17 Temmuz 2014 Perşembe

Meal ve Tefsir Yolu ile Kur'ana İstediğini Söyletmek

Kur'anın iniş dili arapça olması nedeniyle bu dilinde başka dili konuşanların bu kitabı anlamaları , arapçayı öğrenmek veya arapçayı bilen birisinin yaptığı çeviriyi okumaktır. Tefsirler ise kur'an ayetlerinin daha açık ve geniş olarak yorumlanması olarak tarif edebileceğimiz bir çalışma türü olup, insanların kur'anı öğrenmeleri için önlerine konulmuş hazır lokma diyebileceğimiz kitaplardır. 

Yazımızın amacı hiç bir meal ve tefsiri mahkum etmek amacı taşımamakla birlikte , bunlardaki bazı sorunlara dikkat çekmek amaçlıdır. Din konusunda yazılmış eserlerin okunarak bilgi sahibi olunması doğal, hatta kaçınılmaz bir durumdur. Yanlış olan durum , okunan bu eserlerin göklere çıkarılma derecesine varıp nihai düşünce veya bunun üzerine başka düşünce asla olamaz vs gibi bir seviyede görülmüş olmaya başlanılmasıdır. Din konusunda yazılmış eserler, yazan kişinin yorumu olup hata olma ihtimali taşıması bu eserlerin yüceltilerek temel eser haline getirilmemesini gerektirir. Müslümanlar olarak başta gelen yanlışlarımızdan biri olarak bu durum karşımızda durmakta ve , herhangi bir şahsın din konusunda yazdığı eserler onu sevenleri tarafından neredeyse putlaştırılmış ve Allah cc nin kitabının önüne geçirilmiştir. 

Bu yanlışı ortadan kaldırmanın şu an içinde bulunduğumuz duruma göre kolay bir  olmadığı görülmektedir. Herkesin kendi yanında olan kitapla din konusunda karşısındakine galebe çalmaya çalışması, haliyle fırkacılığı beraberinde getirmiştir. Bunu tamamen ortadan kaldırmak mümkün görülmemekle beraber en aza indirmek gibi bir çalışma içine girilebilir. 

Din konusunda en temel eseri, Allah cc nin kitabı olarak görmediğimiz, din konusunda yazılan eserlerin hepsinin yazan kişinin düşüncesinin yansıması olduğunu kabul etmediğimiz , yazılan bu eserleri kur'an ile uyum sağlayıp sağlamadığı konusunu gözden ırak tutmadığımız müddetçe aramızdaki ayrılıklar hiç bir zaman azalmaz , aksine dahada derinleşerek devam eder. Kur'an tefsiri adı ile yazılan eserlerde yapılan tefsirin , kişisel görüş olduğu hiç bir zaman unutulmadan, yazılmış olan tefsiri Allah cc nin murat ettiği anlam olarak görmek bizleri yanlış düşüncelere sevkedebilir. Tefsir okuyucusu , okuduğu tefsirdeki ayet yorumlarını Allah cc nin dediği şeklinde anlamak yerine , kişisel yorum olduğunu hatırdan çıkarmaz ve yapılan yorumda hata olma ihtimalini göz ardı etmeden okur ise o tefsiri, kur'an gibi görmek tehlikesine düşmemiş olur.

Aynı durum kur'an çevirileri içinde geçerlidir,son yıllarda hayli çoğalan kur'an çevirilerine baktığımızda benzer sorunlarla karşılaşılmaktadır. Öncelikle şunu belirtmek isterizki herhangi bir şahsın mealini yüceltmek,herhangi bir şahsın mealini kötülemek gibi bir niyet ile kaleme alınmış bir yazı değildir, ancak her fırkanın kendi mealini oluşturup başka mealleri kabul etmemek gibi bir duruma düşülmüş olması işin vehametinin anlaşılmasına yardımcı olacaktır. 

Kur'anın fırka ,mezhep,meşrep vs gibi ayrılıkları tasvip etmeyen ayetlerinin okunarak fırkalara özel meal yapılmış olmasının bu mealleri yapanların , öncelledikleri konunun ayetin doğru çevirisinden çok tabi olduğu mezhebin veya meşrebin görüşlerine uygun olması şeklinde bir ön kabulden yola çıkarak meal yapması kabul edilebilir bir şey değildir.

Bu mealleri yapanlar israiloğulları ile ilgili ayetlerdeki onların tevrata yapmış oldukları muameleyi okuyup aynı muameleyi endirek olarak kur'ana yapmalarının vebali büyük olup hesab günü bunun hesabını vermeleri kolay değildir. İsrailoğulları kendi kitaplarını metin olarak tahrif ederek bu işi yapmışlar , müslümanların bir kısmı metni korunan kitaplarını mealler üzerinden tahrif ederek anlamını çarpıtmışlar , o meali okuyan kişi çarpıtılmış meali sanki Allah cc nin kelamı gibi kabul etmiş, okuduğu çeviriyi asli çeviri zannedip, bir başka mealdeki farklı çeviri doğru olsa bile kabul etmeme durumuna düşmüştür. 

Yazmızda yapılmış olan yanlış meallerden örnekler vererek o meali yapan kişileri zan altında bırakmaktan ziyade genel durum tesbiti yaparak , bu sağlıksız durumu nasıl ortadan kaldırabiliriz ? sorusunun cevabını aramaya çalışacağız. 

Kur'an meali yapmaya soyunan kişinin sadece arapçayı bilmesi yeterli değildir, sadece arapça ile iş bitseydi bütün arapların en iyi müfessir olması gerekirdi. Meal hazırlama iddiasında olan kişinin "kur'an bütünlüğü" deyiminin içini çok iyi doldurması ve kur'ana hakimiyeti son derece yüksek olmalı ve ayetler arasındaki bağlantıyı çok iyi kavrayabilmelidir. Gördüğümüz meallerde yapılan bu tür hatalar, kur'an bütünlüğü dediğimiz şeyin ,ayetler arası anlam birliği konusundaki yapılan yanlışları gördükçe bunun olmazsa olmazlardan olduğunun bilinmesinin ne kadar önemli olduğunu ortaya çıkarmıştır. 

Kur'an meali yapmaya soyuna kişinin , fırka mezhep , meşrep görüşlerini baz alarak kur'an meali yapması demek kur'anın tahrifi tehlikesini beraberinde getirmesi tehlikesini taşıması açısından dikkat edilmesi bir durumdur. İşin vehameti o kadar büyük boyutlara ulaşmıştırki her fırkanın büyüğü o fırkanın okuyacağı bir meal yapmış ve o fırka bu meali en doğru meal olarak görmekte ve hata payı asla bırakmamaktadır. Bu tür hatalarını somut örnekler ile vermeye kalkmak yazının hacmini büyültmesi ve kişiselleştirme açısından olaya yaklaşmadığımız için genel durum değerlendirmesi yapmakla yetineceğiz.

Mezhep ve meşrep taassubu ile yapılan mealler öyle bir kural tanımazlık şeklinde yapılır olmuşki ne gramer kaideleri , nede kur'an bütünlüğüne uyup uymaması gibi düşünce içinde olamadan yapılır olmuştur, masum okuyucu böyle yapılan bir kur'an ayeti çevirisini kur'andan zannedip okur olmuştur. 

Yorumu merkeze alan kur'an çevirileri bu konuda biraz daha geniş davranma yetkisini aldıklarını  zannederek ayetin orjinal metni üzerinden değilde , orjinal metinden anladıklarını meal adı altında yazıp neredeyse tefsir yapacak kadar uzun ayet mealleri yapmış olmaları dikkat çekicidir. Bu tür meallerin tamamını red etmesekte tasvip ettiğimizide söyleyemeyiz , çünkü bazılarının elinde çok tehlikeli bir silah olarak kullanılma ihitmali yüksek olan bir meal tarzı olduğunu söylemeden geçemeyeceğiz. Metne sadık kalarak yapılan kur'an meallerinin gramer kaideleri ve kelimenin aslına sadık kalınarak yapılması açısından saha sağlıklı olduğunu ,yorum merkezli meal çevirilerine göre çeviriyi yapan kişinin kişisel tercihinin ikinci planda kaldığı bir meal türü olması nedeni ile meal okuyucularına tavsiye etmekteyiz. 

"Kur'anın ne söylediği değil ne söylemek istediği önemlidir" sloganı , kur'ana istediğini söyletmek isteyenlerin elinde önemli bir slogan haline gelmiştir. Kendi düşüncesini, "kur'an bunu demek istiyor" şeklinde lanse edenlerden özellikle kaçınılmasını tavsiye etmekteyiz, çünkü bu tür insanların istisnası olmakla bir çoğu kendi yanlış düşüncelerinin insanlar tarafından kabul görmesi için böyle bir slogan arkasına saklanmaktadırlar.

Kişisel yanlışları ortaya koymak tek taraflı bir gerçeği ortaya çıkarmış olmanın yanısıra çare sunmanın gereğininde unutulmamasını gerektirir, herkes bir şekilde yaptığı hatadan dolayı eleştiriye tabi tutulabilir ama doğru olduğu düşünülen şeyin ne olduğu ortaya konulmaldırki okuyucu iki arada bir derede misali ortada kalmasın. Yapılan meallerden sonra , bu mealleri okuyanlar nasıl bir gözle mealleri okumalıdırlarki , bilerek yada bilmeyerek yapılan yanlışlar görülebilsin , yapılan ayet meali kişinin o ayet ile ilgili anlayışının bir sonucu olduğu düşünülüp hata ihtimali her zaman akılda tutulsun . 

Kur'ana hakimiyet , illaki kur'anı defalarca okumak ile elde edilelebilecek bir şeydir, okunurken tek bir mealden değil farklı meallerden okunarak elde edilen  bir hakimiyet, yapılan farklı ayet meallerindeki hatayı ortaya çıkarması açısından doğru bir yoldur. Kur'anı anlamaya soyunan bir kişi önce kendi kafasındaki ön kabulleri atarak okumaya başladığı bir kur'anın onu ne kadar değiştireceği görecek ve fırkacılık taassubu içinde yapılan meallerdeki cinayetleri görerek , dün o fırkanın yılmaz bir savaşçısı olan kişinin , bugün o ve benzeri bütün fırkalara düşman bir savaşçı olduğunu kendi üzerinde görecektir.

Kur'an kendisini anlama metodunu yine kendi içinde anlatan bir kitabtır , kimsenin "kur'anı anlama metodu" başlığı altında metodlar sunarak okuyucuları kendi anlayışını kur'an zannettirmeye hakkı yoktur. Bu yazıyı yazan kişi dahil herkes bir şekilde kur'an adına söz söyleyemeye soyunabilir , ancak hiç kimse kendi anlayışını "kur'an işte bunu diyor" şeklinde dikte etmeye hakkı yoktur. Kişiler okudukları ayetler ile ilgili yorumlarda bulunma hakkına sahip olmakla birlikte okudukları ayetlerdeki yorumların kendilerini bağladığını karşısındaki insanların bu yorumlara katılmak veya katılmamak gibi bir hakları olduğunu asla unutmamalıdır.

Müslümanlar olarak kendimiz hakkında bir öz eleştiri yapacak olursak ; genelde okumayı araştırmayı sevmeyen bir topluluk olmamız , bizim yerimize bir başkasının okuyup araştırmış olması , bizim o araştırmayı sahiplenerek kendi görüşümüz olarak sunmamız yani kolay olanı seçmemiz bizlerin müritlik psikolojisinden kurtulamadığımızı göstermektedir. Bu açığı gören bazı uyanıklar müritlik itiyadında olan bazılarımızı rahatlıkla elde edebilmekte ve onları çeşitli yollarla etkileyerek kendilerinin her dediğini onlara yutturabilmektedirler. Bu durum kur'anı öncellediğini ve şeyh mürit ilişkisinin hakim olduğu tasavvufa soşiddetli bir biçimde karşı çıkanlar içinde bir tehlike olarak karşımızdadır.  

Kur'anı okuyarak bir şekilde düşünce sahibi olan zevatın bir kısmı bu düşüncelerini satmak için bir çeşit şeyhliğe soyunmakta , kur'an hakkında orjinal!! düşünce arayan bir takım saf müslümanlarda bu düşüncelerin doğruluğunu araştırmadan sahiplenerek kraldan fazla kralcı bir yaklaşım sergileyerek modern bir tarikat yapısı oluşturmaktadırlar.

Kur'an anlayışları açısından kimin eli kimin cebinde olduğu belli olmayan bir halde olmamız en çok bu konuda kararsız ve araştırma evresinde olanları sıkıntıya sokmaktadır, farklı yorumlar karşısında ne yapacağını ve hangi yorumu kabul edeceğini şaşırmış olan insanlara yol göstermek maksadı ile , şuraya,buraya veya bana gel demek yerine ona başkalarının düşüncelerinden arınmış olarak kur'ana yaklaşmalarını karşısına çıkan düşüncelerin hepsinin kendi okuması sonucu elde ettiği bilgi birikimi ile karşılaştırmasını tavsiye etmekteyiz. Her gün bir balık vererek kişileri kendisine muhtaç bırakmak yöntemi ile müritlerinden ayrılmak istemeyenlere karşı , balık tutmasını öğreterek kimseye muhtaç olmayan bir talebe neslinin yetişmiş olması en çok kerameti kendinden menkul şeyh efendileri rahatsız edecektir.

Misalen; benim okuduğum kur'an anlayışına göre karşısındaki düşünceyi karşılaştıran kişi ,eğer benim düşüncemde bir hata var ise o hataya göre karşılaştırma yapacağından doğru bir sonuca varamaz, başkasının okuduğu kur'an anlayışı ile karşısındakini karşılaştırmakta aynı sonucu getirecek olup , kişinin kendi okuduğu kur'an sonucunda vardığı karar ile karşısındakinin düşüncesini değerlendirmesi kişiyi bağımlı haline getirmekten kurtaracaktır. Bu durumun daha fazla farklı anlayışlara yol açma tehlikesi olduğu düşünülmemeli aksine , kur'an içinden çıkarılmış bir düşünce metodu ile okunan kur'anda kişisel farklı düşüncelerin en aza indirgendiği görülecektir.

 Sonuç olarak; Allah cc nin dinini öğrenerek hayatına yansıtmak isteyen kişi bu dini öğrenmek için , dinin temel kaynağı olan kur'an ile ilgili yapılmış olan tefsir ve mealleri okuyacak olması bu bilgi kaynakları konusunda ön fikir sahibi olmasını gerektirmektedir. Fırka taassubu içinde yapılan meal ve tefsirler okuyucunun dinin öğrenmesini değil dinin yanlış öğrenmesine sebeb olacak eserler olması tehlikesinin iyi bilinerek bu düşünce içinde yapılmış olan meal ve tefsirler ile kafaların doldurulmaması gerekmektedir. Meal ve tefsir kirliliği içinde bir durumda olduğumuz unutulmadan , kişiler aşağılama ve yüceltme gibi işlemlere tabi tutulmadan din hakkında yazdıkları , her türlü kirlilikten arınmış saf bir kur'an anlayışı ile okunup iyice tetkik edilmelidir.Yazımızın amacı bütün meal ve tefsirleri mahkum etmek amaçlı olmayıp meal ve tefsirlerdeki bu tür yaklaşımlara dikkat çekmek amaçlıdır.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

15 Temmuz 2014 Salı

Maide s. 20-26. Ayetleri ve Yahudileşen Müslümanlar

İsrailoğulları üzerinden yapılan anlatımların, onların nasıl bir kavim olduğunu anlamak açısından olduğu gibi , insan olmaları tarafı ile ortak yönlerimiz olduğu ve tarih içinde yapmış oldukları bazı işlerin aynısının biz müslümanlar tarafından tekrarlanabileceğinden hareketle, yapılan hareketlerin nasıl karşılığını bulduğunu görmek ve ibret alınması açısından okunması gerekmektedir. İsrailoğulları ile ilgili anlatımları özetleyecek olursak , Allah cc nin arz üzerine koymuş olduğu kuralların onların üzerinde canlı bir örnek olarak nasıl uygulandığının gösterildiği prototip bir kavimdir diyebiliriz. 

Kur'anı hayat içindeki geçenlerden örnekler veren , muhataplarına başlarına gelecek olan olaylarda onlara yol gösteren bir kitap olarak okumak gerektiğini her defasında dile getirmeye çalışmaktayız. Maide s. 20-26. arasına baktığımız zaman arz üzerindeki işleyişin nasıl yürüdüğünü görmekteyiz, olayın sadece israiloğulları ile ilgili olarak bir yaşanmışlık şeklinde görmeyip sünnetullahın nasıl tecelli edeceğinin koordinatlarının verilmesi olarak okunduğu zaman bizlere çok önemli mesajlar verdiği görülecektir. 

 [005.020] Musa kavmine şöyle demişti: «Ey kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. O, içinizden nebiler çıkardı. Sizi hükümdarlar yaptı. Ve âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi.»
[005.021]  «Ey kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz.»
[005.022]  Onlar şu cevabı verdiler: Yâ Musa! Orada zorba bir toplum var; onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz.
[005.023]  Korkanların içinden Allah'ın kendilerine lütufda bulunduğu iki kişi şöyle dedi: Onların üzerine kapıdan girin; oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsınızdır. Eğer müminler iseniz ancak Allah'a güvenin.
[005.024]  «Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız» dediler.
[005.025]  Musa: «Ey Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum, artık bizimle bu fâsık kavmin arasını ayır» dedi.
[005.026] Allah dedi ki; «Kırk yıl boyunca orası onlara yasaklandı. Bu süre içinde orada burada şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Yoldan çıkmış bu kavim için sakın üzülme.

Maide s. 20-26. ayet mealleri bu şekildedir , ayetlere baktığımızda Allah cc nin israiloğullarına yazmış olduğu ancak içinde çıkarılması gereken bir topluluk olan şehre girmek için savaşmak istemedikleri , sen ve rabbin gidin savaşın " diyerek elçilerini yarı yolda bıraktıkları görülmektedir.

Ayetleri sadece yaşandığı zaman ve mekan içinde alarak, bahsedilen mukaddes yerin neresi olduğu gibi yorumlardan ziyade aynı olayın bugün bizler tarafından nasıl yaşandığı üzerinde düşüncelerimizi aktarmaya çalışacağız. Ayetlerin tefsiri gibi bir kaygıdan çok bu ayetler bugün bize ne anlatıyor , müslümanlar olarak okuduğumuz bu metinler nasıl canlı bir metin olur şeklinde kaygılarla ayetlere yaklaşacağız. 

Hakları zalimlerin ellerinden alınan mazlumların bu haklarını geri alma yollarından birisi savaşarak geri almak şeklinde olduğu dünyanın bir gerçeğidir. Kur'an bu konu ile ilgili olarak bir çok ayette bilgi vermekte , evlerinden yurtlarından çıkarılan insanların kaybettiklerini geri alma yolları savaş olarak gösterilmiştir. İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda bakara s. içinde geçen talut ve calut kıssasında bunun örneğinin yaşanarak nasıl hayata geçirildiği anlatılmaktadır.

Maide s. 20-26. ayetlerde savaşmak sureti ile elde edilmesi şartı konulan bir şehre girmek için gerekli olan şartı yerine getirmeyerek emre isyan edenlerin o şehre giremeyerek başıboş ve dağınık bir halde yeryüzüne dağıtıldığını anlatılmaktadır. Bu ve benzeri olaylardan çok iyi ders çıkaran israiloğulları kendi hakları olduğu iddia ettikleri ve üzerinde müslümanların yaşadıkları toprakları geri almanın yolunun kendilerinin savaşmasından  geçtiğini anlamışlar ve bu anlayışlarını yıllardır acımasızca tatbik ederek müslümanlara kan kusturmaktadır.

Şimdi gelelim maide s. 20-26. ayetlerini Musa as ve israiloğulları adlarını bir tarafa bırakarak bugün nazil olmuş şeklinde bir okumaya.

"Mukaddes arz" olarak bahsedilen yerde yaşayanları israiloğulları olarak , başlarında elçileri olan insanları müslümanlar olarak görüp bu ayetlerin bize ne ifade ettiğini , bizlerin bu ayetlere karşı tutumumuzu şöyle bir hatırlayalım. 1948 yılından beri işgal ettiği topraklarda acımasızca insanları katleden israiloğullarının bu zulmünün önlenme yolu savaşarak onları çıkarmaktan geçtiğini arz üzerinde cari olan kurallardan anlamaktayız.

İsrailoğullarını o topraklardan çıkarmanın yolu savaşmak olduğunu öğrenmemize rağmen, dün israiloğullarının elçilerine söyledikleri sözü kal dili ile söylememiş olsakta hal dili ile bugün aynısını söylemekteyiz. Bizim yerimize Allah cc nin savaşarak israiloğullarının zulmünün önlenmesi için ellerimizi mümkün olduğu kadar yükseğe , seslerimizi mümkün olduğunca gür çıkarmamıza rağmen bu yardımın gelmemesi bizlerin bir yerlerde yanlış yaptığımızı hatırlatması gerekmektedir. 

Halbuki ayetleri çok dikkatli okuduğumuz zaman Allah cc nin savaşması gibi bir durum asla sözkonusu olmaz ve olmayacaktır, böyle bir istekte bulunan israiloğullarının akıbeti yıllarca bölük börçük bir yaşantıya mahkum edilmiş olmaları bizlere ders olmamış bugünkü halimizin sebebini kendimizin israiloğullarına denk bir savaş gücü oluşturmayarak sadece gökten gelecek olan yardıma bel bağlamış olmamızda yattığını görmez olmuşuz. 

Aynı israiloğulları geçmişlerinden ders çıkararak düşman olarak gördükleri müslümanlara galebe çalmanın yolunun Allah cc nin değil , kendilerinin savaşması olduğunu anlamışlar ve bu anlayışlarını tatbik sahasına dökerek başarılı olmuşlardır. Müslümanlar Allah cc nin kendilerine rehber olarak gönderdiği kitap içindeki kıssaları köy kahvelerinde okunası şeyler yada hayata herhangi bir mesajı olmayan mecazi anlatımlar bellemiş ibret alınacak gözü ile bakmayıp , özellikle israiloğulları ile ilgili anlatımların sadece onların ne menem bir kavim olduğunu anlatan ayetler zannedip onlara lanet okuma fırsatı verdiği zannı uyanmış onların yaptıklarının aynını bizlerinde yaptığı zaman aynı lanete bizlerinde uğrayacağı akla bile gelmemiştir. 

Dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun zalimlerin , bertaraf edilme yolu mazlumlarında savaşarak onlara karşı koymalarından geçmektedir. Bugün başta filistinde yaşananlar olmak üzere israiloğullarının yaptığı okumayı bizler yapmış olsaydık ibret alınası ayetler olduğunu görür ve onların hal ve kal diliyle dediğini bizler hal dili ile söylemez ve her gün çoluk çocuk kadın erkek demeden öldürülen insanlara seyirci kalmazdık. Bedir harbinde sahabenin "biz sana israiloğullarının Musa ya dediği gibi sen ve rabbin gidin savaşın demeyeceğiz" demesi sonucunda yapılan savaşta gelen galibiyetin nasıl gelmiş olabileceği düşünülmeli ve bedir harbi sadece yaşanmış bitmiş bir harp olarak görülmemelidir.  

Ramazan ayı olması münasebeti ile filistinde yapılan zulme karşı çıkma adına bazı hocaların "yetiş yaaa Muhammed" türünden sözlerle mezardaki bir ölüden yardım umma şirkine düşmüş olmaları işin vehametini gözler önüne sermektedir. Varsayalımki Muhammed as mezarından kalktı ve aramıza geldi , yapacağı ilk iş müslümanlara Allah cc nin arz üzerinde cari olan kurallarını hatırlatarak sadece kendisinin değil topyekün bir savaş ile bu zulmün ortadan kaldırılacağını söyleyecek olsa ki muhakkak böyle diyecektir, "yetiş yaaa Muhammed" diyen sayın hocalar en önce kaçacak delik arayacaklar ve bir çok medeni ayet örneğinde gördüğümüz gibi ya evlerini ya işlerini ya çocuklarını bahane ederek sıvışma yollarını arayacaklardır.

Sonuç olarak; maide s. 20-26. ayetler arası yaşanmışlık içinden örnekler vererek , zulme karşı nasıl durulacağının şartlarını ,eğer bu şartlara riayet edilmezse zulmün devam edeceğinin mesajı veren ayetler olarak okunması gereken ayetlerdir. Dün israiloğullarının başlarından geçenler anlatılarak, bugün müslümanların karşısında oldukları bu sorunun aşılması için ne yapılması gerektiği öğreten ayetlerden örnek bir ayet gurubu olan bu ayetler, biz müslümanların sadece yaşanmış bitmiş masallar olarak görmeden bizlere yol haritası olduğu olarak okunmasını beklemektedir. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

13 Temmuz 2014 Pazar

Enfal s. 12. Ayeti ve Meleklerin Yardımının Nasıllığı

Kur'an yaşanmışlık içinden canlı örnekler sunarak, aynı olaylar başımıza geldiği zaman nasıl davranmamız gerektiği konusunda bizlere hatırlatmalar içeren bir kitaptır. Bakara s. 251 , hacc s. 40. ayetlerine baktığımız zaman "Allah'ın bir kısım insanı diğer insanların eliyle defetmesi" şeklinde bir sünnet koyduğunu görmekteyiz. Bu sünnet zulme uğrayan insanların , bu zulümden kurtulmak için zalimlere güç ile karşı koyması şeklinde yerine gelmektedir. Allah cc nin gücü ve kudreti zalimlerin topunu anında helak etmeye elbette yeter ama yine koymuş olduğu sünnet gereği belirli bir günün vaktine kadar ertelemesi bizlerin o zalimlerin yaptıkları zulmün o zamana kadar ertelememiz anlamına gelmemelidir,aksi takdirde o zalimler meydanı boş bularak bizleri ortadan kaldırmak için ellerinden geleni arkalarına koymayacaklardır, yaşadığımız günlerde olan olaylar bunun en bariz örneğidir.

Bedir ve uhud harbi tarihimizde önemli harplerden ikisi olup bu savaşlar öncesi ve sonrası durum değerlendirmeleri sayılabilecek ayetler al-i imran ve enfal surelerinde mevcuttur. Bu savaşlar ile ilgili anlatılan ayetler bizler için birer örneklik olup , aynı hal ile hallendiğimiz zaman nasıl davranmamız gerektiğini anlatmaktadır. Bu savaşlar ile  ilgili yaklaşımlara baktığımız zaman şahsi kahramanlıkların öne çıkarılıp birer masal mesabesine indirgendiği ve gelecek için herhangi bir örnekliği olup olmadığı akla bile getirilmediği görülecektir.

Bedir ve uhud harbi , kurala bağlanmış olan Allah cc nin yardımının nasıl tezahür edeceğinin gerçek hayat içinde yaşanmış canlı birer örnekleridir. Bedir de galibiyet için gerekli olan kurallara riayet eden taraf müslümanlar , uhud da galibiyet için gerekli olan şartlara riayet eden müşriklerdir. Allah cc nin cari olan sünneti oyunu kuralına göre oynayan üzerinde gerçekleşmiştir.

Zalimlerden kurtulmak için onlara aynı güç ile mukabele emri yine bizlere rabbimizin emri olup(enfal s. 60) bunun dışında bir yol bizleri galibiyete taşımayacaktır. Bedir harbi ile ilgili ayetlere baktığımız zaman meleklerin yardımı ile ilgili ayetlerin tefsirlerinde gelen meleklerin resmen savaştıkları şeklinde yaklaşımlar görmekle birlikte , bu yaklaşımları kabul etmeyenleri de görmekteyiz. 

Meleklerin resmen savaşa dahil olarak müşrik ordusunu yenmiş olması düşüncesi biraz daha ağır basarak kabul görmüş , hala böyle melekler beklenerek düşmanlarımızı yerle bir etmesi beklenir olmuştur. Çanakkale , kıbrıs gibi harplerde bırakın melekleri , evliya adı verilen kişilerin , urfadaki balıkların bile savaştıkları efsaneleri hatırlanacak olursa hali pür melalimiz ortaya çıkacaktır.

[008.009]  Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz. O, «Ben size, birbiri peşinden bin melekle yardım ederim» diye cevap vermişti.
[008.010]  Allah bunu ancak bir müjde olması ve kalblerinizin yatışması için yapmıştı. Yardım ancak Allah katındandır. Doğrusu Allah güçlüdür, hakimdir.
[008.011]  O zaman size -tarafından bir güven olmak üzere- bir uyku sardırıyordu ve üzerinize gökten su indiriyordu ki, bununla sizi temizlesin, şeytanın murdarlığını sizden gidersin, kalplerinize güç versin ve bununla ayaklarınızı sağlamlaştırsın! Allah
[008.012]  Rabbin meleklere, «Ben sizinleyim, inananları destekleyin» diye vahyetti. «Ben inkar edenlerin kalblerine korku salacağım, artık vurun onların boyunları üstüne, vurun her parmağına» dedi.

Enfal s. 12. ayetini tek olarak okuduğumuz zaman meleklerin resmen savaşa dahil oldukları gibi bir anlayış hasıl olmaktadır , ancak olaya bütünlük içinde baktığımız zaman meleklerin inerek savaşa dahil olmaları mümkün görülmemekte , aksine mü'minlerin gayreti ile bu savaşta galibiyetin geleceği anlaşılmaktadır.

Al-i imran s. 124-125-126. ayetlerinde uhud harbi ile ilgili olarak melekler ile yardım vaadi görülmektedir , ancak uhud harbi bilindiği gibi yenilgi ile sonuçlanmıştır. Bedir de melekler ile yardım edilipte uhud da melekler ile yardım edilmemesini nasıl izah edebiliriz?. İzahı zor değildir , kur'an geneline bakıp Allah cc nin yardımının nasıl yerine geldiğini görebilirsek bunu da bu şekilde izah edip, meleklerin elinde kılıç ile değil insanların gayreti ile olduğu görülecektir. 

 Enfal s. 11. ayetine baktığımız zaman , gökten su indirilerek mü'minlerin temizlenmesi , şeytanın murdarlığının giderilmesi anlatılmaktadır, bunun ne anlama gelebileceğini anladıktan sonra 12. ayetin anlaşılması kolaylaşacaktır. Coğrafi yapı itibarı ile sıcak bir iklime sahip olan bölgede insanların en büyük ihtiyacı su dur. Allah cc gökten yağmur şeklinde su indirerek müslüman ordusunu bedenen güçlendirmiş , yağmurun havayı serinletmiş olması ve sıcak iklimin insana verdiği rehaveti ortadan kaldırması müslüman ordusu için büyük avantaj olmuş , böyle bir yardımın tesadüfi olmadığını Allah cc den istedikleri yardımın karşılığı olduğunu anlayan müslümanlar düşman ordusuna canla başla saldırmışlar ve sonucunda galip gelmişlerdir. 

Yağan yağmurun müslüman ordusu üzerindeki olumlu etkisi "şeytanın murdarlığını sizden gidersin" şeklinde bir cümle ile ifade edilerek, kötülüğün simgesi olarak kur'anda gördüğümüz şeytanın etkisinin orduya rehavet ,üşengeçlik , bıkkınlık gibi etkilerden yağan yağmur ile kurtulmaları , o yağmurun orduya çeviklik ve dinamiklik kazandırdığı anlatılır.

Kur'an Allah cc nin bir çok ayette vermiş olduğu yardım vaadinin sadece iddia sadedinde değil , ispatlı olarak hak edenlerin üzerine indirildiğini anlatmak için melekler şeklinde bir ifade kullanır. Bedir günü yağan yağmur , galibiyeti arzu eden tarafın bu arzuları rablerine bildirmelerinin karşılığı olarak yardım isteklerinin karşılığı olarak yağmış , ve bu yağmuru avantaja dönüştüren ordu büyük bir moral desteği kazanmış , düşman ordusuna galebe çalmıştır.

Bedirdeki müslüman ordusu , Allah melek indireceğim sözü verdi hani melekler biz yağmuru ne edelim" diyerek gökten kendileri yerine savaşacak bir ordu asla beklememiş olmaları bizlere örnek olmamış , merhum Akif'in deyimiyle " çekip kumandası altında ordu ordu melek , senin hesabına küffarı haksar edecek" beklentisi içine düşer olmuşuz.  

Kur'anın bir hayat rehberi , yaşanmış olayları anlatmasındaki amacın sonrakilere ibret olması gibi bir okuma metodu ile değil masal kitabı okur gibi okumamız sonucu , kişisel kahramanlıklar öne geçmiş , hz alinin cenkleri , kesikbaş hikayeleri ümmeti uyuşturarak böyle efsanevi kahramanlar beklenir olmuş gelmeyincede, "gelene kadar bekleriz" acziyetine düşülmüş ve bu bekleyiş kıyamete kadar sürse de asla gerçekleşmeyecektir. 

Yukardaki ayetler bedir harbi sonrası inmiş olup ,savaş sonrası durum değerlendirmesi olarak okunabilecek ayetlerdir. Allah cc nin meleklere vahyederek "ben sizinleyim inananları destekleyin" şeklindeki emrini hiçbir sahabe "acaba melekler inip bizim yanımızdamı savaştı" diye sormamıştır, savaş öncesi inen yağmur Allah cc nin yardımı olarak görülmüş ve bu yağmurun kendilerine büyük bir avantaj olduğunu iyi anlayarak bu avantajı kullanmışlardır. 

Allah cc nin melek olarak vasfettiği şey müslümanlar üzerine yağan yağmur olup bu yağmurun üzerlerindeki etkisi ile daha dinç hale gelen müslümanlar kafirlerin boyunlarına ve parmak uçlarına vurarak onları mağlub etmişlerdir. Savaş sonrası inen ayetler bu yağmurun yardımın bir karşılığı olduğunu anlatmaktadır, gelelim bugüne;

Allah cc nin , insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile defetme sünneti kıyamete kadar baki kalacak bir sünnettir ve bu sünnet bizlerin bu günkü zulum ve baskılardan kurtulmamız içinde geçerlidir. Allah cc hiç bir zaman savaşmak için kendi ordusunu göndermeyeceğine göre bizler zulüm ve baskıdan kurtulmak için onun tarafından koyulmuş olan kurallara uyarak düşman ordusuna galebe çalmamız gerekmektedir. Düşmanın tankına , topuna , uçağına karşı sadece iman gücü ile savaşmak maalesef para etmeyip bunun örneklerini acı bir şekilde yaşamaktayız.

Sonuç olarak ; enfal s. 12. ayetinin başta rivayetler kanalı ile yanlış anlaşılmasının arkasından rehavete düşen islam dünyası , israiloğullarından örnek alarak kendi yerlerine Allah cc nin gökten melekler indirmesi beklemeye devam etmektedirler. Aynı israiloğullarını bugün örnek almanın daha doğru olduğunu düşünerek, onların müslümanlara galebe çalmak için Allah cc nin savaşmasını beklemeyerek güçlü savaş araçları ile bu işi yapmaları, bugün bize örnek olması gerekirken Musa as a yaptıklarını bugün bizlerin yapar olması onların bu hareketleri karşısında başlarına gelenlerden ibret aldırmamaktadır. Allah cc ne bedir ve uhud ne başka bir yerde melek indirip savaştırmamış , savaşı yarattığı insanlar üzerine farz kılmıştır. İnsanlık içinde bulunduğu fesad ve zulümden kurtulmak için zalimlere baş kaldırıp güç ile savaşmadıkları müddetçe hiç bir zaman kurtuluşun gelmeyeceği bilinmelidir. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

12 Temmuz 2014 Cumartesi

İsrail , Müslümanlar ve Demiri Kullanmanın Önemi

Batılıların gayretleri 1948 yılında kurulan İsrail'in o günden bu yana yerini sağlamlaştırmak amacı ile işgal ve şiddet merkezli eylemler içinde Müslümanlara kan kusturmaktan geri kalmadığı malumdur. Bu yazının yazıldığı anda bile Gazze üzerine bombalar yağmakta, masum insanlar ölmektedir. Bizlerin, İsrail'in yaptığı bu zulme karşılık olarak sadece protesto ve beddua faaliyetlerinden başka bir şeyin elimizden gelmemesi, ve bunun Gazze'ye herhangi bir faydası olmaması karşısında, "Neden bunlar başımıza geliyor?" sorusunu sorup, takkemizi sarığımızı önümüze alıp düşünmemiz gerekmektedir. 

Davud yıldızı, bilindiği gibi İsrail bayrağının sembolüdür , Davud as ın Kur'an'da anlatılan kıssasına baktığımız zaman, onun askeri bir deha olduğu karşımıza çıkmaktadır. Davud as ,  Talut ordusunda bir askerdir, Calut'u öldürerek büyük bir iş başarmış, ve bu başarısı karşısında Allah cc ona mülk, hikmet, nübüvvet vermiştir (bakara s. 251). Rivayet o dur ki Davud as Calut'u sapan taşı ile öldürmüştür. 

Davud as ın Kur'an'da anlatılan kıssasına baktığımız zaman onun demiri işleyerek savaş sanatında kullandığı anlatılmaktadır. Davud as elindeki bu askeri gücü insanları ve tabiatı ifsat etmek için asla kullanmamış , aksine Rabbinin ona verdiği bu gücü hak yolda kullanarak güç sahiplerine örnek olmuştur. 

 [057.025]  Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah'ın, dinine ve peygamberlerine gayba inanarak yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür.

 Hadid s. 25. ayetine baktığımız zaman ayet içinde KİTAB-MİZAN-DEMİR şeklinde, 3 kelime göze çarpmaktadır. Bu üç kelime saç ayağı mesabesinde olup, birbirinden asla ayrılmadan okunması gerekmektedir. Okumadan kastımız tabi ki dil ile zikretmek anlaşılmamalı, bu kelimelerin içleri doldurularak hayat içindeki işlevi yerine getirilmelidir. Oku emrini yanlış anlayıp sadece yazılı bir metinden okumayı anlayıp, okuduğumuz yazılı metindeki ayetleri bile hakkı ile okuyamadığımız için kur'an sevap makinesine dönüşmüş bir kitap kalacak, ve bize hayat içindeki olayları okumayarak, ona göre tedbirler alma şeklindeki emirleri göz ardı edilecektir.

İsraile baktığımız zaman, Davud as ı örnek aldığını onun sembolu olan Davud yıldızını bayrağına sembol yapmasından anlamaktayız. İsrail Allah cc nin kevni ayetlerini okuyarak, özellikle demir ayetini okuyarak, bugün Müslümanlar üzerinde acımasızca kullandığı askeri gücünü elde etmiştir. Ancak DEMİRİ tek taraflı olarak okuması sonucu KİTAB- MİZAN ikilisini arkaya atmış ve bu güç İsrail'in elinde zulüm ve fesat için kullanılır olmuştur. Hadid s. 25. ayetinde geçen 3 unsurun birbirinden ayrılmadan okunması gerektiği, maalesef İsrail örneğinde çok acı örnekleri ile ortaya çıkmıştır. 

Aynı elçiye biz Müslümanlarda iman etmekteyiz , ancak Davud as ın demiri kullanarak nasıl bir güç elde ettiği ve bu gücü nasıl kullandığı gibi bir okuma modeli geliştirmekten yoksun olarak sadece sesinin güzelliği üzerinde durarak asıl mesajı ötelemiş olmamız, bu günkü zelil duruma düşmüş olmamızdan anlaşılmaktadır. 

Müslümanlar Davud as ın calutu sapan taşı ile öldürmesini örnek alarak , israilin davud as ı örnek alarak yapmış oldukları güçlü savaş araçlarına karşı koymaya çalışması aslında bizim acziyetimizin , israil ve müslümanların Davud as ı okumadaki farklılıklarının bir göstergesidir.

Hadid s. 25. ayetinde demirin indirilmiş olması, onun insanların elinde kitap ve mizan ile birlikte şekil almasının ne kadar önemli olduğu, bugün bu gücü elinde bulunduranların tek taraflı bir okuma yapmış olmalarından dolayı, demiri bir zulüm ve fesat aracı haline getirmiş olmasından anlaşılmaktadır. Allah cc nin ayetlerini sadece Muhammed as a inen Kur'an içinde zannedip diğer ayetleri okumayan biz Müslümanlar, Kur'an içindeki ayetleri okumayıp sadece kainat ayetlerini okuyan İsrail, A.B.D gibi zalimlerin elinde mazlum duruma düşürülmüşlerdir. 

Allah cc nin Errahman ismi, mü'min kafir ayırt etmeden, yeryüzünde koymuş olduğu kurallara riayet edenlere bu çalışmalarının karşılığını vermesi demek anlamına gelmektedir. Kainat ayetlerini okumak sureti ile çalışan gayret eden İsrail bu çalışmasının karşılığını almış ve bulunduğu topraklar üzerinde güç ve hakimiyet elde etmiştir. 

Biz Müslümanlar ise İsrail'in  güç ve hakimiyetini bizim üzerimizde acımasızca kullanmasına karşın sadece Allah cc nin yardımını istiyoruz. Ne acıdır ki Allah cc nin koymuş olduğu kurallar gereği çalışana yardım etmesi unutularak el açıp dua etmekle bu yardımın geleceği zannedilir olmuştur. Kur'anda İsrailoğulları üzerinden verilen örneklere baktığımızda, bu örneklerin arz üzerinde cari olan kuralların (Sünnetullah) işleyişinin nasıllığı konusunda bilgi verildiğini ve bu bilgilerden hareketle yardım istenmesi gerektiği anlatılmaktadır. 

Maide s. 20-26. ayetler arasına baktığımız İsrailoğullarının kendileri için yazılmış olan yere girmeleri için o yerdeki insanların çıkarılmaları gerekmekteydi. Bu durum bir menfaate sahip olmak için gerekli olan sebepleri yerine getirmenin şart olduğu mesajını vermesine rağmen, onlar karşılık olarak Musa as a "Sen ve rabbin gidin savaşın" demişler, bunun üzerine o şehre giremeden arz üzerinde bölük börçük bir halde zillet içinde yıllarca dolaşmışlardır. Bedir harbinde sahabenin "biz sana İsrailoğulları'nın Musa ya dediği gibi demeyeceğiz" diyerek galibiyet için gerekli olan savaşma şartını yerine getirdikleri, bunun sonunda galibiyetin hak edildiği bilinmektedir. 

Bizler dün İsrailoğulları'nın Musa as a dediğini kavli olarak olmasa da fiili olarak söyleyerek, bizim yerimize Allah cc nin savaşmasını istemekte, bu şekilde İsrail'in yerle bir edilmesini beklemekteyiz. Eğer İsrail adlı devletin yaptığı zulüm önlenmek isteniyorsa, kainat içinde geçerli olan kurallar dahilinde hareket ederek KİTAP-MİZAN-DEMİR üçlüsünü birlikte kullanmak sureti ile gücü ele geçirmekten başka bir yol yoktur. 

Kitabın ayetlerinden gerekli mesajlar çıkarılmadan okunması neticesinde seçkin kavim inancı İsrailoğullarından bize geçmiş, Müslümanlar olarak Allah cc nin seçkin kulları olduğumuz inancı yerleşerek, istediklerimizin çalışmadan sadece kavli dua ile gerçekleşeceği zannı bizlerde hakim olmuştur. Halbuki aynı İsrailoğulları kendilerinin seçkin kullar olduğunu hiç bir zaman unutmayarak bu seçkin olma düşüncesinin karşılığının, yatarak çalışmadan gökten gelen yardım ile olmayacağını anlayarak, oyunu kuralına göre oynamışlar, ve KİTAP  ve MİZAN ikilisini arkalarına atarak, sadece DEMİRi kullanarak acımasız bir güç elde etmişler ve bu gücü nasıl kullanacaklarını beyan eden kitabın emirerine karşı gelerek mazlumlar üzerinde kullanmışlar ve bu gücü acımasızca kullanmaya hala devam etmektedirler. 

Bizler oyunu kuralına göre oynamayıp sadece tek taraflı dua ile gökten gelecek yardımı beklediğimiz müddetçe kıyamete kadar bu zelil durumdan asla kurtulamayacağız. Sadece İsraile beddua seansları ile bizim yerimize Allah cc nin savaşmasını bekleyerek günlerimizi geçireceğiz.

Müslümanlar olarak Davud as ın Calutu öldürdüğü rivayet edilen sapan taşı ile İsrail zulmünün bertaraf edileceğini düşünmek, sadece rivayet merkezli din anlayışının eseri olup , Davud as ın demiri işleyip güçlü savaş araçları yapmış olmasından hareketle bizlerin de bu zulmü bertaraf etmek için sapan taşı ile savaşmanın herhangi bir faydası olmayacağı artık öğrenilmelidir. Demir ayetini okuyup onun üzerinde gerekli işlemleri yapmadıkça ve demir zalimlerin elinde kaldığı müddetçe bizlerin hiç bir şekilde bu zulümden kurtulamayacağımız artık bilinmelidir. 

Sonuç olarak;Bizlere İsrailoğullarını anlatarak evrensel değişmez kuralların (Sünnetullah)nasıl çalıştığını öğreten kitabımızın bu öğretileri göz ardı edilerek İsrailoğulları sadece lanetli bir kavim olarak görülmüş, ve onların tarih içinde geçirdikleri tecrübeler bizlere örnek olmamış Davud as ın demiri işleyerek güç elde etmesi, ve bu gücü hayırlarda kullanması bizlere örnek olmamış sadece rivayetlerde geçen, sapan taşı ile Calut'u öldürmesi örnek alınmış ve taşla İsrail zulmü önlenebilir sanılır olmuştur. Kitap-mizan ikilisini arkaya atarak, sadece demiri kullanan İsrail, bu gücü fesat ve zulüm haline dönüştürmüş olup, bizlerin bu zulmü beddua ile önleme çalışmaları sonuçsuz kalmış ve sonuçsuz kalmaya devam edecektir. Müslümanlar demiri ellerine geçirip kitap ve mizan ile birleştirip üçlü bir şekilde kullanmaya başlamadan bu zulümler asla arz üzerinde eksik olmayacak ve bizler de bu zulüm altında inlemeye devam edeceğiz. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

11 Temmuz 2014 Cuma

Truva Atının İçindeki Samiriler

Truva atı, tarih içinde yaşanan bir savaşta kaleyi kuşatma ile zaptedemeyen bir ordunun içten zaptetmek için kullandığı bir tahta at maketi olup sembolleşmiş bir objedir. Samiri ise kur'anda geçen bir isimdir , bu isim ise din adına insanları kandırmak için yanlışları bir avuç doğru katarak sunan tiplerin sembol adı olmuştur. Bugün bu iki sembol bir araya gelerek özellikle din alanında kendini göstermekte , müslüman dünyasında faaliyet gösterip fesadı yaygınlaştırmak için var güçleri ile çalışmaktadır. Kaleyi içten fethetmek savaşarak fethetmekten daha kolay bir yol olup , bu tür taktiği müslümanları içten yıkmak konusunda gayretleri olanlar kullanmaktadırlar. Truva atlarının içlerine doldurdukları çağdaş samiriler ile bu işi yapmaya çalışmakta oldukları gözden kaçmayan bir husus olup dikkatli olunması gerekmektedir.

Çağdaş samirileri , 1-geleneksel islam inancı içindekiler 2- geleneksel islam inancına karşı olanlar ,şeklinde ayırmak mümkündür. Bu yazımız, 2. başlık altında toplanan samirilerin kaleyi içten çökertme planları konusunda olacaktır. Geleneksel islam inancındaki yanlışları görerek sorgulamaya başlayan insan önce bu dinin kitabını araştırmaya başlar , bu hayırlı eylemi şerli bir eyleme dönüştürmek isteyenler iş başına geçerek hedef saptırma yöntemi ile kur'anın esas mesajını anlamamaları için kur'an hakkında 1- onun orjinal şekilde elimizde olup olmadığı , 2- türkçeye çevrilmiş meallerde hata olduğu gibi yollarla zihinleri bulandırmaya çalıştıklarına şahid olmaktayız. 

Kur'anın tahrif olup olmadığı konusu truva atı içindeki samirilerin zihin bulandırma yöntemlerinden birisi olup bu konu etrafında suni gündemler yaratarak müslümanların tek dayanakları olan kur'an hakkındaki düşüncelerini ifsad ederek eldeki tek dayanağı yıkarak şüphe içinde bırakmak ve daha sonra hedeflerindeki kişilere , "eldeki tek dayanak bu haldeyse bizim güvenecek bir şeyimiz yok" dedirtmeyi başardıktan sonra amaçlarına kavuşmuş olmaktadırlar. Bu şekil bir gündemi ortaya atanlar hans , corc , albert gibi isimler olsa hemen,  "bunlar zaten kafir ve islam düşmanı böyle bir düşünce içinde olmaları normaldir" denilebilir, ancak bu düşüncelerinin kendi isimleri altında kabul görmeyeceğini çok iyi bilenler bu düşüncelerini bizim gibi ahmet ,mehmet , hasan gibi isimler taşıyanlara yaptırarak masum bir düşünce olarak lanse etme yoluna gitmişler ve bir kısım insanda bunlara kanmıştır. 

Kur'anın farklı dillere çevrilmiş olması ,arap dilini bilmeyenlerin kur'anı okumak ve anlamak için faydalandıkları bir yöntemdir. Geleneksel düşüncede özellikle rivayet merkezli din anlayışının hakim olması meal ve tefsirlere yansımış rivayetlerin kur'ana onaylatılması gibi bir durum hasıl olmuştur. Bu onay işlemi, ayet aralarına gerekli parantezler açılarak yapılmaya çalışılmış ,o düşünce kur'andanmış gibi gösterilmeye çalışılmış ve kur'andan olmayan bir çok düşünce kur'andan sanılır olmuştur. 

 Bu taktiğin başarılı olduğunu görenler aynı taktiği geleneksel islam inancına karşı olma adına uygulamaya giderek "bütün mealler hatalı" sloganı ile yola çıkarak kendi meallerini sunmaya çalışmışlardır. Türkiyede yapılmış meallerin belki hiçbiri hatadan beri değildir ancak toptancı bir mantıkla "hepsi hatalı" demek doğruyu ortaya koyarken , hatalı meallere rahmet okutturacak hatalar yapmak bu hataları gündeme getirenlerin ne kadar samimi!! olduklarının göstergesidir. Hatalı olduğu iddia edilen meallerin yapıcılarının bir çoğu bu hatalarını herhangi bir art niyet taşımadan yapmalarına karşın , meallerin hatalarını düzeltme iddiasında !! olanların yaptıkları hataları masum görmek mümkün değildir.İsrailoğullarının kendi kitaplarına yaptığı muameleden daha beter bir şekilde kelimelerin yerlerini değiştirerek farklı anlamlar yükleyerek "doğrusu budur" demeleri bu tür anlamların bir kısım insan tarafından kabul görmesine sebeb olmuştur, onların bu işi samiri edası ile ,yani yanlışların içine bir avuç doğru katarak yapmış olmalarından dolayı, her gördüğünü araştırmadan kabul eden bir takım saf insanların kabulleri haline gelmiştir. 

Geçmişimizin rivayet merkezli bir din algısı temeline oturtularak, kur'anın ikinci plana itilmiş olması kara bir leke olarak önümüzde olduğu açık bir gerçektir. Rivayetleri dinin ana kuralları haline getirmeye çalışanlara karşı, bu rivayetlerin sadece yaşanmışlık hakkında bilgi kaynağı olabileceği düşüncesi hakim olması gerekirken hepsini atalım şeklinde geliştirilen mantık samimi bir yaklaşım gibi görünsede istismara açık bir alan olması truva atı içindeki samirilerin iştahını kabartmış ve geçmişte yapılan bu hatalar üzerinde geliştirmeye çalıştıkları "hepsini at" düşüncesi bir kısım kur'an ehli olduğunu iddia edenler tarafından kabul görülmüştür.

Kur'an bilindiği gibi yaşayan bir toplum içinde 23 senede nazil olan bir kitaptır. 23 senelik bu nuzül süreci içindeki yaşanmışlıklar bizlerin bu kitabı anlaması açısından önemli bir veridir. Yaşanmışlığı göze almadan okunan bir kitap, bizlerin o kitap doğrultusunda  yol izleme noktasında bir takım bilgiler vermekten uzak sadece ütopik bilgiler ile donanmış bir kitap haline getirecektir. Yaşanmışlığı olmayan bir kitap haline gelen kur'an müslümanlar için yol gösterici olmaktan çıkarak sadece çerez durumuna düşen bir kitap haline gelecek ve bundan fayda görecek kesim bu doğrultudaki düşünceleri "sadece kur'an" sloganı ile kitlelere sunmaktadır. 

Sadece kur'an söylemi kişiyi mushafperest olmaktan ileriye götürmeyen bir söylem olarak karşımızda durmaktadır. İlk bakışta kulağa hoş gelen bir söylem gibi görünmesine rağmen yaşanmışlıktan kopan bir kitap içindeki bazı emirler sanki  bugün bize inmiş gibi kendi bakış açımızla yorumlanmaya başlanıp samirilerin hoşuna gidecek şekilde hayattan çıkarılmıştır. 

Kur'an, kıssa yollu anlatım ile geçmişlerin yaşamış olduğu tecrübeleri bizlere anlatır, bu tecrübeler bize yaşadığımız hayat içinde ışık tutar. Kıssaların mesajını ötelemeye yönelik yorumlar ile birlikte okunan bir kuran bu kıssaları eskilerin masalları haline getirip bize faydası olmayan metinler haline getirecektir. 

Hadis ve sünnet meselesi en baştan beri tartışılan bir mesele olup bu tartışmanın boyutu değişerek, atalım mı atmayalım mı tartışmasına dönüşmüştür. İnsanlık kendinden öncekilerin yaşamış oldukları hayat içinde elde ettikleri tecrübi bilgilerin üstüne kendi bilgisini ilave ederek gelişim gösterir , bu gelişim fizik , kimya, tıp vs gibi bilim dallarında olduğu dini bilgi alanında da geçerlidir. Bizden öncekilerin dini tecrübeleri bizler için olumlu veya olumsuz örneklikler açısından değerlendirilir. Özellikle hadis konusunda geleneğin açmış olduğu yanlış yol bugün samiri türü insanlar tarafından istismar edilerek toptan atılması yönünde düşünceler geliştirilmeye çalışılmıştır, uydurma rivayetlerin bile geçmişteki olumsuz yaşantı örnekleri hakkında bilgi vermesi açısından değer taşıdığı göz önüne alınacak olursa geçmiş bilgi kazanımlarını kaldırıp atmak bu kitabın yaşanmış bir örneği olmadığını dolayısı ile hayat dair bir şey söyleyemeyeceği düşüncesini oluşturur.

Yaşanmış örneklikten koparılan bir kitap içinde özellikle tevatüren gelen namaz , hacc gibi yaşanmış örnekler geçmişten kopuk olarak anlaşılmaya çalışıldığında geçmiş örnekler bir tarafa atılıp okuyanın anlayışına göre bir şekil aldığında, her okuyanın ayrı bir anlam bindirmesi şeklinde kendini göstermektedir. Kur'anın nazil olduğu elçi bile bu tür ibadetleri kendinden önceki örnekleri uygulayarak yapmış olması onlar için hiç bir değer ifade etmemekte, elçi Muhammed as ın örnekliği ile ilgili ayetler hiçe sayılarak haşa adam yerine bile konmamaktadır.  

Namaz , hacc gibi ritüel ibadetler sosyal boyutları olan ve insanların birlik beraberlik açısından kaynaşmalarını sağlaması açısından önemlidir , bu önemi müslümanlardan daha iyi farkedenler beraberliği bozmanın yolu olarak bu ritüeller üzerinde şüphe tohumları atarak ortadan kaldırma girişimlerini kur'anın önceki yaşanmışlığını red ederek gerçekleştirmek istemektedirler.  

Allah cc insanları sadece kendisini tek ilah olarak kabul etmelerini istemektedir. Bu durum tarih boyunca gelen elçilerin ve son elçi Muhammed as ın hayatında açıkça görülür. Kıssaları mesaj içerikli okumaktan çıkarıp masal olarak okuma ve Muhammed as ın yaşantısı hakkındaki yanlış anlamalar kalkan edinilerek red edilmesi sonucu tarih boyunca süren muvahhid ve müşrikler arasındaki mücadeleler ve onların örnekliği arkaya atılmıştır. Tağutları red ederek Allah cc yi tek ilah kabul etme esasına dayanan muvahhidlik, atamız İbrahim as ın kırdığı putlar önünde saygı durmak şekline dönüşmüş ve başka ilahlara kul olmanın şirk olduğu unutulmuş müşriklik sadece tarikat ehli insanlara hasredilmiştir.

Allah cc yi tek ilah olarak bilme esasına dayanan muvahhidliği ters çevirenler , muvahhid olmak demeyi hadis ve sünneti red etmek olarak anlamışlar ve kur'anın yaşanan hayata dair olan şirki yok etme tek ilahın otoritesine hakim kılma inancı hepten unutulmuş , böyle bir kitap , böyle bir müslüman tipi müstekbilerin korkulu rüyası olmaktan çıkmış en sevdikleri tipler olmuştur. 

Tumturaklı isimler ile faaliyet gösteren bir çok internet sitesine baktığımızda kur'anın yaşantıya dair herhangi bir emrini gündeme getirmeyip , sadece eskilerin hadis ve sünnet üzerinde yaptıkları yanlışları kalkan edindikleri görülür. Hadis ve sünnet anlayışları konusundaki yanlışları düzeltmek tabi ki gerekmektedir ki temiz bir kur'an anlayışı gündeme gelsin , ancak istisnaları olmakla birlikte kur'anı bütüncül olarak görmeyip sadece belli ayetleri üzerinden (onları da doğru anlayıp anlamadıkları tartışılır) hadisleri red etmek ön kabulu ile okunan ayetler kişiyi saf bir kur'an algısından uzaklaştırıp tarikatçı mantığı içinde kur'ana yaklaşmaktan başka bir işe yaramaz.

Allah cc nin ayetlerini sadece mushaf içindekiler olarak görüp kainat ayetlerini görmemezlikten gelmek şeklinde tezahür eden düşünce kur'anı öncelleme iddiasında olan kişiler içinde geçerlidir. Özellikle enam s. 38. ayetindeki "biz kitab'ta hiç bir şeyi eksik bırakmadık" cümlesini kur'an zannetmeleri, Allah cc nin ayetlerini sadece mushaf içindekiler zannederek mushafperest bir kimliğe bürünenlerin en büyük açmazı olarak karşımızda durmaktadır. Halbuki kitap terimini yaratılmış olan her şeyin içinde bulunduğu kainat olarak anlayıp , bu kitap içindeki her şeyin bir kurala bağlanarak başıboş bırakılmadığı anlaşılır ve kitap konusunda böyle bir yanlışa düşülmezdi.

Kur'an iman için gerekli olan bilgilerin tümünü toplaması noktasında eksiksiz bir kitap'tır , ancak hayatın değişen dinamiklerine çare bulmak noktasında sadece kur'an içinden çare bulmaya kalktığımızda işler karışacaktır. Kur'an 1500 sene önce yaşayan bir toplumun yaşamı içinde nazil olmuş ve bir takım hükümler o toplumun standartları çerçevesinde nazil olmuştur. Kur'an bugün hayat içinde uygulanacak bir kitap olduğu takdirde yaşanan hayat standartlarının değişmesi ile ilgili hükümlerin bir çoğunun kur'anda olmadığı görülecektir. Bunun çaresi yine insana düşmektedir, insanlar yaşadıkları toplumun ihtiyaçlarına uygun olarak kur'anın ana hükümleri çerçevesinde alt hükümler ihdas ederek kitabı yaşanır hale getireceklerdir. Ancak kur'anı hayat kitabı olarak değilde sadece hadisi ve sünneti red etmemizi emreden ayetlerin olduğu bir kitap olduğunu zannedenler için zaten böyle bir gereklilik söz konusu olmayıp , kur'anın yaşanan her zamana ait sözü olduğu ve bu sözü insanların kur'anı baz alarak genel hükümler üzerinden özel hükümler çıkarması gerektiği akla bile gelmemektedir.

Truva atı içine girmiş samiriler kaleyi içten fethetmek için her zaman olacaklardır, bizim vazifemiz onları iyi tanımak ve bu oyunlara gelmemektir, bunun için önce hiç bir şahsa körü körüne bir bağlanmadan hata yapma payı bırakmak ve kitabı kimsenin yönlendirmesi olmadan okumaya çalışmaktır. Özellikle anti tez şeklinde karşı çıkmak noktasından olaya girenlerin doğruyu ikame etme adına uyguladıkları metod iyi anlaşılmalıdır. Hepimiz bir şekilde yanlış olduğunu düşündüğümüz bir şeyi eleştirip yerine doğru olduğunu düşündüğümüz şeyi koymaya çalışıyoruz, bunu yaparken tek doğrunun biz olduğunu iddia ettiğimiz zaman bu iddianın arkasında yatan bir hinlik aranmalıdır. 

Hata aralığı bırakmadan sadece "tek doğru budur" şeklinde sunulan her görüşün arkasında kişinin şahsi yorumu olup yanlış payıda içermektedir. Kişi eğer böyle yanlışa düşmekten kendisini beri görüyorsa bu görüşü ya Allah tan aldığı bir vahye dayanıyor olmalı ki bu mümkün değil yada art niyetini gizlemek için kişileri kendi düşüncesine esir etmek karizmatik bir yapıya bürünüyordur, bu tür taktikler tarikat şeyhlerinin taktikleri olup, modern şeyhlerde bu taktiğin faydalarını gördükleri için onlarda böyle bir sistem  uygulama yoluna gitmekte ve eski tarikatlara küfreden yeni nesil tarikat müritleri türetmişlerdir.

Sonuç olarak; kişinin söylemi ve eylemi niyetini açığa vurur düşüncesinden hareketle , kur'an ile ilgili söz söylemek iddiasında olan bir takım zevatın , gelenekteki bazı yanlış düşüncelerin arkasına sığınarak onları eleştirmeleri , kur'an meallerindeki hatalardan hareketle yanlışın yerine doğruyu koymak iddiaları şeklinde tezahür bir takım eylemleri yanlışlıkla suçladıklarına rahmet okutturacak durumdadır. Kelimeleri asıl anlamlarından değiştirerek hevalarına göre anlam yüklemeleri sonucunda bir takım kur'an ayetlerini eğio bükmeleri bu kişileri truva atı içine sokulmuş olan samiriler durumuna düşürmüştür. Bu türlerin oyunlarına karşı dikkatli olunmalı ve söz kimden gelirse gelsin doğruluğu kur'an ölçeğinde araştırılmadan kabul edilmemelidir.  

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

10 Temmuz 2014 Perşembe

Alak s. 6-19. Ayetleri Arası ve Engellenen Salat

Bundan önceki yazımızda , alak s. 1-5. ayetlerini tefekkür etmeye gayret etmiştik, bu yazıda geri kalan ayetler ile ilgili olarak tefekküre devam etmeye çalışacağız. Geri kalan ayetlerin ilk 5 ayetten ayrı olarak, ilerleyen zaman içinde nazil olduğu , ayetlerdeki muhatabın tebliğ sürecindeki inkarından bahsedilmesinden anlaşılmaktadır.

[096.006] Hayır; gerçekten insan, azar.
[096.007]  Kendini müstağni gördüğünden.
[096.008]  Muhakkak ki dönüş, ancak Rabbinedir.
[096.009] Gördün mü şu men edeni.
[096.010]  Bir kulu salatında.
[096.011]  Gördün mü; ya o kul doğru yolda ise?
[096.012]  Ya da takvayı emrettiyse.
[096.013]  Gördün mü; ya yalan saydı ve yüz çevirdi ise?
[096.014]  Bilmez mi ki; Allah gerçekten görmektedir?
[096.015] Yok, yok... Eğer nihâyet vermezse, elbette ki Biz o alnı sürükleyeceğizdir.
[096.016]  Yalancı, günahkâr olan bir alnı.
[096.017]  O zaman o taraftarlarını yardıma çağırsın.
[096.018] [ Biz de zebanileri çağırırız.
[096.019]  Hayır hayır. Ona itaat etme. Ve secde et ve Yaklaş.

Ayetleri tarihselliği yani nuzül süreci içinde ele alarak okuyacak olursak , tebliğ sürecinin başlamış olduğu ve bu süreçte tebliğe karşı inkarların görülmekte olduğunu anlamaktayız. Vahye karşı olan kişinin , karşı olma gücünü elindeki servete dayanarak yaptığı anlaşılmakta , fakat bu servetin geçici olduğu dönüşün rabbe olduğu ve dönüş günü bunun hesabını vereceği hatırlatılmaktadır. 

Eline üç kuruşluk servet geçince ne oldum delisi olan kişi , buralar benden sorulur ağası benim edası içinde vahye iman eden bir kulun , vahye imanı gereği olarak yapmış olduğu salatı engellediği görülmektedir. Burada dikkatimizi çeken kulun salatının birilerini rahatsız etmiş olması ve bu salatın sadece bilindik anlamda namazdan ibaret olmadığı anlaşılmaktadır. Kulun salatı takvayı emretmesi şeklinde ifadesini bulduğu için bu salattan müşrikler rahatsız olmaktadırlar. Salatı engelleyen kişi bunu engelleme sebebinin yalan sayması ve yüz çevirmesi olduğu ve bu yaptıklarını bir görenin olduğu hatırlatılarak yaptıklarının yanına kar kalmayacağı hatırlatılmaktadır. 

Salatı engelleyen müşriğin güç aldığı serveti ve darünnedve olarak bilinen yandaşlarının meclisindekileri çağırmasına karşılık zebanilerin çağrılacağı yani bunların yaptıklarının cezası olarak zebanilerin bekçiliğini yaptığı cehennemde konaklayacakları hatırlatılarak , onlara kesinlikle itaat edilmemesi Salata devam edilerek Allah cc ye yaklaşılması emredilmektedir. 

Sure içinde salat kelimesi ile ifade edilen bir eylemin engellendiği ifade edilerek bu salatın doğru yolda olunması ve takvayı emretmesi şeklinde bir karşılığının olduğu anlaşılmaktadır. Bu kelimenin ifade ettiği eylemin nasıl bir şey olduğu konusunu biraz açmak istiyoruz. 

Meallerde namaz olarak çevrilen bu kelimenin anlamı daha geniş bir çerçevede olup , namaz kelimesi ile ifade edilen şey salat içinde bir cüzdür. Alak suresinin ilk nazil olan surelerden olması ve Muhammed as ın nasıl namaz kılmaya başladığı konusunda tefsirlerde yer alan ifadeler problem teşkil eden ifadelerdir. 

Rivayetlere bakıldığında, Cibril Muhammed as a gelerek hangi vakitte nasıl namaz kılacağını öğretmiş olduğu görülmektedir. Bu rivayetlerden yol çıkarak namaz adlı ibadetin sanki daha önce bilinmeyen ve icra edilmeyen bir ibadet olduğu zannı hakim olmuştur, halbuki kur'an geneline bakacak olursak bu ayetlerden mekke toplumunun nuzül öncesi durumunu ayetlerden anlamaktayız. Kur'an muhatap toplumun yabancısı olduğu, hayatlarında hiç bilmedikleri ve görmedikleri bir ibadet tarzı ile onlara nazil olmamış , aksine onların hayat içinde din adına uyguladıklarının şirk bulaşmış tarafını ıslah yoluna gitmiştir.  

Enam s. ağırlıklı olmak üzere kur'an geneline yayılmış olan ayetlerde Allah cc nin emri olan ehli hayvanların kesilerek ona yaklaşılması şeklinde ibadet tarzı mekke toplumunda bilinen ve icra edilen bir  tarz olduğu, fakat bu ibadete şirk bulaştırılarak kesilen hayvanların üzerine Allah cc nin değil putlarının adının anılması sureti ile ifa edildiği görülmektedir. Kur'an bu tarz bir ibadetin şirk olduğu ve doğru olanın nasıl olduğu yönündeki ayetler ile bunu aslına çevirmiştir. 

İbrahim as dan beri bilinen hac ibadetide aynı şekilde şirk bulaşmış bir halde ifa edilmekteydi, kabe zaman içinde İbrahim as ve oğlu tarafından yeniden inşa edilen tevhid evi olmaktan çıkmış bir şirk yuvası haline getirilmişti. Kevser s. ayetlerinde "rabbin için nahr ve salat et" şeklinde emir bu ibadetlerin Allah cc nin dışındakilere hasr edilmesini anlamak mümkün olup bu ibadetlerin yapılması gereken varlık aracı olarak görülen putlar değil sadece Allah cc olduğu beyan edilmektedir. 

Maun s. de "vay o salat edenlere ki salatlarından gafildirler" şeklindeki ayetlerin salat eden mekkelilerin yapmış oldukları salatın yetime iyilik yapmayı ,yoksulu doyurmayı teşvik etmediği ,enfal s. 35. ayetinde de, mekkelilerin beyt önündeki yapmış oldukları salatın el çırpmak , ıslık çalmak şeklinde olduğu  ve bu şekil bir salatın red edildiği görülmektedir.

 Böyle bir mekke arka planı içinde yaşayan Muhammed as o toplum ile aynı kültür alt yapısına sahip olduğu fakat bu sahipliği onlara uymak şeklinde tezahür ettirmediği anlaşılmaktadır. Kur'andan öğrenildiği üzere mekke toplumu Allah inancına sahip bir toplum olduğu , problem oluşturan yönün Allah cc nin değil atalarının empoze ettiği inancı taşımalarıdır. Muhammed as böyle bir toplum içinde yaşamakta olup o inançları kabul etmeyen biri olduğu onun elçi seçilmiş olmasından anlaşılmaktadır. 

Böyle bir arka plan içinde mekkede tebliğ görevine başlayan Muhammed as a oranın mütref takımı anında karşı çıkar ve onu engelleyerek iktidarlarının ellerinden gitmemesi için var güçleri ile çalışırlar. Ritüel dediğimiz, insanın ilah olarak bildiği varlığa karşı olan tazimini ifade eden sembolik hareketler insanlığın bir gerçeğidir. İbrahim as ile ilgili bakara s ayetlerini okuyacak olursak bu gerçeği bariz bir biçimde görürüz. Mekkeliler o zamandan beri süregelen bu ritüelleri zaman içinde yolunda saptırmışlardır. Hacc , kurban ve salat dediğimiz rukü secde ve kıyamdan oluşan tarz ile yapılan ibadet tarzı sadece Allah için yapılması emredilmesine rağmen mekkelilerin putlarına yapılır olmuştur. 

Kıyam ,ruku , secde gibi şekilsel hareketlerden oluşan adına bizim namaz dediğimiz kur'anda salat olarak ifadesini bulan tarz sadece şekilsel olmanın yanısıra bir kulluk bilincinide beraberinde taşır. Bugün esas meselemiz bu tür şekilsel bir ibadetin şuur boyutu olup namaz adındaki ibadetin sadece belirli şekilleri ifa etmek sureti ile yerine gelmiş olmadığıdır. 

Ankebut s. 45. ayetinde salatın fahşa ve münkerden alıkoyması ile maun s.de anlatılan salatın yetime iyilik ve yoksulu doyurmak gibi maruf yöneltmemesi konusu salat kelimesinin içinin nasıl doldurulması gerektiği hakkında bildi verdiğini düşünmekteyiz. Bugün salat denince sadece cami içinde yapılan ve günün belli vakitlerinde icra edilip diğer vakitlerinde bu şuurdan yoksun bir hale gelmiş,  olayı sadece şekle indirgemiş olmamız kur'anın bizden istediği salatın ikamesi emrine aykırı bir durumdur.

Müşriklerin engellediği salat onların iktidarlarını sarsıp Allah cc nin iktidarını ikame etmeye yönelik bir eylem olduğu için müşrikler tarafından engelleme yoluna gidilmiş olduğu alak suresindeki ilgili ayetlerden net olarak anlaşılmaktadır. Bugün ikame edildiği zannedilen salat ise ilmihal bilgileri içinde boğulmuş belirli hareketlerin santimi santimine uygulanması esasına dayalı bir salat olup bırakın müşrikleri rahatsız edip engellemeyi , aksine müşrikler tarafından neredeyse desteklenen bir eylem haline gelmiştir.

 Bugün kur'an adına yola çıkarak salat konusundaki bu yanlışları görenler kabahati uygulayanlarda değil salatın kendisinde görerek toptan kaldırma yoluna giderek, yanlışı izale ettiklerini sanmaları her iki tarafı, olaya sadece ilmihal boyutundan bakmaları yönünde bir ortak anlayışa düşmüş olmaları açısından aynı kefeye koymaktadır. Böyle bir ibadetin varlığı  yokluğu konusunun bile tartışılması vakit kaybı olup esas tartışılması gereken konunun namaz adı altında icra edilen ibadetin içinin kur'ani anlamda doldurulması ve müşrikleri rahatsız etmesidir . Rahatsız etmesi bir tarafa onlar tarafından nasılsa bize zararı yok ne derlerse etsinler şeklinde karşılık bulan bir ibadetin kur'anda eleştirilen müşriklerin salatından bir farkı olmayacaktır.

Bugün icra edilen salat, müşrikleri değil aksine icra eden kişileri rahatsız etmekte "bitsede gitsek" kabilinden sırıtımızda  yük olarak görülen bir ibadete dönüşmüştür. "Salata üşenerek kalkarlar" ifadesinin muhatapları olarak sadece görsünler veya kılmazsam ne derler kabilinden bir kaygı ile ifa edilen salatın kişiye herhangi bir getirisi yoktur.

Salatı ikame şeklinde bir terkip ile kur'anda bir çok yerde geçen bu emirin namaz adı ile bildiğimiz kısmı sadece bu kelimenin ifade ettiği anlamın bir cüzüdür. Salat kelimesi kulun sadece bir kaç dakikalık zamanını değil ,yaşadığı 24 saatini içine alan bir terim olarak görülmeli ve bu 24 saat içindeki bütün anın Allah cc nin emri doğrultusunda sürmesi gerektiğini hatırlatmalıdır. Böyle bir bilinç içinde eda edilen ritüel salat yani namaz müşriklerin korkulu rüyası haline gelip engelleme yoluna gidilecektir. 

Müşriklerin engellediği salat onların iktidarlarını sarsıp Allah cc nin iktidarını ikame etmeye yönelik bir eylem olduğu için müşrikler tarafından engelleme yoluna gidilmiş olduğu alak suresindeki ilgili ayetlerden net olarak anlaşılmaktadır. Bugün ikame edildiği zannedilen salat ise ilmihal bilgileri içinde boğulmuş belirli hareketlerin santimi santimine uygulanması esasına dayalı bir salat olup bırakın müşrikleri rahatsız edip engellemeyi , aksine müşrikler tarafından neredeyse desteklenen bir eylem haline gelmiştir. 

Bugün savaşların şekli değişerek soğuk savaş tabir edilen bir şekle bürünmüş ve bu tür savaş taktikleri müslümanların aleyhine de kullanılır olmuştur. Özellikle birlik ve beraberliği gösteren bir takım ritüellerin ortadan kaldırılmak sureti ile müslümanlar arasında fitne ve fesad çıkarmak yollu savaş türü kullanılmakta ve bu savaş için ne garipdirki düşman oldukları kur'anı kullanarak yapmaları kur'an okuyucularının uyanık olmasını gerektirmektedir. Kur'an ayetlerinin anlamlarının ters çevrilerek yapılan bu tür çalışmaların kaynağını iyi niyetli çalışmalar olarak görmek mümkün değildir.

Salat kelimesi ile ifade edilen şeyin ne anlama geldiğini bugün müşrikler müslümanlardan daha iyi bilmekte ve onu engellemenin yollarını her fırsatta kollamaktadırlar . İçimize sürülen truva atlarının kur'anı ellerine alarak kur'anda böyle bir ibadetin olmadığını hatta şirk olduğunu söyleyerek bunu engellemeye çalışmaları gözden kaçırılmaması gereken bir durumdur. 

Salatı anlamanın yolu şirki anlamaktan geçer desek sanırım yanlış olmaz şöyleki ; Allah cc yaratmış olduğu kullarını sadece onu ilah olarak bilmeleri gerektiğini hatırlatan bir çok elçi göndererek , onun dışında ilah olarak kimsenin edinilmemesini istemiştir. Zaman içinde şeytan iğvası bu konuda başarılı olmuş, insanlar Allah cc yi bırakıp başka ilahlar edinmişlerdir. Salat kelimesine "kulun ilahına olan yönelimi"şeklinde bir tarif getirecek olursak bu kelime her iki tarafa mensup olan insan için kullanılabilecek bir kelimedir.

Kul eğer Allah cc yi kendisine ilah olarak kabul etmişse onun emirlerini hayatı içinde tatbik eder , kul eğer Allah cc nin dışında birini ilah olarak kabul ettiyse hayatı içinde onun emirlerini tatbik eder. Kur'anın tarif ettiği anlamda bu kelimeyi anlamayanlar  sadece günün bir saatlik kısmı içinde yatıp kalkmak sureti ile şekil olarak bunu ifa edip geri kalan saatler içinde başka ilahlara kul olurlar ise bunun adı salatı ikame etmek olmaz.  

Kul olarak bizler salatı ikame emrinden Allah cc nin bize kulluk için biçmiş olduğu şeylerin bütününü anladığımız zaman , ona olan yönelimizin sadece bedensel olarak kalmayıp bütün hayatımız kapması gerektiğini anlar, engelleyicilerin niyetlerini daha kolay okur ve onların tuzaklarına düşmemiz oluruz. 

Bugün salat ile ilgili olan kelimeler olan kıble , hacc gibi ibadetler üzerinde oynanmak istenen oyunların hangi amaca istinaden yapıldığı çok iyi okunmalı bu kelimeler ile ilgili ayetleri eğip bükerek hevaya uygun anlamlar çıkararak şeytana kul etmek isteyenlerin oyunları deşifre edilerek gerçek yüzleri ortaya konmalıdır.

Sonuç olarak ; salatın müşrikleri rahatsız ederek onlar tarafından engellenme yoluna gidilmesi bu kelimenin içinin doldurulmuş olması anlamına gelerek bu engellemeyi alak suresi ayetlerinde görmekteyiz. Elçilerin bizlere öğretmen olması açısından bakarak adı geçen elçilerin bu kelimenin içini nasıl doldurarak ayakta tutmaya çalıştıkları bizlere örnek olması gerekmektedir. Salatın birilerini rahatsız etmemesi aksine eda eden insanı rahatsız etmesi bu kelimenin içinin boşaltılmış olması anlamına gelirki şeytanların en çok istedikleri şeydir. Bugün gündem olması gereken nokta bu kelime ile ifade edilen hayat tarzını kur'an içinden anlamak ve ona göre yaşamak olması gerekirken,ilmihal boyutlu tartışmaların herhangi bir getirisi yoktur.Eğer bugün salatımız bizi yanlışlardan alıkoymuyor ise tartışılması gereken bu mesele olup nasıl yeniden bu kelimenin içinin doğru olarak doldurulması olmalıdır. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

9 Temmuz 2014 Çarşamba

Alak s. 1-5. Ayetlerinin Mesajı Üzerine Bir Tefekkür Çalışması

Alak s. mushaf sıralamasında 96.  , nuzül sıralamasında ilk 5 ayetinin ilk inen ayetler olduğu gerekçesi ile ilk sırada olan , diğer ayetleri tebliğ sürecinin başlamasından sonraki zamanlarda indiği anlaşılan bir suredir. Bu yazımızda ilk 5 ayetinin  mesajını anlamaya yönelik bir tefekkür çalışması yapmaya gayret edeceğiz , surenin diğer ayetlerini başka bir başlık altında tefekkür etmeye gayret edeceğiz.

 Ikra’bismi rabbikellezî halak(halaka).
 [096.001]  Oku ismiyle o rabbının ki yarattı

Halakal insâne min alak(alakın).
 [096.002]  İnsanı bir alaktan yarattı.

Ikra’ ve rabbukel ekrem(ekremu).
[096.003]  Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir;

Ellezî alleme bil kalem(kalemi).
[096.004]  Ki O, kalem ile öğretti,

Allemel insâne mâ lem ya’lem.
[096.005] İnsana bilmediğini öğretti.

Surenin yapılan tefsirlerinde bu 5 ayetin, ilk inen ayetler olduğu yönünde rivayetler mevcuttur. 
"İkra" kelimesi , "karea" fiilinden türemiş olup toplamak ,cem etmek anlamındadır. Ayetteki bu emri sadece yazılı bir metinden okumak şeklinde anlamak neticesinde ,Muhammed as a gelen vahiy meleğinin onun bir kaç defa sıktığı , ona "oku" dediği onunda "ben okuma bilmem" demesi şeklindeki rivayetler hepimizin malumudur. Bu rivayetler bile bizlerin okumayı nasıl anladığına dair bir örnek olup tek taraflı okumanın kökünün nereye dayandığını bizlere hatırlatmaktadır. Okumak fiilini yazılı bir metin olan kitabın sayfalarındaki yazılardan ibaret görmemek gerektiğini düşünerek, bu emir ile verilmek istenen mesajı biraz açmak istiyoruz.

Allah cc kendisinin kelimelerinin çokluğunu ifade etmek için, denizler yedi deniz daha ona eklenerek mürekkep , ağaçlar kalem olsa bunların yetmeyeceğini beyan etmiştir (18.109/31.27). Allah cc nin yazmakla bitmeyecek olan kelimelerinin bulunduğu alana  kainat adı verilmekte, bu kainatta bir nevi kitap demek olup "kainat kitabı" şeklinde bir terkip kullanmak uygun olacaktır. Vahiy kitapları kainat kitabını okumanın bir klavuzu olarak indirilmiş olup tek taraflı bir okumanın herhangi bir faydası bulunmamaktadır. 

Bugün karşımızda olan en büyük sorun , kainat ayetlerine iman ederek dünyevi güç elde edenlerin vahiy kitabına iman etmemesi , vahiy kitabına iman edenlerin kainat kitabına iman etmemesi şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Her iki kitab birbirinden ayrılmaz bir biçimde okumaya tabi tutulması gerekmekte , iki kitabın birlikte okunmaması sonucu çıkan sorunlar dün, bugün , yarın her zaman acı örnekleri ile karşımızda durmaktadır.

Müslümanlar olarak bizler okumak denilince sadece yazılı bir metinden, bu işi yapmak şeklinde anlayarak, bu emir ile  ifade edilmek istenen şeyin ne olduğu konusunda eksikliğe düşmüş olmamız bizleri bugüne getirmiştir. Allah cc nin kelimelerinin bulunduğu kainat kitabını okumak şeklinde bir mesajı anlayabilmiş olsaydık okuma alanımızın sadece yazılı metinler ile sınırlı olmaması gerektiği , okuma sınırımızın Allah cc nin yaratmış olduğu her şey olduğunu anlar , kainata bir kitap gözüyle bakar ve "onun adıyla okumak" emrinin nasıl icra edilmesi gerektiğini daha iyi anlardık. 

"Rab" kelimesi ; bir nesneyi tamamlık yani kemal , olgunluk,yetişkinlik aşamasına gelinceye kadar aşama aşama tedricen inşa etmek , besleyip büyütüp yetiştirmek anlamındadır. Alemlerin rabbi olmasının ne demek olduğu bu kelimenin ifade etmiş olduğu anlamda daha net ortaya çıkmaktadır. 

Kur'an geneline baktığımız zaman ,Allah cc den başka rabler edinmenin şirk olduğu vurgusunun bir çok ayette karşımıza çıkması , onun yaratan rab olmasının ne anlama geldiğini anlatmaktadır. İnsanların onun yarattığı kullardan birisini veya bir kısmını rabler edinmiş olmasının ne kadar hatalı bir davranış olduğu onun herşeyin yaratıcısı olmasında yatmaktadır'ki onun yarattıklarını değil, onları yaratanı rab olarak bilin ve kabul edin buyurulmaktadır. 

"Yaratan rabbin adıyla okumak" emrinin nasıl icra edilmesi gerektiğini , önce bu okumayı yapanların başka rablerin adıyla yapmış olmalarından dolayı arz üzerinde meydana gelen fesadı hatırlayarak anlamak mümkündür. Kainat kitabı dediğimiz , Allah cc nin ayetlerini bugün müslümanlar değil , kafirlerin okuyor olması bu okumayı Allah cc nin dışındaki varlıkların dikte ettiği okuma metodu ile okumaları , bu okumalar sonucu elde etmiş oldukları teknolojik üstünlükleri ıslah için değil fesad için kullanmaları okumanın yaratan rab adına olmasının önemini bir kat daha ortaya çıkarmaktadır. 

Allah cc nin kainat kitabındaki ayetleri okuyarak güç ve servet elde edenler bu güçlerini , elçiler vasıtası ile inen kitaplar doğrultusundaki emirler dahilinde kullanmaları gerekirken başka başka rabler ihdas etmişler ve okumalarını bu rablerin emri doğrultusunda gerçekleştirerek dünyayı büyük bir fesada boğmuşlardır. 

Allah cc nin kainat kitabı , elçiler ile gönderdiği vahiy kitabı ile birbirinden ayrılmadan okunmasının önemi yaşadığımız dünyadaki acı örnekler ile ortaya çıkmaktadır. Allah cc nin ikramı olan demiri işleyerek güçlü savaş araçları yapanlar bu gücü Davud ve Zülkarneyn  as lar örneğinde olduğu gibi hayra harcamak yerine , şerre harcayarak dünyevi menfaatlerinin icap ettiği şekilde canavarca kullanmaktadırlar.

Allah cc nin elçisi ile indirdiği kitabını okumak demek, sadece bugünkü klasik şekli ile okumak anlamına gelmez. Kur'an hayat içinde karşımıza çıkan sorunlara karşı nasıl bir durum içinde olmak gerektiğini hatırlatan bir kitabtır. Özellikle kıssa yollu anlatımlar geçmişlerden örneklerden vererek yaşanmışlık içinden bizlerin hayatı okumamızı istemekte , fakat bizler bu ayetleri, okumak kelimesinin ifade ettiği dar anlam içinde görerek yapmış olduğumuz eylemler hayat içinde bizlere herhangi bir davranış örneği olarak yansımamaktadır. 

Vahiy kitabını hakkı ile okuyanlar , kainat ayetlerinide Allah cc nin ayetleri olarak görüp onlarında okunması gerektiğini anlarlar. Kainat kitabını okuyarak dünyevi olarak güç ve servet elde edenler bu gücü , indirilmiş olan kitab ile birlikte okuyarak , arz üzerinde ıslah için yaşamak gerektiğini anlarlar ve böyle bir okuma sonucunda elde edilen gücü ve serveti elde tutanların yaşadıkları dünya fesadın olmadığı , zalimlerin kıpırdayamadıkları bir yer olur. 

"Alak" kelimesi , insanın yaratılış aşaması ile ilgili olarak başka ayetlerde de geçmekte olup , pençeyle bir şeyi sıkıca tutmak, yakalamak , ona sıkıca yapışmak anlamındadır. 

"Elalaku"; boğaza asılı kalan bir kurtçuk , pıhtı halindeki kan anlamındadır.
 "Elılku"; sahibinin kendisine bağlandığı bundan dolayı vazgeçemediği şey.
"Elaliku"; yem torbasının içine konup hayvanın üzerine asılan arpa. 
"Elmaluku" ; yavrusuna şefkat ve sevgi göstererek onun yanından ayrılmayan ona bağlılık gösteren dişi deve.

Kullanımlarından örnekler verdiğimiz bu kelime ile , insanın yaratılış aşamasının anlatılması , tıp ilminin bugünkü gibi bilinmediği bir zaman içinde bu kelimenin ifade ettiği anlam ile izah edilmeye çalışılarak rabbimizin yaratma kudretinin anlaşılması sağlanmaya çalışılmıştır. 

"Kalem" kelimesi ,yazmaya yarayan bir araç  ve bu araçla insanın öğrenmiş olması , Allah cc nin insana bilmediğini öğretmesinin yollarından biri olarak süregelmektedir. Allah cc nin insana bilmediğini öğretmesi demek , insanlığın sahip olduğu bütün bilgi birikiminin kaynağı açısından önemli olup onu öğretene karşı saygı duyulmasını gerektirmektedir. Kişinin dünyada hayatı içinde ona öğretmenlik yapan birisine karşı saygı duyması onun nankör olmadığını göstermesi açısından dikkate alındığında , Allah cc nin kullarına bilmediklerini öğretmesi karşılığında onada saygı duyulması gerektiğini hatırlatır . İnsanın nankör olması burada devreye girerek dünyadaki öğretmenine duyduğu saygı kadar bile ona ve herkese öğretmen olan rabbine karşı nankör davranmasının karşılığını hesab günü alacak olması bile bir çok insanı bu nankörlükten vazgeçirememektedir. 

"Elkeremü" ; insandan zuhur eden övgüye layık olan huyların , davranışların adı olarak nuzül öncesi toplumun kullandığı dil içinde anlamını bulmuş bir kelimedir. Mekke toplumunda böyle bir payeye layık olmak için zengin birisi nesi var nesi yok dağıtarak fakir bir duruma düşmekte , sadece  "elkerim" ünvanına sahip birisi olarak hayatını sürdürmeye devam etmekteydi. Böyle bir arka plan  dahilinde , Allah cc nin kendisini "elekrem" olarak vasfetmesi ve diğer ayetlerde onun yanında olanların asla bitmeyeceği onun "elğaniyy" olduğu hatırlatılarak bu kelime ile ifade edilen durumun kendisini asla fakir duruma düşürmediğini bildirmiştir. 

Burada yeri gelmişken , bir kısım kur'an ehli kişilerin "Allahu ekber" terkibinin kullanılmasının yanlış olduğu şeklinde düşüncelere şahid olduğumuzu hatırlatarak bu konunun alak suresindeki "elekrem" kelimesi üzerinden bir bağını kurarak bazılarımızın ne kadar ilmi ve ciddi!! meseleler ile uğraştığını göstermek istiyoruz. 

Ekber kelimesinin kıyaslama içerdiği iddiası ile "Allahu ekber" şeklinde bir kullanımın yanlış olduğu, doğru olanın "Allahu kebir" şeklinde kullanım olduğu iddiasına karşın "kebir " yani büyük kelimesininde kıyaslama içerdiğini hatırlatmak isteriz. Büyük olan bir şeyin büyüklüğünün diğerine göre olduğu unutulmamalıdır. "Zeyd amr'dan büyüktür" derken amr ile kıyaslayarak bunu söyleriz halbuki Zeyd başka birisi ile kıyaslandığında küçük olabilir. 

Burada unutulmaması gereken bir nokta vardır, Allah cc nin kendisini bize tanıtmak için kullandığı bütün isimleri teşbih yani benzetme içermekte ve aşkın bir varlık olan Allah cc bizlerin zihnimizin algıladığı şeyler ile benzetme yaparak kendisini bize tanıtmaktadır. Hangi ismi olursa olsun o günkü arap toplumunun günlük dil ile ifade ettiği kelimeler üzerinden bu anlatım yapılmıştır. "Allahu ekber" kıyaslama içerdiği için yanlış , "Allahu kebir" kıyaslama içermediği için doğru demek kişinin bu konudaki cehaletinin bir neticesidir. 

"Elekrem" kelimesi ismi tafdil sigasından bir kelimedir , ekber kelimeside aynı sigadan olan bir kelimedir. Ekber kullanmak yanlış ise Allah cc neden kendisi için kıyaslamalı !! olan bir kelimeyi yani ekrem kelimesini neden kullanmış acaba?, bu yanlışı !! nasıl farkedememişte kur'an ehli olduğunu zanneden bir takım zevat bunu farketmiş ve Allah cc ye din öğretmeye kalkıyor.

Sonuç olarak; Muhammed as a ilk olarak nazil olduğu kuvvetli  olan alak s. ilk 5 ayetinde ; hiç bir şey değil iken yaratılan insanı yaratan rabbi ona bilmediklerini kalem ile öğretmiş ve o rabbin en  büyük kerem sahibi olduğu hatırlatılarak , insanın bildiği her şeyin onun öğretisi olduğu ve bu bilgisini onun emri doğrultusunda kullanmasını emretmektedir.  

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.