Üzerine etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Üzerine etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Kasım 2016 Salı

Tekfirciliğe Yeni Bir Soluk Kazandıran MEALCİ HARİCİLİK Üzerine Bir Mülahaza

Tekfir, "Nankörlük , gerçeği örtmek , inkar etmek" anlamlarına gelen Ke-Fe-Re kökünden türemiş , dini bir terim olarak, bir kimsenin kendisi ile aynı dini görüşleri paylaşmayanlara karşı kullandığı dışlama ifadesi ve onu dinin dışına iterek Müslüman olarak görmemek anlamına gelen bir kelimedir. Dini meseleler konusunda farklı düşüncede olanların  birbirlerini kafir, müşrik v.s gibi dini terimleri kullanarak suçlamalarına verilen ad olan "Tekfircilik" , ne yazık ki Müslümanlar arasındaki tartışmalarda sıkça kullanılmakta , kafir , müşrik v.s gibi dini terimler hoyratça harcanılmaktadır.

Ali (r.a) ve Muaviye arasında çıkan Sıffin savaşında , Muaviye'nin ordusundan bir gurubun, Ali ve Muaviye arasında hakem tayin edilmesini istemeleri , Ali (r.a) ın ordusundan olanların bir kısmının, yapılan hakemlik teklifini kabul etmeyerek "Hüküm ancak Allah'ındır" sloganı ile, hakemi kabul eden Ali (r.a) ı kafir ilan ederek ordudan ayrılmaları sonucu, tekfirciliğin atası olarak bilinen, haricilik fırkası ortaya çıkmıştır.  

Bu fırkanın ana söylemi olan "Tekfircilik" , bu gün kendilerini "Ehli Hadis" olarak bildiğimiz fırkanın bir kısmında hala yaşatılmaktadır. Bu fırka tekfirciliği çok ileri bir noktaya götürerek, neredeyse imanın bir şartı olarak kabul etmekte, tekfir edilmesi gerektiğini düşündükleri bir kimseyi tekfir etmeyeni , "Kafiri tekfir etmeyen de kafirdir" diyerek , o kimseyi bile tekfir etmektedirler. 

Hariciliğin ana söylemini oluşturan tekfircilik , bugün sadece "Ehli Hadis" veya "Selefiyye" olarak bildiğimiz fırkaların bir kısmında değil , kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak ifade eden bazı kimselerin de elinde bir silah olarak kullanılmaktadır.

Hariciliğin asıl temelinde , Bedevilik yani çölde yaşamanın vermiş olduğu kabalık yatmaktadır. Bugün bu fırkanın bayrağını taşıyanların karşılarındaki kimseleri tekfir etmelerinin temelinde yatan asıl sebepleri , geçmişteki atalarında olduğu gibi insani ilişkilerde zayıflık , kabalık, karşısındaki kimseye saygı göstermeme , karşı fikre tahammülsüzlük , ahlaki değerlerden yoksunluk , tebliğ etmek gibi dertleri olmaması , psikiyatrik bazı sorunlar , savunduğu söylemi tam bilememekten kaynaklanan cehalet v.s gibi bir çok nedeni sıralamak mümkündür. 

Tekfir , dini gereklilikten kaynaklanan bir söylem değil , insani zaaflardan kaynaklanan bazı sorunların getirmiş olduğu bir hastalıktır. Kendisinin Allah'a , Elçisine ve Kitaplarına iman etmediğini iddia eden bir kimsenin, kafir olduğunu söylemek elbette mümkündür , fakat Allah'a , Elçisine , Kitaplarına iman ettiğini iddia eden bir kimsenin, kafir ve müşrik olduğunu iddia etmek için , Kur'an'ın açıkça "Şirk" ve "Küfür" olarak beyan ettiği, söz ve fiillerin o kimseden sadır olması gerekmektedir. 

Kur'an dışı kaynakları Kur'an mesabesinde görerek , o kitaplardan edinilen hükümler ile insanları tekfir etmeye kalkmak, o kaynakları ilah ve rab edinmek anlamına gelecektir. Ehli Hadis düşüncesine mensup olan ve tekfiri din edinmiş bir kısım kimseler , Muhammed (a.s) adına gelen rivayetleri aynı Kur'an gibi görmek sureti ile , bu rivayetleri ret edenleri değil , eleştirenleri dahi tekfir etmekten geri kalmamaktadırlar.

Tekfirciliğin temelinde , kendi düşüncesini dinin merkezine koyarak bu düşünceyi tek ve nihai doğru , diğer düşünceleri ise yanlış olarak görmek, ve bütün düşünceleri bu merkezde değerlendirerek , karşı düşünceyi mahkum etmek yatmaktadır. Böyle bir düşünce içinde olmak, kendisinin Allah (c.c) adına konuşmaya yetkisi olduğunu iddia etmek anlamına gelir ki , bu yetki sadece Muhammed (a.s) ile son bulmuş olan "Resul Nebi" yetkisine sahip olan kimselerden başkasına ait değildir. 

"Resul Nebi" olan kimseler din adına herhangi bir yanlış yaptıklarında uyarılarak yanlışları vahiy ile düzeltilmektedir. Kur'an'da Muhammed (a.s) ın yaptığı bazı yanlışları düzelten ayetlerin bulunduğu herkesçe malumdur. Ancak din adına kesin ve net bir hüküm vermek durumunda olan biz gibi insanların , olabilecek muhtemel yanlışlarını düzeltecek resul olmak gibi bir makamda olamayacağımız muhakkaktır. 

Bundan dolayı, her kim din adına konuşuyor ise , bu konuştuklarında mutlaka hata ve eksik olma ihtimalini göz önünde bulundurmak zorundadır. Söylediklerinin din adına kesin doğrular olduğunu iddia etmek, Allah (c.c) adına konuşmak anlamına gelir ki , böyle bir yetki artık son bulmuş, ve bir daha böyle bir yetkiye sahip olacak kimse de gelmeyecektir. Böyle bir yetki sahibi olduğunu iddia edenlerin ise, acilen tıbbi destek almaya ihtiyaçları bulunmaktadır.

Tekfirciliğe dayanan söylemin sadece Ehli Hadis fırkasına ait olmadığını , yeni nesil tekfircilik akımı olarak ifade edebileceğimiz ve Kur'an'ı öncellediğini iddia eden bazı kimselerde de rağbet gördüğünü üzülerek görmekteyiz.

Bu kimseler Namaz , Hac , Oruç gibi ibadetlerin Kur'an'da olmadığı , bundan dolayı bu ibadetlerin "Şirk" , bu ibadetleri yerine getirenleri ise "Müşrik" olduklarını iddia ederek , mealci harici olarak tekfirciliğe yeni bir soluk kazandırmışlardır. Namaz , Hac , Oruç gibi ibadetlerin Kur'an içinde nasıl yer aldıkları ile ilgili konuları daha önceki bazı yazılarımızda ele aldığımız için , bu yazımızın çerçevesi bu ibadetlerin olup olmadığı yönünde bir tartışma değil, yeni nesil tekfirciliğin bazı sakıncaları üzerine olacaktır. 

Son yıllarda ülkemiz genelinde Kur'an merkezli din söyleminin rağbet görmesi ile birlikte bir takım usul ve üslup sorunları ortaya çıkmış , söylemin merkeze aldığı kitabın önerdiği davranışların tersine olan ,  davranış ve söylem hataları kendisini göstermiştir. 

Kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak niteleyen bir insanda olması gereken en önemli haslet , Kur'an'ın bir Müslüman'dan istediği sevgi , saygı , hoşgörü , güzel bir dil , karşısındakine sövmeme , bilgi sahibi olmak , tebliğ metodu dahilinde hareket etmek gibi insani değerlere sahip olmasıdır. Bu değerlere sahip olmayan kimselerin , Kur'an adına ortaya çıkarak söyleyecekleri sözler, karşılarındaki insanları Kur'an'dan soğutmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Kur'an'ı eline alarak bu kitap içindeki ayetler üzerinden fikir sahibi olan, ve bu fikirleri doğrultusunda herhangi bir konu hakkında yorum yapan bir kimsenin bilmesi gereken en önemli nokta , okuduklarından yaptığı çıkarımın tek doğru ve tek sahih bilgi olduğunu iddia etmeye haklarının olmadığıdır. Sahip olduğu düşüncenin doğru olduğunu , uygun bir dil ile karşısındakine söyledikten sonra , eğer düşüncesi kabul görmez ise üslubunu ve edebini bozmadan tartışmadan ayrılmalıdır.

Bu kimsenin eline aldığı Kur'an, en nihayetinde bir kişi tarafından Türkçeye çevrilmiş olup bu meal, o kimsenin sahip olduğu bilgi ve düşüncelerinin de yansıtıldığı bir çeviridir. Bu çevirilerden elbette Arap dilini bilmeyen kimseler faydalanabilirler, ancak bu mealler üzerinden "Kur'an'da .......yok" veya "Kur'an'da ........var" şeklinde müçtehitliğe soyunarak hüküm vermeye kalkışmak, büyük bir cürettir.  

Okuduklarından anladığının doğru olduğunu düşünmek her kesin elbette en doğal hakkıdır , ancak tek doğru kendisini görerek kendisi dışındakileri yanlış görmek , hele hele onları şirk içinde ve müşriklik ile itham etmek , kendisini Kur'an ile ifade eden bir kimsenin asla yapmaması gereken bir yanlıştır. Çünkü Kur'an bizlere , karşımızdaki kimselere nasıl davranacağımızı bir çok ayette bildirmiştir. 

[016.125] Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.

Nahl s. 125. ayeti bir Müslüman'ın asla hatırdan çıkarmaması gereken ayetlerden bir tanesidir. Bu ayet Müslümanlara nasıl bir yöntem dahilinde, karşısındaki kişiye yaklaşması gerektiğini öğretmektedir. 

Tekfirciliğin temelinde ise, insana en güzel bir şekilde yaklaşmak değil , onun yanlışını görerek, hatasını düzeltmeye çalışmadan onu dışlamak ve rencide etmek yatmaktadır. Böyle bir yöntem ise ,  yanlış bir fikre sahip olduğu düşünlen kimsenin , o düşüncesine daha sağlam bir şekilde yapışmasına sebep olmaktan başka bir işe yaramaz.

[006.108] Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyiniz. Sonra onlar da bilmeksizin Allah'a düşmanlıkla söverler. Öylece her ümmete amellerini tezyin etmişizdir. Sonra dönüşleri Rablerinedir. Artık onlara ne yapar olduklarını haber verecektir.

Kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak ifade edenlerin çok iyi bilmesi ve hayatları içinde uygulama alanına sokmaları gereken ayetlerden birisi de  En'am s. 108. ayetidir. Sanal ortam üzerinden farklı fikirler taşıyan Müslümanlar arasında gördüğümüz bazı tartışmalar , öyle hakaret ve galiz küfürler ile yapılmaktadır ki , o küfür ve hakaretlerin bir çoğu, Müslüman olmayanların ağzından dahi çıkmamaktadır. 

Okuduğu meal üzerinden bir fikre sahip olan kişinin , o fikrini mutlaklaştırarak en doğru ve nihai fikir olarak görmek yerine "Bu konudaki düşüncem bu dur" şeklinde bir ifade ile karşısındakine yaklaşması gerekir. Böyle bir yaklaşım sahip olduğu düşüncenin eksik veya hata barındırma ihtimalini göz önüne aldığını gösterecektir.  

Din konusunda meal üzerinden bilgi sahibi olarak , sahip olduğu bilgiyi tek doğru ve nihai bilgi olarak görerek hata ve yanılma payı bırakmayan kimse , kendisini Allah adına konuşmaya yetkili "Nebi Resul" bir kimse olarak görmeye başlamıştır. Bir de kendi fikri doğrultusunda olmayanlara karşı tekfirci bir söylem kullandığı zaman , olay daha vahim bir hal almaktadır. 

[073.010]  Başkalarının diyeceklerine sabret, güzellikle onlardan ayrıl.

Bizler Müslüman olarak kafir ve müşrik aramak yerine , yanlış fikre sahip olduğunu düşündüğümüz kimseler ile güzel ilişkiler kurarak , onlarla diyalog imkanı aramak zorundayız. Eğer diyalog imkanı ortadan kalkacak olursa, onlardan güzellikle ayrılmak zorundayız. 

Kur'an'ı öncellediğini iddia eden kimselerin bu konularda daha dikkatli olması , okudukları kitabın onlara verdiği bir vazifedir. Okuduğunu iddia ettiği Kur'an'ın ayetlerini başkalarına karşı tekfir malzemesi yapanlar , geçmişte yapılan Kur'an sayfalarının mızrak ucuna takılma ameliyesinin çağdaş versiyonunu uygulamaktan başka bir işe yapmış olmayacaklardır.

Kur'an başkalarına karşı silah olarak değil , önce kendimizi düzeltmek için okunması gereken bir kitaptır. Kur'an'ı kendisi için değil , başkalarını tekfir etmek için okuyan bir kimse, yine Kur'an tabiri ile "Kitap taşıyan eşek" olmaktan, veya Yahudiler misali iyiliği emredip kendilerini unutanlar olmaktan kurtulamayacaklardır.


                                          "Akıl fukara olunca dil ukala olur"

Tekfircilik yöntemini kullanan insanlara baktığımızda , çoğunluğun bilgiden ve ilimden yoksun olduğu görülecektir. Tekfirciliğin mealci koluna baktığımızda ise, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuş insanların bu yönteme sıkça başvurduğu dikkat çekmektedir. Hariciliğin yeni nesli olan bu kimseler , yaptıkları çıkarımlar ile akıllara zarar düşünceleri ortaya atarak , bunların yanlış olduğunu iddia edenleri hiç çekinmeden kafir , müşrik olarak görerek, onları cehenneme gönderebilmektedirler. 

Kur'an'ın doğru anlaşılması için gerekli olan bilgiyi elde etmeden Kur'an ile ilgili hükümler ihdas etmeye kalkan , hatta Arap dilini bilmediği halde Kur'an çevirisi yapmaya bu insanların düştüğü trajikomik durumlara, özellikle internet ortamındaki bazı sitelerde ve Facebook gibi sosyal medya ortamlarında sıkça şahit olmaktayız. Kur'anı anlamak için herkesin Arap dilini bilmesi gerektiği iddia etmemekle birlikte , Kur'an meali yapmak gibi boylarını aşan konulara girmemeleri gerekmektedir. 

Dernek , vakıf gibi kuruluşlar altında toplanan Müslümanları , tağuti sistemden izin almak ve onun kontrolü altına girmek zilletine düştükleri için şirk işlemek ve müşrik olmakla suçlamak, tekfirciliğin zirve yapmış bir hali olarak bazı kimselerin dilinde dolaşmaktadır. Hiç bir dernek ve vakıf ile alakamızın olmadığını ve bunları temize çıkarmak gibi bir amacımız olmadığını öncelikle hatırlatarak , tekfirciliği din edinmiş bu insanların sanal ortamda dahi bunları paylaşmak için o ortama üye olmak zorunda olduklarını hiç dikkate almamaktadırlar. 

Şayet ortada şirk işlemek gibi bir durum var ise bu tekfircilerin, sahipleri ateist kafir olan ve onlar tarafından kontrol edilen bu ortamlara girmek için onlardan izin almalarının hükmü acaba nedir ?. Facebook'a üye olmak sureti ile sahiplerinin iznini alarak , dernek veya vakıfçılığı tekfir edenler kendilerini ancak gülünç duruma düşürmekten başka bir şey yapmamaktadırlar.

Dernek , vakıf çatısı altında yapılan İslami faaliyetlerin bir takım yanlışları varsa , bu yanlışlar dile getirilerek , uyarılar yapılabilir , fakat harici mantığı ile hareket ederek bu kimseleri toptan müşrik olmakla itham etmek , haksızlık ve kendi yaptıkları yanlışı görmemek anlamına gelmektedir. 

Sonuç olarak : "Haricilik" olarak bildiğimiz fırka , bedeviliğin getirdiği yaşam kültürünün eseri olup, insan ilişkilerini sıfıra indiren tekfirciliği esas alan bir söyleme sahip olarak bugün hala etkisini sürdürmektedir. Kendisini Kur'an'a nisbet ederek, söylemlerini bu kitap üzerinden dillendirmeye çalışan bir kısım insanda da bu söylemi maalesef söz konusudur. 

Halbuki Kur'an tekfir ederek insanı dışlamak ve soğutmak yerine , onlara güzel bir dil kullanmayı ve insanların Allah dışındaki kulluk ettiklerine sövmemeyi esas alan bir ilişki önermektedir. 

Bu ilişkileri en üst düzeyde kurması gereken bazı kimselerin Kur'an'dan anladıkları bazı meseleleri karşısındaki insanları aşağılamak ve hor görmek amacı ile kullanarak , tebliğ yönteminde asla olmaması gereken davranışları sergilemektedirler.

Tekfir imanın bir şartı değil , aksine imana gölge düşüren bir yöntemdir. Bir kimse hakkında hüküm vermek , "Hakim" makamında olan bir kimsenin hakkıdır. Bir kimse eğer kendisini küfür ve şirk'e düşüren söz ve fiilde bulunmuş ise ona direk "Sen kafirsin - müşriksin" şeklinde bir ifade bize hiç bir şey kazandırmaz. Olması gereken şey , o kişinin yanlışını uygun bir dil ile uyarmak , şayet uyarmayı kabul etmiyor ise , güzellikle ondan ayrılmaktır.

Din adına savunduğu bir konuyu ret eden birisini tekfir etmek , o kişinin din hakkındaki savunduklarının kesin doğru olduğunu da savunması anlamına gelir ki , bu doğru bir düşünce değildir. Din hakkında bir konunun kesin doğru olduğu ancak vahiy almak ile mümkün olur ki bu görev Muhammed (a.s) ile son bulmuştur. Bir kimsenin dini bir konuda savunduğu doğruları kesin doğru olarak değil  , ancak kendisinin doğru olduğunu düşündüğü şey olarak ortaya koyabilir.

Bu yazının kimseyi küçümsemek , horlamak amacı ile yazılmadığını , ancak ortadaki bir gerçeğe dikkat çekmek amacı ile yazıldığına dikkat çekmek isteriz. Bu düşünceler , yıllarını Kur'an'ın okunması ve doğru anlaşılması için harcamış ve halen harcamakta olan , şahit olduğu yanlışlıklardan sevinç değil acı ve üzüntü duyan bir kimsenin gördüklerinin yazıya dökülmüş hali olup, acilen düzeltilmesi gereken hatalar olarak okunması gerektiğini söylemek istiyoruz.  

"MEALCİ HARİCİLİK" deyimi kimseyi küçümsemek amacına yönelik değil , yapılan yanlışın hangi düşüncenin eseri olduğuna dair bir hatırlatmadır.

Yazılarımızı "En doğrusunu Allah (c.c) bilir" şeklinde bir cümle sonlandırma amacımız , yazdıklarımızın asla kesin doğrular olduğunu iddia etmediğimiz , sadece yaptığımız okumalardan anladıklarımız , bu anladıklarımızda hata ve eksiklik olma ihtimalinin her zaman mevcut olabileceğine dikkat çekmek içindir.  



10 Kasım 2016 Perşembe

Araf s. 167. Ayetindeki "Men" Edatının Çevirileri Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an'ın indiği dilden başka bir dile çevrilmesi , veya bir ayetin yorumlanmasında, Arap dilini bilmenin gereği ile birlikte , ayetin diğer ayet ve konularla olan bağının kurulması önem arz etmektedir. Elimizde olan Kur'an çevirileri ve tefsirlerinde gözlemlenen bir durum olan, konu bütünlüğünün dikkat edilmemesi nedeniyle, bazı yanlış çeviri ve yorumların olduğu herkesin malumudur. 

Bu yazımızda, Araf s. 167. ayetini ele alarak, bu ayetin çevirileri ile ilgili düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz. Ayet , 163. ayetten başlayan deniz kıyısında yaşayan bir topluluk ile ilgili kıssanın bağlamına dahildir. Kıssa ile ilgili olarak bundan önce bir yazımız mevcut olup , bu ayetin çevirisi ile ilgili düşüncemizi , ayrı bir başlık altında paylaşacağımızı söylemiştik.

وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكَ لَيَبْعَثَنَّ عَلَيْهِمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ مَن يَسُومُهُمْ سُوءَ الْعَذَابِ إِنَّ رَبَّكَ لَسَرِيعُ الْعِقَابِ وَإِنَّهُ لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ

Araf s. 167 ayetini ağırlıklı olarak yapılan çevirileri şu şekildedir ;

[007.167] Rabbin, kıyamet gününe kadar, onları, kötü azaba uğratacak KİMSELERİ üzerlerine göndereceğini bildirmişti. Doğrusu Rabbin, cezayı çabuk verir. Doğrusu O bağışlar ve merhamet eder.

Ayetin çevirisinde problem teşkil ettiğini düşündüğümüz nokta , ayet içindeki "Men" (kimse) edatının tekil olarak olması gereken anlamının , çoğul olarak "Kimseleri" şeklinde çevrilmiş olmasıdır. Bazılarımız bunu gereksiz bir ayrıntı olarak görebilir , fakat ayet içindeki geçen " Yesumuhum su el azabi" ibaresinin, diğer ayetler ile bağlantısının kurulması , "Men" edatının doğru olarak çevrilmesi ile bağlantılıdır. Men edatını  "Kimse" olarak yerine "Kimseleri" şeklinde çevrildiği zaman, bu ibare ile kimin kast edilmiş olabileceği maalesef anlaşılamayacaktır. 

Araştırma imkanı bulduğumuz çeviriler içinde, Ali Fikri Yavuz ve Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın ayeti ,  bu edata doğru anlam vererek ayeti çevirdiklerini gördük. Ancak Elmalılı mealinin sadeleştirilmişinde, bu edatın orjinal meale sadık kalmayarak çoğul olarak değiştirildiğini de gördüğümüzü burada söylemek istiyoruz.

Ali Fikri Yavuz :
O vakit (ey Rasûlüm), senin Rabbin yeminle şunu bildirdi: Muhakkak kıyamet gününe kadar, Yahudîler üzerine hep o kötü azâbı sürecek olan kimseyi gönderecektir. Gerçekten Rabbin cezayı çok çabuk verendir. Yine şüphe yok ki o, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

Elmalılı Hamdi Yazır :
Ve o vakit rabbın şu ahdı i'lâm buyurdu: lâbüd kıyamet gününe kadar üzerlerine hep o kötü azâbı peyleyecek kimse gönderecek, şüphe yok ki rabbın çok seri' ıkablı, yine şüphe yok ki o çok gafur, çok rahîmdir

Araf s. 167. ayetinde geçen "Men" edatının doğru anlamını tespit ettikten sonra sıra, ayette bu edat ile kast edilen kişinin kim olduğunu tespit etmeye gelmektedir.

Ayet içinde geçen " Men yesumuhum su el azabi" (o kötü azâbı sürecek olan kimseyi) cümlesinin, Firavun'un İsrailoğullarına uyguladığı zulmün anlatıldığı ayetlerde geçen cümle ile ilgilisinin kurulmak sureti ile anlaşılmasının kolaylaşacağını düşünmekteyiz. 

 [002.049]  sizi Firavun ailesinden de kurtardık, size azabın en kötüsünü reva görüyor (yesumuneküm su el azabi), oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı.

[007.141]  sizi, Firavun ailesinin de kurtardık, hatırlasanıza, size azabın en kötüsünü reva görüyorlar, (yesumuneküm su el azabi)oğullarınızı öldürüyorlar, kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbiniz tarafından büyük imtihan vardı.

[014.006]  Hani Musa kavmine demişti ki: Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Çünkü o, sizi azabın kötüsüne uğratan(yesumuneküm su el azabi) , kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı boğazlayan Firavun hanedanından kurtarmıştı. Bunda Rabbınızdan büyük bir imtihan vardır.

Yukarıdaki ayetler , İsrailoğullarının Firavun'dan gördüğü baskı ve zulümleri ifade etmektedir. İsrailoğullarının Firavun zulmü altına düşmeleri , Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasaların bir sonucu olup , Araf s. 167. ayeti bu durumu anlatmaktadır. 

Allah (c.c) gönderdiği elçileri vasıtası ile , kullarının yeryüzünde işlediklerinin karşılığını nasıl alacaklarını bildirmiş ve bu karşılığı belirli bir yasaya bağlayarak ayrım gözetmeden bütün topluluklar üzerinde işletmiştir. 

Araf s. 167. ayetinde " Rabbin, kıyamet gününe kadar, onları, kötü azaba uğratacak kimseyi üzerlerine göndereceğini bildirmişti" cümlesi , İsrailoğullarının daha önce kendi elleri ile işledikleri yüzünden Firavun tarafından azabın en kötüsüne uğratıldıklarını hatırlatarak , bu durumun bir kereye mahsus olmadığını , hak edişe bağlı olarak , kıyamete kadar her zaman tekrarlanabileceğini hatırlatmaktadır. 

Burada dikkati çeken nokta , Firavun artık belirli bir zaman ve mekanda yaşamış olan tarihsel bir şahsiyet olmaktan çıkarak , kıyamete kadar gelecek ve insanlara zulmeden bir kimselerin sembolik ismi haline gelmiştir. Kur'an'ın Firavun'u zulmün evrensel sembolü haline getirmek sureti ile İsrailoğullarına örnek vermesi , onların Firavun zulmü altında yıllarca ezilerek büyük kayıplar verdiklerini kendilerinin çok iyi bildikleri içindir. 

Araf s. 167. ayetinin , 163. ayetten başlayan bir bağlama sahip olduğunu hatırlamak , bu ayetin anlaşılmasında kolaylık sağlayacaktır. Deniz kıyısında yaşayan topluluk , kendilerine emredilen yasağı çiğnemek sureti ile , "Qıredeten hasiin" olarak ifade edilen duruma düşerek , 167. ayette düşülen bu durumun , tüm zamanlar için geçerli bir durum olduğu beyan edilmektedir.


Sonuç olarak : Araf s. 167. ayetindeki "Men" edatı , konu ve Kur'an bütünlüğü gözetilmemesi sebebiyle , tekil olarak anlam verilmesi gerekirken , çoğul olarak anlam verilmiştir. Uygun olmayan bu anlamın edata verilmiş olması , bu edat ile kast edilen kişinin Firavun olduğuna yapılan vurgunun es geçilmesine sebep olmuştur. Firavun , tarihte yaşamış ve zulmü ile maruf bir kişilik olarak , tüm zamanlarda gelecek olan zalimlerin ortak ismi haline Araf s. 167. ayetindeki vurgu ile gelmiştir. 

Yazının çerçevesi ayet içindeki edatın çevirisi ile sınırlı olduğu için ayetin dahil olduğu deniz kıyısındaki topluluğun kıssası ve bu kıssanın vermek istediği mesajı konu alan yazımızın linki aşağıdadır. 

https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2016/11/araf-s-163-171-ayetleri-bir-toplum-nasl.html

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


17 Ekim 2016 Pazartesi

Kölelik Cariyelik ve Çok Eşlilik Meselesi Üzerine Bir Mülahaza

Kölelik , cariyelik ve çok eşlilik , İslam denildiği zaman bazı kesimlerin ilk aklına gelen kelimeler olup , İslama düşman bir gözle bakanların elinde insan onuruna yakışmayan uygulamalar olduğu gerekçesi ile biz Müslümanlara karşı kullandıkları bir kılıç haline gelmiştir. İslam düşmanlarının bu kelimeleri ortaya atarak saldırması karşısında bir çoğumuz maalesef cevap vermekte zorlanmakta , ve karşı tarafın kendisini haklı zannetmesine sebep olmaktadır. 

Bu konuyu ele alma sebebimiz, İslam düşmanlarını ikna etmeye çalışmak gibi kaygıdan ziyade, biz Müslümanların bu konuda nasıl bir yaklaşım ve düşünce içinde olması gerektiğine dair olacaktır. 

Bu konuda yapılan ilk yanlış , kölelik , cariyelik ve çok eşliliğin , Kur'anın nazil olması ile hayata ilk defa geçmiş olan Allah (c.c) tarafından hayata geçirilmesi emredilmiş uygulamalar olduğu düşüncesidir. Bu düşünce kesinlikle yanlış olup , bu kurumlar Kur'an öncesi Arap toplumunda yaygın olan, ve sadece Araplara has bir uygulama değil , bir dünya gerçeği olarak bir çok toplum tarafından uygulama alanına sahipti. Araplar da yaşanan dünyanın örf , adet , ve kültüründen etkilenerek, dünya toplumlarının yaptıkları bazı uygulamaları hayatlarında icra etmekte idiler. 

Bu nedenle Kur'an , kölelik , cariyelik , ve çok eşliliğin bilindiği ve uygulandığı topluma nazil olmuş bir kitaptır. Bu bilgi , konunun doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için anahtar mahiyetindedir. Maalesef , İslam düşmanları bu konuyu gündeme getirdiklerinde bir çok Müslüman bu noktayı bilmediği için, kendisi dahi tereddüt içine girerek , kafasında istifham oluşabilmektedir. 

Köle ve cariyeler ile ilgili ayetlere bakıldığında onların Kur'an öncesi yaşadıkları hayat şartlarının daha çetin olduğu görülecektir. Köle ve cariyeler ile ilgili ayetler alt alta konularak bir bütün halinde okunduğunda , kölelik ve cariyelik kurumunun işlevini sürdürdüğü toplumlarda sahip olmadıkları hakların onlara Kur'an tarafından verildiği de görülecektir. 

Bazı suçlarda köle azat edilmesi , kölelerin azat edilmesinin teşvik edilmesi gibi ayetler , kölelerin daha iyi hayat yaşamasına zemin hazırlayan ayetlerdir. Evlilik konusunda müşriklerin yerine mü'min köle ve cariyeler ile evlenilmesinin istenmiş olması da buna örnek olarak verilebilir. Onların özgürlükleri satın alabilmeleri için bazı kolaylıklar tanınmış olmasını , onlara zekattan pay verilmesi gerektiğin beyan edilmesini , onların insanca bir yaşam sürmesi için hazırlanmış olan alt yapı olarak görmek mümkündür. Onların ev halkından bir fert olarak muamele görmesi anlamına gelen örtünme ile ilgili istisnalar bu örneklerdendir.

Bu noktada İslam hukuku tarafından yapılan bazı köle ve cariye düzenlemelerinin , Kur'ana uygun olduğunu söylemek maalesef zordur. Cariyelerin cinselliklerinden faydalanılması için onlarla nikahsız beraberliğin serbest olduğu noktasındaki fetvalar ve görüşler, bu konuda yapılan önemli yanlışlardan birisidir. Kim olursa olsun , bir kimse ile cinsel ilişki kurmanın şartı , önce onunla nikah bağını kurarak hukuki bir zemin oluşturmaktır. 

Cariye olması bir kimsenin nikahsız, yani hukuki haklarının çiğnenerek onunla ilişki kurulmasının serbest olduğu anlamına gelmez. Cariyeler ile ilgili ayetlerin hiç birisinde böyle bir serbestiyete izin verilmemiştir. Nikahsız yapılan her türlü cinsel ilişkinin adı "Zina" olup , maalesef böyle bir uygulamanın İslami olduğu zannı da özellikle rivayet merkezli din algısında mevcuttur.

"Bazınız bazınızdansınız" diyerek , onlarla ortak noktamızın insan olmak olduğunu bize hatırlatan Allah (c.c), köle ve cariyeler ile ilgili yaptığı düzenlemeler ile onların da biz gibi insan olduğunu hatırlatarak , ona göre muamele yapılması istemektedir.

Bu noktada, "Kur'an neden direk olarak bu uygulamayı kaldırmadı?" sorusu mutlaka sorularak , cevabı aranacaktır. 

İnsanların hayat içindeki alışkanlıklarını bir anda kaldırmak en zor olan şeylerdendir. İnsanlar tarafından uzun seneler boyunda işlevini sürdüren köle ve cariyeliğin bir anda kaldırılması , o toplumda bazı sosyal sıkıntılara yol açması muhtemeldir. İçki yasağının dahi tedrici bir şekilde kaldırılmış olması bunu göstermektedir. Kişiler her ne kadar iman etmiş olsalar dahi , hayat içindeki alışkanlıklarından ve ihtiyaçlarından bir anda kurtulmaları çok zordur. Kur'an bu durumu göz önüne alarak , direk kaldırmak yerine , onların haklarını iyileştirici düzenlemeler getirmiştir.

Bazı kimselerin kölelik ve cariyeliğin Kur'an tarafından kaldırıldığı iddialarına katılmadığımızı burada belirtmek isteriz. Kölelik ve cariyeliğin kaldırılmamış olmasını iddia etmemiz , bugün eğer İslami bir sistem kurulduğunda bu kurumun yeniden hayata geçirilerek işlerlik kazanacağını veya işlerlik kazanması gerektiğini iddia ettiğimiz anlamına da gelmez.

Kölelik ve cariyelik , nasıl zaman içinde bazı toplumsal ihtiyaçların getirdiği bir sonuç olarak hayat alanında işlevlik kazanmış ise , zaman içinde yine toplumsal ihtiyaçların getirdiği sonuçlar ile artık hayat alanında işlevini yitirmiştir. Bugün eğer kendisine KUR'ANI REHBER EDİNEN ( rivayetleri rehber edinen bir devlet sistemi olursa ancak bu kurumu hayata geçirebilir) bir devlet sistemi hayata geçecek olursa , bu devletin kanunlarında kölelik ve cariyelik ile ilgili tek bir düzenleme dahi olmayacaktır , çünkü böyle bir devlet yapılanmasında köle ve cariye adında bir insan sınıfı olmayacaktır. 

Örneğin : Kur'anı referans alan bir devlet eğer savaşacak ve bu savaş sonunda düşman taraftan esir alacak olursa , alınan esirlerin köle olarak , savaşa katılan Müslümanların paylaştırılması  gibi bir durum artık söz konusu değildir. Yine eskiden beri geçerli olan fidye ve esir mübadelesi ile bu durum hal yoluna gidilecektir. Savaşlarda kadın köle edinilmesine sebep olan durum , geçmişte savaşlara kadınlarında katılmış olmasıdır. Savaşa katılmamış kadınların zaten cariye olarak muamele görmesi zaten mümkün değildir. 

Kölelik ve cariyelik konusu üzerinden İslama vurmaya çalışanlar , maalesef bu gerçeklerin farkında olmadıkları için , ellerine büyük bir koz geçirmiş edasıyla Allah (c.c) ile haşa güreş tutmaya çalışmaktadırlar. Allah (c.c) yarattığı kulunu bir başkasının ezmesini ve onun başka bir kulu hegemonya altına almasını önlemek için, sadece kendisinin ilah olarak tanındığı bir sistem önermiş , bütün siyasal , ekonomik ve sosyal yapılanmaların tek ilahın kendisi olarak bilinen bir sistemin merkeze alınarak yapılmasını emretmiştir. 

Kölelik ve cariyeliğin artık yaşadığımız dünyada geçerli olamayacağını iddia etmiş olmamız , bazılarına, bizim bu kitabın tarihsel bir kitap olduğunu iddia ettiğimizi düşündürebilir. "Kur'anın bütün ayetleri evrenseldir" şeklinde,bugün karşılığı olmayan romantik bir düşünce içinde olanlar , bu iddianın ayakları yere basmayan bir iddia olduğunu artık bilmelidirler. 

Kur'anın , içinde bazı tarihsel yani bugün uygulama alanı bulamayan ayetleri ihtiva eden bir kitap olması , onun tamamen tarihsel bir kitap olduğu anlamına gelmez. Kölelik ve cariyeliğin artık uygulanabilirliğinin olmaması , tarihselci düşünce sahiplerinin eline verdiğimiz bir koz olarak düşünülmemelidir. Kur'an içindeki diğer ayetler ile evrensel hükümler barındırmaya devam eden ve edecek olan bir kitaptır. 

Kölelik ve cariyeliği bu şekilde özetlemeye çalıştıktan sonra , İslam denildiği zaman bazılarının "4 karı alacağız" diyerek alaya aldığı, çok eşlilik meselesine kısaca değinmeye çalışalım. 

Çok eşlilik konusu da aynı şekilde daha önceden uygulama alanına sahip bir kurum olarak Arap toplumunda yaygındır. Yani Allah (c.c) Kur'an öncesi Arap toplumunda bir adam bir kadın ile evli iken "Bir kadın az siz 4 kadınla evlenebilirsiniz" şeklinde bir emir indirerek evlilikleri bir taneden 4 taneye kadar çıkmasını istememiştir.  

Çok evlilik konusu da köle ve cariyelik konusu gibi insan ihtiyaçlarının getirdiği sosyal, ekonomik ve kültürel konularla iç içe olan bir konudur. İslam dini, bir erkeğin sadece cinsel ihtiyaçlarını merkeze alarak, onların 4 kadın ile evlenilmesine izin veren bir kural vaz etmemiştir. Tersine, yetim kalarak kendisine kalan miras kalan bir kızın malının, onunla evlenmek sureti ile gasp edilmek istenilmesine kapıyı kapatan bir emir vaz etmiştir. 

Kadınların ekonomik ve sosyal olarak erkeklerin gerisinde kaldığı ve onlar tarafından himaye ve bakıma  muhtaç olduğu toplumlarda, onların himaye edilmesini ve bakımlarını sağlayan kurallardan bir tanesi, onların "Muhsan" hale gelmesi , yani bir başkası tarafından koruma altına alınması ile sağlanmaktadır. Bir erkeğin koruması altına giren kadın, ekonomik ve sosyal açıdan güvence altına girmiş ve dışarıdan gelebilecek bazı saldırılara karşı kendisini korumuş olacaktır. 

Zinayı yasaklayan Allah (c.c) bu yolun açılmasına sebep olacak bazı yolları da mutlaka kapacaktır. Özellikle savaşlar nedeniyle kadın ve erkek nüfus dengesinin bozularak , erkeklerin az kadınların çok nüfusa sahip olmaları , bazı sosyal dengesizlikleri de beraberinde getirecektir. Zina sadece Kur'an ile yasaklanmış bir fiil değil , bütün toplumlar tarafından hoş görülmeyen bir fiil olması itibarı ile , her toplum zinanın yayılmasını önleyici bazı tedbirler alınmasını zorunlu görmüştür. Erkek nüfusunun az ,kadın nüfusunun çok olması ile meydana gelen sosyal dengesizlik , zinanın yaygın hale gelmesini önlemek amacı ile erkeklerin birden fazla kadınla evlenebilmesi yolunu açmıştır. 

Yani olayı sadece İslam dininin 4 kadına müsaade etmesi şeklinde değil , çok eşliliğin daha önceleri toplumların ihtiyaçları sebebi ile hayat alanında işlevini koruduğu , bilindiği ve uygulandığı açısından değerlendirerek , Kur'anın hangi saiklerle bu yolu önerdiğini düşünmek gerekmektedir.

Nisa suresi ilk ayetlerini ve Kur'andaki yetim malları ve onların hakları ile ilgili diğer ayetleri salim bir kafa ile okuyanlar, olayın sadece cinsel boyutlu değil , daha çok sosyal ve ekonomik boyutlu olduğunu göreceklerdir. Çok eşliliğe izin veren Nisa s. 3. ayeti aslında direk böyle bir izin olarak değil , yetimlerin haklarının evlenme yolu ile gasp edilmesini önleyen bir ayet olarak okunması gerekmektedir.  

Yetim kızlarla onların malını yemek için evlenmek yerine, başka  kadınlarla , zaten sayı olarak bilinen ve geçerli olan bir yöntem olarak 2 şer - 3 er - 4 er tane o kadınlardan evlenin denilmektedir. Aynı surenin bir başka ayetinde ise , birden fazla evlilik yapanların eşler arasında adaleti sağlamakta zorlanacakları belirtilerek , bir eşe fazla ilgi gösterilerek , diğer eşin askıda bırakılmaması öğütlenmektedir.

Bugün çok eşlilik sisteminin amacı dışına çıkarılarak , bazı Müslümanlar tarafından "kılıfına uydurulmuş zina" şeklinde hayata geçirilmiş olması , Kur'anın değil Müslümanların ayıbıdır. Bugün bazı Müslümanlar tarafından yapılan çok eşlilik uygulaması , sadece cinsel istekleri tatmin amacına dayalı bir uygulamadır. Yanlış uygulamalar hiç bir zaman delil olarak kullanılarak , İslam aleyhine alay malzemesi yapılamaz. 

Yanlış uygulamaları bizim karşımıza delil olarak sunanlara karşı "İslamda çok evlilik yoktur" şeklinde bir antitez ortaya koymanın da doğru bir yöntem olmadığını hatırlatmak isteriz. Çok evliliği zaten İslam önermemiş , bazı gerekli durumlarda bilinen ve uygulanan  bu yolu kapatmamış açık tutmuştur. Bu yolun açık olmasından yararlanarak , cinsel ihtiyaçlarını tatmin yönünde kullananlara karşı böyle bir yol yok demekte doğru değildir.

Bugün eğer çok eşlilik uygulaması hayata geçirilecekse , olay sadece cinsel boyutlu değil , sosyal ve ekonomik şartların gerektirip gerektirmediği noktasında bakılmalıdır. Örneğin kadın ve erkek nüfusunun eşit olduğu bir zaman ve mekanda , erkeklerin bazılarının birden fazla kadınla evlenmesi sosyal dengesizlik doğuracaktır. Bu durum ise sosyal dengenin korunmasına yönelik bir uygulamanın , sosyal dengesizlik doğurmasına yol açacaktır.

Sonuç olarak : Kölelik , cariyelik ve çok eşlilik konusu İslam denildiğinde akla gelen ve yanlış anlamalara sebep olan konulardan birisidir. Bu kurumlar , asla daha önce kimse tarafından bilinmeyen , uygulanmayan kurumlar değil , Arap ve Arap olmayan toplumlar tarafından hayat içinde uygulama alanı mevcut olan kurumlardandır.

Kölelik ve cariyelik artık bugün hayat alanında çıkmış ve tekrar uygulama alanı bulması mümkün olmayan kurumlardandır. Uygulama alanı bulduğu zamanlarda , Kur'anın bu kurum ile ilgili bazı hükümler vaz etmiş olması , onun evrensel bir kitap olmasına gölge düşürerek , tarihsel bir kitap olduğu anlamına da gelmez. 

Çok eşlilik , aynen kölelik ve cariyelik gibi Arap ve Arap olmayan toplumlarda uygulama alanı bulan bir kurumdur. Kur'an bu kurumu cinsel açıdan değerlendirmemiş , yetimlerin sosyal ve ekonomik bakımdan mağdur edilmemesine yönelik bir amaca binaen yeniden hatırlatmıştır. Çok evlilik sadece yetim malları ile ilgili değil , hayatın getirmiş olduğu bazı sosyal ve ekonomik ve kişisel zorunluluklar karşısında da istismar edilmemek kaydıyla uygulanabilir.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.



10 Ekim 2016 Pazartesi

Nekalen Kelimesi Örneğinde, Kelimelerin Temel Anlam Yan Anlam Sorunu Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an , bilindiği üzere nazil olduğu mekan dahilinde yaşayan insanların konuştukları dil ve o dilin üslup özelliklerini kullanan bir şekilde nazil olmuştur. Arap dilinde nazil olan bu kitabın , başka dili konuşanlar tarafından anlaşılması ise, o dile çevrilmesi ile mümkün olabilir. Arap dilinden başka bir dile çevrilen Kur'anın, çevirilerden kaynaklanan bazı sorunlar ile karşılaştığı da malumdur. Arap dilindeki kelimenin ifade ettiği anlamın,  başka bir dile tam olarak çevrilememesi, veya daha başka nedenler yüzünden ortaya çıkan bu sorunlar , Kur'anı Türkçe mealler üzerinden okuyup anlamak durumunda kalanlar için bir sıkıntı teşkil etmektedir. 

Bazı meal okuyucuları , Kur'andaki bir kelimenin anlamının bir yerde ayrı , bir yerde ayrı olduğunu fark ederek , bunun nedenleri üzerinde araştırma yaparak kafa yormakta , bazıları ise, bir kelimenin anlamının bir yerde farklı , bir yerde farklı kullanılmasının yanlış olduğunu iddia ederek , bir kelimenin anlamının her yerde aynı olması gerektiğinden yola çıkarak , yanlış olduğunu düşündükleri kelimeye , doğru olduğunu düşündükleri anlamı koymaya çalışmakta , fakat kelimeye doğru olduğunu düşünerek verdikleri bu anlam , doğruluktan uzak bir anlam olmaktadır.  

Biz bu konuda yapılan bir hataya dikkat çekmek istiyoruz . Bir kelimenin nasıl bir anlama gelebileceği , o kelimenin dahil olduğu cümle dikkate alınarak anlaşılabilir. Cümleden koparılarak tek başına anlaşılmaya çalışılan bir kelime, beraberinde bazı yanlış anlamaları da beraberinde getirecektir. 

Yazımızda bu duruma, "Nekalen" kelimesini örnek verecek , bu kelimenin kullanıldığı ayetleri ve bu ayetlerdeki geçişlerini ele alarak , bir kelimenin cümle içinde nasıl bir anlam alabileceğini anlamaya çalışacağız. 

Kelimeye geçmeden önce "Temel anlam" deyiminin , bir kelimenin insan zihninde meydana gelen ilk anlamı yani sözlük anlamı , "Yan anlam" deyiminin ise , bir kelimenin temel yani sözlük anlamına bağlı olarak kazandığı yeni anlam için kullanıldığını hatırlatmak isteriz.

Enneklü = Hayvanın kaçmasını önlemek önlemek için ayağına takılan demirden yapılmış halka (Bukağı) , ayrıca , mahkumların kaçmaması için ayaklarına takılan demirden yapılmış halkalar olan ve bizim "Pranga" olarak bildiğimiz kelime ile aynı anlama gelmektedir. Türkçede kullandığımız, "Bir işin gerçekleşmesini önlemek" anlamındaki "Engel" kelimesi de, bu kelimeden dilimize geçmiştir.

[073.012]  Zira bizim yanımızda bukağılar (enkalen, ve alevli ateş var.

Bu kelime Müzzemmil s. 12. ayetinde ,cehennem ehlinin bir yere kaçmasını önlemek için , insanların yaşadığı hayat içinde bildiği bir nesne olan , hayvanın kaçmasını önlemek için kullanılan demirden yapılmış halka olarak , temel anlamda yani sözlük anlamında kullanılmıştır.

[004.084]  Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar. Allah güç bakımından daha şiddetlidir ve engelleyicilik , caydırıcılık bakımından (tenkilen) daha şiddetlidir.

Nisa s. 84. ayetinde geçen bu kelime burada "ayağa takılan demir halka" anlamında yani sözlük anlamında değil , sözlük anlamına bağlı olarak kazanılmış olan yan anlam olan "Engellemek- Caydırmak" anlamında kullanılmıştır.

[079.025-26]  Allah bunun üzerine onu (Firavun'u) dünya ve ahiret (in ibretli) cezasıyla (nekaleyakaladı. Şüphesiz ki bunda, korkan kimseler için ibret vardır.

Naziat suresinin bu ayetlerinde , Firavun'un sonundan bahsedilmektedir. Nekale olarak geçen kelime , Firavun'a verilen cezanın adı olarak geçmektedir. Çevirilere "azap" veya "ceza" olarak geçen bu kelimenin anlamı , başkalarının da aynı suçu işlediğinde alacağı cezayı bildiren ibretli karşılık yani suçun işlenmemesine yönelik bir engellemedir.  

[002.065-66]  Andolsun ki, sizler içinizden cumartesi gününde haddi tecavüz edenleri elbette bilmişsinizdir. Biz de onlara «Sefil, hakîr maymunlar olunuz» demiştik. Artık bunu hem önündekilere, hem de ardındakilere ibret verici caydırıcı engelleyici bir ceza (nekalen), hem de müttakilere bir öğüt kıldık.

İsrailoğullarından bir gurubun cumartesi yasağını çiğnemeleri sonucu başlarına gelenlerin anlatıldığı ayetlerde , cumartesi yasağını çiğneyenlerin başlarına gelenlerin öncekiler ve sonrakiler için ne ifade etmesi gerektiği "Nekalen" kelimesi ile ifade edilmektedir. 

Bu kelime ayette , aynı suçun işlendiği takdirde suçluların başlarına gelecek olanın anlatılma sebebinin "Nekalen" , yani bir daha ki bu suçun benzerini işleyecekler için caydırıcı ve engelleyici ibretli bir ceza anlamındadır.

[005.038]  Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici caydırıcı , engelleyici bir ceza olarak (nekalen), ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.

Maide s. 38. ayeti hırsızlık yapan kadın ve erkeğe verilen cezanın amacını açıklamaktadır. Kadın ve erkek hırsızın ellerinin kesilmesi cezasının "Nekalen" olarak belirtilmiş olması , aynı suçu işleyecek olanlara karşı caydırıcı , engelleyici ve ibretli bir ceza olması anlamındadır. 

"Nekalen" kelimesinin geçtiği ayetleri ele alarak , bir kelimenin Kur'an içinde nasıl bir anlam dahilinde kullanılabileceğini göstermeye çalıştık. Her dilde olduğu gibi , Arap dilinde de kelimelerin hakiki , mecaz , yan anlam dediğimiz türden anlamları bulunmaktadır. Bir kelimenin hangi anlamının daha uygun olduğu, ayet içindeki diğer kelimelerden koparılmadan yani konu bütünlüğü dahilinde aranmaya çalışılmalıdır. 

Bu kelimenin esas anlamı hayvanın kaçmaması için onun ayağını demirden yapılmış bir halka ile bağlamaktır. Hayvanı bağlamaktan amaç ,onu kaçmasına mani olmak , onu kaçmaktan caydırmak , engel koymak anlamı vardır. 

Bu kelimenin Müzzemmil suresindeki kullanımı temel anlamda yani , cehenneme atılmış olan bir kimsenin kaçmasını engellemek , ona mani olmak , caydırmak anlamında dünyada insanların kullandığı bir yönteme benzetmek sureti ile anlatılmasıdır. Diğer ayetlerde ise temel anlam esas olarak türetilmiş olan yan anlamları görmekteyiz. 

Bu kelimenin yan anlamı ise , esas anlamı olan ayağa bukağı veya pranga vurmak sureti ile bir şeyin yapılmasına mani olmak için , başkalarına yapılan bir şeyi göstererek onların ibret alarak , o yanlışı  yapmaktan caymalarını sağlamaktır. 

Gördüğümüz üzere bu kelime temel anlamı sadece, Naziat suresi içindeki geçişinde kullanılmış, diğer surelerdeki geçişleri ise yan anlamı şeklinde geçmektedir. Birisi kalkıp "Hayır bütün geçtiği yerlerde temel anlamının geçmesi lazım" şeklinde bir iddiada bulunacak olursa , ortaya çıkacak garabeti deneyip görebilir.

Cümle ile olan bağından koparılarak anlaşılmaya çalışılan bir kelimenin doğru anlamını bulmak zorlaşacağı gibi , bu yolun bazı ayetlere kendi ön yargılarını kabul ettirmeye yönelik olarak bazı kimselerin kullandığı bir yol olduğunu hatırlatmak isteriz. Ancak bu kimselerin büyük çoğunluğu Arap dilinin bazı üslup özelliklerini bilmedikleri için , yaptıkları yanlışın içinde boğulup gitmekte , fakat yanlış yaptıklarının farkında bile olmadan, doğru bir iş yapmanın verdiği gönül rahatlığı ile, kendi yanlışlarını doğru , doğruları yanlış olarak lanse ederek , kendilerinin tersi anlam verenleri tekfir etmekten dahi çekinmemektedirler.

"Arapça bilmeyenler Kur'an hakkında konuşamaz" şeklinde bir iddianın sahibi olmadığımızı hatırlatmakla birlikte , bazı konularda karar sahibi olmak için , o konu hakkında biraz daha detaylı bilgi sahibi olmak gerektiğini söylemek istiyoruz. Kur'an , kendi anlam sağlamasını kendi içinde yapan bir kitaptır. Bir kelimenin anlamı bağlı olduğu cümle içinde bağımsız olarak verildiği  zaman o anlam sırıtarak yanlışlığı belli olacaktır. Nekalen kelimesi örneğinde bunu somut olarak izah etmeye çalıştık.


Bu iddiamızın daha kolay anlaşılması için daha somut bir örnek vererek , "Ümmet" kelimesinin 2 ayetteki kullanılışı ile diğer ayetlerde kullanılışı ile arasındaki farkı göstererek anlatmaya çalışalım . 

[012.045]  Hapisteki iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zaman (ba'de ümmetin) sonra Yusuf'u hatırladı ve: «Ben size bunu yorumlayacağım, hele beni gönderin» dedi.

[011.008] Şayet Biz kendilerine azap göndermeyi sayılı bir zamana (ümmetin ma'dudetinkadar ertelersek: «Bu azabı alıkoyan sebep nedir?» derler. İyi bilin ki o azap başlarına geldiği gün, artık onlardan geriye çevrilmez ve alaya aldıkları o azap, kendilerini çepeçevre kuşatmış olur.»

Yusuf s. 45. ve Hud s. 8. ayetlerine baktığımızda o ayetler içinde geçen "ümmetin" kelimesinin "ZAMAN-SÜRE" anlamında kullanıldığını görmekteyiz. Fakat aynı kelimenin ve türevlerinin geçtiği başka ayetlere baktığımız bu kelimenin "İNSAN TOPLULUĞU" anlamında kullanıldığını görürüz.

Şimdi kalkıp birisi , "bir kelime bir yerde başka bir yerde başka olmaz her yerde aynı olması lazım" şeklindeki teorisini, yukarıdaki ayetlere uygulayacak olursa ortaya çıkacak trajikomik durumu düşünmek bile istemiyoruz.

Verdiğimiz bu son somut örnek , anlatmaya çalıştığımız konunun anlaşılmasını büyük ölçüde kolaylaştırdığını düşünüyoruz. 

Sonuç olarak: Her dilde olduğu gibi , Arap dilinde de kelimelerin temel, yan, mecaz anlam şeklinde bazı kullanılışları bulunmaktadır. Bir kelimenin hangi anlamının kullanılması gerektiği , o kelimenin bağlı bulunduğu cümle , ayet ve konu ile yakından alakalıdır. Kelimeler cümle içinden koparılarak cümle ve konu bütünlüğünden bağımsız olarak anlaşılmaya çalışıldığı takdirde , büyük bir yanlışa imza atılmış olacaktır. 

Kur'an ayetlerini hevasına göre yorumlamak peşinde olanların en fazla kullandıkları olan bu yol sayesinde , Kur'ana istediğini söyletmek daha kolay hale gelmektedir. "Ben yaptım oldu - ben dedim oldu" mantığı ile yapılan bu işlemde yol , yordam , yöntem gözetilmemekte , yol , yordam ve yöntem, sanki öcü imiş olarak gösterilerek karalanmaya çalışılarak kendilerinin icat ettikleri yöntemler cici olarak gösterilmeye çalışılmaya çalışılmaktadır. 

Nekalen kelimesi üzerinden anlatmak istediğimiz durumun benzeri bir çok kelime, Kur'an içinde mevcut olup , ilerleyen zamanlarda bu kelimeler üzerinde örnekler göstermeye inşallah göstermeye devam etmeye gayret edeceğiz.


                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

25 Eylül 2016 Pazar

Nahl s. 102. Ayetinin Tebyinül Kur'an Adlı Eserdeki Çeviri ve Yorumu Üzerine Bir Mülahaza

Kur'anı , oluşturulmuş olan ön yargıların tasdik ettirilmesine yönelik olan okuma yönteminin gerçekleşmesi için yapılması gereken işlemleri , ilgili ayetlerin gramer kaidelerinin hiçe sayılması , veya metin içindeki bazı ibarelerin yok edilmesi , veya metnin anlamının istenilen şekilde verilmesi şeklinde sıralamak mümkündür. Bu anlam saptırma işleminin adını ise tek kelime ile ifade edecek olursak TAHRİF tir. 

Bu tahrif işlemine örnek olarak daha önce vermeye çalıştığımız Bakara s. 97. ayeti ile (ilgili yazının adresidir https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2016/09/bakara-s-97-98-ayetleri-cibrile-dusman.html) konu ilişkisi bulunan Nahl s. 102  ayetindeki anlam saptırmasının nasıl yapıldığını bu yazımızda ele almaya çalışacağız. 

Bakara s. 97. , Nahl s. 102. ve Şuara s. 195. ayetleri , Kur'anın inişi ile ilgili bir bağlam dahilinde olup , Allah (c.c) nin Hac . 75 ve Nahl s. 2. ayetlerinde beyan ettiği üzere, keyfiyetini idrak edemediğimiz , ancak neden böyle bir yol izlenmiş olabileceğinin hikmetini kavrayabileceğimiz, Kur'anın melek aracılığı ile indirilmiş olmasını anlatmaktadır. 

Yazımızın başlığına konu olan eserin müellifi sayın Hakkı Yılmaz, böyle bir indirilme şeklinin olmadığını iddia ederek , ilgili ayetlerde bahsi geçen "Cibril" , "Ruhul Kudüs" ve "Ruhul Emin" terimlerine farklı anlamlar bindirmek sureti ile , iddiasını delillendirmek yoluna gitmektedir. Ancak kanaatimize göre izlediği yol , ilgili ayetleri ön yargılı bir biçimde okumasından kaynaklanan bir bakış açısı ile okumaya ve çevirmeye çalıştığı için yanlış olup , ayetlere karşı yaptığı işlemin adı TAHRİFÇİLİK tir. 

Sayın müellifin önce Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam üzerinde durmaya çalışacağız. 

Müellifin Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam şöyledir;

."De ki: “Allah, onu; indirdiğini, Rabbinden ruhulkudüs; Toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak,  iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, hak ile İNDİRMİŞTİR." 

Müellif eserindeki bazı yerleri arada yeniden tashih ederek değiştirdiği için, bundan 5 sene öncesinde yazmış olduğumuz yazımızda, onun sitesinden alıntı yaptığımız ve yanlış olduğunu hatırlattığımız, Nahl s. 102. ayeti ile ilgili çevirisi şu şekildedir. 

"De ki: "İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü'l–Kudüs hakk ile İNMİŞTİR.

Müellif , Nahl s. 102. ayetinde geçen "Nezzelehu" ibaresini, neden "İnmiştir" olarak çevirdiğinin gerekçelerini şu şekilde açıklamaktadır:

""Görüldüğü gibi, 101. Âyette açık ve net olarak Kur'ân'ın "Allah'ın indirmesi" olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. Âyetle ilgili olarak Kur'ân'ı Cebrail adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur'ân dışı kabul, 102. Âyet ile 101. Âyetlere verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine ve 102. Âyette bir dilbilgisi kuralının ihlâl edilmesine yol açmıştır. Şöyle ki:
102. Âyette geçen nezzele filinin aslı nezele 'dir ve anlamı "indi" demektir. Geçişsiz bir fiil olan "nezele" fiili, kural gereği burada Tef'il babından nezzele 'ye dönüştürülmüştür. Bu kalıba sokulan sözcükler sadece fiilde, failde veya mef'ulde çokluğu ifade ederler. Bu kurala göre, Âyetteki nezzele fiili "çok çok indi" anlamına gelir. Geçişsiz bir fiil olan nezele sözcüğünün geçişli hâle dönüşmesi ve "indirdi" olarak anlamlandırılması ancak bir teaddi edatı kullanılmasıyla veya fiilin enzele kalıbına dönüştürülmesiyle sağlanır. Âyette geçen bi'lhakkıifadesindeki be harf-i cerri ise musahabe anlamında olduğundan teaddi edatı sayılamaz. Arapça dilbilgisinin bu kuralları gereği Âyetteki nezzelehü rûhu'l-kudüsü" ifadesinin anlamı, "Ona birçok rûhu'l-kudüs [vahy] inmiştir" demektir. "Rûhu'l-Kudüs" ü, yani "vahy"i kimin indirdiği ise 101. Âyette belirtilmiş ve indirenin Allah olduğu açıkça ifade edilmiştir."  

Yukarıdaki paragraf , sayın müellifin Nahl s. 102. ayetinde geçen, ve sitesinden 5 sene öncesi alıntılamış olduğumuz "Nezzelehu" ibaresini neden, "inmiştir" şeklinde çevirdiğine dair yazdığı gerekçedir. Bu gerekçede , "Nezzelehu" ibaresinin "indirmek" olarak çevrilmesinin YANLIŞ olduğunu iddia etmektedir. Aynı kişi ilerleyen zaman içinde bu kelime ile ilgili düşüncesini değiştirerek , dün yanlış dediğine bugün doğru demektedir.

 Herhangi bir Kur'an ayetinin yorumu ile ilgili olarak , olumlu veya olumsuz anlamda ,kişilerde zaman içinde değişik düşünceler hakim olabilir. Bu durum kişinin düşünsel tekamülü ile ilgili bir durum olarak normal olarak algılanabilir.  

Ancak "Nezzelehu" (onu indirdi) kelimesinin daha önce "İnmiştir" olarak çevrilmiş olması, bir taraftan bakıldığında bardağın dolu tarafını görmek misali , yapılan hatanın anlaşılması ve düzeltilmesi olarak görülebilir. Bardağın bir de boş tarafı vardır,  onu görerek olaya baktığımızda , 11 ciltlik bir tefsir kitabı yazan bir kimsenin, böyle basit bir gramer hatasına düşmesi mazur görülemeyecek bir hatadır. Acaba , "Nezzelehu" kelimesinin daha önce " inmiştir" olarak çevrilmesine sebep olan gramer kaidesi, bir kaç sene içinde değişiklik göstererek, "indirmiştir" olarak çevrilmesini mi gerektirmiştir?. 

Müellif , Nahl s. 102. ayetinde geçen "Ruhül Kudüs" terimi ile ilgili olarak yaptığı izahatı şu şekilde bitirmektedir . 

"Sonuç olarak, “kudüs” sözcüğünün geliş yerinin farklılıkları da hesaba katılarak yapılan tahliller, “Ruhü’l-Kudüs” ifadesinin “ALLAH'IN RUHU , ALLAH'IN VAHYİ  , ALLAH'TAN GELEN BİLGİ” anlamlarına geldiğini göstermektedir. “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının bu anlamı taşıdığı, tamlamanın geçtiği ayetlerden de kolayca anlaşılmaktadır."

Müellif , devamında diğer meallerde bu ayetteki Ruhul Kudüs terimine, Cebrail olarak anlam verilmesinin yanlış olduğunu söyleyerek, şöyle devam etmektedir.

Oysa bizim çevirimizde “Ruhü’l-Kudüs”ün indirmesi değil, inmesi söz konusudur. Ayetin “Kul [De ki]” ifadesiyle başlaması, bu ayetin birilerine cevap niteliğinde olduğunu göstermektedir. Bu sebeple ayet, paragrafı oluşturan diğer ayetlerle birlikte değerlendirilmelidir. Ayetin ait olduğu paragraf 101–103. ayetlerden oluşmuştur. Buna göre paragraf şöyledir:
101.Ve Biz bir âyet yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman –Allah ne indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen– onlar, “Sen, ancak bir uydurucusun” dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar.
102.De ki: “Allah, onu; indirdiğini, Rabbinden ruhulkudüs; Toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak,  iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, hak ile indirmiştir.
103.Ve kesinlikle Biz biliyoruz ki, onlar “Sadece, o’na bir beşer öğretiyor” diyorlar. Peygamber’e öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Kur’ân ise apaçık bir Arapça’dır.

Müellif devamla "Görüldüğü gibi, 101. ayette açık ve net olarak Kur’an’ın “Allah’ın indirmesi” olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. ayetle ilgili olarak Kur’an’ı Cebrail adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur’an dışı kabul, 102. ayet ile 101. ayetlere verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine yol açmıştır.diyerek Kur'anın Cibril aracılığı ile inmediğine dair olan düşüncesini ortaya koymaktadır. Kur'anın elbette Allah (c.c) indirmiştir. Onun Kur'anı Cibril veya Ruhul Kudüs aracılığı ile indirmiş olduğunu beyan etmesi , onu kendisinin indirmemiş olduğunu göstermez . Bir hükümdarın fermanını , başka bir hükümdara iletmekle görevli olan elçinin ilettiği söz nasıl elçinin kendi sözü olmuyorsa , beşer elçiye melek elçi aracılığı ile iletilen söz de elçinin kendi sözü değil, hükümdarın sözüdür. 

Müellif, ön yargısını kabul ettirmek amacı ile,  resmi mushafta çelişki olduğunu iddia dahi ederek bu çelişkiyi düzeltme !!! yoluna şöyle gitmektedir :

"Resmi mushaftaki bu ÇELİŞKİ iki yolla çözülür. Şöyle ki:

101. ayetteki “والله اعلم بما ينزل” ifadesi dikkate alındığında 102. ayetteki “ نزلnezzele” fiilinin failinin “ اللهAllah” olması gerekmektedir. Bu takdirde “ هHu” zamirinin mercii de “101. Ayetteki “ ماma” ismi mevsulü olacaktır. Bu gerçekler karşısında da ayet metnindeki  ref halinde  okunan  “ روح القدسruhulkudüs”  olarak okunan ifade de “ruhalkudüs” şeklinde  “hal” olarak okunmalıdır.
Ortaya çıkan sonuç özet olarak şudur: Kur’an’da geçen “Ruhü’l-Kudüs” ifadeleri, “Vahy, Allah’tan gelen temiz, sağlam bilgiler” demek olup kesinlikle “Cebrail adı verilen vahiy meleği” demek değildir.
Eleştirmiş olduğu meallerde Ruhul Kudüs'ün Cebrail olduğunun peşinen kabul edildiğini söyleyen müellifin , kendisi de aynı peşinciliği yaparak, Ruhul Kudüs'ün Cebrail olmadığı üzerine anlam örgüsünü kurmaya çalışmaktadır. Şimdi biz de , önce Nahl s. 102. ayetindeki ibareleri kelime kelime ele alarak bu ayete bir anlam vermeye , sonra da müellifin verdiği anlam ile karşılaştırmaya çalışalım.
qul=  de ki / nezzelehu=  onu indirdi/ ruhul qudüsü=  ruhul qudüs/min rabbike= senin Rabbinden / bilhaqqi=hak ile/ li yusebbite= sağlamlaştırmak için/ellezine = o kimseler ki /amenu= iman ettiler /ve hüden= hidayet edici , yol gösterici olarak/ ve büşra= müjdeci olarak/ lilmüslimine=teslim olanlar , Müslümanlar için

"De ki, Ruhul kudüs onu , mü'minlerin imanını sağlamlaştırmak , Müslümanlara yol gösterici ve müjdeci olmak üzere senin Rabbinden hak ile indirmiştir." 

Şimdi bir daha Nahl s. 102. ayetine Hakkı Yılmaz'ın verdiği anlamı vererek ikisini mukayese edelim .

"De ki: “Allah, onu; indirdiğini, Rabbinden ruhulkudüs; Toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak,  iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, hak ile indirmiştir"


Sayın Hakkı Yılmaz'ın Nahl s. 102. ayetindeki "Ruhul Kudüs" terimine kendi yüklediği anlamı yükleyerek verdiğimiz zaman şu şekilde bir anlam oluşmaktadır . 

"De ki onu Rabbinden Ruhul Kudüs (Temiz ilahi bilgi Allahtan gelen sağlam bilgiler) toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak , iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara müjde ve klavuz olmak üzere hak ile indirmiştir."

Ruhul kudüse sayın müellif'in vermiş olduğu "vahiy" anlamını yüklediğimizde ortaya çıkan durum VAHYİN KENDİSİNİ İNDİRMİŞ OLMASIDIR YANİ VAHYİ , VAHİY İNDİRMEKTEDİR.

Müellifin Nahl s. 102. ayetine vermeye çalıştığı anlam zorlama ve anlaşılmaz bir şekilde okuyucunun defalarca okumasını gerektirecek derecede karışık bir anlamdır. Verilen anlamı anlayan bir kişi bu seferde , Ruhul Kudüs terimine yüklediği vahiy anlamının kendi kendisini nasıl indirebileceğini düşünerek, kafasının büsbütün allak bullak olmasına sebep olacaktır. 

Okuyucu , müellifin ön yargılarını tasdik amaçlı bir anlam yükleme çalışması yaptığını anladığında ise, yapılan yanlışın vehametini görerek , müellifin bu konudaki düşüncelerinin ne kadar saçma olduğuna şahit olacaktır.

Sonuç olarak; Bundan yaklaşık 5 yıl öncesinde Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam üzerinde eleştirilerimizi yönelttiğimiz sayın Hakkı Yılmaz , eserinde yapmış olduğu tashihler sebebi ile Nahl s. 102. ayeti ile ilgili düşüncelerini tashih etmek ihtiyacı duymuş , 5 yıl önce Nahl s. 102. ayeti ile ilgili yaptığı gramer çözümlemesinde "Yanlış" olarak iddia ettiğini, bugün "Doğru" olarak iddia etmektedir. Fikir ve düşüncelerde zaman içinde elbette farklılık olabilir , ama değişkenlik arz etmeyen gramer konusunda dün ayrı , bugün ayrı şey söylenildiği zaman bu hatayı yapan kişiye "Daha önce aklın neredeydi?" diye sorulur. 

Kur'anı ön yargılarının esiri olmuş biçimde okuyanlar , yaptıkları hatalar sonucu iyice dibe batarak kendilerini gülünç duruma dahi düşürebilmektedirler. Ruhül Kudüs terimine "Vahiy" anlamını yükleyen sayın Hakkı Yılmaz , Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam ile Kur'anın Ruhul Kudüs'ün indirdiğini söylemektedir. Bu indirmeyi Kur'an bu şekilde söylemektedir , ancak müellif bu terime "Vahiy" anlamı yükleyerek , Kur'anı Ruhül Kudüs'in yani vahyin indirdiğini iddia ederek kendisini komik duruma sokmaktadır. 

Hangi eser olursa olsun , veya kimin eseri olursa olsun , bu eser eğer bir tercüme faaliyetine tabi tutulacak ise , bu eserden anlaşılmak istenen değil , bu eserin anlatmak istediğini yansıtmak , mütercimin görevidir. Metinde herhangi bir ibareyi beğenmemek veya o ibare onun inançları ile aykırılık göstermiş olsa dahi , ahlaki kurallar mütercimin o eserde herhangi bir artırma , eksiltme veya tahrif yapmasını asla mazur göstermez.

Sayın müellifin zaman içinde eserinde değişiklikler yapması bir bakıma olumlu bir yönü olup , bu olumlu yönünü , bazı ayetlerde yaptığı ön yargılı okumalar sonucunda düştüğü hatalarda da göstererek , doğruya yönelmesini hem kendisi hem de eserini okuyanlar kişiler açısından sevindirici olacaktır. 
                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

11 Eylül 2016 Pazar

Muhammed (a.s) a İsnat Edilen Gaybi Rivayetlerin Tehlikesi Üzerine

Bilindiği üzere hadis ve rivayet kültürü içinde gaybe dair rivayetler mevcut bulunmakta ve bu rivayetlerin Muhammed (a.s) tarafından söylenmiş olduğu iddia edilmektedir. Hadis usulünde dahi, bu gibi rivayetlere iyi bir gözle bakılmadığı, en hafif deyimi ile "Zayıf" olarak görüldüğünü dikkate aldığımızda , bu gibi rivayetlerin hadisçiler tarafından dahi pek kabule şayan olmadığı görülmektedir. 

Ancak Muhammed (a.s) a gaybı bildiren rivayetlerin ona isnat edilmesinin 2 farklı yönü olduğunu söyleyebiliriz. "1- Aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı , 2- vefatı sonrası gelişen siyasal olaylardaki aktörlerin, kendi haklılıklarını peygambere dayandırma niyetleri. 

Biz yazımızda , bu isnatların 1. yönü olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışını ele alarak , burada yapılan önemli bir hataya dikkat çekecek , ve "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali bir duruma düşmenin getirdiği ve çoğu kimsenin aklının ucuna dahi gelmeyen önemli bir tehlikeye işaret etmeye çalışacağız. 

Kur'anın doğru anlamanın yollarından birisi , bu kitabın indiği zaman içinde yaşayan insanların düşünce ve inanç arka planlarının bilinmesidir. Çünkü bu kitap , yaşanan bir hayatın tam ortasına inen ve bu hayatlardaki bazı yanlışları ele alarak onları yeniden düzenlemeyi hedeflemektedir. 

"Gayp" konusunun doğru anlaşılması için bu konunun nuzül dönemi arka plan düşüncesinin bilinmesi son derece önem arz etmektedir. Bu arka plan bilinmeden gayp ile ilgili ayetlerin ve gayb bilgisinin kime ait olduğu konusunda nazil olan ayetlerin doğru anlaşılamayacağını düşünmekteyiz. 

Gayb, Duyular ile gözlenemeyen alan ile ilgili kullanılan bir kelimedir. Bu alan ile ilgili bilgi sahibi olduklarını iddia edenlerin cahiliyedeki ismi "KAHİN" dir. Bu kimseler gayb'tan haber aldıklarını iddia ederek , insanlar üzerinde kendilerine ayrıcalık yaratmakta ve toplumda kendilerine bu paye ile bir yer edinmekteydiler. 

[052.029]  O halde anlatıp öğüt vermeye devam et; çünkü sen, Rabbinin nimeti hakkı için, ne kahinsin ne de mecnun!

Cinlerden haber almak şeklindeki inanç, cahiliye Araplarının temel inançlarından bir tanesi olup , şiir okuyan şairlerin bu ilhamı cinlerden aldıkları düşüncesi, cahiliye Arapları arasında yaygın bir durumda idi. "Kahin" ve "Şair" denilen kişilerin, cinlerle olan irtibatları neticesinde gayptan haber verdikleri veya şiirler okudukları inancının vermiş olduğu ön yargı ile , Muhammed (a.s) da Kahin veya Şair olarak görülmekte idi, ve bu düşünceyi ret eden bir çok ayet bu arka plan düşüncesi dahilinde okunduğunda daha kolay anlaşılacaktır.

Kısacası , cahiliye Arapları arasında gayptan haber aldığını iddia eden kişilerin ismi "Kahin" dir. Kahin olmak demek , diğer insanlardan ayrıcalığa sahip olmak demek anlamına gelmekte ve Muhammed (a.s) ın kahin değil , "Beşer" olduğu vurgusu yine bu düşünce ile yakından alakalıdır.

Kur'an , Muhammed (a.s) a indirilen vahyin Allah (c.c) den olduğunu onun herhangi bir etki kalarak bu sözleri uydurmadığını defaatle hatırlatmaktadır. Onun gaybı bilmediğini , gayp bilgisinin Allah (c.c) katında olduğunu , ona verilen gayp bilgisinin sadece vahiy ile bildirildiği açık ve net biçimde vurgulamaktadır. 

[006.050]  De ki: «Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.» De ki: «Görenle görmeyen bir midir? Düşünmüyor musunuz?»
[007.188]  De ki: Ben, kendime Allah'ın dilediğinden başka ne fayda verebilirim, ne de zarar. Eğer ben, gaybı bileydim; daha çok hayır yapmak isterdim. Ve bana, hiç bir fenalık da dokunmazdı. Ben, sadece iman eden bir kavme uyarıcı ve müjdeciyim.
 [011.031]  «Size, Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum; gaybı da bilmem; doğrusu melek olduğumu da söylemiyorum; küçük gördüklerinize Allah iyilik vermeyecektir diyemem; içlerinde olanı Allah daha iyi bilir. Yoksa şüphesiz haksızlık edenlerden olurum.»

[006.059]  Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apaçık Kitap'tadır ancak O bilir.

[072.026-8]  O bütün gaybı bilir. Fakat gayblarına kimseyi vakıf etmez. Ancak, bildirmeyi dilediği bir elçiye bildirir. Bu durumda o elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler yerleştirir, ta ki o elçiler Rab’lerinin mesajlarını, o gözetleyicilerin kendilerine hakkıyle tebliğ ettiklerini kesin olarak bilsinler. Doğrusu Allah, kullarının nezdinde ne var, ne yoksa herşeyi ilmiyle ihata etmiş, her şeyi bir bir kaydetmiştir.

Yukarıdaki ayet mealleri , gayp bilgisinin sadece Allah (c.c) katında olduğu , Muhammed (a.s) ın böyle bir bilgi sahibi olmadığı , onun sahip olduğu gayp bilgisinin sadece ona indirilen vahyin içinde  mevcut olduğu bildirilmektedir. Gayp bilgisine sahip olmanın ilah olmanın bir gereği olduğu vurgulanan ayetlerde , yetkilerini peygamber de olsa kimse ile paylaşmayacağını beyan eden Rabbimizin yetkilerini bizim , peygamber ile paylaştırmaya kalkmamız ona şirk koşmak anlamına gelecektir.

Bu ve benzeri ayetlerin ışığında şunları söyleyebiliriz ki ; Gayp bilgisine sahip olduğunu iddia edenler KAHİNLER ve ALLAH (c.c) dir . Gayp bilgisine sahip olduğunu iddia eden kahinlerin iddiası YALAN ve İFTİRAdan ibaret iken , gayp bilgisine sahip olan yegane kişi olan Allah (c.c) ise bizlere doğruyu söylemektedir.  

Kısacası, gayp bilgisine sahip olduğunu iddia etmek, ya KAHİN ya da İLAH olmak iddiasında bulunmak anlamına gelmektedir.

Muhammed (a.s) ın gayp bilgisine sahip olduğunu iddia eden cahiliye Arapları, onu kahin yerine koyarlar iken , onun gayp bilgisine sahip olduğunu iddia eden Müslümanlar ise onu ya KAHİN ya da İLAH konumuna getirmektedirler. İşte ona isnat edilen ve gaybı bildiğini iddia eden rivayetlerin böyle bir tehlikesi bulunmaktadır. 

MUHAMMED (a.s) ıYÜCELTMEK ADINA ONUN ADINA UYDURULAN GAYBİ RİVAYETLER ONU YA KAHİN YA DA İLAH KONUMUNA GETİRMEK ANLAMINA GELMEKTEDİR.

İşin bir de, kerameti müritlerinden menkul din baronları boyutu da bulunmaktadır. Muhammed (a.s) ile kapısı açılan gayb bilgisinin bir insan da bulunma düşüncesi , peygamberlerin varisleri !!!! olduğu iddia edilen bir takım sahtekarlara da verilebileceği düşüncesinin yolunu açarak o sahtekarları da KAHİN veya İLAH konumuna getirmektedir. 

Gaybı bildikleri iddia edilen bu din baronları , Muhammed (a.s) a bile verilmemiş olan gaybi alana dair bilgileri , önce onun bildiğini iddia ederek , kendileri için kapalı olan bu yolu bu şekilde açarak, kendileri için de hareket alanı sağlama yoluna gitmektedirler.

Gaybı bildikleri iddia edilen din baronlarının böyle gaybi bilgilere ulaşmaları imkansız olduğu için , bu bilgilere ulaştıklarını iddia edenler, olsa olsa ya KAHİN ya da kendilerine İLAHlıktan rol biçme niyetinde olan yalancı ve iftiracılardır. Çünkü gaybı gerçek olarak olarak Allah (c.c) den başkası bilmez , ve seçtiği elçileri haricinde de kimseye bildirmez . 

Sonuç olarak ;Aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının bir sonucu olarak , Allah (c.c) nin tekelinde bulunan gaybi alana dair bilgilerin Muhammed (a.s) a da açıldığı yalanları maalesef İslam düşüncesi içinde epey taraftar toplamaktadır. Halbuki gayba dair bilgisi olduğunu iddia etmek, ya kahin olmak ya da ilah olmayı gerektirmektedir. 

Bir çok ayette yapılmış olan , Muhammed (a.s) ın kahin şair ve mecnun olmadığı , sadece beşer bir elçi olduğu vurgusunun temelinde , cahiliye Araplarındaki kahinliğin gayb ile olan ilgisi ve Muhammed (a.s) a okunan vahyin , Allah (c.c) den değil , kahinlik ve şairlik ile olan alakasından dolayı bu sözleri söylediği iddialarına karşı , bu sözlerin kahin ve şair sözü olmadığı , beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) a , Allah (c.c) tarafından vahyedilen ayetler olduğu bildirilmektedir.  

"Muhammed (a.s) a gaybi bilgi verilmiştir" şeklindeki iddianın 2 vahim boyutu bulunmaktadır. 1- onu kahin olarak ilan etmek , 2- onu ilah olarak ilan etmek . Allah (c.c) onun kahin olmadığını , beşer bir elçi olduğunu özellikle vurgulamasının sebebinin , insanların onu  kahin ve ilah konumuna getirmemeleri olduğunu düşündüğümüzde , bugün Muhammed (a.s) ın biz Müslümanlar tarafından getirildiği nokta kahin veya ilah olduğudur. 

Onun böyle yalan ve iftiralardan beri tutulmasının yegane yolu ise , onu hurafe kitaplarının tanıttığı şekli ile değil, Kur'anın tanıttığı şekli ile bilmek ve iman etmek olmalıdır. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Kişilerin Değil İlkelerin Yönettiği İslami Hareketin Önemi Üzerine

İnsanların katılımı ile oluşturulmuş olan fikir ve düşünce hareketlerinde, liderlik makamı önemli bir konum arz etmektedir. Bu hareketlerde ortaya çıkan sorunların en önemlilerinden bir tanesi , lider konumunda olan kişilere yüklenen karizma ve onların vazgeçilemez oldukları düşüncesidir.  Olayı, İslamı referans alan fikir ve düşünce hareketleri açısından değerlendirdiğimizde , bu sorun daha da büyümekte, ve neredeyse liderin ilah konumuna yükseldiği bir hareket ortaya çıkmaktadır. 

Kur'anda Muhammed (a.s) ın bizler için "en güzel örnek" olarak vasıflandırılmış olması , lider konumunda olan kişilerin bu görevlerini nasıl kullanacakları , liderin etrafında toplanmış olan kişilerin ise , o lidere bakış açıları ve davranışlarının nasıl olması gerektiği konusunda bizleri yeterince bilgi sahibi kılmaktadır. 

Onun "Kul bir Elçi" olarak vasıflandırılmış olması, onun şahsından öte taşımış olduğu görevin öne çıkması anlamına gelmektedir. Onun şahsından öte taşımış olduğu misyonun öne çıkması gerektiği , İslamı referans alan tüm hareketlerin ortak çıkış noktası olması gerekmektedir. 

[003.144] Muhammed, sadece resuldür. Nitekim ondan önce de nice resuller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri dönerse, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidâyetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.

Al-i İmran s. 144. te ki onun öldürüldüğü haberleri üzerinde dağılan sahabenin eleştirildiği ayeti dikkate aldığımızda, liderin değil ilkelerin öne çıktığı bir İslami hareket modeli görebiliriz. Bu ayet, İslami bir hareket içinde lider konumunda olan kişiye yüklenecek durumu izah eden önemli bir ayettir. Ayet, olayı ondan öncede resullerin geçmiş ve bu resullerin ölmüş olduğuna bağlayarak , kişilerin değil düşüncenin ön planda olması gereğine vurgu yapmaktadır.

Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde ona yapılması emredilen itaat, onun keyfi icraatına değil vahiy ile kendisine emredilenedir. O kendisine itaat edilmesi gereken bir lider olması hasebiyle asla gurur ve kibire kapılmamış , her zaman kul bir elçi olduğu kendisine hatırlatılmış bir kişi olarak , kendisinden sonra gelecek kuşaklara , liderliğin nasıl yapılması gerektiği konusunda evrensel bir örnek oluşturmuştur.

Kur'anın bazı ayetlerinde ona "Kendi günahın için tevbe et" şeklinde verilen emirler , onun başıboş bırakılmadığını , yaptıklarından sorumlu olduğunu hatırlatan ayetler olup , liderlik konumunda olan kişiler için dikkate alınması gereken ayetler gurubundandır. Çünkü ona kendisinin sorumlu olduğunu hatırlatan Allah (c.c), bu tür ayetlerle onun etrafındaki kimselere de onun hatadan münezzeh olmadığını bildirmektedir.  

Kur'anın bazı ayetlerine baktığımızda Allah (c.c) tarafından azarlanmış olması , onun hatadan beri olmadığının bilinmesi bakımından önemli bir husustur. Siyer kitaplarında Muhammed (a.s) a ashabı tarafından yöneltilen bazı eleştiriler ve sorgulamalar, bu tür ayetlerin sahabe tarafından doğru algılanmasının bir sonucu olup , onun hatadan münezzeh olmadığının açık bir göstergesidir. 

Muhammed (a.s) ın elçiliğinin bize bakan yönlerinden önemli bir husus , onun kişiler üzerine değil, ilkeler üzerine kurulu bir din anlayışını tebliğ etmiş olmasıdır. Ancak ilerleyen zamanlarda, ilkeler üzerine kurulu bir din anlayışı değil , kişiler üzerine kurulu bir din anlayışı öne çıkarılmış, ve bu anlayış özellikle tarikat ve cemaat yapılanmalarında baş rolü oynamaktadır.

Zaman içinde Muhammed (a.s) ın "Kul ve Elçi" konumu daha ileriye taşınarak "Yarı ilah" konumuna taşınmış , böylelikle onun dışındaki bazı insanların karizmatik bir yapıya büründürülmesi yolu da otomatikman açılmıştır. Şayet geleneğimizde Muhammed (a.s) ı ashabının anladığı biçimde gelişen anlayış aynı şekilde devam ettirilmiş olsaydı , bugün karizmatik yapıya büründürülmüş , ilah konumuna çıkarılarak postlarına yapışmış liderlerin arzı endam etmesi güçleşecek, hatta imkansız hale gelecekti.

Muhammed (a.s) sonrası oluşturulan tarikat ve cemaat yapılanmalarında ortaya çıkan en önemli husus "vahiy merkezli" değil "kişi merkezli" bir din anlayışıdır. Bu çarpık anlayış bugüne kadar böyle gelmiş ve Müslümanlar olarak yaşadığımız sorunların başını işte bu çarpık anlayış çekmektedir.

Tarikat ve cemaat yapılanmalarının başında olan lider konumunda olan kişilerin "Sorgulanamaz" bir konuma yükseltilmesi Kur'anın önerdiği bir yöntem değildir. Aksine Kur'an böyle bir yöntemi ret etmekte , liderin etrafında olan kişiler tarafından her an murakabede tutulmasını istemektedir. 

Liderin murakabe altında tutulması, haliyle bilgi birikimi ve cesaret işi olup , ne acıdır ki lider etrafında olan kişilerin bilgi ve cesaret sahibi olmaları, o yapılanma tarafından engellenerek "Lider tasallutu" oluşturulmuştur.

"Lider tasallutu" şeklinde meydana gelen yapılanmaların büyük sıkıntılar doğurması kaçınılmazdır. Lidere kayıtsız itaat şeklinde koşulan şarta riayet edilmediği takdirde kafir olunacağı korkusu salınan mürit ve tabiler , kafir olmamak !! için " O ne derse doğrudur" diyerek, sorgulamaz bir teslimiyet içine girmişlerdir. 

Lider karizmasına dayanan hareketlerde o hareketin devamı o lider ile kaim olduğu düşüncesi ağırlıklı olarak hakim olduğu için , lider öldüğünde sanki mensup olunan hareketinde bittiği gibi bir tutum ve düşünce içine girilmektedir. Şayet lider merkezli bir hareket yerine , ilke merkezli bir hareket oluşturulmuş olsaydı , liderlerin geçici, hareketin ise baki olduğu inancı hakim olur, liderin ölmesi ile hareketin bittiği veya akamete uğradığı inancı asla hakim olmazdı. 

Lider karizmasına dayalı hareketlerin istismara daha açık olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle uluslararası şer güçler , bir belde üzerindeki kirli emellerini gerçekleştirmek için o belde üzerinde olan bazı cemaat ve tarikat yapılanmalarını kullanmakta olduğu gözlemlenmektedir. Binlerce bağlısı olan bir cemaatin liderini ikna ettiğiniz zaman, onun arkasındaki binlerce kişiyi de ikna etmiş olmanın kolaylığını bilen şer güçler , bu gibi yapılanmalara sızarak o gurupları kendi emellerine çok rahat bir biçimde alet edebilmektedir.

İslami mücadele sürecinde meydana gelen cemaatleşmelerde bu gibi yanlışların önünün alınması, ancak lider konumunda olan kişilerinde sorgulanabilir olduğu düşüncesinin hakim olmasından geçmektedir. Liderin yaptığından sorumlu olduğunu düşünmesi ve tabilerine hesap verme korkusu, onu verdiği kararlar noktasında daha dikkatli davranmaya sevk edecektir. 

"Bu nasıl mümkün olacaktır?" sorusunun cevabı, bu noktada verilmesi gerekmektedir. 

İslami bir hareketin, vahyi temel alan ilkeler üzerine kurulmuş olması , hareket içindeki lider konumunda olanların karizmatik bir yapıya bürünmesine ve vazgeçilmez olarak görülmesine engel olacaktır. Çünkü, hareket içinde olan her kişi potansiyel olarak liderlik yapabilecek bir konuma sahip olarak yetiştirilecek ve kendisini en az lider kadar sorumlu olarak görecektir. 

 İslami bir hareket içinde bütün yük sadece lider konumunda olan kişinin sırtına yüklenerek , diğerleri ondan gelecek olan emirleri kayıtsız şartsız olarak uygulamak ile görevli elemanlar pozisyonunda değildir. Aksine, şura (danışma) ile alınan kararlarda insiyatif sahibi olan , lideri gerektiğinde uyaran kişiler olarak hareket içinde sorumluluk sahibi alan kişiler olmalıdır. 

Böyle olmaz ise ne olur ? . 

Böyle olmaz ise, liderin ilah konumuna oturtulduğu bir tarikat yapılanmasına girmiş bir hareket oluşmuş olur ki , artık bu hareket amacından saptırılmaya , istismar edilmeye müsait bir hareket halini alarak, şer güçlerin elinde oyuncak olmaya aday bir hareket haline gelir.


Bunun en canlı örneğini son günlerde Türkiye üzerinde oynanmaya çalışılan oyunda baş rolü üstlenen ve temeli İslami söylem üzerine dayalı olan "Hizmet hareketi" nin düşmüş olduğu ihanette görmek mümkündür. 

Başındaki kişinin en üst derecede karizma sahibi olduğu bu yapı , dünyanın başına musallat olan şeytanlardan olan A.B.D ile yapmış olduğu işbirliği ile , A.B..D adı ile anılan şeytanın esiri olmuş ve Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmesi yönünde, onlara yardımcı olarak büyük bir ihanet içine girmiştir. 

Eğer bu hareket vahyi temel alarak hareket etmiş olsaydı  bırakın ihanet etmeyi , kuklası olduğu A.B.D yi Müslümanlar için en büyük tehlike olarak görecek , ve onlardan gelecek yardım adı altında olan hiçbir şeyi kabul dahi etmeyerek "Hizmet hareketi" ni onların hizmetine sunmuş olmayacaktı.

Şayet başındaki zat bu ihanet içinde olsa bile , bağlıları liderin yaptığının yanlış olduğunu söyleyerek ona itaat etmeyecekler, ve lideri bu konuda yalnız bırakarak hatasını göstereceklerdi. Ama maalesef böyle olmamış , tam bir teslimiyet içinde topluca bu ihanetin içine girerek, masum insanların üstlerine silah sıkarak onların kanlarını dahi dökmekten çekinmeyecek kadar gözü dönmüş bir hale gelmişlerdir.

İslamı referans alan hareketler içinde olan kişilerin bu konuda üstlerine büyük iş düşmektedir. Üstlerindeki yükü atmak için, bütün yükü lidere yüklemek yerine , kendileri de yükün altına girmeliler, ve bütün yükü tek kişiye yüklemek yerine, yükü hafifletmek yoluna gitmelidirler. 

Liderlere bu noktada düşen görev ise , kendilerini vazgeçilmez olarak görmemeli ve göstermemelidirler. Hareket içinde olan herkesi potansiyel bir lider olarak yetiştirmek için elinden geleni yapmalı , koltuk sevdasına düşmemelidirler. 

İslamı referans alan hareketlerin ne lider konumunda olan kişiler açısından böyle bir kaygı , ne de bağlılar tarafında böyle bir gayretin olmaması , İslami hareketlerin geleceği konusunda bizleri pek te iyimser düşünmeye sevk etmemektedir. Bugün İslami hareket adı altında yapılan oluşumların genel görünümü , liderin çoban tabilerin ise koyun olduğu bir sürüden farkı yoktur.

Liderler , içinde bulunduğu konumdan ve kendisine gösterilen aşırı ilgiden memnun , bağlılar ise lidere tabi olmakla cenneti garantilemiş olmalarından dolayı memnun bir halde " Alan memnun satan memnun" bir halde Müslümancılık oynamaya devam etmektedirler.

Sonuç olarak ; Başta Türkiye olmak üzere , İslamı referans alan yapılanmalardaki en büyük yanlışlık, lider karizmasının oluşturularak baştaki liderin ilahlık konumuna çıkarılmış olmasıdır. Bu tür yapılanmalar pek çok yönden sakıncalı olup , hareketlerin ilkeler üzerine bina edilmesi gerekmektedir. Liderinde o ilkelere bağlı olduğu hareketler , liderin sorumlu b,r hale getirerek , onu ilah pozisyonuna gelmekten de çıkaracaktır.

Lider karizmasına dayanan hareketlerin bir toplumu nereye götürebileceği , maalesef Türkiye örneğinde yaşanmış "Hizmet hareketi" denen ve başını Fethullah Gülen adlı kişinin çektiği oluşumun, kimlere ve neye hizmet ettiği çok acı bir biçimde ortaya çıkmıştır. 

Eğer lider karizmasına dayalı İslami yapılanmalardan vaz geçilerek vahyi temel alan ilkeler üzerine bir yapılanmaya geçilmediği sürece , sadece isimler değişerek şer güçlere hizmet eden başka hizmet hareketleri ortaya çıkacaktır.








17 Haziran 2016 Cuma

Neml s. 66. Ayetinin Farklı Mealleri Üzerine Bir Düşünce

Kur'an meali okuyucusunun karşılaştığı sorunlardan bir tanesi , aynı ayetin farklı meal yapıcıları tarafından yapılmış, birbiri ile zıtlık arz eden mealleridir. Bu durumun farklı sebepleri olup ,bir kaç tanesini sıralayacak olursak ; Meal yapıcısının bakış açısından kaynaklanan ayet yorumu , bir ayetin gramatik yapısının farklı çevirilere müsait oluşu , kıraat farklılıkları, bağlam , siyak sibak gözetilmeden çevrilmesi gibi sebepleri sıralayabiliriz. 

Neml s. 66. ayetini okuyan bir meal okuyucusu , bir kaç mealden karşılaştırmalı olarak okuduğunda, bu ayetin farklı çevirilerine şahit olabilecek ve bu çevirilerin hangisinin daha doğru olabileceğini düşünecektir.

بَلِ ادَّارَكَ عِلْمُهُمْ فِي الْآخِرَةِ بَلْ هُمْ فِي شَكٍّ مِّنْهَا بَلْ هُم مِّنْهَا عَمِونَ

Bu ayetin , ulaşma imkanı bulduğumuz meallerdeki çevirilerini 2 gurupta toplayabiliriz.

1. guruptaki çeviriler

Abdulbaki Gölpınarlı :
Hayır, onların bilgileri, bu dünyâdayken, âhirete ulaşamaz; hayır, onlar, âhiret hakkında şüphe içindedir; hayır, onlar âhiret husûsunda kördür.

Bayraktar Bayraklı :
Açıkçası, onların âhiret hakkındaki bilgileri yetersiz kalmıştır. Dahası, bu hususta şüphe içindedirler. Bunun da ötesinde, onlar âhiretten yana cahildirler.


Bekir Sadak :
Ahirete dair bilgileri yeterli midir? hayir; ondan suphe etmemektedirler. Hayir; ona karsi kordurler. *

Celal Yıldırım :
De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez ve onlar da ne zaman diriltilip kaldırılacaklarının bilincinde değillerdir. Hayır, onların Âhiret hakkındaki bilgisi kıt ve yetersizdir. Hayır, Âhiret hakkında (devamlı) şüphe içindedirler. Hayır, onlar Âhiret'ten yana (o hususta) kördürler.

Diyanet Vakfi :
Hayır; onların ahiret hakkındaki bilgileri yetersiz kalmıştır. Dahası, bu hususta şüphe içindedirler. Bunun da ötesinde, onlar ahiretten yana kördürler.

Edip Yüksel :
Doğrusu, onların ahiret hakkındaki bilgileri derme-çatmadır. Aslında ondan kuşku içindedirler. Daha doğrusu, onlar ondan yana tümüyle kördürler.

Fizilal-il Kuran :
Onların bilgileri ahirete erememiş, o alemin berisinde kalmıştır. Aslında onlar ahiret konusunda kuşku içindedirler. Hatta ondan yana kördürler.

Hasan Basri Çantay :
Hayır, onların bilgileri âhiret hakkında (ki bilgiye kadar uzanıb) erişememişdir. Hayır, onlar bundan şek (ve şübhe) içindedirler. Hayır, onlar bundan kördürler.

İbni Kesir :
Hayır, ahiret ile ilgili bilgileri de yetersizdir. Hayır, ondan şüphe etmektedirler. Hayır, ona karşı kördürler.

Muhammed Esed :
Hayır, onların ahiret konusundaki bilgileri gerçeğin berisinde kalmaktadır; zaten (çoğu zaman) onun gerçekliğinden yana şüphe içindedirler; hayır, ondan yana kördürler.

Ömer Öngüt :
Hayır! Onların ahiret hakkındaki bilgileri de yetersiz kalmıştır (bu hususta bilgi edinilecek seviyeye erişmemiştir). Hayır! Ondan şüphe etmektedirler. Hayır! Onlar ahiretten yana kördürler.

Yaşar Nuri Öztürk :
Hayır, onların bilgileri âhiret konusunda yetersiz kalmıştı. Daha doğrusu onlar ondan kuşku duymaktadırlar. Hayır, hayır! Onlar, onu göremeyecek kadar kördürler.

2. guruptaki çeviriler;

Ahmet Tekin :
Doğrusu âhiret ile, ebedî yurt ile ilgili bilgiler onlara ardarda gelmektedir. Buna rağmen onlar, bu konuda hâlâ şüphe içindedirler. Aslında onlar, âhiretten yana kör kesilerek baktıkları için anlamıyorlar.

Ahmet Varol :
Hayır, onların ahiretle ilgili bilgileri ardarda gelip toplandı. Hayır onlar bundan şüphe içindedirler. Hayır onlar buna karşı kördürler.

Ali Bulaç :
Hayır, onların ahiret konusundaki bilgileri 'ard arda toplanıp pekiştirildi,' hayır, onlar bundan bir kuşku içindedirler; hayır, onlar bundan yana kördürler.

Ali Fikri Yavuz :
Fakat âhiretin olacağına dair kendilerine (peygamberler vasıtasıyla) arka arkaya ilim ulaşmaktadır. Doğrusu onlar bundan şüphe içerisindedirler, daha doğrusu onlar, âhiretten yana kördürler (delillerini anlıyamazlar).

Diyanet İşleri :
Ahiret (gününün gerçekleşeceği) hakkında bilgi (peygamberler aracılığı ile) onlara peş peşe gelmiştir. Fakat onlar bu konuda şüphe içindedirler. Daha doğrusu onlar ahiretten yana kördürler.

Elmalılı Hamdi Yazır :
Fakat Âhıret hakkında ılimleri tevalî etmekte fakat onlar ondan bir şekk içindedirler, daha doğrusu onlar ondan kördürler

Gültekin Onan :
Hayır, onların ahiret konusundaki bilgileri 'ard arda toplanıp pekiştirildi', hayır, onlar bundan bir kuşku içindedirler; hayır, onlar bundan yana kördürler.

Ömer Nasuhi Bilmen :
Onların bilgileri, ahiret hakkında, yetişip nihâyet buldu! Fakat onlar ondan şekk içindedirler. Hayır, onlar, ondan kördürler.

Şaban Piriş :
Oysa onlara ahiret hakkında bilgi verilmiştir. Ama onlar, şüphe içindedirler ve belki de ona karşı kördürler.

Suat Yıldırım :
Fakat âhiretin varlığına dair bilgiler, kendilerine resulleri vasıtasıyla ulaşmaktadır. Doğrusu onlar bundan şüphe içindedirler. Hayır, hayır onlar âhiretten yana kördürler.

Süleyman Ateş :
Doğrusu onların âhiret hakkındaki bilgileri, ardarda gelip bir araya toplandı. Fakat onlar (hâlâ) ondan bir kuşku içindedirler. Daha doğrusu, onlar ondan yana kördürler.

Ümit Şimşek :
Aslında âhirete dair bilgiler, peş peşe kendilerine ulaşmıştır. Fakat onlar bundan şüphe içindedirler. Hattâ bu konuda kördürler.

Erhan Aktaş
Aslında onlar ahiret hakkında yeterince bilgilendirildiler. Fakat hala şüphe içindeler. Doğrusu bundan yana kördürler

2 guruba ayırdığımız meallerin , 1. guruba dahil olanında , müşriklerin ahiret hakkındaki bilgilerinin YETERSİZ , 2. guruba dahil olan meallerin ise, YETERLİ olduğu şeklinde bir anlam çerçevesinde olduğunu görmekteyiz. Bu farklılıkları gören bir meal okuyucusu haklı olarak, "Bu çevirilerin hangisi doğru ?" sorusunun cevabını arayacaktır. 

Bu sorunun cevabından önce , neden böyle farklı bir çeviri yapıldığının üzerinde durmak istiyoruz. Farklı çeviriye sebep ,  ayet içindeki "İddereke" sözcüğüne farklı anlamlar yüklenmesidir

Edreke ; "Bir nesnenin en son noktasına varması" anlamındadır. 

Bugün bizim dilimizde de kullanılan ve " birbirine veya en sondakinin en öndekine yetişmesi , ulaşması , ard arda olması , ihtiyacın giderilmesi anlamındaki "Tedarik" kelimesi bu kökten türemiştir.

Kurtubi , Razi , Taberi gibi tefsirciler , bu ayetin 2 farklı şekilde yorumlanmasına sebep olarak kıraat farklılıkları olduğunu söylemektedirler. 

Ayetin iki farklı şekilde çeviri ve yorum yapılmasına sebebin , kıraat farkı ve gramatik okumadan kaynaklanmasına karşın , bu tür ikilimlerde ayetin siyak ve sibakına bakıldığında hangi çevirinin doğru olabileceği konusunda bilgi sahibi olmak kolaylaşacaktır.


Ayrıca "İddereke" kelimesinin başka ayet içindeki geçişi bizi bu konuda aydınlatabilir. 

[007.038] Buyurdu ki: Sizden önce geçmiş cinn ve insan topluluklarıyla girin ateşe. Her ümmet girdikçe; yoldaşına la'net eder. Nihayet hepsi birbiri ardından orada toplanınca (eddereku); sonrakiler öncekiler için derler ki: Rabbımız; işte bizi bunlar saptırdı. Onun için bunlara katmerli azab ver. Buyurur ki: Hepiniz Evet, dediler. Bunun üzerine aralarında bir münadi: Allah'ın la'neti; zalimlerin üzerinedir, diye seslendi.

İlgili ayetin bağlamı şu şekildedir. 

[027.059] De ki: «Hamdolsun Allah'a ve selam olsun O'nun seçtiği kullarına!' Allah mı daha hayırlı, yoksa onların ortak koştukları mı?
[027.060] (Onlar mı hayırlı) yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren mi? O suyla, bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel güzel bahçeler bitirdik. Allah'tan başka bir tanrı mı var! Doğrusu onlar sapıklıkta devam eden bir güruhtur.
[027.061] (Onlar mı hayırlı) yoksa yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, aralarından (yer altından ve üstünden) nehirler akıtan, arz için sabit dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! Doğrusu onların çoğu (hakikatleri) bilmiyorlar.
[027.062]  (Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri kılan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz!
[027.063] (Onlar mı hayırlı) yoksa karanın ve denizin karanlıkları içinde size yolu bulduran, rahmetinin (yağmurun) önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah'tan başka bir tanrı mı var! Allah, onların koştukları ortaklardan çok yücedir, münezzehtir.
[027.064] (Onlar mı hayırlı) yoksa ilk baştan yaratan, sonra yaratmayı tekrar eden ve sizi hem gökten hem yerden rızıklandıran mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! De ki: Eğer doğru söylüyorsanız siz kesin delilinizi getirin!
[027.065] De ki: «Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Onlar, ne zaman yeniden diriltileceklerini bilmezler.
[027.066] Hayır, onların ahiret konusundaki bilgileri 'ard arda toplanıp pekiştirildi,' hayır, onlar bundan bir kuşku içindedirler; hayır, onlar bundan yana kördürler.
[027.067]  Kâfirler dediler ki; «Bizler ve atalarımız, toprak olduktan sonra yeniden mi diriltileceğiz?»
[027.068]  Andolsun ki, bu tehdit bize yapıldığı gibi, daha önce atalarımıza da yapılmıştır. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir.
[027.069]  De ki: «Yeryüzünde gezin, suçluların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.»

59. ayette Allah (c.c), kendisinin mi yoksa müşriklerin ortak koştuklarının mı daha hayırlı olduğunu sorduktan sonra sonra , 60-61-62-63-64. ayetlerde kendisinin hayırlı olduğunu deliller ile açıklamaktadır. 65. ayette ise gayb konusunda sadece Allah'ın bilgi sahibi olduğu , kulların ise bu konuda  özellikle yeniden dirilmenin zamanı konusunda bilgi sahibi olmadıkları , ancak yeniden diriliş haberlerinin elçiler aracılığı ile bildirilmiş olmasına rağmen (66) , müşriklerin bu konuda kuşku ve körlük içinde oldukları haber verilmektedir. 67 ve 68. ayetlerde ise, onların dilinden bu şüpheler bildirilerek , bu şüphelerin yanlışlığı , geçmiş kavimlerin sonları hatırlatılarak , ibret olması istenmektedir.

Sonuç olarak ; Neml s. 66. ayetinin elimizdeki meallerde iki farklı çevirisi yapılmakta olup , bu farklı çeviriden hangisinin daha doğru olabileceği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalıştığımız yazımızda , 2. gurupta toplanan ve müşriklere ahiret hakkında bilgilerin yeterli derecede verilmiş olduğu yönünde yapılan çevirilerin , bağlam gözetilerek okunduğunda daha doğru çeviri ve yorumlar olduğunu söyleyebiliriz. 

                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.