25 Eylül 2016 Pazar

Nahl s. 102. Ayetinin Tebyinül Kur'an Adlı Eserdeki Çeviri ve Yorumu Üzerine Bir Mülahaza

Kur'anı , oluşturulmuş olan ön yargıların tasdik ettirilmesine yönelik olan okuma yönteminin gerçekleşmesi için yapılması gereken işlemleri , ilgili ayetlerin gramer kaidelerinin hiçe sayılması , veya metin içindeki bazı ibarelerin yok edilmesi , veya metnin anlamının istenilen şekilde verilmesi şeklinde sıralamak mümkündür. Bu anlam saptırma işleminin adını ise tek kelime ile ifade edecek olursak TAHRİF tir. 

Bu tahrif işlemine örnek olarak daha önce vermeye çalıştığımız Bakara s. 97. ayeti ile (ilgili yazının adresidir https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2016/09/bakara-s-97-98-ayetleri-cibrile-dusman.html) konu ilişkisi bulunan Nahl s. 102  ayetindeki anlam saptırmasının nasıl yapıldığını bu yazımızda ele almaya çalışacağız. 

Bakara s. 97. , Nahl s. 102. ve Şuara s. 195. ayetleri , Kur'anın inişi ile ilgili bir bağlam dahilinde olup , Allah (c.c) nin Hac . 75 ve Nahl s. 2. ayetlerinde beyan ettiği üzere, keyfiyetini idrak edemediğimiz , ancak neden böyle bir yol izlenmiş olabileceğinin hikmetini kavrayabileceğimiz, Kur'anın melek aracılığı ile indirilmiş olmasını anlatmaktadır. 

Yazımızın başlığına konu olan eserin müellifi sayın Hakkı Yılmaz, böyle bir indirilme şeklinin olmadığını iddia ederek , ilgili ayetlerde bahsi geçen "Cibril" , "Ruhul Kudüs" ve "Ruhul Emin" terimlerine farklı anlamlar bindirmek sureti ile , iddiasını delillendirmek yoluna gitmektedir. Ancak kanaatimize göre izlediği yol , ilgili ayetleri ön yargılı bir biçimde okumasından kaynaklanan bir bakış açısı ile okumaya ve çevirmeye çalıştığı için yanlış olup , ayetlere karşı yaptığı işlemin adı TAHRİFÇİLİK tir. 

Sayın müellifin önce Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam üzerinde durmaya çalışacağız. 

Müellifin Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam şöyledir;

."De ki: “Allah, onu; indirdiğini, Rabbinden ruhulkudüs; Toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak,  iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, hak ile İNDİRMİŞTİR." 

Müellif eserindeki bazı yerleri arada yeniden tashih ederek değiştirdiği için, bundan 5 sene öncesinde yazmış olduğumuz yazımızda, onun sitesinden alıntı yaptığımız ve yanlış olduğunu hatırlattığımız, Nahl s. 102. ayeti ile ilgili çevirisi şu şekildedir. 

"De ki: "İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü'l–Kudüs hakk ile İNMİŞTİR.

Müellif , Nahl s. 102. ayetinde geçen "Nezzelehu" ibaresini, neden "İnmiştir" olarak çevirdiğinin gerekçelerini şu şekilde açıklamaktadır:

""Görüldüğü gibi, 101. Âyette açık ve net olarak Kur'ân'ın "Allah'ın indirmesi" olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. Âyetle ilgili olarak Kur'ân'ı Cebrail adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur'ân dışı kabul, 102. Âyet ile 101. Âyetlere verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine ve 102. Âyette bir dilbilgisi kuralının ihlâl edilmesine yol açmıştır. Şöyle ki:
102. Âyette geçen nezzele filinin aslı nezele 'dir ve anlamı "indi" demektir. Geçişsiz bir fiil olan "nezele" fiili, kural gereği burada Tef'il babından nezzele 'ye dönüştürülmüştür. Bu kalıba sokulan sözcükler sadece fiilde, failde veya mef'ulde çokluğu ifade ederler. Bu kurala göre, Âyetteki nezzele fiili "çok çok indi" anlamına gelir. Geçişsiz bir fiil olan nezele sözcüğünün geçişli hâle dönüşmesi ve "indirdi" olarak anlamlandırılması ancak bir teaddi edatı kullanılmasıyla veya fiilin enzele kalıbına dönüştürülmesiyle sağlanır. Âyette geçen bi'lhakkıifadesindeki be harf-i cerri ise musahabe anlamında olduğundan teaddi edatı sayılamaz. Arapça dilbilgisinin bu kuralları gereği Âyetteki nezzelehü rûhu'l-kudüsü" ifadesinin anlamı, "Ona birçok rûhu'l-kudüs [vahy] inmiştir" demektir. "Rûhu'l-Kudüs" ü, yani "vahy"i kimin indirdiği ise 101. Âyette belirtilmiş ve indirenin Allah olduğu açıkça ifade edilmiştir."  

Yukarıdaki paragraf , sayın müellifin Nahl s. 102. ayetinde geçen, ve sitesinden 5 sene öncesi alıntılamış olduğumuz "Nezzelehu" ibaresini neden, "inmiştir" şeklinde çevirdiğine dair yazdığı gerekçedir. Bu gerekçede , "Nezzelehu" ibaresinin "indirmek" olarak çevrilmesinin YANLIŞ olduğunu iddia etmektedir. Aynı kişi ilerleyen zaman içinde bu kelime ile ilgili düşüncesini değiştirerek , dün yanlış dediğine bugün doğru demektedir.

 Herhangi bir Kur'an ayetinin yorumu ile ilgili olarak , olumlu veya olumsuz anlamda ,kişilerde zaman içinde değişik düşünceler hakim olabilir. Bu durum kişinin düşünsel tekamülü ile ilgili bir durum olarak normal olarak algılanabilir.  

Ancak "Nezzelehu" (onu indirdi) kelimesinin daha önce "İnmiştir" olarak çevrilmiş olması, bir taraftan bakıldığında bardağın dolu tarafını görmek misali , yapılan hatanın anlaşılması ve düzeltilmesi olarak görülebilir. Bardağın bir de boş tarafı vardır,  onu görerek olaya baktığımızda , 11 ciltlik bir tefsir kitabı yazan bir kimsenin, böyle basit bir gramer hatasına düşmesi mazur görülemeyecek bir hatadır. Acaba , "Nezzelehu" kelimesinin daha önce " inmiştir" olarak çevrilmesine sebep olan gramer kaidesi, bir kaç sene içinde değişiklik göstererek, "indirmiştir" olarak çevrilmesini mi gerektirmiştir?. 

Müellif , Nahl s. 102. ayetinde geçen "Ruhül Kudüs" terimi ile ilgili olarak yaptığı izahatı şu şekilde bitirmektedir . 

"Sonuç olarak, “kudüs” sözcüğünün geliş yerinin farklılıkları da hesaba katılarak yapılan tahliller, “Ruhü’l-Kudüs” ifadesinin “ALLAH'IN RUHU , ALLAH'IN VAHYİ  , ALLAH'TAN GELEN BİLGİ” anlamlarına geldiğini göstermektedir. “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının bu anlamı taşıdığı, tamlamanın geçtiği ayetlerden de kolayca anlaşılmaktadır."

Müellif , devamında diğer meallerde bu ayetteki Ruhul Kudüs terimine, Cebrail olarak anlam verilmesinin yanlış olduğunu söyleyerek, şöyle devam etmektedir.

Oysa bizim çevirimizde “Ruhü’l-Kudüs”ün indirmesi değil, inmesi söz konusudur. Ayetin “Kul [De ki]” ifadesiyle başlaması, bu ayetin birilerine cevap niteliğinde olduğunu göstermektedir. Bu sebeple ayet, paragrafı oluşturan diğer ayetlerle birlikte değerlendirilmelidir. Ayetin ait olduğu paragraf 101–103. ayetlerden oluşmuştur. Buna göre paragraf şöyledir:
101.Ve Biz bir âyet yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman –Allah ne indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen– onlar, “Sen, ancak bir uydurucusun” dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar.
102.De ki: “Allah, onu; indirdiğini, Rabbinden ruhulkudüs; Toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak,  iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, hak ile indirmiştir.
103.Ve kesinlikle Biz biliyoruz ki, onlar “Sadece, o’na bir beşer öğretiyor” diyorlar. Peygamber’e öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Kur’ân ise apaçık bir Arapça’dır.

Müellif devamla "Görüldüğü gibi, 101. ayette açık ve net olarak Kur’an’ın “Allah’ın indirmesi” olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. ayetle ilgili olarak Kur’an’ı Cebrail adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur’an dışı kabul, 102. ayet ile 101. ayetlere verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine yol açmıştır.diyerek Kur'anın Cibril aracılığı ile inmediğine dair olan düşüncesini ortaya koymaktadır. Kur'anın elbette Allah (c.c) indirmiştir. Onun Kur'anı Cibril veya Ruhul Kudüs aracılığı ile indirmiş olduğunu beyan etmesi , onu kendisinin indirmemiş olduğunu göstermez . Bir hükümdarın fermanını , başka bir hükümdara iletmekle görevli olan elçinin ilettiği söz nasıl elçinin kendi sözü olmuyorsa , beşer elçiye melek elçi aracılığı ile iletilen söz de elçinin kendi sözü değil, hükümdarın sözüdür. 

Müellif, ön yargısını kabul ettirmek amacı ile,  resmi mushafta çelişki olduğunu iddia dahi ederek bu çelişkiyi düzeltme !!! yoluna şöyle gitmektedir :

"Resmi mushaftaki bu ÇELİŞKİ iki yolla çözülür. Şöyle ki:

101. ayetteki “والله اعلم بما ينزل” ifadesi dikkate alındığında 102. ayetteki “ نزلnezzele” fiilinin failinin “ اللهAllah” olması gerekmektedir. Bu takdirde “ هHu” zamirinin mercii de “101. Ayetteki “ ماma” ismi mevsulü olacaktır. Bu gerçekler karşısında da ayet metnindeki  ref halinde  okunan  “ روح القدسruhulkudüs”  olarak okunan ifade de “ruhalkudüs” şeklinde  “hal” olarak okunmalıdır.
Ortaya çıkan sonuç özet olarak şudur: Kur’an’da geçen “Ruhü’l-Kudüs” ifadeleri, “Vahy, Allah’tan gelen temiz, sağlam bilgiler” demek olup kesinlikle “Cebrail adı verilen vahiy meleği” demek değildir.
Eleştirmiş olduğu meallerde Ruhul Kudüs'ün Cebrail olduğunun peşinen kabul edildiğini söyleyen müellifin , kendisi de aynı peşinciliği yaparak, Ruhul Kudüs'ün Cebrail olmadığı üzerine anlam örgüsünü kurmaya çalışmaktadır. Şimdi biz de , önce Nahl s. 102. ayetindeki ibareleri kelime kelime ele alarak bu ayete bir anlam vermeye , sonra da müellifin verdiği anlam ile karşılaştırmaya çalışalım.
qul=  de ki / nezzelehu=  onu indirdi/ ruhul qudüsü=  ruhul qudüs/min rabbike= senin Rabbinden / bilhaqqi=hak ile/ li yusebbite= sağlamlaştırmak için/ellezine = o kimseler ki /amenu= iman ettiler /ve hüden= hidayet edici , yol gösterici olarak/ ve büşra= müjdeci olarak/ lilmüslimine=teslim olanlar , Müslümanlar için

"De ki, Ruhul kudüs onu , mü'minlerin imanını sağlamlaştırmak , Müslümanlara yol gösterici ve müjdeci olmak üzere senin Rabbinden hak ile indirmiştir." 

Şimdi bir daha Nahl s. 102. ayetine Hakkı Yılmaz'ın verdiği anlamı vererek ikisini mukayese edelim .

"De ki: “Allah, onu; indirdiğini, Rabbinden ruhulkudüs; Toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak,  iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, hak ile indirmiştir"


Sayın Hakkı Yılmaz'ın Nahl s. 102. ayetindeki "Ruhul Kudüs" terimine kendi yüklediği anlamı yükleyerek verdiğimiz zaman şu şekilde bir anlam oluşmaktadır . 

"De ki onu Rabbinden Ruhul Kudüs (Temiz ilahi bilgi Allahtan gelen sağlam bilgiler) toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak , iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara müjde ve klavuz olmak üzere hak ile indirmiştir."

Ruhul kudüse sayın müellif'in vermiş olduğu "vahiy" anlamını yüklediğimizde ortaya çıkan durum VAHYİN KENDİSİNİ İNDİRMİŞ OLMASIDIR YANİ VAHYİ , VAHİY İNDİRMEKTEDİR.

Müellifin Nahl s. 102. ayetine vermeye çalıştığı anlam zorlama ve anlaşılmaz bir şekilde okuyucunun defalarca okumasını gerektirecek derecede karışık bir anlamdır. Verilen anlamı anlayan bir kişi bu seferde , Ruhul Kudüs terimine yüklediği vahiy anlamının kendi kendisini nasıl indirebileceğini düşünerek, kafasının büsbütün allak bullak olmasına sebep olacaktır. 

Okuyucu , müellifin ön yargılarını tasdik amaçlı bir anlam yükleme çalışması yaptığını anladığında ise, yapılan yanlışın vehametini görerek , müellifin bu konudaki düşüncelerinin ne kadar saçma olduğuna şahit olacaktır.

Sonuç olarak; Bundan yaklaşık 5 yıl öncesinde Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam üzerinde eleştirilerimizi yönelttiğimiz sayın Hakkı Yılmaz , eserinde yapmış olduğu tashihler sebebi ile Nahl s. 102. ayeti ile ilgili düşüncelerini tashih etmek ihtiyacı duymuş , 5 yıl önce Nahl s. 102. ayeti ile ilgili yaptığı gramer çözümlemesinde "Yanlış" olarak iddia ettiğini, bugün "Doğru" olarak iddia etmektedir. Fikir ve düşüncelerde zaman içinde elbette farklılık olabilir , ama değişkenlik arz etmeyen gramer konusunda dün ayrı , bugün ayrı şey söylenildiği zaman bu hatayı yapan kişiye "Daha önce aklın neredeydi?" diye sorulur. 

Kur'anı ön yargılarının esiri olmuş biçimde okuyanlar , yaptıkları hatalar sonucu iyice dibe batarak kendilerini gülünç duruma dahi düşürebilmektedirler. Ruhül Kudüs terimine "Vahiy" anlamını yükleyen sayın Hakkı Yılmaz , Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam ile Kur'anın Ruhul Kudüs'ün indirdiğini söylemektedir. Bu indirmeyi Kur'an bu şekilde söylemektedir , ancak müellif bu terime "Vahiy" anlamı yükleyerek , Kur'anı Ruhül Kudüs'in yani vahyin indirdiğini iddia ederek kendisini komik duruma sokmaktadır. 

Hangi eser olursa olsun , veya kimin eseri olursa olsun , bu eser eğer bir tercüme faaliyetine tabi tutulacak ise , bu eserden anlaşılmak istenen değil , bu eserin anlatmak istediğini yansıtmak , mütercimin görevidir. Metinde herhangi bir ibareyi beğenmemek veya o ibare onun inançları ile aykırılık göstermiş olsa dahi , ahlaki kurallar mütercimin o eserde herhangi bir artırma , eksiltme veya tahrif yapmasını asla mazur göstermez.

Sayın müellifin zaman içinde eserinde değişiklikler yapması bir bakıma olumlu bir yönü olup , bu olumlu yönünü , bazı ayetlerde yaptığı ön yargılı okumalar sonucunda düştüğü hatalarda da göstererek , doğruya yönelmesini hem kendisi hem de eserini okuyanlar kişiler açısından sevindirici olacaktır. 
                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

22 Eylül 2016 Perşembe

BAKARA S. 219. Ayeti : Servet Düşmanlığına Alet Edilen Bir Ayet

Allah (c.c) kitabının bir çok yerinde , insanlardan bazılarını bazılarının üzerinde rızık bakımından üstün kıldığını beyan etmektedir. Bu üstün kılınma, bir takım sebepler dahilinde olup , yazının konusu rızık bakımından üstün olanların , kendilerinden aşağı olanlara karşı yapması gereken infak konusu ile ilgili olan Bakara s. 219. ayeti ile ilgili olacaktır. 

Bakara s. 219. ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فِيهِمَا إِثْمٌ كَبِيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَإِثْمُهُمَآ أَكْبَرُ مِن نَّفْعِهِمَا وَيَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ كَذَلِكَ يُبيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ

[002.219] Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; Onların ikisinde de büyük günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür. Sana ne infak edeceklerini sorarlar. De ki; «ihtiyaçlarınızdan artakalanını verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz.

Ayet içinde 2 farklı konu bulunmaktadır. Biz bu ayet içindeki infak ile alakalı olan konu üzerinde durmaya çalışacağız. "Ne infak edeceğiz?" şeklinde sorulan bir soruya verilmesi istenen cevap "El afve" kelimesi olarak verilmiş, ve bu kelime meallere "İhtiyaçtan arta kalan" olarak çevrilmiştir.

Aynı soru Bakara s. 215. ayetinde de sorulmuş olup , o soruya verilen cevap şöyledir.

[002.215]  Sana, ne infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayırdan her ne infak ederseniz, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolcuların hakkıdır. Ve her ne hayır işlerseniz, şüphesiz ki Allah, onu bilir.

İnfak konulu ayetlerin Bakara suresi içinde önemli bir yer tuttuğunu hatırlatarak , konumuz olan ayet içindeki "El afve" kelimesinin anlamı üzerinde durmaya çalışalım. 

El afvü = Bir şeyi almaya yönelmek , almayı istemek , ya da amaçlamak.
Afevtü anhu= Ondan yüz çevirip onun suçunu günahını veya kabahatini ortadan kaldırmayı amaçladım. 
El ifau= Çoğalan deve , tavşan gibi hayvanlardaki tüyler , kuş tüyü. 
El afi= Bir tencereyi ödünç alan kimsenin , tencerenin içinde getirdiği et suyu.

Bu sözcük ,bir kimsenin işlediği suç ve günahtan ötürü , ondan el çekmek , sorumlu tutmamak anlamına gelir. (Müfredat)

Bu sözcüğün Araf s. 199. ayetinde geçişi şöyledir. 

[007.199]  Sen; affı tut, ma'rufu emret ve cahillerden yüz çevir.

Kelimenin çoğalmak , artmak anlamında Araf s. 95. ayetinde geçişi şöyledir.

[007.095] Sonra kötülüğün yerine iyilik koyduk. Nihayet çoğaldılar ve; atalarımıza da fakirlik, şiddet, hastalık, iyilik ve genişlik dokunmuştu, dediler. Bunun üzerine Biz de onları kendilerine farkına varmadan ansızın yakalayıverdik.

Uzun sözün kısası , Bakara s. 219. ayetinde geçen El afve kelimesini , "yetecek miktardan fazla olan" anlamında kullanmak, infak kelimesi ile uyumlu bir anlama sahip olmasını sağlayacaktır. 

Asıl mesele, bu kelimenin anlamı üzerinden yapılan bazı yorumlar olup , bu yorumların merkezinde, mal biriktirmenin HARAM olduğu , bu ayet gereğince Müslümanların ihtiyaçlarından arta kalan her şeyi infak etmeleri gerektiği yönünde bazı düşünceler mevcuttur.

Bu iddiaların vasatı aşan ifrat düşünceler olduğunu baştan söyleyerek konuya devam edelim. Kur'ana baktığımız zaman eleştirilen nokta, servet sahibi olmak değil , servet sahibi olup ta bu serveti Allah yolunda harcamamaktır. Servet sahibi müşriklerin yaptıkları harcamaların sadece gösteriş olduğunu beyan eden Rabbimiz , infak etmenin nasıl ve ne şekilde olması gerektiğini bir çok yerde bizlere bildirmektedir. 

[009.034-35]  Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele.Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, «Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın» denecek.

Kur'anda kıssası zikredilen "Karun" un, mal ve servet sahibi olarak kötü bir örnek olarak gösterilmesi evrensel bir anlama kavuşarak , malını ve servetini Allah yolunda kullanmayanların sembol ismi haline gelmesi , Kur'anın mal biriktirmede dikkat edilmesi gereken noktalar konusunda, bu kişi üzerinden yaptığı önemli uyarılardandır.

[017.026] Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver; elindekileri saçıp savurma.
[017.027]  Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.

Kur'an infak konusunda da aşırılığa kaçan bir yol izlenmemesi gerektiğini beyan ederek , orta yolu tavsiye etmektedir. Burada, "İhtiyaçtan arta kalanın infak edilmesi gerektiğini iddia etmek aşırılık mıdır ?" şeklinde bir soru akla gelebilir. 

 [002.180]  Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana babaya, yakınlara, uygun bir tarzda vasiyet etmesi Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir borç olarak size farz kılındı.

Bakara s. 180 ayette ölen birisinin kalan mirası için vasiyet etmesi , Nisa s. 11. ve 12. ayetlerde bu mirasın nasıl paylaşılması gerektiğini beyan eden ayetlere baktığımızda , ölen birisinin bıraktığı mal ile ilgili olduğu görülecektir. Burada şunu sorarız ;

ALLAH (c.c) EĞER MAL BİRİKTİRMEYİ HARAM OLARAK SAYMIŞ OLSAYDI BİRİKMİŞ BİR MAL İÇİN MİRAS AYETİ İNDİRİR MİYDİ ?. 

Bu soruya cevabımız , "Elbette hayır" olacaktır. Haram olarak sayılmış bir fiil hakkında hüküm beyan etmek , haram kılınmış şarap hakkında nasıl içilmesi gerektiğini beyan etmek , veya haram kılınmış domuz etinin nasıl pişirileceğini beyan etmek gibi bir şeydir. Allah (c.c) eğer mal biriktirmeyi haram olarak saymış olsaydı , ölen kişinin geriye bıraktığı malın da haram olarak sayılması gerektiği için , mirasın nasıl taksim edileceği yönünde ayet indirmesine de gerek yoktu. 

Mal biriktirmenin haram olarak sayılmış olması, yaşanan hayatın gerçekleri ile de uyuşmaz. Çünkü hayat içindeki şartlar, zamanla iniş ve çıkış arz ederek değişkenlik gösterir, ve bu değişkenlik rızık konusunda da ortaya çıkar.

Yusuf (a.s) kıssası içinde anlatılan ve onun Mısır'daki kıtlık zamanındaki yönetim tarzı , bize evrensel bir iktisat teorisini sunmaktadır. 

[012.047] Dedi ki: Yedi sene alıştığınız biçimde ekin. Yediğiniz bir mikdar dışında biçtiklerinizi başağında bırakın.
[012.048]  Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelir. Saklayacağınız az bir mikdar dışında biriktirdiklerinizi yer, götürür.
[012.049]  «Sonra, halkın yağmur göreceği bir yıl gelir, o zaman sıkıp sağarlar» dedi.

Yusuf (a.s) ın kıtlık ile ilgili yapılması gerekenler hakkındaki teklifi, sadece belirli bir zaman ve mekana has tedbirler olarak değil, tüm zamanlar ve mekanlar için geçerli olan evrensel bir iktisat teorisi olarak okunmalıdır. Çünkü fertlerin ve devletlerin yaşamı, her zaman tek düze bir seyir arz etmez. Bir zaman bolluk ve refah içinde yaşanırken , bir zaman gelir darlık ve sıkıntı içine düşülebilir. 

İşte bu inişli çıkışlı seyreden hayat için kişiler , çıkışlı zamanlarda iniş gelebilecek zamanı hesap ederek , "Ak akçe kara gün içindir" atasözü misali , gelebilecek muhtemel sıkıntılı günler için birikim yapmak zorundadırlar. Aksi takdirde sıkıntılı günlerde ele güne muhtaç olarak daha fazla sıkıntı içine içine gireceklerdir. 

BOLLUKTA SAKLAYIP DARLIKTA HARCAMAK şeklinde hayata yansıması gereken yaşam biçimi, hayatın içinde olmazsa olmazlardan bir kuraldır. Mal biriktirmenin haram olduğunu savunan birisi eğer ticaret hayatı içinde olan birisi olmuş olsaydı onu nasıl bir gelecek beklerdi ?. 

Herhangi bir şey üretmek için tesis edilmiş bir kuruluşta çalışan işçiler tarafından üretilen mallar , yılın 12 ayı aynı şekilde alıcı bulmayabilir. Veya bir kaç sene iyi bir şekilde çalışan bir tesis , ilerleyen yıllarda bazı sebepler yüzünden iyi çalışmayabilir. Eğer bu tesis sahibi işlerinin iyi gittiği zamanlarda gelecek günler için herhangi bir birikim yapmayacak olursa , tesisi batacak ve çalışan işçilerde işsiz kalacaktır. Eğer bu tesis sahibi , darlıkta harcamak üzere gelecek günler için birikim yapmışsa , kriz içinde geçen zamanları rahatlıkla atlatarak , krizden en az hasarla düze çıkacaktır. 

Bu sistem tek kişi içinde böyledir , bir devlet içinde böyledir. Kişi bugün kazandığını yarın harcayacak olduğunda , kazancı olmadığı günlerde harcayacak bir para bulamayacaktır. Devletler iktisat politikalarını gelmesi muhtemel olan krizleri hesap ederek oluşturmadıkları sürece , kriz geldiği zaman , başka devletlere el açarak o devletlerin kölesi olmaya mahkum kalacaklardır. 

Ağustos böceği ile karıncanın hikayesini herkes bilir. Bütün yaz çalışan karınca, kışı rahat bir biçimde geçirirken , bütün yaz saz çalan ağustos böceği ise , kışın aç kalarak ölmüştür. Bu gibi hikayeler aslında hayatın gerçeklerinin zihinlerde çocuk iken yer ederek , hayat içinde mücadele başladığı zaman bu öğretilerin pratize edilmesine yöneliktir.

Bakara s. 219. ayetini mızrakların ucuna takarak , mal sahiplerini tekfir edenlerin ellerine idare etmeleri için , bir bakkal dükkanı verilse, bu söylediklerini acaba hayata geçirebilecekler midir ?. Aynı kafa ile dükkanı idare etmeye kalkarlarsa , kısa bir süre içinde  dükkanı kapatarak iflas bayrağını çekeceklerdir.


Bu yazının amacının, servet sahiplerinin borazanlığını yaparak , onların servetlerini meşru olarak göstermeye çabalamak olmadığı bilinmelidir. Mal ve servet sahiplerinin , ellerindeki mal servetin, kendilerine emanet olarak verilmiş, geçici bir dünya malı olduğunun bilincinde olmaları ,ve bu malları Karun misali ihtişam ve debdebe içinde halkın karşısına çıkarak, " Bu mal bana bendeki bilgi sayesinde verilmiştir" edası ile değil , Süleyman (a.s) misali, bu mülkün kendisine Allah (c.c) tarafından verildiğini bilmesi , elinde olan malda fakirin hakkının da olduğu bilinci içinde olması gerekmektedir. 

Ancak Kur'anı dışarıdan ithal edilmiş , fikirlere alet ederek okumaya alışkın kafaların sahipleri , bu ayeti beşeri bir sistem olan "Sosyalizm" düşüncesine endeksleyerek okumaya çalışmaktadırlar. Sosyalizm düşüncesi belirli bir sınıfın üstünlüğünü öne çıkarmaya çalışır iken , İslam belirli bir sınıfı ne öne çıkarır ne de aşağılık kılar. 

Allah (c.c) , Hucurat s. 13. ayetinden anlaşılacağı üzere üstünlüğü , fakirliğe , zenginliğe , ırka , renge göre değil , takvaya göre belirler. 

Şurası bilinmelidir ki , bir kimsenin mal ve servet sahibi olması kınanacak , ayıp ve günah sayılacak bir durum değildir. İslam bu kişiye neden mal sahibi olduğunu değil , nasıl mal sahibi olduğunu sorar , eğer malı helal yollardan kazanmış ve bu malın zekatını , sadakasını , infakını düzgün bir şekilde yerine getiriyor ise herhangi bir problem yoktur.  

Bakara s. 219. ayetinin ön yargılı bir şekilde okunmasına paralel olarak yapılan yanlışlardan bir tanesi de , Kur'an bütünlüğünün göz ardı edilerek okunmasıdır. Kur'anı bütünlük içinde okumayan bir kimse , Allah (c.c) nin bir ayette "İhtiyaçtan arta kalanı verin" , başka bir ayette "Saçıp savurmayın" , başka ayetlerde de miras taksimi yapması arasındaki bağı kuramayarak çelişki olabileceğini düşünmesi ihtimal dışı değildir. Allah (c.c) nin bir ayette başka , bir ayette başka bir şey diyerek çelişkili bir kitap indirmiş olmayacağına göre , ayetler arasında anlam bağının kurulma zorunluluğu bulunmaktadır. 

Bakara s. 219. ayetinde geçen "El afve" kelimesine Kur'an meallerinde "İhtiyaçtan arta kalanı vermek" şeklinde verilen bir anlamın Kur'an bütünlüğüne uygun olmayan bir anlam olduğunu düşünüyor ve Kur'an bütünlüğünü hesaba katmadan , sadece bu ayeti okuyarak mal biriktirmenin haram olduğu yönünde bir çıkarım yapanların pek te haksız olmadığını düşünüyoruz. 

Öyleyse Bakara s. 219 . ayetine verilen anlam, Kur'an bütünlüğüne uygun bir anlam olmalıdır ki bazı kişiler bu  ayetten mal biriktirmenin haram olduğuna dair yanlış bir hüküm çıkarmak zorunda kalmasın.

Konuyu Kur'an bütünlüğünde ele aldığımızda , ihtiyaçtan arta kalanı değil , İHTİYAÇTAN ARTA KALANDAN  bir kısmının verilmesi tavsiye edilmektedir. O zaman Bakara s. 219. ayetinin bu şekilde bir anlam dahilinde okunması gerekmektedir ki olası yanlış anlamalara mahal bırakmasın 

Bakara s. 219. ayetinin 2. cümlesini yeniden anlamlandıracak olursak şöyle bir anlam verilmesinin daha uygun olacağını düşünmekteyiz. 

"Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki; «ihtiyaçlarınızdan ARTAKALANDAN verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz."

Sonuç olarak ; Ön yargılı , bağlam ve bütünlük gözetilmeden yapılan Kur'an okumaları , okuyucuyu doğru bir düşünce sahibi yapmak yerine , okuyucunun kafasında oluşmuş olan anlamın Kur'ana tasdik ettirilmesine yönelik bir işlev görmesi açısından zararlı sonuçlar doğuracaktır. 

Konumuz olan ayet , mal ve servet düşmanlığına yönelik bir düşünce içinde okunarak mal biriktirmenin haram olduğu yönünde bir düşünceye delil olarak getirilmesinin yanı sıra , bağlam gözetilmeden yapılan okumalar sonrasında da aynı düşünceye sahip olunmuştur. 

Mal ve servet sahipleri edindikleri bu malları eğer meşru yollardan edinmiş ve lüks ve ihtişam içinde yaşamak yerine , Allah yolunda harcamak ve mütevazi bir hayat sürdürmek için kullanıyorlarsa , bunda herhangi bir mahzur görmek doğru değildir. Yanlış olan mal serveti şeytanın emrine vererek onu mala ve servete ortak kılan bir hayatın sürülmüş olmasıdır. 

Yapılan Kur'an meallerinde "El afve" kelimesine verilen "İhtiyaçtan arta kalan" şeklindeki anlam yerine "İHTİYAÇTAN ARTA KALANDAN" şeklinde verilen bir anlam bu konudaki yanlış anlamaların önünü keseceğini düşünmekteyiz. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

21 Eylül 2016 Çarşamba

Bakara s. 97-98. Ayetleri : Cibril'e Düşman Olan Müslümanlar

Yazının başlığını okuyanların bir çoğunun "BAKARA Suresi 97.ve 98. ayetlerinde; Cibril'e düşman olanların Yahudiler olduğu bildiriliyor, Müslümanlar değil" şeklinde bir itirazda bulunacağını tahmin ederek, önce neden böyle bir başlık seçtiğimizi izah etmeye çalışalım.

Allah(c.c) kulu ve elçisi Muhammed(a.s)'a indirdiği vahyi bir melek elçi aracılığı ile indirdiğini birçok ayette beyan etmesine rağmen, bu melek elçiyi red eden bir düşünce üretilerek, melek elçiyi devre dışı bırakan bir söylem üretilmekte ve bu söyleme uygun olarak konu ile ilgili ayetler TAHRİF edilerek, söylemin doğruluğu desteklenmeye çalışılmaktadır.

Düşman kelimesini kullanmış olmamız, böyle bir elçinin olmadığını iddia ederek, vahyin Muhammed(a.s)'ın kendi düşünce ürünü olduğunu iddia eden kişilerin ortaya çıkmasına zemin hazırlanması sebebi iledir. Yoksa kimsenin "Ben Cibril'e düşmanım" şeklinde açık bir ifadesi olduğu iddiasında değiliz.

Yazımızda ilgili ayetlerin tahlili, nasıl tahrif edilmeye çalışıldığı ve Allah(c.c)'nin neden böyle bir aracı ile vahyi indirdiğini beyan ettiği üzerinde durmaya çalışacağız.

Cibril veya Cebrail adı ile bilinen ve vahyi indiren melek olduğuna inanılan şeyin aslında melek olmadığını, "Allah'ın onarması" ve "Kur'an" olarak anlaşılması gerektiği iddia edenlerin fikir babası diyebileceğimiz (diğer kimseler bu görüşlerini bu kişiden esinlenerek almışlardır) "Tebyinül Kur'an" adlı eserin müellifi olan, sayın Hakkı Yılmaz'ın BAkARA Suresi 97. ve 98. ayetlere verdiği anlam şöyledir;

قُلْ مَن كَانَ عَدُوًّا لِّجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللّهِ مُصَدِّقاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ
مَن كَانَ عَدُوًّا لِّلّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللّهَ عَدُوٌّ لِّلْكَافِرِينَ

97.De ki: “Kim Cibrîl’e/Kur’ân’a düşmansa, öfkesinden, kıskançlığından çatlasın, gebersin. - Şüphesiz Allah Cibrîl’i/Kur’ân’ı, Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri/ içindekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir. Ki onlar işte bundan dolayı düşman kesilmişlerdir.- 98.Kim ki Allah’a, meleklerine, elçilerine, Cibrîl’e/Kur’ân’a, Mîkâl’e/Elçi Muhammed’e düşman ise, üzüntüsünden, kahrından ölsün.” –Şüphesiz işte bu yüzden, Allah da kâfirlere; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenlere düşmandır.

Müellef, bu ayetlere verdiği anlamı izah etmek için "ayetlerin teknik yapıları" adı altında açtığı başlıkta böyle bir anlam verme gerekçesini uzun bir şekilde izah etmektedir. Sayın müellif, bin dereden su getirme misali yapmaya çalıştığı izahın içinde, 97. ayetteki "bi iznillahi" ibaresini neden anlama dahil etmediğini izah etmemektedir. Teorisini Cibril'in Kur'an olduğu önyargısı üzerine kuran müellif, bu ibareyi anlama ilave ettiği an, bu ayete verdiği anlamın çökeceğini bildiği için bu ibareyi metinde yok sayarak anlama ilave etmemiştir.

Sayın müellifin çevirdiği kitap herhangi bir insanın kitabı, değil Allah(c.c)'nin kitabıdır. İnsanın kitabı olsa dahi, çevirirken bazı kurallara riayet etmesi gerektiğini bilmesi gerekmektedir. Bu kuralların başında ise; çevirdiği kitabın içinde kafasına yatmayan bir şey olsa dahi, bunu kendi hevasına göre bazı ibareleri yok etmek şeklinde bir cürete kimsenin hakkı yoktur.

Biz, müellifin düştüğü "Cibril vahiy meleği değildir" gibi bir önyargıya düşmeden, yani biz de "Cibril mutlaka vahiy meleğidir" iddiası içinde olmadan ve Cibril'e kendisinin bindirdiği anlam gibi bir anlam bindirmeden, BAKARA Suresi 97. ayeti kelime kelime tercüme etmeye çalışalım.

qul : de ki 
men : kim
kane: oldu
aduvven : düşman
li cibrile : cibrile
fe innehu : muhakkak o
nezzelehu : onu indirdi
ala qalbike : senin kalbin üzerine 
bi iznillahi : Allah'ın izni ile
musaddikan : tasdik edici olarak 
li ma : o şeyi ki 
beyne yedeyhi : iki elleri arasında , önünde
ve hüden : hidayet edici , yol gösterici olarak
ve büşra : müjdeci olarak
lilmü'minine : mü'minler için , iman edenler için 

Anlamı toparlayacak olursak; "De ki kim CİBRİL'e düşman oldu ise, muhakkak O o şeyi ki senin kalbinin üzerine ALLAH'IN İZNİ İLE, iki elleri arasında olanı tasdik edici, yol gösterici, müjdeci olarak indirmiştir."

Ayeti dikkatli ve ön yargısız olarak okumaya çalıştığımızda; Cibril olarak anılan şeyin (herhangi bir anlam bindirmiyoruz) bir şey indirdiğini, o indirdiği şeyin ALLAH'IN İZNİ ile olduğunu, indirilen o şeyin İsrailoğulları'nın elinde bulunan şeyi tasdik ettiğini, yol gösterici ve müjdeci bir özelliğe sahip olduğu anlatılmaktadır. Yani Cibril kelimesi ile bahsedilen şey Kur'anı indirmiş ve bu Kur'an, Tevrat'ı tasdik eden müjdeci ve yol gösterici bir kitaptır.

Dikkat edilirse burada Cibril ile birlikte inen başka bir şey de bulunmaktadır ve müellif metin içindeki "bi iznillahi" ifadesini göz boyacı bir sihirbaz gibi yok ederek anlama dahil etmemiş, böylece istediği anlamı bu şekilde vermesi mümkün olmuştur. Eğer bu ibareyi çevirisine dahil etmiş olsaydı, Cibril'e verdiği anlam olan Kur'an'ın kendi kendisini indirdiği gibi saçma bir anlam oluşacağı için, çareyi bu ibareyi çeviriye dahil etmemekte bulmuştur.

Sayın müellife yaptığı hatayı göstermek için; bir ara, açmış olduğu sosyal medya hesabı üzerinden bu ayeti kelime kelime çevirmesi yönünde yaptığımız isteğin geri çevrilerek karşılık bulmadığını da burada söylemek istiyoruz.

Şimdi soruyoruz; Kur'an'ı kendi ön yargılarımızı tasdik ettirmek için onu tahrif etmek pahasına dahi olsa ketmetmek kimlerin harcıdır? Bu sorunun cevabı, yine BAKARA Suresi içinde verilmekte ve kitabı gizlemenin ağababası olarak Yahudiler işaret edilmektedir. Müslüman olmak iddiasında olmak, bize inmiş olan kitabı öncekiler gibi okuyarak, işimize geldiği gibi yorumlamak değil, onun anlattığı biçimde teslim olmak olmalıdır.

Müellif, Kur'an'ın inişi ile ilgili olarak NAHL, ŞUARA ve NECM Sureleri içinde geçen ayetleri de aynı şekilde tahrifata uğratarak, ön yargıları doğrultusunda anlam vermeye çalışmıştır. Yazının uzamaması için bu ayetleri burada ele almadan, neden böyle bir aracı ile vahyin indirildiğinin ifade olabileceği konusu üzerinde durmaya çalışacağız.

Müellifin eseri ile ilgili olarak yazmış olduğumuz blog içinde "Tebyinül Kur'an'dan tahriful Kur'an örnekleri" başlıklı yazılara göz atılarak yapmış olduğu tahfiratlar görülebilir.

Şurasını hatırlatmak isteriz ki; Cebrail adı bilinen meleği, gelenekteki anlaşıldığı şekli ile kanatları olan mitolojik bir varlık olarak algılamak ve düşünmek mümkün değildir. Melek denildiği zaman, kanatları olan ve kuş gibi uçan varlıkları akla getirmek, Kur'an'dan beslenen bir aklı ürünü olamaz.

FATIR Suresi başında bahsedilen meleklerin kanatlarını gerçek anlamda okumak bazı problemler getirmesi açısından doğru bir okuma yöntemi değildir. Allah(c.c); soyut olan bir şeyi somut hale sokarak, bizim zihni idrak kapasitemiz dahilindeki bilgilere benzeterek anlatmaktadır.

Melek denildiği zaman biz ontolojik mahiyetinin olup olmadığı yönünde bir tartışmaya girmekten ziyade, o kelime ile neyin anlatılmak istenildiği üzerinde fikir yürütmenin daha sağlıklı sonuçlar getireceğini düşünmekteyiz.

Gelenekteki din algısı maalesef Cibril veya başka bir ad ile anılan ve vahyi getirdiği beyan edilen elçi meleğin nasıl  olduğu üzerinde kafa yorarak , neden böyle bir yol kullanıldığının ifade edilmiş olduğu üzerinde durmamışlardır. Halbuki asıl üzerinde durulması nokta, neden melek aracılığı ile Muhammed (a.s) a vahyedilmiş olduğunun beyan edildiği olmalıdır. 

Geleneğin bu yanlış Cibril algısı, maalesef şu anda böyle bir meleğin olmadığını iddia etmek noktasına gelen insanların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Halbuki vahyin Muhammed(a.s)'a ulaşma yolu ile ilgili ayetleri gelenekteki yanlışı dikkate alarak yapılan bir okuma yerine, böyle bir yolun neden kullanıldığının beyan edilmiş olduğu üzerinde yoğunlaşan bir okuma yapılmış olsaydı, varlığının veya yokluğunun tartışılmasının gereksiz ve boş bir tartışma olduğu ortaya çıkacak ve böylece Kur'an ayetlerini tahrif etmeye kadar varan cürete gerek kalmadan, daha makul ve daha doğru bir açıklama getirilecekti.

Vahiy sadece Muhammed(a.s)'ın şahit olduğu bir olay olup, bizler bu olaydan Kur'an'ın anlattığı kadarı ile bilgi sahibi olmaktayız. Gayba dair bir konu olan vahiy olgusu içinde bize verilen bilgilerden bir tanesi; bu vahyin direk Allah(c.c)'den Muhammed(a.s)'a değil, Allah - Melek - Beşer elçi şeklinde gerçekleştiğidir.

Aradaki melek elçinin ne veya nasıllığı konusunda bir anlatım bizlere yapılmamış olup, onun görselliği konusunda yapılan rivayetler mitolojik bilgilerdir. Allah(c.c)'nin meleklerden elçi seçtiğini (HACC 75), seçtiği elçiye başka bir elçi ile vahyetmesini (ŞURA 51), kullarından dilediğine melek indirerek vahyetmesi (NAHL 2) gibi ayetleri doğru anlamanın yolu; Kur'an'ın nüzul dönemi arka plan inancının anlaşılması ile mümkün olacaktır.

Kur'an'ın nazil olması öncesi Arap cahiliyesinde "şair", "kahin" gibi ünvanlara sahip olan kişiler, ağızlarından çıkan sözlerin kendi ürünleri değil "cin" denilen varlıklardan aldıkları gaybi bilgiler olduklarını iddia ederek, bu şekilde kendilerine diğer insanlardan ayrıcalık sağlamakta idiler. Gaybdan haber aldığını iddia etmek herkes için geçerli bir şey olmayıp, şair, kahin gibi ünvanlara sahip olanlara has bir durumdu. Muhammed(a.s)'a yöneltilen şair, kahin, mecnun gibi suçlamaları, Arap cahiliyesinde yerleşik olan bu inancın bir tezahürü olarak anlamak gerekmektedir.

Gaybdan haber aldığını iddia edenleri kahin ve şair olarak tanıyan Arap insanı, Allah(c.c)'den vahy aldığını iddia eden Muhammed(a.s) için de aynı şeyi düşünerek, onun şair, kahin veya mecnun yani cinlenmiş olduğunu iddia etmeye başladılar.

Bu bağlamda "melek" ve "şeytan" kelimelerinin halk arasındaki bilinen anlamını dikkate almanın konuyu anlamada kolaylık sağlayacağını söylemek istiyoruz. Halk arasında "melek" denildiği zaman iyilik, güzellik gibi olumlu kavramlar akla gelirken, "şeytan" denildiği zaman kötülük ve çirkinlik gibi kavramlar akla gelmektedir. Yani melek ve şeytan denildiği zaman kişinin aklına onların ontolojik varlıkları değil, temsil ettikleri anlamlar akla gelmektedir.

Allah(c.c) gaybdan haber aldıklarını iddia eden kahin ve şairlerin bu haberleri, şeytanlardan aldıklarını ifade ederken, vahiy aldığını iddia eden Muhammed(a.s)'ın okuduğu sözlerin şeytan eseri değil, Allah(c.c)'nin sözleri olduğunu bildirmektedir.

Allah(c.c) kuluna bu sözleri şeytanın karşıtı olan melek aracılığı ile vahyettiğini bildirmesini, bu arka plan dahilinde anlamaya çalıştığımızda, melek aracılığı ile vahyetme olgusunun daha doğru anlaşılacağını düşünmekteyiz.

Bir an için kendimizi Muhammed(a.s) yerine koyalım; yaşadığı şehir içinde gaybdan haber aldığını iddia eden kahin ve şairler cirit atmakta ve ona bir gün Allah(c.c)'nin vahyi olduğu söylenen sözler vahyediliyor.

Kitap nedir iman nedir bilmeyen Muhammed(a.s) bir insan olarak kendisine vahyedilen bu sözlerin kimden geldiği konusunda elbette kuşkuya düşebilir. Çünkü o böyle bilgileri kahin, şair veya mecnun olarak bilinen kimselerin aldığını iddia ettiklerini bilmektedir.

Kur'an'ın Mekke döneminin ilk yıllarında nazil olan ayetlerine baktığımızda, ona gelen bu vahyin Allah(c.c)'den olduğu, kahin, şair veya mecnun olmadığı yönünde onun gönlünü ferahlatacak bilgiler verilmiş olması, yaşadığı zaman ve mekanda genel geçer olan anlayışa uygun olan bir tarzda ona anlatılarak, şair ve kahinlerin sahip olduğu bilgilerin kaynağı ile onun sahip olduğu bilgilerin kaynağının aynı olmadığı ona haber verilmektedir.

Şair ve kahinlere geldiği iddia edilen bilgiler şeytan menşeli iken, ona gelen bilginin menşei Allah(c.c)'den olup, bu bilgi ona melek elçi ile verilmektedir. Ona meleğin inmiş olması, şeytanın inmemiş olmaması anlamına gelmektedir.

[026.193] Onu Ruh el-Emin indirmiştir.
[026.194] Uyarıcılardan olasın diye senin kalbin üzerine;
[026.195] Apaçık Arapça bir dille.
[026.196] O, şüphesiz öncekilerin kitaplarında da var.
[026.197] Beni İsrail bilginlerinin onu bilmesi, onlar için bir delil değil mi?

[026.210] Onu (Kur'ân'ı) şeytanlar indirmedi.
[026.211] Bu, onlara düşmez de, buna güçleri de yetmez.
[026.212] Doğrusu onlar (vahyi) dinlemekten uzak tutulmuşlardır.

[026.221] Şeytanların kime indiğini size bildireyim mi?
[026.222] Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üzerine inerler.
[026.223] Bunlar şeytanlara kulak verirler, çoğu yalancıdırlar.
[026.224] O şairlere gelince; onlara azgınlar uyar.
[026.225] Görmedin mi; onlar, her bir vadide vehmedip durmaktadırlar;
[026.226] Ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylemektedirler.

Yukarıdaki ŞUARA Suresi'nden verdiğim ayet mealleri, demek istediklerimizin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.

Muhammed(a.s)'ın okuduğu sözler, Arap insanının bilgisi dahilinde olan kahin ve şairlerin şeytanlardan aldığı ilham değil, Allah(c.c)'nin melek aracılığı ile ona indirmiş olduğu sözlerdir. Şairlerin ve kahinlerin okudukları sözlerin kaynağı kötülüğün temsili olan ŞEYTAN iken, Muhammed(a.s)'ın okuduğu sözler TEKVİR Suresi 19. ayette "Kerim Elçi" olarak tabir edilen MELEĞİN sözleridir. Elbette bu melek ona Allah(c.c)'den aldığı sözleri aktarmaktadır.

[081.019] Şüphesiz o şerefli bir elçinin sözüdür.
[081.020] (Bu elçi,) Bir güç sahibidir; arşın sahibi katında şereflidir.
[081.021] Kendisine uyulandır, emindir.

Yine tekrar ediyoruz; bu meleğin ontolojik mahiyeti bizim için ilgi alanı dahilinde değildir, olmaması da gerekir. Bizim ilgi alanımıza neden böyle bir yol kullanılmış olduğu girmeli ve onun dışına çıkmamalıdır. Geleneksel din anlayışında vahiy meleği ile neredeyse her gün buluşan, onunla muhabbet eden, ondan Kur'an haricinde de sözler alan bir elçi anlayışı, maalesef bizleri vahiy meleğini red etme noktasına getirmiştir.

Vahyin melek aracılığı ile inmiş olmasını red etmenin ne gibi zararları olabilir?

Öncelikle böyle bir yol ile indirdiğini beyan eden ayetleri inkar etmek anlamına gelecektir. Kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak ifade eden bazı kimselerin, "deizm" akımına kapılmalarının altında yatan sebeplerden bir tanesi, Kur'an hakkında edinmiş oldukları bazı yanlış bilgilerdir.

Kur'an'ın Muhammed(a.s)'ın ilhamı olarak dile getirilmiş olan sözler olarak görmeye başlayan bu kimselerin, bu tür düşünceler içine girmelerinin sebeplerinden bir tanesi; Kur'an'ın melek elçi ile indirilmiş olduğunu beyan eden ayetleri doğru okuyamamaları neticesinde, bu sözlerin Allah(c.c)'nin kelamı değil, Muhammed(a.s)'ın sözleri olduğuna inanmalarıdır. Muhammed(a.s) bu sözleri Allah'ın ona vahyetmesi ile değil, içine doğan bazı ilhamlar neticesinde dile getirdiği iddiası, eski Kur'an'cı yeni deist veya deist olmaya aday bazı kimselerin dile getirdiği iddialardandır.

Muhammed(a.s)'ı kahin ve şairlerden ayıran nokta; onun okuduğu sözlerin ona melek elçi ile vahyedilmiş olduğudur. Bu noktayı göz ardı ettiğimizde Muhammed(a.s)'ın şair veya kahinden bir farkı olmadığı iddiası zımnen de olsa dile gelmiş veya bu kapı aralanmış olacaktır.

BAKARA Suresi 97. ayete verdiği anlamın tahrifat olduğunu iddia ettiğimiz kişinin başı çektiği düşüncenin böyle bir tehlikesi bulunmaktadır. Düne kadar onun eserlerini okuyarak dini öğrenen bazı kimselerin, bugün deizm akımına dahil olmasının altında yatan sebeplerden bir tanesi, bu kişinin ortaya attığı bazı yanlış düşüncelerdir.

BAKARA SUresi 97. ve 98. ayetlerde dile getirilen Cibril'e düşmanlık, bağlam olarak İsrailoğulları tarafından yapılan bir düşmanlık olup, vahyi red etmek anlamında yapılan bir düşmanlıktır. Bu düşman olmayı Allah(c.c) küfür olarak nitelemektedir. Müslüman kesimin bir kısmında ortaya çıkan Cibril'in farklı şekilde yorumlanarak red edilme yoluna gidilmesi, bugün değilse ilerleyen zamanlarda vahyin red edilmesine yani küfre kapı aralayan bir düşünce olması nedeniyle, yazımıza böyle bir başlık atmayı uygun bulduk. Yazının amacının, Cibril konusunda bazı kimselerin söylediklerini doğru kabul ederek yanılgı içinde olan kimseleri, kafir olarak nitelemek amaçlı olmadığını hatırlatmak isteriz.

Sonuç olarak; Allah(c.c) Muhammed(a.s)'a indirdiği vahyi HAC 75 ve diğer ayetlerde beyan ettiği üzere meleklerden seçtiği elçi ile indirdiğini beyan etmektedir. Vahyin böyle bir yol izleyerek inişini anlamak için, Arap cahiliyesi arka plan düşüncesinin anlaşılması önemli bir rol oynamaktadır.

Kahin ve şairlerin gaybdan haber aldıklarını iddia ettikleri topraklarda, Allah(c.c)'den vahiy aldığını iddia eden Muhammed(a.s)'ın aldığı vahyin kahin ve şairlerden farklı olduğunu ifade etmek için kullanılan "melek elçi" vasıtası ile ona vahyedilmiş olduğunu red etmenin yolunu, bu konu ile ilgili ayetleri tahrif etme yoluna giderek bulmaya çalışanların yaptıkları şey, ön yargılarını Kur'an'a kabul ettirme yöntemli bir okumadır.

Yapılan Kur'an okumaları; metin dahilindeki anlatımlar baz alınarak, anlaşılmaya çalışılmaya, işimize gelmediği yerde metin içindeki bazı ibareleri görmezden gelmeye çalışarak, kendi düşüncemizi Kur'an'a onaylatma ameliyesi içinde olmamalıyız.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

19 Eylül 2016 Pazartesi

ARAF s. 169. Ayeti : Yakında Bağışlanacağız Diyen Yahudiler ve Müslümanlar

Allah (c.c) yaratmış olduğu biz kullarına elçi ve kitaplar aracılığı ile, dünya hayatında uymamız gereken kulları bildirmiş , bu kurallara uyanlara ve uymayanlara , dünya ve ahirette bir takım karşılıklar verileceğini vaat etmiştir. Bize emredilen kurallara uymanın karşılığı cennet olurken , uymamanın karşılığı cehennem olarak bildirilmektedir. Allah (c.c) bize vaat ettiği cennet ve cehennemin geçici olarak kalınacak bir yer değil, EBEDİ olarak kalınacak bir yer olduğunu beyan etmektedir. 

İslam düşüncesinde, cennetin ebediliği konusunda bazı farklı düşünceler olmuş olsa da , ebediliği yani oraya giren kimsenin bir daha çıkmayacağı konusunda fikir birliği olduğunu söylemek mümkündür. Ancak cehennem için bunu söylemek mümkün değildir. Yaygın kanaate göre, dünya hayatında günah işleyen Müslümanlar , günahlarının cezasını ödedikten sonra oradan çıkarılarak cennete konulacaklardır. 

Bu düşüncenin delili ise , Meryem s. 71. ayetinin siyak sibakına dikkat edilmeksizin okunması olup, ön kabule uygun bir ayet arayışının sonucu olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Asıl meselemiz cehennemden çıkış düşüncesinin nereden ve kimden kaynaklandığı olduğu için , bu düşüncenin kaynağını oluşturan İsrailoğullarının düşüncelerini , bu konudaki Kur'an ayetleri üzerinden okumaya, ve İslam düşüncesine hakim olan bu söylemin atalarının neden böyle bir söylem üretmek ihtiyacı duyduklarını ele almaya çalışacağız. 

[007.169] Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım  kimseler geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya) nın geçici-yararını alıyor ve: «Yakında bağışlanacağız» diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı da okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Halâ akıl erdirmeyecek misiniz?

Araf s. 169. ayeti , İsrailoğulları ile ilgili bir bağlama sahiptir. 163. ayetten başlayan ve deniz kıyısında yaşayan İsrailoğullarına mensup bir topluluğun, kendilerine emredilen yasağı delmeleri sonucu helak edilmesinin ardından gelenleri anlatmaktadır. 

Bu ayetin asıl dikkat çekici cümlesi ise , dünya hayatını ahiret hayatına tercih eden İsrailoğullarının , dünya hayatı içindeki yaptıkları zulme "Yakında bağışlanacağız" şeklinde bir kılıf uydurmalarıdır. Ahiret hayatında nasıl olsa bağışlanma gelecek diye günah işlemek , bir insanı günaha teşvik eden bir düşüncedir. Bu düşünceyi insanlar arasında hakim kıldığımız zaman, dünya hayatında elde etmek istediğimiz gayri meşru olan şeylere ulaşmayı bu yol ile meşru kılmak mümkün olabilir. 

Bakara ve Al-i İmran surelerinde İsrailoğullarının kendileri için ahiret hayatında uygulanacağını düşündükleri muamele şu şekilde anlatılmakta ve ret edilmektedir.

[002.079]  Vay, Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, «Bu Allah katındandır» diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!
[002.080] Sayılı günlerden başka katiyyen bize ateş dokunmayacak dediler. De ki; 'Allah'tan bu yönde söz mü aldınız - ki Allah asla sözünden caymaz- yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?
[002.081]  Hayır öyle değil; kötülük işleyip suçu kendisini kuşatmış olan kimseler; cehennemlikler işte onlardır. Onlar orada temellidirler.

[003.023]  Kendilerine Kitapdan bir pay verilenleri, görmedin mi? Onlar aralarında hüküm vermek için Allah'ın Kitabına çağırılmışlar, sonra onlardan bir takımı dönmüşlerdir. Onlar temelli yüz çevirenlerdir.
[003.024]  Bu, onların: «Bize ateş sadece sayılı birkaç gün değecektir» demelerindendir. Uydurup durdukları şeyler, onları dinlerinde yanıltmıştır.
[003.025]  Geleceğinden şüphe olmayan günde, onları topladığımız ve haksızlık yapılmayarak herkese kazandığı eksiksiz verildiği zaman, nasıl olacak?

Bakara s. 79 ve Al-i İmran s. 23. ayetlerine baktığımızda kendilerine indirilen kitabı hayatlarına pratik etmemeleri anlatılarak , buna sebep olan düşüncenin ahirette ebedi cehennemde değil , geçici bir süre cehennemde kalacaklarına dair oluşturdukları inançtır. İşte bu inanç İsrailoğullarına dünya hayatlarında her türlü kötülüğün yolunu açarak zalim bir kavim olmalarını sağlamıştır. 

Yukarıdaki ayetler İsrailoğullarının bu düşüncesini açık ve net bir şekilde ret ederken , aynı düşünce İslam düşüncesine hakim olmuş , Kur'an tarafından ret edilen "Cehennemde sayılı günler kalma" düşüncesi, İsrailoğullarından bize ithal edilmiştir.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir , Allah (c.c) İsrailoğulları için ret ettiği bir düşünceyi , biz Müslümanlar için kabul edebilir mi ?. Bu sorunun cevabı için , Allah (c.c) nin nezdinde "Özel kul" veya "Seçilmiş topluluk" gibi özel muamele yapılacak bir gurubun olup olmadığının cevabının verilmesi gerekmektedir.

[005.018] Yahudiler ve hıristiyanlar «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O'nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a aittir. Sonunda dönüş de ancak O'nadır.

Maide s. 18. ayeti , Yahudi ve Hristiyanlar tarafından dile getirilen bir iddiayı ret ederek , onlarında Allah (c.c) nin yarattığı insanlardan bir zümre olduğu , hiç bir şekilde özel bir statüye sahip olmadıklarını beyan etmektedir. Bu seçilmişliğe Müslümanların dahil olması asla mümkün değildir. Öyleyse cehenneme veya cennete girmek herhangi bir kimlik üzerinden değil , ameller üzerinden yapılacak değerlendirme ile sağlanacaktır. Cennete girmek için sadece Yahudi , Hristiyan veya Müslüman kimliğe sahip olmak değil , cennete girmek için belirlenen kriterleri yaşadığı dünya hayatında yerine getirmek gerekmektedir.

Kur'anın hiç bir yerinde , dünya hayatında işlenen günahlardan dolayı belirli bir süre cehennem azabı görüldükten sonra oradan çıkılacağı hakkında açık ve net bir bilgi yoktur. Allah (c.c) hesap gününde kimseye en küçük bir haksızlık dahi yapılmayacağını beyan ettiğine göre , hesap gününde Müslüman , Hristiyan , Yahudi veya başka bir dine mensup olan insanlar hakkında en doğru karar verilecektir.


Allah (c.c) nin cehennem için "Ebedi" ve orada ölüm olmadığını beyan etmiş olması , dünya hayatında "Günah" olarak belirtilen amellerin işlenmesinin önünün kapatılması içindir. Dünya hayatını fısk ve fücur içinde geçirerek o halde ölen kimsenin , ahiretteki ödülü ebedi cehennem olarak bildirilmiştir. 

Eğer cehennemden geçici bir mekan olarak bahsedilmiş olsa idi , dünya hayatında yapılmaması gereken bir takım günahlar , insanlar tarafından işlenerek , "Cezası neyse çekeriz" mantığı hakim olurdu. Allah (c.c) böyle bir düşüncenin önünü kapatmasına rağmen , elleri ile kitap yazanlar , böyle bir iddiayı, dillerini eğip bükerek kitaba mal etmişler , ve böylece fısk ve fücurun önünün açılmasına fırsat sağlamışlardır.

Ebedi olan bir hayatın ebedi olmadığını iddia ederek, fısk ve fücurun önünü açan bir düşünce üretmek hangi aklın ürünüdür?.

"Ne yardan geçerim ne serden" deyimi , bu sorunun cevabıdır. Dünya hayatının aldatıcı görüntüsüne kanarak onun sahte zevklerinden vazgeçemeyen , fakat ahiret inancına sahip olanlar , dünya hayatına olan sevgilerinden dolayı olan bu vazgeçemeyişlerini , ahiret inancını deformasyona uğratarak , cehennemin geçiciliği düşüncesi ortaya atmışlar , böylelikle ihtiraslarını tatmin etmek yoluna gitmişlerdir. 

Ahiret inancına sahip olmayan müşrikler ilk yaratılma konusunda Kur'an tarafından ortaya konulan onca akli delile rağmen , kendilerinin ortaya koydukları akli delilleri öne sürerek yeniden dirilmeyi ret etmekte , bu suretle dünya hayatının geçici zevklerini hiç bir kural tanımadan elde etme yoluna giderlerken , ahiret inancına sahip olan kitap ehli ise , bu zevklerini, ahiret inancına sahip olmaları nedeniyle, cehennemin geçici olduğu yönünde bir düşünce geliştirerek tatmin etme yoluna gitmektedirler.

Bugün İslam coğrafyası sınırları içinde yaşayan Müslümanların, dünya hayatına olan gayri meşru tutkularını tatmin etmenin altında yatan en büyük saiklerden birisi , işte bu dışarıdan ithal edilmiş olan cehennemin geçiciliği düşüncesidir. 

Dün , "Yakında bağışlanacağız" diyen Yahudilere ilave olarak , bugün aynı sözü söyleyen geniş bir Müslüman kitlesi türemiş bulunmakta, ve iman etmek iddiasında bulunduğumuz kitap içinde , net olarak ret edilmiş olan Yahudi düşüncesini , sahiplenerek yahudileşme yolunda maalesef önemli bir adım atmış bulunmaktayız.

Cehennemin süreli olduğu düşüncesine ilaveten , müşriklerden ithal edilen şefaat düşüncesi , İslam coğrafyasının önemli bir kesiminde yaygın olarak kabul görerek , dünya hayatında yapılması muhtemel olan yanlışlara , bu düşüncelerin verdiği serbestiyet ile kapı aralanmaktadır.

Ahiret hayatında birileri tarafından ricacı olunarak ateşten kurtulunacağı veya ateşte belirli bir süre kalınacağı düşüncesi nasıl İsrailoğullarına fesadın yolunu açmış ise , biz Müslümanlarda da günah işlemenin yolunu açarak , bizleri fısk ve fücurda örnek bir topluluk haline getirmiştir. 

Elbette bağışlayıcı olduğunu haber veren bir Rabbimiz vardır , ve bu vaadinden dönmeyecektir. Onun bağışlayıcılığı belirli bir zümreye veya bazı kişilere tabi olmuş insanlara has değil , bu bağışlamayı hak edecek olanlara verilmiş bir vaattir. 


[031.033]  Ey insanlar! Rabbinizden korkunuz ve bir günden de endişe ediniz ki, bir baba evladından bir şey ödeyemez, evlat da atasından bir şey ödeyecek değildir. Şüphe yok ki, Allah'ın vaadi haktır. Sizi dünya hayatı sakın aldatmasın ve sizi o çok aldatıcı (şeytan) Allah hakkında şaşırtmasın.

[035.005]  Ey insanlar, haberiniz olsun ki, Allah'ın va'di muhakkak gerçektir; sakın o dünya hayatı sizi aldatmasın ve sakın o aldatıcı şeytan, sizi Allah'a karşı aldatmasın!

[057.014]  Onlara bağırırlar ki: «Biz sizinle beraber değil mi idik?» Onlar da derler ki: «Evet.. Velâkin siz nefsinizi fitneye düşürdünüz, ve (mü'minler hakkında fenalık) gözettiniz ve sizi bâtıl şeyler gurura düşürdü. Tâ ki, Allah'ın emri geliverdi. Ve sizi şeytan Allah ile aldattı.»

Bağışlanma garantili günah işlemek , insana şeytanın verdiği vesveselerden olup , yukarıdaki ayet mealleri insan için mevcut olan bu tehlikeye karşı uyarılarda bulunmaktadır.

Cehennemin ebedi olmadığı düşüncesinin İslam dünyasında alıcı bulmasının altında yatan sebepleri araştırdığımızda , Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında siyasal olayların neticesinde ortaya çıkan bir takım itikadi fırkaların, büyük günah işleyenin kafir olup olmadığı , bunların akıbeti tartışmalarını görebiliriz. 

Özellikle iman ile amelin birbirinden ayrılması sonucunda , iman etmiş olmanın sadece dil ile ikrar kalp ile tasdik etmeye indirgenmiş olması , imanı hayatına pratize etmeyen sultanların akıbetinin halledilmesi ! sorununu ortaya çıkarmıştır. Bu hal işini üstlenen saray uleması , çareyi Yahudilerin düşüncelerini devşirmekte bularak , bu sorunu kökünden halletmiştir!!. 

Büyük günah işleyenin durumu etrafında yapılan tartışmaların bir tarafı olan mürcie fırkasının ürettiği teoriler , bir takım uydurma rivayetler ile yüzlerce yıldır ehli sünnet itikadı adı altında Müslümanların üzerinde bir kılıç gibi durmaktadır.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) dünya hayatında emirleri gereğince hareket etmeyenlere ebedi cehennemi layık görerek , bu mekanı hak etmemek için gerekli olan amelleri yerine getirmemizi bizden istemektedir. Bu cezanın ebedi olarak öngörülmüş olması , dünya hayatını yaşayan insanların yaşadıkları hayat içinde kendilerine emredildiği şekilde yaşamasına matuf olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak dünya hayatının cazibesine kendisini kaptıran ve dünya ile ahiret arasında tercih yapmak zorunda kalan kitap ehli "Ne yardan geçerim ne serden" misali , cehennem hayatının ebedi olmadığı yönünde düşünceler üreterek , dünya hayatının geçici menfaatlerinden faydalanmak yolunu seçmişlerdir.


Kur'an tarafından ret edilmesine rağmen aynı iddia , İslam düşüncesi içine sokularak , günahkar Müslümanlar açısından cehennemin ebedi olmadığı , geçici olduğu düşüncesi ortaya atılarak , dünya hayatında yapılan günahların , ahirette af edileceği gündeme sokulmuş , böylelikle dünya hayatında bazı günahlara meşruiyet kazandırma yoluna gidilmiştir. 

Ahiret hayatında affa uğrayacaklarına dair kimseye garanti vermeyen Allah (c.c) nin vermediği bu garanti , maalesef bazı kulları tarafından , başka kullara verilerek , yanlışların önünü kapama amaçlı olan bu ceza, bir şekilde delinmeye çalışarak , af garantili yanlışlar yapmak teşvik edilmiştir.

Allah (c.c) elbette ahirette bağışlayıcı olduğunu bizlere beyan etmektedir. Ancak dünya hayatında bazı kimselerin yaptıkları yanlışlara kılıf uydurmak için , "Yakında bağışlanacağız" şeklindeki sözlerini ret etmekte ve bu iddianın yalan olduğunu bildirmektedir. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

16 Eylül 2016 Cuma

AHİRETE İMAN : Bir Toplumun Bireylerinin Hayatına Yansıttığında Dünyayı Cennete Çevirecek Bir İnanç

İnsan , diğer insanlara olan iş , aş , eş v.s ihtiyaçları nedeniyle birlikte yaşamak mecburiyetinde olan bir varlıktır. Birlikte yaşama mecburiyetinde olan insanların, bu yaşamını belirli kurallar üzerine bina etmesi , ve herkesin bu kurallara uyması mutlu ve huzurlu bir toplum yaşantısı için zaruri bir durumdur. Yaşamını belirli kurallar üzerine bina etmeyen etmeyen insanların yaşadığı toplumlardan kargaşa ve anarşi eksik olmayacaktır. 

Allah (c.c) alemlerin rabbi olması nedeniyle , dünya üzerinde yaşayan insanların uyması gereken ana kuralları kendisi elçiler ve kitaplar ile vaz ederek , mutlu ve huzurlu bir toplum için gerekli olan kuralları bizlere önermiştir. 

Bizler için vaz edilen inanç kurallarının ismini "İslam" olarak koyan Allah (c.c) asla başka kurallar ihdas edilmemesini , kendi koyduğu kurallara uyulmasını defaatle hatırlatarak , yanlış yapanları cezalandıracağını , uyanları ise mükafatlandıracağını beyan etmiştir. 

Bizler için koyulan kuralların içinde "Ahirete iman" adı ile herkesin bildiği bir kural vardır ki , bu kural eğer gerçek olarak hayat içinde pratiğini bulmuş olsa idi , dünyanın cennet haline gelmesi mümkün olabilirdi. 

Bu kuralın esası , öldükten sonra yeniden dirilerek dünya hayatı içinde yaptığımız iyilik ve kötülüklerin karşılığını almaya dayanmaktadır. "Ben Müslümanım" diyen herkes bu kurala uymak ve gereğini yapmak zorunda olup "İmanın şartları" olarak bildiğimiz sayılı kurallar içinde bu kural da mevcut bulunmaktadır. 

İnsanın yaratılışında kötülüğe ve iyiliğe meyyal bir bir yapısı bulunmaktadır. İnsanda bulunan bu hasletler, çeşitli saiklerle kötülüğün veya iyiliğin öne çıkması şeklinde onun hayatında pratik hale gelmektedir. İnsanların koydukları yaşam kuralları , onların ahiret yaşamında herhangi bir etkileri olmaması nedeniyle sadece bu dünya ile sınırlı olup , insanların yaptıkları ve suç olarak görülen bazı fiillerin cezaları, sadece dünya hayatında bir takım ceza şekilleri ile onlara ödetilmeye çalışılmaktadır.

Allah (c.c) koymuş olduğu kurallar içinde de , kişilerin dünya hayatı içinde işlediği bazı suçlara verilecek olan dünyevi cezalarda öngörülmektedir , ancak bu cezalara ilaveten uhrevi cezalarda vaat edilerek , kişilerin Allah (c.c) tarafından yasaklanan bazı filleri işlememesi sağlanmaya çalışılmaktadır.

Ahirete iman esası , İslamın ana kurallarından bir tanesi olup , dünya hayatında yaşayan herkesin kendi kendisinin polisi olmasını sağlamaktadır. Başka hiç bir inanç sisteminde bulunmayan , bulunması da imkansız olan bu oto kontrol sistemi , insanların hayatlarında doğru bir biçimde yer alacak olursa , dünyada bir karıncayı dahi incitirken iki defa düşünen insanların sayısı artacak , ve dünya yeryüzünde bir cennete dönüşecektir. 

Dünyada yaşayan hiç bir ülkenin, bütün vatandaşlarının başına bir polis dikmesi asla mümkün değildir. Ancak ülkelerde yaşayan insanlara sakınılması gereken gerçek mercinin adresi verilerek , vicdanlarında oluşacak polisler ile kişilerin yanlışa düşmeleri engellenmiş olacaktır.

Dünyada işlenen bir suç belki cezasız kalabilir , veya işlenen bir suçun cezası çekilerek kurtulma imkanı hasıl olabilir. İnsanlarda eğer ahirete iman bilinci yoksa , "Yatar çıkarım" , "Parasını öder kurtulurum" kabilinden düşünceler ile, suçun işlenmesinin önü açılabilir. Ancak ahirete iman bilincinin gerçek biçimde hayatında yer ettiği insanların lügatinde böyle sözlere asla yer yoktur . Ahirete gerçek olarak iman eden bir Mü'min şunu bilir ki , dünyada işlediği suçun ahiret hayatındaki cezası , dünya hayatındaki en ağır ceza ile dahi asla kıyaslanamaz.

Ahirete iman inancına gerçek olarak sahip olan insanlar , Allah (c.c) nin suç saydığı bir fiili işlemenin, dünya hayatında cezası çekilmiş olsa bile, şayet gerçek biçimde tevbe edilmediği takdirde , dünyada işlenen bu suçun cezasının ahirette ödenmesinin çok çetin ve kalıcı olacağını bilmektedirler.

Ahirete iman esası , toplumu oluşturan en küçük yapı taşı olan bireylerin ahlaki yönden sağlam bir yapıya kavuşmasını sağlayan bir inançtır. Yaptığı her şeyi gören ve ve bilen birisi tarafından izlendiği ve yaptıklarının en küçük ayrıntısına kadar kayıt altına alındığının ve yaptıkları içinde "Günah" kategorisine giren fiilleri için alacağı karşılığın ne olduğunu bilen birisi acaba kimlere zarar verebilir ?.

Ahirete iman esası , toplumun inşasının fertten başlaması gerektiğini hatırlatan bir esastır. Toplumlara hiç bir inancı tepeden inme olarak dayatmak asla mümkün değildir. Tepeden inme baskıcı yol ile topluma enjekte edilmeye çalışılan düşünce ve fikirler zaman içinde dejenere olmaya mahkumdur. 

Allah (c.c) nin insanları irade sahibi kılarak yapacağı tercihlerinde tamamen özgür bırakmış olması , onun yarattığı insanlarda bile bulunmayan bir özgürlük anlayışıdır. Yaptıklarının ve yapacaklarının karşılığının eksiksiz olarak hesap gününde verileceğine dair bilgi sahibi kılınan insan , bu ve benzeri bilgiler ile özgür iradesini daha dikkatli kullanması sağlanmaktadır.

Allah (c.c) nin koyduğu din olan İslam , insanı sadece dünya hayatı ile sınırlı bir varlık olarak telakki etmez. Ölüm , insan için sadece yeniden başlayacak ve ebedi olarak sürecek olan gerçek yaşam için bir köprü mesabesindedir. İslamın haricinde hiçbir sistem , insan için böyle bir ebedilik olduğundan bahsetmez ve insana asıl yurt olan ahiret bilinci vermez.

Dünya hayatının geçici , ahiret hayatının ebedi olduğunun bilinci içinde yaşanan hayatlarda , zulüm , kan , gözyaşı , fesat , işkence , cinayet v.s gibi insanların hayatlarında derin yaralar açan kelimelerin yeri yoktur. 

Kar ve zarar hesabını doğru yapan bir insan , hiç bir surette kendisini zarara uğratacak bir alış veriş içine girmez. Dünya hayatını tercih ederek , ahiret hayatını terk eden insanın misali , kendisine verilen ömür sermayesini akıllı kullanmayarak , iflas eden müflis tüccar gibidir. Akıllı insanlar , üç günlük geçici dünyaya tamah ederek , ebedi olan ahireti harap etmezler.

Müslümanlar olarak bizlerin , amentünün esaslarından birisi olarak en küçük yaşta ezberimize giren fakat , ezberimize girdiği kadar hayatımıza girmeyen bu esas , ahirete iman ettiğini iddia edenlerin hayatlarında bile tam olarak hayata yansıtılmamaktadır. Bugün bir çok Müslüman olma iddiasında olan kişilerin işledikleri cürmü , bu iddia içinde olmayanlar dahi maalesef işlememektedir. Bu durum bize , bir çoğumuzun söz ile amelinin birbiri ile uyuşmadığını göstermektedir. 

Hiçbir değere sahip olmadığını iddia ederek gayri ahlakilik peşinde olanlar ile , bazı ahlaki değerlere sahip olduğunu iddia ederek , o değerlere aykırı hareket edenleri mukayese ettiğimizde "Ahlaksız" olarak nitelenebilecek olan gurup , bazı değerlere sahip olduğunu iddia edenlerdir. Ahlaksız olmayı değer edinerek ahlaksızlık yapan kimse , ahlakı değer edinerek ahlaksızlık yapan kimseden daha ahlaklı sayılabilir.

Toplumun eğitimi , o toplumun bireylerini oluşturan kişilerin eğitimi ile mümkün olabilir. Bireylerin eğitiminin ilk ayağı ise toplumun en küçük yapı taşı olan aile içinden başlamalıdır. Kur'anda zikri geçen kıssalar içinde "Örnek aile" veya "Örnek baba" olarak bize gösterilen modeller , veya tebliğe başlama sırasının kişinin aile çevresi olması gerektiğini hatırlatan ayetler , kişisel eğitimin en önemli ayağının aile içi eğitim olduğunu göstermektedir. 

Aile içi eğitim ile küçük yaştan itibaren insana saygılı , çevreye saygılı olmayı görev edinen insanlar , yaptıkları yanlışların karşılığını hiç bir bedelin kabul edilmediği günde alacak olmalarını içselleştiren bir hayat sürdükleri takdirde , hem kendilerini hem de yaşadıkları toplumu huzura kavuşturmuş olacaklardır.

Kur'ana bakıldığında yeniden dirilmeyi ret eden müşriklerin, ahiret inancına karşı büyük bir savaş açtıklarını görmekteyiz. Müşrikler tarafından açılan bu savaşın altında yatan psikolojiyi şu şekilde okumak mümkündür ;


Kim olursa olsun gelmiş ve gelecek bütün insanlar fıtratları gereği yaptıklarının yanlış olduğunu ve bu yanlışın kimsenin yanına kar kalmayacağını bilirler . Hesap günü, işte bu yapılanların hesabının adalet terazisinin zerre ağırlığınca dahi sapmadan sorulacağı yegane zamandır. İşte bu korku, müşriklerin içlerini ürpertmekte olup , iman ederek kötülüklerinden vazgeçemeyenler , çareyi hesap gününü ret etmekte bulduklarını zannetmektedirler. Bulduklarını zannettikleri çarenin para etmediğini gördükleri gün ise , pişmanlıkları asla fayda etmeyecektir.

İman ettikleri dinin iman esası olan bir kuralı hayatlarına geçirerek , dünyaya örnek olması gereken biz Müslümanların , örnek olmayı günah işlemek konusunda yapmakta olmamızın sebeplerinden bir tanesi, ahiret gününde kurtarıcı beklentisi ve cehennemde sayılı günler kalınacağı inancıdır.

Kur'ana bakıldığında müşrik inancı olduğu açık ve net olarak görülebilecek olan şefaat inancı , biz Müslümanların akidesi haline gelerek , günahkar Müslümanların hesap günü araya giren bir takım kayırıcılar vasıtası ile af edilerek cehennemden azat edileceği , ve bunun sonucunda cennete sokulacağı düşüncesi , dünya hayatı içinde "Nasıl olsa ahirette şefaat var" mantığına sahip olan Müslümanların bir takım günahları işlemek sureti ile meşru sayma yanlışını da beraberinde getirmesi açısından büyük bir tehlike arz etmektedir.

Aslen Yahudi inancı olup Kur'an tarafından ret edilen , "Ateş bize sayılı günler dokunacaktır" şeklindeki inancın aynısı, Müslümanlara tarafından akide haline getirilmiş , bu suretle günahkar Müslümanların belirli bir süre cehennemde yandıktan sonra çıkarak cennete gireceği düşüncesi hakim olmuştur. Günahından dolayı belirli bir süre ceza çekeceğini düşünen Müslümanların ise dünya hayatı içinde yapmaması gereken bazı şeyleri bu tür düşüncelerin neticesinde yaptığına şahit olmaktayız. 

Bu gibi yanlış düşünceler, ahirete iman inancından hasıl olması gereken asıl amacı yolundan saptırmaktadır. Ahirete iman inancı , kişiyi dünya hayatı içinde bir takım kötü ameller işlemekten alıkoyan bir inanç olması itibarı ile , bu gibi yanlış düşüncelere sahip olan insanlarda bu imanı zayıflatmaktadır. Şu anda dünya yüzünde yaşayan Müslüman toplulukların diğer insanlara örnek bir yaşantı sunamamasının altında yatan sebeplerden bir tanesi , müşriklerden ve Yahudilerden devşirilen ahirette paçayı bir şekilde kurtarma düşüncesidir. 

Elbette Allah (c.c) ahiret günü kullarına karşı merhamet sahibi olacaktır , ancak şeytanın insanı saptırma yollarından bir tanesinin de Allah (c.c) nin affına güvendirerek günaha teşvik etmek olduğu unutulmamalıdır.


Ehli sünnet itikadında tarifini "Dil ile ikrar kalp ile tasdik" şeklinde bulan imanın, Kur'anda pratiğe geçmeden herhangi bir değeri olmayacağının beyan edilmiş olması bile bizleri iman esaslarının hayat ile içiçe ve pratikte değeri olması gerektiğine dair bir düşünce ve amel içine maalesef sokamamış , "İman ettim" demenin cennet için yeterli olacağı düşüncesi Kur'ana rağmen yer etmiştir. 

Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki , iman esasları olarak bilinen şeyler ezberlenerek cennette baş köşeyi almak için asla yeterli olmayacak , cennetin baş köşesini bu esasları içselleştirerek her engele karşı hayatlarında uygulama alanına sokanlar işgal edeceklerdir.

Sonuç olarak ; Ahirete iman esası , İslam dininin önemli bir rüknünü teşkil etmektedir. Bu iman insanlarda eğer gerçek olarak işlevini yerine getirdiği takdirde , hiç bir insan hesap gününde önüne gelecek olan suçu işlemek cesaretinde bulunamayacaktır. 

Kişilerin vicdanlarına hitap ederek , herkesi kendisinin polisi olmasını hedefleyen bu inanç kuralı , bizlere en küçük yaştan itibaren amentü esası olarak ezberletilmesine rağmen , bu inancın hayat içinde nasıl pratize edilmesi gerektiği maalesef öğretilmemiştir.
Bu inanç esası eğer insanlarda gerçek olarak ikame edildiğinde dünyanın çehresi değişecek , ve dünya herkesin birbirine saygı duyduğu bir cennet haline gelecektir. 

                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

11 Eylül 2016 Pazar

Muhammed (a.s) a İsnat Edilen Gaybi Rivayetlerin Tehlikesi Üzerine

Bilindiği üzere hadis ve rivayet kültürü içinde gaybe dair rivayetler mevcut bulunmakta ve bu rivayetlerin Muhammed (a.s) tarafından söylenmiş olduğu iddia edilmektedir. Hadis usulünde dahi, bu gibi rivayetlere iyi bir gözle bakılmadığı, en hafif deyimi ile "Zayıf" olarak görüldüğünü dikkate aldığımızda , bu gibi rivayetlerin hadisçiler tarafından dahi pek kabule şayan olmadığı görülmektedir. 

Ancak Muhammed (a.s) a gaybı bildiren rivayetlerin ona isnat edilmesinin 2 farklı yönü olduğunu söyleyebiliriz. "1- Aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı , 2- vefatı sonrası gelişen siyasal olaylardaki aktörlerin, kendi haklılıklarını peygambere dayandırma niyetleri. 

Biz yazımızda , bu isnatların 1. yönü olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışını ele alarak , burada yapılan önemli bir hataya dikkat çekecek , ve "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali bir duruma düşmenin getirdiği ve çoğu kimsenin aklının ucuna dahi gelmeyen önemli bir tehlikeye işaret etmeye çalışacağız. 

Kur'anın doğru anlamanın yollarından birisi , bu kitabın indiği zaman içinde yaşayan insanların düşünce ve inanç arka planlarının bilinmesidir. Çünkü bu kitap , yaşanan bir hayatın tam ortasına inen ve bu hayatlardaki bazı yanlışları ele alarak onları yeniden düzenlemeyi hedeflemektedir. 

"Gayp" konusunun doğru anlaşılması için bu konunun nuzül dönemi arka plan düşüncesinin bilinmesi son derece önem arz etmektedir. Bu arka plan bilinmeden gayp ile ilgili ayetlerin ve gayb bilgisinin kime ait olduğu konusunda nazil olan ayetlerin doğru anlaşılamayacağını düşünmekteyiz. 

Gayb, Duyular ile gözlenemeyen alan ile ilgili kullanılan bir kelimedir. Bu alan ile ilgili bilgi sahibi olduklarını iddia edenlerin cahiliyedeki ismi "KAHİN" dir. Bu kimseler gayb'tan haber aldıklarını iddia ederek , insanlar üzerinde kendilerine ayrıcalık yaratmakta ve toplumda kendilerine bu paye ile bir yer edinmekteydiler. 

[052.029]  O halde anlatıp öğüt vermeye devam et; çünkü sen, Rabbinin nimeti hakkı için, ne kahinsin ne de mecnun!

Cinlerden haber almak şeklindeki inanç, cahiliye Araplarının temel inançlarından bir tanesi olup , şiir okuyan şairlerin bu ilhamı cinlerden aldıkları düşüncesi, cahiliye Arapları arasında yaygın bir durumda idi. "Kahin" ve "Şair" denilen kişilerin, cinlerle olan irtibatları neticesinde gayptan haber verdikleri veya şiirler okudukları inancının vermiş olduğu ön yargı ile , Muhammed (a.s) da Kahin veya Şair olarak görülmekte idi, ve bu düşünceyi ret eden bir çok ayet bu arka plan düşüncesi dahilinde okunduğunda daha kolay anlaşılacaktır.

Kısacası , cahiliye Arapları arasında gayptan haber aldığını iddia eden kişilerin ismi "Kahin" dir. Kahin olmak demek , diğer insanlardan ayrıcalığa sahip olmak demek anlamına gelmekte ve Muhammed (a.s) ın kahin değil , "Beşer" olduğu vurgusu yine bu düşünce ile yakından alakalıdır.

Kur'an , Muhammed (a.s) a indirilen vahyin Allah (c.c) den olduğunu onun herhangi bir etki kalarak bu sözleri uydurmadığını defaatle hatırlatmaktadır. Onun gaybı bilmediğini , gayp bilgisinin Allah (c.c) katında olduğunu , ona verilen gayp bilgisinin sadece vahiy ile bildirildiği açık ve net biçimde vurgulamaktadır. 

[006.050]  De ki: «Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.» De ki: «Görenle görmeyen bir midir? Düşünmüyor musunuz?»
[007.188]  De ki: Ben, kendime Allah'ın dilediğinden başka ne fayda verebilirim, ne de zarar. Eğer ben, gaybı bileydim; daha çok hayır yapmak isterdim. Ve bana, hiç bir fenalık da dokunmazdı. Ben, sadece iman eden bir kavme uyarıcı ve müjdeciyim.
 [011.031]  «Size, Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum; gaybı da bilmem; doğrusu melek olduğumu da söylemiyorum; küçük gördüklerinize Allah iyilik vermeyecektir diyemem; içlerinde olanı Allah daha iyi bilir. Yoksa şüphesiz haksızlık edenlerden olurum.»

[006.059]  Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apaçık Kitap'tadır ancak O bilir.

[072.026-8]  O bütün gaybı bilir. Fakat gayblarına kimseyi vakıf etmez. Ancak, bildirmeyi dilediği bir elçiye bildirir. Bu durumda o elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler yerleştirir, ta ki o elçiler Rab’lerinin mesajlarını, o gözetleyicilerin kendilerine hakkıyle tebliğ ettiklerini kesin olarak bilsinler. Doğrusu Allah, kullarının nezdinde ne var, ne yoksa herşeyi ilmiyle ihata etmiş, her şeyi bir bir kaydetmiştir.

Yukarıdaki ayet mealleri , gayp bilgisinin sadece Allah (c.c) katında olduğu , Muhammed (a.s) ın böyle bir bilgi sahibi olmadığı , onun sahip olduğu gayp bilgisinin sadece ona indirilen vahyin içinde  mevcut olduğu bildirilmektedir. Gayp bilgisine sahip olmanın ilah olmanın bir gereği olduğu vurgulanan ayetlerde , yetkilerini peygamber de olsa kimse ile paylaşmayacağını beyan eden Rabbimizin yetkilerini bizim , peygamber ile paylaştırmaya kalkmamız ona şirk koşmak anlamına gelecektir.

Bu ve benzeri ayetlerin ışığında şunları söyleyebiliriz ki ; Gayp bilgisine sahip olduğunu iddia edenler KAHİNLER ve ALLAH (c.c) dir . Gayp bilgisine sahip olduğunu iddia eden kahinlerin iddiası YALAN ve İFTİRAdan ibaret iken , gayp bilgisine sahip olan yegane kişi olan Allah (c.c) ise bizlere doğruyu söylemektedir.  

Kısacası, gayp bilgisine sahip olduğunu iddia etmek, ya KAHİN ya da İLAH olmak iddiasında bulunmak anlamına gelmektedir.

Muhammed (a.s) ın gayp bilgisine sahip olduğunu iddia eden cahiliye Arapları, onu kahin yerine koyarlar iken , onun gayp bilgisine sahip olduğunu iddia eden Müslümanlar ise onu ya KAHİN ya da İLAH konumuna getirmektedirler. İşte ona isnat edilen ve gaybı bildiğini iddia eden rivayetlerin böyle bir tehlikesi bulunmaktadır. 

MUHAMMED (a.s) ıYÜCELTMEK ADINA ONUN ADINA UYDURULAN GAYBİ RİVAYETLER ONU YA KAHİN YA DA İLAH KONUMUNA GETİRMEK ANLAMINA GELMEKTEDİR.

İşin bir de, kerameti müritlerinden menkul din baronları boyutu da bulunmaktadır. Muhammed (a.s) ile kapısı açılan gayb bilgisinin bir insan da bulunma düşüncesi , peygamberlerin varisleri !!!! olduğu iddia edilen bir takım sahtekarlara da verilebileceği düşüncesinin yolunu açarak o sahtekarları da KAHİN veya İLAH konumuna getirmektedir. 

Gaybı bildikleri iddia edilen bu din baronları , Muhammed (a.s) a bile verilmemiş olan gaybi alana dair bilgileri , önce onun bildiğini iddia ederek , kendileri için kapalı olan bu yolu bu şekilde açarak, kendileri için de hareket alanı sağlama yoluna gitmektedirler.

Gaybı bildikleri iddia edilen din baronlarının böyle gaybi bilgilere ulaşmaları imkansız olduğu için , bu bilgilere ulaştıklarını iddia edenler, olsa olsa ya KAHİN ya da kendilerine İLAHlıktan rol biçme niyetinde olan yalancı ve iftiracılardır. Çünkü gaybı gerçek olarak olarak Allah (c.c) den başkası bilmez , ve seçtiği elçileri haricinde de kimseye bildirmez . 

Sonuç olarak ;Aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının bir sonucu olarak , Allah (c.c) nin tekelinde bulunan gaybi alana dair bilgilerin Muhammed (a.s) a da açıldığı yalanları maalesef İslam düşüncesi içinde epey taraftar toplamaktadır. Halbuki gayba dair bilgisi olduğunu iddia etmek, ya kahin olmak ya da ilah olmayı gerektirmektedir. 

Bir çok ayette yapılmış olan , Muhammed (a.s) ın kahin şair ve mecnun olmadığı , sadece beşer bir elçi olduğu vurgusunun temelinde , cahiliye Araplarındaki kahinliğin gayb ile olan ilgisi ve Muhammed (a.s) a okunan vahyin , Allah (c.c) den değil , kahinlik ve şairlik ile olan alakasından dolayı bu sözleri söylediği iddialarına karşı , bu sözlerin kahin ve şair sözü olmadığı , beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) a , Allah (c.c) tarafından vahyedilen ayetler olduğu bildirilmektedir.  

"Muhammed (a.s) a gaybi bilgi verilmiştir" şeklindeki iddianın 2 vahim boyutu bulunmaktadır. 1- onu kahin olarak ilan etmek , 2- onu ilah olarak ilan etmek . Allah (c.c) onun kahin olmadığını , beşer bir elçi olduğunu özellikle vurgulamasının sebebinin , insanların onu  kahin ve ilah konumuna getirmemeleri olduğunu düşündüğümüzde , bugün Muhammed (a.s) ın biz Müslümanlar tarafından getirildiği nokta kahin veya ilah olduğudur. 

Onun böyle yalan ve iftiralardan beri tutulmasının yegane yolu ise , onu hurafe kitaplarının tanıttığı şekli ile değil, Kur'anın tanıttığı şekli ile bilmek ve iman etmek olmalıdır. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

8 Eylül 2016 Perşembe

Yardım Kuruluşlarının Yardım Yöntemlerine Dair Yeni Bir Yöntem Teklifi

Allah (c.c) insanların bazılarını , bazılarının üzerinde rızık bakımından üstün kılmıştır. Bazı insanların rızık bakımından , neden bazı insanların altında olduğunun sebebinin bu yazının konusu olmadığını hatırlatarak , konumuz rızık bakımından üstün olanların , rızık bakımından aşağı olanlara yardım etmesi ve bu yardımın bir takım yardım kuruluşları ile yürütülmesinin yöntemi hakkında olacaktır. 

Türkiye merkezli bir çok yardım kuruluşunun , dünyanın bir çok yerindeki ihtiyaç sahiplerine yardım ulaştırmaya çalışması takdire şayan ve ancak fazilet sahibi insanların yapabileceği bir özveridir. Özellikle Ramazan ve Kurban bayramlarında yoğunlaşan bu yardımlar , elbette ulaştığı kimseler için bir umut ışığı olmaktadır. 

Ancak bu yardımların yapılış şekline bakıldığında "Günü kurtarmak" veya "Balık vermek" diyebileceğimiz bir yöntem dahilinde yapıldığını görmekteyiz. Türkiye den giden kuruluşlar ve onların gönüllü elemanları, Türkiye den toplanan paralar ile alınan kurbanlıkları orada keserek fakir halka dağıtmakta, ve bu halk onlara yapılan bu yardımlar ile karınlarını doyurmaktadır. 

Yapılan bu yardımı asla küçümsememekle birlikte , bu yardım yönteminin yetersiz ve kısa vadeli bir yöntem olduğunu söylemek istiyoruz. Bu yardımların günü kurtarmak veya balık vermek şeklinde değil "Balık tutmayı öğretmek" şekline dönüşmesi , yapılan yardımların daha faydalı ve kalıcı olmasını sağlayacaktır. 

Yardım kuruluşları tarafından kurban eti götürülen halk , her sene onlara yapılacak bu yardımı bekleyerek , zaten fakir duruma düşerek yardıma muhtaç hale gelme sebeplerinden biri olan tembelliğe alışmaktadırlar (tek sebebin tembellik olmadığını hatırlatmak isteriz). Bu sene gelen kurban etlerini yiyen insanlar , gelecek senenin kurbanını bekleyerek , Türkiye ve benzeri ülkelerden gelecek kurban ve diğer yardımlar ile günlerini geçirmektedirler. 

Burada bir hususu hatırlatmak isteriz ki , Kurban kesmek ibadeti Hac ibadeti içinde yapılması gereken bir rükün olup , Hac ibadetini yerine getirmeyen insanların üzerine vecibe olan bir ibadet değildir. 

Hac ibadetini yerine getiremeyen insanların kurban kesmelerinin gereksiz veya yanlış olduğunu asla iddia etmemekle birlikte , bu ibadeti yurt dışında bazı ülkelerde yardım kuruluşlarının vasıtası ile yapılması yerine, bu paralar ile o ülkelerde "Balık tutmayı öğretmek" şeklinde daha kalıcı ve uzun vadeli yatırımlar yapılarak , o insanların daha verimli hale getirilmesi sağlanabilir. 

Bu yardımları kısaca özetleyecek olursak , hayırsever kişi istediği yardım kuruluşuna belirlenen miktarı ödeyerek vazifesini yerine getirmekte , yardım kuruluşları ise kendilerine ödenen bu meblağları kurbanlık hayvana çevirerek ihtiyaç sahiplerine gönüllü elemanları vasıtası ile dağıtmaktadır. Bu yardımlar yapıldıktan sonra o kuruluşun gönüllü elemanları o ülkeyi terk ederek kendi ülkelerinde işlerine dönmekte, ta ki gelecek senenin kurban bayramına kadar o ülke insanı kendi kaderine terk edilerek , yeni gelecek kurbanı ve gönüllüleri beklemektedir. 

Fakat Hristiyan yardım kuruluşlarının yöntemleri bizden daha farklı olarak , o ülkelerde daha fazla zaman harcamak şeklinde gerçekleşmektedir. "Misyoner" olarak adlandırılan kimseler , kendilerini o işe adayarak belirli ülkelerde kurudukları kiliseler ile yıllarca kalmakta ve bütün sene o insanlar ile ilişki içinde bulunmaktadırlar. 

Öncelikle yardım kuruluşlarının , bir kaç günlük ziyaretler ile kurban eti dağıtarak , ülkelerine geri dönmek yerine, o ülkelerde daha kalıcı olmalarını sağlayacak yöntemler üzerinde düşünmeleri gerekmektedir.

O ülkelerde devamlı kalan Müslüman yardım kuruluşları , oradaki insanların güvenini sağlamak bakımından daha şanslı olacaklardır. Dahası, oradaki insanların kendi karınlarını doyurmaları için gerekli olan bilgi ve deneyimleri onlara aktararak , tembellikten kurtularak çalışır bir hale gelmeleri de sağlanacaktır. 

Her gün bir balık vermek yerine , insanlara balık tutmayı öğreterek atıl durumdan, çalışır duruma getirmek , o insanlara yapılacak olan en büyük yardımdır. 

Sürekli kalan yardım kuruluşları bu sayede, o ülkenin iç dinamiklerini öğrenerek o ülke insanına kendi deneyimlerini aktaracak , onları üretken hale getirerek ihtiyaç sahibi olmaktan kurtaracak, o insanlara daha faydalı olacaklardır. 

Bunun sağlanması için de , kurban bedeli olarak alınan paraların üretimin desteklenmesi yönünde kullanılması gerekmektedir. Ancak kurban bedeli olarak yardım yapan halkın, bu paraların mutlaka kurban olarak kesilmesi gibi bir istekten vazgeçmesi , yardım kuruluşlarının da bu paraların daha gerekli yatırımlarda kullanılmasının daha iyi ve doğru olacağını, yardım sahiplerine uygun bir dille anlatması gerekmektedir. 

Bu teklifimizin hayata geçebilmesi için , yardım yapan kişilerin kurban kesme ibadetini hacca gitmeyenler için dini bir vecibe olarak görmekten çıkmalarını sağlayacak bir şuur ve bilgiye sahip olmaları gerekir. 

Tekrar hatırlatmak isteriz ki, ülke içinde kurban kesmeye itirazımız olmamakla birlikte , kurbanının başka ülkelerde kesilmesini isteyen kimselerin, bu ülkelerde yaşayanlara daha faydalı olması açısından böyle bir teklifi sunmaktayız. 

Kurban kesmeyi Hanefi mezhebinin hükmünce "Vacip" olarak gören insanımızın bir çoğu maalesef , kurban bedeli olarak gönderdiğimiz paraların ihtiyaç sahiplerinin bulunduğu bir ülkede o ülke insanın üretken hale getiren ve onları muhtaç durumdan çıkarır bir hale gelecek şekilde harcandığını duyduğu anda kıyameti koparacaktır.

Kurbanın altında yatan asıl maksadın yardımlaşma ve ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gidererek Allah (c.c) ye yakınlaşmak olduğunu düşündüğümüzde, yurt dışı ülkelerde kurban kesimi için yardım kuruluşlarına para veren insanların yardım maksadına uygun olarak , bu yardımlarının kısa vadeli değil , uzun vadeli bir yatırıma dönüşmesi daha faydalı olacaktır.

Kısa vadeli tedbirler yerine , uzun vadeli tedbirler almak, her konuda başarı getirecektir. 

Bu teklifimizin hemen ve herkes tarafından kabul edilebilir teklif olmadığını elbette bilmekteyiz. Ancak yardım etmenin amacının yardım edilen kişi ve kişileri tembel hale düşürerek gelecek yardımları bekler hale getirmek olmaması gerektiği bilinmelidir.

Yardımın amacının , ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını kendilerinin gidermelerini sağlayarak , onları kendi ayakları üzerinde durmaları öğretmek olması gerektiği , bu yardımları iyi niyetle yapan herkesin malumudur. 

Bir insana yardım etmek demek , o insanı ve insanları size mahkum ve müteşekkir olmak zorunda bırakmak anlamına gelmemelidir. Kur'an bu konuya özellikle vurgu yaparak "Başa kakma" şeklinde yardım yapmanın müşrik adeti olduğunu ve bu tür yardımların boşa gideceğini sıkça hatırlatır.

Yardım kuruluşlarımızın , yardım yaptıkları ülkelere günübirlik yardım yerine onları muhtaç halden çıkaracak şekilde yardım yöntemleri ve o ülkelerde üretimi destekleyici eğitim ve öğretim faaliyetleri ile yardımda bulunmaları önemli bir zarurettir. Bu desteğin hiç yapılmadığını iddia etmemekle birlikte , yok denecek kadar az olduğunu söylemek istiyoruz.

Sonuç olarak ; Dara düşen ihtiyaç sahiplerine yardım etmek , insani bir erdem olup bu yardım o insanları rencide edecek veya kısa vadeli tedbirler ile olmamalıdır. Türkiye merkezli yardım kuruluşlarının , dış ülkelerde ihtiyaç sahiplerine yapmış olduğu kurban yardımları kısa vadeli ve balık vermeye yönelik yardımlardır. 

Halbuki insanlara balık vermek yerine balık tutmayı öğrettiğimizde , onların başkaları tarafından yardıma olan ihtiyaçları zaman için bitecek, ve onlar yardım eder hale geleceklerdir.
Türkiye den yapılan ve önemli bir meblağ tutan kurban bağışları , şayet uzun vadeli üretime yönelik yatırımlar için kaynak olarak kullanıldığında , bu ülkelerde yaşayan insanlar hem iş hem da aş sahibi olacaklardır. 

Ancak Kurban kesmenin vacip olduğu konusunda bilgi sahibi olan insanımızın bir çoğunun, böyle bir yardım konusunda pek taraftar olmayacağını bilmekteyiz. Bu konuda Kur'an merkezli bir fıkıh üretilerek , ve bu fıkıh doğrultusunda kurban yardımlarının üretime kanalize edilmesi veya yardım kampanyalarının üretime ve uzun vadeli tedbirlere yönelik düzenlenmesi ile meydana gelecek katma değer , ihtiyaç sahibi olan insanlar için daha değerli yardımlar olacaktır.

7 Eylül 2016 Çarşamba

YENİ DÜNYA DÜZENİ :Çağdaş Firavunların Yeni Hedefi ve Bu Hedefe TV Dizileri İle Ulaşma Çabaları

Firavun , Kur'anda hacim itibarı ile en fazla yer alan Musa (a.s) kıssasının önemli aktörlerinden, ve evrensel bir karakter haline gelmiş bir kişidir. Bu karakter bilindiği üzere, halkı üzerinde ilahlık ve rablik iddia ederek , onları kendisine kul etmekteydi. Firavun'un  halkı üzerinde ilahlık ve rablik baskısını kurmak için kullandığı silahlardan bir tanesi de "Büyü" ve "Sihir" yolu ile insanlara karşı kendisini yenilmez bir kişi olarak göstermeye çalışmasıdır. 

Bu durumu Musa (a.s) ile olan karşılaşmasında onu yenmek için ülkenin bütün sihirbazlarını toplaması, ve onunla düello yaptırmaya kalkışmasından anlamaktayız. Bu düellonun sonu da bilindiği gibi, sihirbazların yenilgisi ve iman etmesi ile sonuçlanmıştır. 

"Büyü" ve "Sihir" , insanlar üzerinde hegemonya kurmak isteyen güçlerin, binlerce yıldır kullandıkları kadim bir yol olup , şu anda yaşadığımız dünyadaki çağdaş firavunlarının da, insanları kendilerine kul etmek için kullanmaktan çekinmedikleri bir yöntemdir. 

Büyü ve sihir denildiği zaman , sadece hacı hoca lakaplı kişilerin bazı kağıt ve nesnelere yazarak üfledikleri ve bununla insanlara zarar verdikleri sanılan şeyler akla gelecek olursa, bu konu gerektiği gibi anlaşılamamış olacaktır. Bu gibi insanların yaptıkları sahtekarlıkların ayrı bir başlık halinde değerlendirilmesi gerektiğini düşündüğümüz için,  yazı içinde bu konuya değinmeyeceğiz. 

Büyü ve sihir, cahil insanlara karşı kendisini üstün göstermek ve onları hakimiyetleri altına almak isteyenlerin kullandıkları kadim bir yol olarak, bugün de çağdaş firavunların kullandıkları bir yoldur. Elbette bu firavunlar sahtekar hacı hoca takımını değil , daha modern yollar kullanarak kitle iletişim araçları yolu ile büyü ve sihir yapmakta , bu yolla insanları kendilerine kul köle yapmaya çalışmaktadırlar. 

[028.004]  Gerçekten, Firavun, yeryüzünde zorbalığa yöneldi ve halkını sınıflara ayırdı. İçlerinden bir zümreyi güçsüz bularak oğullarını boğazlıyor, kızlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.

Firavunların en bariz özelliği , yaşadığımız dünyayı kendilerinin mülkü olduğunu zannederek , bu dünya üzerinde yaşayan her şeyin kendilerinin olması ve onlar üzerinde hüküm sahibi olmaları gerektiğini düşünmeleridir. 

[043.051]  Firavun, kavmine seslendi ve dedi ki: Ey kavmim; Mısır mülkü ve altımdan akan şu ırmaklar benim değil mi? Hala görmüyor musunuz?

Musa (a.s) ın mücadele ettiği firavun, sadece Mısır ülkesi üzerinde hak iddia etmekte iken , yaşadığımız dünyanın firavunları ise , dünyanın tamamı üzerinde hak iddia etmektedirler. Kısacası, yaşadığımız dünyadaki mücadele edilmesi gereken firavunlar ,Musa (a.s) çağında yaşayan firavundan daha şedid ve daha zalimdirler. 

Bu firavunların dünya üzerindeki emellerinin ne olduğunu anlamak için sadece arama motorlarına "Yeni dünya düzeni" yazmak, ve o başlık altında çıkan yazılara göz atmak yeterli olacaktır. 

Kasas s. 4. ayetinde gördüğümüz üzere , firavunların insanlar üzerinde hegemonya kurmak için kullandıkları yöntemlerden bir tanesi de "Böl - Parçala - Yönet"  politikası gereğince, insanları toplum olarak bölünebilecek en küçük parçalara ayırmak , bu suretle onlar arasındaki bağları kopararak , birbirlerine düşman edip isteklerine kavuşma taktiğidir. 

Aile kurumu , bir toplumu oluşturan en küçük yapı taşı olması itibarı ile insan yaşantısının vazgeçilemez bir unsurudur. Fıtri olarak birlikte yaşama itiyadında olan insanın ,birlikte yaşamını oluşturan en küçük unsur bu kurum olup , aile kurumunun ayakta kalması bir toplum için büyük önem taşımaktadır. 

Bir toplumu yıkmak için kullanılan yöntemlerin başında , onları parçalara ayırmak gelmektedir. Aile kurumu bir toplumu oluşturan en önemli yapı taşı olması nedeniyle , şer güçlerin her zaman hedefi haline gelmiştir. 

Dünyayı yöneten 13 ailenin içinde ve en büyükleri olan "Rockefeller" ve "Rothschild" adındaki iki ailenin başını çektiği ve adını "YENİ DÜNYA DÜZENİ" olarak koydukları sistemde, sadece kendi aile kurumlarının baki kalması için , başka aileleri yerle bir etmekten ve bu kurumu yıkmaktan çekinmeyen şeytani güçlerin, dünyanın çeşitli ülkelerinde sahneye koydukları oyunların başında MEDYA DÜNYASInı kullanmak olduğu görülmektedir. 

Özellikle görsel medya kullanımı,  insanların gözünü bağlayarak onlar üzerinde hegemonya kurmanın bir yolu olarak , çağdaş firavunların kullandıkları bir silahtır. Görsel medyanın verdiği imkanlar ile insanların şuur altlarına girerek , insanlar tarafından yanlış ve çirkin görülen bazı fikir ve fiiller , görsel medya yolu ile şuur altına işlenerek , belirli bir zaman içinde insanlar tarafından artık doğru ve güzel fikirler ve fiiller haline getirilebilmektedir.

"Yeni dünya düzeni" denilen sistemi kısaca özetleyecek olursak ; Bu düzen "Tek devlet" - "Tek ekonomi" - "Tek din" - "Tek ilah" sistemine dayanmaktadır. Tabi ki tek din ve tek ilah düşüncesi Allah (c.c) nin dininin tek din ve onun tek ilah olması değil , "KAPİTALİZM" in din ve ilah edinildiği bir sistem üzerine kurulu bir din ve ilahlık düzenidir. 

Bu sistemin hakim olduğu topraklarda yaşayan insanlar, Allah'a değil dünyanın kaderini elinde tutan 13 aileye kul olacaklar, ve bu aile tarafından konulmuş olan kurallara göre yaşamlarını sürdüreceklerdir. Bugün dünyanın her neresinde bir fesat hareketi varsa o işte , mutlaka bu şeytanların parmağı vardır. Özellikle ülkemiz içinde ve etrafında, yıllardır süren savaşlar hep bu çağdaş firavunların hedefi olan yeni dünya düzenini oluşturma senaryosunun bir parçasıdır.

"ÇAĞDAŞ FİRAVUNLAR" olarak niteleyebileceğimiz ve dünyayı kendilerinin mülkü zanneden ve bir elin parmakları kadar az sayıdaki ailenin yönettiği dünyada , bu ailelerin insanları kendilerine kul köle yapmak için uyguladıkları bir çok yöntemden bir tanesi de , aile kurumunu ortadan kaldırmaya yönelik uygulamalar olup , bu kurumu ortadan kaldırmak için kullandıkları yöntem ise tv programları vasıtası ile yapılmaya çalışılmaktadır. 

Müslüman aileler dahil, toplumun büyük çoğunluğunun izlediği bu tv dizilerinin altında yatan mesajı okumaya çalıştığımızda , bu şeytanların sadece kendi ailelerinin mutluluğu için , başkalarını ahlaki yönden çökertmeye çalıştıkları ve bu yolla "Böl - Parçala -Yönet" şeklindeki taktiklerini gerçekleştirme yoluna gitmeye çalıştıklarını görebiliriz.

Fazla uzağa gitmeye gerek yok , ülkemizde yayın yapan yapan bazı tv kanal(izasyon)larında yayınlanan dizilere baktığımızda , bu dizilerdeki ortak yönün, nikahsız beraberliği özendirmek üzerine kurulu senaryoların oluşturduğu konular üzerine kurulmuş filmler olduğu görülecektir.

Tv kanallarında yayınlanan dizilerin ekseriyet konusu, kadın erkek ilişkileri üzerine kurulu olup , bu ilişkilerin tamamı, flört ve zinayı güzel göstermek üzerine bina edilmektedir. Dizilerin bir çoğuna dikkat edilecek olursa bu diziler, zinadan doğan çocuklar üzerine kurulu ve zinayı hayat tarzı edinmiş insanların üzerine kurulmuş senaryolardır.

Bu diziler seyircilerin şuur altında, "Zina insan yaşamının normal bir parçasıdır" mesajını bırakmaktadır. Müslüman halka şayet , "Zina normal bir şeydir herkes zina etmeli" şeklinde sözlerle yaklaşıldığında elbette tepki ile karşılanarak, "Sen ne biçim konuşuyorsun zina bizim dinimizde haramdır" şeklinde bir karşılık bulacaktır. 

Çağdaş firavunların sihirbazları elbette bu kadar aptal değildir. Ulaşmak istedikleri amaçlara insanların şuur altlarına subliminal mesajlar vererek ulaşmaya çalışmanın en uygun metot olduğunu çok iyi bilmektedirler. Bu firavunların sihirbazları görsel medya yolu ile şuur altı mesajları vererek  insanların gözlerini bağlamakta, büyü ve sihri bu şekilde gerçekleştirmektedirler.

1980 li yıllarda T.R.T 1 adlı devlet kanalında mehdi bekler gibi yayın saati beklenen "Dallas" adlı bir dizi yıllarca yayınlanmıştır. Bu dizinin ana konusunun Amerikanvari bir hayat tarzının empoze edilmesi ve aile içi çarpık ilişkiler olduğu ,bu dizinin yayınlandığı yılları hatırlayanlar mutlaka bilmektedir. Bu dizi İslam dışı hayat tarzının medya yolu ile insanlara empoze edilmesinde bir milat olmuş , bu diziden sonra yerli yapım "Dallas" türü diziler başını almış gitmiştir.

Bu dizide işlenen gayri ahlaki fiiller ,  eğer insanlara başka yollarla anlatılıp onların hayatlarının aynısının bizler tarafından taklit edilmesi istenilse idi , bir çok insan bu tür hayatı yaşamayı inancı gereği ret edecekti. Ancak şuur altına yerleştirme taktiğinin kullanılması sebebi ile , bu dizi ile başlayan çarpık ilişkileri konu alan diziler furyası, özel kanalların açılması ile daha da şiddetlenerek, zinanın normal bir ilişki sayıldığı ve İslam dışı hayat tarzının yadırganmak şöyle dursun içselleştirildiği bir ülke haline gelmiş bulunmaktayız.

Bugün artık ülkemiz, zina sonucu doğan çocukların sokağa bırakıldığı veya öldürüldüğü şeklindeki haberlere alışkın bir hale gelmiştir. Kendisini "Sanatçı" olarak lanse eden insanların günlük yaşamlarını konu eden "Paparazzi" haberleri, bir çok kanalda yayınlanmakta ve bu kimselerin gayri ahlaki yaşantıları halkımıza sunularak bu tür yaşantı insanların şuur altında normal bir hale getirilmeye çalışılmaktadır. 

Türk yapımı bu dizilerin en iyi müşterilerinin Arap ülkeleri olduğunu düşündüğümüzde , tehlikenin boyutları daha fazla ortaya çıkmaktadır. Bu dizilerin yayınladığı saatlerde hayatın durduğu ve halkın büyük bir kesiminin bu dizleri izlemek için tv başına geçtiği şeklindeki haberler, Arap ülkelerindeki bozulmanın bu diziler ile hızlanacağını göstermektedir.

Sorun ortada bu şekilde iken, bu gibi programların etkisinin en aza indirilmesi için ne  gibi önlemler alınmalıdır ? sorusu cevap beklemektedir.

Öncelikle insanların bu diziler ile ne yapılmak istenildiği, ve bu dizilerin kimlerin amaçlarına hizmet ettiği noktasında bilgi sahibi olması gerekmektedir. İlk okul çağında olan çocukların bile derslerinden çok , yayınlanan diziler hakkında bilgi sahibi olduğu bir ülkede eğitimin anne baba dan başlaması gerektiği önemli bir husustur. Kendileri bu konularda bilgi ve şuur sahibi olmayan ebeveynlerin yetiştirdiği çocuklar , maalesef dizi manyağı olarak yetişeceklerdir.

Devlet zoru ile bu gibi diziler yayınlayan kanallara baskı uygulanması mümkün olmadığı gibi , baskı uygulansa dahi bu dizileri izlemek talebinde bulunanlar için bu tür baskılar, daha başka yollarla bu gibi dizilerin izlenmesi yolunu açacaktır. "Zorla güzellik olmaz" atasözünün gereğince , bu iş insanları şuurlandırma yolu ile yapılabilir.

Çağdaş firavunların biz Müslümanlar üzerinde yapmak istediği ifsadı , ve bu ifsadın en önemli ayağı olan tv dizilerinin aile kurumu üzerinde yaptığı olumsuz etkiyi anlamak ve anlatmak her kişinin görevi olmalıdır. 

Bu dizilerin yayınlanmasında en büyük desteği seyirci kitlesinin sağladığı malumdur. İnsanlarda, bu diziler ile oluşturulmaya çalışılan yıkım konusunda farkındalık yaratılmaya çalışıldığı zaman, bu dizilerin izleyicileri azalarak , yapımcılar tarafından bu gibi dizilerin artık seyirci tarafından kabul görmediği gerekçesi ile , zinayı konu almayan başka diziler yayına konulmak zorunda kalınacaktır.  

Allah (c.c) ye iman duygusundan yoksun olarak insanların yönetimine talip olanların yer yüzünde yaptıkları en önemli ifsad ekini ve NESLİ yok etmeye çalışmak olmuştur (Bakara s. 205). 

Nesli yok etmek için çalışan çağdaş firavunlar , bu yok etme işlemini savaşlar dahil olmak üzere bir çok şekilde gerçekleştirmek yoluna gitmektedirler. Bu şeytanların marifeti ile çıkarılan savaşlarda milyonlarca insan ölmüş ve ekin olarak ifade edilen doğal denge mahvolmuştur. 

Elbette bu firavunlarda geçmişte yaşayan firavun misali dünya hayatlarında zillete uğrayarak helak olacaklardır. Ancak onların helak olması gökten meleklerin inmesini beklemek ile değil , biz iman edenlerin elleri ile olacaktır. Onların malları , servetleri , sahip oldukları güçler bizleri hiç bir zaman korkuya düşürmemelidir. 

Özellikle kıssa yollu anlatımlarda , nice az topluluğun çok topluluğa galip gelmiş olması , çokluğun her zaman para etmediğini göstermektedir. Bizler imanımız gereği Musa misali firavunların karşısına dikildiğimiz zaman , onlar için tehlike çanları çalmaya başlamış demektir.

Sonuç olarak ; Firavun karakteri Musa (a.s) kıssasında yaşamış ve denizde boğulması ile kökü kesilmiş bir karakter değildir. Bu karakter kıyamete kadar yaşayacak bir tip olup yaşadığımız dünyada da kol gezmektedir. 

Çağdaş firavunlar, geçmişte yaşamış yaşayan firavundan daha zalim ve daha acımasız olup , tüm dünyaya hakim olmak ve dünyayı kendileri yönetmek gibi bir projeleri bulunmaktadır. "Yeni dünya düzeni" adı verilen bu projenin en büyük amacı, dünyanın kaderini elinde tutan 13 ailenin mutluluğuna dayalı bir düzendir. 

Bu aileler kendi sadece kendi ailelerinin mutluluğu için , böl -parçala - yönet taktiğini uygulayarak , kendi dışındaki insan hayatlarını hiçe saymakta ve  bir toplumu oluşturan en küçük birim olan aileyi çökertmek için çeşitli planlar yapmaktadırlar. Bu firavunlar şeytani emellerine ulaşmak için kadim bir yol olan büyü ve sihri kullanmaktadırlar. 

Zamanımızda kullanılan büyü ve sihir ise görsel medyanın kullanılarak insanların şuur altlarına girilmesi ve onlara firavunların istediği mesajın verilmesidir.

Bu çökertme planlarının bir ayağı , zinayı ve aile kurumunun dağılmasını esas alan senaryolara sahip olan tv dizileri ile yapılmaktadır. Bu türden dizilerin yayınının çoğalması sonucunda , Türkiye genelinde büyük bir toplumsal sorun haline gelen aile dağılması ve ahlaki yozlaşmanın çoğaldığı herkesin malumudur. 

Bu diziler , en büyük desteği seyirci kitlesinden aldığı için , seyirci desteğinin kesilmesi bu dizilerin sonunu getirecektir. Bu desteğin kesilmesi ise , bizlerin bu dizilerin sanıldığı kadar masum olmadığı , bu dizilerin yayınlanmasının altında yatan en büyük sebebin yeni dünya düzeninin oluşturulmasına yönelik şeytani emeller olduğu herkes tarafından bilinmesi gerekmektedir.