5 Aralık 2014 Cuma

Kur'an'da Namazların Kaç Rekat Kılınacağı Var Mı?

Yazımıza başlık olarak aldığımız sorunun cevabı üzerinde, kendilerine "Kur'an Müslümanı" adı veren bir takım insanların tartışmalarına şahid olmaktayız. Bu tartışmaların temelinde rivayetlere ve yaşanarak gelen bazı bilgilere karşı olan alerjinin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

"Kur'an Müslümanı" şeklinde bir terkibi kullanmanın, diğer terkiplerle kendilerini ifade eden insanlara karşı bir tepki sonucu türediğinin altını çizerek, bize Kur'an'da verilen ismin önüne arkasına veya yanına artı bir ismin gereksiz olduğunu kısaca ifade etmek istiyoruz.

Kur'an'ı öncelleme adına, geleneksel inanç içinde olan bazı yerleşik düşüncelerin sorgulanmaya başlandığı herkesin bilgisi dahilindedir. Geleneksel anlayışa hakim olan rivayet merkezli din anlayışının, Kur'an'ın önüne geçirilmiş olduğu da malum bir konudur. Kur'an'ı okumaya ve anlamaya başlayan insanlar, haklı olarak gelenekteki bu tür anlayışlara karşı çıkmakta ve Kur'anın bu konudaki beyanlarının esas alınmasını dile getirmektedirler.

Bu sorgulama; Kur'an'ın bazı kavramlarının içinin boşaltılması neticesinde, sadece ayinsel ve şekilsel bir duruma dönüşmüş olan "salat" kavramı içinde yer alan ve günlük dilimizde "namaz" olarak bilinen ritüel ibadete de yansımıştır. Bu ritüelin gelenekteki ilmihal bilgileri ile şişirilmiş halinin aynen devam etmesi asla müdafaa edilemez. Özellikle vakitleri ve rekatları konusu üzerinde "sadece Kur'an" denilerek buradan çıkarımlar yapılmaya çalışılması neticesinde, ortaya kaos çıktığını da gözlemlemekteyiz. Bu yazımızda namaz rekatları konusu ile ilgili nasıl bir tutum içinde olmamız gerektiği hakkındaki düşüncemizi paylaşmaya çalışacağız.

"Salat" konusu ile ilgili yazmaya çalıştığımız bazı yazılarda özellikle vurgulamaya dikkat ettiğimiz bir noktayı yine vurgulamak istiyoruz. Vakit ve rekat konusundaki bir takım tartışmalar tevhidî bir gösteri olarak niteleyebileceğimiz bu ibadetin asıl ruhuna gölge düşürmektedir.

Bir kısım insanların, namazın rekatları ile ile ilgili olarak "istediğim kadar kılarım, beni kimse bağlamaz" şeklinde bir düşünce içinde olduğunu görmekteyiz. Şunu ifade etmek isteriz ki; geleneksel ilmihal kitaplarında belirtilen "Farz veya Sünnet Namaz" şeklinde bir ayrımın doğru olmadığının altını çizelim. Öğle dört, ikindi dört, akşam üç, yatsı dört ve sabah iki rekat FARZ olarak kitaplarda geçen bilgilerin, farz şeklinde bir delil ile ortaya konulması da doğru değildir.

Geleneksel fıkıhta bir meselenin "farz" hükmünü alması için "delaleti ve subuti kat'i" şeklinde bir hüküm gereklidir. Böyle bir kat'i olma durumuna, Kur'an'dan başka hiç bir bilgi kaynağı sahip olamaz. Dolayısı ile rekatların "farz" hükmünü alması, onun yukarıda yazmış olduğumuz şekli ile Kur'an'da hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde olmasına bağlıdır.

Ancak "şu namazı şu kadar rekat kılacaksınız şeklinde bir emir; Kur'an'ın hiç bir yerinde yoktur" derken, "herkes kendi istediği kadar rekat kılabilir" şeklinde bir düşünce içinde bunları söylemediğimizi de hatırlatalım.

Burası, tâbir-i caizse, zurnanın zırt dediği yer olup, namaz rekatları konusunda nasıl bir tutum içinde olmak gerektiği sorusunun cevabı önem kazanmaktadır.

Kur'an'a baktığımız zaman; gönderilmiş olan Elçilerin gönderilme sebebleri, bizlere bu konuda nasıl bir tutum içinde olmamız gerektiğine dair bilgi verecektir. Elçilerin bizler için "en güzel örnek" (Usvetün Hasenetün) olduğunu beyan eden ayetleri hepimiz okumaktayız. Bu örnekliğin namaz ritüeli boyutunda nasıl olabileceği hakkında düşüncemiz şudur;

Öncelikle hadis kitaplarını referans göstererek, namazın oradan öğrenilmesi gerektiği düşüncesine katılmadığımızı hatırlatalım. Namaz adı ile bildiğimiz, içinde kıyam, rükû ve secde olan ritüeller, insanlığın kadim bir kültürü olup Muhammed(a.s)'dan önce de bilinen uygulamalar idi. Elçi olduğu zaman kendisine bunları Cebrail'in öğrettiğine dair olan rivayetlerin doğru olmadığını hatırlatmak isteriz.

İnsanlığın bilgi birikimi binlerce yıldır süren ve kıyamete kadar devam edecek bir süreçtir. Bu süreç içinde ilk insanın bilgisini, kendisinden sonra gelen insanlara aktarması şeklinde devam eden süreç, sadece din alanında değil her alanda kendisini göstermiştir. Bugün insanlığın bilgisi olan fizik, kimya, biyoloji, tıp gibi bilim dalları ile ilgili eriştiğimiz sonuçlar, binlerce senedir süregelen bir bilgi alışverişinin ürünüdür. Bu bilgi alışverişi din alanında da bu şekilde yürümüş ve din adına gelen bilgiler, insanların sonraki nesillere aktarması ile süregelmiştir.

Bu süreklilik ibadet alanında da süregelen bir bilgi birikimidir. Secde, rükû, kıyam gibi ritüeller ortak bir bilgi ürünü olup, insanların kulluk ettikleri varlıklara olan ta'zimini gösterir. Bu bağlamda bir müşrik; ilah olarak tanıdığı putunun önünde bunları yaparken, bir başka insan ilah olarak tanıdığı Allah'ın önünde bunları yapar. Adına "namaz" dediğimiz bu ritüeller herkesin kendi ilahına yaptığı bir ta'zim gösterisi olup, binlerce senedir gelen bilgi birikiminin ürünüdür.

Muhammed(a.s)'ın Elçi olarak gönderilmiş olması, bu gösterinin sadece ve sadece Allah'a karşı olması gerektiğini hatırlatmak amacı iledir. Vakit ve rekat konusu, namazın ikinci derecede öneme haiz konuları olup, ilk derecede öneme haiz olan konusu onun TEVHİDİ bir yönelim olması meselesidir. Bu yönün bir tarafa bırakılıp, tali meseleler üzerinde durulması, özellikle Kur'an'ı öncellediğini iddia eden insanlar tarafından yapılmaması gereken ameliyeler olduğunu düşünüyoruz.

Namazın birlik beraberlik içinde yapılan bir tevhid gösterisi olduğunu tekrar hatırlatarak, sosyolojik anlamda insanların birlik ve beraberlik içinde olmalarının ifade ettiği anlam insanlık için önemli bir değerdir.

Namazı bu bağlamda değerlendirecek olursak; özellikle rekatlar konusunda farklı yaklaşımlar sergilemek, "kafama göre takılırım" şeklinde bir düşünce ile olaya yaklaşmak, bu ibadetin asıl ruhuna gölge düşürecektir. Farz anlamında rekat sayılarının Kur'an'da olmayışı bizleri başıboşluğa düşürmek için yeterli bir gerekçe olamaz. 

Elçiler tarih boyunca insanlığın öğretmenleri olmuşlar ve onlara "bilmediklerini" öğretmişlerdir. Bu bağlamda namaz rekatları konusunda Muhammed(a.s)'dan beri süregelen bilgi birikiminin, bizler için yeterli bir delil olarak uygulanmasından bir sakınca görülmemesi gerekmektedir.

Namaz, hadis kitapları tedvin edilmeden önce de var olan ve uygulanan bir ritüel olup, rekatları konusu hadis kitaplarından öte uygulanarak gelmiş bir birikimin sonucu bize kadar ulaşmıştır. Kur'an'da bu rekat konusu ile ilgili ayetleri NİSÂ 101-103 ayetleri arasında okumaktayız.

[004.101] Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, salattan kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır.

[004.102] Sen içlerinde olup da onlara salatı ikame ettirdiğinde, içlerinden bir kısmı seninle beraber salatı ikame etsin, silahlarını da yanlarına alsınlar, bunlar secdeye vardıklarında diğer kısım arkanızda beklesinler, sonra henüz salatı ikame etmemiş olan diğer kısım gelsin seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı bulunup silahlarını da yanlarına alsınlar. Kafirler silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil bulunsanız da size ani bir baskında bulunsunlar diye arzu ederler. Eğer yağan yağmurdan bir güçlüğe uğrarsanız veya hasta olursanız, silahları bırakmanızda bir mahzur yoktur. Bununla beraber ihtiyatı elden bırakmayın. Çünkü Allah kafirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.

[004.103] Salatı ikame ettikten sonra, Allah'ı ayakta iken, otururken, yan yatarken de anın. Emniyete kavuştuğunuzda, salatı gereğince kılın. Salat şüphesiz, inananlara belirli vakitlerde farz kılınmıştır.

Yukarıdaki ayetler savaş durumunda secdeli salat olan namazın nasıl kısaltılacağı beyanı olup, ayetlerin öncelikli mesajının her durumda namazın terk edilmemesi gerektiğini okumak mümkündür.

Namaz rekatları konusunda fikir yürütenler; 102. ayetteki "savaş durumunda tek rekat" olan bir namazın, normal durumlarda iki rekat olması gerektiğini çıkarmışlardır. Öncelikle bu çıkarım mantığının doğru olmadığın söyleyelim. Savaş durumunda tek ise normal durumda ikidir düşüncesi ancak kişilerin şahsi düşünceleridir.

Namaz rekatları konusunda NİSÂ 102 ayetini delil sayarak, Muhammed(a.s)'ın örnekliğini red edenlerin unuttukları önemli bir nokta vardır; NİSÂ Suresi Medine'de nâzil olmuş bir suredir. Bu sebeple 102. ayeti de orada nâzil olmuştur. O ana kadar namaz kılınıyor ise, ki kılınıyordu, rekat ayarlaması neye göre yapıldı? Bu ayet nâzil olana dek Muhammed(a.s), kendi tarafından belirlenen rekat sayısında namazı i'fâ ediyordu ve bu ayet nâzil olana kadar Müslümanlar Elçi'ye uyarak bu eylemi yerine getiriyorlardı. Bize ne oluyor ki, Elçinin örnekliğini red ederek, zorlama te'villerle Kur'an'dan rekat sayılarını çıkarmaya çalışıyoruz?

Düşüncemiz odur ki; Muhammed(a.s) kendi içtihadı dahilinde rekatlar konusunda tasarrufta bulunmuş ve vahiy buna bir yanlışlık itirazında bulunmamıştır. Bu sebeple, bu rekatların bugüne kadar gelen adedi ile namazların ikame edilmesi gerekmektedir. Bu şekil bir tasarruf, vahyin öğretisine rağmen kendi düşüncesini öne çıkaran bir düşünce asla değildir. Elçi olması nedeniyle böyle bir işe kalkıştığında, HÂKKA Suresi ayetleri dahilinde başına geleceği çok iyi bilen birisi, nasıl vahiy öğretisine aykırı bir amelde bulunabilir? Namaz rekatları konusunda vahiy Muhammed(a.s)'a kesin bir talimat vermemiş, inisiyatifi ona bırakmış, o da bunu uygulamıştır.

Burada Muhammed(a.s)'dan beri gelen bilgilerin ne kadar sağlıklı olduğu konusunda haklı olarak tereddütler olacaktır. Bu tereddütlere karşı şunları söyleyebiliriz; namazın rekatları ile ilgili bilgiler hadis kitapları ile değil "uygulamalı tevâtür" dediğimiz bilgi sistemi ile bizlere ulaşmıştır. Din dışı bilgilerin bizlere bu şekilde ulaştığını yeniden hatırladıktan sonra, Müslümanların birçok konuda ihtilaf etmeleri gerçeğinden yola çıkarak, namaz rekatları konusunda ihtilafa düşmemiş olmaları, bu konudaki gelen bilginin doğruluğuna dair bir göstergedir. Tarih boyunca bir çok fıkhî ve itikadî mezheplere bölünen Müslümanların, ortak paydaları olan namaz vakit ve rekatları konusunda ihtilafa düşmemiş olmaları dikkate değer bir noktadır.

Burada da Muhammed(a.s)'ın bu uygulamasının bağlayıcılığı konusu gündeme gelecektir. Muhammed(a.s)'ın namaz rekatları ile ilgili tasarrufu, Kur'an'da açık olarak beyan edilmeyen bir konu hakkında olup, onun Elçi olması nedeniyle yapmış olduğu örneklik dahilinde olan bir uygulamadır. "O yapmış olabilir, beni bağlamaz" şeklinde bir itiraz; kişinin kendi düşüncesini din edinmesi anlamına gelir ki, bu şekil bir itiraz özellikle kendisine Kur'an'a nisbet eden bir Müslümana yakışmaz.

Namazın, Müslümanların birlik ve beraberlikleri ilan ettikleri ortak bir tevhid gösterisi şuuru içinde olanların kendi indi görüşlerini öne çıkararak, ümmetin ortak aklını red etmeleri doğru bir davranış olmayıp, bu tür davranışlar malum çevrelerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Herkesin kendi kafası doğrusunda bir rekat sayısı belirleyip ona göre salatı ikame ettiklerini şöyle bir düşünelim. Birlik ve beraberlik unsurlarından birisi olan bu ibadetin, böyle tali meseleler etrafındaki tartışmalar sebebi ile asıl amacından saptırılması ve sahte ilah ve rablere karşı olan tevhidî mücadelenin bir unsuru olmaktan çıkarılması, özellikle geleneğin ilmihal bilgileri ile doldurulmuş olan yanlışlarına Kur'an adına karşı çıkan insanların aynı yanlışlara düşmesine sebep olacaktır. Bu nokta göz önüne alınarak rekat konusu hakkında Müslümanların herhangi bir itirazları olmamalı. Ana mesele; namazın aslî unsuru olan tevhidî boyutunun öne çıkarılmaya gayret edilmesidir.

Sonuç olarak; Kur'an'ı geleneksel yanlışlara karşı çıkarak öncelleyenlerin, gelenekteki bir takım yanlışlar olan ilmihal kavgalarına düşerek namaz rekatları konusunda tartışmaları bizleri doğru bir alana yöneltmeyecektir. Muhammed(a.s)'ın örnekliğini red ederek kendi örnekliğini veya başkalarının örnekliğini öne çıkararak yapılan rekat sayısı tartışmaları, geleneğin ilmihal kavgalarının modern boyuta taşınmasından başka bir şey değildir. Bu tartışmaların temelini atanların halis bir niyet içinde olmadıklarını düşündüğümüzü hatırlatarak, bu temelleri yükseltmeye çalışan halis niyetle Kur'an'a yaklaşan kardeşlerimize ana meselenin bu değil, tevhid ve onun etrafında bir okuma, anlama ve hayata yansıtma olması gerektiğini tekrar hatırlatmak isteriz.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

4 Aralık 2014 Perşembe

Davud (a.s) a Gelen Davacılar ve İnsanın Halife Kılınması

Kur'an kıssaları mesaj içerikli anlatımlar olması bakımından okunması ve hayata geçirilmesi gereken, bizden öncekilerin yaşanmışlıklarıdır. Bu yaşanmışlıklardan ibret alarak okumak yerine "İsrailiyyat" denilen bilgi kirliliği doğrultusunda okunan kıssaların "Eskilerin Masalları" na dönüştürülmesi kaçınılmazdır. 

Sad s. içinde geçen Davud (a.s) a gelen gelen davacılar ile ilgili kıssa böyle bir kirlilik içinde kalarak okunmuş ve iftiralara varan anlatımlar eski tefsirleri doldurmuştur. Yazımızda bu tür bilgi kirliliklerinden ziyade Kur'an kıssalarını okuma yöntemimizi dahilinde, yapılan anlatımdan bize dönük nasıl bir mesaj çıkabilir sorusuna cevap aramaya çalışacağız. 

Sad s. içindeki Davud (a.s) kıssası surenin 17-26. ayetleri arasında olur yazımıza konu olan davacıların haberi 21. ayetten itibaren başlamaktadır. 

20. ayette mealen " Ve O'nun mülkünü kuvvetlendirmiştik ve O'na hikmet ve fasl-ı hitap vermiş idik." buyurulduktan sonra haberin verilmeye başlanması ayet içinde geçen "Fasl elhitab" konuşmayı ayırabilme kabiliyeti ile birlikte Hikmet in zikredilmesi anlatımdaki mesajı anlamamızı kolaylaştıracak giriş ayeti olduğunu söyleyebiliriz.

Hikmet kelimesi ; "Islah etmek ,düzeltmek maksadı ile engellemek" anlamına gelen "Hakeme" kelimesinden türemiş olup , kelimenin anlamı dahilinde yapılan eylemlerin bütününü içine almaktadır. İnsan da olan bu Hikmet in nereye bağlı olduğu konusu asıl önemli nokta olup, bu kıssada hüküm verme konusu üzerinden Hikmetin nasıl kullanılması gerektiği bizlere öğretilmektedir. 

Kıssa Davud (a.s) örneğinde "Fasl el hitab" ın (sözün doğrusunu yanlıştan ayırmanın)  Hikmet ile olması gerektiğini bize anlatılması bakımından okunması gerektiğini düşündüğümüz kıssanın ayet mealleri şu şekildedir.

[038.021]  Bir de davacıların kıssası geldi mi sana? Hani surdan aşarak mihraba ulaşmışlardı.
[038.022] Davud (un yanın) 'a girdiklerinde, o, onlardan ürkmüştü; onlar dediler ki: «Korkma, iki davacıyız, birimiz diğerimize haksızlıkta bulundu. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, kararında zulme sapma ve bizi doğru yolun ortasına yöneltip-ilet.»
[038.023]  (Onlardan biri şöyle dedi:) Bu, kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken «Onu da bana ver» dedi ve tartışmada beni yendi.
[038.024]  Davud: Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler. Yalnız iman edip de iyi işler yapanlar müstesna. Bunlar da ne kadar az! dedi. Davud, kendisini denediğimizi anladı ve Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah'a yöneldi.
[038.025]  Biz de ondan bunu affettik. Muhakkak ki onun Bize yakınlığı ve güzel bir âkıbeti vardır.[038.026] Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.

21. ayette , davacıların duvarı aşıp Davud (a.s) ulaşmış olmaları , onların kimlikleri üzerinde yorumlara sebeb olmuştur. Davacıların Melek veya İnsan olmaları ikinci derecede öneme haiz bir konu olup , önceliğimiz onların üzerinden verilmek istenen mesaja yönelmek olmalıdır. Klasik tefsirlerde bu tür gereksiz ayrıntılara girilmiş olması kıssalardan hasıl olması gereken amaca gölge düşürmüştür.  

22. ayette , gelenler Davud (a.s) dan aralarındaki problemi "zulme sapmadan" halletmesini talep etmektedirler. Bu talep , insanlar arasında hüküm verme yetkisine sahip olan hakimlerin nasıl bir yol izlemeleri gerektiği mesajını vermektedir.

23. ayette , hasımların ilki derdini Davud (a.s) a anlatmaktadır. Anlaşmazlığın koyun ile ilgili olması bu kıssayı mesaj içerikli bir okumaya tabi tuttuğumuzda , koyunların yerine her türlü anlaşmazlık konularını koymak mümkündür. Asıl olan anlaşmazlık konusu ne olursa olsun davacılar arasında adil hüküm vermektir.

24. ayette , Davud (a.s) diğer hasmı dinlemeden karar vermektedir. Kıssanın ana konusu, diğer davacınında dinlenerek , davanın değerlendirilmesi gerekirken ilk davacının zulme uğradığı düşüncesi üzerinden diğerini mahkum etmek olup bu tür bir yöntemin hatalı olduğu mesajı verilmektedir. 

Olayı şu şekilde bir değerlendirmeye tabi tutmak mümkündür ; Kendisinin 1 koyunu , diğerinin 99 koyunu olduğunu iddia eden kişinin gerçekte hiç koyunu olmamış olabilir , diğer davacının ise 100 koyunu olmuş olabilir. Hiç koyunu olmayan kişi ,100 koyunu olan kişiden, kendisinin 1 tane  olduğu iddiasında bulunduğu koyunu  çalmış olabilir , bu surette tek koyunu olan zalim , 99 koyunu olan mazlum olmuş olabilir. Diğer kişi dinlenmiş olsaydı o tek koyunu neden istediği anlaşılabilir ve doğru bir hüküm verilebilirdi , Davud (a.s) duygusal davranarak tek koyunu olan kişinin lehinde hüküm vermiş ve bu verdiği hüküm adil bir karar olmadığını anlamıştır.

Kıssada davanın sonucunun nasıl olduğu, kimin haklı kimin haksız olduğunun zikredilmemiş olması , yapılan anlatımın olay merkezli bir anlatım değil, mesaj merkezli bir anlatım olmasındandır.

24. ayet içinde geçen "Zanne" kelimesi üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Bu kelime , "Bir emareden hareketle ulaşılan bilgini adı" anlamında olup , bu emarenin zayıf veya güçlü olmasına göre kelimenin anlamı değişkenlik arz eder. Davud (a.s) ın denendiğini zan etmesi , bizim günlük dilimizde kullandığımız, zayıf emareden hareketle ulaşılan bilgi anlamında değil , güçlü emareden hareketle ulaşılan bilgi anlamındadır. Meallerde "Zan" kelimesinin çevirisini "Anladı" şeklinde yapanlar daha doğru bir anlamı yakalamış olup bu kelime ile ifade edilmek istenen anlamı yansıtmaktadır.

25. ayette , Davud (a.s) ın bağışlandığı beyan edilmekte olup , bu bağışlanma yapılan bir hatanın karşılığıdır , bu hata ise kendisine  aralarında doğru karar vermek için gelen davacılardan sadece tek tarafı dinlemiş olması diğer tarafı dinlemeden kararını vermiş olmasıdır. Kıssanın mesajı bu bağlamda olup hüküm konusunda nasıl bir yol takip edilmesi gerektiği Davud (a.s) örnekliğinde öğretilmektedir.

26. ayette , kıssadan alınması gereken mesaj anlatılmakta olup , Davud (a.s) ın "HALİFE" kılındığı hatırlatılmaktadır. Bu halife kılınma Adem (a.s) kıssasında da karşımıza çıkmaktadır. 

"İnsanın arz üzerinde halife kılınmış olması" ne anlama gelmektedir ? sorusu burada önem kazanmaktadır. 

"Halife" kelimesi ; birisi tarafından atanmış kendi mülkü olmayan bir şey üzerinde geçici tasarruf hakkı bulunan kişi anlamında kullanılır , bu halifelik asıl mülk sahibinin kişiye verdiği bazı imkanları , mülk sahibinin direktifleri doğrultusunda kullanmayı gerektirir. 

Davud (a.s) örnekliği üzerinden verilen insanın arz üzerinde halife kılınması , insanı hilafet görevine atayan kişinin emirlerini arz üzerinde yerine getirmek esasına dayalı bir sistemi öngörür. Davud (a.s) kıssasını Kur'an genelinde okuduğumuzda , onun mülk sahibi olarak yaptığı icraatlar , sonraki gelen mülk sahiplerine örneklik teşkil etmesi gerekmektedir. 

Mülk sahibi olarak "astığı astık kestiği kestik" bir yönetim sergilemeyen Davud (a.s) , kime karşı sorumlu olduğunu hiç bir zaman unutmamış ve Halife olduğunun şuuruna vakıf bir yönetim sergilemiştir. Mülk sahibi olup ta kendisinin Halife değil Asil olduğunu zanneden bir kısım yönetim sahiplerinin akıbeti (Firavun , Karun v.s) anlatılarak , diğerlerin ibret alması amaçlanmıştır. 

Sonuç olarak ; Davud (a.s) üzerinden örneklenerek , yanlış sözün doğru sözden ayırabilme kabiliyeti (Fasl elhitab), ona verilen Hikmet ile birleştirilerek nasıl olmaması gerektiği üzerinden verilerek , nasıl olması gerektiği anlatılmaktadır. Hatadan dönme erdemini göstermenin güzelliği de burada görülmekte olup , bu da ayrı bir örneklik olarak bizlere sunulmaktadır. Hakim pozisyonunda olan kişilerin hüküm verirken uyması gerekenler onların halife olmuş olmaları hatırlatılarak yapılmakta ve herkesin yaptıklarından ve kararlarından ötürü sorumlu olduğu en üst mercii olarak Allah (c.c) olduğunun unutulmaması istenmektedir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

3 Aralık 2014 Çarşamba

Haşr s. 7-10. Ayetleri ve Unuttuğumuz Bir Kavram "İSAR"

İnsanı İnsan kılan hasletlerden bir tanesi de, ihtiyacı olan herhangi bir şeyde kendisini değil başkasını öncelemesi olup, bu davranışın İslam literatüründeki ismine İSAR denilmektedir. İnsan da bencil duyguların olması bu şekil bir erdemli davranışın bir çok İnsan da ortaya çıkmasını maalesef engellemektedir. 

"Asrı Saadet" olarak nitelenen ilk Müslümanların yaşadıkları zaman ve mekanlardaki olaylar karşısındaki davranışları , kendilerinden sonra gelen bizler için örneklik teşkil etmektedir. Bu devir içinde Müslümanların Mekke den Medine ye hicret etmesi şeklinde gerçekleşen bir olay olduğu herkesin malumu olup "Muhacir Ensar kardeşliği" şeklinde gerçekleşen olaylar hepimizin malumudur. 

Haşr s. 9. ayeti bu gerçekliğe işaret ederek, yaşanmış bu durumun bizler içinde örnek olarak kıyamete kadar hatırlarda kalmasını ve hayata geçirilmesini amaçlamaktadır.  Konuyu daha doğru anlamak için Haşr s.7-10. ayetleri okumak gerekmektedir.

[059.007]  Allah'ın, fethedilen memleketler halkının mallarından Peygamberine verdikleri; Allah, Peygamber, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir; ta ki içinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Resul size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun; Allah'tan sakının, doğrusu Allah'ın cezalandırması çetindir.

[059.008] (Allah'ın verdiği bu ganimet malları,) yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.

[059.009]  Ve onlardan önce o yurda yerleşen imana sarılanlar kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir.

[059.010]  Onlardan sonra gelenler: «Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma; Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin» derler.

Ayetlerden anlaşılacağı üzere , savaş ganimetlerinin taksiminde , her şeyini terk ederek sadece Allah rızası için Medine ye gelen Muhacire ayrı bir pay verilmiş ve bu verilenden ötürü Ensar ın asla rahatsız olmadığı vurgusu yapılmaktadır. 

Ayetlerin nuzül dönemi tarihsel bağlamı bu merkezde olup , bize dönük mesajından önce , "Parmak ayı gösterirken aya değil parmağa bakmak" yöntemi ile yapılan bir okuma örneği üzerinde durmak istiyoruz. 

Bilindiği üzere geleneksel İslam düşüncesinde Muhammed (a.s) ın Kur'an harici hüküm koyma yetkisinin olduğu düşüncesi mevcut olup , bu yetkinin onun Devlet Başkanı veya Ordu Komutanı olması sıfatı ile değil  Elçi olma sıfatı ile olduğu ,yasaklamaların o günkü konjonktür gereği değil Kur'an ile eşdeğer olan yasaklamalar olduğu düşüncesi mevcuttur.

Bu bağlamda , Altın , İpek , Ehli Eşek etlerinin yasaklanmış olması gibi yasakların evrensel bir haramlılık olduğu ve kıyamete kadar geçerli olan yasaklar olduğu düşüncesi mevcut olup , bu düşünceye delil getirilen ayetlerden birisi de Haşr s. 7. ayet içinde geçen "Resul size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun" cümlesidir.

Bırakın siyak ve sibakı gözetmeyi, ayet içinden cımbızlanarak seçilen Bektaşi Mantığı ile okunan bir cümle , Muhammed (a.s) ın Kur'an harici olan yasaklamalarının kıyamete dek geçerli olduğu düşüncesine delil getirilmeye çalışılmıştır. Ümmi bir yaklaşım ile yani ön kabullerden uzak bir yaklaşım ile okunan bu ayette ki asıl mesajın , siyak ve sibak içinde okunduğu zaman  FEDAKARLIK mesajı olduğu ve bu fedakarlığın nasıl hayata geçirildiğinin belgesi olduğudur. 

"İSAR" kavramı ; Kişinin kendi ihtiyacı olmasına rağmen , karşısındaki kişinin de aynı ihtiyaç içinde olduğunu görerek , kendisinin ihtiyacını bir kenara iterek karşısındaki kişinin ihtiyacının giderilmesine razı olmak demektir. 

Bu tür bir özveri her Babayiğidin harcı olmayıp ancak imanı gönüllerine yerleştirmiş olanların yapabileceği bir ameldir. Mü'min kişi , elinde olan mal ve servetin kendi malı olmadığını , Allah (c.c) nin ona rızık olarak verdiği geçici Dünya metaı olduğunu , o malın üzerinde sadece emanetçi olduğunu bilincinde olarak diğer ihtiyaç sahiplerinin de o malda hakkı olduğunu bilir. Hiç bir Mü'min "«Allah dileseydi doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım?" şeklinde bir itirazda bulunarak başkalarının da hakkı olan mallarını infak etmekten kaçınmaz. 

Medineli Ensar bu özverinin en üst noktası olan ve İSAR kelimesi ile ifade edilen olgunluğu göstermiş , bırakın ellerindeki vermeyi , ihtiyaçları olduğu halde bile kendilerini geriye iterek Muhacir kardeşlerini öne çıkarmışlardır. 

Gelelim esas konumuz olan İSAR kavramının Ensar ve Muhacir arasında nasıl gerçekleştiği üzerinden  bizlere dair olan mesajına;

Bugün Suriye ve Irak ta olan savaş nedeni ile yerlerinden can korkusu ile Türkiye ye gelen binlerce insan olduğu malumumuzdur. Bu insanların bir çoğu yaşadıkları beldelerde hayatlarını idame ettirmelerini sağlayacak imkanlara sahip iken, taşıyabilecekleri kadar eşyaları ile Türkiye ye göç etmek zorunda bırakılmışlardır. 

T.C hükümetinin bu muhacirlere yapmış olduğu yardım takdir edilmesi gerekirken , şikayetlere sebeb olduğu , gelen muhacirlere yabancı gözü ile bakılarak onlara düşmanca bir tavır alındığı da malumdur. Yardım kuruluşlarının ve kişisel olarak bu insanlara yapılan yardımların varlığını da hatırlatarak , bu yardımlarda bulunanların ecirleri Allah (c.c) katında karşılık görecektir. 

Esas meselemiz, bize ne oldu da  böyle zorluklar içinde kalmış insanlara yapılan yardımlara karşı çıkıyoruz , ve onlara düşmanlık yapıyoruz?. Bir an için kendimizi onların yerine koyarak , bizlerin yerinden yurdundan çıkmak zorunda kalarak perişan bir hale düştüğümüzü gözümüzün önüne getirelim. İhtiyaç içinde kalarak başkalarının uzatacağı yardım eline muhtaç olmanın zorluğunu herhalde o hale düşen bir kimseden başkası bilemez. 

"Bize ne oldu?" sorusunun cevabı , yapılan bu yardımların neden yadırgandığı ve karşı çıkıldığınının cevabını da verecektir. 

Dünya malına karşı olan ilgi , İnsan fıtratının bir sonucu olup bu ilginin esas yurt olan ahiret unutulmadan olması gerektiği bir çok ayetin beyanıdır. "Salih amel" olgusunun İman ile birlikte zikredilmesi sadece "İman ettim" demenin işe yaramadığının bir göstergesi olup "Salih amel" in olmadığı imanın geçerli olmadığı yine ayetlerin beyanından öğrenilmektedir. 

"Salih amel" deyimi içine giren davranışlardan birisi de infak etmek , ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılamak şeklindedir. Müslümanların Dünya hayatına karşı olan aşırı ilgisi bu tür erdemli davranışları engelemekte olup buraya nasıl gelindiğinin sorgulanması önemli bir noktadır. 

Televizyon yarışmaları ile özellikle bencilliğin pompalanması , "Gemisini kurtaran kaptan" veya "Altta kalanın canı çıksın" misali hayatların empoze edilmeye çalışılması bu programların reyting rekorları kırıyor olması bu tür hayat tarzının insanlarda tercih edilmeye başlamış olmasının bir işareti olarak görülebilir. 

İnsan olmanın gereği olarak , "Mazluma Dini ve Irkı sorulmaz" düsturu gereğince bu durumda kalan insanlara , önce "biz bu halde olsaydık ne olurdu" şeklinde düşünerek yardım elini uzatmak zorunda olduğumuzu , bunu yapmasak dahi yapılan yardımlara karşı düşmanca bir tavır almamak zorunda olduğumuzu unutmayalım.

Müslüman olmak demeyi ,kendi düşüncemiz dışındaki insanlarla tartışmak ve onları tekfir etmek olarak görmeye başladığımız bu zamanlarda bu tür erdemli davranışlar içinde bulunmak zorunluluğumuz olduğunu unutmamanın önemi bu günlerde daha çok ortaya çıkmaktadır. 

Sonuç olarak; Müslüman olmak iddasında bulunmanın sadece söz ile değil , salih amel ile birlikte olması gereğine binaen , ihtiyacı olan birisine karşı takınmamız gereken tavır Yasin s. 47. ayetinde gördüğümüz tavır değil Haşr s. 7-10. ayetleri arasında gördüğümüz Ensar Muhacir kardeşliği örneği olmalıdır. İSAR kelimesi ile ifade edilen bu örnekliğin hayata yansımasına her zaman ihtiyacımız olduğu gibi , bugün özellikle savaş nedeni ile ülkelerini terkederek Türkiye ye gelen insanlara karşı göstermek zorunda olduğumuz hatırlayalım. Bırakın İsar kelimesinin ifade ettiği kardeşini öncelemeyi , onlara T.C tarafından yapılan yardımlara bile düşmanca bir tavır takınan Müslümanların bu tutumlarını terkederek onlara yapılan yardımlara destek olması gösterilebilecek en doğru tutumdur. 

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

26 Kasım 2014 Çarşamba

Kitap ve Hikmet Üzerine Kur'anda Bir Gezinti

Bazı yazılarımızda vurgulamaya çalıştığımız üzere Kur'an'ı doğru anlamanın önündeki en büyük engellerden birisi; oluşturulmuş olan ön kabullerin delilini aramak amacı ile okunması ve ayetlerin bu ön kabuller doğrultusunda anlaşılmaya çalışılmasıdır. Bu yöntem ile okunan Kur'an ayetleri alakasız konulara delil olarak sunulmuş ve "Allah böyle diyor" denilerek kitleler aldatılmıştır.

Geleneksel İslam düşüncesi içinde Hadis ve Sünnet'in vahiy olduğu, bunların da aynen Kur'an ayetleri gibi indirildiği şeklinde bir söylemin olduğu hepimizin malumudur. Bu ön kabullü düşünceye delil olması için bir takım Kur'an ayetleri o düşünce doğrultusunda te'vil edilerek, sonradan oluşma bu düşünceyi Kur'an'a onaylatma girişimlerinde bulunulduğu da hepimizin malumudur.

Kur'an'ın bazı ayetlerinde Muhammed(a.s)'a indirilen Kitap ile birlikte Hikmet'in de zikredilmiş olması, Hadis ve Sünnet'in vahiy olduğu düşüncesine sahip olanlar için bir delil olarak görülmüştür. Böylece Hikmet'in Sünnet olduğu, dolayısı ile "Sana Kitap ve Hikmet indirdik" şeklindeki ayetlerden; indirilen Kitap'ın Kur'an, indirilen Hikmet'in Sünnet olduğu düşüncesi hakim olmuştur.

En baştan söylediğimiz gibi; ön kabullu bir okuma ürünü olan bu düşünceyi Kur'an bütünlüğünde değerlendirdiğimiz zaman, Muhammed(a.s)'a indirilen tek bir şeyin olduğu konusundaki bir çok ayetin mevcudiyeti, inen şeyin sadece Kur'an olduğunu anlatmaktadır.

Yazımızın ana gayesi Hikmet'in ne olmadığı üzerine değil, ne olduğu üzerinedir. Hikmet'in ne olmadığı ile ilgili olarak Hikmet Kur'an'dan Ayrı Olarak İndirilmiş Bir Vahiy midir? başlıklı bir yazımız mevcuttur.

Burada "Hikmet nedir?" sorusunun cevabının, Kur'an ayetlerinden bulunarak ne olduğunun ortaya konulması gerekmektedir.
   
Hikmet kelimesi; "ıslah etmek, düzeltmek maksadı ile men etmek, engellemek" anlamlarına gelen "Ha-Ke-Me" kelimesinden türemiş olup, sözlükteki anlamı dahilindeki işlemleri yapmanın ismidir.

HİKMET; EŞYANIN TABİATINA HAKİM OLMAK VE ONU YÖNETMEK KABİLİYETİNİN ADIDIR.

Bu bağlamda yaratılan bütün insanlara Hikmet verilmiş olup, asıl mesele verilen bu Hikmetin yani "ıslah etmek, düzeltmek maksadı ile men etmek" şeklindeki amellerin dayandığı ölçünün ne olacağıdır.

[006.136] Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zanlarınca, bu Allah'a, bu da ortaklarımıza (putlarımıza) dediler. Ortakları için ayrılan Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar?

EN'AM 136 ayetinde Mekkeli müşriklerin verdikleri HÜKMün ne kadar kötü olduğunun bildirilmesindeki mesajlardan birisi de; onlara verilmiş olan doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırma melekesini doğru kullanmadıkları, dolayısı ile yapmış oldukları şirk amellerinin kendilerine doğru göründüğü, bunun yanlışlığını haber vermeye gelen Elçiye var güçleri ile karşı çıkma amaçlarının kendi doğrularına göre hareket etmeleri olduğudur.

[038.004-6] Aralarından bir uyarıcı gelmesine şaşırdılar. İnkârcılar; «bu yalancı bir sihirbazdır» dediler.İlâhları hep bir ilâh mı kılmış? Bu cidden şaşılacak bir şey: çok tuhaf. İçlerinden ileri gelenler fırladılar ve dediler ki: «İlâhlarınız üzerinde sabır ve sebat edin. Bu, gerçekten arzu edilen bir murad!»

Burada Allah(c.c) tarafından gönderilen Elçi ve Kitapların fonksiyonu öne çıkmaktadır. Şöyle ki; insanda yaratılıştan gelen bir özellik olan Hikmet yeteneği, ona verilen kullanma kılavuzuna göre yönetilmelidir ki insana verilen Hikmet onun elinde bir silah olup zulüm ve fesada dönüşmesin.

[002.011-12] Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, «Biz ancak ıslah edicileriz» derler. Bilesin ki onlar, fesadçıların ta kendileridir de bunun farkında değiller.

Allah(c.c)'nin Elçilerine verdiği Kitap, hem onlara verdiği Hikmeti, hem de diğer insanlara verdiği Hikmeti nasıl kullanacaklarına dair gerekli olan kılavuzdur. Olayı teşbihî bir misalle anlatacak olursak; herhangi bir yerden aldığımız beyaz eşya türünden bir elektronik aleti, eğer o aletin içinde bulunan kullanma kılavuzuna göre çalıştırmaz isek alet doğru çalışmaz ve arıza çıkarır. Tarih boyunca gönderilen Kitaplar işte böyle bir kullanma kılavuzu olup bu kılavuzu kullanmayıp, kafasına göre kılavuzlar icat edenlerin akıbetlerinin ne olduğu ve olacağı bir çok ayet içinde haber verilmiştir.

Hikmet kelimesi ile yakından alakalı olduğunu düşündüğümüz "Ayet" ve "Kitap" kelimelerinin de bu konu içinde açıklığa kavuşması gerektiğini düşünüyoruz.

"Ayet" kelimesini kısaca; "Allah(c.c)'nin yaratmış olduğu ve onun kudretine delalet eden her şeyin genel adı" olarak tarif edebiliriz. "Kitap" kelimesini de; "bu ayetlerin toplanmış olduğu yerin adı" olarak tarif edebiliriz. "Kainat Kitabı" deyimi bu anlamda kullanılmış olup, gördüğümüz ve görmediğimiz yaratılmış olan şeylerin bütünü için söylenen bir deyimdir.

"Kitap verilmek" deyimini 2 ayrı açıdan değerlendirmek mümkündür.
  1. Yaratılan bütün insanlara, yaşadığı dünyada ayakta kalmak için kendisine verilen doğuştan gelen bazı özellikler,
  2. İnsanlar içinden seçilen Elçilere Allah(c.c)'nin vahy etmesi şeklinde verilen "okunan Kitap".
Bu bağlamda yaratılmış olan bütün insanlara Kitap verilmiş olup, beşer Elçilere bizden farklı olarak vahyedilmek sureti ile verilmiş ilave bir "okunan Kitap" mevcuttur.

[002.031] Allah, Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra bütün nesneleri meleklere göstererek, «Haydi, eğer davanızda haklı iseniz, bunların isimlerini bana söyleyin» dedi.

BAKARA Suresi içinde anlatılan Adem kıssası içinde "Adem'e bütün isimlerin öğretilmesi"ndeki mesaj; bütün insanlara hayatı okumaları için gerekli olan bilginin onlara doğuştan kodlandığını anlatmaktadır.

"Kitap ve Hikmet" ikilisi, yaratılmış olan insanların hepsinde var olan bir olgu olup, insan doğuştan kendisinde var olan Kitap bilgisini yine kendisinde var olan Hikmet bilgisi ile yani doğruyu yanlıştan ayırt etme kabiliyeti ile okuyarak hayat içinde yönünü çizer. Elçiler bu noktada çok önemli bir role sahiptirler ve insanlığın bir nevi öğretmenleri olup, beşer olarak yaratılışlarında bulunan Kitap ve Hikmet bilgilerini, Allah(c.c)'nin onlara indirdiği Kitap ile yönlendirerek diğer insanlara örnek olmuşlardır.

[004.113] Eğer sana Allah'ın bol nimeti ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir takımı seni sapıtmaya çalışırdı. Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar, sana da bir zarar vermezler. Allah sana Kitap ve hikmet indirmiş, sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın sana olan nimeti ne büyüktür.

[033.034] Ve hanelerinizde Allah'ın âyetlerinden ve hikmetten tilâvet olunanları hatırlayınız. Şüphe yok ki, Allah latîf, habîr bulunmaktadır.

Elçilere indirilmiş olan Hikmet, onlara indirilen okunan Kitap gibi inen bir şey olmayıp, insan olmaları nedeniyle yaratılışlarında bulunan bir özelliktir. Bu bağlamda Hikmete sahip olma açısından Elçilerin diğer insanlar ile farkı olmayıp, tek farkları; kendilerine inmiş olan okunan vahiy Kitabının onlara çizdiği yol üzerinden giderek kendilerinde bulunan Hikmeti, okunan vahiy Kitabı doğrultusunda hayata pratize etmeleridir.

Doğuştan kendisine Kitap bilgisi verilen insan yine kendisine verilen Hikmet sayesinde, "Kainat Kitabı"nı okur. Ancak bu okuma Hikmete göre olacağı için, Hikmetin neye göre şekillendiği önem arz eder. Hikmeti vahye göre mi yoksa şeytana göre mi şekillendireceği meselesi, insanlık tarihi boyunca problem olmuştur. Hikmeti Allah'a göre şekillendirmek isteyenler ile şeytana göre şekillendirmek isteyenler arasındaki mücadele binlerce sene boyunca sürmüş olup, kıyamete dek de sürecektir.

Bu izahlardan sonra diyebiliriz ki; Muhammed(a.s)'ın şahsında ona atfedilen ve "Sünnet" olarak bildiğimiz, yaşadığı hayat içinde yapmış oldukları vahiy değil, vahiy kaynaklıdır. Bunu sloganlaştıracak olursak; "SÜNNET VAHİY DEĞİLDİR ANCAK VAHİY KAYNAKLIDIR" şeklinde söylemek mümkündür.

[002.128-129] Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin. Ey Rabbimiz, içlerinden onlara senin ayetlerini okuyacak, Kitab'ı ve hikmeti öğretecek, kendilerini kötülüklerden arıtacak bir Resul gönder. Hiç şüphesiz sen azizsin ve hikmet sahibisin.»

BAKARA Suresi ayetlerinde; İbrahim(a.s)'ın, oğlu İsmail(a.s) ile Beyt'in temellerini yükseltirken yapmış olduğu duada, kendi nesillerinden olanlara Kitabı ve Hikmeti öğretecek bir resul gönderme duasının nasıl karşılık bulduğu şu ayetlerde görülmektedir.

[002.151] Nitekim Biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir Resul gönderdik.

[003.164] And olsun ki Allah, inananlara, ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitap ve hikmeti öğreten, kendilerinden bir Resul göndermekle iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler.

[062.002] Ümmiler arasından kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir Resul gönderen Allah'tır: Halbuki onlar daha önceleri apaçık bir sapıklık içindeydiler.

Bu ayetler bizlere Resullerin görevlerinin ne olduğu hakkında bilgi vermekte olup, kısaca onlara İNSANLIĞIN ÖĞRETMENLERİ diyebiliriz. Allah(c.c)'nin kullarına vermiş olduğu yetenekleri hem nasıl kullanacaklarına dair mesajları getirmiş olmaları, hem de o mesajların hayata nasıl yansıyacağını kendileri pratize ederek göstermeleri açısından Elçiler bizler için örneklik teşkil etmektedir.

Bu öğretmenlik, fıtratta bulunan Allah(c.c)'yi Rab olarak bilme itiyadını kaybederek, onun dışında rablere kul olan insanlara, bu sahte rab ve ilahlara karşı nasıl mücadele edileceği şeklinde ortaya çıkarak diğer insanlara örneklik oluşturmuştur.

Bu bağlamda özellikle bu örnekliğe karşı çıkmak şeklinde tezahür eden Kur'an anlayışlarının bir çok ayeti inkar etmek olduğunu hatırlatmak yerinde olacaktır.

Kur'an, kendisine verilen Kitap ve Hikmeti vahyin veya şeytanın hizmetinde kullanan insanların örneklerini vererek olumlu ve olumsuz örneklerden hangisini seçersek onların akıbetlerinin benzeri ile karşılacağımızı haber vermiştir. Bu konuda iki örnek olarak Davud(a.s), Süleyman(a.s), Yusuf(a.s), Zülkarneyn(a.s) ve isim verilmeyip fakat imana çağıran mü'minler; Firavun, Haman, Karun, Nemrut, Kur'an'da "Mele" olarak bildirilen önde gelen müşrikleri gösterebiliriz.

[002.251] Allah'ın izniyle onları hemen hezimete uğrattılar. Davud da Calut'u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğunu da ona öğretti. Şayet Allah'ın insanları birbiriyle def'edip savması olmasaydı yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Ancak Allah, alemler üzerinde lutuf sahibidir.

[038.020] Ve O'nun (Davud'un) mülkünü kuvvetlendirmiştik ve O'na hikmet ve fasl-ı hitap vermiş idik.

Davud(a.s) kıssasını hatırlayacak olursak; mülk sahibi bir elçi olup elindeki bu gücü, kendisine verilen Hikmet'i Allah(c.c)'nin vahyi doğrultusunda kullanmasına örnek olarak demiri işlemesi ve o demiri kullanarak elde ettiği savaş gücünü, kuşların ve dağların tesbihini bozmama yolunda yani arz üzerindeki dengeyi bozmama yolunda kullandığı görülür.

Aynı şekilde mülk sahibi olan bir başka insan olan Firavun, kendisinde olan Hikmeti vahyin doğrultusunda kullanmayı red ederek kendisi İlahlık ve Rablik iddiasında bulunmuştur. Kendi koyduğu ölçüleri Hak kabul etmiş ve bunun karşısındaki düşünceleri fesad olarak nitelemiştir.

[040.026] Bir de Firavun: bırakın beni, dedi: öldüreyim Musâyı da o rabbına duâ etsin, zira ben onun dininizi değiştirmesinden ve yâhud Arzda bir fesad çıkarmasından korkuyorum

[040.029] «Ey Kavmim, bugün mülk sizindir, yeryüzünde de hüküm sahibi kimselersiniz. Fakat bize Allah'tan dayanılmaz bir azab gelecek olursa bize kim yardımcı olabilecek?» Firavun dedi ki: «Ben, size yalnızca gördüğümü (kendi görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi doğru olan yoldan da başkasına yöneltmiyorum.»

Firavun bu sözleri söylerken gayet samimi ve kendi koyduğu ölçüler dahilinde kendisini doğru yolda ve ıslahçılardan görüp, Musa(a.s) ve Harun(a.s)'ı sapık müfsid görüp, onların dalalet yolunda olduklarını söylüyordu. Bunun sebebi; kendisindeki Hikmeti bağlamış olduğu şeyin vahiy olmamasıdır.

[004.058] Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.

NİSA 58 ayeti, insanlar arasında hüküm verme konusunda uyulması gereken evrensel kuralın "Adalet" olmasını beyan ederek, bunun nasıl gerçekleşeceğini Davud(a.s) kıssasının anlatıldığı SÂD 21-26 ayetleri arasında kendisine gelen davacılar arasında nasıl hüküm vermesi gerektiğini öğreten ayetlerde görmekteyiz.

Muhammed(a.s) ile ilgili olarak kullanılan Hadis ve Sünnet adlı malzemeyi nereye koyacağımız meselesi açıklığa kavuşmaktadır. Şöyle ki;

Muhammed(a.s) insan olması nedeni ile diğer insanlara verildiği gibi ona da doğuştan gelen yetenek olarak Kitap ve Hikmete ek olarak, Elçi olarak seçilmiş olması nedeni ile ona okunan vahiy kitabı verilmiştir.

Bütün insanlarda olan Kitap ve Hikmet yeteneğinin nasıl kullanılacağı meselesi en son Elçi Muhammed(a.s)'a indirilen tek şey olan, okunan vahiy kitabı yani KUR'AN'da beyan edilmiş ve kendisi de bu beyan dahilinde bir hayat yaşayarak örnek olmuştur.

Hadis ve Sünnet dediğimiz şeyler onun Elçilik safhasında söylemiş olduğu sözler ve yapmış olduğu fiiller olup, tartışılması gereken husus bu malzemelerin bize ulaşmış olan halinin Kur'an'la uyuşup uyuşmadığıdır. Çünkü onu görenlerden aktarılanlar, onu görmeyenlere gelene kadar yolda bazı kazalara uğramış olma ihtimali yüksektir.

Hadis ve Sünneti, Kur'an gibi indirilmiş bir vahiy olarak görmek; yapılabilecek en büyük hata olup bu şekil bir delil ancak kelimeleri yerinden oynatmak sureti ile olup Kur'an bütünlüğünden asla böyle bir delil çıkması mümkün değildir.

Sonuç olarak; Kitap ve Hikmet kelimeleri çerçevesindeki ayetler maalesef bir takım ön kabullu okumalara kurban edilmiş, özelikle Hikmet kelimesi Kur'an çerçevesinden çıkarılmıştır. Böylece Muhammed(a.s)'a indirilmiş olan Kur'an ile eş tutularak Hadis ve Sünnet ile alakalandırılmıştır. Yaratılmış olan bütün insanlara yaşadığı hayat içinde ayakta kalması için sahip olduğu bilgiler olarak tarif edebileceğimiz Kitap ve Hikmeti, diğer Elçilere verilen okunan vahiy Kitabı doğrultusunda kullanmanın gerektiğini beyan eden Rabbimiz bu doğrultuda bir çok Elçi ve Kitap göndererek insanlara doğru ile yanlışı ayırt etmede kullanacakları ölçünün ne olması gerektiğini öğretmiştir. Tarih boyunca olan mücadelenin özetini, insanlara doğuştan verilen bu Hikmetin vahye bağlanmasını isteyenler ile vahye bağlanmasını istemeyenlerin savaşı olarak nitelemek herhalde yanlış olmayacaktır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

24 Kasım 2014 Pazartesi

Nahl s. 125. ve Enam s. 108. ayetleri Çerçevesinde Davet Metodumuz

 İnsanların birbirleri ile farklı düşünmeleri doğal bir durum olup , her insan diğer bir insanın kendisi gibi düşünmesini arzu eder , bu arzunun gerçekleşmesi için yapılan çalışmalara İslam literatüründe "Tebliğ" veya "Davet" denilmektedir.  Bu arzuların gerçekleşmesi için bir usul ve metod gerekli olup bunları Kur'an içindeki ayetlerde bulmaktayız.

Biz Müslümanlar arasındaki usul ve metod hataları bir çok konuda bizleri sıkıntıya soktuğu gibi , bizim gibi düşünmeyen birisine karşı takınmamız gereken tavır ve ona karşı izlememiz gereken usul konusunda da, usul ve metod hataları içinde olduğumuz malumdur. Bu tür usul hataları tarihin her devrinde yapılmış olup bu gün de yapılmaktadır. Yazımızın konusu , Kur'an ayetlerinin bizlere bu konuda beyan ettiği usulu yeniden hatırlayarak biz gibi düşünmeyen birisine karşı nasıl bir tutum sergilemek gerektiğini oradan öğrenmektir. 

Yazımızın konusunun davet metodu ve bu metodun kendi içimizdeki uygulaması etrafında olduğunu hatırlatalım.

 " BİZİM GİBİ DÜŞÜNMEYEN" birisine şeklinde bir söz kullanma sebebini yazımızın başında izah etmek istiyoruz.

Bir kimse , herhangi bir konuda başka bir kimse ile tartışıp onunla görüş ayrılığına düştüğü zaman karşısındakine söylediği söz " SEN YANLIŞSIN" şeklinde bir itiraz olup her iki taraf ta karşısındakine bu şekilde bir ithamda bulunur. Her iki kişi kendi düşüncesinin doğru olduğunu , dolayısı ile karşısındaki kişinin yanlışta olduğunu düşünür. Bu tür sözler daha ileri safhalarda kişilerin birbirlerine , küfür , hakaret ve tekfir etme aşamalarına getirdiği için, öncelikle karşımızdaki kişiye olan davranışımız "yanlış" içinde olduğundan çok , "bizim gibi düşünmediği" için şeklinde olursa , ortak bir düşünce içinde olmak şeklinde bir durum içine girme isteği daha bariz bir biçimde ortaya çıkacaktır.  

Kişilerin birbirleri ile olan tartışmalarında empati yaparak tartışmaları önemli bir noktadır. Bir kimse karşısındaki kişiye "sen sapıksın" şeklinde bir itham ile giderse , aynı ithamı karşısındaki kişiden de göreceğini unutmamalıdır. Karşıdaki kişiye ithamdan ziyade onun düşüncesinin yanlış olduğunu delil ile anlatması gerekir ki yapılan tartışmadan doğru bir sonuç elde edilebilsin. 

Tabi bunu söylerken tartışan kişilerin, nefis tatmini amacı ile tartışmaya girmemiş oldukları,sadece hakkın ortaya çıkması gibi bir amaç etrafında olduklarını varsayarak bunları söylüyoruz. bunun dışındaki bir amaç ile yapılan tartışmaların fayda yerine iki tarafa da zarar getireceği unutulmamalıdır. 

 Tartışan tarafların ortak bir noktada buluşmaları gerekmektedir ki , yapılan tartışmadan veya davetten netice alınabilsin,ortak bir bilgi kaynağı üzerinden yapılmayan tartışmalar en baştan sonuçsuz kalmaya mahkumdur,öncelikle bu konu etrafında birlik sağlanması gerekmektedir.  

"Müslüman" ismini taşıyanların tek bilgi kaynağı "KUR'AN" olup bunu dışında özellikle "HADİS" adı verilen malzemenin doğruluğunun Kur'an ile sağlanması şeklinde ortak bir düşünce oluşmadan yapılan tartışmalarda , bir tarafın Kur'an ayetlerini sunup , diğer tarafın karşı tez olarak rivayetleri sunması ortaya çelişki çıkaracak olup önceliğin ne olması gerektiği önem arz etmektedir.

 [022.008]  İnsanlardan kimi de vardır ki, ne bir bilgiye, ne bir yol göstericiye(HÜDEN), ne de aydınlatıcı MÜNİR) bir Kitab'a dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.

 
[031.020] [DI] Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, ne bir yol göstericiye(HÜDEN) ve aydınlatıcı(MÜNİR) bir Kitap bulunmadan tartışanlar vardır.

Hacc s. 8 , Lokman s. 20. ayetlerinde , Allah hakkında tartışmak için gereken ortak bilgi kaynağının "HÜDEN" (yol gösterici) , "MÜNİR" (aydınlatıcı) özelliklerine sahip olması gerektiği beyan edilmektedir. Bu özelliklere haiz olan tek kitabın KUR'AN olduğu hepimizin malumu olup , Kur'ana alternatif olarak sunulan bilgi kaynaklarının böyle bir vasfa sahip olmadığı bilinmelidir. 

"Hüden" ve "Münir" olan bir Kitabı önlerine koyarak ortak bir düşünce içinde olmaya çalışanlara aynı Kitab şu yolu göstermektedir.

 [016.125]  Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.

Ayet öncelikle "Rabbinin yoluna" diyerek çağrının nereye olması konusunda bilgi vermektedir. Devamında bu çağrının nasıl olması gerektiği beyan edilmektedir. "Onlarla" ifadesi ayetin nuzül bağlamı ve Muhammed (a.s) a olan çağrısı etrafında düşünülecek olursa , muhatap kişiler Müşrikler olup , ayetin bize dönük mesajını okuduğumuzda öncelikle bu ayetin kendi içimizde hayata pratize edilme gereği ortaya çıkmaktadır , çünkü bizler Dini başkalarına anlatmadan önce kendi içimizdeki yanlışları ortadan kaldırmak durumundayız. 

Nahl s. 125 . ayeti bizlere , karşımızdaki insana olması gereken davranışımız hakkında bilgi vermekte olup , bu ayet çerçevesi içinde yapılan bir bilgi alış verişi doğruya ulaşma noktasında kişilere yol göstericidir. 

[006.108]  Allah'tan başkasına dua edenlere  sövmeyin ki, onlar da cahillikle ileri giderek Allah'a sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel gösterdik, sonra dönüşleri Rab'lerinedir. O, işlediklerini haber verir.

Enam s. 108. ayetinin bize dönük mesajını şu şekilde okumak mümkündür; Karşımızda tartıştığımız kişini öne çıkarmış olduğu , Kur'an dışındaki kişi , kitap veya düşünceye karşı aşağılayıcı , hakaret vari bir yaklaşım sergilememek zorundayız ki aradaki diyalog kopmasın, eğer böyle bir tutum içinde olursak karşınızdaki kişinin size de aynı tür bir yaklaşımda bulunmasına kapı aralamış olursunuz. 

Rabbimizin Musa ve Harun (a.s) lara Firavuna karşı nasıl bir dil kullanmaları gerektiğini beyan eden Taha s. 44. ayeti bizler için önemlidir. 

 [020.044] Varın da ona yumuşak söz (KAVLEN LEYYİNEN) söyleyin; olur ki, öğüt dinler, yahut korkar.

Karşımızdaki kişinin düşüncesi bizim için ne kadar korkunç ve yanlış olursa olsun bu kişiye sözün yumuşağı ile müdahele edip, ona doğru olduğunu düşündüğümüz şeyleri Hüden ve Münir olan kaynaktan aktarmak zorundayız. 

Karşımızdaki bizim düşüncemizi kabul etmedi ise ne yapabiliriz? . Bu sorunun cevabı yine Kur'an dadır. 

Bir çok ayette , Muhammed (a.s) a kendisinin "Beşir ve Nezir" (Müjdeleyici ve Korkutucu) olduğu, vazifesinin sadece kendisine vahy edilene çağırmak oldğu , kimse üzerine vekil kılınmadığı , kimseye zorlama yapamayacağı şeklindeki beyanlar bizlere bu konuda son noktayı nasıl koymak gerektiğini bildirmektedir. Abese suresi ilk ayetleri bu konuda bizlere güzel bir örnektir. 

Müslümanların her zaman kendi içlerindeki sorunları çözme metodları inandıklarını ddia ettikleri kitabın içinde olup , bazılarımızın bu Kitabı savunmak için, Kitap içindeki ayetleri göz ardı ederek diğerimizi tekfir ederek onu dışlama yoluna gitmiş olmaları doğru bir tutum değildir. 

Şu hiç bir zaman unutulmamalıdır ki , bu Dinin sahibi biz değil Allah (c.c) dir. Kimseye "İllaki biz gibi düşünceksin" şeklinde bir dayatma yapmaya asla hakkımız yoktur. Bizler ancak doğru bildiğimizi karşımıdakine anlatmakla yükümlüyüz ve gerisi o kişinin insiyatifine kalmıştır. 

Şu hiç bir zaman unutulmamalıdır ki , söylemlerimizde "en doğru ve hak benim dediklerim" şeklinde sözleri kullanmaktan kaçınmak gerekmektedir . Din hakkında söylediklerimiz bizlerin anladığı Din olup , ayetlerden verdiğimiz delil o ayetlerden çıkardığımız yorumlardır hata payı asla unutulmamalıdır. 

"Allah böyle diyor ben demiyorum" şeklindeki sözlerle ayetlerden delil getirmek doğru bir  metod değildir , şunu asla unutmayalım ki ayetlerden getirdiğimiz yorum bizim çıkarımlarımız olup söyleyebileceğimiz en doğru söz , "Benim bundan anladığım bu dur" şeklinde olmalıdır.

Sonuç olarak; Müslümanların kendi aralarındaki düşünsel sorunları çözmek için uymaları gereken kurallar yine Kur'an içindeki ayetlerde beyan edilmiştir. Bu ayetler bizleri değil Kafir veya Müşriklere dir demeden ayetlerin bize dönük mesajlarını okuyarak hayata pratize etmek zorunluluğumuz vardır. Karşımızdaki kişiye önce empati ile yaklaşarak , ona "Sapık" damgası ile yaklaşacak olursak aynı damgayı kendimizin de yemesi kaçınılmazdır. Yanlış olduğu düşünülen fikirler "HÜDEN ve MÜNİR" (Yol gösterici ve aydınlatıcı) olarak bilinen ortak bir kitap etrafında yapıldığı takdirde , amaç gerçeklerin ortaya çıkması ise bu amacın gerçekleşeceği muhakkak tır , amaç spor müsabakası şeklinde yapılırsa bu tür tartışmalar hakkı ortaya çıkarmak yerine nefsi tatmin aracı olmaktan öteye gitmeyecektir. 

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

22 Kasım 2014 Cumartesi

Mustafa İslamoğlu nun Abese s. İlk Ayetlerine Verdiği Anlam Hakkında Bir Düşünce

Son günlerde bir takım cemaatlerin hedef tahtası haline gelen Sayın Mustafa İslamoğlu hoca ya karşı Abese suresi ilk ayetlerine verdiği anlam üzerinden yeni bir karalama kampanyası başlatıldığına şahid olmaktayız. Bu kampanyanın öncülerine baktığımız zaman, kendilerine bağlı olanlara "Din" olarak Kur'an tarafından onay görmeyen ne kadar hurafe bilgi varsa onları anlatarak Samiri misali " Sizin Dininiz bu dur" dediklerini görmekteyiz. Sayın hocanın bu tür anlatımlara karşı Kur'anı öne çıkarma gayreti hurafe dini temsilcileri tarafından şiddetli bir biçimde karşılık görmüş ve görmektedir. 

Sayın hoca asla eleştirilmez veya hata yapmaz bir kişi değildir. Hatta hatalarını dile getirmekten hiç çekinmediğimizi bizi tanıyanlar çok iyi bilmektedir , ancak Hocaya karşı Abese suresi ilk ayetlerine verdiği anlamdan ötürü yapılan bir eleştiri var ki buna sadece "AHLAKSIZLIK" demekten başka bir ad bulamıyoruz. Bu yazımızda Hoca nın bu ayetlere verdiği anlam hakkında düşüncelerimizi herkese örnek olması gereken ilmi ve ahlaki bir uslup dairesinde dile getirmeye çalışacağız. 

Sayın Hoca nın Abese suresi ilk ayetlerine verdiği anlam ve gerekçeleri şu şekildedir. 

 1 O (KİBİRLİ ADAM) surat astı ve sırtını dönüp uzaklaştı,
2- yanına âmâ geldi di- ye,.. (1)
3- "Ve (sana gelince Ey Nebi!) Sen nereden bileceksin o (müşrikin) arınacağına (2) dair bir ihtimal (3) bulunduğunu; (4) veya alacağı öğütün kendisine yarar sağlayacağını?
4 - 5- Fakat, kendi kendine yettiğini sanan (5) kimseye gelince:
6 -Sen bütün ilgini ona yönelttin; (6- 7) oysa ki, onun arınmaması- nın sorumlusu sen değilsin,-
7- 8- fakat sana büyük bir iştiyakla gelen var ya:
9 -ki o Allah'a saygıda kusur etmez-
10- işte sen onu ihmal ediyorsun.

 (1) Veya: "O (Peygamber) surat astı ve sırtını dönüp uzaklaştı, yanına âmâ geldi diye..." Müteakip 3 ve 4. âyetlerin okunuşuna bağlı olarak ilk iki âyetin özneleri değişir. Bu âyetlerin öznesi- nin Hz. Peygamber olduğunu ittifakla söyleyen klasik tefsirin tercihinde, Muvatta ve Tirmizi'nin Sünen'inde nakledilen nüzul sebebi rivayeti belirleyici olmuştur. Fakat Tirmizi rivayeti sorunludur. Mamafih bu rivayetler bile tercihimizi dolaylı olarak onaylar. Tercihimizin gerekçesi, "surat astı" ['abese) ve "sırt dönüp uzaklaştı" [tevellâ) fiillerinin aynen geçtiği Müddessir 23-24. âyetler ve orada anlatılan tiptir. Nüzul sebebi rivayetlerine dikkatle bakın- ca, Hem 74:23-24'teki hem de buradaki olayda aynı isimlerin geçtiği görülür: Velid b. Muğire ve/veya Ubey b. Ka'b.

 (2) Yezzekkâ'mn aslı yetezekka'dır. Dönüşlü kiptir. Kipin bu bağlamdaki açılımı şudur: Vahiy gibi arıtan bir öznenin varlığı tek başına yetmez. Onun yanında insan da arınmaya gönüllü olmalıdır ki işlem tamamlansın.

(3) Lealle edatının bu bağlamdaki en uygun karşılığı.

(4) Veya: "Ve (ey Peygamber); sen nereden bileceksin; belki de o arınacak veya alacağı öğüt kendisine bir yarar sağlayacaktı?" İki âyetlik bu uzun cümlenin i'rabı, mâna farklılığına izin verecek bir yapıdadır. Klasik tefsir iki hatta üç mef'ul alan yudrîke geçişli fiilim ya biri zamir (Ke/sen) diğeri mahzuf iki mef'ulle izah etmiş, ya da arkasından gelen le'alle edatının kalp fiillerinden olduğunu, üstelik talep ve temenni bildiren bir istifham olduğunu söyleyen Ebu Ali Farisi'ye dayanarak, bu durumda yudrî fiilinin iki- üç değil, tek tümleç isteyen fiile dönüştüğünü, sonrasının da müstakil bir cümle olduğunu sa- vunmuşlardır (Nkl: îbn Aşur). Tercihimiz, yudrî fiilinin iki mefulüyle birlikte (biri ke zamiri diğeri müteakip iki cümle) tek bir cümle gibi okunmasına dayanmaktadır. Bu âyet İslâm'a davette seçkinci yaklaşımı reddetmektedir.

(5) Istiğna'daki sin ve te'nin mânaya kattığı yan anlam.

(6) Zımnen: "böyle yapmak sana yakışmadı". Bu Allah Rasulü'ne açıkça "Bir daha böyle yapma" uyarışıdır. Burada soru şudur: Vahiy seyrek de olsa ara sıra yer verdiği Hz. Peygamber'e ait bu gibi 'zelle'leri örtemez miydi? Eğer örtseydi, kimsenin haberi olmazdı. Peki, o zaman ne diye dile getirip onları ölümsüzleştirdi? Bu ve buna benzer tüm soruların cevabı bu sûrenin 23. âyetinde verilmiştir: Hatasız kul olmaz. Peygamberler de buna dahildir. Şu halde Hz. Peygamber'in görevi "Nasıl hatasız kul olunur?" sorusunun isbatmı ortaya koymak değil, "Hata yapılınca nasıl özür dilenir, nasıl tevbe edilir, nasıl geri dönülür?" sorularının isbatmı ortaya koymaktır. Allah'ın kendi elçisine "Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım" demesini emretmesinin temelinde yatan sebep de bu olsa gerektir.

(7) İlahi şefkatin beliğ bir ifadesi. Demek ki uyarı alan bu davranışın temelinde Nebi'nin aşırı sorumluluk duygusu vardı. Bu âyet Rasulullah'ın içtihad ettiğinin ve içtihadında yanıldığında Allah'ın onu düzelttiğinin beyanıdır. Düzeltilen o içtihat "varlıklı ve hatırlı kimselerle fazla ilgilenilirse imana geleceklerine dair" yanlış görüştür. Eğer vahyin müdalahesi olmamış olsaydı, onun içtihadı "sünnet" olacaktı. Hz. Peygamber Amiroğuîlarmdan olan babası yerine soylu Mahzumoğlullarmdan olan annesine nisbetle anılan Îbn Ümmi Mektum'u gördüğünde "Merhaba ey Rabbimin kendisi yüzünden beni uyardığı kişi" dermiş. Biz Kur'an'da anlatılan diğer peygamberlerin kıssalarında da onaylanmayan içtihatlar görüyoruz. Hz. Musa'nın bir kulun davranışlarına karşı iç- tihatları (18:71, 74, 77), Hz. Nuh'un oğlu hak- kındaki içtihadı (11:45), Hz. İbrahim'in soyu ve babası hakkındaki içtihadı gibi (9:114).

Sayın Mustafa İslamoğlu hoca yukarıda vermiş olduğumuz Abese s. 1-10. ayetleri meali ve gerekçesinde özet olarak , 1. ayette "Surat asıp sırt çevirip uzaklaşan" kişinin Muhammed (a.s) olmadığını , Muhammed (a.s) tebliğ yapmaya çalıştığı bir MÜŞRİK olduğunu iddia etmektedir.

Sayın Hocanın bu düşüncesi elbette tartışılır , buna girmeden önce ilk ayetin mealine parantez içine aldığı KİBİRLİ ADAM kelimesinin Hocaya karşı linç kampanyasına girişenler tarafından Muhammed (a.s) a KİBİRLİ ADAM dediği iddiası AHLAKSIZCA söylenmiş bir iftiradan başkası değildir. Bu iftiraları atanlar Hocanın böyle bir iddia da bulunmadığını çok iyi bilmelerine rağmen, cahil ve koyun sürüsünden farksız , okuma , araştırma gibi melekeleri öldürülmüş olan bağlılarının araştırma ihtiyacı hissetmeden bu iftiralara inanacaklarını bildikleri için hiç çekinmeden dillerini bükebilmektedirler. 

Sayın Hocanın Abese suresi ayetleri ile ilgili olarak vermiş olduğu anlam şahsi bir düşüncesi olup bunu gerekçesinde belirtmiştir. Ancak Hocayı eleştiren EHLİ SÜNNET taifesinin Kur'an anlayışlarını ele alacak olursak bir sürü Kur'an dışı rivayetlerin Kur'ana onaylatmak için Kur'anı tahrife varan anlamlar verdikleri ve "Allah böyle diyor" diyerek iftiralar attıklarını unutmayalım. Şirk düşüncelerini "Din bu dur" diyerek yaymaya çalışanların önce kendi şirklerini düzeltip sonra başkalarını düzeltmeye kalkışmalarını tavsiye ederek sayın Hocanın meali ile ilgili düşüncelerimizi aktarmaya çalışalım.

Öncelikle empati yapıp , Abese s. 1. ayetindeki bahsedilen kişinin sebebi nuzül rivayetleri doğrultusunda okunması neticesinde bu düşüncenin pekiştiğini söyleyebiliriz , şayet böyle bir rivayet olmasa idi bu gün ilk ayet içinde bahsedilen kişinin Muhammed (a.s) olduğu düşüncesine sahip olanlar linç edilme durumu ile karşı karşıya kalacak oldukları kuvvetli bir ihtimal sayın Hocanın doğrultusunda yapılan mealler revaç görecekti.

Ayetleri sebebi nuzül rivayetlerini göz önüne almadan veya sayın Hoca nın görüşleri doğrultusunda yapılan mealleri yanlış şeklinde bir ön kabul de bulunmadan Abese s. ilk ayetleri hakkında şunları söyleyebiliriz.

[080.001]  Surat astı ve yüz çevirdi;
[080.002]  Kendisine o ama geldi diye.
[080.003]  Nerden biliyorsun; belki o, temizlenip-arınacak?
[080.004]  Yahut öğüt alacak da bu öğüt, kendisine fayda verecek.
[080.005]  Ama kendisini müstağni gören.
[080.006]  Sen ona yöneliyorsun.
[080.007]  Oysa, onun temizlenip-arınmasından sana ne?
[080.008]  Ama sana koşarak gelen,
[080.009] Ki o, 'içi titreyerek korkar' bir durumdadır;
[080.010]  sen ondan tegafül ediyor (ona ilgi göstermiyor) sun.

Ayetlerin siyak ve sibakından anlaşılacağı üzere ortada 1-Elçi, 2-Ama, 3-Müstağni kişi olmak üzere 3 kişi vardır , problem 1. ayetteki ameli işleyenin kim olduğudur.

Ayetler basit bir okuma ile okunduğunda , Muhammed (a.s) Müstağni kişi ile uğraşırken o anda yanına gelen Ama ya karşı ilgisiz davrandığı , hatta surat asıp yüz çevirdiği ve Müstağni kişi ile uğraşmaya devam ettiği anlaşılabilir ve doğru olduğunu düşündüğümüz okumanın bu olduğunu da söyleyebiliriz.

Burada Sayın Hoca nın tercih ettiği "Anlam yorum" tarzı mealler hakkında bir çekincemizi belirtmek isteriz. Bu tarz ile yapılan meallendirmeler metne sadık kalarak yapılan çeviri olmaktan çok , çeviren kişinin düşünce yapısından kaynaklanan Kur'an anlayışını tercümeye yansıtmak şeklinde yapılmış olmasından dolayı hata yapma payı yüksek olan bir çeviri tarzıdır.

2. ayette " En caehul'ama" ( O Ama geldiğinde) ibaresinde "Cae" kelimesini anahtar bir kelime olarak okuyarak , 1. ayette ki surat asıp yüz çevirenin kim olduğu 8. ayete bakılıp kolayca anlaşılabilir. 8. ayetin metni olan "Ve emme men caeke yes'a" (Ama sana koşarak gelen) ibaresindeki "Ke" (sana) zamirinin muhatabı Muhammed (a.s) olduğu konusunda herhangi bir ihtilaf yoktur. 2. ve 8. ayetlerde "Cae" fiili ile bahsedilen kişi Ama kişi olup o kişiyi bırakıp diğer Müstağni kişi ile uğraşmaya devam eden kişi Muhammed (a.s) dır.

Sayın Hoca 1. ayete (KİBİRLİ ADAM) parantezi ile gömleğin ilk düğmesini yanlış ilikleyince diğer düğmelerinde yanlış iliklenmesi misali 3. ayet içine açtığı (müşrik) parantezi ile yanlışa devam etmiştir.

Halbuki 8. ve 9. ayetlerde  Muhammed (a.s) ın, kendisine koşarak ve korkarak gelen Ama yı bırakarak , 5.6.7. ayetlerde ki Müstağni kişi ile ilgilendiği , 2.3.4 ayetlerde geliş sebebi beyan edilen Ama ya karşı olan tutumunun 1. ayette eleştirildiği şeklinde yapılacak bir okumanın daha doğru sonuç vereceğini düşünmekteyiz. 

Sayın Hoca yıllar önce bu ayetler ile ilgili olarak farklı bir düşünce içinde olup , yüz çeviren kişinin Muhammed (a.s) olduğu düşüncesinde idi. Geçen yıllar içinde bu görüşünden dönmüş olmasını elbette yadırgamıyoruz. Aksine, doğrudan yanlışa dönmek gibi bir tutum içinde olması bundan sonraki yıllarda bazı yanlışlarından dönmek gibi bir erdem içinde olduğunu göstermesi açısından olumlu bir gelişmedir. 

Ancak sayın Hocanın gerekçesinde belirtmiş olduğu gramer kuralları binlerce yıllık bir geçmişe sahip olup , sayın Hocanın aksi görüşte olduğu yıllar içinde de aynı kurallar geçerli idi ve bunu sayın Hoca çok iyi biliyordu. Gramer kurallarını gerekçe göstererek böyle bir yorumda bulunmuş olmasını anlamakta zorlandığımızı ifade etmek istiyoruz. Sayın Hoca eğer "Önceden bu kuralı bilmiyordum" şeklinde bir bahane ileri sürecek olursa , "özrü kabahatinden büyük" deyimine uygun bir bahane üretmiş olacaktır.

Sonuç olarak ; Sayın Mustafa İslamoğlu Hoca Abese suresi ilk ayetlerine vermiş olduğu anlam ile yanlış bir çeviri yapmış olduğunu düşünmekteyiz , ancak bir takım guruhun onun bu yanlışı üzerinden iftira ve karalama kampanyası başlatmasına asla müsade edilmemesi gerektiğini de düşünmekteyiz. Kur'an meali yapan hiç kimse hatadan beri değildir ancak yapılan bu hataların bazı kişileri linç etme girişimi olarak kullanılması olayın başka bir tarafı olduğu yönündeki ihtmalleri kuvvetlendirmektedir. Sayın Hoca nın eleştirilmez olduğu asla savunulamaz ve hataları asla ört bas edilemez , bu hataları iftira ve karalamaya dönüştürülmeden , ilmi ve ahlaki bir uslup dahilinde dile getirilmek mecburiyetindedir. Kaleme almaya çalıştığımız bu yazının ilk amacı böyle bir usluba örnek olmak çalışması olup sayın Hoca ya karşı başlatılan karalama kampanyasının öncülerinin önce kendi paçalarından akan ŞİRK pisliğini temizlemeleri ,tercih ettikleri Kur'an meal ve tefsirlerindeki tahrifkar ibareleri düzeltip Kur'an a sadık kalan bir anlayışa döndürmelerini tavsiye ederiz. 

                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

20 Kasım 2014 Perşembe

Araf s. 172-173. Ayetleri Hakkında Bir Düşünce Çalışması

İnsanların bir kısmının Müslüman ebeveynden veya Müslümanların yaşadıkları topraklarda doğmaması nedeni ile Müslüman olamamaları, dolayısı ile Cehennem azabı ile karşılık görmek durumunda kalmaları, özellikle ateist kesim tarafından itirazlara sebep olmaktadır. "Onların ne kabahati var da Müslüman bir ebeveynden veya Müslüman bir toplumda doğmadılar?" şeklindeki itirazî sözleri, birçoğumuz tarafından işitilmekte ve kafa karışıklıklığına sebebiyet vermektedir.

Kur’an’ın birçok ayetinde beyan edildiği üzere; “hesap günü kimseye zulum edilmeyeceği" düsturundan yola çıkarak, hesab günü bu durumda olan insanların durumlarının ne olacağı konusunu A’RÂF 172-173 ayetlerindeki beyandan öğrenmek mümkündür.

[007.172-3] Rabbin, insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim» demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da: «Evet şahidiz» demişlerdi. Bu, kıyamet günü, «Bizim bundan haberimiz yoktu» dersiniz veya «Daha önce babalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi, boşa çalışanların yaptıklarından ötürü yok eder misin?» dersiniz diyedir.

Ayete baktığımız zaman; kıyamet günü Ademoğullarının tamamının sorguya çekileceği görülmektedir. Bu durum geleneksel düşünce içinde tartışılan "Fetret Ehli’nin durumu” meselesine, yani Elçi ve Kitap çağrısı hiç işitmemiş olanların durumu hakkında da bilgi vermektedir. Kitaplarda "Fetret Ehli’nin" hesap gününde;

1- hesaba çekilecekleri,
2- hesaba çekilmeden yok edilecekleri

gibi farklı düşünceler ileri sürülüp tartışılmıştır. Ayetin beyanına göre; hesaba çekilecekleri görülmektedir. Ancak şurası muhakkaktır ki adalet gereği, dünya hayatında onlara imtihana çekilecekleri bir kitap verilmemiş olmasından dolayı, Kitap içindeki bir takım emirleri (namaz, oruç, hac vb.) uygulayıp uygulamadıklarından hesaba çekileceklerini söylemek güçtür.

Ayete baktığımız zaman; görsel bir anlatım tarzı şeklinde olması, bazı yanlış düşünceleri de beraberinde getirmiştir. Şöyle ki; insanı “ruh-beden" şeklinde ikiye ayıran geleneksel düşünce, bu düşünce doğrultusunda önce ruhların yaratıldığını iddia etmektedir. Dolayısıyla da bu sözün ruhlar aleminde(!) alındığını dile getirmektedir. Kur’an’da “ruh-beden" şeklindeki bir ayrıma dair herhangi bir delil olmaması, bu düşüncenin doğru olamayacağını göstermektedir.

Bu bağlamda “fıtrat" kelimesinin anlaşılması ve bu kelime doğrultusunda yapılacak bir anlama çalışması; (hâşâ) Allah(c.c)’nin adil olmadığı konusundaki düşüncelerin değerlendirmesini yapmamızı sağlayacaktır.

"Fıtrat" kelimesini kısaca "varlıkların yapısını oluşturan kanunlar bütünü" olarak tarif edebiliriz. Bu kelimeyi insan ile ilgili olarak kullandığımız zaman RÛM 30 ayeti karşımıza çıkmaktadır.

[030.030] O halde yüzünü bir hanif olarak dine tut, Allah’ın insanları kendisi üzerine yarattığı fıtratına. Allah'ın yaratışında değişme yoktur, dosdoğru sabit din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

RÛM 30 ayeti; İNSANLARIN, ÇOĞU BİLMEDİĞİ için (hâşâ) Allah’a karşı yalan ve iftira attığı bir gerçeği dile getirmektedir. Bu gerçek; İNSANLARIN eşit olarak aynı fıtrat üzere yaratmış olması gerçeğidir. Bu fıtrata göre; Mekke’nin göbeğinde doğan birisi ile Avustralya’nın balta girmemiş ormanlarında doğan bir Aborjin yerlisi aynı derecede eşit bir yaratılışa sahiptir.

İbrahim(a.s)'ın EN'AM Suresi içinde anlatılan kıssası bu duruma işaret etmekte olup, fıtratı çalıştırmanın bir örneğini göstermektedir. Yıldızlara, aya ve güneşe bakıp "bunlar Rabbim" deyip, onların kalıcı olmadığı üzerinden böyle bir yüceltmeye layık olamayacakları, asıl olanın bunları bir yaratanın olduğunun düşünülmesini öğütlemektedir.

Yine bu bağlamda bütün insanlardaki ortak duyu organları fıtratın çalışmasını sağlayan unsurlar olup bu durum Kur’an'da şöyle ifade edilmektedir;
[016.078] Allah sizi annelerinizin karnından siz hiç bir şey bilmez halde iken çıkardı. Size, şükredesiniz diye kulaklar (SEMİ), gözler (BASAR) ve gönüller (FUAD) verdi. Ta ki şükredesiniz.

[023.078] O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne kadar az şükrediyorsunuz.

[032.009] Sonra da onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne kadar az şükrediyorsunuz?

[067.023] De ki: «Sizi inşa edip-yaratan, size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz?»

[046.026] Onlara size vermediğimiz servet ve kuvvet vermiştik, onlara kulaklar, gözler ve gönüller yaratmıştık. Fakat ne kulakları ne gözleri ne de gönülleri kendilerine bir yarar sağlamadı. Zira düşünüp ibret almıyorlardı, tersine bile bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar. Ve alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi. 

SEMİ (işitme) - BASAR (görme) - FUAD (gönül veya vicdan) üçlüsü yaratılan tüm insanlara bahşedilmiş olup, bu duyular sayesinde kendilerini yaratan üstün bir gücün var olduğunu ve bu üstün gücün astında olarak ibadet edilen varlıkların böyle bir yetkisi olmadıklarını fıtraten bilmesi için gerekli alt yapı donanımına haiz olarak yaratılmıştır. A'RÂF 172-173 ayetleri işte bu duruma işaret eder.

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna olumlu cevap vererek “evet" diyen bizler, dünyanın her neresinde doğmuş olursak olalım, yaratılış genlerimizde bizi yaratan bir Rabbin var olduğunu mutlaka biliriz. Kıyamet Günü istisnasız, mükellefiyet gerektirmeyecek durumlarda olarak doğanlar hariç, herkes huzur-u ilahîde hesaba çıkacaktır.

Burada Kıyamet Günü kendilerine Kitap ve Elçi bilgisi ulaşmış insanların hesabı ile ulaşmamış insanların hesabı aynı olmayacağı gerçeğinin göz ardı edilmemesi gerekmektedir.

Allah (c.c) insanlara Elçileri vasıtası ile Kitap göndererek, onlara uymaları gereken bir takım emirlerini bildirmiştir. Kitap ve Elçi çağrısı ile muhatap olanlar, Kıyamet Günü’nde bu Elçilerin ve Kitapların çağrılarına uyup uymadıkları noktasında karşılık göreceklerdir.

Ancak yaşadığı zaman zarfı içerisinde Elçi ve Kitap çağrısı duymayan birisinin, Kıyamet Günü doğal olarak kendisine bilgi verilmeyen konulardan sorguya çekilmeyeceği de adalet gereğidir. Bu kategoriye dahil olanlar namaz, oruç, hacc gibi ibadetleri yapmamış olsalar, domuz eti gibi haram olan etleri yemiş olsalar dahi, bunların farziyeti veya haramlılığı konusunda kendilerine bilgi ulaşmadığı için sorumlu sayılmayacaklardır.

Kendisine Elçi ve Kitap bilgisi ulaşmayan herhangi bir kişi, fıtratını işleterek kendisini ve gördüklerini bir yaratanın olduğu, mensup olduğu topluluk şayet taştan tahtadan putlara tapıyor ise ve o kişi bu putların herhangi bir tapınma yetkisi olmadığı şuuru içinde böyle bir tapınmaya layık olan daha üst bir varlığın olduğunu düşünerek o topluluğun putlarını red etse, bu kişinin Kıyamet Günü alacağı karşılık Cennet olacaktır. Velev ki ömründe abdest alıp namaz kılmamış, oruç tutmamış vb. yükümlülüklerini yerine getirmemiş olsa bile.

Özellikle ateist kesimin kurcaladığı bu konu; onların RÛM 30 ayetindeki beyan doğrultusunda bilmediklerinin bir kanıtı olup, Allah’a yalan ve iftiralar ile (hâşâ) O’nun adaletsiz ve zalim olduğunu düşünmelerinin ne kadar yanlış olduğunu göstermektedir.

Bu bağlamda ateistlerin Çin, Hindistan veya dünyanın Müslümanların olmadığı bir bölgesinde doğanların şanssız olduğu, Müslüman bir beldede doğanların şanslı olduğu, dolayısı ile bunların eşit olmadığı şeklindeki savları; onların cehaletlerinin bariz bir dışa vurumudur. Ne Müslüman olan bir ebeveynden doğmak şans, ne de Müslüman olmayan bir ebeveynden doğmak şanssızlık değildir. Dünyaya gelen herkes, içinde bulunduğu şartlar çerçevesinde sürdürdüğü hayatından kendisi sorumlu olacaktır.

Kıyamet Günü hiçkimsenin, kendi ebeveyninin yapmış olduğuna tâbi olduğunu iddia ederek sorumluluktan kurtulamayacağı A’RÂF Suresi ayetleri içinde önemli bir husustur. Kimsenin bahane üreterek işin içinden sıyrılabilme şansı olmadığı gibi Müslüman bir toplum ve ebeveyn dışında doğmuş olsa bile Allah’ı Rab olarak bilmediği takdirde cezası, diğer Rab bilmeyenlerle aynı adrestir. Bunun tersi olarak Müslüman bir toplum ve ebeveyn dışında doğmuş olsa bile Allah’ı Rab olarak bilmiş ise; onun yeri Allah’ı Rab bilen diğer kişilerle aynı adres olacaktır.

Sonuç olarak; A'RÂF 172-173 ayetleri, görsel bir anlatım metodu ile Allah(c.c)'nin yaratmış olduğu bütün insanların fıtratına, kendisini Rab olarak bilmelerini sağlayacak olan, diğer ayetlerde SEMİ-BASAR-FUAD olarak bildirilen duyu organlarını verdiğini göstermektedir. Bu bağlamda dünyanın her neresinde doğarsa doğsun insanların hepsi eşit olarak yaratılmış olup, hesap gününde kendilerine ulaşan bilginin muhteviyatından sorumlu olacaklardır.

Bu yazıyı yazma sebebimiz sadece ateist kesimin bu tür sorularını cevaplamak değildir. Kur’an’a inanmayan birisine, inanmadığı bir şeyden delil sunmak yapılacak en büyük hatadır. Yazıyı yazmaktaki amacımız; önce ayetin mesajını anlamak, sonra da Müslümanların bir kısmında baş gösteren bu tür kafa karışıklığının ne kadar yersiz olduğunu hatırlatmak amaçlıdır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

18 Kasım 2014 Salı

Ahzab s. 72. ayeti: Emanete İhanet Eden İnsan

"Emanet" kelimesi ; "Nefsin güvene kavuşması , korkunun ortadan kalkması" anlamına gelen "e-me-ne" kelimesinden türemiştir. İnsanın kendisinde emin kılınan  , kendisine geçici olarak verilen şeyin adı olarak kullanılır.

Esas konumuz olan Ahzab s. 72. ayetinin mesajına geçmeden önce bu kelimenin Kur'anda geçtiği ayetleri sıralayarak , kişinin kendisinin emniyetine geçici olarak verilen şeylere nasıl bir tutum sergilemesi gerektiğini beyan eden ayet meallerini görelim.

[002.283]  Yolculukta olur da, yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir. Birbirinize bir emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah'tan korksun. Şahitliği, bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.
[004.058] Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.
[008.027]  Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne ihanet etmeyin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin.
[023.008]  Ve onlar ki, emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler.
[023.008]  Ve onlar ki, emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler.

Ahzab s. 72. ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır. 
 [033.072]   Biz, o emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar ve ondan korktular da insan yüklendi onu. O gerçekten çok zalim, çok cahildir.

Ahzab s. 72. ayetinde emanetin , "göklere , yere ve dağlara sunulması" şeklindeki anlatım üzerimizdeki sorumluluğunu ne kadar ciddi olduğunun anlaşılması için yapılmış teşbihi bir anlatımdır , aksi takdirde sunulan emanetin red edilmesinin keyfiyetinin nasıllığı üzerinde kafa yormaya kalktığımız zaman altından kalkılmayacak müşkiller ortaya çıkacaktır. 

Ayette işaret edilen ana konu, "Emanet" olgusu olup, bu emaneti yüklenen insanın "zalim ve nankör" olmasıdır. İnsana Allah (c.c) nin tevdi ettiği geçici şeyler ne olabilir ki , insan "zalim ve nankör" bir tutum sergileyerek bu emenetlere ihanet edebiliyor. 

Bu merkezde, Kur'anda geçen "Halife" kelimesi de "Emanet" kelimesi ile bağlantılıdır. Halife kelimesin, "esas sahibi yani asil olan kişiden bir görevi geçici olarak devr almak , geçicilik , kalıc olmamak" gibi anlamları etrafında düşünecek olursak , "insanın arz üzerinde halife kılınmış olması" nın ne demek olduğunun anlaşılması kolaylaşacaktır. 

Allah (c.c) , Bakara s. 30. ayetinde "Ben arz üzerinde bir halife kılacağım" buyurması kendisinin ASİL olarak uhdesinde olan bir şeyi vekil olarak tayin ettiği insana GEÇİCİ olarak HİLAFETEN vermesini ifade etmektedir.  Allah (c.c) arz'a bir halife atayarak ki bu halife olmak bütün insanlar için geçerlidir, kendi istekleri doğrultusunda hareket edecek bir varlık meydana getirmek istediğini beyan etmektedir. Maalesef bu varlığın bir çoğu, kendisine verilen irade hürriyetini yanlış yolda kullanarak bu halifeliği doğru kullanmamıştır

Bu bağlamda arz üzerinde gelmiş veya gelecek olan herhangi bir insana verilen her ne ise o verilenin geçici olduğu yani EMANET olduğu , bunu mülkün asıl sahibi olanın, insanı geçici bir süre için hakim kıldığı , olması gereken şeyin bunun şuuruna vakıf olarak insanın mülkün asıl sahibine göre elindeki geçici mülkü kullanması gerektiği konusu Kitabın ana konularındandır diyebiliriz. 

Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı kendisi olduğu , dolayısı ile yarattığı her şeyin asıl sahibinin kendisi olduğu , kullarına verdiği her ne ise onların "geçici dünya malı" olduğu , verdiği her ne ise kendisinin koyduğu kurallara göre kullanılması gerektiğini tarih boyunca gönderdiği Elçiler vasıtası ile kullarına bildirmiştir. 

Tarihi , "insanın kendisine vekaleten, hilafeten ve emaneten verilen  şeylerin , asıl sahibini unutarak asıl sahibinin kendisi olduğu zannına kapılarak bunlarda hak iddia etmesi ile buna karşı çıkarak asıl sahibin Allah (c.c) olduğunu savunanlar arasındaki mücadele" olarak yorumlamak Kur'ana uygun bir tarif olsa gerektir.   

Bu mücadele örnekleri kıssa yollu anlatımlar ile bizlere aktarılmış olup bu örneklerden "EL melik" ismini "vekaleten" değil de "asaleten" kullanmaya kalkan kişilere örnek olarak olarak İbrahim ve Musa (a.s) ların kavimlerinin zalim hükümdarları örnek verilebilir.

"Elmelik" ismi ; "Mülk'ün tek sahibi" anlamında olup ortaklık şeklinde bir durumu asla kabul etmez , yer yüzünde bir kısım insana verilen mülk ten bir pay mülk ün sahibi tarafından emaneten verilmiştir.

 [023.116]  Hak melik olan Allah pek yücedir. Ondan başka ilah yoktur; Kerim olan Arş'ın Rabbidir.
 [059.023]  O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka tanrı yoktur. Mülkün sahibidir, son derece mukaddestir, selamete erdirendir, güveni sağlayandır, görüp gözetendir, üstündür, zorludur, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir.

[002.258]  Allah kendisine MÜLK verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: «Rabbim, dirilten ve öldürendir» demişti. «Ben de diriltir ve öldürürüm» dedi; İbrahim, «Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene» dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.
[043.051] Firavun kavmine şöyle seslenip dedi ki: «Ey kavmim, Mısır MÜLKÜ ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?

Bu ve benzeri yöneticiler , ellerindeki gücü kendilerinden başka sorgulama ve yönetme yetkisine sahip kimse olmadığı iddiası ile İlahlık ve Rabliğe soyunmuşlar ve tebalarını zulüm altında inleterek yönetmişlerdir. Buna karşılık kendilerine verilen "Mülk" ün asıl sahibi olmadıkları , bunun kendilerine geçici bir süre olarak "Emaneten" verildiği şuuruna sahip olanlara da örnek verilerek ibret alınması sağlanmaktadır. 

 [004.53-54]Yoksa onların MÜLK ten bir payları mı var? Eğer böyle olsaydı, insanlara 'çekirdeğin sırtındaki küçücük bir tomurcuğu' bile vermezlerdi.Yoksa o insanlara Allah'ın kendi lütfundan verdiği nimeti çekemiyorlar da haset mi ediyorlar. Oysa Biz İbrahim ailesine kitap ve hikmet verdik, ayrıca büyük bir MÜLK de verdik.
[038.035] (Süleyman)Dedi ki: Rabbım; bağışla beni. Ve bana öyle bir MÜLK ver ki; benden sonra hiç bir kimse ulaşamasın. Muhakkak ki en çok bağışta bulunan Sensin, Sen.
[002.247]  Nebileri onlara «Allah size şüphesiz, Talut'u hükümdar olarak gönderdi» dedi. «Biz hükümdarlığa ondan layık iken ve ona malca da bir bolluk verilmemişken bize hükümdar olmağa o nasıl layık olabilir?» dediler, «Doğrusu Allah size onu seçti, bilgice ve vücutça gücünü artırdı» dedi. Allah MÜLKÜ dilediğine verir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.

Süleyman , Davud, Yusuf ve Zülkarneyn (a.s) ların kıssalarını mesajını anlama maksadı ile okuduğumuz zaman o kıssalarda öne çıkan nokta , onlara Mülk'ten verilen emaneti gereği kullanmış olmaları , asla sahipliğe soyunmuş olmamalarıdır.

"Errezzak" ismi ; yarattıkların rızkını veren ihtiyaçlarını karşılayan" anlamına gelmektedir. Bu anlamda rızkın anahtarlarının sadece kendisinde olduğunu beyan eden bir çok ayet mevcuttur. "Rızkı dilediğine yayıp dilediğine kısması" şeklinde gelen bir çok ayet bu gerçeği vurgular. Bu ismi gereğince yaratmış olduğu insanlara rızk vermiş ve onlara bu rızıkların onlara kendisini lutfu olduğu asla sahiplenmemeleri gerektiği "emanetçi" olduklarının unutmamaları asalete soyunmamalarını Kitabında defaatle tembihlemiştir. 

Kullarına vermiş olduklarını kendi yolunda harcamaları gerektiğini bir çok ayetinde beyan eden rabbimiz , bu emrin tersine hareket edenleri "Karun kıssası" nda onun sonunu anlatarak bu şekil davrananların dünyadaki sonlarının nasıl olabileceği , ahirette ise onları daha elim bir azabın beklediğini haber vermiştir. "Sizi rızıklandırdığımız şeylerden" şeklinde yapılan vurgu dikkat çekici olup rızkın kimin tarafından verildiğinin unutulmaması açısından önemlidir. Buna rağmen Yasin s. 47. ayette verilen cevap emanete ihanetin bir belgesidir. 

  "Onlara; Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden infak edin, denildiğinde; o küfredenler iman etmiş olanlara dediler ki: Dilediği takdirde Allah'ın doyuracağı kimseyi biz mi doyuralım? Doğrusu siz, ancak apaçık bir sapıklık içerisindesiniz."

Allah (c.c) kuluna verdiği can ın dahi emanet olduğunu hatırlatarak bu canı onun yolunda vermesi gerektiğini ve bunun karşılığında vereceklerini bir çok ayetinde hatırlatarak bu konuda da cimri davranılmaması gerektiğini beyan etmektedir. Mal ve can vazgeçilmesi neredeyse imkansız iki emanet olarak , bu konuda yapılan vazgeçmeler veya vazgeçememeler Kur'an içinde anlatılarak alınacak karşılıklar bildirilmektedir.

Sonuç olarak ; Ahzab s. 72. ayeti insana onu yaratan tarafından verilen her şeyin "emanet" olgusu içinde değerlendirilmesi gerektiğini ve bu olgunun basit bir şey olmadığını teşbihi bir uslup ile anlatmaktadır. Halife olarak atanan insanın , bu şekil bir atanmışlığının ona daha üst bir mercie karşı olan sorumluluğunu hatırlatmakta olup asalete soyunmamayı yani "Allah tan rol çalmaya kalkmamasını hatırlatmaktadır. "Elmelik" ve "Errezzak" ismi çerçevesinde kısaca değinmeye çalıştığımız "emanete ihanet" in nasıllığı diğer bütün emanet çeşitlerinde de kendini göstermektedir. İnsanın "zalim ve cahil" olarak vasıflandırılması onun bu yönünün ağır basarak kendisine tevdi edilen emanete karşı davranışının onu getirdiği noktayı ifade etmektedir. İnsan olarak elimizde olanın asla bizim kendimizin değil , bize belirli bir süre için imtihan gerekçesi ile emaneten verildiği ,imtihan sonunda elimizden alınacağı bilinci içinde bunları kullanarak "zalim ve cahil"olmak yerine "adil ve alim" bir kul olarak ebedi cennetlerde ikamet etmek hakkını kazanmamız gerekmektedir. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Kasım 2014 Cuma

Hadid s. 25. ayeti: Demirin Kitab ve Mizan doğrultusunda Kullanılması

Adem(a.s)'dan Muhammed(a.s)'a kadar sayılarını sadece gönderenin bildiği bütün Nebi Resullerin ortak çağrısı; bir tek İlah'a kulluk etmek ve bu kulluğun nasıl olması gerektiği konusunda mü'minlere öğretmenlik yapmış olmalarıdır. HADİD 25 ayetinde bahsi geçen "demir"; kevnî ayetlerden bir ayet olması ve bu ayetin, aynı ayet içinde içinde bahsi geçen "Kitap ve Mizan" ile birlikte zikredilmesi; kevnî ayetlerin bütününün Kitap ve Mizan doğrultusunda kullanılması gerektiğini bizlere hatırlatmaktadır. Diğer surelerde kıssası anlatılan Davud(a.s) örnekliği, yaşanmış ve pratiğe geçmiş bir örneklik olarak bizlere sunulmaktadır.

[057.025] Andolsun, biz resullerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve resullerine gayb ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sahibidir, üstün olandır.

Öncelikle ayet içinde geçen "mizan" ve "kıst" kelimeleri üzerinde durmak, konuyu daha kolay anlama açısından faydalı olacaktır.

"Mizan" kelimesi; "Ve-Ze-Ne" kelimesinden türemiştir ve "bir nesnenin miktarını bilmek için kullanılan alet, ölçü ,terazi" anlamındadır. "Kıst" kelimesi ise; "adaletli bir biçimde paylaştırmak, payı adil bir biçimde dağıtmak" anlamındadır.

HADİD 25 ayeti hakkında kısaca; Allah(c.c)'nin insanın emrine müsahhar kıldığı kevnî ayetlerin insanlar arasında adaletli bir biçimde kullanılması ve dağıtılması için elçileri ile birlikte Mizan'ı yani Kitap'ı gönderdiğini, bunları gönderme sebebinin kendisine ve elçilerine iman edip etmeyenlerin bilinmesi için olduğunu beyan etmektedir.

Dikkat edilecek olursa ayet içinde, Resullere "Kitab VE Mizan" indirildiği beyan edilmektedir. "VE" bağlacının iki ayrı şeyi ifade ettiğinden yola çıkılarak, başka ayetlerde geçen Muhammed(a.s)'a "Kitab VE Hikmet" indirilmesinin bildirilmesinde kast edilenin iki ayrı şey olduğu, dolayısı ile indirilen kitabın Kur'an, indirilen Hikmet'in Sünnet olduğu iddiası dile getirilmektedir. Böylece Muhammed(a.s)'a Kur'an'ın dışında başka vahiyler de indirildiği, inen Hikmet'in de ayrı bir vahiy olan Sünnet olduğu, Sünnet ve Hadisin vahiy olduğu(!) düşüncesi; bu "VE" bağlacına dayandırılarak delillendirilmeye çalışılmakta olduğu bilinmektedir.

HADİD 25 ayeti içinde "VE" bağlacı ile ayrılan Mizan'ı, "Kitap'tan ayrı olarak inmiş bir vahiy olarak düşünmek ne kadar doğrudur?" sorusuna vereceğimiz cevap "Kitap VE Hikmet" konusuna da açıklık getirecektir.

Kur'an'da bir çok ayet, Muhammed(a.s)'a inen şeyin Kitap olduğunu bildirmektedir. Çelişkisiz olduğu, onu indiren tarafından beyan edilen (4.82 / 18.1) Kitap'ta böylesine bir çelişkinin mümkün olamayacağına göre, Kitap ile birlikte indirilen Mizan'ın ne olduğu, kelimenin anlamından yola çıkarak anlamamızı sağlayacaktır.

"Mizan" kelimesi "ölçü, terazi" anlamında "bir şeyi ölçmek için kullanılan alet ismi" anlamındadır. Kitap bu anlamda terazi ve ölçü aleti olup yaşantımızı ona göre ölçeceğimiz, davranışlarımızı ona göre düzenleyeceğimiz bir Mizan'dır. Yani Kitap'tan ayrı bir şey olmayıp, Kitap'ın ne olması gerektiğini, nasıl kullanılması gerektiğini, ne için indirilmiş olduğunu anlatan bir kelimedir.

"Hikmet" kelimesi de, "Mizan" kelimesi gibi Kitap'ın dışında ayrı bir şey olmayıp, Kitap'ın indirilme amacını anlatmakta ve "eşyanın tabiatına uygun yani Allah'ın tavsiye ettiği kullanım ölçüsüne göre hareket etmek, yani Kitap'ı hayata uygulamak" anlamına gelmektedir. Bu "uygulamayı" en güzel ve doğru bir biçimde Resuller göstermiştir. Bu anlamda Sünneti; "vahiy" olarak değil, "vahy'in pratiği" olarak değerlendirmenin daha doğru bir yaklaşım olacağını düşünmekteyiz.

Şuayb(a.s)'ın kavmi olan Medyen'in helak edilme sebeblerinden birisi; Mizan'da haksızlık yapmaları olduğunu kısaca hatırlattıktan sonra, Allah(c.c) yarattıkları ile ilgili olarak hepsine ölçüyü koyduğunu bildirmektedir.

[015.019] Yere (gelince,) onu döşeyip-yaydık, onda sarsılmaz-dağlar bıraktık ve onda her şeyden ölçüsü belirlenmiş (mevzunin) ürünler bitirdik.

[055.007-9] Göğü Allah yükseltti ve mîzanı (dengeyi) O koydu. Ki taşmayın mizanda Ve mizanı adâletle yerine getiriniz ve tartıyı noksan etmeyiniz.

Yazımızın başında; Resuller için tarih boyunca insanlara öğretmenlik yapan ve kendilerine indirilen Kitap'ı "Mizan ve Hikmet" kelimelerinin çerçevesinde hayat içinde pratize ederek nasıl bir hayat sürdürülmesi gerektiğini bizlere öğreten insanlardır demiştik. Davud(a.s); bu Resuller zincirinin bir halkası olup, HADİD 25 ayetinde, kevnî bir ayet olan "demir"in Kitap ve Mizan doğrultusunda nasıl kullanılması gerektiğini yaşantısı içinde uygulayarak bizlere göstermiştir.

[034.010-11] Andolsun, Davud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik. «Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin» dedik. Ona demiri yumuşattık. Geniş zırhlar yap ve dokumasını sağlam tut, diye. Ve salih ameller işleyin. Muhakkak ki Ben; yapmakta olduğunuz şeyi görenim.

Davud(a.s)'ın demir ayetini kullanması, onun kıssasının anlatıldığı Kur'an ayetleri içinde kuşların ve dağların tesbihini bozmadığı, yani elindeki gücü ekolojik dengeyi bozmak için kullanmadığı, insanlar arasında hak ile hükmettiği, Allah'a kul olmak için gerekli olanları yerine getirdiği anlatılmaktadır. Bu anlatımdan alınması gereken örneklikler, tarih boyunca gelen zalim hükümdarların elindeki gücü mazlumları daha da ezmek için kullanmış olması göz önüne alınacak olursa konunun önemi ortaya çıkar.

"Demir" ve türevleri olan madenler, gücü sembolize etmesi açısından önemli ayetlerdir. Bu madenler ile yapılmış olanları kullanarak gücü elinde bulunduranlar, hakimiyet ve mülk alanlarını genişletmek için ellerine önemli bir koz geçirmiş olurlar. Mesele; ele geçirilen bu kozun nasıl kullanılması meselesi olup, tarih boyunca şer güçlerin ellerine geçtiği zaman nasıl bir fesat yaydıkları herkesin malumudur.

Ayet içinde geçen "kıst" (adalet) kavramının gerçekleşmesinin; "Kitap-Mizan-Demir" üçlüsünün bir arada kullanılması ile hasıl olacağı beyan edilmektedir. Demirin, gücü sembolize etmesi göz önüne alınacak olursa; adaletli bir sistemin hakim olması, bu sistemin karşıtlarının güçlerinin karşı güç sindirilmesi ile mümkün olacağı için demirin kullanılması kaçınılmazdır.

Demir ile sembolize edilen gücün olmadığı "Kitap ve Mizan" eksik kalacağından, fesadın ortadan kalkması gerçekleşemez. "Kitap ve Mizan" ile birleşmeyen "Demir" de nasıl kullanılacağının rehberi olmadığı zaman şer güçlerin elinde fesat aracı olmaktan öteye gitmeyecektir. Dolayısı ile dünyada "kıst"ın sağlanması için; "Kitap-Mizan-Demir" üçlüsünün birbirinden ayrılmadan birlikte olması sağlanmalıdır.

Bugün günümüz dünyasında yaşananlara baktığımız zaman; şer güçlerin, ellerindeki bu gücü başta Müslümanlar olmak üzere kendi aç gözlülüklerini doyurmak için onların yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömürmek için kullanmaları, bütün kevnî ayetlerin "Kitap ve Mizan" doğrultusunda kullanılmasının önemini daha da ortaya çıkarmaktadır. 

Amerika, İsrail vb. müstekbirlerin, demir ayetini "Kitap ve Mizan" ile birlikte okuyarak adil bir kullanım yapmamaları neticesinde, dünyaya yayılan fesat bütün insanlar üzerinde olduğu gibi ekolojik dengeyi de alt üst etmektedir.

Davud, Süleyman, Zülkarneyn(a.s) örneğinde demirin doğru bir biçimde kullanılma örnekliğinin hayata yansıması, fesadın önünün alınması için gereklidir. Dünya bugün Müslümanların bu örneklikleri hayata geçirmesini bekleyerek, zulmün ve fesadın ortadan kalktığı, hak ve adaletin hakim olduğu bir dünya düzenini beklemektedir. 

Sonuç olarak; tarih boyunca göndermiş olduğu elçiler ile insanlara bilmediklerini öğreten Allah(c.c), son Elçisini de aynı misyon dahilinde göndererek, ona Kur'an'ı indirmiş ve o Kitap içinde geçmiş Elçilerden örnekler vererek, bu Elçilerin insanlara nasıl öğretmenlik yaptıklarını ona ve bizlere bildirmiştir. HADİD 25 ayeti bizlere bu durumu anlatmaktadır. Özellikle Davud, Süleyman, Zülkarneyn(a.s) örnekliğinde, ellerinde güç ve servet bulunanların bunları nasıl kullanmaları gerektiğini göstermiştir. Kitap'ın ütopik bir toplum önermediği, aksine canlı ve yaşanmış hayattan örnekler sunarak "Kitap ve Mizan"ın doğrultusunda yaşanmış örnekler olduğunu bizlere sunarak, onların yolundan gittiğimiz takdirde bizim de böyle bir güç sahibi olarak zalimlere ve fesatçılara karşı koyabilecek seviyeye geleceğimizi haber vermektedir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

12 Kasım 2014 Çarşamba

Mustafa İslamoğlu'nun Muhammed Suresi 35. Ayetine verdiği Meal Hakkında

Bu yazımızda Sayın Mustafa İslamoğlu Hocanın hazırlamış olduğu gerekçeli mealinde, Muhammed suresi 35. ayeti ile ilgili yapmış olduğu meal üzerinde durmaya çalışacağız. Ayetin arapça metni şöyledir.

"Fe lâ tehinû ve ted’û iles selmi ve entumul a’levne vallâhu meakum ve len yetirekum a’mâlekum."

Bu ayetin meali Sayın Hoca tarafından şu şekilde verilmiştir. 

"ARTIK gevşemeyin , ama siz üstün durumdaysanız barışa davet edin , çünkü Allah sizinle beraberdir, ve o sizin amellerinizi asla zayi etmeyecektir."

Sayın Hocanın bu şekil bir meal yapmasının gerekçesini şu şekilde belirtmektedir. 

"Ve ted'u yu bir "la" takdiri ile "ve la ted'u" okumak ayetin manasını tersine çevireceği için tasvip edilemez. (krş 3-139) .Barış için bakınız "eğer onlar barışa yönelirlerse sende bu yönelişe uy (8.61) 

Tetkik ettiğimiz bütün meallerde Muhammed Suresi 35. ayetine yapılan meal şu şekildedir. 

 Diyanet Vakfi :
Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmeyecektir.

Elmalılı Hamdi Yazır :
Onun için gevşeklik etmeyin de sizler daha üstün olacak iken sulha yalvarmayın, Allah sizinledir ve asla sizin amellerinize kıymaz

 Muhammed Esed :
Böylece, (adil bir dava uğrunda mücadele ettiğinizde) korkup gevşemeyin ve barış için yalvarıp yakarmayın! Allah sizinle beraber olduğuna göre (sonunda) mutlaka siz üstün geleceksiniz ve O, sizin (iyi ve güzel) fiillerinizi zayi etmeyecektir.

 Bayraktar Bayraklı :
Üstün durumdayken gevşeyip barışa çağırmayınız. Allah sizinle beraberdir. O, amellerinizi asla heder etmeyecektir.

Tetkik ettiğimiz meallerden verdiğimiz örneklere bakıldığında bütün meallerde , ayetin metnindeki " ve ted'u" kelimesine "la" takdiri yapılarak "ÇAĞIRMAYINIZ" şeklinde meal verilmiş olup doğru mealin bu şekilde olması gerektiğini düşünmekteyiz , gramer kuralları bu kelimenin olumsuz bir anlam verilerek çevrilmesini gerekli kılmaktadır. 

Aynı cümle kalıbı içinde geçen bazı ayetlerden örnekler vererek, hem doğru olduğunu düşündüğümüz meal şeklinin başka ayetlerde de aynı olduğunu , hem de Sayın Hocanın bu ayetleri Muhammed s. 35. ayetine muhalefet ederek çelişkili bir biçimde nasıl çevirdiğini görelim. 

Bakara s. ayet 42.  
"Ve lâ telbisûl hakka bil bâtılı ve tektumûl hakka ve entum ta’lemûn(ta’lemûne)."

 Sayın hocanın bu ayete verdiği meal şöyledir. 

"Hakkı batılla karıştırmayın , bildiğiniz halde hakkı gizlemeyin"

Dikkat edilecek olursa ayetin metnindeki "ve tektumul" kelimesine gramer kuralları gereği "la" takdiri yapılarak yani olumsuzlanarak "GİZLEMEYİN" şeklinde verilerek aynı kural Muhammed s. 35. ayetinde işletilmemiştir. Eğer Muhammed s. 35. ayetine verilen anlam mantığında bu ayete anlam vermiş olsaydı "Gizleyin" şeklinde bir anlam verilmesi gerekirdi ki böyle anlam asla doğru olmazdı. 

Aynı cümle kalıbı Enfal s. 27. ayetindede geçmektedir.

Enfal s. 27. ayeti.
"Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tehûnûllâhe ver resûle ve tehûnû emânâtikum ve entum ta'lemûn(ta'lemûne)"

 Sayın hocanın bu ayete verdiği meal şöyledir. 

"Siz ey iman edenler ,Allah ve Elçiye asla ihanet etmeyin , sonra korumanız gereken değerlere bile bile ihanet etmiş olursunuz"
 
Ayetin metin yapısına daha uygun olan başka bir meal örneğini vererek konunun daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalışalım.

 Muhammed Esed :
(O halde,) siz ey imana erişenler, Allaha ve Elçiye karşı haince davranmayın; size tevdi edilen emanete bilerek ihanet etmeyin!

Bakara s. 42. ayetinde olduğu gibi bu ayetin metnindeki "ve tehunu" kelimesine gramer kuralları gereği "la" takdir edilerek "ihanet etmeyin" şeklinde meal verilmiştir. 

Sayın Hoca maalesef , Muhammed s. 35. ayetine uygulamadığı gramer kurallarını , Bakara s. 42 , Enfal s. 27. ayetlerinde uygulayarak çelişkili bir meal örneği vermiştir.

Muhammed s. 35. ayetinde "ÇAĞIRIN" şeklinde olumlu mana verdiği kelimeye , aynı cümle yapısı içinde olan diğer iki ayete olumlu mana vermemiştir. 

Sayın Hoca aynı surenin 4. ayetini biraz tefekkür ederek okumuş olsaydı 35. ayet ile aralarındaki bağı kurup böylesine bariz bir hatalı meal yapmaktan kendisini korumuş olurdu. 

 [047.004]  Öyleyse, küfredenlerle karşı karşıya geldiğiniz zaman, hemen boyunlarını vurun; sonunda onları iyice bozguna uğratıp zafer kazanınca da artık (esirler için) bağı sımsıkı tutun. Bundan sonra ya bir lütuf olarak (onları bırakın) ya da bir fidye (karşılığı salıverin) . Öyle ki savaş ağırlıklarını bıraksın (sona ersin) . İşte böyle; eğer Allah dilemiş olsaydı, elbette onlardan intikam alırdı. Ancak (savaş,) sizleri birbirinizle denemesi içindir. Allah yolunda öldürülenler ise; (Allah,) kesin olarak onların amellerini giderip-boşa çıkarmaz.

Muhammed s. 4. ayetinde savaş sonrası yapılması gerekenler beyan edilmekte olup , şayet 35. ayete Sayın Hocanın vermiş olduğu anlam doğrultusunda, "ARTIK gevşemeyin , ama siz üstün durumdaysanız barışa davet edin , çünkü Allah sizinle beraberdir, ve o sizin amellerinizi asla zayi etmeyecektir" şeklinde verilen bir meal Sayın Hocanın gerekçesinde "manayı tersine çevireceği" için böyle yapmış olmasına karşılık asıl kendisinin yapmış olduğu meal anlamı ters çevirmiştir. 

Aynı sure içinde , ki surenin bir tek seferde inmiş olması kuvvetle muhtemeldir , Allah (c.c) savaş sonrası 4. ayette savaş sonrası ne yapılacağını bildirip 35. ayette barışa çağırın buyurması bizce çelişkili bir durum olup "çelişkisiz bir Kitab" olmanın şanına yakışmaz.

Sonuç olarak; Muhammed s. 35. ayeti sayın Mustafa İslamoğlu hoca tarafından gramer kurallarına aykırı olarak çevrilmiş olup ,aynı cümle yapısına uygun olan Bakara s. 42 ,Enfal s. 27. ayetlerini gramer kurallarına uygun bir biçimde çevirerek çelişkiye düşmüştür. Halbuki örneğini verdiğimiz 2 ayetin cümle yapısı ile Muhammed s. 35. ayetinin cümle yapısı aynı olup "la" takdiri ile kelime olumsuza dönüşmüştür. Anlamı ters çevireceği gerekçesi ile böyle bir meal yaptığını ileri süren Sayın Hoca aynı surenin 4. ayeti ile 35. ayetini birlkte okuyup aradaki bağı kurmaya çalışmış olsa idi esas çelişkinin kendi yaptığı meal de olduğunu görürdü. 

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.