ayeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ayeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2017 Pazar

Nisa s. 1. Ayeti Hakkında Bir Düşünce Denemesi

İnsan neslinin nasıl çoğaldığı sorusu, Kur'an'dan cevabı aranan ve üzerinde bir takım fikirler yürütülen bir konu olup, bu sorunun cevabının Nisa s. 1. ayetinden çıkarılmaya çalışıldığı, konu ile alakalı olanların malumudur. Bu ayet üzerinde yapılan yorumlara göre, İnsan nesli Adem adı verilen ilk insandan ve ondan eşinin yaratılması ile çoğalmıştır. Fakat burada insan neslinin, Kur'an tarafından haram kılınmış olan kardeş evliliği ile mi çoğaldığı sorusu ortaya atılmış, ve böyle bir cevap itirazlara neden olmuştur. 

Bu itirazlara cevabın ise insan neslinin bu şekilde çoğalmadığı, birden fazla Adem yaratılmak sureti ile insan neslinin çoğaldığı şeklinde verilmeye çalışıldığı, yine konu ile alakalı olanların malumudur. Biz yazımızda insan neslinin nasıl çoğaldığı üzerinde fikir yürütmeye çalışmak değil, Nisa s. 1. ayetinden nasıl mesajlar çıkabileceği üzerinde bir düşünce denemesi yapmaya çalışacağız.

Kur'an ayetleri ile ilgili yapılan okumalarda, kafalarda oluşan sorulara cevap aramak yerine, okunan ayetin ne gibi mesajlar ihtiva etmiş olabileceği üzerinde yoğunlaşmaya çalışmak, bizleri daha sağlıklı sonuçlara götürecektir. İnsan neslinin nasıl çoğaldığı sorusuna Nisa s. 1. ayeti üzerinden cevaplar aramaya çalışmanın, başka soruları da beraberinde getirmekte olduğu malumdur. Öyleyse bu ayetten böyle bir sorunun cevabını aramaya çalışmak yerine, içermiş olabileceği mesajları okumaya çalışmak daha sağlıklı olacaktır. 

Kanaatimizce Nisa s. 1. ayeti, bizlere insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda bilgi vermek yerine, insanları yaratan Allah'tan sakınmayı tavsiye etmektedir. Yine kanaatimizce Kur'an, insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda net bir bilgi vermemekte, bu konuda Kur'an içinden aranmaya çalışılan cevaplar ise kişisel yorumlardan öteye geçmemektedir.

[004.001] (Elmalılı meali) Ey o bütün insan kömeleri! Sakının o Rabbınıza karşı gelmekten ki sizleri bir tek nefisten yarattı, ondan eşini yarattı da ikisinden bir çok erkekler ve dişiler üretti, sakının o Allaha karşı gelmekten ki siz onun ve o rahimlerin hurmetine biribirinizden dilek dilersiniz, çünkü o Allah üzerinizde gözcü bulunuyor.

Kanaatimizce bu ayette merkeze alınması gereken kelime, ettuqu (sakının) kelimesidir. Onun insanları yaratmış olması, ondan sakınmamız için bir gerekçe olarak gösterilmektedir. Surenin devamındaki ayetler yetim hakları ile ilgili olup, yetim hakkını yemekten sakındıran Allah (c.c) nin nasıl bir kudret sahip olduğunun önceden hatırlatılmış olması, yetim malları üzerinde yetki sahibi olanların daha dikkatli davranmasına yönelik mesajlar olarak ta okunabilir.

İnsanların yaratılışını ifade eden Nefsin Vahidetin (Bir tek nefis) deyimini, insan neslinin Adem'den çoğalması olarak aldığımızda karşımıza şöyle bir problem daha çıkmaktadır.

[007.189]  O, o zattır ki sizi bir tek nefisten (min nefsin vahidetin) yarattı, eşini de ondan yarattı ki gönlü buna ısınsın. Onun için eşine yaklaşınca o hafif bir yükle hamile kaldı, bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit ikisi birden kendilerini yetiştiren Allah'a şöyle dua ettiler: «Bize salih bir çocuk ihsan edersen, yemin ederiz ki, kesinlikle şükreden kullarından oluruz!»
[007.190] Allah onlara salih bir çocuk verince; kendilerine verdiği şey hakkında Allah'a ortaklar koştular. Allah, onların ortak koştukları şeyden münezzeh tir.

Nisa s. 1. ayetinde geçen Nefsin Vahidetin deyiminin aynısını Araf s. 189. ayetinde de görmekteyiz. Bu ayetlerde geçen kişiyi ayet içinde geçen bu deyimden ötürü Adem olarak anlayan bazı tefsirciler, Adem ve eşinin Allah'a şirk koşup koşmadığı üzerinde tartışmaya girmişlerdir. Adem, eğer Allah (c.c) tarafından elçi olarak seçilmiş bir kişi ise, onun böyle bir cürmü işlemiş olması kanaatimizce asla mümkün gözükmemektedir. 

Nisa s. 1. ayetinde geçen deyimin başka ayetlerde geçişleri ise şu şekildedir.

[006.098] O ki, sizi bir tek nefisten oluşturdu. Arkasından sizin için bir barınma ve bir geçiş yeri belirledi. Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık.

[031.028] (İnsanlar!) Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir nefsin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Unutulmasın ki, Allah her şeyi bilen ve görendir.

[039.006] Sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini varetmiştir; sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir; sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır; işte bu Rabbiniz olan Allah'tır. Hükümranlık O'nundur, O'ndan başka tanrı yoktur. Öyleyken nasıl olur da O'nu bırakıp başkasına yönelirsiniz?

Bu ayetleri de dikkate alarak Nefsin Vahidetin deyimini, Erkek ve Kadın olarak yaratılmış olan insan cinsinin hamurunun aynı olduğunu ifade etmekte kullanılmış olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum ise bizi şöyle bir düşünceye götürebilir.

 Kadın ve Erkek olarak yaratılmış insan cinsinin aynı hamurdan yaratıldığı, tarihin her devrinde özellikle kadınların aşağılık yaratıklar olduğu üzerine kurulan düşüncelerin batıllığı, renk, dil, ırk v.s gibi farklılıkları olsa da dahi herkesin ortak paydasının önce insan olmak üzere kurulan ilişkilere dayanması gerektiğini, Nisa s. 1. ayetinden okumak mümkündür. Bu ayet bizi aynı zamanda Hucurat s. 13. ayetine götürecek, iki ayet ile arasında sıkı bir bağ olduğu da görülecektir.

[049.013] Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.

Hucurat s. 13. ayetinde de insanların bir erkek ile bir dişiden yaratılmış olmasının fizyolojik bilgi vermekten öte, Allah'ın yaratıcı kudreti, bu kudretin yarattığı insanların bazı farklılıkları olsa da, bu farklılıkların bir insanın diğer bir insan üzerinde üstünlük vesilesi olamayacağı vurgusu yapılmaktadır.

İnsanların birbirleri ile yakın ilişkiler kurmasındaki önemli etkenlerden bir tanesinin akrabalık bağları olduğunu düşündüğümüzde, insanlığın bir erkek ve bir dişiden yaratılmış olduğunun beyan edilmesinin bizleri Kardeş kardeşe evlenerek mi çoğaldık? sorusunu sormak yerine, böyle bir yaratılış şeklinin ifade edilmiş olmasından, insanların birbirleri ile olan yakınlığının hatırlatılmak istenildiğini, böylelikle insanların birbirlerine karşı üstünlük kozlarının ortadan kalktığını ve birbirleri ile  aynı hamurdan yaratılmış olmanın bir yakınlık vesilesi olarak görülmesi gerektiğini anlayabiliriz.

Nisa s. 1. ayetinde geçen Zevcehe Kelimesinin anlamı genel olarak bir erkeğin eşi anlamında kullanıldığı için bir takım yanlışlara kapı aralayabilmektedir. Bu kelimenin Birbirinin benzeri şeklinde bir anlama sahip olması dikkate alınarak, Nisa s. 1. ayetinde geçen kelimeye anlam verilmiş olsaydı, yanlış anlamaların büyük ölçüde önü alınabilirdi.

Sonuç olarak; Nisa s. 1. ayeti insan neslinin nasıl çoğaldığı sorusunun cevabını öğrenmek için okunmak yerine, insanların yaratılış hamurunun aynı olduğu, insanları yaratma gücüne sahip olan Allah (c.c) den sakınılması gerektiği gibi mesajlar dahilinde okunduğunda bizleri daha doğru sonuçlara götürecektir.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

2 Ekim 2017 Pazartesi

Recm Cezası Örneğinde Allah'ın Ayetlerinin Geçersiz Kılınması ve Bu Cezanın Kur'an Ayeti Olduğu İftirası Üzerine Bir mülahaza

Bugün bir çok Müslümana şayet, "İslam hukukunda zina eden evli bir erkek ile, evli bir kadının cezası nedir?" diye sorulacak olsa alınacak olan cevap, "Recm edilmek yani taşlanarak öldürülmek" şeklinde olacaktır. Ancak Kur'an zina eden kimseler için  böyle bir ceza emretmemekte, fakat bu ceza Kur'an'da böyle bir ayetin inmiş olduğu, Muhammed (a.s) ın vefatı sırasında bu ayetin yazılı olduğu sayfaların keçi tarafından yenmesi sureti ile Kur'an'a konulmadığı gibi, neresinden baksanız yalan ve iftira olan bir rivayetle desteklenerek, veya bu cezanın Muhammed (a.s) tarafından uygulandığı iddia edilerek, İslam hukuku içine sokulmuş, dahası bu cezayı ret etmek ise küfrü gerektiren bir cürüm haline sokulmuştur.

Yazımızın konusu, bu ceza örneğinde Allah'ın ayetlerinin geçersiz kılınmasına nasıl kılıflar geçirildiğini ortaya koymaya çalışmak olacaktır. 

Recm cezasının Kur'an'a rağmen İslam hukuku içine sokulmasının yollarından birisinin, bu cezanın ayet olarak indiği şeklinde bir iddia ile gerçekleştiğini yukarıda söylemiştik. Elimizdeki mushaf içinde olmayan bu ayet, Nesh Teorisi ile işler hale getirilmiştir. Bilindiği gibi bu teoride Metni mensuh hükmü baki şeklinde bir kategori bulunmaktadır. Bu kategorinin açılma sebebi ise sadece recm cezasının Allah'ın bir ayeti olduğu inancını sağlamlaştırmak amaçlıdır.

Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) a indirdiği iddia edilen ve keçinin yediği !! recm ayeti rivayetlerde şu şekildedir;

Evli erkek (eşşeyhü) ve evli kadın (eşşeyhetü) zina ederlerse, Allah'tan bir ceza olmak üzere onları recm edin. Allah aziz ve hakimdir.

İddia, bu mealdeki bir ayetin Allah (c.c) tarafından indirildiği, fakat Muhammed (a.s) ın vefatı sırasındaki telaştan dolayı, Aişe validemizin yatağının altında yazılı bulunan bu ayetin keçi tarafından yendiği, bundan dolayı metninin mushaf içinde olmasa dahi, hükmünün geçerli bir ayet olarak yürürlükte olması gerektiği yönündedir. 

[004.082] Onlar halâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilâflar) bulacaklardı.

Bu iddia bir çok yönden ele alınarak ne kadar yalan ve iftira ile dolu olduğu ortaya konulabilir. Biz konuyu Kur'an'ın çelişkisiz bir kitap olması yönünden ele almaya, Nur s. içinde bulunan zina ile ilgili ayetlerin evlileri de kapsadığını ortaya koymaya çalışarak, eğer böyle bir ayet inmiş olsa idi ki inmesi imkansızdır, Kur'an'ın kendi içinde çelişki barındıran bir kitap durumuna düşeceğine dikkat çekmeye çalışacağız.

[024.001]  Bu, indirip, hükümlerini kesinleştirdiğimiz suredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık ayetler indirdik.

Nur s, 1. ayetinde Allah (c.c) bu sure için Faradnahe yani hükümlerini kesinleştirdiğini buyurmaktadır. Bu ikaz konumuz olan aynı sure içindeki zina hükümlerini içeren ayetler içinde geçerli olduğu asla unutulmamalıdır.

الزَّانِيَةُ وَالزَّانِي فَاجْلِدُوا كُلَّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا مِائَةَ جَلْدَةٍ ۖ وَلَا تَأْخُذْكُمْ بِهِمَا رَأْفَةٌ فِي
دِينِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ۖ وَلْيَشْهَدْ عَذَابَهُمَا طَائِفَةٌ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ

[024.002] Zaniye ve zanî, hemen bunlardan her birine yüz değnek vurun, Allahın dininde bunlara bir acıyacağız tutmasın, Allaha ve Âhıret gününe gerçekten inanıyorsanız, hem mü'minlerden bir taife azâblarına şâhid olsun

Hükümlerinin kesinleştirildiği beyan edilen surenin 2. ayeti, zina eden kadın ve erkeğe verilecek cezayı bildirmektedir. Zina eden kadın ve erkeğe verilecek olan ceza, ayette 100 değnek olarak bildirilmektedir. 

Ancak bu cezanın bekar olanları kapsadığı, evli olanlar için ayrı bir ayet indiği, inen bu ayetin başına neler geldiği !! herkesçe malumdur. Biz bir an için recm ayetinin Allah (c.c) tarafından indirilmiş olduğunu, elimizdeki mushafın herhangi bir suresinin içinde olduğunu farz ederek, Nur s. içindeki diğer ayetlerde evli olan bir kimsenin zina cezasının nasıl olduğunu görmeye çalışalım.

[024.006]  Kendi eşlerine (zina suçu) atan ve kendileri dışında şahidleri bulunmayanlar ise, onlardan da her birinin şahidliği, Allah adına dört (kere yemin) ile kendisinin hiç şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna şahidlik etmektedir.
[024.007]  Beşinci defada da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lanetinin kendi boynuna olmasını ifade etmelidir.

Nur s. 6. ayetinden itibaren, eşleri hakkında zina isnadında bulunan, fakat eşlerinin ceza görmesi için gerekli olan 4 şahidi bulunmayanlar için gerekli olan prosedür beyan edilmekte, zina eden evlinin cezası da bu ayetler içinden çıkmaktadır. Eşinin zina ettiğine dair 4 şahidi olmayan kimse, bu şahitler yerine kendisi 4 defa yemin edecektir. Ayetteki olay karısı zina eden bir erkekmiş gibi anlatılmış, fakat aynı durum kocası zina eden bir kadın için de geçerlidir. 

وَيَدْرَأُ عَنْهَا الْعَذَابَ أَنْ تَشْهَدَ أَرْبَعَ شَهَادَاتٍ بِاللَّهِ ۙ إِنَّهُ لَمِنَ الْكَاذِبِينَ

[024.008] Kadının dört defa: «Allah'a yemin ederim ki, o muhakkak yalancılardandır!» diye şahitlik etmesi kendisinden azabı kaldırır.
[024.009] Beşincisinde ise, eğer o (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını ister.

Nur s. 8. ve 9. ayetlerde, kendisine zina isnadında bulunulan kadın şayet 4 defa zina yapmadığına dair yemin ederse, zina cezası almaktan kurtulmaktadır. 

Burada şöyle bir soru sorulmalıdır, bu soruya alacağımız cevap, Kur'an'ın evli kadın ve erkek zaniye verdiği cezayı ortaya çıkaracaktır.

Eğer bu kadın zina ettiğini itiraf etmiş olsaydı alacağı ceza ne olacaktı?

Bu sorunun cevabı için surenin 2. ayetinde geçen ve zina eden kadın ve erkeğe verilen 100 değnek cezası için kullanılan, ve bu cezanın açık bir alanda ve herkesin görebileceği bir şekilde olmasını emreden cümle içinde geçen Azabehuma kelimesi anahtar bir mahiyet arz etmektedir.

Nur s. 8. ayetine baktığımızda zina etmediğine dair yemin etmesinin o kadından cezayı kaldıracağı bildirilmekte, bu beyanın Arapça metni ise, Ve yedreu anhel azabe şeklindedir. 

Burada şöyle bir sorulacaktır; 

Kadından kalkan azap yani ceza, hangi cezadır?

Cevap= Nur s. 2. ayetinde geçen Azabehüma kelimesi 100 değnek cezasının ifade ettiğine göre, Nur s. 8. ayetinde geçen kendisine yapılan zina isnadını ret eden kadından kalkan ceza 100 değnek cezasıdır. 

YANİ EVLİ KADIN ŞAYET ZİNA ETTİĞİNİ İTİRAF ETMİŞ OLSAYDI, ALACAĞI CEZA 100 DEĞNEK CEZASI OLUP, KENDİSİNE YAPILAN ZİNA İSNADINI RET ETMEK SURETİ İLE İTİRAFI HALİNDE ONA UYGULANACAK OLAN 100 DEĞNEK CEZASI ONDAN KALKMIŞTIR.

Şimdi soruyoruz, Allah (c.c) zina eden kadın ve erkeğin, evli veya bekar olduğuna bakmadan, 100 değnek ile cezalandırılması hükmünü kesinleştirdiğine göre (Nur s.1 ayet), aynı kitap içinde zina eden evliler için ayrı bir ayet indiğini iddia etmek, Kur'an'da çelişki olduğu iftirasını atmak değil midir?. Recm cezasını savunmak demek, aynı zamanda Kur'an'a karşı yapılmış bir çelişki isnadını da savunmak anlamına gelmektedir. 

Recm cezası, Allah'ın ayetlerinin nasıl işlevsiz bırakılabileceğine dair verilebilecek bir örnektir. Allah (c.c) nin zina suçuna verdiği cezayı beğenmeyerek, farklı ceza uygulaması isteklerinin Allah'ın ayetlerine ve elçisine yalan iftiralar düzmek sureti ile İslami bir kılıf uydurma çalışmaları, biz Müslümanların yüz karalarından bir tanesidir. Nur s. 2. ayetine bakıldığında bu cezanın Allah'ın Dini olduğu beyan edilmektedir. Bu cezanın dışında bir cezayı dine yamamaya kalkmak, Allah'ın dininin üzerine din bina etmeye çalışmaktan başka bir şey değildir.

İşin daha acı bir yönü ise, recm cezasını kabul etmeyenlerin, Kafir, Zındık, Hadis sünnet inkarcısı gibi yaftalarla suçlanmış olmasıdır. Yine işin daha ahlaksızca bir yönü ise, recm cezasını ret edenlerin zina etmeyi meşru gören, fakat bu suçun cezasının bu kadar ağır olmasını istemeyenler oldukları iddiasıdır.

Ayrıca bu cezanın Muhammed (a.s) tarafından uygulandığı iddiaları da, ona yapılmış ayrı bir iftiradır. Kendisine inen kitabın ayetlerinin hükmüne aykırı hareket eden bir elçi portresini Muhammed (a.s) için düşünmek, ona yapılmış en büyük iftiralardan birisidir. Recm cezası neresinden tutsak maalesef elimizde kalmaktadır.

Recm konusu aynı zamanda biz Müslümanlar için Kur'an'ın ne ifade ettiğini de ortaya koyan bir imtihan konusudur. Kur'an'ın beyan ettiği bir cezanın karşısına başka bir ceza ile çıkmak demek olan recm cezası, bu cezayı savunanların Kur'an'ı nasıl arkalarına attıklarının canlı bir örneğidir. 

Mütevatir sünnet Kur'an ayetini nesheder şeklinde bir hezeyan dolu iddia ise, recm cezasını meşrulaştırmak için ortaya atılmış iddialardan bir tanesidir. Kur'an'a aykırı hareket ettiği iftirası ortaya atılan Muhammed (a.s) ın recmi uyguladığı iddiası, bu konudaki Kur'an ayetinin hükmünü kaldırabileceği tezinin ortaya atılmasına sebep olmuştur. Yani Muhammed (a.s) Allah'ın zina konusundaki cezasını az görerek, daha etkili bir ceza uygulamış, ve bu ceza ile Kur'an ayetinin hükmünü kaldırma yetkisi olduğu zannı yayılmaya çalışılmıştır.

Yine bu cezanın Tevrat'ta olduğu, Nur s. 2. ayeti gelene kadar, Muhammed (a.s) ın recm cezasını uyguladığı, ayet indikten sonra bu cezayı uygulamadığı iddiaları ortaya atılmaktadır. Başka bir yazıda bu konuyu ele almaya çalıştığımız için burada sadece recm cezasının Tevrat'ta Allah (c.c) tarafından indirilen bir ceza olmadığı, şayet var ise İsrailoğullarının böyle bir cezayı Tevrat'a dahil etmiş olmalarının kuvvetli bir ihitmal olduğunu, burada kısaca söylemek istiyoruz.

Sonuç olarak; Kur'an zina eden kadın ve erkeğe evli bekar ayrımı yapmadan 100 değnek cezası vermiş olmasına rağmen, bu cezanın bekarlar için geçerli olduğu, evliler için recm cezası uygulanması gerektiği, İslam dünyasında yaygın olan bir görüştür. 

Allah'ın evliler için ayrı bir ayet indirdiği, bu ayetin mushafta metni olmasa dahi hükmünün geçerli olduğu iddiası, akıllara zarar bir teori ile ortaya konulmakta, fakat bu teorinin yol açtığı tehlikeler görmezden gelinmektedir. Böyle bir iddianın yol açtığı tehlikelerden sadece bir tanesi, Allah'ın çelişkisiz bir kitap olarak beyan ettiği kitabına karşı, o kitapta çelişki olduğu iddiası olup, bu tehlikenin ne yazıktır ki farkına dahi varılmamakta, bu  cezayı ret edenler tekfir edilmektedir.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


9 Haziran 2017 Cuma

Hac s. 15. Ayeti Üzerinde Bir Tefekkür Çalışması

Hac s. 15. ayeti okunduğu zaman, bazı kimselerde bu ayetin nasıl bir mesaj içermiş olabileceği konusunda soru işaretleri doğuran bir ayettir. 

مَنْ كَانَ يَظُنُّ أَنْ لَنْ يَنْصُرَهُ اللَّهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ فَلْيَمْدُدْ بِسَبَبٍ إِلَى السَّمَاءِ ثُمَّ لْيَقْطَعْ فَلْيَنْظُرْ هَلْ يُذْهِبَنَّ كَيْدُهُ مَا يَغِيظُ

Bu ayetin çevirileri genelde şu şekilde yapılmaktadır;

[022.015] [DI] Allah'ın peygamber'e dünyada ve ahirette yardım etmeyeceğini sanan kimse, yukarı bağladığı bir ipe kendini asıp, boğsun; bir düşünsün bakalım, bu hilesi kendisini öfkelendiren şeye engel olabilir mi?

[022.015] [DV] Her kim, Allah'ın, dünya ve ahirette ona (Resûlüne) asla yardım etmeyeceğini zannetmekte ise, (Allah ona yardım ettiğine göre) artık o kimse tavana bir ip atsın; (boğazına geçirsin); sonra da (ayağını yerden) kessin! Şimdi bu kimse baksın! Acaba, hilesi (bu yaptığı), öfke duyduğu şeyi (Allah'ın Peygamber'e yardımını) gerçekten engelleyecek mi?

[022.015] [E0] Her kim, ona Allah Dünyada ve Âhırette aslâ yardım etmez zannediyorsa hemen Semâya bir ip uzatsın sonra nefesini kessin de baksın keydi gayzını giderecek mi?

Bu ayetin çevirilerinde geçen İntihar etmek, kendini tavana asmak gibi deyimlerin, Arapça orjinal metinde karşılığının bulunmamasına rağmen, bir çok çeviride bu ibareleri veya bu doğrultuda yapılan çevirileri görmekteyiz. Ayrıca bu ayetin bazı kimseler tarafından yapılmış çevirilerinin ise, yardım etmek fiili ile kast edilenin elçi değil, inkarcı kimseler olduğu merkeze alınarak yapıldığını görmekteyiz. 

Yardım etmek fiili ile kast edilenin ayet içinde açık olarak belirtilmemiş olması, böyle yorumlara yol açmakla birlikte, Len yensurehu kelimesindeki hu zamiri ile Muhammed (a.s) ın kast edilmiş olmasının daha muhtemel olduğunu söylemek istiyoruz. Bu ihtimali ise, Kur'an içinde geçen Allah'ın elçilerine yardım sözünün geçtiği ayetler güçlendirmektedir. 

[006.034] Andolsun, senden önce nice resuller yalanlandı ve kendilerine yardımımız gelene kadar yalanlamalarına ve sıkıştırılmaya katlandılar. Allah'ın sözlerini değiştirebilecek yoktur; and olsun ki: Peygamberlerin haberi sana da geldi.

[008.062] Eğer sana hile yapmak isterlerse, şunu bil ki, Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir.

[009.040]  Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikinicisydi. Hani onlar mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

[012.110]  Öyleki resuller, umutlarını kesip de, artık onların gerçekten yalanladıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir; biz kimi dilersek o kurtulmuştur. Suçlu-günahkârlar topluluğundan zorlu-azabımız kesin olarak geri çevrilmeyecektir.

[030.047]  Andolsun ki, biz senden önce de elçileri kavimlerine gönderdik, onlar belgeler getirdiler; dinleyip suç işleyenlerden öç aldık, zira inananlara yardım etmek bize hak olmuştur.

[040.051] Şüphe yok ki, Biz elbette resûllerimize ve imân edenlere dünya hayatında ve şahitlerin kâim olacakları günde yardım ederiz.

[048.003] Böylece sana, kimsenin güç yetiremeyeceği bir şekilde yardım eder.

Elçilerine yardım etmeyi kendisi için bir görev olarak gören Allah (c.c), son elçisine de elbette bir çok yerde yardım etmiş ve bu yardımını kitabında haber vermiştir. Bu durumu dikkate alarak Hac s. 15. ayetini okumaya ve anlamaya başladığımızda Men kane yezunnü el ley yensurahüllahü fid dünya vel ahırati  cümlesinin, "Kim Allah'ın ona (elçisine) dünya ve ahirette asla yardım etmeyeceğini zannediyorsa" şeklinde yapılan çevirilerinin daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.
Muhammed Esed:
Kim ki Allah’ın kendisine bu dünyada da, ahirette de yardım etmeyeceğini düşünüyorsa, göğe başka bir yolla ulaşmayı denesin de yol katetsin; ve böylece görsün, bakalım, bu hilesi onu sıkıntısından kurtaracak mı

felyemdüd bi sebebin iles semai sümmelyakta  Semaya bir sebeb uzatsın sonra (o yardımı kesmeye gücü yetebiliyor ise) kessin

Sebeb: Bir amaca ulaşmada vasıta olarak kullanılan şey demektir. Yani "yolunu bir şekilde bulsun ve semaya çıksın" demektir. Bazı çevirilerde sema kelimesine, evin tavanı olarak verilen anlamın isabetli olmadığını düşünmekteyiz. Burada kesilmesi istenen şey, evin tavanına bağlanan ve boğaza geçirilen ilmik değildir. Kesilmesi istenilen şey, Allah'ın elçisine yaptığı yardımdır.

Allah (c.c) nin böyle bir ifade kullanmış olması, kullarının böyle bir işi asla başaramayacak olmasındandır. Böyle bir cüretin Firavun tarafından gösterilmeye çalışıldığını haber veren ayetleri okuduğumuz zaman, Hac s. 15. ayetinin anlamı biraz daha açılmaya başlayacaktır.

[028.038] Firavun dedi ki: «Ey önde gelenler, sizin için benden başka bir ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Hâmân, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa'nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum.»

[040.036-37] «Firavun dedi: Ey Haman, bana yüksek bir kule yap ki o sebeplere (yollara) erişeyim.»«Göklerin yollarına. Böylelikle Musa'nın ilahına çıkabilirim. Çünkü ben, onun yalancı olduğunu sanıyorum. İşte Firavun'a, kötü ameli böyle çekici kılındı ve yoldan alıkonuldu. Firavun'un hileli-düzeni, 'yıkım ve kayıpta' olmaktan başka (bir şey) olmadı.

Hac s. 15. ayetinde geçen sebeb kelimesinin Mümin s. 36 ve 37. ayetlerinde de geçmiş olması, önemli bir ayrıntıdır. Allah (c.c) elçisi olan Musa (a.s) a düşmanlık yapan Firavun'un sonunu hatırlatarak, elçilerine karşı düşmanlık yapanların, onlara yaptığı yardımı engellemeye çalışanların sonlarının ne olduğunu Firavun örneğinde göstererek, aynı şeyin Muhammed (a.s) a düşmanlık yapanlar içinde geçerli olacağını haber vermektedir.

Göğe yükselebilmek, kulların takatini aşan ve imkansız bir durum olması hasebiyle, Allah (c.c) bu şekilde inkarcılara meydan okumaktadır. Kendisinin elçi iman edenlere olan yardımını engelleyebilmek için böyle bir güç sahibi olmak gerektiğini hatırlatarak, böyle bir güce ise kimsenin sahip olma imkanı olamayacağını herkesin bilmesinden dolayı, elçisine ve iman edenlere yapacağı yardımı kimsenin engellemeye gücünün yetmeyeceğini bu şekilde haber vermektedir. 


felyenzur hel yüzhibenne keydühu ma yeğıyz . Bir baksın (Allah'ın yardımını engellemek için) bu yaptığı hilesi onun öfke ve kinini giderebilecek mi.

Ayeti toparlayacak olursak; Ayet Allah'ın bir sünneti olan elçilerine ve iman edenlere yardım etmesinden kin ve nefret duyanlara eğer güçleri yetiyor ise bu yardımı engellemeleri konusunda meydan okuma yapılmaktadır. 

Ayetin makul bir çevirisi ise şu şekilde yapılabilir;

Kim Allah'ın ona (elçisine) dünya ve ahirette asla yardım etmeyeceğini zannediyorsa 
Semaya bir sebeb uzatsın sonra (o yardımı kesmeye gücü yetebiliyor ise) kessin
Bir baksın (Allah'ın yardımını engellemek için) bu yaptığı hilesi onun öfke ve kinini giderebilecek mi.


[003.160] Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur; eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O'ndan başka size yardım edecek kimdir? İnananlar yalnız Allah'a güvensinler.

[058.021] Allah: Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz, diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir.

Sonuç olarak; Allah (c.c) nin hak edişe bağlı olarak elçilerine ve onlarla beraber olan iman edenlere yardım etmesi onun bir sünneti olup, bu sünneti Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar için de işleyiş göstermiştir. Allah (c.c) nin elçi ve iman edenlere olan yardımı elbette inkarcılar tarafından hoş görülmemekte, onların kin ve nefretini artırmakta idi. 

Allah (c.c), elçisine yaptığı bu yardımı engellemeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini, bu yardımı engellemek için semaya çıkmaya güç yetirmek gerektiği, böyle bir cürete yeltenen Firavun'un akıbetinin ne olduğunu bir çok yerde hatırlatarak, kimsenin kendisi ile boy ölçüşmeye kalkmamasını ihtar etmektedir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


7 Haziran 2017 Çarşamba

Bakara s. 30. Ayetinde Melekler İle Allah Arasında Geçen Konuşmanın Enbiya s. 27. Ayeti Açısından Değerlendirilmesi

Kur'an'ın 7 ayrı suresinde anlatılan Adem ve İblis kıssasının Bakara s. içinde geçen bölümünün 30. ayetinde Allah (c.c) ile melekler arasında şöyle bir konuşma geçmektedir;

[002.030] Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde bir halife kılacağım» demişti; melekler, «Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz» dediler; Allah «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim» dedi.

Bu kıssa tefsirlerde yaşanmış bir kıssa olarak yorumlanmaya çalışıldığı için, bu ayette geçen konuşma da,  gerçek bir konuşma olarak anlaşılmış, bu ayet ile ilgili yapılan yorumlar, bu düşünce üzerinden yapılmaya çalışılmıştır. Fakat bu kıssa ile ilgili ortaya çıkan sorulara verilmeye çalışılan cevaplar, kıssanın yaşanmış bir kıssa olduğu düşüncesi üzerinden verilmeye çalışıldığı için, verilen cevapların tatmin edicilikten uzak ve beraberinde başka soruları getirdiğini de görmekteyiz.

Enbiya s. 27. ayetini okuyan dikkatli bir Kur'an okuyucusu, bu ayette melekler ile ilgili olarak verilen bilgi ile Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşmayı değerlendirdiğinde bu iki ayet arasında bir müşkül durum olduğunu görecek ve bu müşkilata nasıl bir çözüm bulunabileceğini araştıracaktır. Kur'an'da çelişki arayan zehir hafiyelerin dikkatini çekecek olduğunda ise, mal bulmuş mağribi misali Kur'an'da çelişki !! olduğuna dair bir delil olarak gösterilmeye çalışılacaktır.

[021.027] Onun sözünün önüne geçmezler hep onun emriyle hareket ederler.

Enbiya s. 26. ayetinde İbadun Mükremune olarak tanımlanan melekler, 27. ayette Allah (c.c) nin sözünün üzerine bir söz getirmedikleri, o ne emrederse o emir doğrultusunda hareket ettikleri bildirilmektedir. 

Bu ayeti okuyan Adem ve İblis kıssasının birebir yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünen bir kimse, Bakara s. 30. ayetinde Allah (c.c) nin "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" sözüne karşı melekler tarafından "Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" şeklinde söylenen söz ile arasında bir bağ kuramayacak, ve kafasında meleklerin, nasıl oluyor da bu ayete aykırı olarak Allah'a itiraz edebildiklerinin cevabını arayacaktır.

Adem ve İblis kıssasının yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünen bir kimse Enbiya s. 27. ayeti mucibince Bakara s. 30. ayetinde Allah (c.c) tarafından "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" söylenen söze karşılık meleklerin itiraz etmek yerine " Sen her şeyin en iyisini bilirsin senin sözünün üzerine söz söylemek bize yaraşmaz" demelerinin gerektiğini düşünecektir. Halbuki melekler böyle demek yerine, Allah'a itiraz etmektedirler.

Kıssanın yaşanmış bir kıssa olarak görülmesi sonucunda ortaya çıkan müşkülatlardan bir tanesi de bu dur.

Adem ve İblis kıssasının yaşanmış bir kıssa olarak görmek yerine temsili bir kıssa olduğunu düşünmek ve kıssayı bu düşünce üzerinden okumaya çalışmak, bu kıssa ile ilgili ortaya çıkan bazı gereksiz soruların sorulmamasını da beraberinde getirecektir. Temsili kıssalar da öne çıkan asıl nokta, o kıssanın yaşanıp yaşanmadığı değil, o kıssa üzerinden verilmeye çalışılan mesaj olmalıdır. 

Bu kıssanın gerçek olarak yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünmek, işte böyle bir müşkülata yol açmakta, ortaya çıkan bu müşkülatın çözümü ise, kıssayı yaşanmış bir kıssa değil, temsili bir kıssa olarak okumakla çözüleceğini düşünmekteyiz. Temsili kıssalarda öne çıkan husus, kıssada adı geçen kişiler değil, o kişiler üzerinden verilmek istenen mesajdır. Adem ve İblis kıssası böyle bir düşünce içinde okunduğunda, Bakara s. 30. ayetinde geçen meleklerin itirazının Enbiya s. 27. ayeti ile arasından herhangi bir sorun teşkil etmediği de anlaşılacaktır. 

Çünkü kıssada asıl nokta muhataba mesaj vermek olup, bu mesaj ise edebi bir anlatım üslubu olan temsili anlatım şeklinde verilmektedir. Kıssanın temsili bir anlatım üslubu dahilinde okunması, bu gibi müşkülat arz eden durumların da ortaya çıkmasını önleyecektir. 

Adem ve İblis kıssasının temsili olduğunu iddia etmek, kıssayı inkar etmek anlamına gelmemektedir. Kıssayı okuyan kimse o kıssanın yaşanıp yaşanmadığı üzerinde değil, o kıssa üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenilmiş olabileceğini düşünerek okuduğunda, bu kıssa ile ilgili olarak daha net bilgi sahibi olacaktır. 

Enbiya s. 27. ayeti ile Bakara s. 30. ayeti arasındaki müşkül durum, bu kıssanın temsili bir kıssa olarak okunmasını gerektirdiğine dair olan düşünceye bir delil olduğunu düşünmekteyiz.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


3 Haziran 2017 Cumartesi

Meryem s. 87. Ayeti Örneğinde Şefaat Konulu Ayetlerin Tahrifi

Şefaat konusu, İslam düşüncesi içinde en fazla yanlış anlaşılan ve istismara uğrayan konuların başında gelmesi bakımından, Kur'an'ın din de belirleyici bir kitap olmasının kapısı açıldıktan sonra tartışılmaya başlamıştır. Kur'an'ın bu konudaki söyledikleri, müşriklerin inançlarını ret etme sadedinde olmasına rağmen, şefaat konusu İslam inancı içinde yer alarak neredeyse imanın şartlarından bir tanesi haline getirilmiştir.

Müşrik inancının İslam inancı haline getirilmesi için gerekli olan ameliyenin başında gelen şefaat konulu bazı ayetlerin, tahrif edilerek anlam ve yoruma tabi tutulması, Meryem s. 87. ayetinin de başına gelmiş, bu ayet bağlamından koparılmak ve tahrife uğratılmak sureti ile anlamlandırılmış, ve o şekilde bir yoruma tabi tutularak, şefaate delil ayetlerden birisi olarak önümüze konulmuştur. Şefaat konusu açıldığı zaman Meryem s. 87. ayeti de önce sürülerek, "Bak kardeşim bu ayette Allah'ın ahit verdiği kimseler şefaat edecek buyuruluyor" denilerek bu ayet, Allah'ın dışında şefaatçiler olduğuna dair delil  olarak sunulmaktadır.

Yazımızda bu ayeti ele alarak, bağlamı dahilinde okumaya, ve bu ayete verilen anlamların nasıl tahrifkar bir şekilde yapıldığına dikkat çekmeye çalışacağız.

لَا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِندَ الرَّحْمَنِ عَهْدًا

Ayetin Elmalılı Hamdi Yazır tarafından yapılan ve orjinal metne sadık kalarak yapılmış olan çevirisi şu şekildedir;

Rahmanın nezdinde bir ahd almış olan kimseden başkaları şefaate malik olamıyacaklar.

Fakat aynı kişinin yaptığı çeviri, sadeleştirenler tarafından şu şekle sokulmuştur;

Elmalılı sadeleştirilmiş 1
Rahman'ın katında bir söz almış olan kimseden başkaları şefaat etme hakkına sahip olamayacaklardır.

Elmalılı sadeleştirilmiş 2
(O gün) Rahmân (olan Allah)'ın katında bir ahd almış olan kimseden başkaları şefaat etme hakkına sahip olamayacaklardır.

Elmalılı Hamdi Yazır belki klasik anlamda bir şefaat düşüncesini kabul ediyor olsa dahi, bu düşüncesini ayete söyletmeye çalışmak gibi bir hataya düşmemiş, fakat onu sadeleştirenler onun yaptığı çeviriyi tahrif ederek, kendi sahip oldukları inancı ayete söylettirmeye çalışmak sureti ile, hem ilmi yönden gayri ahlaki bir tavır sergilemişler, hem de ayeti tahrif etmişlerdir.


Meryem s. 87. ayetinin meallerine baktığımızda ekseriyetle bu ayetin klasik anlamdaki şefaat algısını ayete onaylatmak amaçlı bir şekilde çevrildiğini görmekteyiz.

Diyanet İşleri :
Rahmân’ın katında söz almış olanlardan başkaları şefaat hakkına sahip olmayacaklardır.

Bayraktar Bayraklı
O gün, Rahmân’ın katında bir söz almamış olandan başkası asla şefaatte bulunamayacaktır.

Suat Yıldırım
Rahman’ın huzurunda, söz almış olanlar dışında hiç kimse şefaat edemeyecek.

Süleyman Ateş :
Yalnız Rahmân'ın huzûrunda söz almış olanlardan başkaları şefâ'at edemezler.

Halbuki Meryem s. 87. ayeti ön yargısız bir şekilde okunmuş olsaydı, bu tür yapılan çevirilerin ne kadar yanlış olduğu da görülmüş olacaktı. Ayeti 77. ayetten itibaren başlayan bir bağlamı olduğunu ve bu bağlam dikkate alınarak 87. ayeti okuduğumuz zaman, yukarıda örneklerini verdiğimiz türden çevirilerin ne kadar hatalı ve tahrifkar olduğu da görülecektir.

[019.077] Ayetlerimizi inkar eden; bana elbette mal ve çocuk verilecektir, diyeni gördün mü?.

Bu ayet, 87. ayeti doğru anlamanın ilk basamağıdır. 87. ayete kadar devam eden ayetler "Bana elbette mal ve çocuklar verilecektir" şeklinde bir iddia da bulunan kişinin, dolayısı ile bu tür düşünceler içinde olan diğer kişilerin de iddialarını ret etmektedir.

[019.078] Gaybe muttali' mi olmuş? Yoksa rahmanın indinden bir ahid mi almış?.

78. ayet, 77. ayette ortaya atılan iddiayı kinayeli bir biçimde ret etmektedir. Bu noktada Mekke müşriklerinin ahiret inancına sahip olup olmadığı sorusu gündeme gelecektir. Çünkü 77. ayette ortaya atılan iddianın gerçekleşeceği yer ahiret olup, Allah'ın ayetlerini inkar eden kişi, kendisine ahirette mal ve çocuklar verileceğini iddia etmektedir.

78. ayet içindeki ahden kelimesi, 87. ayette de karşımıza çıkacak, ve 87. ayeti doğru anlamaya yardımcı olacak anahtar bir kelime olması açısından önemlidir. Bu kelime aynı zamanda, şefaate sahip olmanın ne anlama geldiğini de anlamamız açısından dikkate alınması gerekmektedir.

Mekke müşriklerinin bir çok ayette yeniden dirilişi ret ettiklerini görmekle birlikte, onların Yahudi ve Hristiyanlarla olan ilişkileri sayesinde ahiret hakkında bilgi sahibi olduklarını söyleyebiliriz. 77. ayette ortaya atılan iddiayı, Mekke'lilerin ahiret hakkında bilgi sahibi olmakla birlikte ona inanmadıklarını, hatta dünya hayatında sahip oldukları mal ve çocukların kendilerine inanılmaz bir öz güven sağladığını, bu öz güvene dayanarak eğer ahiret diye bir yer olsa dahi, orada da aynı hayatı süreceklerine inandıklarını söylemek mümkündür.

Benzer bir durumu Kehf suresi içinde anlatılan bahçe sahipleri kıssasında da görmekteyiz. 

[018.036]  «Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.»

Burada da ahireti inkar etmesine rağmen, dünya hayatında sahip olduğu malın verdiği öz güven içinde ahirette de aynı şeylere sahip olacağını düşünen bir inkarcının sözlerini görmekteyiz.

[019.079] Hayır, onun söylediğini kitaplaştıracağız ve azabını uzattıkça uzatacağız.

79. ayet, 77. ayette ortaya atılan iddiayı ret etmekte, söylenilen sözün her söz ve amelde olduğu gibi kayıt altına alındığını haber vererek, Allah'ın ayetlerini yalanlayan bir hayat sürmesinden dolayı bu iddiasının gerçekleşmeyeceğini, ve ebedi azaba düçar olduğunu haber vermektedir.

[019.080] O sözünü ettiği mal ve evlada Biz vâris olacağız, nesi var nesi yoksa Bize kalacak ve o, huzurumuza tek başına gelecektir.

80. ayet, dünya hayatında sahip olunan mal ve çocukların ahiret hayatında da sahip olunacağı iddiasını ret etmeye devam ederek, 77. ayetteki iddia sahibinin herkes gibi tek başına Allah'ın huzuruna geleceğini bildirmektedir. 

Bu konuda Kur'an'da başka ayetlerde de haberler görmekteyiz. 

[019.095] Ve onların hepsi, kıyamet günü O'na, 'yapayalnız tek başlarına' geleceklerdir.

[006.094] Andolsun ki siz; ilk defa yarattığımız gibi, yapayalnız ve teker teker huzurumuza geldiniz. Ve size verdiğimiz şeyleri ardınızda bıraktınız. Hani, ortaklarınız olduğunu sandığınız şefaatçılarınızı da beraberinizde görmüyoruz. Andolsun ki; aranızdaki bağlar artık kopmuştur. Ortak sandıklarınız da sizden kaybolup gitmiştir.

[019.081] Kendilerine güç (izzet) sağlasınlar diye, Allah'ın aşağısından olan ilahlar edindiler.
[019.082] Hayır, hayır! Taptıkları o nesneler onların ibadetlerini reddedecekler ve kendilerine düşman olacaklardır.
[019.083] Görmedin mi, biz gerçekten şeytanları, küfre sapanların üzerine gönderdik, onları tahrik edip kışkırtıyorlar.

81-82-83. ayetler, 77. ayetteki iddia sahibi ve benzerlerinin dünya hayatında işledikleri amelleri özetlemektedir. Allah'ı bırakarak onun yarattıklarını ilah edinen, ve izzeti o sahte ilahlarda arayanların nasıl bir hüsrana uğrayacağı, 82. ayette haber verilmektedir. 83. ayet ise onların böyle bir şirke düşmelerine sebep olan unsuru açıklamaktadır.

[019.084] Şu halde sen, onlara karşı acele etme. Biz, onların günlerini saydıkça sayıyoruz.

84. ayet herkesin günlerinin sayılı olduğunu, sayılı günler bittiğinde hesap için huzura çıkılacağını haber vermektedir.

[019.085] O gün, takva sahiplerini, heyet olarak Rahmân'ın huzuruna toplayacağız.
[019.086] Suçlu-günahkârları da, susamışlar olarak cehenneme süreceğiz.

85. ve 86. ayetler, kıyamet gününde takva sahiplerinin ve mücrimlerin alacakları karşılığı teasvir etmektedir. Takva sahiplerinin Rahman'ın huzurunda toplanmasını anlamak için, Allah (c.c) nin kendisini bizlere hükümdar olarak tanıtmış olmasını dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz. Bir hükümdarın huzuruna kabul edilmenin bile büyük bir ihsan olduğunu düşündüğümüzde, takva sahiplerine yapılacak olan muameleyi anlamak kolaylaşacaktır.

86. ayette ise, mücrimlerin susamış olarak cehenneme sürülmesini en iyi nuzül ortamında yaşayan suyun değerini bilen çöl insanları anlayabilir. Susuzluk çekmenin ne demek olduğunu iyi bilen çölde yaşayan bir insanın cehennemde böyle bir muamele görmeyi hak etmemesi için yapması gerekenleri yine Kur'an haber vermektedir.

[019.087] Rahmanın nezdinde bir ahd almış olan kimseden başkaları şefaate malik olamıyacaklar.

Bütün bu ayetlerden sonra 87. ayeti anlamak daha da kolaylaşacaktır. Dikkat edilirse 78. ayette gördüğümüz ahden kelimesi, bu ayette de karşımıza çıkmaktadır. Buradaki ahden kelimesini 77. ayetteki "Bana elbette mal ve çocuklar verilecektir" sözü ile olan bağını dikkate aldığımızda şunları söyleyebiliriz;

77. ayetteki inkarcı kişi tarafından söylenen bu söz 87. ayette geçen şefaat sözü ile yakından alakalıdır. Bu kelimenin anlamı, " Bir nesneyi kendi benzerine eklemek, katmak" demektir. Kelimenin "Kendisinin bir yardımcısı olarak onun yerine rica ve talepte bulunmak" anlamı da bulunmasına rağmen, 87. ayetteki şefaat kelimesine, 77. ayetteki inkarcı kişinin sözü dikkate alınarak anlam verilmesinin gerektiğini düşünmekteyiz.

87. ayetteki şefaat kelimesi, 77. ayetteki inkarcı kişinin ahirette kendisine mal ve çocuklar verileceğini iddia etmesi ile bağlantılıdır. Şefaat kelimesinin Bir nesneyi kendi benzerine eklemek, katmak" anlamını dikkate aldığımızda, inkarcı kişi ahirette mal ve çocukları ile yine birlikte olacağını iddia etmekte olup, devam eden ayetler onun bu iddiasını 87. ayete gelen kadar ret etmektedir.

87. ayete gelince "Rahman'ın nezdinde bir ahit almış olan kimselerden başkası şefaate malik olamayacaklar" demek, Rahman olan Allah ahirette kimin kiminle olacağını, kime neler verileceğini kendisi belirlemiştir demek anlamına gelmektedir. Cennet nimetleri ile ile ilgili ayetleri okuduğumuz zaman, söylemek istediğimiz şey daha net olarak anlaşılacaktır. Cennet nimetleri ile ilgili ayetlerin ortak mesajı, dünya hayatında sahip olmak istediğimiz zenginliklerin, cennet hayatında bize verileceğidir.

Bu noktada bu ayete, genel geçer şefaat tanımı dikkate alınarak verilen "Rahman’ın huzurunda, söz almış olanlar dışında hiç kimse şefaat edemez." türünden meallerin ne kadar saçma ve tahrifkar olduğu da anlaşılacaktır. Çünkü ayeti 77. ayetten gelen bir bağlamı takip ederek okuyup ve anlamlandırdığımız zaman, buradaki şefaat kelimesinin bir başkasına şefaat etmek ile uzaktan yakında bir alakasının olmadığı da görülecektir.

Çünkü burada söz edilen şefaat, bir başkası tarafından yapılacak olan rica ve talep anlamı değil, dünya hayatında sahip olunanlar ile yine ahiret hayatında da birlikte olmak anlamı taşımaktadır. Bir kimsenin şefaate yani dünya hayatında sahip olduğu mal ve servete, veya sahip olmak istediklerine kavuşabilmesi, ancak Rahman'ın söz verdiği kimseler için geçerlidir. Rahman'ın verdiği söz ile ona kimseyi şirk koşmayan bir hayat sürülmesi ile gerçekleşecektir.

77. ayetteki inkarcı kişi aslında cenneti istemekte, fakat onun dünya hayatında işlediği amelleri, onun böyle bir nimet ile şereflendirilmesine engel olmaktadır. Şefaati benzerlerin bir arada olması anlamını dikkate alarak okuduğumuzda, Rad suresinde şunları görmekteyiz.

[013.022-4] Onlar, Rablerinin rızasını dileyerek sabrederler, salatı ikame ederler; kendilerine verdiğimiz rızıktan, gizlice ve açıkça sarfederler; iyilik yaparak kötülüğü ortadan kaldırırlar; işte onlara bu dünyanın iyi sonucu, girecekleri Adn cennetleri vardır; babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları da oraya girerler. Melekler her kapıdan yanlarına girip: «Sabretmenize karşılık size selam olsun; burası dünyanın ne güzel bir sonucudur!» derler.

Rad suresi içindeki bu ayetler, Rahman'ın verdiği ahdi en güzel anlatan ayetlerdendir. Rahman, yukarıdaki ayetlerde yazan şartları yerine getirenleri Adn cennetlerine koyacağını vaat etmekte, aynı zamanda yakınlarının da aynı şartları yerine getirdikleri takdirde oraya dahil edileceği bildirilmektedir.

Sonuç olarak; Kur'an ayetlerinin bağlam gözetilmeden ön yargılar sonucu okunması büyük yanlış anlamalara yol açtığı malumdur. Şefaat konulu ayetlerin bir kısmına baktığımız zaman büyük ölçüde tahrife uğratılarak, rivayetleri onaylayacak bir şekilde çevrildiğini görmekteyiz. 

Meryem s. 87. ayetine verilen anlamlara baktığımızda bu ayetin de açık biçimde tahrife uğratıldığını görebiliriz. Ön yargı sahibi olmadan ve bağlamı gözetilerek okunan Meryem s. 87. ayetinin, Allah (c.c) dışında başka şefaatçilerin olduğuna dair bir delil olarak sunulabilecek bir ayet olmadığı görülecektir.

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

18 Nisan 2017 Salı

Maide s. 109. Ayeti ile Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetleri Arasındaki Bir Müşkülat ve Peygamberlerin Şahitliği

Allah (c.c) Maide s. 109. ayetinde "Allah, Resulleri topladığı gün şöyle buyurur; Size ne cevap verildi? Onlar da: Bizim bir bilgimiz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen, derler." buyurarak, hesap gününde meydana gelecek bir olayı bildirmektedir. Ancak dikkatli bir Kur'an okuyucusu, Kur'an'ın bazı ayetlerinde Muhammed (a.s) ın kavmine şahit olarak getirileceğini beyan eden ayetleri okuduğu zaman, bu ayetler arasında bir müşkülat olduğunu fark edecek ve bu müşkülatın nasıl çözülebileceğini düşünecektir.

[004.041] Her ümmetten bir şahid getirdiğimiz ve onların da üzerine seni şahid olarak getirdiğimiz zaman nasıl olacak?.

[016.089] Her ümmet içinde kendi nefislerinden onların üzerine bir şahid getirdiğimiz gün, seni de onlar üzerinde bir şahid olarak getireceğiz. Biz Kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı, müslümanlara da bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik.

Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerine baktığımızda, Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içindeki muhataplarına karşı, hesap gününde şahit olarak getirileceğinden bahsedilmektedir. Maide s. 109. ayetine baktığımız zaman ise, hesap gününde bütün resullere (Muhammed a.s da bu resullere dahildir) kavimleri tarafından onlara ne cevap verildiği sorulduğunda, onların "Bizim bir bilgimiz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen" şeklinde bir cevap verecekleri bildirilmektedir. 

Bu ayetleri okuyan dikkatli bir okuyucunun, Nisa ve Nahl surelerindeki ayetlerde, Muhammed (a.s) ın kavmine karşı şahitlik için getirileceğinden bahsedilirken, Maide s. 109. ayetinde ise içinde Muhammed (a.s) ın da dahil olduğu elçilerin, bu konuda bilgi sahibi olmadıklarını söyledikleri dikkatini çekecektir. Bu durum, tefsirde Müşkülat olarak bildiğimiz durum ile izah edilerek, bu müşkülatın nasıl çözülebileceği üzerinde fikir yürütülmektedir.

Bilindiği üzere, hesap gününde bütün insanlar toplanacak, toplanan bu insanlar arasında, Allah (c.c) tarafından gönderilmiş elçilere, onların vefat etmesinden sonra da iman etmiş veya etmemiş olan insanlar da bulunmaktadır. 

Bu durumu Muhammed (a.s) ın elçiliğinde örnekleyecek olursak; Muhammed (a.s) a iman eden veya etmeyen insanlar, sadece kendisinin yaşadığı zaman ile sınırlı değil, vefatından sonra da ona iman eden veya etmeyen insanlar, kıyamete kadar da ona iman edecek veya etmeyecek olan insanlar olacaktır. Bu durum İbrahim, İsa, Musa ve bütün elçiler (hepsine selam olsun) için de geçerlidir. 

Bütün insanların toplandığı mahşer alanında, bütün elçilerin vefatlarından sonra kendilerinden sonra yaşayan insanlar ile ilgili herhangi bir şahitlikte bulunmalarının söz konusu olmadığını düşündüğümüzde, Maide s. 109. ayetinde elçilerin söyleyeceği "Bizim bir bilgimiz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen" sözü daha net anlaşılacak, Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerinde müşkül olarak görünen durum açıklığa kavuşmuş olacaktır.

Bu noktada Elçilerin şahitlikleri kimler için sınırlıdır? sorusu sorulacak ve bunun cevabı istenecektir. Bu sorunun cevabı ise Maide s. 116-117-118. ayetlerindeki İsa (a.s) ın sorgulanması sırasında söylediği sözlerdedir.

[005.116-8] Allah: «Ey Meryem oğlu İsa!» Sen mi insanlara «Beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı edinin,» diye? «diye sorguladığı vakit o şöyle diyecek: «Hâşa! Sen şerikden ve her noksandan münezzehsin Ya Rabbî! Hakkım olmayan bir şeyi söylemem doğru olmaz, bana yakışmaz.» «Hem söylediysem malûmundur elbet. Benim varlığımda olan her şeyi Sen bilirsin, ama ben Sen’in Zatında olanı bilemem. Bütün gaybleri hakkıyla bilen ancak Sen’sin.» «Sen ne emrettinse ben onlara, bundan başka bir şey söylemedim. Dediğim hep şu idi: «Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin!» «Ya Rabbî! Ben aralarında olduğum müddetçe onları kolladım. Fakat vakta ki Sen beni aralarından tutup aldın, onları görüp denetleyen yalnız Sen kaldın. Sen gerçekten her zaman, her şeye hakkıyla şahitsin. Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, aziz-u hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!»

Bu ayetlerde İsa (a.s) yaşadığı zaman içinde ulaştığı kişilere, kendisine verilen emrin dahilinde hareket ettiğini, kendisinin vefatından sonra olan bitenden haberi olmadığını söylemektedir. İsa (a.s) ın bu durumu sadece kendisi için değil, bütün elçiler için geçerlidir. Bütün elçiler yaşadıkları zaman zarfı içinde olan biten hakkında şahitlik yapacak olup, kendilerinden sonra olanlar için,  bu durum ayet içinde GAYB olarak geçmektedir, herhangi bir bilgiye sahip olmadığını söylemektedir.

Nisa s. 41 ve Nahl s. 89. ayetlerdeki şahitlik, Muhammed (a.s) ın kavmine karşı yapacağı şahitlik olup, kendisinden sonra gelen insanlar hakkında herhangi bir şahitliği olmayacaktır. Maide s. 109. ayeti elçilerin kendilerinden sonra ki durumu ifade etmektedir.

Sonuç olarak; Elçilerin şahitlikleri yaşadıkları zaman içinde muhatap oldukları insanlar ile sınırlı olup, kendilerinden sonra yaşamış insanlar hakkında herhangi bir şahitliklerinin olması söz konusu değildir. Maide s. 109. ayetinde, elçilerin kendilerine Allah (c.c) tarafından sorulan soruya verdikleri cevap ile, Nisa s.41. ve Nahl s. 89. ayetlerinde elçinin şahitlik etmesi ile ortaya çıkan müşkül durum, elçilerin kendilerinden sonraki insanlar hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmadıkları için, onlar hakkında herhangi bir şahitliklerinin olamayacağını söylemeleri olarak anlaşılması, ayetler arasındaki müşkülatın ortadan kalkması anlamına gelecektir. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

17 Ocak 2017 Salı

Enam s. 91. Ayeti Örneğinde Meallerde Bir Kelimenin Yerinin Değişmesi İle Ortaya Çıkan Anlam Farklılığı

Arap olan bir kavme inmiş olan Kur'an'ın , Arap olmayan topluluklar tarafından anlaşılabilmesinin yollarından birisi , bu kitabın o topluluğun konuştuğu dile çevrilmesidir. Konuyu Türkiye üzerinden düşündüğümüzde , son yıllarda Kur'an'a olan yönelim ve rağbet, bu kitabın anlaşılmasına büyük katkı sağlayan meallere olan rağbeti de artırmıştır. 

Ancak meallerde bazı hataların yapılmakta olduğu, konu ile alakalı olanların malumudur. Bu hataların farklı nedenleri bulunmakla birlikte yazının konusu, yapılan meal hatalarının hangi saikler sonucu ortaya çıktığı değildir. Yazının konusu, belki de önemsiz bir ayrıntı olarak görülebilecek bir kelimenin, cümle içindeki yer değiştirilmesinden dolayı ortaya çıkardığı anlam farkını göstererek , meal yapıcılarının ve okuyucularının bu konularda daha dikkatli davranması konusunda hatırlatmalarda bulunmaya çalışmaktır. 

Bir kelimenin sadece yerinin değişmesi ile nasıl bir anlam farkı oluşabileceğini , Enam s. 91. ayetinin yapılan meallerini örnek olarak vererek , daha kolay ve net olarak anlaşılabileceğini düşünmekteyiz.

وَمَا قَدَرُواْ اللّهَ حَقَّ قَدْرِهِ إِذْ قَالُواْ مَا أَنزَلَ اللّهُ عَلَى بَشَرٍ مِّن شَيْءٍ قُلْ مَنْ أَنزَلَ الْكِتَابَ الَّذِي جَاء بِهِ مُوسَى نُورًا وَهُدًى لِّلنَّاسِ تَجْعَلُونَهُ قَرَاطِيسَ تُبْدُونَهَا وَتُخْفُونَ كَثِيرًا وَعُلِّمْتُم مَّا لَمْ تَعْلَمُواْ أَنتُمْ وَلاَ آبَاؤُكُمْ قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ

Ayetin iki farklı meali şu şekildedir ; 

[006.091]  «Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir» demekle Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. De ki: «Musa'nın insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği Kitap'ı kim indirdi? Ki siz onu kağıtlara yazıp bir kısmını gösterip çoğunu gizlersiniz, atalarınızın ve sizin bilmediğiniz size onunla öğretilmiştir.» «Allah» de, sonra da onları daldıkları sapıklıkta bırak, oynasınlar.

[006.091]  Onlar: "Allah, beşere hiç bir şey indirmemiştir" demekle Allah'ı, kadrinin hakkını vererek takdir edemediler. De ki: "Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de (parça parça) kâğıtlar üzerinde yazılı kılıp (bir kısmını) açıkladığınız ve çoğunu gözardı ettiğiniz kitabı kim indirdi? Sizin ve atalarınızın bilmediği şeyler size öğretilmiştir." De ki: "Allah." Sonra Onları bırak, içine 'daldıkları saçma uğraşılarında' oyalanıp dursunlar.

Problem olarak gördüğümüz nokta, yukarıda verdiğimiz iki ayet meali örneğindeki "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" ve "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" cümleleridir. İlk bakışta aralarında pek bir fark görülmeyen bu cümlelerin içindeki "HİÇBİR ŞEY" kelimesinin sadece yerinin değişmesi ile, ayetin anlamında değişiklik meydana gelmesi söz konusudur.

Ayeti nuzül dönemine  giderek okuduğumuz zaman , muhatap kitlenin Yahudiler olduğu anlaşılacaktır. Yahudiler, ayet içinde "Beşer" olarak zikredilen kişi olan Muhammed (a.s) a inen kitabı ret etmek için , Allah'ın beşer üzerine herhangi bir kitap indirmediğini iddia etmektedirler. Allah (c.c) ise cevap olarak ise, bir kısmını açıkladıkları , bir kısmını ise gizledikleri Musa (a.s) a inen kitabı kim indirdi ise , "Beşer" olarak zikrettikleri Muhammed (a.s) a inen kitabı da kendisinin indirmiş olduğunu buyurmaktadır.

Eğer bu ayetin mealindeki konumuz olan (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" şeklinde çevrildiği zaman , dikkatli bir okuyucu , Yahudilerin bu sözüyle Musa (a.s) a da hiç bir şey indirilmediğini iddia etmiş olduklarını anlayacaktır. Yine dikkatli bir okuyucu Bakara s. 91. ayetine baktığı zaman orada Yahudilere hitaben yapılan "Allah'ın indirdiğine iman edin" emrine karşılık, onların verdikleri cevap olan "Biz kendimize indirilene iman ederiz" sözü ile aradaki bağı kurmakta zorlanacaktır. 

Dikkatli bir meal okuyucusu bir ayette , kendilerine indirilene iman ettiklerini iddia eden Yahudilere karşılık , başka bir ayette , Allah'ın hiç bir insana bir şey indirmediği iddiası içinde olan Yahudilerin bu sözleri arasında bir çelişki olduğunu düşünecektir.

Çünkü Bakara s. 91. ayetinde Yahudiler kendilerine inen bir şeyin olduğunu kabul ederek, ona iman ettiklerini söylemektedirler. Yahudilerin bu sözleri ile ,  Enam s. 91. ayetindeki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesinin "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" şeklindeki çevirisinin birbiri ile uyuşmadığını görerek kafalarda istifham oluşacaktır. 

Halbuki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi , "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" şeklinde çevrildiği zaman, herhangi bir sorun ortaya çıkmayacaktır. Çünkü böyle bir çeviri, Yahudilerin sadece Muhammed (a.s) a inen kitabın inkar ettiklerine dair bir anlam taşımaktadır. 

Kanaaatimiz odur ki ; Enam s. 91. ayetindeki  (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi "ALLAH BEŞERE HİÇBİR ŞEY İNDİRMEMİŞTİR" şeklinde çevrildiğinde daha doğru bir anlam verilmiş olacak ve kafalarda herhangi bir istifhama yer açmayacaktır. 

İlk bakışta önemsiz bir ayrıntı olarak görünmesine rağmen , dikkatli bir okuyucunun dikkatini çektiğinde , kafasında bazı istifhamların oluşmasına neden olma ihtimali doğurabilmesi açısından önemli bir ayrıntı olduğumu düşündüğümüz bu cümle üzerinden,  dikkat çekmek istediğimiz asıl konu , meal yapıcılarının Arap dilini bilmesinin önemi kadar daha önemli bir nokta olan , Kur'an'a olan hakimiyetlerinin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaya çalışmaktır.

Yazımıza konu ettiğimiz hata görüldüğü gibi bir kelimenin anlamının yanlış olarak verilmesi gibi bariz bir hata değildir. Ayet orjinal metnine sadık kalarak çevrilmiş , fakat cümle içindeki "HİÇBİR ŞEY" kelimesinin sadece yer değiştirilmesi ile arada anlam farkı oluşmasına sebebiyet verilmiştir. 

Bu ayetin mealinde geçen konumuz ile alakalı olan cümleyi Elmalılı Hamdi Yazır , "Allah beşere bir şey indirmedi" şeklinde doğru olduğunu düşündüğümüz yönde çevirmesine karşılık , onun mealini sadeleştirdiğini iddia edenler tarafından "Allah insanlara hiçbir şey göndermemiştir" şeklinde hatalı olduğunu düşündüğümüz yönde çevrilmiştir. Bu da göstermektedir ki Türkçe bir meali , yine Türkçeye çevirmek gibi bir ameliyeye soyunanlar , yapılan mealdeki inceliği anlamadan ve aslına sadık kalmadan kafalarına göre sadeleştirme yapmışlardır.

Amacımız meal yapıcılarını töhmet altında bırakmak değil , meal yapımına soyunanların ne kadar dikkatli olması gerektiği yönünde hatırlatmalar yapmaktır. Meal yapmaya soyunmak demek, Arap dilini bilmeyi gerektirdiği gibi , mealini yapacağı kitabı da çok iyi tanımayı gerektirmektedir. Yapılan bir çevirinin anlamının doğru olup olmadığına dikkat edilmekle birlikte , o ayete verilen anlamın , Kur'an bütünlüğü noktasında herhangi bir probleme yol açıp açmadığına da ayrıca dikkat edilmelidir. 

Konumuz olan ayet,  çeviri hatası olarak görülebilecek herhangi bir problem teşkil etmekten çok , doğru bir kelimenin doğru bir yere yerleştirilememesi sonucunda, ortaya yanlış bir anlamın nasıl çıkabileceğine dair bir örnek teşkil etmektedir. 

Bir ayetin yapılan mealinin , diğer ayetler arasında çelişki veya anlam uyuşmazlığı gibi sorunlara yol açmayacak şekilde yapılmış olmasına çok dikkat edilmesi gerektiği , verdiğimiz örnekten anlaşılmaktadır. Bu dikkat , elbette meal yapıcısının Kur'an'a olan hakimiyeti ile yakından alakalıdır. 

Meal yapıcısı , Kur'an'a olan hakimiyeti derecesinde , yapmış olduğu bir ayet meali ile ilgili önce kendisine bazı sorular sorarak , ayetin çevirisinin Kur'an bütünlüğünde herhangi bir sorun teşkil edip etmediğini kontrol etmelidir. Aksi takdirde Elmalılı örneğinde gördüğümüz gibi , okuduğu Türkçe meali anlamaktan yoksun kimselerin yapmaya çalışacakları meal , hatalar yığını olmaktan kurtulamayacaktır. 

Buradan meal okuyucularına da hatırlatmalarımız olacaktır. Kur'an meali okurken sadece tek bir meali değil, bir kaç meali birden karşılaştırmalı okumak sureti ile yapılacak okumalar daha doğru neticeler verecektir. Bir mealin anlamı konusunda hata veya eksiklik ortaya çıktığında , bu hatanın başka bir meal tarafından yapılmaması söz konusu olabilir , bundan dolayı karşılaştırmalı okumaların meal okuyucuları tarafından daha verimli olacağı kanaatindeyiz. 

Meallerin devamlı okunması sonucunda meal okuyucuları, okudukları meallerdeki hata ve eksikleri anında görebilme kabiliyeti kazanacaklardır. Çünkü meal okuyarak kazandıkları Kur'an bütünlüğünü kavrama yetenekleri, onları hatalı bir mealin, başka bir ayet ile olan uyumsuzluğunu görmelerine sebep olarak , uyum sağlayan anlamın verilmesi konusunda çalışmalarına sebep olacaktır.

Sonuç olarak ; Enam s. 91. ayeti içindeki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi , meallerde "Allah hiçbir beşere bir şey indirmemiştir" veya "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" şeklinde yapılmıştır. Her iki mealinde görünüşte birbirinden farklı olmadığı gibi izlenim vermiş olsa da , verilen anlamı Kur'an bütünlüğünde değerlendirdiğimiz zaman , dikkatli bir meal okuyucusunun gözünden kaçmayacak bir ayrıntı ortaya çıkacaktır. 

Önemsiz veya küçük bir ayrıntı olarak görülebilecek bu nokta , bazı kimseler tarafından kafalarda istifhamlara yol açacaktır. Bu nedenle Kur'an meali yapıcıları , yaptıkları meallerde herhangi bir anlam bozulmasına yol açacak şekilde anlamlar vermemeleri konusunda daha dikkatli olmaları gerekmektedir. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Ocak 2017 Pazar

Abdest Ayeti Neden Mekke'de Değil de Medine'de İndirildi ?

Namaza başlamadan önce abdest alınmasına dair olan emir bilindiği üzere , Medine'de nazil olan surelerden olan Maide s. 6. ayetinde bulunmaktadır. Namaz için abdest alma emrinin Medine'de nazil olmuş olması , son yıllardaki Kur'an'a yönelim sonrası ortaya çıkan bazı düşüncelerin sorgulama ve merak konusu olmuştur. 

Kur'an'da namaz adı ile bildiğimiz bir ibadetin olmadığını savunanlar , namaz için emredilen abdest ayetinin , Medine'de nazil olduğundan hareketle , namaz eğer Mekke'de kılınıyor ise abdest ayetinin neden Medine'de indirilmiş olduğunu sorarak , namaz adı ile bilinen ibadetin olmadığının delilini bu yolla ortaya koymaya çalışmaktadırlar. 

Kur'an'da namaz adı ile bildiğimiz ibadetin var olduğunu kabul eden, ve bu namazı ifa edenlerin bir kısmı ise , bu tür sorular ile kafaları karıştırılmak istenildiği için , bu soruya cevap aramaktadırlar.  

Öncelikle namaz konusunda hem geleneksel anlayışta , hem de kendisini "Kur'an Ehli" olduğunu iddia edenlerin bir kısmında doğru bilinen, bir yanlışa dikkat çekmek istiyoruz. 

Yaygın düşünceye göre namaz , Muhammed (a.s) a Mekke'de farz kılınan bir ibadet , ve bu namazı ona ilk defa Cibril öğretmiştir. Fakat bu türden rivayetlere katılmak mümkün değildir. Namazın ana formları olan "Kıyam - Rüku - Secde" gibi şekilsel hareketler , insanlığın kadim bir ibadet şeklidir. Bundan dolayı bu ibadetin daha önce hiç bilinmiyor ,  ve Mekke'de uygulanmıyor olması mümkün değildir. 

Bu noktada ana formları ile insanlık tarafından ifa edilen ve bizim adına "Namaz" dediğimiz ibadetin, kadim bir şekilsel ibadet olmasından dolayı Mekkelilerin de ifa ettiği bir ibadet olup , şirk bulaşmış bir hale getirilmiş olması, Kur'an'ın namaz hakkındaki asıl konusunu oluşturmaktadır. Bundan dolayı Kur'an , namaz ile ilgili ilmihal ayrıntılarına girmeden , onu şirk bulaşmışlıktan çıkararak , tevhidi bir boyuta yöneltmeyi içeren ayetleri barındırmaktadır.

Namaz ibadetinin Kur'an'da olmadığını iddia edenlerin dayandıkları delillerden bir tanesi de bu dur. İddiaya göre eğer bu ibadet Kur'an tarafından emredilmiş olsa idi , ayrıntılı olarak anlatılması gerekirdi . İlmihal boyutunda ayrıntıya girilmemiş olması , bu kimseler için namaz ibadetinin Kur'an'da olmadığına dair bir delil olarak sunulmaktadır. Kur'an insanlar tarafından bilinen ve uygulanan bir namazı bundan dolayı tarif etmek gereğini duymamıştır. 

Gelelim asıl konumuz olan abdestin neden Mekke'de değil de Medine'de nazil olduğuna, bu konuya iki açıdan yaklaşmak mümkündür. 

Cahiliye Mekke'sinde yaşayan insanlar, şirk bulaşmış bir halde ifa ettikleri namaz öncesinde bizim abdest olarak bildiğimiz işlemi bildiklerinden dolayı uygulamış olabilirler. Bu işlem aynı şekilde namaz kılan Müslümanlar tarafından da uygulanmış olabilir. Çünkü namaz dediğimiz ibadet "Kıyam-Rüku-Secde" şeklindeki formları ile ilah olarak kabul edilen varlığa yapılan şekilsel bir tazimdir. 

Namazın sorun teşkil eden kısmı şekli değil , kimin için ifa edildiğidir. Bundan dolayı Mekke'de Kur'an'ın nazil olmaya başlamasından evvel ifa edilen namaz için şayet abdest alınıyor ise , aynı uygulama Kur'an'ın nazil olmaya başlaması sonrasında da yapılmış olabilir.

Abdest'in Mekke'de değil , Medine'de nazil olan bir sure içinde emredilmiş olması , bilinen bir uygulamanın vahiy tarafından onaylanması anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Yani abdest eylemi önceden bilinen ve uygulanan bir eylem olduğu için, Mekke'de nazil olan ilk surelerde değil , bilinenin onaylanması ve tekrarı mahiyetinde, Medine'de nazil olan bir surede emredilmiştir.

Bu söylediklerimizin tersinin olması da mümkündür şöyle ki ; 

Mekke'de nuzül öncesi şirk bulaşmış biçimde ifa edilen namaz öncesinde yapılan bizim abdest olarak bildiğimiz işlem bilinmiyor , bilinmediği için de uygulanmıyor olabilir. Bu şekil bir namaz , Müslümanlar tarafından da, ta ki Medine'de abdest ayeti nazil olana kadar , ifa edilmiş olabilir. 

Bu noktada , "Müslümanlar abdest ayeti nazil olana kadar abdestsiz namaz mı kıldılar" sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir.

Allah (c.c) bizleri , kitabında emretmiş oldukları üzerinden sorumlu tutacaktır. Daha önce yapılan bir fiilin yanlış olduğunu haber vererek , artık yapılmamasını emretmiş olması , o fiilin yanlış olduğu yönünde önceden bilgi sahibi olmayanları mazur duruma sokacaktır.  Nisa s. 22 , 23 , Maide s. 95. ayetlerine baktığımızda, yasaklanmış bir fiilin,  öncesinde işlenmiş olan aynı fiillerden , yasaklanma öncesi o fiilleri işleyenlerin sorumlu tutulmayacağı haber verilmektedir. 

Bundan dolayı , abdest ayetinin nazil olmasına kadar, eğer Müslümanlar abdest almadan namaz kıldılar ise , namaz için abdest alınması gerektiğine dair bir emir ile muhatap olmadıklarından dolayı , abdest almadan kıldıkları namazlardan dolayı herhangi bir sorumluluk sahibi olmayacaklardır. Çünkü namaz öncesi abdest alınması gerektiğine dair olan emrin onlara ulaşmamış olması , onları namaz için abdest almanın farz olduğuna dair bilgi sahibi olmaktan , dolayısı ile de abdest ile mükellef olmaktan çıkarmıştır. 

Sonuç olarak ; Abdest ayetinin Medine'de nazil olmuş olması , bazı kimseler tarafından merak konusu olmuş , bazı kimseler tarafından ise namazı ret etme bahanesi olarak delil gösterilmektedir. Abdest , namaz gibi önceden bilinen ve uygulanan bir fiil olabileceği gibi , ilk olarak Medine'de nazil olan bir ayet ile emredilmiş olabilir. 

Önceden bilinen ve uygulanan bir uygulama olduğunu düşündüğümüzde , vahiy bu uygulama konusunda Medine'ye kadar sessiz kalmış , sessiz kalması mevcut uygulamayı onaylamak anlamına geldiği için , Medine'de nazil olan ayet , yapılan uygulamayı tasdik etmek anlamında indirilmiş olabilir. 

Medine'de ilk defa nazil olduğunu ve bilinmeyen bir uygulama olduğunu düşündüğümüzde , Maide s. 3. ayeti nazil olana kadar , namaz için abdest almak gibi farziyetin olmadığı için , abdest ayeti inene kadar Müslümanlar abdest almadan namaz kılmış olabilirler. Bu durum herhangi bir sorun teşkil etmemekte , Allah (c.c) tarafından yapılmaması veya yapılmaması emredilen bir emir ile muhatap olmadıkça kimse mükellef sayılmayacaktır. Kur'an'ın bazı konularda indirdiği yasaklardan önce işlenmiş fiiller konusunda iman edenleri sorumlu tutmayacağını beyan eden ayetlere bu konuda bakılabilir. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

9 Ocak 2017 Pazartesi

Mustafa İslamoğlu'nun Maide s. 33. Ayeti Hakkında Söylediği Sözler Üzerine Bir Mütalaa

23-12-2016 tarihinde Hilal tv ekranlarında yayınlanan "Vahiy ve Hayat" programında, sayın Mustafa İslamoğlu hocanın, terör ve şiddet konusunda yaptığı konuşma içinde geçen ,Maide s. 33. ayeti hakkında söylediklerini, kendi ifadesi ile, yıllarını bu yola harcayan bir kimsenin ağzından dökülmemesi gereken sözler olarak düşündüğümüzden dolayı , onun ağzından çıkan bu sözler ile ilgili olarak bazı eleştirilerimiz olacaktır. 





Sayın hocanın konu ile alakalı olarak söylediği sözler, izlemek isteyenler için programın 2 saat 3. dakikasından itibaren başlamaktadır. 

Sayın hocanın Maide s. 33. ayetine verdiği meal hakkında daha önceden bir değerlendirme yapmaya çalıştığımız için , bu değerlendirmeyi burada tekrar etmeye gerek duymuyoruz.Sayın hocanın bu ayete yaptığı çeviri hakkındaki düşüncelerimiz, okumak isteyenler için aşağıdaki verdiğimiz linkte mevcuttur.

https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2014/01/maide-s-33-ayetine-esedislamoglu-ve.html

Sayın hoca Maide s. 33. ayeti ile ilgili sözlerine başlamadan önce , şiddetin sınırının meşru müdafaa olduğunu söyleyerek, sözü Muhammed (a.s) ın işkence emri vererek insan öldürttüğü iddiasının dayanağı olduğu söylenen Maide s. 33. ayetine getirmektedir. Muhammed (a.s) ın işkence emri verdiğini "İftira" olarak niteleyen sayın hocanın bu tesbitine katılmamak mümkün değildir. Ancak "İftira" olarak yaptığı tesbitin Maide s. 33. ayeti ile ilgili kısmına katılmak ta mümkün değildir.

Maide s. 33. ayeti ile ilgili kendisinin yapmış olduğu ve bizim yanlış olduğunu düşündüğümüz şekilde anlamını okuduktan sonra sayın hoca , ayetin inşa cümlesi değil haber cümlesi olduğunu , Kur'an'ın el ve ayakların çaprazlama kesilmesini emretmediğini , Peygamberimizin bu cezayı uygulamamış olmasından yola çıkarak iddia etmektedir. 

Dahası bu cezanın , Taha s. 71 , Şuara s. 49 ve Araf s. 124. ayetlerinde Firavun tarafından, iman eden sihirbazlara uygulanmış olduğundan yola çıkarak , Kur'an'ın bu cezayı Firavun cezası olarak gördüğünü söylemekte , Firavun tarafından uygulanan ceza sisteminin, Allah (c.c) tarafından peygambere emredilemeyeceğini ve bunun Allah'a atılmış bir iftira olduğunu söylemektedir.

Sayın hoca şayet , Maide s. 33. ayeti hakkında söylediklerini "Ben bu ayetin anlamının böyle düşünüyorum" şeklinde bir ifade kullanarak söylemiş olsaydı , yine bu görüşüne katılmamakla birlikte , en azından kendi düşüncesidir diyerek ses çıkarmayabilirdik. 

Ancak sayın hocanın , Maide s. 33. ayetinin bazı guruplar tarafından isitismar edilerek , Muhammed (a.s) ın işkence uygulamış olduğuna dair uydurma rivayetlerin delili olarak görmelerine , ve marjinal İslami gurupların bu ayete sarılarak insanlara işkence yapmalarının yanlış olduğuna dair düşünceyi, ayete yanlış anlam vermek sureti ile dile getirmesi yanlış bir tutumdur.

Dikkat edilirse sayın hoca konuşmasında sadece Maide s. 33. ayetini okumak sureti ile görüşlerini dillendirmiş , aynı konu ile alakalı olan 34. ayete hiç değinmemiştir. Şayet bu ayete de değinecek olsaydı , dile getirdiği görüşlerin ve ayete verdiği anlamın yanlış olduğu kolayca ortaya çıkacaktı.

[005.034] Ancak, sizin onlara güç yetirmenizden önce tevbe edenler başka. Biliniz ki, şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

Ayete dikkat edersek , bir önceki ayet ile bağlantılı olup , 33. ayete verilen anlamın 34. ayet ile uyuşması gerekmektedir. 

Şimdi bir an için , Maide s. 33. ayetinin anlamının sayın hocanın iddia ettiği gibi , Allah (c.c) nin emretmediği bir ceza olduğunu , bu cezanın Firavun tarafından uygulanan bir ceza olduğunun haber verildiğini düşünerek , 34. ayeti okumaya çalışalım. 

34. ayette , 33. ayette önerilen cezaların uygulanmasına engel olan istisnai bir durumdan bahsedilmiş olduğu noktasında herhangi bir ihtilaf yoktur. Bu cezanın uygulanmasına istisna getiren durum, suç işleyenlerin artık tevbe ederek bir daha böyle bir suçu işlememek sureti ile normal bir hayata geçmiş olmalarıdır. Ancak bu istisna suçu işleyerek yakalandıklarında "Şimdi tevbe ettim" diyenler için geçerli değildir.

Ayet içindeki "Min gablu en takdire aleyhim" (Sizin onlara güç yetirmenizden önce) cümlesindeki "Takdire" kelimesinin muhatap zamiri olmasına dikkat edilmelidir. Ayet, karşıdaki muhataba yani ilk muhataplar bazında olaya baktığımızda Muhammed (a.s) a ve ashabına hitap etmektedir.

Eğer Maide s. 33. ayeti Firavun tarafından uygulanan bir cezayı haber vermiş olsaydı , 34. ayette neden Müslümanlara hitaben "SİZİN ONLARA GÜÇ YETİRMENİZDEN ÖNCE" şeklinde bir ceza uygulaması istisnası getirilsin? . Çünkü bu cümle 33. ayet içinde önerilen cezalar hakkında Muhammed (a.s) ve ashabına hitaben , onların cezayı uygulamayacağı durumu beyan etmektedir.

Bu sorunun cevabı sayın hoca tarafından acaba ne şekilde verilebilir ?. 

Sayın hoca , bu konuda sözler sarf ederken kendi düşüncesini mutlaklaştıran bir üslup ile konuşmakla en baştan hatalı bir davranışta bulunmuştur. Hele hele bu ayetin el ve ayakların çaprazlama kesilmesini emrettiğini düşünmenin "İftira" olduğunu iddia etmesi, yenilir yutulur bir hata değildir.

Yapmış olduğu ayet çevirisi , indi kabullerinin bir sonucu olup , bu kabulünü Allah'a mal etmekle , konuşmasında değindiği gibi Allah adına konuşmaya kalkmıştır ve böyle bir yetkiye hiç kimse sahip değildir. Allah'ın ayetleri bazı art niyetli kimselerin elinde istismar ediliyor diye "Aslında o ayet öyle değil böyle" diyerek , ayetleri bağlamından kopuk bir anlam vermeye kalkmak, ilim ehli olan kimselere yakışan bir davranış değildir.

Şuna inanıyoruz ki , sayın hoca eğer Maide s. 33. ayetini ön yargılarını bir kenara bırakarak , 34. ayet ile birlikte düşünecek ve ona göre bir anlam vermeye kalkacak olduğunda , Maide s. 33. ayetine verdiği anlamın yanlış olduğunu rahatlıkla görecektir. Müslümanların bazı kimselerin gözündeki kötü imajını silmek için kimsenin Allah'ın ayetleri üzerinde oynayarak onları güzel göstermeye hakkı yoktur. 

Cezalarda asıl olan unsurun , caydırıcılık olması gerektiği unutulmamalıdır. Bir suça verilecek olan ceza , o suçun işlenmesine teşvik etmeye değil , başkaları tarafından işlenmemesi için caydırıcılık teşkil etmesi gerekmektedir. Maide s. 38. ayetine baktığımızda , hırsızlık için öngörülen cezanın "Nekalen" (ibretlik) olması şeklinde bir ifade içermesi , işlenen suçlar hakkında verilen cezaların nasıl olmasını da bizlere öğretmektedir. 

Maide s. 33. ayetinde verilmesi istenen cezalara bu açıdan bakılmasının, daha sağlıklı bir netice doğrucağını düşünmekteyiz.

El ve ayakların çaprazlama kesilme cezasının Firavun tarafından uygulanmış olması , bu cezayı Allah (c.c) nin de öneremeyeceği veya önermemesi gerektiği anlamına gelmez. Firavun'un bu cezayı kendisinden önceki nesillerden beri süregelen bir ceza, ve bu cezanın Allah (c.c) tarafından, Firavun'dan önceki zamanlarda yaşamış olan elçilere de vahyetmediği , Firavun'un bu ceza sistemini bu yolla oradan öğrenmediği konusunda hangimizin bilgisi vardır?.

El ve ayakların çaprazlama kesilmesi cezasının , Firavun tarafından uygulanmış bir ceza olduğu dikkate alınarak Allah (c.c) tarafından böyle bir ceza önermesinin yapıldığını düşünmenin, Allah'a iftira olarak düşünülmesi , aynı iftiranın bu ceza hakkındaki düşüncelerinden dolayı sayın hoca tarafından yapılmış olabileceğini de beraberinde getirecektir. 

Sayın hocanın iftira olarak nitelediği Maide s. 33. ayetinin yanlış anlaşılmak sureti ile , el ve ayakların çaprazlama kesilmesini emretmiş olması , şayet bu ayet sayın hocanın iddia ettiğinin tersine  bir anlam taşıyor ise , aynı iftirayı "Allah böyle bir ceza emretmiyor" demek sureti ile kendisinin atmış olması söz konusudur. 

Sayın hocanın düşmanlarının eline verdiği bir koz olduğunu düşündüğümüz Maide s. 33. ayeti ile ilgili düşüncelerini yeniden gözden geçirmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Söylemediği veya öyle söylemek istemediği sözleri üzerinden kendisine atılan iftiralar konusunda rahatsız olduğunu her fırsatta dile getiren sayın hoca , düşmanlarının eline bu tür yanlış çeviriler yaparak , kimse tarafından savunulamayacak malzemeler vermemesi gerekmektedir.

Sayın hoca halka açık olarak yapmış olduğu konuşmalarda Kur'an'ı anlama yöntemi ile ilgili olarak kullandığı ifadelerinin, izleyicileri tarafından dinlenerek o ifadelerin dinleyiciler tarafından örnek alındığını unutmamalıdır. Bu nedenle Kur'an hakkında söylediklerinin kendi anladığı olduğunu ifade etmesi , onu dinleyenler tarafından da örnek alınacaktır. Yaptığı konuşmada kendisinin bile yanlış yapacağını ifade etmiş olmasının dikkatimizden kaçmadığını söylemekle birlikte , Maide s. 33. ayeti hakkında ettiği sözler , önceki sözleri ile çelişki arz etmektedir. 

Maide s. 33. ayeti ile ilgili ettiği sözler, şayet daha dikkatli seçilmiş olsaydı , kendisininde bu konuda yanlış yapma ihtimalinin olduğunu ifade eden sözlere yer veren cümlelerle , bazı kesimlerin ağzına sakız verilmemiş olacak ve bu konuşması üzerinden düşmanlık yürütülmesine vesile olmayacaktı.

Bu konuda bizlere düşen görev , araştırmacı olmak , hiç kimse için " O dediyse doğrudur" şeklinde bir ön kabule sahip olmamak , yanlış olduğunu düşündüğümüz sözleri için kimsenin hatırına susmamak olmalıdır. Böyle bir yapıya sahip olan toplulukların başındaki kişiler , söyledikleri konusunda daha dikkatli, ve kendi yanlışlarını düzeltme noktasında daha gayretli olacaklardır. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


26 Haziran 2016 Pazar

Zariyat s. 47. Ayeti Evrenin Genişlemesini mi Haber Vermektedir?

Kur'an ayetlerinin bazı bilimsel buluşları 1500 yıl önceden haber vermiş olduğu iddialarının , biz Müslümanların bilim dünyasından olan kopukluğunu ve ezikliğini örtme çabaları olarak yorumlamak sanırım yanlış olmayacaktır. Batı dünyasının kevni ayetleri okuma yolu ile elde ettiği bilgilerin, ve bu bilgiler ile elde ettiği teknolojik üstünlüğün altında ezilen biz Müslümanlar, bu bilimsel buluşlara karşı sadece "Ne olacak canım Kur'an bunları 1500 sene önce haber vermiş bunlar bizim kitabımızda zaten yazıyor" diyerek, züğürt tesellisi modundan hala çıkabilmiş değiliz. 

Kur'an ayetlerinin , uçağı , treni , elektiriği , ışınlamayı v.s bir sürü bilimsel icadı 1500 sene öncesinden haber verdiği iddiaları , sadece karşımızdaki insanları kendimize güldürmekten başka işe yaramayan iddialar olup, onlar da bu iddialara karşı "Madem sizin kitabınızda var neden siz bulmadınız da biz bulduk?" şeklinde sorularla bizleri susturmaktadırlar. 

Kur'anın bazı bilimsel buluşları 1500 sene öncesinden haber vermiş olduğu düşünceleri başkalarını kendimize güldürmekten başka bir işe yaramamasının yanı sıra, içinde bir takım yanlışları barındırması açısından tehlikeli bir söylem olup , bu yazımızda bu söylemin tehlikelerine dikkat çekmeye çalışacağız. 

Bu söylemin temelinde ,Kur'anın Allah kelamı olmadığına dair ortaya atılan iddiaların büyük payı olduğunu , ve bu iddiaların yanlışlığını ortaya koymak için , Kur'anın bugün bilim insanları tarafından yeni bilinen bazı şeyleri, daha 1500 sene öncesinden haber verdiği , dolayısı ile bu kitabın Allah kelamı olduğu bu yolla ispatlanmaya çalışılmaktadır. 

Bilimin verileri değişmez ve kesin veriler midir , yoksa bilim dün doğru dediğine  bugün yanlış , bugün yanlış dediğine ise yarın doğru diyebilir mi ?.

Elbette diyebilir , demiştir , demektedir, ve diyecektir. 

Öyleyse bilimsel veriler ile, Kur'an ayetleri arasında bir paralellik kurarak bu kitabın Allah katından olduğunu doğrulamaya kalkmak, bizleri bugün haklı çıkarabileceği gibi , yarın haksız çıkarabilir. Bilimin bugün "Doğru" olarak ortaya koyduğu bir buluşa , "Bak Kur'an da aynı şeyi söylüyor" dediğimizde , aynı bilim dün doğru dediğine bugün "Yanlış" dediğinde bizler bu durum karşısında ne yapabiliriz.

İslami literatürde "Zan" olarak ifade edilen bilgi kaynakları ile Kur'anın anlaşılmaya çalışılması , Müslümanlar arasındaki sorunların kaynağını oluşturmaktadır. Aynı şekilde zan olarak ifade edebileceğimiz bilimsel veriler ile Kuranı anlamaya çalışmak , büyük sorunlara neden olacak ve olmaktadır. 

Değişkenlik arz etme ihtimali bulunan bilgiler ile Kur'an ayetlerinin tefsir edilmeye çalışılması bizleri bugün sevindirebilir iken , yarın üzülmemize ve utanmamıza neden olabilir.

Kur'anın bazı bilimsel buluşları tasdik eden bir kitap olduğu iddiası , bu kitabın bazı ayetlerinin 1500 yıldır anlaşılmadığını iddia etmek anlamına da gelecektir. Çünkü bu kitap, ilk indiği zaman ve mekanda yaşayan insanlara kendisinin "Anlaşılır ve Açık" olduğunu bildirmektedir. Böyle bir iddia aynı zamanda , bu kitabın bazı ayetlerinin anlaşılırlığının ve açıklığının 1500 sene sonrasına tehir edildiğini söylemek anlamına gelecektir.

Arapça metni "وَالسَّمَاء بَنَيْنَاهَا بِأَيْدٍ وَإِنَّا لَمُوسِعُونَ" olan Zariyat suresi 47. ayetine,  bu ayet ile ilgili farklı mealler olmasına rağmen " Göğü, gücümüzle Biz kurduk; şüphesiz biz onu genişleticiyiz" şeklinde yapılan meallere dayanılarak , evrenin genişlemesi teorisine bu ayetin işaret ettiği iddia edilmektedir.

Öncelikle bu ayete böyle bir meal verilmesinin hatalı olduğunu söylemek istiyoruz . Ayetin göğe işaret etmesi için ayetin metninde "Leha" (onu) ibaresinin olması gerekmesine rağmen , ayetin metninde böyle bir ibare bulunmamaktadır. 

Ayet içindeki "Le musiune" kelimesinin gök için değil , Allah (c.c) için kullanılmış olması daha doğru bir yaklaşım olacak ve bu kelimenin göğe değil , Allah (c.c) ye izafe edilmiş şekilde yapılan mealleri daha doğru olacaktır.

"
Biz göğü kudretimizle bina ettik. Hiç şüphesiz biz, çok genişlik ve kudret sahibiyiz." şeklinde yapılan çevirilerin daha doğru , ve bu ayetin evrenin genişlemesi teorisine , Kur'andan bir delil olarak kullanılmasının hatalı bir yaklaşım olduğunu söylemek istiyoruz. 

Neml s. 88. ayetinde " Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır." şeklinde buyurulmasından dünyanın döndüğünü çıkarmaya çıkaran bilimsel Kur'ancı kafalar , bu ayetin bir öncesi olan 87. ayette "Sûr'a üfürüldüğü gün, -Allah'ın diledikleri müstesna-, göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları bükük olarak O'na gelirler." ayetine baksalardı , 88. ayetin kıyamet günü olacaklar ile ilgili bilgi verdiğini kolaylıkla anlayabilirlerdi.

Kur'anın ön yargılı bir okuma yapılmasına örnek olarak verebileceğimiz bu gibi ayetler , iddia sahiplerinin Kur'an hakkında sahip oldukları bilgi düzeyini göstermesi bakımından onları aynı zamanda komik bir duruma düşürmektedir.

Amerikalı astronot Neil Armstrong'un uzayda ezan sesini duyduğu haberleri ile sevinen bizler, Fransız bilim insanı Kaptan Kusto'nun , Furkan ve Rahman surelerinde geçen iki denizin sularının birbirine karışmadığını bularak , Kur'anın bunu 1500 yıl öncesinden haber vermiş olmasının bizlere verdiği büyük gurur ile daha da güçlendik !!!. Kaptan Kusto nun Müslüman olduğu iddiaları ile dünyada yeni bir çığır açan biz Müslümanlar ,dünyadaki tüm kafirlerin bu gibi buluşlar sayesinde fevc fevc İslama girmiş olmasının verdiği büyük güç ile dünyanın en kuvvetli gücü haline gel(eme)dik !!!.  

Yaşantımız ile örneklik teşkil ederek insanları İslama kazandırmak gibi gayesi olmayan bizler , başkaları tarafından bulunan bazı buluşların bizi güçlendirdiği tesellileri ile daha ne kadar dünyanın en aciz toplululuğu olarak kafirlerin elinde oyuncak olmaya devam edeceğiz?.

Şurası asla unutulmamalıdır ki , Kur'anın içinde nazil olmasından binlerce sene sonra anlaşılabilecek tek bir ayet dahi yoktur. İnen ayetlerin tamamı indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan insanlar tarafından , "Bu ayet ne demek istiyor acaba?" şeklinde bir soru ile asla karşılaşmadan, inanan veya inanmayanlar tarafından kolaylıkla anlaşılmış , inanan kişi bu kitabı anlayarak inanmış , inanmayan ise bu kitabı anlayarak inanmamıştır.

Kur'an bilim kitabı değil , Allah (c.c) yi merkeze alan insanlara tevhit yolunu gösteren , ve kıyamete kadar bu yolu gösterebilecek evrenselliğe sahip olan bir kitaptır. Kur'anın temel çağrısı, kadim bir insanlık hastalığı olan şirk'e karşı nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiğine dair bilgilerdir. Bu bilgiler nasıl indiği zaman ve mekandaki insanları tevhide davet etti ise , bugün , yarın , kıyamete kadar insanları tevhide davet edecektir. 

Kur'anın evrensel bir kitap olduğunu ispatlamak , bilimsel buluşlar ile Kur'an arasında zorlama ayet tevilleri ile bir bağ kurmaya zorlamaktan geçmez. Dünya üzerinden adına ŞİRK denilen kadim hastalık tamamen kalkmış ve insanların tamamı muvahhid bir hayat sürüyor olsaydı , Kur'an için "Bu kitap artık tarihsel bir kitaptır" demek belki mümkün olabilirdi. 

Ancak bu sözü söylemek kıyamete kadar mümkün olmayacağına , Kur'an bu hastalığı merkeze alarak tedavisi için çareler sunduğuna göre , Kur'anın evrensel bir kitap olduğunun ispatı , şirk hastalığının yer yüzünden eksik olmamasında yatmaktadır. Bu düşüncemiz gaybı bilmek gibi bir iddia olarak görülmemelidir. Muhammed (a.s) sonrasında artık elçi ve kitap gelmeyecek olması , bu kitabın ihtiva ettiği insanlık sorunlarının ve çarelerinin kıyamete kadar geçerli olacağının bir delilidir.

Şirk hastalığı yer yüzünde kaldığı müddetçe , onun en kuvvetli ilacı olan Kur'an da, yer yüzünde ilk indiği gündeki gibi tazeliğini koruyacaktır.

Sonuç olarak ; Kur'anın şirk'e karşı tevhide davet temelini esas alan bir çağrısı olduğunu merkeze almayan hiç bir okuma , anlama ve yaşama çalışması , bu kitabı doğru anladığını iddia edemez. Hele hele batı dünyasının bilimsel buluşlarının karşısındaki ezikliğimizi "Ne var canım bunu Kur'an 1500 sene önce haber vermiş" diyerek yaptığımız savunmalar , bizleri başkalarının karşısında gülünç bir duruma düşürmekten başka bir işe yaramaz. 

Dün "ak" dediğine bugün "kara" diyebilen bilim dünyasının karşısına, Allah (c.c) nin kitabını koyarak , bu kitabı onların aracılığı ile doğrulamaya kalkmak , bizleri acınacak durumlara düşürme tehlikesi yaratması bakımından doğru olmayan bir yöntemdir. 

Bugün bilimsel bir veriye dayanarak Kur'anın Allah (c.c) katından olduğunu ispatlayan bizler , aynı bilimsel verinin yanlış olarak ilan edilmesi karşısında ne yapabiliriz ?. Kur'anın bizlere olan temel çağrısı, bilimsel veriler ile bu kitabın Allah katından olduğunu ispatlamaya çalışmak değil , insanlığın kadim hastalığı olan şirk'e karşı tevhidi duruşu öğretmesidir. 

Kur'anı zan içeren bilgileri kesin doğrular olarak görerek okuma ve anlama hastalığının Müslümanlar arasında nasıl uçurumlar doğurduğu ortada iken , hala zan içeren bilimsel veriler ile Kur'anı anlamaya kalkmak bizleri nasıl birleştirecektir ?.

Tevhid eksenli olmayan hiç bir okuma yöntemi, bu kitabı doğru anladığını asla iddia edemez.

5 Haziran 2016 Pazar

Neml s. 25. Ayeti Çerçevesinde Şirk ve Tapınma Psikolojisi Üzerine Bir Tahlil Çalışması

Şirk , Kur'anın odak kavramlarından bir tanesi olup , terim olarak "Sadece Allah (c.c) nin ilahlık ve rablik yetkisi alanına giren konularda başka yetki mercileri tanıyarak ilahlık ve rabliğin gereklerini onun dışındakilere tanımak" anlamına gelmektedir. Allah (c.c) nin dışında yetki mercileri tanıyanlar , bu tanımalarını bir takım ritüeller ile ve objelere tazimde  bulunarak şirklerini açıkça ilan etmekte ,  "Müşrik" olarak isimlendirilen bu kimselerin, şirklerini açığa vurmak için kullandıkları objelerin genel ismi ise , "Put" olarak isimlendirilmektedir. 

Taş , tahta , metal v.s gibi şeylerden yapılmış olan bu putların konuşmadığını , insana fayda ve zarar vermediğini, o putlara tapan müşrikler dahi bilmektedirler, yazımızda , bu halde olan putlara tapmaktaki ısrarcı tavırlarının altında yatan psikolojiyi , Neml s. 25. ayetinin beyanı üzerinden okumaya çalışacağız.  

 Konumuz olan ayet , Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı bir bağlama sahiptir. Hüdhüd , Sebe ülkesinden getirdiği haberi Süleyman (a.s) a şöyle anlatmaktadır ; 

[027.022] Derken uzun zaman geçmeden geldi ve dedi ki: «Senin (bilgi gücünle) kuşatıp öğrenemediğin şeyi, ben kuşatıp öğrendim ve sana Saba'dan kesin bir haber getirdim.»
[027.023] «Muhakkak ki ben, bir kadın buldum ki onları hükümdarlık ediyor, ve kendisine her şeyden verilmiş ve onun için azim bir arşı da var.»
[027.024]  Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde eder olduklarını gördüm. Şeytan onların yaptıklarını güzel göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Bu yüzden onlar doğru yolu bulamazlar.
[027.025]  Allah'a secde etmemeleri için (böyle yapmış). O Allah'a ki, göklerdeki ve yerdeki her gizliyi (meydana) çıkarır ve neyi gizlediğinizi ve neyi de âşikâre yaptığınızı bilir.
[027.026]  Allah O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, yüce Arşın sahibidir.

Bu ayetlerde Hüdhüd , Sebe ülkesindeki durumu Süleyman (a.s) a haber vermektedir. Bu haberi verirken hükümdar ve kavminin güneşe taptıklarını , bunu onlara şeytanın güzel gösterdiğini anlatarak , 25. ayette önemli bir noktaya dikkat çekmektedir.

Hüdhüd, bu kavmin güneşe secde etmesinin sebebinin "ALLAH'A SECDE ETMEMEK İÇİN" olduğunu söylemektedir. Bu cümle, müşriklerin neden Allah (c.c) dışındaki varlıklara secde ettiklerini ifade eden , şirk'in kıyamete kadar değişmeyecek karakterini ifade eden veciz bir cümledir. 

Allah (c.c) nın ilk elçiden son elçiye kadar göndermiş olduğu vahiylerinin ortak mesajı KENDİSİNDEN BAŞKASINA SECDE EDİLMEMESİ gerektiğine dair emirlerdir. 

İnsanlar, Şeytanın onlara verdiği iğva ile, gerçek olarak kulluk edilmesi gereken yegane merciyi terk ederek , sahte ilahlar edinmiş ve onlara kulluk etmeye yönelmişlerdir. Günümüzde dahi bir çok insan, sahte ilahlara kulluk etmeye devam etmektedir. Bu yönü ile "Şirk" evrensel bir insan hastalığı olarak kıyamete kadar varlığını korumaya devam edecektir. 

Kendisinden yüce olarak bildiği bir varlığa karşı tazimde bulunmak sureti ile onu ilah ve rab olarak tanımak (7/ 172.173), insanın fıtratında var olan bir özelliktir. Bu özellik asla boşluk kabul etmez , bu boşluk eğer Allah'a kulluk etmek şeklinde doldurulmaz ize , başkalarına kulluk şeklinde doldurulacaktır.

Allah (c.c), ilah ve rab olarak tanınma hakkının sadece kendisine ait olduğunu beyan ederek , kendisi dışındakilere yapılan ilah ve rab olarak bilme şeklindeki yönelimin "Şirk", bu yönelimleri yapanların ise "Müşrik" olduğunu bildirmektedir. 

Kendisine nasıl kul olunması , ve bu kulluğun kendisine karşı nasıl gösterilmesi gerektiği konusundaki bilgileri tarih boyunca gönderdiği elçileri ile insanlara bildiren Allah (c.c), Kur'anda ki kıssa yollu anlatımlar ile, bize gerçek kulluğun nasıl ve kime olması gerektiğini öğretmektedir.

İbrahim (a.s) ın kıssasının anlatıldığı En am s. 75 -79. ayetler arasında onun, Güneş , Yıldız ve Ayın gerçek ilah olamayacağını , gerçek ilahın bunları yaratan olduğu vurgusu yapılarak , ilah ve rab olarak kimin tanınması gerektiği bildirilmektedir. 

[041.037] Gece, gündüz, güneş ve ay onun ayetlerindendir. Eğer Allah â kulluk ediyorsanız, güneşe ve aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah â secde edin.

Secde kelimesi ; "Öne eğilme , aşağıya bükülme , kendini alçaltma , kibrini ve gururunu kırma" anlamındadır.

Bu kelimenin insan üzerindeki tezahürü , kişinin kendisinden yüce olarak bildiği ve tanıdığı kişi veya herhangi bir ojbeye karşı olan yönelimini bedensel veya düşünsel olarak göstermesi olarak ortaya çıkmaktadır. 

Yani insanlar kendilerinden yüce olarak kabul ettikleri herhangi bir kişi veya objeyi , hayatlarının merkezine aldıklarında , bu merkeze alışlarını , bedensel olarak dışa vurmakta , düşünsel olarak ise o kişi veya obje üzerinden üretilmiş yaşam biçimini hayatına pratize ederek secde etme halini göstermektedirler.

Bu durumu, ilah ve rab olarak Allah (c.c) yi tanıyanlar açısından değerlendirdiğimizde , onu ilah ve rab olarak tanıyanlar, bu tanımalarını ona hem bedenen hem de düşünsel olarak göstererek , sadece onu ve ilah ve rab olarak tanıdıklarını hayatlarına onun bize dair olan emir ve yasaklarını ikame ederek ortaya koymaktadırlar. 

Aynı durumu ilah ve rab olarak Allah (c.c) dışındakileri tanıyanlar açısından değerlendirdiğimizde , onlar da bu tanımalarını , hem bedenen hem de düşünsel olarak ortaya koymakta , ve bu tanımalarını hayatlarının merkezine sahte ilah ve rabler tarafından vaz edilen sistemleri ikame ederek göstermektedirler. 

Secde etme hali istisnasız olarak bütün insanlarda vaki olan bir hal olup , hiç bir insan bu halden beri değildir. Secde etme hali bir gösterge olup , insanlar ilah ve rab olarak tanıdıkları her ne veya kim ise bu tanımalarını bu şekilde göstermektedirler.

Secde etme halini insan fıtratında olan kulluk psikolojisinin bir tezahürü olarak değerlendirdiğimizde , bu halin ortaya konulmasına hak sahibi olan tek ve yegane kişi Allah (c.c) dir. Hiç bir kişi , kurum , kuruluş , düşünce ve ideoloji onun üzerinde yer alarak , insanların onun dışındakilere secde etmesini haklı gösteremez. 

Bir kısım insan, hayatlarında Allah (c.c) yi ilah ve rab olarak tanıdıklarını, ona secde ederek göstererek MÜ'MİN ismine layık olur iken , diğer bir kısım ise, onun dışındakileri ilah ve rab olarak tanıdığını göstermek için ilah ve rab olarak tanıdığı her ne veya kim ise ona secde ederek  MÜŞRİK ismine layık olmaktadır. 

"Mü'min" veya "Müşrik" ismini alan insanların birbirleri ile olan ortak yönleri , kulluklarını ilah ve rab olarak her ne veya kimi tanıyorlarsa ona karşı göstererek secde etmiş olmalarıdır. Boşluk kabul etmeyen insan fıtratı, mutlaka ilah ve rab olarak birisini tanıyarak ona secde edecektir. 

Şirk ve müşrik psikolojisi  , işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Allah (c.c) dışındakileri ilah ve rab olarak tanıyarak "Müşrik" ismini alanlar , ALLAH'I  İLAH VE RAB OLARAK TANIMADIKLARINI İLAN ETMEK İÇİN ONUN DIŞINDAKİLERE SECDE ETMEKTEDİRLER.

Sebe halkı ve hükümdarının Allah'ı bırakarak güneşe secde etmelerinin altında yatan temel saik , Allah'a secde etmediklerini ilan etmek esasına dayalı bir düşüncenin ürünü olarak , bu ilanlarını onun dışındakilere secde ederek göstermek istemelerine dayanmaktadır. 

Bu bağlamda, ilk insandan beri ortaya çıkan şirk'in altında yatan temel sebepte anlaşılmış olmaktadır. Bazı kaynaklarda, "ilkel insan" olarak tanımladıkları kabile ve uluslarda bazı gök cisimlerine tapınma şeklinde şeklinde ortaya çıkan şirk'in, o gök cisimlerinden korku sebebi ile olduğu ve bunların onlara vereceği zarardan korunmak için tapındıkları söylenmektedir. Bu tesbitin doğru bir tesbit olmadığını düşünmekteyiz. 

[025.055] Allah'ı bırakıp, kendilerine fayda da zarar da veremeyen şeylere kulluk ederler. İnkar eden, Rabbine karşı gelenin (şeytanın) yardımcısıdır.

Bu ve benzeri bir çok ayette , müşriklerin tapındıkları putların onlara fayda ve zarar vermeye güçleri yetmedikleri haber verilmektedir. Bu durumu müşriklerin kendileri de bilmekte ve puta tapmaya gerekçe olarak "Atalarımızı bunlara kulluk eder halde bulduk" demektedirler. 

Müşriklerde puta tapıcılığın altında yatan temel sebep, korkudan emin olma isteğinden doğan bir hal değil , Allah'a kul olmadıklarını bu şekilde izhar etme halidir.

Bu temel saik sadece Sebe halkına has bir durum değil, evrensel mahiyet arz eden bir durumdur. Sebe halkının şirkini izhar etmek için tapındıkları Güneş , bugün bile dünyanın bazı yerlerinde tapınma aracı olarak kullanılmasına karşın , insanların hayatında ortaya çıkan şirk olgusunun tezahürü, farklı tapınma araçlarını ortaya çıkarmıştır.

Çağdaş dünyada şirk olgusu taştan veya metalden yapılmış bir takım heykeller önünde saygı duruşu yapılarak ortaya çıkmaktadır. Bugünün çağdaş müşrikleri de  önceki ataları gibi, önünde kıyam ve secde ettikleri heykellerin kendilerine fayda ve zarar vermediklerini pekala bilmektedirler. 

Ancak bu heykeller önünde kıyam ve secde etme gerekleri heykelleri yapılmış kişilerin düşünce ideolojilerini hayatlarında hakim kıldıklarını aleme göstermek amaçlı olduğunu kendileri de itiraf etmektedirler. 

Örneğin ; Günümüz Türkiye sine baktığımızda her şehir ve kasabanın belirli yerlerine yapılmış olan Atatürk heykelleri önünde kıyama duranlar , o heykellerin taştan yapılmış objeler olduğunu ve kendilerini duymadıklarını pekala bilmektedirler. Onların, bu heykeller önünde kıyama durma gerekçeleri, hayatların merkezinde "Kemalizm" ideolojisinin hakim olduğunu ilan etmek amacına dayanmaktadır.

Şirk ve müşrik psikolojisi binlerce sene önce nasıl ise bugün de aynı şekilde işlemektedir. Allah'a kul olmadıklarını cümle aleme duyurmak için taş , tahta , metal gibi v.s den yapılmış şeylere tapınan müşrikler , aynı tapınmayı bugün de sürdürmektedirler. Bazı insanlar tarafından ihdas edilmiş düşünce ve ideolojileri hayatlarının merkezine alarak , hayatlarını bunlara göre yönlendiren kişiler , yaşam tarzlarını oluşturan kişilerin taş veya metalden yapılmış heykelleri önünde kıyam ve secde ederek , bu kişilerin sistemlerini Allah (c.c) nin sistemine tercih ettiklerini açıkça beyan etmektedirler.

Sonuç olarak ; Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Neml s. içindeki Sebe halkının güneşe taptığı haberine , bu tapmanın sebebi olarak hüdhüd tarafından söylenen "Allah'a secde etmemeleri için" ifadesi önemli bilgiler içermektedir. 

İnsan fıtratında olan kendisinden yüce bir varlığa secde etme itiyadı , gerçek secde edilmesi gereken merciden saptırıldığı zaman , bu secde etme başka mercilere yapılacaktır. Şirk psikolojisinde ortaya çıkan durum gereği , Allah (c.c) ye secde etmeyenler , ona secde etmediklerini ilan etmek için başka secde mercileri bularak ona secde etmektedirler.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.