Sadece
kendisinin tayin ettiği kurallar çerçevesinde yaşamaları için yarattığı
kullarından olan insan soyuna, Adem(a.s)'dan Muhammed(a.s)'a kadar
sayısını kendisinin bildiği elçiler gönderen Allah(c.c); en son elçisine
inkarcı muhataplarına tebliğ konusunda nasıl bir tavır takınması
gerektiği yolundaki emirlerini özellikle Mekki ayetlerde beyan etmiştir.
Allah(c.c);
Elçisi’ne müşrik muhataplarına hoş görünmek şeklinde bir davranışta
bulunmamasını, onun sadece kendisine vahyedileni tebliğ etmek gibi bir
görevi olduğunu, kimse üzerinde zorlayıcı olmadığını bir çok ayetinde
beyan etmiştir. Yazımıza konu etmeye çalışacağımız KALEM 9 ayeti
çerçevesinde; Elçi’ye emredilen davranış biçimi ile özellikle Türkiye
Müslümanlarının içinde olduğu durumu ele almaya çalışacağız.
[068.008] Öyleyse yalanlayanlara itaat etme.
[068.009] Arzu ettiler ki müdahene etsen, o vakıt müdahene edeceklerdi
[068.010] Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık.
[068.011] Daima ayıplayan ve laf getirip götürene.
[068.012] Hayra engel olan, saldırgan, günahkâr,
[068.013] zobu (kaba), sonra da takma (soysuzlukla damgalı),
[068.014] Mal (servet) ve çocuklar sahibi oldu diye,
[068.015] Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: «Eskilerin masalları» dedi.
[068.016] Onun havada olan burnunu yakında yere sürteceğiz.
Bu
ayetler önce Elçi’ye, sonra bizlere tebliğ yolunda nasıl bir yol
izlemek gerektiğini öğreten ayetlerdendir. 9. ayetteki yapılmaması
emredilen “müdahene" kelimesi üzerinde durmak ve bu kelimenin ne ifade
ettiği üzerinde düşünülmesi gerekmektedir.
"Müdahene" kelimesi "de-he-ne" kökünden türemiş olup "dostça
görünüp tatlı dille yumuşak dille ikna etme, kandırma, yaltaklanarak
veya yağcılık ederek davranma muamele etme, ciddiyeti terk etme" anlamındadır.
Allah(c.c) önce Elçisi’nden, sonra da bizlerden, tebliğ sürecinde yamulmadan dik bir duruş sergilememizi istemektedir.
Allah(c.c)
kendi sisteminin hayata geçmesi için izlenecek metodu Kur’an’ın kıssa
yollu anlatımlarında elçilerin kavimleri ile olan mücadele örneklerini
bizlere göstererek, bizlerin de aynı yolu izlememizi istemiştir.
Gelen
elçiler; ilah olarak sadece Allah(c.c)'nin tanınarak dinin sadece O’na
has kılınmasını istemişler, bu süreç içinde müşriklerle hiçbir şekilde
uzlaşmak ya da “müdahene" olarak tabir edilen kelimenin ifade ettiği
anlam dairesine girebilecek bir duruma düşmemişlerdir. Son elçi
Muhammed(a.s) da aynı yolu izleyerek, müşrikler tarafından ona teklif
edilen şartlara "Bir elime ayı bir elime güneşi verseniz bu yoldan dönmem" diyerek bizlere örnek olmuştur.
Türkiye
örneğine baktığımız zaman; Demokrat Parti iktidarının başlangıcı ile
Müslümanların sisteme karşı bir yumuşama ve sahiplenme içine girdiğini
görmekteyiz. Adına “sağcı" denilen partilerin içinde yer alan
Müslümanlar, bu partileri desteklemenin gerekli olduğunu iddia ederek,
hatta VAKIA Suresi'nde geçen "Eshabül yemin ve Eshabül meş'eme" deyimlerini "sağcılar -solcular"
şeklinde çevirmek gafletine kadar düşerek, sağ partilere oy verenler
ile sol partilere oy verenlerin akıbetlerini Kur’an'dan
delillendirmek(!) yoluna gittiklerine şahit olduk.
Durum
bu merkezde iken özellikle Şehid Seyyid Kutub’un eserlerinin Türkçe’ye
tercüme edilmeye başlanılması ile tevhidî bir uyanış gerçekleşmiş ve
sistem sorgulanmaya başlanmıştır. Şehid'in eserlerinden örnek alan bir
çok Türkiyeli entellektüel, bu uyanışta rol oynamış olup bugün aynı
duruşu göstermeye devam edenleri takdir ve saygıyla anıyoruz.
Millî
Nizam, Millî Selâmet Partileri ile devam eden sürece baktığımızda; o
partilerin TBMM’ye girmesi ile birlikte, Pakistanlı mütekekkir
Mevdûdî’nin ülkesinde “Cemaat-i İslamiyye" adlı bir parti ile benzeri
bir yol izlemesi, Türkiye’de bu kişinin izlediği yolun izlenmesi
gerektiği şeklindeki düşüncelerin ağır basmaya başladığını görmekteyiz.
Mevdûdî'nin Türkçe’ye çevrilmiş olan "İslamda Hükümet" adlı
eserinde; Yusuf(a.s) örnek gösterilerek, böyle bir oluşum içinde olmanın
örnekliği ondan alınarak yapılan işlemin meşruiyetinin sağlanmaya
çalıştığını görmekteyiz.
1980
yılı sonrası, Müslümanların iktidar ile imtihanlarının daha bariz
biçimde ortaya çıktığı yıllardır. Turgut Özal'ın kurmuş olduğu siyasi
partide, gençlik yıllarında İslamcılık adına söylem geliştiren bazı
kimselerin yer aldıklarını görmekteyiz. Necmeddin Erbakan'ın başbakan
olması ile Müslümanların iktidar partisi olarak hükümet etmelerini
görmekteyiz. Refah Partisi’nin kapatılması ile siyasi hayata giren AKP
iktidarı, 10 seneyi aşkın bir zamandır Türkiyede iş başındadır.
AKP
iktidarı ile bazı taşların iyice yerinden oynadığını görmekteyiz. Şöyle
ki; uzun yıllar iktidarda ve yerel yönetimlerde olmanın verdiği avantaj
ile yönetim kademelerine iyice yerleşenler, o kademelerdeki görevleri
sonucu önemli kazanımlar elde etmişlerdir. Bu kazanımların devam etmesi;
ancak AKP iktidarının devam etmesi ile mümkün olduğu için, bu iktidarın
elden gitmemesi adına gerekli olan her yol mübah görülmeye
başlanmıştır.
Ama
şöyle bir sorun vardı; bugün bu kademelerde olanlar ve o kademelerde
olanların onlara sağladıkları imkanlarla maddi refah içine girenler,
daha önceleri sistem karşıtı olanlar ve meydanlarda “kahrolsun laiklik", "İslam gelecek vahşet bitecek"
türünden sloganlarla yolları aşındıranlar idi. Mal, servet, güç ile
imtihan ne menem bir şeymiş ki; ondan ayrılmak şöyle dursun, onu daha
artırmak için ahiret bile edilmekten çekinilmezmiş.
Öncelikle
ayağımıza bağ olan eski söylemlerden kurtulmak veya eski söylemlerimize
halel getirmeyecek şekilde yeni yaşantımıza uygun bir söylem
geliştirmek gerekiyordu. İçinde bulunduğumuz sistemin, AKP iktidarı ile
İslamlaştığı veya yapılabilecek olanın en iyisini bunların yaptığı,
yapılabilecek başka bir şeyin olmadığını anlatmak lazımdı.
"Müdahene"
kavramı işte burada gündeme gelecek ve sisteme karşı yumuşak ve
incitmeyeci sözleri söyleyecek kanaat önderlerinin devreye sokulması
icab ediyordu. Başlarında bulundukları vakıf, dernek, medya vs. türünden
güç odaklarına hükümet tarafından gerekli yardımlar ve kolaylıklar
sağlanarak onların da göbeklerinden sistem içine dahil edilmeleri
sağlanmalı ve bunlar eli ile sistem güzel gösterilmeliydi. Halbuki
sistem Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulmuş ve kişi Kur’an’ın TAĞUT olarak adlandırdığı bir kişi idi.
Yönetim
kademelerindeki dünkü hızlı İslamcılar, bugün T.C.’nin özel bayram
günlerinde ilahlara olan salatın yapıldığı başta anıtkabir olmak üzere,
diğer şehirlerdeki heykellerin önünde kıyama durmaktan geri
kalmamaktadırlar. Peki bu dünkü hızlı İslamcı ağabeyler, dün heykelleri
İbrahim(a.s) gibi kırmaktan bahsederken, neden o heykeller önünde kıyam
durmayı tercih ettiler?
Bunun
cevabı Kur’an’ın bir çok ayetinde saklıdır. Geçici dünya hayatının,
metaının insanlara güzel gösterilmesinden dolayı (ÂL-İ İMRAN 3:14), o
metanın insanlar için cazibe merkezi olmasını ve insanların Ahireti
terketmelerini gerektirecek kadar tatlı olduğunu ancak bu şekil bir
hayat içinde olanlar bilebilir. Ama Allah(c.c); TEVBE 24 ayetini boşuna
indirmemişti.
[009.024]
De ki: «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız,
elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza
giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan
daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık
kimseleri doğru yola eriştirmez.»
Şimdi bunları okuyanların şöyle bir soru sorabileceklerini tahmin edebiliyoruz; "kardeşim
Müslümanlar hep böyle ezik mi dursunlar? Ellerinde güç ve servet
olmasın mı? Başımıza CHP zihniyetinin geçmesi daha mı iyi?” vs.
Tabi
ki Müslümanlar ezik durmasın, ellerinde güç ve servet olsun ama bu gücü
ve serveti Ahireti feda ederek yapmamalıdırlar. Madem Müslümanlar
olarak elimizde bir hidayet rehberi vardır, bu rehber içinde izlememiz
gereken yol haritası yaşanmış örneklik olarak ayetler mevcuttur. O zaman
yaşadığımız hayat içinde olması gereken davranış modelimiz de bu
rehberin içindedir ve bu rehber içindeki KALEM Suresi ve benzeri
surelerdeki ayetlerde Allah(c.c)'nin önerdiği metodun haricinde başka
bir metot izlememesi, önce Elçi’ye sonra bizlere emredilmektedir.
İktidar
nimetlerinden faydalanarak mal ve güç edinmiş olan Müslümanlar, iki
arada bir derede sıkışmış misali; Nebevî metod ile dünya hayatının
tercihi noktasında sıkışmışlar ve Dünya metaını terketmemekte kararlı
görünmektedirler. Peki ne yapmalıyız?
Müslümanlar
olarak; Allah(c.c) bizlere Kitap’ında önerdiği yolu takip ederek,
İslam’a uygun bir hayat sürmemizi emretmektedir. Sürülecek hayat
tarzında, Tağûtî bir sistem içinde yaşayanların o sisteme karşı nasıl
bir duruş sergilemesi gerektiği, Elçi örneklikliği ile mevcuttur. Atamız
İbrahim(a.s) şahsında, bu mücadelenin nasıl olması gerektiği bizlere
öğretilmiştir. Ancak onun kırdığı putların önünde, dünün put kırma
adayları olanların kıyama durmaları düşündürücüdür.
[060.004] İbrahim'de
ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek
vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp
taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a
inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke
belirmiştir.» Şu kadar var ki, İbrahim babasına: «Andolsun senin için
mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi
önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler:) Rabbimiz!
Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.
Müslümanlar olarak, "hedefe varmak için her yol mübahtır" söylemini bırakıp, "hedefe varmak için sadece nebevî metod mübahtır"
söylemine geçmemiz gerekmektedir ki iktidar ile olan imtihanımızda
kayba uğrayanlardan olmayalım. Bizler önce hedefe varmak için çalışmakla
mükellefiz. Bu yolda gerekli olan gayreti gösterdiğimiz takdirde;
Sünnetullah dün nasıl başka Müslümanlar için çalıştıysa, bizim için de
çalışacak ve Allah(c.c)'nin yardımı gelecektir. Biz onun yardımını hak
etmek için her yol mübahtır mantığı ile hareket ettiğimiz takdirde; bu
yardım asla gelmeyecektir.
Allah(c.c); Elçisi’ne, yürüdüğü yolda "ne pahasına olursa olsun başarıya ulaşacaksın"
şeklinde bir emir vermemiş, aksine O’nun çizdiği kurallar çerçevesinde
yoluna devam etmesini istemiştir. Acaba o emirlerin bugün için herhangi
bir geçerliliği kalmadı da makyavelist bir yaklaşım sergilenmesi mi
gerekiyor?
Müslümanlar
olarak yaşadığımız sistemin Tağûtî bir sistem olduğunun fark edilmesi
ve bunun kabulu önceliklidir. Sonraki aşamada, bu sisteme karşı duruşun
nasıl olması gerektiği konuşulmalı ve yol haritası Kur’an baz alınarak
çizilmelidir. Bunun pek kolay olmadığını bilmekteyiz çünkü
terkedemeyeceği çok şeyi olanların, bu tür bir metoda sıcak
bakmayacaklarını bilmekteyiz.
Hicret
olgusu bu bağlamda önemli bir örnekliktir. Herşeyi terkederek Medine’ye
hicret eden Muhacir’e; Ensar kardeşleri kucak açarak herşeylerini
paylaşmışlar ve Mekke’nin fethine giden süreçte önemli rol
oynamışlardır. Ensar ve Muhacir kardeşliğinin yeniden okunarak, sadece
masal olmadığı, yaşanabilecek bir durum olduğu yeniden gösterilmelidir.
Müslümanlar
olarak yaptığımız bir yanlış şudur; sistemin kurumlarını ele geçirerek
sistemi İslamileştirmek gibi bir çaba içinde olduğumuzu öne sürerek,
yaptığımız müdaheneyi haklı göstermeye çalışabiliriz. Ancak yaptığımız
müdahene içinde alenen ŞİRK unsuru taşıyan ritüeller içinde olmamızı geçmişteki "Saray Alimi” denilen; iktidar yanlısı alimler tarafından örtülmeye çalışılması geldiğimiz noktanın acı bir tarafıdır.
"Allah
Rasulü namaz için Kudüs'e dönerken gönlü Kabe'deydi. Önemli olan
gönlünüz dönmesin. Gönlünüz kıblesini biliyorsa mesele değil" diyerek bu ŞİRK’i
masum göstermeye varan sözleri söylemeye cesaret edebilen alimler
olduğu müddetçe; o alimleri taklit eden insanlar Tağutlara karşı bir
söylem üretmeye nasıl cesaret edebilir?
Burada bu sözü söyleyen kişiyi eleştirmemiz; o kişinin şahsı ile alakalı değildir. ALİM
pozisyonunda olan bir kişinin, iktidar ile nasıl bir ilişki içinde
bulunması gerektiğini bizden daha iyi bildiğini düşündüğümüz için, bu
tür sözleri söyleyerek iktidar mensuplarının döndükleri kıbleye cevaz
vermiş olması kabul edilebilecek bir söz değildir.
Müslümanlar
olarak en büyük açmazımız; iktidardaki siyasî partinin kadrolarının
İslamî bir kimlik taşımış olması nedeniyle yönetimlerinin de İslamî
olduğu düşüncesidir. Genelevlerde çalışan kadınların; başörtü takarak
çalışmaları onların yaptıkları işi nasıl meşru göstermez ise, bugün
Tağutî bir düzenin yürütücülerinin sakallı, namazlı veya eşlerinin
başörtülü olmaları sistemi meşru göstermez.
Faizin,
içkinin, zinânın helal sayıldığı bir sistemi yürütenlerin sakallı,
namazlı, abdestli olması, ANKEBUT 45 ayetinde salatın kötülüklerden
alıkoyması şartını onlar için istisna kılmaz. Müslümanlar iktidarda
kalmak uğruna; haramların devamını sağlamaya çalışmalarının hesabı
Ahirette çetin olacaktır.
Mevcut
iktidarın diğer iktidarlardan farklı olarak bazı iyileştirmelerde
bulunması, bizleri sistemin Tağutilikten İslamiliğe geçtiği zannına
kaptırmakta olup, bu tür bir iyileştirme “müdahene" kavramının anlam
alanına girmektedir. Müslümanlar "bayram harçlığı" mesabesinde verilenler ile yetinerek asıl olanı unutmaktadırlar.
Sonuç
olarak; Kıyamet’e kadar sürecek hak-bâtıl mücadelesinde, Hakk’ın
yanında olan bizlerin, bâtıl ile olan mücadele yöntemini Rabbimiz
belirlemiştir. Bu mücadele yönteminde, “müdahene" olarak belirtilen
tavizkar bir tutum içine girilmemesini emretmektedir. Türkiye örneğinde
bu tür tavizkar bir tutum, özellikle AKP iktidarı zamanı içinde iyice
ayyuka çıkmıştır. İktidarda olmanın verdiği avantajı dünya hayatının
geçici metaı olan servete dönüştürerek değerlendirenler için İslamcılık
söylemleri eskide kalmış tatlı bir anı haline gelmiştir.
İktidar
ile imtihan edilme olarak telaffuz edebileceğimiz bu durum; sistemi
sahiplenmeye dönüşmüş ve halinden memnun Müslüman topluluğu meydana
getirmiştir. Tağut denilince “tavuk" denildiğini zanneden Müslümanların gündeminden "Tağutla mücadele"
teriminin yaptığı çağrışım eskilerde kalan hoş anılar olmuştur.
Mücahitlikten müteahhitliğe atlayan iktidar beslemesi Müslümanlar için
sisteme bakış ölçüsü mevcut iktidardaki kişilerin kimlikleri değil
mevcut olan sistemin dayandığı ilkeler olmalıdır. Kur'an bize her konuda
yol gösterdiği gibi Tağuti sistemler ile nasıl mücadele edileceğinin
yönteminide göstermiştir. Eğer Müslümanlar olarak bu sistemden en
azından bir rahatsızlık bile duymamaya başladıysak bizler için azap
vakti gelmiş demektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.