geri almak için savaşmayanların ise , zulüm ve baskı altında inlemeye mahkum olmaları, tarih boyunca değişmeyen toplumsal bir yasadır.
Konumuz olan ayetler, bizlere bu gerçeği vurgulamaktadır.
[009.038] Ey iman edenler! Size ne oldu ki «Allah yolunda seferber olunuz!» emri verilince bulunduğunuz yere yığılıp kaldınız? Yoksa âhiretten vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama iyi bilin ki dünya hayatının zevki, âhiretin yanında pek az bir şeydir!
[009.039] Eğer seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.
[009.040] Siz ona (peygambere) yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmiştir. Hani kâfirler ikiden biri olarak onu (Mekke'den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: «Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir.» Böylece Allah ona 'huzur ve güvenlik duygusunu' indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, küfre sapanların da kelimesini (küfür çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah'ın kelimesi ise, yüce olandır. Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
[009.041] Ey müminler! Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber olunuz, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer anlıyorsanız, sizin için hayırlı olan budur.
Tevbe s. 39. ayeti, Allah (c.c) yolunda yapılması gerekli olan seferberliğin yapılmaması halinde meydana gelecek olan durumu beyan etmektedir. Eğer Allah (c.c) ye iman ettiğini iddia edenler , savaşılması gereken durumlarda , bu savaşı yapmayarak oturmayı tercih ederlerse , bu yaptıkları onlara ZİLLET ve ESARET olarak geri dönecektir.
Bu ayetler , dün Medine deki Müslümanların savaş konusundaki isteksiz davranışlarının onlara ne gibi bir zararı dokunacağı beyan ederek , bu zararın değişmez bir yasa olduğunu bizlere hatırlatarak , aynı fiilin işlenmesi durumunda bizlerin de bu yasanın getirdikleri ile karşı karşıya kalacağımız mutlak bir gerçektir.
Medine Müslümanlarına örnek olarak anlatılan geçmişteki hayatlardan kesitler olan kıssalarda, yurtlarından çıkarılmış olanların , çıkarıldıkları bu yerlere nasıl dönebilecekleri ve buralarda nasıl bir hakimiyet tesis edecekleri ,özellikle "Talut Kıssası" ile veciz bir biçimde anlatılmaktadır. Bu kıssa okunduğunda , ortak yönleri "İnsan" olan İsrailoğulları ve Müslümanların, düşmana karşı bir isteksizlik içinde olduklarını da görebiliriz.
[002.246] Musa'dan sonra İsrailoğullarından bir topluluğu görmedin mi ? Hani, onlar nebilerine bize bir hükümdar gönder ki, Allah yolunda savaşalım, dediler. Nebileri de: Üzerinize savaş farz edilir de ya savaşmazsanız? dedi. Onlar dediler ki: Biz Allah yolunda neden savaşmayalım? Hem yurtlarımızdan çıkarıldık, hem de oğullarımızdan (ayrıldık) . Fakat onların üzerine savaş farz edildiği vakit, içlerinden pek azı müstesna hep geri döndüler. Allah, zalimleri çok iyi bilendir.
Tevbe s. 39. ayetinde , iman edenlerde düşmana karşı oluşacak olan savaş isteksizliğinin, onlara "Acı bir azap ve kendilerinin yerine başka bir topluluk gelmesi" şeklinde bir karşılığı olacağının beyan edilmiş olmasının, yaşadığımız hayatta ki bugünkü karşılığının nasıl olduğunu görmek , ve içinde bulunduğumuz bu durumdan çıkmanın yolunu, yine bize rehber olan kitaptan okumak durumundayız.
Bugün İslam coğrafyasının büyük bir kısmını teşkil eden topraklara baktığımızda , geçmiş zamanlarda Müslümanların yapmış oldukları hatalar neticesinde ellerindeki gücü kaybederek , güçsüz duruma düştükleri , ve bu durumun halen devam ettiğini söylemek , "Görünün köy klavuz istemez" misali, yanlış olmayacaktır. İslam coğrafyasının çok büyük bir kısmı , kafirler tarafından ya askeri işgale , ya da sosyal ve ekonomik yönden işgale uğramış vaziyettedir.
Biz Müslümanların içinde bulunduğumuz bu durum , 1- Bizlerin bu duruma düşmemize sebep olan hatalar , 2- Bizlerin içinde bulunduğumuz durumdan kurtulma yollarının aranması, şeklinde 2 başlık altında incelenebilir.
Mü'min veya Kafir farkı olmadan , hangi inanç bayrağı altında olurlarsa olsunlar, bu toplulukların sahip oldukları bir inanç değerleri olup, Mü'min veya kafirlerin bu inançlarının yaşanan hayatlar üzerinde etkili olması gibi bir misyonları bulunmaktadır. Bu gerçeği ayetlerde şu şekilde görmekteyiz.
[008.039] Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki Allah onların işlediklerini şüphesiz görür.
[009.033] Müşriklerin hoşuna gitmese de kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ve gerçek din ile gönderen O'dur.
[004.076] İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın taraftarlarına karşı savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır.
Müslüman bir inanca sahip olanlar , bu inançlarının diğer insanlar üzerinde etkisi olması ve onlar tarafından da kabul görmesi için , Kafir bir inanca sahip olanlarda kendi inançlarının diğer insanlar üzerinde etkili olması için çalışmaları ret edilemez bir gerçektir. Savaş , bu isteğin gerçekleşmesi yönünde her iki tarafın da kullandığı bir yol olarak binlerce yıldır süregelen bir olgudur.
Mü'min -Kafir şeklinde meydana gelen yeryüzündeki denge , hiç bir zaman boşluk kabul etmez. Eğer Mü'min tarafı terazinin hafif basan kefesinde yer alırsa , ağır basan tarafında kafirler olacak , eğer kafir tarafı terazinin hafif basan kefesinde yer alırsa, ağır basan kefesinde Müslümanlar olacaktır. Çeşitli sebepler yüzünden bu denge uzun senelerdir kafirler lehine değişerek , terazinin ağır basan tarafına yerleşmiş bir halde , yeryüzünde fitne ve fesada devam etmektedirler.
[008.046] Allah'a ve Peygamberine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sabredin, doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.
Dengenin bozulmasından en fazla zarar gören toplulukların başında maalesef bizler gelmekteyiz. Halbuki bizler bırakınız zulüm görmeyi , bu zulme engel olarak yeryüzünde ıslahı ikame etmek ile görevli kimseler iken , kendi aramızda kin , öfke , nifak , fırkalaşmak gibi unsurları sokarak güçsüz düşmüş, böylelikle bizden boşalan yeri kafirlerin doldurmasına kendi elimiz ile onlara fırsat tanıyarak, yeryüzünde fesadın yayılmasına sebep olan bir topluluk haline gelmişiz.
Tevbe s. 39. ayeti , bizlerin birbirimizi yememiz sonucunda ortaya çıkacak olan durumu bizlere haber vererek , bu duruma düşmemek için gerekenlerin yapılmasını emretmektedir.
[009.039] Eğer seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.
"Seferber olmak" emrini , "İçinde savaşın da dahil olduğu , ve küfrün yeryüzünde hakimiyet ortamı bulma imkanının kafirlere verilmemesi" ni ifade eden geniş bir anlam çerçevesinde anladığımızda ,bunları yapmadığımız zaman kafirlerin şu andaki yeryüzündeki sahip oldukları durum ortaya çıkacaktır.
Müslümanların bilim , teknoloji , sosyal , ekonomi , askeri v.s gibi her yönden seferberlik hareketine girişerek , her konuda dünyanın en kuvvetli gücü haline gelmeleri gerekirken , bunların yapılmaması neticesinde , ayet içinde vaat edilen "ACI BİR AZAP" haberi gerçekleşerek , biz Müslümanlar kafirler tarafından çoluk ,çocuk , kadın , erkek ayırt edilmeden her türlü zulme maruz kalmaktayız.
Ayetin haber verdiği ikinci bir vaat olan , " BİZİM YERİMİZE BAŞKA BİR TOPLUĞUN GELMESİ" yine gerçekleşerek , İslam coğrafyası hem fiili olarak askeri yönden kafirlerin işgaline uğramış , hemde kendilerini bağımsız zanneden halkı Müslüman olan ülkelerin uyguladıkları siyasi ve ekonomik yönetim şekilleri ile kafirlerin üretimi olan sistemlere teslim olarak , onlar tarafından topyekün işgalimiz gerçekleşmiştir.
Bir kısım İslam coğrafyası , İsrail , Amerika , Rusya gibi müstekbirler tarafından fiili olarak askeri işgale maruz kalırken , diğer bir kısım İslam coğrafyası ise , bu gibi ülkelerin ürettikleri ürünleri tüketen ve onların kültürlerine ve yönetim sistemlerine sempati duyan bir toplum haline gelerek , ekonomik , siyasi ve sosyal olarak işgal edilmiş vaziyettedir.
Eskiden sadece askeri işgal yolu şeklinde ortaya çıkan sömürgecilik , artık başka şekillerde de ortaya çıkmaktadır. Bir ülkenin başka ülkeye muhtaç olan bir hayat sürmesi , o ülkenin ekonomik ve sosyal olarak işgal edilmesini de beraberinde getirecektir.
Ekonomik , sosyal , askeri , siyasi , ahlaki v.s gibi değerlerin İslam dışındaki başka topluluklardan ithal edilerek , İslam coğrafyasında yaşayanlar üzerinde hakim kılınması , o coğrafyanın işgali anlamına gelmektedir. Bu işgalden kurtuluş çareleri aranmadıkça , İslam coğrafyası üzerindeki zillet ve esaret sona ermeyecektir.
Bu durumdan nasıl çıkılır ?, kafirlerin zulmü nasıl sona erer? .
[011.113] Ve zulm edenlere meyl etmeyin ki size ateş dokunur, ve Allahdan başka velîleriniz de yoktur sonra yardım göremezsiniz.
Hud s. 113. ayeti , bugün Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz durumun sebebini "Zulm edenlere meyletmek ve Allah tan başka veliler edinmek" şeklinde sürülen hayatların sonucu olduğunu haber vermektedir.
Biz Müslümanların , "Zulmedenlere meyletmemek ve Allah tan başka veliler edinmemek" şeklindeki emri hayatımıza pratize şekli bu sorunun cevabı olarak anlaşılıp , okunarak hayata aktarıldığında, şu anda dünyanın içinde bulunduğu duruma karşı çözümler üretilmeye başlanacaktır.
Kur'anın bir çok ayeti, kafirler ile velayet yani işlerimizi onlara havale etmek şeklindeki yaklaşımları ret ederek , kendi kaynağımızı kullanarak ürettiğimiz değerlerin hayata geçirilmesi gerektiği emretmektedir. Ne acıdır ki, biz Müslümanların elindekinin kıymetini bilmeyen bir tutum içine girerek , başkalarının ellerinde olanlara ilgi ve heves duyan bir yaşam tarzını tercih etmiş olması ,bizleri bugünleri görmeyi hak eden bir topluluk haline getirmiştir.
Müslümanların şu anda içinde bulunduğu ZİLLET ve ESARET ten kurtulma yolunun ilk basamağını atlamaları , öncelikle böyle bir durumda olduklarının farkına varmaları ile gerçekleşecektir. İçinde bulunulan durumdan rahatsız olan bir yaşam sürmek , bazı şeylerin farkında olmanın ve kurtulma çarelerini de aramanın yolunu açacaktır.
Tevbe s. 39. ayet içinde belirtilen "Topyekün seferberlik" emrinin , teknolojik , askeri , sosyal , ekonomik , ahlaki bir kalkınma emrini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Savaşmak gücüne sahip olmak demek, her yönden kalkınmışlığın bir neticesi olup , savaşacak gücü elinde bulunduramayanlar, her yönden savaşacak gücü elinde bulunduranların kölesi olmaya mahkumdur.
Bizler Kur'anı okurken , ilk muhataplar olan Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanların , çıkarıldıkları Mekke ye muzaffer biçimde geri dönmeleri için nasıl hazırlandıklarına dikkat eden bir okuma yapmaya çalıştığımız zaman , Kur'an mantığını ve mesajını daha kolay çözmüş olacağımızı söyleyebiliriz.
Mekke şehri , müşriklerin kalesi konumunda olan bir şehir olarak , Medine deki Müslümanların nihai bir hedefi idi. Medine hicreti ile başlayan hareketin tek gayesi , müşriklerin güç ve kuvvetlerinin sembolü ve ŞİRK'İN KALESİ olan bu şehrin, Müslümanlar tarafından fethedilerek tevhidin bir sembolü haline getirilmesi idi.
Bizler bu hedefi gözeten bir Kur'an okumaları yapıp , nihai hedef olarak şu anda ŞİRK'İN KALESİ (Mekke) konumunda olan yerleri TEVHİDİN KALESİ konumuna getirmeyi amaçlayan bir bir yaşamın gerektirdiklerini yapmakla mükellef bir topluluk olduğumuzu unutmayan bir iman iddiası içinde bulunmamız gerekmektedir.
Bizler yaşadığımız dünyayı "Tevhidin Kalesi" yapmak için çalışmadıkça , yaşadığımız dünyayı "Şirk'in Kalesi" yapmaya çalışanlar meydanı boş bularak , şu andaki yaşanan dünyanın ortaya çıkmasına sebep olacaklardır.
Medine de inen ayetlere baktığımızda , dikkatimizi çeken en önemli vurgu, kafirler ile olan savaşlar ve bu savaşlardaki insan tipleridir. Savaş , hayat içinde istenmese dahi çoğu zaman kaçınılmaz olarak baş vurulması gereken bir yol olarak , Müslümanların karşılaştığı bir olgu olup , bu savaştan kaçmak şeklinde ortaya çıkan durum sert biçimde eleştirilerek , bu savaştan kaçanların "Münafık" sıfatlı kişiler olduğu bir çok yerde hatırlatılmaktadır.
İman- Küfür savaşının her an devam ettiği bir dünyada , "İman" safında yer almak iddiasının getirdiği bir takım yükümlülüklerin yerine getirilmesi , olmazsa olmaz şartlardandır. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi neticesinde ortaya çıkacak olan durumdan tüm Müslümanlar sorumlu olacaktır.
Sonuç olarak ; Savaş bir dünya gerçeği olup , inandığımız değerleri dünyaya hakim kılmak için yapılması gereken seferberlik hareketinin bir parçasıdır. Eğer bizler bu hareketi yapmaz isek , başkaları yaparak , bizleri zillet ve esaret altına alacaktır. Bu değişmez bir yasa olup şu anda yaşadığımız dünya içindeki durumumuz , savaş gerçeğini göz ardı eden yaşam tarzı ve onun gereğini yapmamanın bir sonucudur.
Savaşacak güç sahibi olmak demek , ekonomik , sosyal , askeri , siyasi , ahlaki v.s gibi bütün değerler noktasında üst seviyede olmayı gerektiren bir güç sahibi olmayı da beraberinde getirmesi gerektirdiği unutulmamalıdır. Şu anda sadece askeri gücü kullanarak insani ve ahlaki değerleri gözetmeyenlerin dünyayı ne hale getirdiklerini gördüğümüzde , eksik olan tarafın insana değer vermemek olduğunu görürüz.
Haksız yere bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek gibi olduğunu bildiren Rabbimizin bize indirmiş olduğu değerler bütünü kevni ayetler ile birlikte okunmadığı müddetçe dünya kan gölü olmaya devam edecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu yazımızda Tevbe s. 38-41. ayetlerini , "Sünnetullah" olgusunu dikkate alan bir okuma yapmaya çalışarak , bu ayetlerdeki yasaların bugün bizler için nasıl işlediği üzerinde durmaya gayret edeceğiz.
Bilindiği üzere "Kıtal" (Harp) bir insanlık gerçeğidir. Bu yolla , müstekbirler müstazafları ezdikleri gibi , aynı yolla müstazaflar müstekbirlerin fesatlarını önleyebilmektedirler.
[002.251] Allah'ın izniyle onları hemen hezimete uğrattılar. Davud da Calut'u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğunu da ona öğretti. Şayet Allah'ın insanları birbiriyle def'edip savması olmasaydı yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Ancak Allah, alemler üzerinde lutuf sahibidir.
[022.040] Onlar, başka değil, sırf «Rabbimiz Allah'tır» dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.
Bu noktada asıl olan şey , haksızlığa uğrayanların , gasp edilen haklarını geri almaları için bu savaşı yapmaları gerektiği olup , gasp edilen haklarını geri almak için savaşmayanların ise , zulüm ve baskı altında inlemeye mahkum olmaları, tarih boyunca değişmeyen toplumsal bir yasadır.
Konumuz olan ayetler, bizlere bu gerçeği vurgulamaktadır.
[009.038] Ey iman edenler! Size ne oldu ki «Allah yolunda seferber olunuz!» emri verilince bulunduğunuz yere yığılıp kaldınız? Yoksa âhiretten vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama iyi bilin ki dünya hayatının zevki, âhiretin yanında pek az bir şeydir!
[009.039] Eğer seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.
[009.040] Siz ona (peygambere) yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmiştir. Hani kâfirler ikiden biri olarak onu (Mekke'den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: «Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir.» Böylece Allah ona 'huzur ve güvenlik duygusunu' indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, küfre sapanların da kelimesini (küfür çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah'ın kelimesi ise, yüce olandır. Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
[009.041] Ey müminler! Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber olunuz, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer anlıyorsanız, sizin için hayırlı olan budur.
Tevbe s. 39. ayeti, Allah (c.c) yolunda yapılması gerekli olan seferberliğin yapılmaması halinde meydana gelecek olan durumu beyan etmektedir. Eğer Allah (c.c) ye iman ettiğini iddia edenler , savaşılması gereken durumlarda , bu savaşı yapmayarak oturmayı tercih ederlerse , bu yaptıkları onlara ZİLLET ve ESARET olarak geri dönecektir.
Bu ayetler , dün Medine deki Müslümanların savaş konusundaki isteksiz davranışlarının onlara ne gibi bir zararı dokunacağı beyan ederek , bu zararın değişmez bir yasa olduğunu bizlere hatırlatarak , aynı fiilin işlenmesi durumunda bizlerin de bu yasanın getirdikleri ile karşı karşıya kalacağımız mutlak bir gerçektir.
Medine Müslümanlarına örnek olarak anlatılan geçmişteki hayatlardan kesitler olan kıssalarda, yurtlarından çıkarılmış olanların , çıkarıldıkları bu yerlere nasıl dönebilecekleri ve buralarda nasıl bir hakimiyet tesis edecekleri ,özellikle "Talut Kıssası" ile veciz bir biçimde anlatılmaktadır. Bu kıssa okunduğunda , ortak yönleri "İnsan" olan İsrailoğulları ve Müslümanların, düşmana karşı bir isteksizlik içinde olduklarını da görebiliriz.
[002.246] Musa'dan sonra İsrailoğullarından bir topluluğu görmedin mi ? Hani, onlar nebilerine bize bir hükümdar gönder ki, Allah yolunda savaşalım, dediler. Nebileri de: Üzerinize savaş farz edilir de ya savaşmazsanız? dedi. Onlar dediler ki: Biz Allah yolunda neden savaşmayalım? Hem yurtlarımızdan çıkarıldık, hem de oğullarımızdan (ayrıldık) . Fakat onların üzerine savaş farz edildiği vakit, içlerinden pek azı müstesna hep geri döndüler. Allah, zalimleri çok iyi bilendir.
Tevbe s. 39. ayetinde , iman edenlerde düşmana karşı oluşacak olan savaş isteksizliğinin, onlara "Acı bir azap ve kendilerinin yerine başka bir topluluk gelmesi" şeklinde bir karşılığı olacağının beyan edilmiş olmasının, yaşadığımız hayatta ki bugünkü karşılığının nasıl olduğunu görmek , ve içinde bulunduğumuz bu durumdan çıkmanın yolunu, yine bize rehber olan kitaptan okumak durumundayız.
Bugün İslam coğrafyasının büyük bir kısmını teşkil eden topraklara baktığımızda , geçmiş zamanlarda Müslümanların yapmış oldukları hatalar neticesinde ellerindeki gücü kaybederek , güçsüz duruma düştükleri , ve bu durumun halen devam ettiğini söylemek , "Görünün köy klavuz istemez" misali, yanlış olmayacaktır. İslam coğrafyasının çok büyük bir kısmı , kafirler tarafından ya askeri işgale , ya da sosyal ve ekonomik yönden işgale uğramış vaziyettedir.
Biz Müslümanların içinde bulunduğumuz bu durum , 1- Bizlerin bu duruma düşmemize sebep olan hatalar , 2- Bizlerin içinde bulunduğumuz durumdan kurtulma yollarının aranması, şeklinde 2 başlık altında incelenebilir.
Mü'min veya Kafir farkı olmadan , hangi inanç bayrağı altında olurlarsa olsunlar, bu toplulukların sahip oldukları bir inanç değerleri olup, Mü'min veya kafirlerin bu inançlarının yaşanan hayatlar üzerinde etkili olması gibi bir misyonları bulunmaktadır. Bu gerçeği ayetlerde şu şekilde görmekteyiz.
[008.039] Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki Allah onların işlediklerini şüphesiz görür.
[009.033] Müşriklerin hoşuna gitmese de kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ve gerçek din ile gönderen O'dur.
[004.076] İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın taraftarlarına karşı savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır.
Müslüman bir inanca sahip olanlar , bu inançlarının diğer insanlar üzerinde etkisi olması ve onlar tarafından da kabul görmesi için , Kafir bir inanca sahip olanlarda kendi inançlarının diğer insanlar üzerinde etkili olması için çalışmaları ret edilemez bir gerçektir. Savaş , bu isteğin gerçekleşmesi yönünde her iki tarafın da kullandığı bir yol olarak binlerce yıldır süregelen bir olgudur.
Mü'min -Kafir şeklinde meydana gelen yeryüzündeki denge , hiç bir zaman boşluk kabul etmez. Eğer Mü'min tarafı terazinin hafif basan kefesinde yer alırsa , ağır basan tarafında kafirler olacak , eğer kafir tarafı terazinin hafif basan kefesinde yer alırsa, ağır basan kefesinde Müslümanlar olacaktır. Çeşitli sebepler yüzünden bu denge uzun senelerdir kafirler lehine değişerek , terazinin ağır basan tarafına yerleşmiş bir halde , yeryüzünde fitne ve fesada devam etmektedirler.
[008.046] Allah'a ve Peygamberine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sabredin, doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.
Dengenin bozulmasından en fazla zarar gören toplulukların başında maalesef bizler gelmekteyiz. Halbuki bizler bırakınız zulüm görmeyi , bu zulme engel olarak yeryüzünde ıslahı ikame etmek ile görevli kimseler iken , kendi aramızda kin , öfke , nifak , fırkalaşmak gibi unsurları sokarak güçsüz düşmüş, böylelikle bizden boşalan yeri kafirlerin doldurmasına kendi elimiz ile onlara fırsat tanıyarak, yeryüzünde fesadın yayılmasına sebep olan bir topluluk haline gelmişiz.
Tevbe s. 39. ayeti , bizlerin birbirimizi yememiz sonucunda ortaya çıkacak olan durumu bizlere haber vererek , bu duruma düşmemek için gerekenlerin yapılmasını emretmektedir.
[009.039] Eğer seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.
"Seferber olmak" emrini , "İçinde savaşın da dahil olduğu , ve küfrün yeryüzünde hakimiyet ortamı bulma imkanının kafirlere verilmemesi" ni ifade eden geniş bir anlam çerçevesinde anladığımızda ,bunları yapmadığımız zaman kafirlerin şu andaki yeryüzündeki sahip oldukları durum ortaya çıkacaktır.
Müslümanların bilim , teknoloji , sosyal , ekonomi , askeri v.s gibi her yönden seferberlik hareketine girişerek , her konuda dünyanın en kuvvetli gücü haline gelmeleri gerekirken , bunların yapılmaması neticesinde , ayet içinde vaat edilen "ACI BİR AZAP" haberi gerçekleşerek , biz Müslümanlar kafirler tarafından çoluk ,çocuk , kadın , erkek ayırt edilmeden her türlü zulme maruz kalmaktayız.
Ayetin haber verdiği ikinci bir vaat olan , " BİZİM YERİMİZE BAŞKA BİR TOPLUĞUN GELMESİ" yine gerçekleşerek , İslam coğrafyası hem fiili olarak askeri yönden kafirlerin işgaline uğramış , hemde kendilerini bağımsız zanneden halkı Müslüman olan ülkelerin uyguladıkları siyasi ve ekonomik yönetim şekilleri ile kafirlerin üretimi olan sistemlere teslim olarak , onlar tarafından topyekün işgalimiz gerçekleşmiştir.
Bir kısım İslam coğrafyası , İsrail , Amerika , Rusya gibi müstekbirler tarafından fiili olarak askeri işgale maruz kalırken , diğer bir kısım İslam coğrafyası ise , bu gibi ülkelerin ürettikleri ürünleri tüketen ve onların kültürlerine ve yönetim sistemlerine sempati duyan bir toplum haline gelerek , ekonomik , siyasi ve sosyal olarak işgal edilmiş vaziyettedir.
Eskiden sadece askeri işgal yolu şeklinde ortaya çıkan sömürgecilik , artık başka şekillerde de ortaya çıkmaktadır. Bir ülkenin başka ülkeye muhtaç olan bir hayat sürmesi , o ülkenin ekonomik ve sosyal olarak işgal edilmesini de beraberinde getirecektir.
Ekonomik , sosyal , askeri , siyasi , ahlaki v.s gibi değerlerin İslam dışındaki başka topluluklardan ithal edilerek , İslam coğrafyasında yaşayanlar üzerinde hakim kılınması , o coğrafyanın işgali anlamına gelmektedir. Bu işgalden kurtuluş çareleri aranmadıkça , İslam coğrafyası üzerindeki zillet ve esaret sona ermeyecektir.
Bu durumdan nasıl çıkılır ?, kafirlerin zulmü nasıl sona erer? .
[011.113] Ve zulm edenlere meyl etmeyin ki size ateş dokunur, ve Allahdan başka velîleriniz de yoktur sonra yardım göremezsiniz.
Hud s. 113. ayeti , bugün Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz durumun sebebini "Zulm edenlere meyletmek ve Allah tan başka veliler edinmek" şeklinde sürülen hayatların sonucu olduğunu haber vermektedir.
Biz Müslümanların , "Zulmedenlere meyletmemek ve Allah tan başka veliler edinmemek" şeklindeki emri hayatımıza pratize şekli bu sorunun cevabı olarak anlaşılıp , okunarak hayata aktarıldığında, şu anda dünyanın içinde bulunduğu duruma karşı çözümler üretilmeye başlanacaktır.
Kur'anın bir çok ayeti, kafirler ile velayet yani işlerimizi onlara havale etmek şeklindeki yaklaşımları ret ederek , kendi kaynağımızı kullanarak ürettiğimiz değerlerin hayata geçirilmesi gerektiği emretmektedir. Ne acıdır ki, biz Müslümanların elindekinin kıymetini bilmeyen bir tutum içine girerek , başkalarının ellerinde olanlara ilgi ve heves duyan bir yaşam tarzını tercih etmiş olması ,bizleri bugünleri görmeyi hak eden bir topluluk haline getirmiştir.
Müslümanların şu anda içinde bulunduğu ZİLLET ve ESARET ten kurtulma yolunun ilk basamağını atlamaları , öncelikle böyle bir durumda olduklarının farkına varmaları ile gerçekleşecektir. İçinde bulunulan durumdan rahatsız olan bir yaşam sürmek , bazı şeylerin farkında olmanın ve kurtulma çarelerini de aramanın yolunu açacaktır.
Tevbe s. 39. ayet içinde belirtilen "Topyekün seferberlik" emrinin , teknolojik , askeri , sosyal , ekonomik , ahlaki bir kalkınma emrini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Savaşmak gücüne sahip olmak demek, her yönden kalkınmışlığın bir neticesi olup , savaşacak gücü elinde bulunduramayanlar, her yönden savaşacak gücü elinde bulunduranların kölesi olmaya mahkumdur.
Bizler Kur'anı okurken , ilk muhataplar olan Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanların , çıkarıldıkları Mekke ye muzaffer biçimde geri dönmeleri için nasıl hazırlandıklarına dikkat eden bir okuma yapmaya çalıştığımız zaman , Kur'an mantığını ve mesajını daha kolay çözmüş olacağımızı söyleyebiliriz.
Mekke şehri , müşriklerin kalesi konumunda olan bir şehir olarak , Medine deki Müslümanların nihai bir hedefi idi. Medine hicreti ile başlayan hareketin tek gayesi , müşriklerin güç ve kuvvetlerinin sembolü ve ŞİRK'İN KALESİ olan bu şehrin, Müslümanlar tarafından fethedilerek tevhidin bir sembolü haline getirilmesi idi.
Bizler bu hedefi gözeten bir Kur'an okumaları yapıp , nihai hedef olarak şu anda ŞİRK'İN KALESİ (Mekke) konumunda olan yerleri TEVHİDİN KALESİ konumuna getirmeyi amaçlayan bir bir yaşamın gerektirdiklerini yapmakla mükellef bir topluluk olduğumuzu unutmayan bir iman iddiası içinde bulunmamız gerekmektedir.
Bizler yaşadığımız dünyayı "Tevhidin Kalesi" yapmak için çalışmadıkça , yaşadığımız dünyayı "Şirk'in Kalesi" yapmaya çalışanlar meydanı boş bularak , şu andaki yaşanan dünyanın ortaya çıkmasına sebep olacaklardır.
Medine de inen ayetlere baktığımızda , dikkatimizi çeken en önemli vurgu, kafirler ile olan savaşlar ve bu savaşlardaki insan tipleridir. Savaş , hayat içinde istenmese dahi çoğu zaman kaçınılmaz olarak baş vurulması gereken bir yol olarak , Müslümanların karşılaştığı bir olgu olup , bu savaştan kaçmak şeklinde ortaya çıkan durum sert biçimde eleştirilerek , bu savaştan kaçanların "Münafık" sıfatlı kişiler olduğu bir çok yerde hatırlatılmaktadır.
İman- Küfür savaşının her an devam ettiği bir dünyada , "İman" safında yer almak iddiasının getirdiği bir takım yükümlülüklerin yerine getirilmesi , olmazsa olmaz şartlardandır. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi neticesinde ortaya çıkacak olan durumdan tüm Müslümanlar sorumlu olacaktır.
Sonuç olarak ; Savaş bir dünya gerçeği olup , inandığımız değerleri dünyaya hakim kılmak için yapılması gereken seferberlik hareketinin bir parçasıdır. Eğer bizler bu hareketi yapmaz isek , başkaları yaparak , bizleri zillet ve esaret altına alacaktır. Bu değişmez bir yasa olup şu anda yaşadığımız dünya içindeki durumumuz , savaş gerçeğini göz ardı eden yaşam tarzı ve onun gereğini yapmamanın bir sonucudur.
Savaşacak güç sahibi olmak demek , ekonomik , sosyal , askeri , siyasi , ahlaki v.s gibi bütün değerler noktasında üst seviyede olmayı gerektiren bir güç sahibi olmayı da beraberinde getirmesi gerektirdiği unutulmamalıdır. Şu anda sadece askeri gücü kullanarak insani ve ahlaki değerleri gözetmeyenlerin dünyayı ne hale getirdiklerini gördüğümüzde , eksik olan tarafın insana değer vermemek olduğunu görürüz.
Haksız yere bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek gibi olduğunu bildiren Rabbimizin bize indirmiş olduğu değerler bütünü kevni ayetler ile birlikte okunmadığı müddetçe dünya kan gölü olmaya devam edecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
28 Şubat 2016 Pazar
DUA KİTAPLARI : İnsanların Umutlarını Sömüren Ahlaksızların Sömürü Aracı
"Dua" ; "sözlükte "Çağırmak" anlamına gelen bir fiilden türeyen , ıstılahta "Kulun Rabbine olan hacetini sözlü olarak dile getirmesi" anlamına gelen bir kelimedir.
[002.186] Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.
Kur'an içindeki bir çok ayet , Rabbimizin Bakara s. 186. ayetinde beyan etmiş olduğu, dualara karşılık verme sözünün yerine getirilmiş halini, bize canlı örnekleri ile sunarak , Rabbimizin vermiş olduğu bu sözün asla yalan olmadığını göstermektedir.
Ancak burada hatırdan çıkarılmaması gereken bir nokta vardır; Allah (c.c), kullarının dualarına karşılık vermesini şarta bağlamış , bu şartı ise, ona dua eden kulların bu karşılığı hak edecek ameller yapmasıdır. Kur'anda geçen duaya icabet örneklerinin tamamı , ancak bu şartı yerine getirmiş olanların dualarının kabul edildiğini göstermektedir.
Ancak ne var ki biz bu günkü Müslümanlar , bu şartı göz ardı eden bir tutum içine girerek , isteğimizi sadece söze döküp , bu isteği fiil olarak göstermediğimiz için dualar karşılık bulmamaktadır. Biz Müslümanların bu hazırcılığını ranta çevirmek isteyen kendisini uyanık zanneden din tüccarları, bu durumu istismar ederek, dua kitapları pazarlama şebekeleri kurmuşlar ve bu işi para kazanma vesilesi haline getirmişlerdir.
Yazımızın konusu , duaların nasıl kabul olunacağı hakkında değil , dua üzerinden yapılan bazı istismarları ele almaya çalışmak , ve bu yolla insanların umutlarını rant aracı haline getirerek , onları maddi ve manevi olarak sömürmeye çalışan din tüccarlarının yapmaya çalıştıkları ahlaksızlıklar hakkında bazı hatırlatmalar çerçevesinde olacaktır.
İnsanların dini duygularını istismar ederek, onlar üzerinden maddi ve manevi güç sahibi olmaya çalışmak, insanlık tarihinin kadim sorunlarından bir tanesidir. Maddi ve manevi olarak insanlar üzerinde söz sahibi olmak isteyenler , onların bu duygularını kullanarak dini, dünyevi bir kazanç kapısı haline getirmişlerdir.
Bu durumu, biz Müslümanlar cephesinde değerlendirerek , günümüzde yapılan bir istismar şeklini, dua kavramının paraya çevrilerek , bunun üzerinde maddi kazanç elde etme çalışmalarının bir ürünü olan "Dua Kitapları" nın nasıl bir ahlaksızlık ürünü olduğu üzerinde durmaya çalışacağız.
Kitle iletişim araçlarının gelişimi ile, insanlar arasında yapılan ticaret , bu araçların kullanımı ile daha geniş boyutlara ulaşmıştır. İnternet ve televizyon gibi araçlar ile , bir çok ürün daha kolay bir biçimde alıcıya ulaşmaktadır. Bu araçlar, dini ticaret metaı haline getirmek isteyen bir takım kimseler tarafından da kullanılarak , kitap , sağlık ürünleri , dini araç gereçler , muskalar , kolyeler , cevşenler v.s gibi ürünler çeşitli yayın organları vasıtası ile insanlara ulaştırılmaktadır.
Dini ticaret metaı haline getirmiş bu tüccarların , para kazanma yöntemlerinden bir tanesi, dua kitapları yolu ile yapılmaktadır. Piyasada "Büyük Dua Kitabı" , "Sırlı Dualar" , "Arşı titreten dualar" , "Şifalı Dualar" , "Erbaini İdrisiyye Duası" , "Tılsımlı Dualar" v.s gibi bir çok isim altında satılan bu kitaplara baktığımızda , insanların umutlarını sömürmek temeli üzerine kurulu bir rant imparatorluğunun olduğuna şahit olmaktayız.
Sattıkları kitabın içindeki dualar ile isteklerinin anında kabul edildiği yalanlarını halka yutturmak için şebekelerine mensup bazı insanları konuşturarak , bu kitaplara rağbet ettirmeyi amaçlayan bu ahlaksız tüccarlar , bu kitaplardaki duaları sanki sihirli değnek gibi sunarak , insanların umutlarını , hastalıklarını , işsizliklerini , ailevi sorunlarını , fakirliklerini sömürerek kasalarını doldurmaya çalışmaktadırlar.
Bu noktada, sözümüz bu kitapları satanlara olmayıp , bu kitaplardan medet uman kişilere bir kaç hatırlatmamız olacaktır ; Sizler bu kitaplardaki duaları okuyarak , hacetinizin en kısa zamanda kabul olunacağını eğer zannediyor iseniz, büyük bir yanılgı içindesiniz demektir. Bu dualar kesinlikle sihirli bir değnek değildir. Böyle bir düşünce içinde olmak demek , Allah (c.c) yi tanımamak ve ona haşa ırgat muamelesi yapmak anlamına gelecektir.
Allah (c.c) kimsenin ırgatı veya emir eri değildir , kulunun duasını kabul etmesi için koymuş olduğu ve adına "Sünnetullah" denilen şartları vardır. Bu şartlar uygulanmadığında , asla kulun isteği yerine gelmez , kul susuz çeşmeden su bekleyen bir kişi durumuna düşer.
Hasta iseniz , önce kevni ayetlerden yardım isteyeceksiniz , işsiz iseniz iş bulmak için arayışlara gireceksiniz , işleriniz kesat ise bu kesatı aşmanın yollarını arayacaksınız , fakir iseniz durumunuzu düzeltmeyi sağlayacak olan emeği sarf edeceksiniz , kısacası ne gibi bir sıkıntınız varsa o sıkıntıdan sizi kurtaracak sebeplere tevessül etmeniz, sizin dua etmeniz anlamına gelecektir.
Eğer kavli olarak dua etmek isterseniz , bu sahtekarların yalan , hurafe , şirk , iftira gibi temeller üzerine yazılmış olan ve sadece ve sadece umut sömürücülüğü yapmayı amaç edinmiş kitaplarına para vererek , o kitapları yazanları zengin etmeyin. İçinizden nasıl dua etmek geliyorsa , öyle dua edin ve bu isteğiniz doğrultusunda sebeplere sarılın , işte o zaman dualarınızın kabul edilmiş olduğunu göreceksiniz.
Eğer kavli olarak dua etmek istiyorsanız Kur'an, bu duaların en sahihlerinin toplandığı bir kitap olarak size yetecektir. Bazı peygamber isimlerini kullanarak , sizleri aldatmak isteyen bu insanların, sizler üzerinden size oynamak istedikleri oyunları , bu kitapları almamak sureti ile sizlerden başkası bozamaz.
Bu kitaplardaki duaları okumak "Olmayacak duaya amin demek" misali bir durum olup bu kitaplar, duaların kabulü için gerekli şartları göz ardı eden kitaplar olması nedeniyle, aynı zamanda kişilerin akidesini zedeleyici bir duruma da sahiptir.
Herhangi bir hacetinin kabul edilmesi için bu kitaplara para veren saf ve zavallı Müslümanlar , farkında olmadan imanlarının zedelenmesi tehlikesi ile karşı karşıya kalmakta olduklarından habersiz bir vaziyette , bu ahlaksız ve vicdansız din tüccarlarının yalan ve iftiralar üzerine yazdıkları kitaplara maalesef paralar dökmektedirler.
Piyasadaki benzer hacimli başka kitaplardan daha pahalıya satılan bu kitaplar , saf ve zavallı Müslümanlar tarafından ellerinin tersi ile itilip , bu kitapları satan kanallarda boy gösteren sahtekar din tüccarlarının suratlarına tükürülmediği müddetçe , bu kitaplar üzerinden daha çok umutlar sömürülecek , ve daha çok kasalar dolacaktır.
Müslümanlar , yalan ve hurafeler üzerine kurulmuş ve din tüccarlarının ticaret metaı haline getirdikleri dua kitapları yerine , Kur'ana yönelerek bu kitaba göre hayatlarını düzenlemedikleri müddetçe , onları maddi ve manevi olarak sömürmek isteyen insanlar tarafından kolay bir lokma olarak görülerek , sırtlarından para kazanılacak bir enayi olmaktan başka bir gözle görülmeyeceklerdir.
Kur'ana yönelmiş bir Müslüman , herhangi bir derdi ve sıkıntısının halli için Rabbine dua etmek istediği zaman , yalan ve hurafe kitaplarına değil , onun kitabına baş vurarak, o kitabın duanın kabulü için beyan ettiği şartlara göre duasını yapacaktır.
Dua , Allah (c.c) ye verilen emirler manzumesi olarak yapıldığı müddetçe , hiç bir şekilde kabul şayan olmayacaktır. Dua , kulun Rabbine olan aczini ifade eden , kulluk şuurunu ayakta tutan bir araç ve , isteklerimizin kabulü için onun koyduğu şartların yerine getirildiği müddetçe kabule şayan olacaktır. Bu şuur içinde olmayan kullar , rant amaçlı şebekeler tarafından yazılmış olan dua kitaplarını alarak , içindeki duaların okunduğu anda kabul edileceğini zanneden saf ve zavallı kişiler olmaktan kurtulamazlar.
Bu noktada , bu kitapları satarak insanların umutlarını sömüren din tüccarlarına bir kaç hatırlatmamız olacaktır;
[009.034] Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, «Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın» denecek.
Tevbe s. 34. ve 35. ayetleri eğer bugün yeniden inecek olsaydı , insanların mallarını haksızlıkla yiyen Haham ve Rahiplere ilaveten , sizlerin dün Haham ve Rahiplerin izlediği yolun aynısını izlemiş olmanız nedeniyle , muhtemelen "HOCALAR" şeklinde bir ilave olacaktı. Çünkü sizler yaptığınız umut tacirliği ile, insanların umutlarını dini yönden kullanıp ranta çevirerek, onların mallarını yiyen Haham ve Rahiplerin yollarını takip eden insanlarsınız.
Üç kuruşluk geçici dünya menfaati için , Allah (c.c) nin Arşına bile dil uzatmaya kalkmanız , yazdığınız hurafe kaynaklı duaların Allah (c.c) nin Arşını bile titretecek güçte olduğunu iddia etmeniz anlamına gelir ki bu iddialar düpedüz "Şirk" tir. Allah (c.c) nin "Azim" olarak nitelediği Arşını titretebilecek bir güç olması demek , onun gücüne karşı koyabilecek bir güç olması anlamına gelir ki , bu da başka ilahların olduğu anlamını taşır.
Tevbe s. 35. ayetinin haber verdiği akıbete düçar olmamak için yok yakın iken bu ahlaksızlıkları bırakarak , Allah (c.c) nin helal kıldığı yollardan para kazanmanın yollarını arayın , yarın pişmanlığın fayda vermeyeceği gün dünyada şefaatçi sandığımız bazı kimseler bile kendi derdine düşerek sizleri görmeyecek ve sizi kimse asla kurtaramayacaktır.
RABBİMİZ BİZLERİ , DİNİ KULLANARAK İNSANLARIN UMUTLARINI PARAYA ÇEVİRMEK İSTEYENLERİN ŞERRİNDEN MUHAFAZA , BU TÜCCARLARIN ELİNDE OYUNCAK OLAN MÜSLÜMANLARA ŞUUR İHSAN ETSİN.
[002.186] Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.
Kur'an içindeki bir çok ayet , Rabbimizin Bakara s. 186. ayetinde beyan etmiş olduğu, dualara karşılık verme sözünün yerine getirilmiş halini, bize canlı örnekleri ile sunarak , Rabbimizin vermiş olduğu bu sözün asla yalan olmadığını göstermektedir.
Ancak burada hatırdan çıkarılmaması gereken bir nokta vardır; Allah (c.c), kullarının dualarına karşılık vermesini şarta bağlamış , bu şartı ise, ona dua eden kulların bu karşılığı hak edecek ameller yapmasıdır. Kur'anda geçen duaya icabet örneklerinin tamamı , ancak bu şartı yerine getirmiş olanların dualarının kabul edildiğini göstermektedir.
Ancak ne var ki biz bu günkü Müslümanlar , bu şartı göz ardı eden bir tutum içine girerek , isteğimizi sadece söze döküp , bu isteği fiil olarak göstermediğimiz için dualar karşılık bulmamaktadır. Biz Müslümanların bu hazırcılığını ranta çevirmek isteyen kendisini uyanık zanneden din tüccarları, bu durumu istismar ederek, dua kitapları pazarlama şebekeleri kurmuşlar ve bu işi para kazanma vesilesi haline getirmişlerdir.
Yazımızın konusu , duaların nasıl kabul olunacağı hakkında değil , dua üzerinden yapılan bazı istismarları ele almaya çalışmak , ve bu yolla insanların umutlarını rant aracı haline getirerek , onları maddi ve manevi olarak sömürmeye çalışan din tüccarlarının yapmaya çalıştıkları ahlaksızlıklar hakkında bazı hatırlatmalar çerçevesinde olacaktır.
İnsanların dini duygularını istismar ederek, onlar üzerinden maddi ve manevi güç sahibi olmaya çalışmak, insanlık tarihinin kadim sorunlarından bir tanesidir. Maddi ve manevi olarak insanlar üzerinde söz sahibi olmak isteyenler , onların bu duygularını kullanarak dini, dünyevi bir kazanç kapısı haline getirmişlerdir.
Bu durumu, biz Müslümanlar cephesinde değerlendirerek , günümüzde yapılan bir istismar şeklini, dua kavramının paraya çevrilerek , bunun üzerinde maddi kazanç elde etme çalışmalarının bir ürünü olan "Dua Kitapları" nın nasıl bir ahlaksızlık ürünü olduğu üzerinde durmaya çalışacağız.
Kitle iletişim araçlarının gelişimi ile, insanlar arasında yapılan ticaret , bu araçların kullanımı ile daha geniş boyutlara ulaşmıştır. İnternet ve televizyon gibi araçlar ile , bir çok ürün daha kolay bir biçimde alıcıya ulaşmaktadır. Bu araçlar, dini ticaret metaı haline getirmek isteyen bir takım kimseler tarafından da kullanılarak , kitap , sağlık ürünleri , dini araç gereçler , muskalar , kolyeler , cevşenler v.s gibi ürünler çeşitli yayın organları vasıtası ile insanlara ulaştırılmaktadır.
Dini ticaret metaı haline getirmiş bu tüccarların , para kazanma yöntemlerinden bir tanesi, dua kitapları yolu ile yapılmaktadır. Piyasada "Büyük Dua Kitabı" , "Sırlı Dualar" , "Arşı titreten dualar" , "Şifalı Dualar" , "Erbaini İdrisiyye Duası" , "Tılsımlı Dualar" v.s gibi bir çok isim altında satılan bu kitaplara baktığımızda , insanların umutlarını sömürmek temeli üzerine kurulu bir rant imparatorluğunun olduğuna şahit olmaktayız.
Sattıkları kitabın içindeki dualar ile isteklerinin anında kabul edildiği yalanlarını halka yutturmak için şebekelerine mensup bazı insanları konuşturarak , bu kitaplara rağbet ettirmeyi amaçlayan bu ahlaksız tüccarlar , bu kitaplardaki duaları sanki sihirli değnek gibi sunarak , insanların umutlarını , hastalıklarını , işsizliklerini , ailevi sorunlarını , fakirliklerini sömürerek kasalarını doldurmaya çalışmaktadırlar.
Bu noktada, sözümüz bu kitapları satanlara olmayıp , bu kitaplardan medet uman kişilere bir kaç hatırlatmamız olacaktır ; Sizler bu kitaplardaki duaları okuyarak , hacetinizin en kısa zamanda kabul olunacağını eğer zannediyor iseniz, büyük bir yanılgı içindesiniz demektir. Bu dualar kesinlikle sihirli bir değnek değildir. Böyle bir düşünce içinde olmak demek , Allah (c.c) yi tanımamak ve ona haşa ırgat muamelesi yapmak anlamına gelecektir.
Allah (c.c) kimsenin ırgatı veya emir eri değildir , kulunun duasını kabul etmesi için koymuş olduğu ve adına "Sünnetullah" denilen şartları vardır. Bu şartlar uygulanmadığında , asla kulun isteği yerine gelmez , kul susuz çeşmeden su bekleyen bir kişi durumuna düşer.
Hasta iseniz , önce kevni ayetlerden yardım isteyeceksiniz , işsiz iseniz iş bulmak için arayışlara gireceksiniz , işleriniz kesat ise bu kesatı aşmanın yollarını arayacaksınız , fakir iseniz durumunuzu düzeltmeyi sağlayacak olan emeği sarf edeceksiniz , kısacası ne gibi bir sıkıntınız varsa o sıkıntıdan sizi kurtaracak sebeplere tevessül etmeniz, sizin dua etmeniz anlamına gelecektir.
Eğer kavli olarak dua etmek isterseniz , bu sahtekarların yalan , hurafe , şirk , iftira gibi temeller üzerine yazılmış olan ve sadece ve sadece umut sömürücülüğü yapmayı amaç edinmiş kitaplarına para vererek , o kitapları yazanları zengin etmeyin. İçinizden nasıl dua etmek geliyorsa , öyle dua edin ve bu isteğiniz doğrultusunda sebeplere sarılın , işte o zaman dualarınızın kabul edilmiş olduğunu göreceksiniz.
Eğer kavli olarak dua etmek istiyorsanız Kur'an, bu duaların en sahihlerinin toplandığı bir kitap olarak size yetecektir. Bazı peygamber isimlerini kullanarak , sizleri aldatmak isteyen bu insanların, sizler üzerinden size oynamak istedikleri oyunları , bu kitapları almamak sureti ile sizlerden başkası bozamaz.
Bu kitaplardaki duaları okumak "Olmayacak duaya amin demek" misali bir durum olup bu kitaplar, duaların kabulü için gerekli şartları göz ardı eden kitaplar olması nedeniyle, aynı zamanda kişilerin akidesini zedeleyici bir duruma da sahiptir.
Herhangi bir hacetinin kabul edilmesi için bu kitaplara para veren saf ve zavallı Müslümanlar , farkında olmadan imanlarının zedelenmesi tehlikesi ile karşı karşıya kalmakta olduklarından habersiz bir vaziyette , bu ahlaksız ve vicdansız din tüccarlarının yalan ve iftiralar üzerine yazdıkları kitaplara maalesef paralar dökmektedirler.
Piyasadaki benzer hacimli başka kitaplardan daha pahalıya satılan bu kitaplar , saf ve zavallı Müslümanlar tarafından ellerinin tersi ile itilip , bu kitapları satan kanallarda boy gösteren sahtekar din tüccarlarının suratlarına tükürülmediği müddetçe , bu kitaplar üzerinden daha çok umutlar sömürülecek , ve daha çok kasalar dolacaktır.
Müslümanlar , yalan ve hurafeler üzerine kurulmuş ve din tüccarlarının ticaret metaı haline getirdikleri dua kitapları yerine , Kur'ana yönelerek bu kitaba göre hayatlarını düzenlemedikleri müddetçe , onları maddi ve manevi olarak sömürmek isteyen insanlar tarafından kolay bir lokma olarak görülerek , sırtlarından para kazanılacak bir enayi olmaktan başka bir gözle görülmeyeceklerdir.
Kur'ana yönelmiş bir Müslüman , herhangi bir derdi ve sıkıntısının halli için Rabbine dua etmek istediği zaman , yalan ve hurafe kitaplarına değil , onun kitabına baş vurarak, o kitabın duanın kabulü için beyan ettiği şartlara göre duasını yapacaktır.
Dua , Allah (c.c) ye verilen emirler manzumesi olarak yapıldığı müddetçe , hiç bir şekilde kabul şayan olmayacaktır. Dua , kulun Rabbine olan aczini ifade eden , kulluk şuurunu ayakta tutan bir araç ve , isteklerimizin kabulü için onun koyduğu şartların yerine getirildiği müddetçe kabule şayan olacaktır. Bu şuur içinde olmayan kullar , rant amaçlı şebekeler tarafından yazılmış olan dua kitaplarını alarak , içindeki duaların okunduğu anda kabul edileceğini zanneden saf ve zavallı kişiler olmaktan kurtulamazlar.
Bu noktada , bu kitapları satarak insanların umutlarını sömüren din tüccarlarına bir kaç hatırlatmamız olacaktır;
[009.034] Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, «Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın» denecek.
Tevbe s. 34. ve 35. ayetleri eğer bugün yeniden inecek olsaydı , insanların mallarını haksızlıkla yiyen Haham ve Rahiplere ilaveten , sizlerin dün Haham ve Rahiplerin izlediği yolun aynısını izlemiş olmanız nedeniyle , muhtemelen "HOCALAR" şeklinde bir ilave olacaktı. Çünkü sizler yaptığınız umut tacirliği ile, insanların umutlarını dini yönden kullanıp ranta çevirerek, onların mallarını yiyen Haham ve Rahiplerin yollarını takip eden insanlarsınız.
Üç kuruşluk geçici dünya menfaati için , Allah (c.c) nin Arşına bile dil uzatmaya kalkmanız , yazdığınız hurafe kaynaklı duaların Allah (c.c) nin Arşını bile titretecek güçte olduğunu iddia etmeniz anlamına gelir ki bu iddialar düpedüz "Şirk" tir. Allah (c.c) nin "Azim" olarak nitelediği Arşını titretebilecek bir güç olması demek , onun gücüne karşı koyabilecek bir güç olması anlamına gelir ki , bu da başka ilahların olduğu anlamını taşır.
Tevbe s. 35. ayetinin haber verdiği akıbete düçar olmamak için yok yakın iken bu ahlaksızlıkları bırakarak , Allah (c.c) nin helal kıldığı yollardan para kazanmanın yollarını arayın , yarın pişmanlığın fayda vermeyeceği gün dünyada şefaatçi sandığımız bazı kimseler bile kendi derdine düşerek sizleri görmeyecek ve sizi kimse asla kurtaramayacaktır.
27 Şubat 2016 Cumartesi
TEVBE s. 14. Ayeti : Allah Kafirleri Nasıl Cezalandırır? ,Onları Nasıl Rezil Eder ?
Bugün yeryüzünde en fazla zulme , ve baskıya maruz kalan topluluklarının başında biz Müslümanların geldiği acı bir gerçek olup , şu anda dünyanın bir çok yerinde yaşayan Müslüman coğrafyasında akan kan ve gözyaşı bu acı gerçeğe şahitlik etmektedir. Kafirler tarafından bize reva görülen bu zulüm ve göz yaşına sebep olanların, cezalandırılması , rezil edilmesi , bizi onlara galip kılması için , ve kalplerimizi ferahlatması için Allah (c.c) ye dualar etmekteyiz , fakat bu dualar kabule şayan olmamakta , Müslüman coğrafyasında kan , zulüm ve gözyaşı hız kesmek şöyle dursun , daha da artarak devam etmektedir.
Acaba nerede yanlış yapıyoruz ki , "Bana dua edenin duasına icabet ederim" (2.186) buyuran Rabbimiz , neden bizim bu dualarımıza icabet etmiyor ?.
Bu sorumuza cevap olabilecek bir çok ayet mevcut olup , bu ayetlerden birisi Tevbe s. 14. ayetidir.
[009.014] Onlarla SAVAŞIN ki, Allah sizin ellerinizle onları CEZALANDIRSIN; onları REZİL ETSİN; sizi onlara GALİP KILSIN ve mümin toplumun KALPLERİNİ FERAHLATSIN.
Tevbe s. 14. ayeti , Allah (c.c) ye yaptığımız , kafirleri cezalandırması , onları rezil etmesi , bizi onlara galip kılarak kalplerimize ferahlık vermesi yönündeki dualarımızın kabul edilmesinin şartını, ONLARLA SAVAŞMAK olarak belirlemiştir.
[002.251] Allah'ın izniyle onları hemen hezimete uğrattılar. Davud da Calut'u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğunu da ona öğretti. ŞAYET ALLAH'IN İNSANLARI BİRBİRİ İLE DEF EDİP SAVMASI OLMASAYDI YERYÜZÜ MUHAKKAK FESADA UĞRARDI. Ancak Allah, alemler üzerinde lutuf sahibidir.
[022.040] Onlar «Rabbimiz Allah'tır» demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. EĞER ALLAH İNSANLARIN BİR KISMINI BİR KISMI İLE DEF ETMESEYDİ İÇİNDE ALLAH'IN ADININ ANILDIĞI KİLİSELER, HAVRALAR, MESCİDLER, ELBETTE YIKILIRDI. Şüphesiz Allah kendi (dini) ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok izetlidir (her şeye galiptir).
Bakara s. 251. ve Hac s. 40. ayetlerinde, yeryüzünden fesadın kaldırılmasının yollarından birisinin "Savaşmak" olduğu belirtilerek , bunun yapılmaması neticesinde , insanların en kutsal olarak bildikleri şeylerin bile ayaklar altında çiğneneceği beyan edilmektedir.
İnsanların kutsal olarak bildikleri değerlerinin , bu kutsallara karşı saygıları olmayan,diğer insanlar tarafından ezilmesini , ayaklar altında çiğnenmesini önleme yollarından birisi, silahlı mücadeledir.
Bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların kutsal bildikleri değerler olan , kan , mal , can , ırz , namus , din, nesil , ibadethane gibi kutsal değerler , bu değerlere saygıları olmayanlar tarafından ayaklar altına alınmış vaziyettedir.
Bu durumdan olan rahatsızlığımızı Allah'a arz ederek , bizleri bu sıkıntılardan kurtarması için dualar etmekte fakat bu dualar kabul olmamaktadır. Bu duaların kabul edilmemesi bizleri , "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sorarak, bunun cevabını aramaya çalışmamıza sevk etmesi gerekmektedir.
Nerede yanlış yapıyoruz ki yaptığımız dualar kabul olmuyor?.
Yaptığımız en büyük yanlış , bizim şu andaki başımıza gelenlerin bir benzerinin , bizden öncekilerin başlarından geçtiği zaman , onların bu sıkıntılardan kurtulma yollarının anlatıldığı ayetlerden ibret almayı amaçlayan bir okuma yapmamış olmamızdır.
Bakara s. 251. ayeti , 246. ayetten başlayan bir bağlam içinde okunması gereken bir ayet olup , İsrailoğullarının bizim şu anda içine düştüğümüz bataktan kurtulma yolu anlatılarak , bu anlatılanların bizlere örnek olması amaçlanmaktadır.
Yurtlarında sürülmüş , çocuklarından uzaklaştırılmış olan İsrailoğulları , uğradıkları bu zulümden Talut'un komutasında bir ordu ile , onları bu zulme uğratan Calut'a karşı savaşmışlar , neticede galip gelerek , bu zulme son vermişlerdir.
Kur'anın beyan etmiş olduğu bu durum , evrensel bir yasa olup , dün zulme insanların bu zulümden kurtulmak için yaptıkları , bugün , yarın ve kıyamete kadar zulme insanların uygulamaları gereken bir kural olup , bu kuralı uygulamayan hiçbir topluluk , içinde bulunduğu zulümden kurtulamaz.
[008.060] Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah'ın düşmanı, sizin düşmanınız ve bunlardan başka sizin bilmeyip te Allah'ın bildiği diğerlerini korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, size ödenir ve siz asla zulüm olunmazsınız.
Enfal s. 60. ayeti , savaşmak için gerekli olan şartın , zamanın en modern savaş gereçleri ile zulme karşı koymak olduğunu beyan etmektedir. Dün modern bir savaş gereci olan at , yerini daha modern , tank , top , uçak v.s gibi savaş araçlarına terk etmiştir.
Bu araçların üretilmesi elbette , "Kevni Ayetler" dediğimiz Mushaf dışındaki ayetlerin okunması sonucunda mümkün olacaktır. Bugün , İslam dünyasında ağırlıklı olarak "Ayet" kelimesi telaffuz edildiğinde akla ilk maalesef Kur'an ayetleri olup , Kur'an dışında yaratılmış olan ayetler akla gelmemektedir.
"Allah (c.c) her dert ve sıkıntı için çaresini yaratmıştır" sözünün, bugün biz Müslümanlar arasında karşılık bulma şekli , herhangi bir derdin şifa bulması için , herhangi bir ayet veya surenin okunması şeklindedir. Kur'an dertlere şifa sunan bir reçete olup , hiç bir hastalığın , sadece reçetenin okunması ile şifa bulması gibi bir durum asla söz konusu değildir. Hastalığın şifa bulması ancak ve ancak reçete içinde muhteviyatın tatbiki ile mümkün olacaktır.
Kafirlerin İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanları, kan gözyaşı ve zulme boğmuş olmasını bir HASTALIK veya DERT olarak değerlendirirsek , bu hastalık veya dert'ten kurtulmanın yolu , REÇETE OKUMALARI ile değil , REÇETE MUHTEVİYATININ TATBİKİ ile mümkün olacaktır.
"Kafirlerin helak edilmesi için yaptığımız dualar neden kabul edilmiyor?" sorusunun cevabı işte buradadır. Bizler kafirlerin helakı için gerekli olan reçeteyi tatbik yerine , reçete okumaları ile bu işin olacağı zannına kapıldığımız için , dualarımız kabul edilmemektedir.
Allah (c.c) , bizlerin "Kafirlerin zulüm ve baskıları altında inlemek" derdimize karşı şifa için yazdığı reçete SAVAŞMAK şeklinde olup , bizler bu reçeteyi tatbik etmek yerine sadece okumak şeklinde bir yol takip ettiğimiz için , bırakın dertlere deva olmak , dertler daha da müzminleşerek artmaktadır.
Kafirlerin dünya üzerinde yapmış olduğu zulüm ve fesat hareketinin , önlenmesi onlardan teknolojik yönden daha ileri bir seviyede olmak ile gerçekleşecektir. Kafirlerin kevni ayetleri okumaları sonucunda elde ettikleri başarılar onları şımartarak, "Bizden büyük yok" vehmine kapılmalarına sebep olmuştur.
Onlar kevni ayetleri okuyarak elde ettikleri teknolojik üstünlüğü , bu ayetlerin kullanma klavuzu olan "Kur'an" ile birlikte okumadıkları için , sadece dünya merkezli bir hayatın getirileri peşinde koşarak, bu konuda herhangi bir sınır tanımamaktadırlar.
Kevni ayetlerin kullanma klavuzu olan Kur'an , insanın yaşadığı "Dünya Hayatı" nın geçici , ölüm sonrası yeniden diriliş sonrası başlayacak olan "Ahiret Hayatı" nın ebedi olduğunu hatırlatarak , insanların yapmış oldukları amelleri bu gerçeği hatırdan çıkarmadan yapmalarını, tarih boyunca gelen elçiler aracılığı ile bildirmiştir.
Kafirlerin , kevni ayetleri okumaları sonuç elde ettikleri teknolojik başarıyı , kullanma klavuzu olan Kur'anın kevni ayetlerin nasıl okunması gerektiği dair olan bilgilerin göz ardı edilmesi sonucunda , kevni ayetler ile yapılan teknoloji ve onun ürünü olan silahlar , mazlumlar üzerinde ölüm kusan korkunç araçlar haline gelmişlerdir.
Biz Müslümanların ise kevni ayetleri okumayarak sadece kitabı ayetleri okuma sonucu , geri kalmışlık içine girerek , bir tarafın sadece kevni ayetleri okumak , diğer tarafın ise sadece kitabı ayetleri okumak sonucu elde ettikleri sonuç , dünyanın şu andaki içinde bulunduğumuz durumu beraberinde getirmiştir.
Kafirler eğer , Allah (c.c) nin hem kevni hem de kitabı ayetlerini beraber okuyarak, elde ettikleri araçları nasıl kullanmaları gerektiği yönündeki verilen tarife göre bir kullanım içine girerek , hem "Kafir" isminden , hem de zulüm ve baskının önderleri olmaktan kurtularak , dünyayı barış içinde yaşanan bir yer haline getirir , biz Müslümanları ürettikleri silahların etki derecesini ölçtükleri bir kobay ,ve silah reklamı yapılan canlı hedefler haline gelmekten kurtarabilirdi.
Gelgelelim durum maalesef böyle olmamakta , petrol zengini halkı Müslüman olan ülkelerin yöneticileri , bu silahları yapmaya gayret etmek şöyle dursun , ülke zenginliklerini bu kafirlerin ürettikleri silahlara akıtarak onların kasalarını doldurmalarına sebebiyet veren bir politika gütmektedirler.
"Dua" kelimesinin anlam alanı etrafında olması gerekenler ile , biz Müslümanların bu kelimenin anlam alanı etrafında yaptığı uygulama , Kur'an ile çeliştiği için , yaptığımız dualar karşılık bulmamaktadır. Eğer bizler dualarımızın karşılık bulmasını istiyor isek , Kur'anın bu konuda sunduğu reçeteyi aynen uygulamamız gerekmektedir.
Kur'anın kıssa yollu anlatımları , bir çok konuda olduğu gibi , dün zalimlerin baskılarından kurtulma yolunun nasıl olduğunu yaşanmış örnekleri ile anlatarak , bugün , yarın , kıyamete kadar bu yolun böyle olacağını ve olması gerektiğini bizlere mesaj olarak vermektedir.
Şurası asla unutulmamalıdır ki ; Allah (c.c) kendisine düşman olan kafirlerin cezalandırılmasını , kendisine "Müslümanım" diyen kullarına bırakarak , bizleri de bir çeşit denemeye bu yolla tabi tutmaktadır. Bizler Allah (c.c) nin bizler için seçtiği bu yolu terk ederek , meydanı kafirlere bıraktığımızda , şu anda içinde bulunduğumuz durumlar meydana gelerek , dünya büyük bir fesadın içine düşecektir.
Bizler bu görevi , maalesef bize bu görevi verenin kendisine tevdi ederek bizden önceki İsrailoğullarının yaptığı olan "Bizim yerimize sen savaş" diyerek , onun gökten melekleri ile inmesini beklemekteyiz.
Sonuç olarak ; Bizler Müslümanlar olarak eğer içinde bulunduğumuz sıkıntıların en büyüğü olan , kafirlerin zulüm ve baskıları altında inlemekten kurtulmanın yolunun , sadece reçete okumaları yapmak değil , reçete muhteviyatını hayata tatbik etmekten geçtiğini asla unutmamalıyız.
"Sünnetullah" denen yasalar , yeryüzünde her kul için eşit şekilde tecelli ettiği için , bu yasalar bugün biz Müslümanların kafir çizmesi altında inlememizi gerektiren hak edişlerimizin bir sonucu olarak bizim üzerimizde işlemektedir. Eğer bu durumdan kurtulmak istiyorsak , Rabbimizin bizlere çizmiş olduğu yolun önce okunarak içselleştirilmesi, sonra gereğinin yapılması için topyekün bir harekete girişilmesi gerekmektedir.
Bunun dışında yapılacak olan fiile dayanmayan ve sadece söze dayanan kuru dua seansları bizleri bu durumdan kurtarmayacak , aksine daha kötü durumlara düşürecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Acaba nerede yanlış yapıyoruz ki , "Bana dua edenin duasına icabet ederim" (2.186) buyuran Rabbimiz , neden bizim bu dualarımıza icabet etmiyor ?.
Bu sorumuza cevap olabilecek bir çok ayet mevcut olup , bu ayetlerden birisi Tevbe s. 14. ayetidir.
[009.014] Onlarla SAVAŞIN ki, Allah sizin ellerinizle onları CEZALANDIRSIN; onları REZİL ETSİN; sizi onlara GALİP KILSIN ve mümin toplumun KALPLERİNİ FERAHLATSIN.
Tevbe s. 14. ayeti , Allah (c.c) ye yaptığımız , kafirleri cezalandırması , onları rezil etmesi , bizi onlara galip kılarak kalplerimize ferahlık vermesi yönündeki dualarımızın kabul edilmesinin şartını, ONLARLA SAVAŞMAK olarak belirlemiştir.
[002.251] Allah'ın izniyle onları hemen hezimete uğrattılar. Davud da Calut'u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğunu da ona öğretti. ŞAYET ALLAH'IN İNSANLARI BİRBİRİ İLE DEF EDİP SAVMASI OLMASAYDI YERYÜZÜ MUHAKKAK FESADA UĞRARDI. Ancak Allah, alemler üzerinde lutuf sahibidir.
[022.040] Onlar «Rabbimiz Allah'tır» demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. EĞER ALLAH İNSANLARIN BİR KISMINI BİR KISMI İLE DEF ETMESEYDİ İÇİNDE ALLAH'IN ADININ ANILDIĞI KİLİSELER, HAVRALAR, MESCİDLER, ELBETTE YIKILIRDI. Şüphesiz Allah kendi (dini) ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok izetlidir (her şeye galiptir).
Bakara s. 251. ve Hac s. 40. ayetlerinde, yeryüzünden fesadın kaldırılmasının yollarından birisinin "Savaşmak" olduğu belirtilerek , bunun yapılmaması neticesinde , insanların en kutsal olarak bildikleri şeylerin bile ayaklar altında çiğneneceği beyan edilmektedir.
İnsanların kutsal olarak bildikleri değerlerinin , bu kutsallara karşı saygıları olmayan,diğer insanlar tarafından ezilmesini , ayaklar altında çiğnenmesini önleme yollarından birisi, silahlı mücadeledir.
Bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların kutsal bildikleri değerler olan , kan , mal , can , ırz , namus , din, nesil , ibadethane gibi kutsal değerler , bu değerlere saygıları olmayanlar tarafından ayaklar altına alınmış vaziyettedir.
Bu durumdan olan rahatsızlığımızı Allah'a arz ederek , bizleri bu sıkıntılardan kurtarması için dualar etmekte fakat bu dualar kabul olmamaktadır. Bu duaların kabul edilmemesi bizleri , "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sorarak, bunun cevabını aramaya çalışmamıza sevk etmesi gerekmektedir.
Nerede yanlış yapıyoruz ki yaptığımız dualar kabul olmuyor?.
Yaptığımız en büyük yanlış , bizim şu andaki başımıza gelenlerin bir benzerinin , bizden öncekilerin başlarından geçtiği zaman , onların bu sıkıntılardan kurtulma yollarının anlatıldığı ayetlerden ibret almayı amaçlayan bir okuma yapmamış olmamızdır.
Bakara s. 251. ayeti , 246. ayetten başlayan bir bağlam içinde okunması gereken bir ayet olup , İsrailoğullarının bizim şu anda içine düştüğümüz bataktan kurtulma yolu anlatılarak , bu anlatılanların bizlere örnek olması amaçlanmaktadır.
Yurtlarında sürülmüş , çocuklarından uzaklaştırılmış olan İsrailoğulları , uğradıkları bu zulümden Talut'un komutasında bir ordu ile , onları bu zulme uğratan Calut'a karşı savaşmışlar , neticede galip gelerek , bu zulme son vermişlerdir.
Kur'anın beyan etmiş olduğu bu durum , evrensel bir yasa olup , dün zulme insanların bu zulümden kurtulmak için yaptıkları , bugün , yarın ve kıyamete kadar zulme insanların uygulamaları gereken bir kural olup , bu kuralı uygulamayan hiçbir topluluk , içinde bulunduğu zulümden kurtulamaz.
[008.060] Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah'ın düşmanı, sizin düşmanınız ve bunlardan başka sizin bilmeyip te Allah'ın bildiği diğerlerini korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, size ödenir ve siz asla zulüm olunmazsınız.
Enfal s. 60. ayeti , savaşmak için gerekli olan şartın , zamanın en modern savaş gereçleri ile zulme karşı koymak olduğunu beyan etmektedir. Dün modern bir savaş gereci olan at , yerini daha modern , tank , top , uçak v.s gibi savaş araçlarına terk etmiştir.
Bu araçların üretilmesi elbette , "Kevni Ayetler" dediğimiz Mushaf dışındaki ayetlerin okunması sonucunda mümkün olacaktır. Bugün , İslam dünyasında ağırlıklı olarak "Ayet" kelimesi telaffuz edildiğinde akla ilk maalesef Kur'an ayetleri olup , Kur'an dışında yaratılmış olan ayetler akla gelmemektedir.
"Allah (c.c) her dert ve sıkıntı için çaresini yaratmıştır" sözünün, bugün biz Müslümanlar arasında karşılık bulma şekli , herhangi bir derdin şifa bulması için , herhangi bir ayet veya surenin okunması şeklindedir. Kur'an dertlere şifa sunan bir reçete olup , hiç bir hastalığın , sadece reçetenin okunması ile şifa bulması gibi bir durum asla söz konusu değildir. Hastalığın şifa bulması ancak ve ancak reçete içinde muhteviyatın tatbiki ile mümkün olacaktır.
Kafirlerin İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanları, kan gözyaşı ve zulme boğmuş olmasını bir HASTALIK veya DERT olarak değerlendirirsek , bu hastalık veya dert'ten kurtulmanın yolu , REÇETE OKUMALARI ile değil , REÇETE MUHTEVİYATININ TATBİKİ ile mümkün olacaktır.
"Kafirlerin helak edilmesi için yaptığımız dualar neden kabul edilmiyor?" sorusunun cevabı işte buradadır. Bizler kafirlerin helakı için gerekli olan reçeteyi tatbik yerine , reçete okumaları ile bu işin olacağı zannına kapıldığımız için , dualarımız kabul edilmemektedir.
Allah (c.c) , bizlerin "Kafirlerin zulüm ve baskıları altında inlemek" derdimize karşı şifa için yazdığı reçete SAVAŞMAK şeklinde olup , bizler bu reçeteyi tatbik etmek yerine sadece okumak şeklinde bir yol takip ettiğimiz için , bırakın dertlere deva olmak , dertler daha da müzminleşerek artmaktadır.
Kafirlerin dünya üzerinde yapmış olduğu zulüm ve fesat hareketinin , önlenmesi onlardan teknolojik yönden daha ileri bir seviyede olmak ile gerçekleşecektir. Kafirlerin kevni ayetleri okumaları sonucunda elde ettikleri başarılar onları şımartarak, "Bizden büyük yok" vehmine kapılmalarına sebep olmuştur.
Onlar kevni ayetleri okuyarak elde ettikleri teknolojik üstünlüğü , bu ayetlerin kullanma klavuzu olan "Kur'an" ile birlikte okumadıkları için , sadece dünya merkezli bir hayatın getirileri peşinde koşarak, bu konuda herhangi bir sınır tanımamaktadırlar.
Kevni ayetlerin kullanma klavuzu olan Kur'an , insanın yaşadığı "Dünya Hayatı" nın geçici , ölüm sonrası yeniden diriliş sonrası başlayacak olan "Ahiret Hayatı" nın ebedi olduğunu hatırlatarak , insanların yapmış oldukları amelleri bu gerçeği hatırdan çıkarmadan yapmalarını, tarih boyunca gelen elçiler aracılığı ile bildirmiştir.
Kafirlerin , kevni ayetleri okumaları sonuç elde ettikleri teknolojik başarıyı , kullanma klavuzu olan Kur'anın kevni ayetlerin nasıl okunması gerektiği dair olan bilgilerin göz ardı edilmesi sonucunda , kevni ayetler ile yapılan teknoloji ve onun ürünü olan silahlar , mazlumlar üzerinde ölüm kusan korkunç araçlar haline gelmişlerdir.
Biz Müslümanların ise kevni ayetleri okumayarak sadece kitabı ayetleri okuma sonucu , geri kalmışlık içine girerek , bir tarafın sadece kevni ayetleri okumak , diğer tarafın ise sadece kitabı ayetleri okumak sonucu elde ettikleri sonuç , dünyanın şu andaki içinde bulunduğumuz durumu beraberinde getirmiştir.
Kafirler eğer , Allah (c.c) nin hem kevni hem de kitabı ayetlerini beraber okuyarak, elde ettikleri araçları nasıl kullanmaları gerektiği yönündeki verilen tarife göre bir kullanım içine girerek , hem "Kafir" isminden , hem de zulüm ve baskının önderleri olmaktan kurtularak , dünyayı barış içinde yaşanan bir yer haline getirir , biz Müslümanları ürettikleri silahların etki derecesini ölçtükleri bir kobay ,ve silah reklamı yapılan canlı hedefler haline gelmekten kurtarabilirdi.
Gelgelelim durum maalesef böyle olmamakta , petrol zengini halkı Müslüman olan ülkelerin yöneticileri , bu silahları yapmaya gayret etmek şöyle dursun , ülke zenginliklerini bu kafirlerin ürettikleri silahlara akıtarak onların kasalarını doldurmalarına sebebiyet veren bir politika gütmektedirler.
"Dua" kelimesinin anlam alanı etrafında olması gerekenler ile , biz Müslümanların bu kelimenin anlam alanı etrafında yaptığı uygulama , Kur'an ile çeliştiği için , yaptığımız dualar karşılık bulmamaktadır. Eğer bizler dualarımızın karşılık bulmasını istiyor isek , Kur'anın bu konuda sunduğu reçeteyi aynen uygulamamız gerekmektedir.
Kur'anın kıssa yollu anlatımları , bir çok konuda olduğu gibi , dün zalimlerin baskılarından kurtulma yolunun nasıl olduğunu yaşanmış örnekleri ile anlatarak , bugün , yarın , kıyamete kadar bu yolun böyle olacağını ve olması gerektiğini bizlere mesaj olarak vermektedir.
Şurası asla unutulmamalıdır ki ; Allah (c.c) kendisine düşman olan kafirlerin cezalandırılmasını , kendisine "Müslümanım" diyen kullarına bırakarak , bizleri de bir çeşit denemeye bu yolla tabi tutmaktadır. Bizler Allah (c.c) nin bizler için seçtiği bu yolu terk ederek , meydanı kafirlere bıraktığımızda , şu anda içinde bulunduğumuz durumlar meydana gelerek , dünya büyük bir fesadın içine düşecektir.
Bizler bu görevi , maalesef bize bu görevi verenin kendisine tevdi ederek bizden önceki İsrailoğullarının yaptığı olan "Bizim yerimize sen savaş" diyerek , onun gökten melekleri ile inmesini beklemekteyiz.
Sonuç olarak ; Bizler Müslümanlar olarak eğer içinde bulunduğumuz sıkıntıların en büyüğü olan , kafirlerin zulüm ve baskıları altında inlemekten kurtulmanın yolunun , sadece reçete okumaları yapmak değil , reçete muhteviyatını hayata tatbik etmekten geçtiğini asla unutmamalıyız.
"Sünnetullah" denen yasalar , yeryüzünde her kul için eşit şekilde tecelli ettiği için , bu yasalar bugün biz Müslümanların kafir çizmesi altında inlememizi gerektiren hak edişlerimizin bir sonucu olarak bizim üzerimizde işlemektedir. Eğer bu durumdan kurtulmak istiyorsak , Rabbimizin bizlere çizmiş olduğu yolun önce okunarak içselleştirilmesi, sonra gereğinin yapılması için topyekün bir harekete girişilmesi gerekmektedir.
Bunun dışında yapılacak olan fiile dayanmayan ve sadece söze dayanan kuru dua seansları bizleri bu durumdan kurtarmayacak , aksine daha kötü durumlara düşürecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
25 Şubat 2016 Perşembe
Kur'an Kıssalarındaki Anlatımların Bize Dönük Mesajlarını Okumak
Kur'an içinde geçmiştekilerin başlarından geçenlerin anlatıldığı "Kıssa" denilen anlatımlar, önemli bir yer tutmaktadır. Geniş bir hacme sahip olan bu anlatımlar, sadece geçmişte yaşananları anlatmak amacına dönük değil , geçmişte yaşanan hayatlardan, sonraki gelecek olanların ibretler çıkarmasına yöneliktir.
[011.120] Sana resullerin haberlerinden -kalbini kendisiyle sağlamlaştıracak- doğru haberler aktarıyoruz. Bunda da sana hak ve mü'minlere bir öğüt ve uyarı gelmiştir.
Ne yazıktır ki , Kur'an içinde yapılan bu anlatımların , bize dair söylediklerinin ne olabileceği konusunda , tefsir kitaplarında doğru bir yaklaşım görebilmek neredeyse mümkün olmamaktadır. Geçmiş tefsirlere bakıldığında kıssalar konusunda ağırlıklı yaklaşımın , kıssanın sadece yaşandığı zaman ve mekanı dikkate alan , "İsrailiyat" denilen hurafe yığınları ile örülmüş , "Laf olsun sayfa dolsun" kabilinden anlatımlar olduğunu görmekteyiz.
Klasik tefsirlerde genel durumun bu olmasına karşın , bu tefsirlerdeki anlatımlara tepki olarak çıkan modernist yaklaşımların, eski tefsirlerdeki kıssa anlayışından pek farklı olmadığını görmekteyiz. Modernist yaklaşımın kıssa anlayışı , "Mucize" ve "Helak" olarak nitelenen bazı olayların gerçekte olmadığını öne sürerek , bunları tevil etme yoluna gitmesi şeklinde kendisini göstermektedir.
Klasik ve modernist tefsir çalışmalarının birleştiği ortak nokta, kıssayı sadece yaşanmışlığı dahilinde okumaya , "Kıssa içinde dönüp dolaşmak" şeklinde tabir edebileceğimiz bu okumalar sonucundaki çıkarımları sonucunda yorum yapmaya çalışmaları olduğunu söyleyebiliriz. Bu yöntem, kıssadan bize dönük mesajlar çıkarılmasına engel olan bir okumadır
Kıssaları nasıl bir okuma yöntemi takip ederek okumalı ki , Kur'anın o kıssa ile anlatmak istedikleri anlaşılabilsin ?.
Öncelikle okuduğumuz kıssanın, bize dair bir mesajı olduğu yönünde bir bakış açısı ile kıssaya yaklaşılmasının gerektiğini düşünmekteyiz. Kıssa içinde anlatılan olay ve kişilerin sadece , anlatıldığı zaman ve mekan içine hapsedilmemesi , olay ve kişiler üzerinden verilmek istenilen bir mesajın olması gerektiği düşünülerek okunmalıdır.
Kıssalardaki anlatımların en önemli yanı , kavimlerin helak edilmesi ile biten bir sonuca sahip olmasıdır. Bizler, kavimlerin helak olmasına sebep olan nedenlere dikkat eden bir okuma yaparak kıssaları okuduğumuzda , dün o kavimlerin yıkımına sebep olan nedenlerin , yaşadığımız zaman ve mekan dahilinde olup olmadığına dikkat ederek , aynı yıkımın bizler içinde gerçekleşebileceğini okuyup , onların işledikleri hataları düşmekten kendimizi koruyabiliriz.
"Sünnetullah" (Allah (c.c) nin izlediği yol) , Kur'anın anahtar kavramlarından birisi olarak , kıssaları okumada dikkat etmemiz gereken en önemli bir kavramdır. "Sünnetullah" , Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu yasaların işlemesi anlamında bir kavram olup , kavimlerin helak olması , bu yasanın işlemesi sonucunda gerçekleşmektedir.
Kavimlerin helak edilmesini , "Allah'ın sünnetinde değişme yoktur" mealindeki ayetler çerçevesinde okumaya çalıştığımız , ve bu değişmemenin bir yasa ve kıyamete kadar geçerli olduğunu düşündüğümüzde , kavimlerin helak olmasına SEBEP olan fiillerin işlenmesi , aynı helakın, bugün , yarın , ta ki kıyamete kadar gerçekleşmesi SONUCUNU doğuracağı unutulmamalıdır.
Allah (c.c) nin kullarına yardım etmesi yine ,"Sünnetullah" adı verilen yasalar dahilinde gerçekleşmektedir. Müşrik olan kavimlerin halklarının helak olması , o kavimleri terk eden elçi ve beraberindeki iman edenlerin kurtulması anlamına gelmektedir.
Allah (c.c) kullarına yardım etmenin, kendisine ait bir görev olduğunu beyan etmektedir. Ancak bu görevin yerine gelmesi , kendisi tarafından belirlenen bir takım kuralların kulları yerine getirilmesi ile gerçekleşeceğini de beyan etmektedir. Kullara yardım sözünün yerine getirilmesi , onların bu yardımı hak edecek fiilleri yapmasının sonunda, yani yardımı hak etmesinin sonunda gelmektedir.
Kur'an kıssaları, Allah (c.c) nin "Helak" ve "Yardım" yasalarının, helak olmayı veya yardımı hak edecek amelleri işlemeleri neticesinde gerçekleştiğinin, canlı ve yaşanmış örnekleri ile gösterilmesi bakımından önemli bir yere sahiptir.
İnsanların , özellikle bugünkü Müslümanların hazırcı ve kolaya talip olmaları nedeniyle, Allah (c.c) nin yardım etmesi konusunu yanlış anlayarak, "Armut piş ağzıma düş" misali bir yardım talebinde bulunduklarını görmekteyiz. Hak ediş yasalarına tabi olmadan bu yardımın asla gelmeyeceği , bir çok Kur'an ayeti , yaşanmış örnekleri ile canlı olarak sunulmuş olmasına karşın , Kur'anı masal kitabı olarak okuma hatasına düşen biz Müslümanlar , hala Bedirdeki melekleri bekleyerek , bizim yerimize Allah (c.c) nin kafirleri yok etmesini beklemekteyiz.
Kıssalar içinde geçen ve "Mucize" olarak adlandırılan , denizin yarılması , ateşin İbrahim (a.s) ı yakmaması , balığın Yunus (a.s) ı yutması gibi anlatımlar , geçmişte hurafeler ile örtülmüş masallara çevrilmesine karşın , modernist okumalarda bu olayların gerçek olarak olmasının "Sünnetullah" yasalarına göre imkansız olduğu iddiası dile getirilmektedir.
Kıssalarda anlatılan bu olayların "Sünnetullah" a aykırı olduğu gerekçesi ile , gerçek olmadığını iddia etmenin , aslında Sünnetullah ın ne olduğunu bilmemekten kaynaklandığını söylemek istiyoruz.
Kur'an kıssalarında anlatılan bu olayların ortak tarafı , Allah (c.c) nin sünneti olan hak eden kullarına yardım vaadinin yerine gelmiş olduğunu göstermektir. Bu yardımın yerine gelmesinin anlatım şekli, eğer olması mümkün olmayan imkansız şeyler olduğu düşünülür ise , Allah (c.c) nin bu sözü tutmadığı gibi bir iddianın ortaya atılması anlamına gelecektir.
Kıssalarda anlatılan bu olaylara bakış açımızın olayın NASILLIĞININ yani sonucunun değil , NEDENLİĞİNİN yani sebebinin üzerinde yoğunlaşmak şeklinde olması gerektiğini düşünmekteyiz. Allah (c.c) nin zor durumda kalan kuluna bu şekil bir yardım etmesi , o kulun böyle bir yardımı hak edecek sebepleri yerine getirdiğini göstermektedir.
Allah (c.c) elçilerine olan yardım vaadini yerine getirirken NEDEN bizim için imkansız görülen , aklımızın hafsalamızın almadığı , anlamakta zorlanacağımız bir yol kullandı?.
Bu sorunun cevabını, kulların artık ellerinden geleni yaptıktan sonra , yapacak bir şeyleri kalmaması ve "Allah'ın yardımı ne zaman?" (2.214) diyecek hale gelmelerinin ardından, yardımın geldiğini düşündüğümüzde bulabiliriz. Artık kendisine Allah (c.c) den başkasının yardım edemeyeceğine inananlar , hak etmeleri sonucunda gelen bu yardımın , Allah (c.c) dışında kimseden gelmesinin imkansız olduğunu görerek , ondan yardım istemekte ne kadar haklı olduklarını gerçek bir şekilde görmüşlerdir.
Kıssalarda anlatılan yardım vaadinin , Allah (c.c) dışında kimsenin gücünün yetmediği bir noktada gelmiş olduğunu gösteren denizin yarılması , ateşin söndürülmesi , balığın karnından kurtarılması gibi anlatımları , herhangi bir kul için imkan dahilinde olmayan bir gücün , sadece Allah (c.c) nin elinde olduğunun anlatılarak , ondan başka bir yardımcının olmadığının gösterilmesi açısından okumak , anlatımların yaşanmışlığını ret etmeden , bize dönük mesajlar olarak okumayı sağlayacaktır.
Kur'an kıssalarının baş aktörleri olan elçiler , bizler için "Üsvetün Hasenetün" (En güzel örnek) rol model kimselerdir.
Hadis - Sünnet tartışmalarının her zaman gündemde olduğu İslam düşüncesinde , bu tartışmaların önünün alınarak , doğru bir dün anlayışına sahip olmanın yolu , Kur'an içinde geçen elçilerin mücadelelerinin okunmasından geçecektir.
"Sünnet" (İzlenen yol) kavramının , Muhammed (a.s) ile ilişiklendirilmesi , yani onun örnekliğinin hayata aktarılması , sakal , sarık , misvak ile değil , şirke karşı olan mücadelesinin okunması sonucunda öğrenilebilir.
Kur'anın ilk muhataplarının Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar olduğunu düşündüğümüzde , Muhammed (a.s) a okunan kıssalar , onun kafirler ile olan mücadelesinin yolunu aydınlatmıştır. Kendisinden önceki elçilerin başlarından geçenlerin anlatılması , onun bu yolda yalnız olmadığını , kendi başına gelenlerin öncekilerin başına da gelmiş olduğu anlatılarak , o elçilerin dik duruşları ona örnek olmuştur. Yani Muhammed (a.s) , kendisinden önceki elçilerin sünnetini izleyerek , o izleri takip eden bir yol üzerinde yürümüştür.
"Sünnet" kavramını "Muhammed (a.s) ın sünneti" şeklinde bir terkip ile kullanacak ve bu terkibin en doğru halini nereden öğrenebiliriz diyecek olursak , bu adres sadece Kur'an olacaktır. Muhammed (a.s) ın tek sünneti vardır o sünnette ŞİRK İLE OLAN MÜCADELESİ olup , onun elçilik hayatı bu mücadele etrafında yapıp ettiklerinden ibarettir. Bizler eğer onun sünnetine tabi olmaktan bahsedecek olursak , bu sünnete tabi olmak , onun sakalı , sarığı , misvağı , uyuma şekli değil, onun MÜŞRİKLER İLE OLAN MÜCADELEDE İZLEDİĞİ YÖNTEM olmalıdır.
Kur'an kıssaları bizlere hayatın anlamını ve bu anlam çerçevesinde yapılmış olan mücadeleleri anlatarak , bizlere yol haritası çizen anlatımlardır.
Kendisinden başkasının kurallarının hayata hakim kılınmaması isteyen Rabbimizin, bu emrine karşı çıkan sahte ilah ve rablerin karşısına çıkan elçiler, tarih boyunca bu gerçeği haykırarak , örnek bir yaşam sergilemiş , ve bizlere yol gösteren EN GÜZEL ÖRNEK ler olmuşlardır.
Kıssalar ile anlatılan bu mücadelenin bizlere örnek olması gerektiğine inananlar , kıssaları "Geçmişlerin masalları" olma anlayışından çıkararak , yaşanan hayatlara , yaşanmış hayatlardan örnekler olarak okuyarak DİRİ BİR KUR'AN ortaya çıkarabilirler.
Kur'an kıssalarının mesaj içerikli okunması , Kur'anı ÖLÜLERE OKUNAN BİR KİTAP olmaktan çıkararak , DİRİLERE ÖĞÜTLERİ OLAN BİR KİTAP haline gelmesini sağlayacaktır.
Kur'an kıssaları , yaşanan hayatlardaki aksaklıkları vahyin doğrultusunda düzeltmeye çalışanların verdiği mücadelelerden kesitler sunmaktadır. Bu demek oluyor ki ; Vahiy hayata müdahil olan , hayatlardaki yanlışları düzelten , yanlışlar yerine doğru teklifler sunan bir bilgi kaynağıdır.
Eğer Kur'an bu doğrultuda okunmuş olsaydı , yaşanan hayatların yanlışlığını düzeltmeye çalışmanın ve bozuk gidişe "Dur" demek ile görevli olduğumuzu anlar , bozuk gidişin içinde rol alan veya o gidişi devam ettirmeye çalışan insanlar olmazdık.
Kıssaları anlatılan elçilere baktığımızda , o elçilerin kavimlerine sağ ayakla tuvalete girmeyi , sağ elle yemek yemeyi , sakalı , sarığı , misvağı v.s yi tebliğ için gönderilmediklerini , Kur'an literatüründe "ŞİRK" olarak genellenmiş olan , yaşanan hayatlardaki ekonomik , sosyal ve ahlaki sapmalara karşı seslerini yükselten ve bu yolda canları ve malları ile çalışmaya örnek olmak için gönderilmiş insanlar olduğunu görürüz.
Bu insanları örnek alan Muhammed (a.s) a atfedilen ve "Tabi olana 100 şehit sevabı" olduğunu vaat ettiği !!! sünnetlerinde Mekkelilerin yaşadığı hayatlardaki yanlışlarına dair yapıp ettikleri yani ŞİRKE KARŞI MÜCADELESİ asla yoktur.
Sonuç olarak ; Kur'an kıssaları , geçmişteki yaşantılardan , bize ibret olması ve örnek alınması gereken anlatımlar olarak anlaşılmaya çalışılmadan okundukça "Eskilerin masalları" olarak kalacak ve Kur'anın önemli bir bölümünü kaplayan bu ayetler, otomatikman neshedilmiş olacaktır.
"Kıssa içinde dönüp dolaşmak" yöntemi olarak ifade edebileceğimiz kıssa okumalarında , sadece yaşanan zaman ve mekana dair yorumlar yapılarak , bizlere dönük mesajlarının olup olmaması tarafı pek gündeme getirilmemektedir. Bu yöntemin klasik ve klasik tefsirlere karşı olmak adına ortaya çıkan modernist tefsir anlayışlarında da geçerli olduğu görülmektedir.
Kıssalar , vahyi teorik bilgiler manzumesi olmaktan çıkararak , pratik hayata dair çözümler üreten bilgiler olduğunu gösteren en önemli delillerdendir. Vahyin hayata dair olan söylemleri evrensel söylemler olup , kıssalarda yaşanan ekonomik , sosyal ve ahlaki sorunların tamamı aynen bugün de yaşanmaktadır.
Bizler bugün yaşanan bu sorunlara vahyin rehberliğinde üretilmiş olan çözümleri insanlara önererek , "Çaresiz değiliz" mesajını vermek durumundayız. Bu mesajı verebilmek ise , önce bizlerin elinde olan bu kitabın bu çareleri sunmuş olduğu gerçeğini görüp anlamaktan geçecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[011.120] Sana resullerin haberlerinden -kalbini kendisiyle sağlamlaştıracak- doğru haberler aktarıyoruz. Bunda da sana hak ve mü'minlere bir öğüt ve uyarı gelmiştir.
Ne yazıktır ki , Kur'an içinde yapılan bu anlatımların , bize dair söylediklerinin ne olabileceği konusunda , tefsir kitaplarında doğru bir yaklaşım görebilmek neredeyse mümkün olmamaktadır. Geçmiş tefsirlere bakıldığında kıssalar konusunda ağırlıklı yaklaşımın , kıssanın sadece yaşandığı zaman ve mekanı dikkate alan , "İsrailiyat" denilen hurafe yığınları ile örülmüş , "Laf olsun sayfa dolsun" kabilinden anlatımlar olduğunu görmekteyiz.
Klasik tefsirlerde genel durumun bu olmasına karşın , bu tefsirlerdeki anlatımlara tepki olarak çıkan modernist yaklaşımların, eski tefsirlerdeki kıssa anlayışından pek farklı olmadığını görmekteyiz. Modernist yaklaşımın kıssa anlayışı , "Mucize" ve "Helak" olarak nitelenen bazı olayların gerçekte olmadığını öne sürerek , bunları tevil etme yoluna gitmesi şeklinde kendisini göstermektedir.
Klasik ve modernist tefsir çalışmalarının birleştiği ortak nokta, kıssayı sadece yaşanmışlığı dahilinde okumaya , "Kıssa içinde dönüp dolaşmak" şeklinde tabir edebileceğimiz bu okumalar sonucundaki çıkarımları sonucunda yorum yapmaya çalışmaları olduğunu söyleyebiliriz. Bu yöntem, kıssadan bize dönük mesajlar çıkarılmasına engel olan bir okumadır
Kıssaları nasıl bir okuma yöntemi takip ederek okumalı ki , Kur'anın o kıssa ile anlatmak istedikleri anlaşılabilsin ?.
Öncelikle okuduğumuz kıssanın, bize dair bir mesajı olduğu yönünde bir bakış açısı ile kıssaya yaklaşılmasının gerektiğini düşünmekteyiz. Kıssa içinde anlatılan olay ve kişilerin sadece , anlatıldığı zaman ve mekan içine hapsedilmemesi , olay ve kişiler üzerinden verilmek istenilen bir mesajın olması gerektiği düşünülerek okunmalıdır.
Kıssalardaki anlatımların en önemli yanı , kavimlerin helak edilmesi ile biten bir sonuca sahip olmasıdır. Bizler, kavimlerin helak olmasına sebep olan nedenlere dikkat eden bir okuma yaparak kıssaları okuduğumuzda , dün o kavimlerin yıkımına sebep olan nedenlerin , yaşadığımız zaman ve mekan dahilinde olup olmadığına dikkat ederek , aynı yıkımın bizler içinde gerçekleşebileceğini okuyup , onların işledikleri hataları düşmekten kendimizi koruyabiliriz.
"Sünnetullah" (Allah (c.c) nin izlediği yol) , Kur'anın anahtar kavramlarından birisi olarak , kıssaları okumada dikkat etmemiz gereken en önemli bir kavramdır. "Sünnetullah" , Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu yasaların işlemesi anlamında bir kavram olup , kavimlerin helak olması , bu yasanın işlemesi sonucunda gerçekleşmektedir.
Kavimlerin helak edilmesini , "Allah'ın sünnetinde değişme yoktur" mealindeki ayetler çerçevesinde okumaya çalıştığımız , ve bu değişmemenin bir yasa ve kıyamete kadar geçerli olduğunu düşündüğümüzde , kavimlerin helak olmasına SEBEP olan fiillerin işlenmesi , aynı helakın, bugün , yarın , ta ki kıyamete kadar gerçekleşmesi SONUCUNU doğuracağı unutulmamalıdır.
Allah (c.c) nin kullarına yardım etmesi yine ,"Sünnetullah" adı verilen yasalar dahilinde gerçekleşmektedir. Müşrik olan kavimlerin halklarının helak olması , o kavimleri terk eden elçi ve beraberindeki iman edenlerin kurtulması anlamına gelmektedir.
Allah (c.c) kullarına yardım etmenin, kendisine ait bir görev olduğunu beyan etmektedir. Ancak bu görevin yerine gelmesi , kendisi tarafından belirlenen bir takım kuralların kulları yerine getirilmesi ile gerçekleşeceğini de beyan etmektedir. Kullara yardım sözünün yerine getirilmesi , onların bu yardımı hak edecek fiilleri yapmasının sonunda, yani yardımı hak etmesinin sonunda gelmektedir.
Kur'an kıssaları, Allah (c.c) nin "Helak" ve "Yardım" yasalarının, helak olmayı veya yardımı hak edecek amelleri işlemeleri neticesinde gerçekleştiğinin, canlı ve yaşanmış örnekleri ile gösterilmesi bakımından önemli bir yere sahiptir.
İnsanların , özellikle bugünkü Müslümanların hazırcı ve kolaya talip olmaları nedeniyle, Allah (c.c) nin yardım etmesi konusunu yanlış anlayarak, "Armut piş ağzıma düş" misali bir yardım talebinde bulunduklarını görmekteyiz. Hak ediş yasalarına tabi olmadan bu yardımın asla gelmeyeceği , bir çok Kur'an ayeti , yaşanmış örnekleri ile canlı olarak sunulmuş olmasına karşın , Kur'anı masal kitabı olarak okuma hatasına düşen biz Müslümanlar , hala Bedirdeki melekleri bekleyerek , bizim yerimize Allah (c.c) nin kafirleri yok etmesini beklemekteyiz.
Kıssalar içinde geçen ve "Mucize" olarak adlandırılan , denizin yarılması , ateşin İbrahim (a.s) ı yakmaması , balığın Yunus (a.s) ı yutması gibi anlatımlar , geçmişte hurafeler ile örtülmüş masallara çevrilmesine karşın , modernist okumalarda bu olayların gerçek olarak olmasının "Sünnetullah" yasalarına göre imkansız olduğu iddiası dile getirilmektedir.
Kıssalarda anlatılan bu olayların "Sünnetullah" a aykırı olduğu gerekçesi ile , gerçek olmadığını iddia etmenin , aslında Sünnetullah ın ne olduğunu bilmemekten kaynaklandığını söylemek istiyoruz.
Kur'an kıssalarında anlatılan bu olayların ortak tarafı , Allah (c.c) nin sünneti olan hak eden kullarına yardım vaadinin yerine gelmiş olduğunu göstermektir. Bu yardımın yerine gelmesinin anlatım şekli, eğer olması mümkün olmayan imkansız şeyler olduğu düşünülür ise , Allah (c.c) nin bu sözü tutmadığı gibi bir iddianın ortaya atılması anlamına gelecektir.
Kıssalarda anlatılan bu olaylara bakış açımızın olayın NASILLIĞININ yani sonucunun değil , NEDENLİĞİNİN yani sebebinin üzerinde yoğunlaşmak şeklinde olması gerektiğini düşünmekteyiz. Allah (c.c) nin zor durumda kalan kuluna bu şekil bir yardım etmesi , o kulun böyle bir yardımı hak edecek sebepleri yerine getirdiğini göstermektedir.
Allah (c.c) elçilerine olan yardım vaadini yerine getirirken NEDEN bizim için imkansız görülen , aklımızın hafsalamızın almadığı , anlamakta zorlanacağımız bir yol kullandı?.
Bu sorunun cevabını, kulların artık ellerinden geleni yaptıktan sonra , yapacak bir şeyleri kalmaması ve "Allah'ın yardımı ne zaman?" (2.214) diyecek hale gelmelerinin ardından, yardımın geldiğini düşündüğümüzde bulabiliriz. Artık kendisine Allah (c.c) den başkasının yardım edemeyeceğine inananlar , hak etmeleri sonucunda gelen bu yardımın , Allah (c.c) dışında kimseden gelmesinin imkansız olduğunu görerek , ondan yardım istemekte ne kadar haklı olduklarını gerçek bir şekilde görmüşlerdir.
Kıssalarda anlatılan yardım vaadinin , Allah (c.c) dışında kimsenin gücünün yetmediği bir noktada gelmiş olduğunu gösteren denizin yarılması , ateşin söndürülmesi , balığın karnından kurtarılması gibi anlatımları , herhangi bir kul için imkan dahilinde olmayan bir gücün , sadece Allah (c.c) nin elinde olduğunun anlatılarak , ondan başka bir yardımcının olmadığının gösterilmesi açısından okumak , anlatımların yaşanmışlığını ret etmeden , bize dönük mesajlar olarak okumayı sağlayacaktır.
Kur'an kıssalarının baş aktörleri olan elçiler , bizler için "Üsvetün Hasenetün" (En güzel örnek) rol model kimselerdir.
Hadis - Sünnet tartışmalarının her zaman gündemde olduğu İslam düşüncesinde , bu tartışmaların önünün alınarak , doğru bir dün anlayışına sahip olmanın yolu , Kur'an içinde geçen elçilerin mücadelelerinin okunmasından geçecektir.
"Sünnet" (İzlenen yol) kavramının , Muhammed (a.s) ile ilişiklendirilmesi , yani onun örnekliğinin hayata aktarılması , sakal , sarık , misvak ile değil , şirke karşı olan mücadelesinin okunması sonucunda öğrenilebilir.
Kur'anın ilk muhataplarının Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar olduğunu düşündüğümüzde , Muhammed (a.s) a okunan kıssalar , onun kafirler ile olan mücadelesinin yolunu aydınlatmıştır. Kendisinden önceki elçilerin başlarından geçenlerin anlatılması , onun bu yolda yalnız olmadığını , kendi başına gelenlerin öncekilerin başına da gelmiş olduğu anlatılarak , o elçilerin dik duruşları ona örnek olmuştur. Yani Muhammed (a.s) , kendisinden önceki elçilerin sünnetini izleyerek , o izleri takip eden bir yol üzerinde yürümüştür.
"Sünnet" kavramını "Muhammed (a.s) ın sünneti" şeklinde bir terkip ile kullanacak ve bu terkibin en doğru halini nereden öğrenebiliriz diyecek olursak , bu adres sadece Kur'an olacaktır. Muhammed (a.s) ın tek sünneti vardır o sünnette ŞİRK İLE OLAN MÜCADELESİ olup , onun elçilik hayatı bu mücadele etrafında yapıp ettiklerinden ibarettir. Bizler eğer onun sünnetine tabi olmaktan bahsedecek olursak , bu sünnete tabi olmak , onun sakalı , sarığı , misvağı , uyuma şekli değil, onun MÜŞRİKLER İLE OLAN MÜCADELEDE İZLEDİĞİ YÖNTEM olmalıdır.
Kur'an kıssaları bizlere hayatın anlamını ve bu anlam çerçevesinde yapılmış olan mücadeleleri anlatarak , bizlere yol haritası çizen anlatımlardır.
Kendisinden başkasının kurallarının hayata hakim kılınmaması isteyen Rabbimizin, bu emrine karşı çıkan sahte ilah ve rablerin karşısına çıkan elçiler, tarih boyunca bu gerçeği haykırarak , örnek bir yaşam sergilemiş , ve bizlere yol gösteren EN GÜZEL ÖRNEK ler olmuşlardır.
Kıssalar ile anlatılan bu mücadelenin bizlere örnek olması gerektiğine inananlar , kıssaları "Geçmişlerin masalları" olma anlayışından çıkararak , yaşanan hayatlara , yaşanmış hayatlardan örnekler olarak okuyarak DİRİ BİR KUR'AN ortaya çıkarabilirler.
Kur'an kıssalarının mesaj içerikli okunması , Kur'anı ÖLÜLERE OKUNAN BİR KİTAP olmaktan çıkararak , DİRİLERE ÖĞÜTLERİ OLAN BİR KİTAP haline gelmesini sağlayacaktır.
Kur'an kıssaları , yaşanan hayatlardaki aksaklıkları vahyin doğrultusunda düzeltmeye çalışanların verdiği mücadelelerden kesitler sunmaktadır. Bu demek oluyor ki ; Vahiy hayata müdahil olan , hayatlardaki yanlışları düzelten , yanlışlar yerine doğru teklifler sunan bir bilgi kaynağıdır.
Eğer Kur'an bu doğrultuda okunmuş olsaydı , yaşanan hayatların yanlışlığını düzeltmeye çalışmanın ve bozuk gidişe "Dur" demek ile görevli olduğumuzu anlar , bozuk gidişin içinde rol alan veya o gidişi devam ettirmeye çalışan insanlar olmazdık.
Kıssaları anlatılan elçilere baktığımızda , o elçilerin kavimlerine sağ ayakla tuvalete girmeyi , sağ elle yemek yemeyi , sakalı , sarığı , misvağı v.s yi tebliğ için gönderilmediklerini , Kur'an literatüründe "ŞİRK" olarak genellenmiş olan , yaşanan hayatlardaki ekonomik , sosyal ve ahlaki sapmalara karşı seslerini yükselten ve bu yolda canları ve malları ile çalışmaya örnek olmak için gönderilmiş insanlar olduğunu görürüz.
Bu insanları örnek alan Muhammed (a.s) a atfedilen ve "Tabi olana 100 şehit sevabı" olduğunu vaat ettiği !!! sünnetlerinde Mekkelilerin yaşadığı hayatlardaki yanlışlarına dair yapıp ettikleri yani ŞİRKE KARŞI MÜCADELESİ asla yoktur.
Sonuç olarak ; Kur'an kıssaları , geçmişteki yaşantılardan , bize ibret olması ve örnek alınması gereken anlatımlar olarak anlaşılmaya çalışılmadan okundukça "Eskilerin masalları" olarak kalacak ve Kur'anın önemli bir bölümünü kaplayan bu ayetler, otomatikman neshedilmiş olacaktır.
"Kıssa içinde dönüp dolaşmak" yöntemi olarak ifade edebileceğimiz kıssa okumalarında , sadece yaşanan zaman ve mekana dair yorumlar yapılarak , bizlere dönük mesajlarının olup olmaması tarafı pek gündeme getirilmemektedir. Bu yöntemin klasik ve klasik tefsirlere karşı olmak adına ortaya çıkan modernist tefsir anlayışlarında da geçerli olduğu görülmektedir.
Kıssalar , vahyi teorik bilgiler manzumesi olmaktan çıkararak , pratik hayata dair çözümler üreten bilgiler olduğunu gösteren en önemli delillerdendir. Vahyin hayata dair olan söylemleri evrensel söylemler olup , kıssalarda yaşanan ekonomik , sosyal ve ahlaki sorunların tamamı aynen bugün de yaşanmaktadır.
Bizler bugün yaşanan bu sorunlara vahyin rehberliğinde üretilmiş olan çözümleri insanlara önererek , "Çaresiz değiliz" mesajını vermek durumundayız. Bu mesajı verebilmek ise , önce bizlerin elinde olan bu kitabın bu çareleri sunmuş olduğu gerçeğini görüp anlamaktan geçecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)