26 Ekim 2016 Çarşamba

Furkan s. 30. Ayeti : Muhammed a.s Kimleri Şikayet Edecek ?

"Resul dedi ki: «Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terk edilmiş  olarak edindiler." mealindeki Furkan suresinin 30. ayeti , Kur'an merkezli düşünceye sahip olanların , rivayet merkezli düşünceye sahip olanlara karşı , onların Kur'anı merkeze almamaları nedeni ile, kıyamet günü Muhammed a.s tarafından Allah c.c ye şikayet edileceklerine dair ortaya koydukları bir ayettir.

Kur'an'ın rivayetlerin gerisinde bırakılarak "Mehcur" (terk edilmiş) bir halde bırakılması elbette kabul edilir bir şey değildir ve Kur'anın önüne kişi , kitap ,ideoloji v.s türünden  hiç bir şey asla geçirilmemelidir. Kur'anın mehcur bırakılmaması gerektiği noktasındaki düşünceler doğrultusunda sözler söylenirken, delil ortaya konan bazı ayetlerin, yazımıza konu etmeye çalıştığımız Furkan s. 30. ayeti gibi maalesef doğru bir delil olarak görmediğimizi söylemek istiyoruz. şöyle ki : 

Furkan suresi 30. ayetinde geçen konuşma, kıyamet sonrası meydana gelecek bir sahneyi anlatmaktadır. Muhammed a.s o sahnede "Kavminin Kur'an'ı mehcur bıraktığını" söylemektedir. Burada dikkat edilmesi gereken "Kavmim" kelimesidir. Muhammed a.s bütün ümmetini değil sadece içinde yaşadığı kavmini şikayet etmektedir. Ümmetini şikayet etmesi gibi bir durum zaten söz konusu olamaz.

Muhammed a.s ın şikayetçi olduğu kimseler , yaşayan bir elçi olarak , yaşadığı zaman ve mekan ile sınırlı olup , vefatı sonrası gelecek olanlar ile ile ilgili olarak herhangi şahitliği olamayacağı için , dolayısı ile şikayetçi de olamayacaktır. 

Bu yazıyı yazma amacımız bir kaygımızı dile getirmeye çalışmak amaçlıdır şöyle ki : Muhammed a.s ın kıyamet günündeki şikayeti olan ayetin, bugün Kur'anı terk edenler için delil olarak sunulması , Muhammed a.s ın şahitliğinin kıyamete değin sürüyor olması iddiasını da beraberinde getirecektir. Böyle bir iddianın temelinde rivayet kültürünün ürettiği , onun ölmediği , kıyamete kadar hayatiyetinin devam ederek , ümmeti üzerinde gözcülüğünün devam edeceği düşüncesi yatmaktadır.

Kur'an merkezli düşünce sahipleri olarak , bugün Kur'anı terk edilmiş bırakanlara karşı bu ayeti delil olarak sunmak demek , bir bakıma rivayet kültürünün üretmiş olduğu , Muhammed a.s ın ölmediği düşüncesini kabul etmek anlamına gelecektir. 

Bu kaygıya binaen , Kur'an merkezli düşünce sahiplerinin , bugün Kur'anı terk edilmiş bırakan insanlara karşı bu ayeti delil olarak sunmalarının yanlış olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Çünkü Muhammed a.s ın şikayet edeceği kimseler "Kavmim" olarak ifade ettiği insanlar olup , yaşadığı zaman ve mekan içinde muhatap olduğu kimselerdir. 

Böyle bir düşünce serdetmiş olmamız , bizim tarihselcilik düşüncesine sahip olup olmadığımız sorusunu akıllara getirebilir. Tarihselcilik veya Evrenselcilik adlı ideolojilerin hiç birinin taraftarı olmadığımızı hatırlattıktan sonra , Kur'anın bazı ayetlerinin doğru anlaşılması ilk önce o ayetlerin tarihsel bağlamının anlaşılmasından geçtiğini söylemek isteriz. Tarihsel bağlamı göz önüne alındıktan sonra o ayetin bize dair bir mesajı olup olmadığı konusu üzerinde konuşulabilir. 

Eğer bir ayet bugün bizim için herhangi bir mesaj içermiyor ise , o ayeti evrenselcilik adına illaki bugün içinde geçerli olması gibi zorlama te'vil içine sokmanın gereği de yoktur . Furkan s. 30. ayeti , Muhammed a.s ı yaşadığı hayat içinde muhatap olduğu ve Kur'ana iman etmeyen kişiler hakkında böyle bir şikayette bulunacaktır. Bu ayeti evrenselleştirmek adına, şikayetin tüm zamanlarda yaşayan Kur'anı terk edilmiş bırakanlara dair olacağı düşüncesi başka yanlışları beraberinde getirmesi gibi bir sakınca ortaya çıkardığı için , bu ayetin bugün rivayet kültürünü öncelleyen insanlara karşı bir silah olarak kullanılmasının yanlış bir delillendirme olacağını söylemek istiyoruz. 

Sonuç olarak : Muhammed a.s ın kıyamet gününde , kavmini Kur'anı mehcur bıraktığı gerekçesi ile şikayet edeceğini beyan eden Furkan s. 30. ayetinin bugünkü tartışmalarda kullanılması bir takım problemleri beraberinde getirmektedir. Muhammed a.s ın şikayetinin evrensel bir zaman için geçerli olduğunu iddia etmek anlamına gelen bu ayetin bugün kullanılması , Muhammed a.s ın şahitliğinin bizleri de kapsadığını iddia etmek anlamına gelecektir. 

Muhammed a.s ın şahitliğinin kıyamete değin olduğu düşüncesi , rivayet kültürünün üretmiş olduğu ve Kur'an'dan onay almayan bir düşüncesi olması nedeniyle , Kur'an merkezli düşünce sahipleri tarafından bu şahitliğin bizler içinde geçerli olduğu düşüncesini taşıması açısından , Furkan s. 30. ayetinin bazı kimselerin elinde silah olarak kullanılması, bu silahın geri teperek sahibini vurması anlamına gelecektir. Bu ayetteki şikayetin bugüne de şamil olduğunu düşünmek Muhammed a.s bizleri de gördüğü , işittiği anlamına gelecektir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.

25 Ekim 2016 Salı

SALATI iKAME ETMEK : Dünyanın Kurtuluşunun Reçetesi

Yaşadığımız dünyadaki insanların içinde bulunduğu ekonomik ,sosyal ve siyasal v.s bakımdan yaşamış oldukları sıkıntılı durumları  hastalık olarak niteleyecek olursak , bu hastalığın reçetesi , kendisinden "Şifa" olarak bahsedilen Kur'an içinde mevcuttur. Ancak bu kitabın şifa olabilmesi , bu kitabı elinde bulunduranların , dünya üzerinde yaşayan insanların, bu gibi sorunlarını bilmesi , farkında olması ve bu sorunların çaresinin bu kitap içinde olduğu bilincine sahip olmasından geçmektedir. Sorunların farkında olmayan insanların , sorunlara çözüm araması gibi bir dertlerinin olamayacağı da muhakkaktır.

Ne acıdır ki , kendisini Kur'ana iman edenler olarak niteleyen insanların büyük çoğunluğu , ellerindekinin reçete olmasını, sadece o reçeteyi okumak olarak anladıkları için , hastalıkların çaresinin bazı ayetlerin hasta olanların üzerine okumak ile Kur'an'ın şifa olacağını ummaktadırlar. Sorunlara çözüm olmak şöyle dursun , çözüm üretmesi gereken bir topluluk olarak biz Müslümanların büyük çoğunluğu , din adına sahip olduğumuz bilgi ve düşünceler ile sorunun ta kendisi durumundayız.

Bugün dünyanın içinde bulunduğu her türlü bunalımın çaresi bu kitap içinde mevcut bulunmasına rağmen , "İnsanlar içinde çıkarılmış en hayırlı ümmet" (3.110) olarak , "İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak" ile görevli olan bizlerin omuzlarındaki yükün ağırlığı maalesef farkına varılmamakta , Kur'an denildiği zaman bir çoğumuzun aklına , Arapça metninin okunarak sevap kazanılacağı , abdestsiz el sürülemeyeceği , anladığımız dilden okumanın insanı saptıracağı gibi sapkın düşünceler ile aşılması güç duvarlar örülmüş bir kitap gelmektedir. 

Biz Müslümanların önce kendimizin elinde olanın değerini anlamamız ve içindeki muhteviyatın , dünya gerçekleri ile olan ilişkisini kurarak , önce kendimizi yenilemek , sonra dünyayı yenilemek hareketi içinde girme zorunluluğumuz vardır. Kendimizi yenilemenin ilk basamağı , kitap içinde bir çok yerde geçen "Salatı ikame etmek" emrinin, önce ne anlama geldiğini öğrenmek , sonra bu anlamı hayata geçirmek mecburiyetindeyiz. Salatın dosdoğru ikame edildiği bir dünyada , şu anda yaşanan sıkıntıların yok denecek düzeye inmemesi mümkün değildir.

Salatı ikame etmenin ilk basamağı , Kur'an'da bu deyimin geçtiği ayetlerin çevirisinde yapılan yanlışın ortadan kaldırılması ile olması gerekmektedir. Salat , Kur'an'ın en önemli kavramı olmasına karşın , sadece namaza indirgenerek anlam buharlaştırılmasına uğramış bir kavramdır. Bu kavramı en geniş anlamı ile "KULLLARIN YAŞADIKLARI HAYAT İÇİNDEKİ SORUMLULUKLARINI YERİNE GETİRMESİ" olarak tarif ettiğimiz zaman , bu kavram belirli zaman ve mekana hapsedilmiş dar bir anlamdan kurtularak geniş bir anlama kavuşacaktır.

Elimizdeki Kur'an meallerinin büyük çoğunluğunda bu kelime "Namazı dosdoğru kılmak" olarak çevrilmiş , bu emirden kast edilen şeyin ise namazın şeklinin dosdoğru olması anlaşılarak , ciltlerce ilmihal kitapları yazılmıştır. Halbuki salatın sadece namaza indirgenmeyerek , daha geniş bir anlama sahip olduğu , bu anlamın ise insan olarak yapmamız gereken tüm vazifeler olduğu öğretilmiş olsaydı , bugün Müslümanların ve diğer dünya insanlarının bu zelil durum içinde olmaları mümkün değildi.

Din denildiği zaman , bir çok kimsenin aklına, tapınaklarda icra edilen bir takım ritüeller , din adamları denilen ve insanların dini onlardan öğrenmeleri gereken bir sınıf gelmektedir. Halbuki din denildiği zaman , Kur'an'da "İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak" şeklinde özetlenen fiiller gelmiş olsaydı , bu din ne tapınaklara sıkışmış ne de din adamlarının elinde oyuncak haline gelmiş bir sömürü aracı olmaya mahkum kalmazdı.

Kur'an yaşanan hayatlardan örnekler vererek yaşanacak olan hayatlara ve o hayatları yaşayan insanlara öğütler veren bir kitaptır. Bu gerçek maalesef algılanamadığı için , bu kitap sadece, dokunulmazlığa sahip bir "Kutsal Kitap" , herkesin anlayamayacağı , bazılarının anlatması ile anlaşılabilen bir kitap olarak muamele görmekte, ve hayatın gerçeklerine dair bir şeyler söylemiş olabileceği akla dahi gelmemektedir.

Dini özel kişilerin elinde bırakılması gereken teolojik bilgiler yığını olarak gören kesimler ile, dinin kendi ellerinde olmasını isteyen din adamları sınıfı var oldukça , orta çağ Avrupası'nda yaşanan ilkelliklerin bir benzeri İslam dünyasında yaşanmaya devam edecektir. Ayakkabısını bağlamaya hangi ayaktan başlanması gerektiğini soracak kadar cahil insanlar, bu sorulara cevap vermek için vaktini harcayan hocalar bu topraklarda var oldukça , insanlık bırakın düze çıkmayı , daha dibe doğru batacaktır.

Din adamları denen sınıf , binlerce yıldır hayatiyetini her dinin içinde bulunmak sureti ile, dünya yüzünde sürdürmektedir. Bu sınıf İslam dünyası içinde de bulunmakta , mutlu ve mesut bir halde, insanlar üzerindeki karizmatik yapılarını  sürdürerek , onlar üzerinde maddi ve manevi faydalar elde etmeye devam etmekte , bir çok Müslüman ise kendilerini bu sınıfa mahkum olarak görerek, onların tahtlarını daha da sağlamlaştırmaktadırlar. 

Bu sınıfın İslam dünyası içindeki yeri, diğer dinlerdeki din adamları sınıfından geri değildir. Özellikle tarikat yapılanmaları biçiminde kendisini gösteren oluşumlarla güçlenen bu sınıfın hegemonyası , insan üstülük yalanları ile daha da güçlenmiştir. Din büyükleri olarak bilinen bu kişilerin menkıbeleri , sohbetlerin ana konusu olup , dinin esas konuşulması gereken konuları gündeme bile getirilmeden hikaye , menkıbe ve masallarla insanlar uyutulmaktadır.  

İslam dünyasının artık üzerindeki ölü toprağını atarak salatın ikamesinin gereklerini yerine getirmesi gerekmekte , İslamın da dünyanın gidişatına dair söyleyecekleri olduğunu öğrenmelidirler. 

İnsanlara faydalı olmak , kimsenin hakkını gasp etmemek , yetim hakkı yememek , kimsenin can , mal , ırz ve namusuna göz dikmemek gibi insanlığa ait bütün artı değerleri yerine getirmek salatın ikamesi anlamına gelecektir. Bugün insanlığın içinde bulunduğu sıkıntıların kaynağı salatın zayi edilmesi sonucu ikame edilmemesinden kaynaklanmaktadır. 

Hac s. 78. ayeti bizi bize tanıtan , ne olduğumuzu ve ne olmamız gerektiği öğreten , bize yol haritamızı gösteren bir ayetlerden bir tanesidir.

[022.078] Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim'in dininde (de böyleydi). Resul'un size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size «müslümanlar» adını verdi. Öyle ise salatı ikame edin; zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!

Din hususunda üzerimize hiç bir zorluk yüklemeyen Allah c.c ye karşı , Allah c.c adına konuştuğunu iddia eden din adamları , insanlara Müslüman olmak adına yüklediği zorluklar ile bu dini yaşanmaz hale getirmişlerdir. 

Resul'ün şahitliğine yani onun dini yaşama örneğine baktığımızda , bugün din adamları sınıfının insanlara anlattığı din ile alakası olduğunu söylemek mümkün değildir. Resul'ün şahitliğini yaptığı din'de , zulme ve küfre karşı çıkmak , Allah c.c nin dışında hiç bir yaşam kuralı koyucusu tanımamak , haksız yere hiç bir cana kast etmemek , kimsenin ırz , namus ve malına göz koymamak, infak ,sadak , zekat gibi sosyal yardım kurumları gibi insan olmanın gereklerini yerine getirmek varken , din adamlarının dinin'de o peygamberin mucizeleri , menkıbeleri , sidiğinin , tükürüğünün şifa olduğu , Allah c.c ile ortak bir ilahlığı gibi yalan ve iftiralar bulunmaktadır.  

Elçilerin tamamı , yerleşik sistem içindeki yanlışlara canları pahasına karşı çıkarak , cehennem ateşinden kurtulmak için , dünyada ateşlere atılmayı göze alırken , din adamları sınıfı yerleşik sistemler ile kol kola girerek, o sistemlerin ayakta kalması için her türlü fetvayı verebilecek , onlarla müdahene içine giren bir din anlayışını insanlara empoze ederek , dünya hayatlarında maddi ve manevi yönden inanılmaz bir güce sahip olmaktadırlar.

Bizler insanlara olan şahitliğimizi din adamları tarafından anlatılan sahte din ile değil , elçiler tarafından YAŞANAN ve ÖĞRETİLEN gerçek ile yapmak zorundayız. Elçilerin yaşadıkları ve öğrettikleri din'in özeti "Salatı ikame" deyimi içinde mevcuttur. Salatı ikame etmenin ne demek olduğu olayı sadece namaza indirgemiş (namazı ret ettiğimiz anlaşılmasın), meal veya hocalardan değil , elçilerin yaşantısının örneklerinin anlatıldığı kitabın içinden öğrenilecektir.

Musa a.s salatını , Firavuna karşı çıkmakla , İbrahim a.s salatını kavminin putlarını kırmakla , Şuayb a.s salatını ölçü ve tartıda haksızlığa karşı çıkmakla , Lut a.s salatını kavminin ahlaksızlığına karşı çıkmakla , Muhammed a.s salatını Mekke kodamanlarına karşı çıkmakla , hasılı bütün elçiler yaşadıkları toplum içindeki yanlışlara müdahele ederek, doğruları ikame etmeye çalışmak ile şahitliklerini yerine getirmişler , bizlere de şahitliğimizi nasıl yapmamız gerektiğini öğretmiştir. 

Şair Sezai Karakoç'un dizelerinde yer aldığı gibi , bize mermer putların nasıl kırılacağını öğreten atamız İbrahim'in şahitliğini, yeşil sarıklı ulu hocalar öğretmeyerek , bizleri mermer putlar önünde secde etmenin cevazına dair fetvalarla şirklerine ortak etmişlerdir.

Sonuç olarak : Salatı ikame etmek , insan olarak gerekli olan bütün artı değerleri bünyesinde barındıran bir emirdir. Allah c.c bizleri "Hayırlı ümmet" olarak vasıflandırarak , insanlar arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğine dair bilgileri elçileri aracılığı öğretmiş , bizlere düşen elçilerin örnekliğinde bu şahitliği devam ettirmektir.

Dünyanın içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtuluş , zayi edilen salatın yeniden ayağa kaldırılması ile gerçekleşecektir. Ancak bu durumun gerçekleşmesi için , önce Müslümanların salatın anlamını doğru öğrenmeleri , bundan sonra bu anlamı hayatlarına ikame etmeleri ile mümkün olacaktır. 


Teklif ettiğimiz yöntemin gerçekleşmesinin uzun bir süreç gerektirdiğini bilmekteyiz. Ancak kafirlerin bile yüzlerce yıl sonrası için planları bugünden yapmaları , insanlık için ortaya konulan projelerin kısa sürede gerçekleşmeyeceğini bildikleri içindir. Bizler de , insanlık adına yapmamız gereken şahitliği yerine getirebilmemiz için, zayi edilen salatın yeniden ayağa kalkması ve uzun bir sürenin geçmesi gerekiğini bilmekteyiz. 

Teklif ettiğimiz şeyin örneğinin daha temeli bile atılmamış , fakat yapılması gereken yüzlerce katlı bir bina örneği gibi olduğunu bilmekteyiz. Bizler şu anda böyle bir binanın yapılması gerektiği düşünerek , sonraki gelecek olanlara binanın temelini atmak , daha sonrakilere ise birer tuğla koyarak binayı yükseltmek düşmektedir. 

Herkes yaşadığı zaman içinde şahitliğinin gereğini hakkı ile yerine getirecek olduğu takdirde , dünyanın beklediği gerçek kurtuluş İslam ile gerçekleşecektir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.

24 Ekim 2016 Pazartesi

Kur'an'da Namazın Kendisini ve Şeklini Aramak

"Kur'an'da namazı aramak" şeklindeki söylem , son yıllarda Kur'an'ın halk arasında daha fazla yaygınlaşması sonucunda ortaya çıkan "Kur'an Merkezli Din" anlayışının ortaya çıkardığı , rivayetlerin örttüğü din algısından kurtulmak isteyenlerin dilinde gezen bir söylemdir. 

Bu söylem ağırlıklı olarak Kur'an merkezli din anlayışına sahip olan 2 farklı gurubun söylemi olarak karşımıza çıkmaktadır. 

1- Kur'ana iman ettiğini söyleyen fakat namazın, bu kitap içinde abdestin tarif edildiği gibi edilmediğini delil olarak sunarak, böyle bir ibadetin olmadığını, hatta eda etmenin dahi , şirk olduğunu söyleyenler.
2- Namazın Kur'an'da olduğunu kabul eden , fakat şekli olarak bu ibadetin Kur'ana göre yeniden şekillenmesi gerektiğini düşünerek, namazların vakit ve rekatları konusunda düzenleme yapmaya çalışanlar.

Salat kavramının namazı da içine alan geniş bir anlamı olduğunu unutmamakla beraber , yazının çerçevesi salat kavramı değil , namaz hakkında farkı düşüncelere sahip olan 2 gurubun düşüncelerini değerlendirmek ile sınırlı olacaktır. 

Kur'an'da namazın kendisini arayan , fakat bulamadıklarını söyledikleri için bu ibadeti eda etmediklerini , hatta bu ibadeti eda etmenin şirk , eda edenlerin ise müşrik olduğunu iddia edenlerin hataya düştükleri nokta  şurasıdır: 

Bir kimseye yapması gereken bir işin tarifi , eğer o işi daha önce hiç yapmamış , o iş ile ilgili olarak hiç bir şey görmemiş , okumamış , duymamış ise yapılır. Daha önce o konuda ön bilgisi olan bir kimseye , yapacağı işi yeniden tarif etmenin bir gereği yoktur. Bu kişi eğer bildiği işte bir eksikliği veya yanlışlığı varsa o eksiklik veya yanlışlık nerede yapılıyor ise, hatırlatılarak o yanlışı ve eksiği giderilmeye çalışılır.

Kur'an'da "Salat" adı ile , bizim dilimizde ise "Namaz" olarak bilinen şekilsel ibadet, ilk defa Kur'an ile hayat sahasına çıkarılmış ve emredilmiş bir ibadet değildir. Bu ibadet ne sadece Arapların , ne de sadece belirli bir ırk'ın ibadeti değil , binlerce yıllık insanlık tarihinin kadim bir ibadetidir. 

Namaz kelimesinin Türkçe değil , farsça olduğu ve bu kelimenin "Ateş önünde eğilmek" anlamından dolayı, yapılan eylemin şirk olduğu , Kur'an'da namazı bulamadıklarını iddia edenlerin bir iddiasıdır. "Şöför" kelimesi , dilimize Fransızcadan geçmiş olduğu halde bu kelimeyi kimse inkar etmemekte , daha bir çok kelime yabancı dillerden dilimize geçmiş olduğu halde kullanmaya devam etmekteyiz. Kelimelerin nereden geldiği değil , duyulduğu anda zihinde neyi çağrıştırdığı önemlidir.

Namaz kelimesinin farsçadan dilimize geçmiş olması , bu ibadetin aslında kadim bir ibadet olduğunun göstergesidir. Farsların ateş önünde yaptıkları ritüelin adına "Namaste" demiş olmaları bu ibadetin insanlığın ortak hafızasının bir ürünü olduğunu göstermektedir. Bir ibadetin ateş önünde yapılmasından , o ibadetin ilk ihdas edildiği andan beri ateş önünde yapıldığını anlamak değil, sonradan aslı bozularak ateşin önünde yapılmaya başlanmış bir ibadet olarak anlamak gerektiğini düşünüyoruz. 

Namaz ibadetin kadimliği , namazı şirk olarak görenlerin sundukları delillerden bir tanesi de, binlerce yıl öncesi yapılmış olan, namaz kılan insan heykel ve figürlerinin olduğu arkeolojik bulgulardır. Namaz ibadetini ret edenlerin , bu redlerinin kaynağı olarak gösterdiği arkeolojik bulgular , aslında namazın kadim bir ibadet olduğunun en büyük delilidir. Bu kimseler, arkeolojik bulguları delil olarak göstermek sureti ile namazı yok saymakla büyük bir hata yaparak, kendi delilleri ile kendileri kapana sıkışmakta ve, kurşunu karşı tarafa değil , kendi ayaklarına sıkmaktadırlar.

Kadim bir ibadet olması nedeniyle namaz, Kur'an öncesi bilinen ve uygulanan bir ibadet şekli olarak Mekke müşriklerinin de uyguladıkları bir ibadet şekli idi. Kur'an bundan dolayı bu ibadetin şeklini şemalini tarif etmek yerine , uygulamadaki yanlışların üzerinde durmuştur. 

Uygulamadaki yanlışlıklar elbette şekli yanlışlıklar değil , bu namazın ifade ettiği yerine getirilmesi gerekli olan kulluk görevi anlamındaki yanlışlıklar idi . Kıyam - Rüku - Secde'den ibaret olan ve insanların "İlah" olarak tanımladıkları, her ne veya kim olursa olsun , onu ilah olarak kabullerinin şekli bir ifadesinin bir gösterisi olan Arapça ismi salat , dilimizdeki ismi namaz olarak bilinen ibadet , Mekkelilerin ilah olarak bildikleri Allah c.c dışındaki putlara has kılındığı için doğru bir şekil, fakat yanlış bir uygulama olarak ifa edilmekte idi.

Kur'an , doğru bir şekil, fakat yanlış bir uygulaması olan bu ibadeti, asli boyutuna çekmek amacı ile gelmiş, ve bir çok ayet , müşriklerin salat hakkındaki yanlış uygulamalarını eleştirmek ve doğruyu ikame etmek üzere inmiştir. Namaz, elbette sadece şekillerini uygulamak ile ifa edilen bir ibadet değildir. Namaz ,kulluğun kime yapıldığının bir dışa vurumu olan sonuçtur. İlah olarak tanınanlara karşı yapılan bu tazim gösterisi maalesef Müslüman hayatında sadece şekle indirilerek asli boyutundan uzaklaşmış bir hale , yani Mekke dönemi Kur'an öncesi durumuna düşmüştür. 

Günümüzde bir çok Müslüman, namazı sadece şekli olarak eda etmekte , gerçekte ise Allah c.c dışında bir çok ilahlar edinerek , Allah c.c nin hayat içinde yaşam kuralı koyma yetkisini başkalarına vermiştir.

Yani namaz, ilah olarak kim tanınıyor ise , o tanımanın bir sonucu olarak yapılan bir ibadet  şekli olup , namazın Kur'anda olmadığını iddia edenlerin delil olarak sundukları, binlerce yıl öncesi yapılmış olan heykel ve figürlerdeki rüku veya secde eden insanların putlara secde veya rüku etmelerine dayanarak , "Namaz bir müşrik ibadetidir"şeklindeki söylem çok yanlış olup , o heykel ve figürler , zaman içinde salatın asli boyutu olan, sadece Allah'a has kılınmasını bırakarak , tıpkı Mekke müşriklerinde olduğu gibi putları ilah olarak tanıyarak , salatlarını onlara has kılan insanların yaptıkları heykel ve figürlerdir.  

Bu heykel ve figürler veya farsların ateş önündeki tapınmaları ,aslında namazın, insanlığın kadim bir ibadeti olduğuna dair  bir delil olarak görülmesi ve asıl olan, namazın Allah c.c yi ilah olarak tanımak, ve ona has kılınması olduğunun bilincinde bir düşünceye sahip olunması gerektirirken , Kur'anın insanlık geçmişini dikkate alan bir arka planı olduğunun unutularak okunması sonucu , geçmişteki harici zihniyeti yeniden hortlamış , kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak tanımlayan bazı gurupların içinde yeniden neşvünema bularak , doğruları yanlış , yanlışları doğru görmek sureti ile kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir etmekten çekinmeyen bir cahil cesareti içine düşmüşlerdir. 

Bu kimseler Kur'anı bir ilmihal kitabı olarak görerek , kılacakları namazın en ince ayrıntılarına kadar içinde yazması gerektiği gibi istek içindedirler. Bunları Kur'an içinde bulamadıkları için "Madem yazmıyor öyleyse yoktur" şeklinde bir mantıkla yaklaşarak binlerce yıllık gerçeği bir kalemde silebilmektedirler. 

Kur'an namazın bilinmediği değil , yanlış olarak icra edildiği bir topluma inmiş olması nedeniyle , doğrulara dokunmadan yanlış olanı düzeltmek gibi bir amaca sahiptir. Bugün tartışılması gereken şey , bu ibadetin olup olmadığı değil , içinin yeniden nasıl Kur'ani bir biçimde doldurulması gerektiği olmalıdır. 

Kur'an'ın isimlerinden bir tanesi de "Ezzikr" (hatırlatma) dır. Bu isim insanların bildiği, fakat zaman içinde bir şekilde unutularak yanlışa düşülen noktaları hatırlatarak , doğruları bildiren bir kitap anlamındadır. 

Bu guruptaki insanların en başta gelen argümanı "Bir şey Kur'an'da yazmıyor ise demek ki yoktur" şeklindedir. Hatta konu ile alakası olmayan Enam s. 38. ayetini sadece o ayet içinde "Kitap" geçiyor diye , o kitabı Kur'an zannederek , "Bak Kur'anda hiç bir şey eksik değilmiş" diyerek delil olarak getirmektedirler. Enam s. 38. ayetinde geçen "Kitap" kelimesi , Kur'an anlamında değil , Allah c.c nin varlıklar üzerine koyduğu yasa anlamındadır. Yani her şeyin üzerine konul bir yasası vardır anlamındadır. 

2. gurup ise , namazı kabul etmekte , fakat namazın yaygın olan rekat , vakit ve şekli konusunda yeniden bir takım düzenlemelerin içine girenlerdir.

Öncelikle şu noktayı itiraf etmekte yarar görmekteyiz. Namaz olarak bildiğimiz ibadet , bugün için asli boyutu terk edilmiş , sadece şekle indirgenmiş , ilmihal kitapları ile ayrıntıya boğulmuş bir vaziyettedir. Hiç bir kitap, namazın Kur'ani boyutunu öne çıkarmadan , elin , parmağın, belin , başın , ayağın alması gereken şeklin milimetrik hesapları ile uğraşarak , bir çok Müslümanın "Acaba doğru mu yapıyorum" , "Acaba namazım kabul oldu mu" şeklinde kuruntulara düşerek, onların psikiyatrik hastalıklar boğuşmasına sebep olmaktadır.

2. guruba mensup olanların, bu geleneksel yanlışlara karşı tepki olarak , namazı yeniden tarif etmeye çalışmak gibi bir düşünce içinde "Kur'an'da namazın şekli" başlığı altında bazı çalışmalara girdiklerine şahit olmaktayız. 

Bu çalışmalarda yanlış olarak gördüğümüz nokta şu dur : Namazın vakti ve rekat adedi konusunda bir takım düşünceler içine girerek , vakit ve rekatların yeniden Kur'ana göre belirlenmesi konusu , bu guruptaki insanların en fazla ilgilendikleri konudur. 

"Kur'an'da namaz vakitleri" başlığı altında yapılan çalışmalara baktığımızda Kur'ana göre  çıkarılan namaz vakitlerinin 1-2-3-5-7 olarak yapıldığını görmekteyiz. Bu çıkarımları yapanların hepsi de , bu vakitleri Kur'an'dan çıkardıklarını iddia etmektedirler. Ortada bir tek Kur'an vardır, fakat bir çok farklı namaz vakti çıkarımı yapılmaktadır. 

Kur'an hakkında bir ayet ile ilgili olarak kişiler tarafından farklı yorumlar yapılabilir. Bu yorumlar, kişilerin bilgi ve bakış açılarına göre değişkenlik arz edebilir. Bu yorumların yanlış ve doğru olma ihtimalleri her zaman bulunmaktadır. Ancak namaz vakti gibi belirli vakitlerde farz olarak yazılmış bir ibadetin (Nisa s. 103) kesin olarak bilinmesi ve örneğin domuz etinin haramlığı gibi hiç bir şekilde farklı bir görüşün çıkmaması gereken bir konuda , kişiler farklı çıkarımlarda bulunmaktadırlar. 


Kur'anı en doğru anlayan kişi Muhammed a.s olduğuna , hayatta olduğu zamanda bu ibadetin şu anda vakit ve rekat sayısı ile aynı yapıldığını düşündüğümüz zaman , eğer bu konularda yapılan bir yanlış varsa , vahiy ile uyarılması gerektiğinden yola çıkarak, vakit ve rekat konusunda yapılan farklı çıkarım çalışmalarının vakit kaybı ve abesle iştigal olduğunu söyleyebiliriz.

Birisi kalkıp , "Namazın rekat ve vakit sayısı olarak bugün olduğu gibi Muhammed a.s dan beri aynen geldiğine dair kesin bilginiz nedir ?" şeklinde sorduğunda , şimdiye kadar her konuda ihtilaf halinde olan Müslümanların, ittifak ettikleri konuların başında namaz rekat ve vakitlerinin geldiğini , dolayısı ile bu ittifakın ameli tevatür olarak bizlere bu konuda bilgi verebileceğini söyleyebiliriz.

Namaz rekatları konusu  , 2. guruptaki kimselerin ilgi alanı dahilinde olan konudur. Kur'an'da ".....namazı ....rekattır" şeklinde herhangi bir bilgi bulunmadığını söylemekle birlikte , Nisa s. 102. ayetini delil alarak , bütün namazların 2 rekat olması gerektiğini iddia etmenin tarafında da olmadığımızı söylemek istiyoruz. 

İlmihal kitaplarında namazın rekatlarının farz olduğu konusuna katılmamakla birlikte , namazın birleştirici yönünün dikkate alınarak , şu ana kadar ameli tevatür şeklinde gelen rekat sayılarının Kur'ana zıt olan bir yönünün bulunmaması nedeniyle, bugün farz olarak halk arasında bilinen rekat sayılarının aynen korunarak namazın bu rekat adetleri ile eda edilmesinin daha doğru olacağını düşünmekteyiz.

Vakit konusu da aynı şekilde düşünülebilir. Kur'an'dan namaz vakitleri çıkarma çalışmalarının bu kadar farklı çıkarımlara yol açmasının bu konuda çalışma yapılan ayetlerin net bir çıkarıma izin vermemesidir. Ameli tevatür dediğimiz yüzlerce yıldır süregelen , ve Müslümanların bir çok konularda fikir ayrılığına düşmesi bir tarafa vakit ve rekat konularında ihtilafa düşmemiş olmaları bu konuda ameli tevatürün uygulanabileceğini gösterebilir. 

Bugün Kur'an merkezli din söylemi adına yola çıkanların namaz hakkında yapması gereken çalışma , geleneğin ilmihal çalışmalarına alternatif ilmihal çalışmaları değil, namazın insan için ifade etmesi gereken Kur'ani anlamının ne olduğunun ve namazın toplum üzerinde olması gereken işlevinin öğrenilip anlatılmasıdır.

Çünkü bugün namaz , tıpkı Mekke toplumunun Kur'an öncesi yaptıkları kuru bir ritüele dönüşerek , Allah c.c yi tek olarak bilmenin gösterisi olması işlevini kaybetmiştir. Kur'anı tevhit merkezli bir okuma yöntemine tabi tuttuğumuzda namaz , Allah c.c dışındaki sahte ilahların ret edilerek , sadece onun kurallarının hakim olduğu bir toplumun yaptığı şuurlu bir tevhit gösterisi haline dönüşecektir. 

Sonuç olarak : Kur'an'da namazın olmadığı iddia edilerek, bu ibadetin bir müşrik eylemi olduğuna dair getirilen deliller , aslında namazın kadim bir ibadet olduğunun açık bir delilidir. Namaz olarak bildiğimiz ibadet , kişinin ilah olarak kabul ettiği bir varlığa karşı yaptığı tazim gösterisidir. Bu tazimin asıl olması gereken mercii Allah c.c olması gerekir iken , tarih içinde gelişen olaylar , bu ibadetin yanlış kişilere has kılınmasını beraberinde getirmiştir. Farsların ateşin önünde secde etmeleri ve buna namaz demeleri , veya heykel ve figür şeklinde binlerce yıl öncesine ait bulunan eserler , bu namazın şirk' e dönüşmüş halinin resimli bir anlatımıdır. 

Kur'an öncesi Mekke toplumu böyle bir arka plan dahilinde Kur'an ile tanışarak , yaptıklarının şirk olduğu kendilerine hatırlatılmış , olması gereken tevhidi boyutu Muhammed a.s örnekliğinde öğretilmiştir. 

Namazın ilmihal boyutundan çok, bu ibadetin tevhidi yönüne dikkat çeken Kur'anın bu yönü , zaman içinde unutularak , namaz şekli bir ibadet haline getirilerek ciltler dolusu ilmihal bilgileri ile içi boşaltılmıştır. Kur'an merkezli düşünce söylemi etrafında toplanan bir kısım insanın , yeniden namazı keşfederek ilmihal çalışmalarına girmesi , alternatif ilmihal çalışmaları olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. 

Bugün namazın bize lazım olan önemli tarafı , bu namazın kişiler ve toplum boyutunda bir tevhit eylemi olduğunun yeniden hatırlanması olmalı ve bu önem etrafında çalışmalar yapılmalıdır.

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.

           

23 Ekim 2016 Pazar

Nisa s. 64. Ayeti : Muhammed a.s Bizim İçin Bağışlanma İsteyebilir mi ?

Hristiyanların İsa a.s hakkında uydurdukları yalan ve iftiraların bir benzeri ne yazık ki, İslam düşüncesi içinde de  neşvünema bularak , Muhammed a.s insan üstü bir seviyeye çıkarılmış , onun insan üstülüğü merkeze alınarak ,hakkında bir çok yalan ve iftiralar üretilmiştir. Üretilen yalan ve iftiralardan bir tanesi , onun ölmediği , kabrinde diri olduğu hatta namaz dahi kıldığı gibi daha bir çok yalan ve iftira, özellikle rivayet kültürünün hakim olduğu din algısına sahip olan kesim tarafından kabul edilmektedir. 

Onun ölmediğine dair bazı ayetlerin delil olarak sunulması, daha feci bir durumdur. Herhangi bir konuda delil getirmek için ön kabullerden sıyrılınması gerektiğinin  , rivayetler kanalı ile dine sokulmuş olan bazı fikirlerin desteğinin, Kur'andan aranması çalışmalarını gördüğümüzde, ne kadar önemli olduğu bir kere daha ortaya çıkmaktadır. 

Konumuz ile ilgili ayetin meali şöyledir : 

[004.064]  Biz resulden hiç kimseyi ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah'tan bağışlama dileselerdi ve resul de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah'ı tevbeleri kabul eden, esirgeyen olarak bulurlardı.

Bu ayetin Nisa s. 60. ayetinden başlayan bir bağlamı bulunmaktadır. İman ettiğini iddia ettikleri halde , imanlarının gereğini yerine getirmeyen münafıkların yaptıklarını konu alan bu ayetlerin 64. de , o münafıkların yaptıklarından pişman olarak Muhammed a.s a gelip , pişman olduklarını Allah c.c ye tevbe ederek beyan ettiklerinde , bu tevbelerine karşılık , Muhammed a.s ın da onlar için Allah c.c den bağışlama istediği takdirde Allah'ın onları af edeceği bildirilmektedir. 

Bir kimsenin yaşayan bir kimseden kendisi için dua istemesi veya dua etmesi ,yanlış bir şey değildir. Böyle bir dua istediğini , Yakup a.s ın oğulları babalarından istemekte ve babaları oğullarının bu isteğini kabul etmektedir. Yine bir çok ayet Muhammed a.s a iman edenler için istiğfar etmesini öğütlemektedir.

[012.097]  (Çocukları da:) «Ey babamız, bizim için günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten hataya düşenler idik» dediler.
[012.098]  O şöyle cevap verdi: «Sizin için Rabbimden af dileyeceğim. Gerçekten O gafurdur, rahîmdir.»

[047.19 ] Şimdi şunu bil ki, Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. Bil de günahına, inanan erkeklere ve inanan kadınlara bağışlanma dile. Allah, dolaştığınız yeri de bilir, durduğunuz yeri de.
Dirinin bir diğer diriden dua istemesinin ,Kur'ani delili mevcut iken , dirinin ölü olan birisinden dua istemesinin onu işitmemesi nedeni ile ,Kur'ani bir delili maalesef bulunmamakta , dahası böyle bir isteğin aracılık kurumunun devreye girmesi anlamına gelmesi demek olup , bu yola tevessül edenleri şirk içine dahi düşürmektedir.

Muhammed a.s ın şu anda bile onu vesile kılarak , bizler için bağışlanma isteyebileceği düşüncesi, Nisa s. 64. ayetinin evrensel bir hükmü olduğunu düşünmenin de bir sonucudur. Biz bu ayetten , ölmüş olan birisini vesile kılarak , Allah c.c ye olan hacetimizi ulaştırmanın delilini değil , diri olan birisini vesile kılarak bizim için onun Allah'a dua edebileceğinin delilini , Yakub a.s ile ve diğer ilgili ayetler ile bağını kurarak çıkarabiliriz

Çünkü diri olan kişi bizim isteğimizi duyarak , bizim için Allah'a dua edebilir. Fakat ölü olan birisinin türbesine veya onu vesile kılarak ondan dua etmesini istediğimizde , bu kimsenin bizim isteğimizi duyması mümkün değildir. Ölü olan birisinin işiten ve gören olduğunu düşünmek ve bu suretle onu aracı kılarak dua etmek , kişilerin itikadında derin yaralar açacaktır.  

Kur'anın Mekke müşriklerinin yaptıklarını şirk olarak bildirmesi , onların işitmek ve görmekten yoksun olan putları Allah'a aracı kıldıkları içindir. 

[010.018]  Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»

[039.003] İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.

Mekke müşriklerinin işitmeyen ve görmeyen cansız putlara tapmanın , Müslüman cenahtaki versiyonu , işitmeyen ve görmeyen kabirlerdeki ölüleri aracı kılarak Allah'tan istemek şeklinde gerçekleşmektedir. Muhammed a.s ın bu noktada ayrıcalığı bulunmamakta , onun da kabrinde kendisine seslenildiğinde duyması gibi bir durumu asla bulunmamaktadır. 

Maide s. 117. ayetindeki İsa a.s ın sorgulanma sahnesindeki söylediği sözler , bir elçinin öldükten sonra, artık yaşayanlar ile ilgisinin kesilmiş olduğuna dair vermiş olduğu bilgi , bu konuda yeterli olacaktır. Ancak dinlerini Kur'an ayetlerinin değil rivayetlerin belirleyiciliği üzerine kuranlar için bu maalesef böyle olmamaktadır. Ayetlerin üzerine yığılmış olan rivayet , yalan ve hurafe bulutları, maalesef Kur'an gerçeğini örterek, kişilerin yanlış bilgiler sahibi olmasına sebep olmaktadır.

"Sorularla İslamiyet" adlı siteden bir alıntı yaparak , o sitede sorulan bir soruya konumuz ile ilgili olan ayetin delil gösterilerek rivayetlerin belirleyici kılınmak sureti ile nasıl cevap verildiğini görelim: 

Soru= Nisa suresi 64. ayete göre , Efendimiz (asv) den dua istemek onun vefatından sonra da geçerli midir ? Konuyla ilgili anlatılan Arabi kıssası doğru mudur?. 

Soruya verilen cevabın Arabi kıssası ile ilgili bölümü şöyledir :

Ehl-i sünnet alimlerine göre, vefatından sonra da Peygamber Efendimiz (asv)'den himmet beklemek, onu duasına şefaatçi yapmak caizdir. Tevessül konusunda alimler özel kitaplar yazmışlardır.  İbn Teymiye çizgisinde olanlar dışındaki alimler“Resulullah hakkı için” gibi ifadeler kullanmayı caiz görürler ve kullanırlar.

Arabînin ilgili kıssası el-Utbî’den nakledilmiştir. Bu zat şöyle diyor: 

“Ben Resulullah (a.s.m)’ın kabrinin yanında oturuyordum, bir Arabî geldi ve şöyle dedi:

"Ya Rasulallah! Ben Allah’tan şunları duydum: ‘Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah’tan af dileselerdi sen de resul olarak onların affedilmesini dileseydin elbette Allah’ı tevbeleri kabul eden pek merhametli bulacaklardı.’ Bu sebeple günahlarımın bağışlanması, seni Rabbimin katında şefaatçi yapmak için sana gelmiş bulunuyorum.”
Daha sonra Resulullah’ı öven bir şiir söyledi ve dönüp gitti. O gittikten sonra gözlerime uyku bastı, rüyamda Resulullah (a.s.m)’ı gördüm, bana şöyle emretti. “Ya Utbî! Git Arabîye ulaş ve Allah’ın kendisini bağışladığını müjdele.”(bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri; Nevevî, el-Mecmu’, 8/274).

Sorulan bir sorunun cevabına , "Ehli sünnet alimlerine göre" diye başlanıldığında akan suların durması misali , bu sözün üzerine sözün olmayacağını düşünen bir kafa yapısına sahip olan birisi için bu cevaba Kur'an ayetini delil getirseniz dahi karşınızdaki insana kabul ettirmeniz pek mümkün değildir. 

Türbelerden medet ummayı dinin bir gereği haline getiren bu insanlar verdikleri yanlış cevaplar ile , kendilerinin olduğu gibi bir çok insanın da şirk bataklığında boğulmasına sebep olmaktadır. Allah ile aralarına aracılar koyan Mekke müşriklerinin bu inançlarını düzeltmek için gönderilmiş olan bir elçinin ümmeti olarak, bugün Mekke müşriklerini dahi geride bırakın bir şirk batağının içinde boğuluyor olmak , hele bu batağa Kur'an ayetlerini delil olarak sunmaya çalışmak ne kadar acı bir şeydir. 

Menkibeler ile insanlara din anlatmanın bir örneği olan yukarıdaki satırları doğru olarak kabul edenlerin bir çoğuna , bu satırların yanlış olduğunu gösteren ayetler sunacak olsak alacağımız cevap "Siz o alimlerden daha mı doğru biliyorsunuz" şeklinde olacaktır. 

Aracılık kurumunun kapısının Muhammed a.s ın aracı yapılarak açılması sonucunda bu kapı, tasavvuf merkezli din anlayışına sahip olanların maddi ve manevi olarak cahil insanları sömürdüğü bir kapı haline gelmiştir. Allah c.c ye yapılan tevbelerin bu din baronlarının aracılığı ile kabul olacağına inanan binlerce cahil insan , bu insanların kapılarında kul köle olmayı kendilerine farz bir ibadet olarak telakki ederek , o şirk yuvalarına hem maddi hem de manevi olarak destek olmaktadırlar.

Sonuç olarak : Nisa s. 64. ayetinde Muhammed a.s ın başkaları için bağışlanma talep etmesi onun yaşadığı zaman ile alakalı olup , vefatı sonrası böyle bir istekte bulunması mümkün değildir. Vefat ettikten sonra diğer insanlar gibi dünya ile ilişiği kesilen birisinden böyle bir istekte bulunmak , Mekkeli müşriklerin putlarının yerine , Müslümanların Muhammed a.s ın ikame edilmesi anlamına gelecektir. 

Nisa s. 64. ayetinde Muhammed a.s ın bağışlama talebinde bulunması , bugün için geçerliğini yitirmiş bir durum olup , ölü birisinin kimseyi duyması bu elçi olmuş olsa da asla mümkün değildir. Bu ayetten delil olarak ancak , yaşayan birisinin bir başka yaşayan birisinden kendisi için dua etmesinin doğru olduğu delili çıkabilir. 

Biz Müslümanların , Ölülerden medet umulan, onların menkibelerinin ayetlerden daha değerli olduğu , yalan ve hurafelerden kurtularak aklımızı vahye bağlamadığımız müddetçe, üzerimize pislik yağmaya devam etmekten kurtulmamız asla mümkün olmayacaktır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.

22 Ekim 2016 Cumartesi

Nisa s. 41 ve Nahl s. 89. Ayetleri : Muhammed a.s ın Şahitliği Kimler İçin Olacaktır?

İslam düşüncesi içinde en yanlış olarak bilinen konuların başında Muhammed a.s ın nasıl bir konuma oturtulması gerektiği gelmektedir. Bütün Müslümanlar, onun beşer bir elçi olduğunu bildikleri halde , bir kısım Müslüman onun beşer olmasını içine sindiremeyerek , onu beşer üstü bir konuma çıkarmış  böylelikle bir çok yanlışın kapısı açılmıştır. 

Her nefsin ölümü tadacağını (Ankebut s. 57), onunda öleceğini (Zümer s. 30)bildiren ayetlere rağmen , Allah yolunda öldürülenlerin diri olduğunu beyan eden ayetlerin literal olarak yorumlanması sonucu , onun da Allah yolunda ölen birisi olduğu için ölmediği , diri olduğu düşüncesi yaygınlaşarak , bu düşünce üzerinden bir çok yalan , iftira ve hurafe uydurulmuştur. 

Bu yazımızda , onun yaşayan biri olarak ümmeti üzerinde hala gözetmen olduğunu iddia edenlerin dayanak olarak sunmaya çalıştığı , Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerinde geçen şahitlik konusunu ele alarak , Muhammed a.s ın kimler üzerinde şahit olabileceğini , onu şahitliğinin ölümünden sonra devam edip etmeyeceğini ele almaya çalışacağız.

فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِن كُلِّ أمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَؤُلاء شَهِيدًا
يَوْمَئِذٍ يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَعَصَوُاْ الرَّسُولَ لَوْ تُسَوَّى بِهِمُ الأَرْضُ وَلاَ يَكْتُمُونَ اللّهَ حَدِيثًا

[004.041-42]  Her ümmetten bir şahid getirdiğimiz ve bunların da üzerine seni şahid olarak getirdiğimiz zaman nasıl olacak? .İşte o gün, küfredip Rasul'e asi olanlar, isterlerdi ki; yerle bir olsalardı da Allah'dan o bir sözü gizlememiş bulunsalardı.

وَيَوْمَ نَبْعَثُ فِي كُلِّ أُمَّةٍ شَهِيدًا عَلَيْهِم مِّنْ أَنفُسِهِمْ وَجِئْنَا بِكَ شَهِيدًا عَلَى هَؤُلاء وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِّكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ

[016.089]  O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de bunların üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.

Ayetler , kıyamette gerçekleşecek olan bir sahneyi canlandırmaktadır. Ayetlerde altını çizdiğimiz, "bunların" kelimesinin, Muhammed a.s misyonunun ölümü ile bitmediğini, hayatiyetini halen devam ettiğine inanan rivayet kültürünün etkisi altında kalınması sebebi ile bir çok mealde, "onların" , "ümmetinin" veya "hepsinin" şeklinde çevrilmiş olması sonucunda , Muhammed a.s ın şahitliğinin daha geniş bir zamanı ve kişileri kapsadığı düşüncesi hakim olmuştur. Halbuki yapılan çeviriler "bunların" şeklinde yapıldığı zaman , bu kelime ile kast edilen kimselerin ilk muhataplar olan , Muhammed a.s ın hayatta iken tebliğini ulaştırmış olduğu kişiler olduğu daha kolay anlaşılacaktır. 

Ayetlerdeki "haulai" zamirinin "bunların" yerine "onların" olarak çevrilmesi ne gibi yanlışları beraberinde getirebilir ?. 

Öncelikle bu ayetteki "haulai" zamirinin, rivayet kültürünün eseri olan Muhammed a.s ın şahitliğinin kıyamete kadar devam edeceği düşüncesinden kaynaklanan bir ön kabul doğrultusunda, "bunların" yerine "onların" şeklinde çevrildiğini söylemek istiyoruz. Bazı meal yapıcıları , bu zamire doğru anlam vermiş olsalar dahi, ağırlıklı olarak bu  zamirin "onların" şeklinde veya, şahitliğin vefatı sonrasında da geçerli olduğu düşüncesini çağrıştıran anlamlar verilerek yapılmış olduğunu söyleyebiliriz. 

Hatta bazı meal yapıcıları bu iki ayetin konu bütünlüğünün aynı olmasına dikkat etmeyerek bir ayette "onların" şeklinde çevirdikleri zamiri, diğer ayette "bunların" olarak çevirerek , Kur'an çevirisi yapılır iken konu bütünlüğüne dikkat edilerek anlam verilmesinin gereğine riayet etmemenin örneklerini sergilemişlerdir. Halbuki her iki ayetteki ibareler sadece "şehiden" kelimesinin yer değişmesi farkı ile aynıdır.

Konu bütünlüğü dikkat edilmeden aynı zamirin farklı anlam verilerek çevrildiği bir kaç meal örneği vererek, söylediklerimizin daha kolay anlaşılmasını sağlamak istiyoruz.

Bayraktar Bayraklı :
-Nisa s. 41 -- Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de ONLARA şahit olarak tutacağımız zaman, halleri nice olacaktır.
- Nahl s. 89 -- O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şâhit göndereceğiz. Seni de HEPSİNİN üzerine şâhit olarak getireceğiz. Ayrıca bu kitabı da sana, herşey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.

Ali Fikri Yavuz :
- Nisa s. 41--Her ümmetten peygamberlerini birer şahid getirdiğimiz ve seni de ONLARIN üzerine bir şahid yaptığımız zaman bakalım kâfirlerin hali ne olacak!...
- Nahl s. 89 -- Kıyamet günü, her ümmet içinden kendileri üzerine Peygamberlerini bir şâhid göndereceğiz ve SENİ DE ŞU ÜMMETİN üzerine şâhid getireceğiz (Ey Rasûlüm). Sana bu kitabı (Kur’an’ı), her şeyi beyan etmek için ve bir hidayet, bir rahmet, müminlere de bir müjde olarak perderpey indirdik.

Diyanet Vakfi :
- Nisa s. 41-- Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de ONLARA şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!
- Nahl s. 89 -- O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de HEPSİNİN üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.

Şaban Piriş :
-Nisa s. 41 --Her toplumdan bir şahit getirdiğimiz ve seni de ONLARA şahit kıldığımız zaman nasıl olacak?
- Nahl s. 89-- Her topluma, kendi içlerinden bir şahid getirdiğimiz gün, seni de BUNLARA şahid olarak getireceğiz. Çünkü, sana her şeyi açıklamak için ve müslümanlara yol gösterici, rahmet ve müjde olarak kitabı indirdik.

Muhammed a.s ın şahitliği ile ilgili bu ayetleri anlamanın anahtar ayetlerinden bir tanesi , Maide s. 117. ayetinde İsa a.s ın sorgulanma sahnesinin anlatıldığı cümlelerdir. 

[005.117]  «Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) 'Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahidim. Beni vefat ettirdiğinde, üzerlerindeki gözetleyici Sen oldun. Sen her şeyin üzerine şahid olansın.»

Maide s. 117. ayeti , bir elçinin şahitliğinin yaşadığı hayat içinde, muhatap olduğu kişiler ile sınırlı olduğunu gösteren bir ayettir. Bir elçinin vefat ettikten sonra şahitliğinin devam ettiği iddiası, itikadi yönden bir takım sıkıntılara yol açması açısından büyük bir hatadır. Bu elçi kim olursa olsun böyledir. İsa a.s ın Allah c.c indindeki yeri ile Muhammed a.s ın Allah c.c indindeki yeri asla farklı değildir. İsa a.s için geçerli olan durum ne ise , aynısı Muhammed a.s içinde geçerlidir. İsa a.s ın şahitliği vefatı ile nasıl bitti ise , Muhammed a.s ın da şahitliği vefatı ile sona ermiştir.

Bu konudaki düşüncemizi bundan önce, https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2016/10/maide-s-117-ayeti-muhammed-as-kabrinde.html adresindeki yazımızda belirtmeye çalışmıştık.

Bu konudaki bir başka sıkıntı , konumuz olan ayetlerdeki şahitliğin, sınırlı bir zaman için geçerli olduğunu iddia etmenin , Kur'anın evrenselliğine gölge düşürmek anlamına geleceği noktasındadır, şöyle ki :

"Muhammed a.s ın şahitliğinin vefatı ile kesilmiş olması , onun şahitliğinden bahseden Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerinin tarihselliğe gömülmesi anlamına gelecek , bu ise "Kur'anın bütün ayetleri evrenseldir" söylemine ters düşecektir" denilmektedir. 

"Kur'anın bütün ayetleri evrenseldir" söyleminin, önce kendisinin ters ve ayakları yere basmayan bir söylem olduğunu söylemek isteriz. Kur'an içinde bazı ayetler dikkatlice okunduğunda, bugün için bize dair söyleyecek bir şeyi olmadığı görülecektir. Bu iddiamız , Kur'anın bütünü ile tarihsel bir kitap olduğunu iddia etmek anlamına gelmemektedir.

Kur'an, önce "İlk Muhataplar" dediğimiz Muhammed a.s ve onunla aynı zaman ve mekanda yaşayanlara inen bir kitaptır. O muhataplara inen ayetlerin anlaşılabilmesi , önce onlara ne dediğinin anlaşılmasından geçecektir. İlk muhataplara seslenen Kur'an ayetlerinin bize neler söyleyebileceği ise işin ikinci aşamasıdır. Birinci aşamayı geçmeden yapılacak okumalar, ilk muhatapların yaşadıkları şartları göz önüne alarak inen bir kitabın doğru anlaşılmamasını da beraberinde getirecektir.

Konumuz olan Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerinde , Muhammed a.s ın haklarında şahitlik edeceği, "heulai" (bunların) zamiri ile işaret edilen kişiler , Muhammed a.s ın birebir muhatap olduğu kişilerdir. Bu ayetlerde bahsedilen kişilerin ilk muhataplar olmuş olması , dolayısı ile Muhammed a.s ın şahitliği konusunun evrensel bir durum yani kıyamete kadar geçerli değil tarihsel bir durum, yani yaşadığı zaman ve mekan ile sınırlı olduğunu göstermektedir.

Bu ayetlerdeki şahitliğin sınırlı bir zamana ve kişilere has olmasını, Kur'anın evrenselliğine gölge düşürmemek adına kıyamete kadar geçerli olduğunu iddia etmeye kalkmak "Kaş yaparken göz çıkarmak" misali bir duruma düşmek anlamına gelecektir. Böyle bir duruma düşmemek için , Muhammed a.s ın yaşamının artık son bulduğu , onun vefatı sonrası bizlerin yaptıkları konusunda herhangi bir bilgi sahibi olmasının mümkün olmadığını düşünmek , ve bu doğrultuda bazı ayetleri yorumlamak en doğru tutum olacaktır.

Sonuç olarak : Muhammed a.s ın vefatı sonrasında gelişen olaylar , farklı bir peygamber algısını da beraberinde getirerek , yüzlerce yıldır bir çok sorunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Onun beşer olmasını hazmedemeyen bazı kimseler onun ölmediğini , ümmeti ile olan alakasının kıyamete değin devam edeceğini iddia ederek , kişileri şirk'e düşüren düşünceler ortaya atmışlardır.

Onun hakkında ortaya atılan bu yanlış düşünceler , bazı Kur'an ayetlerinin bu ön kabul doğrultusunda çevrilmesine ve yorumlanmasına sebep olmuştur. Yazımıza konu  ettiğimiz ayetler , bazı meal yapıcıları ve yorumcular tarafından , böyle bir ön kabule uygun olarak çevrilerek , yanlış anlamalara sebep olmaktadır.

Bu gibi yanlışların önünün alınabilmesi , Kur'anın rivayet kültürü esas alınarak çeviri ve yorumlarının yapılmaması ile mümkün olacaktır. Kur'an meali yapmaya soyunanların , konu bütünlüğüne ve aynı ibareye sahip olan cümleleri bir yerde farklı , bir yerde farklı çevirmeleri , onların bu konudaki dikkatsizliğinin ve acemiliğinin bir sonucudur. 

Nisa s. 41 ve Nahl s. 89. ayetlerindeki şahitliğin , onun herkes gibi bir beşer olmasınını getirdiği durum gereği , insanlar hakkında olacak olan şahitliğinin , yaşadığı zaman ve mekan ile sınırlıdır . Vefatı sonrasında oluşan olaylar ve insanlar ile herhangi bir şahitliğinin olması mümkün değildir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.

21 Ekim 2016 Cuma

Zümer s. 18. Ayeti: Her Sözü mü Dinleyeceğiz Yoksa Kur'an'ı mı Dinleyeceğiz?

Zümer s. 18. ayetinde Rabbimiz iman edenlerden şöyle bahsetmektedir:

الَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ أَحْسَنَهُ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ هَدَاهُمُ اللَّهُ وَأُوْلَئِكَ هُمْ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ

[039.018]  Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini hidayete eriştirdikleridir ve onlar, temiz akıl sahipleridir.

Bu ayet, Müslümanlar arasında yapılan sohbet ve tartışmalarda anlam kaymasına uğratılarak "Onlar her sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar" şekline çevrilmiştir. Ayetin bu şekilde dile getirilme amacı , söylenen her sözün dinlenmesi , ve bu sözler arasında en doğru olanının kabul edilmesi gerektiğine dair bir anlam taşıdığı düşüncesidir.

Kişi söylenen her sözü elbette dinleyecek , sözlerin içinden en doğru olanını seçecek ve kabul edecektir, fakat bu düşüncenin delili Zümer s. 18. ayeti değildir , çünkü bu ayet, okuyana böyle bir mesaj vermemektedir. Kişinin her sözü dinlemesi gerektiğine dair bir delil olarak ortaya konan bu ayette, ayetin mealine "Her" kelimesini koymayı gerektiren bir ibare zaten bulunmamaktadır. 

Bu ayetin mealleri ile ilgili olarak tetkik etme imkanı bulduğumuz meallerin tamamına yakını (Muhammed Esed'in meali hariç) , bu ayetin mealini "Her" kelimesini koymadan yaparak Arapça metin ile uyumlu bir anlam vermişlerdir , fakat bir çoğumuzun dilinde bu ayetin meali, maalesef  "Her sözü dinlerler" şeklinde dolaşmaktadır. 

Bu ayete "Her sözü dinlerler" şeklinde bir anlam vermenin ne gibi sakıncası olabilir ?. 

Ayette geçen "Elkavle" kelimesi ile kast edilen söz Kur'andır. Bunu aynı surenin 23. ayetinde "Allah, sözün en güzelini ikizli, ahenkli bir kitap olarak indirdi. Ondan Rablerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de Allah'ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu Allah'ın rehberidir. Allah, onunla dilediğini doğru yola çıkarır. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösterecek yoktur" buyurulmuş olmasından da anlayabiliriz. 

Allah c.c Kur'anı kast ederek onun "Sözün en güzeli" olduğunu beyan etmektedir. Yani dinlenilmesi istenen şey, sözün en güzeli olan Kur'andır. "Her sözü dinlerler" olarak bu ayeti dillendirdiğimiz zaman, bu ayet anlam değişimine uğramaktadır şöyle ki : 

Allah c.c "Sözü dinlerler" demek ile Kur'anı dinlemeyi kast etmektedir. Bu ayeti "Her sözü dinlerler" olarak okuduğumuzda, kast edilen anlam ortadan kalkarak , başka sözlerin de dinlenmesi anlamı çıkmaktadır. Bu durum ise ayetin kast edilen mana dışına çıkarılması anlamına gelecektir. 

Ayet , iman edenlerin Kur'anın işittikleri zaman , sözün en güzeli olan bu kitaba iman etmek sureti ile doğru yolu bulacaklarını , bu kimselerin ise temiz akıl sahibi olduklarını beyan etmektedir.  

Bu hatırlatmayı yapmaktan amacımız , yanlış olduğunu iddia ettiğimiz okuma yapanları tahkir etmeye yönelik olmadığını söylemek istiyoruz. Amacımız , Allah'ın ayetlerinin bazı yanlış mülahazalar sonucu farklı yönlere nasıl çekilebileceğine dikkat çekerek , bu konuda daha titiz davranılması gerektiğine dairdir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.


20 Ekim 2016 Perşembe

Maide s. 117. Ayeti : Muhammed a.s Kabrinde Bizi Duyabilir mi ?

Yeryüzünde şirk'i ortadan kaldırarak , Tevhid'i hakim kılmak için gönderilmiş olan nebi resullerin sonuncusu olan Muhammed a.s , vefatı sonrasında değişen din algılarının yönlendirmesi ile Allah c.c ye ortak koşulan bir kişi haline getirilmiştir. Kendisinden önceki nebi resul olan İsa a.s ın Hristiyanlarca Allah c.c ye ortak koşulmasının yanlışlığını bildiren pek çok ayete rağmen , bu ayetlerden kendilerine çıkarılması gereken payın sanki "Hristiyanların yaptığının aynısını yapmakta serbestsiniz" denilmiş olduğu zannına kapılanlar , Hristiyanlara dahi parmak ısırtacak bir şekilde Muhammed a.s ı beşer olmaktan çıkararak, onu  ilah seviyesine yükseltmişlerdir. 

Onun bir çok ayette "Beşer" olduğunun vurgulanması , onun beşer üstü bir kişi olmaktan bir payının olmadığının bilinmesine matuf bilgiler olarak okunması gerektiğine dair iken , onun ümmeti olduğunu iddia eden büyük bir kesim , ona beşer demekten bile imtina ederek , onu Allah ile eşdeğer bir konuma oturtmuşlardır. 

Onu ilah olarak görmenin tezahürü , Allah c.c ye ait olan ve başka bir kimseye yakıştırılmaması gereken isimlerin ona yakıştırılmış olmasıdır. Muhammed a.s ile ilgili olan en yaygın görüşlerden bir tanesi , onun kendisine yapılan dua ve salavatları işittiği , kabrinde diri olduğu , hatta namaz dahi kıldığı , bazı cemaatlerin toplantı ve zikir halkalarına katıldığı gibi daha buraya almaya dahi haya ettiğimiz bir çok yalan ve iftiralar ile insanlar aldatılmaya devam etmektedir. 

Ona karşı yapılan yalan ve iftira örneğini "Sorularla İslamiyet" adlı bir sitede, bu konuda sorulan bir soruya verilen cevabı örnek göstererek sunmak istiyoruz. 

Soru =Peygamberimiz (s.a.v.) şu an bizi merak ediyor mu, bizden haberdar mı? Çünkü en son zamandayız, ahir zamandayız, bizi izlemeye falan geliyor mudur acaba?

Cevap = Değerli kardeşimiz,
Peygamberimiz (asv) bütün ümmeti ile tek tek alakadar ve haberdardır. Her birinin üzüntüsüne ve sevincine ortak olur.
1. Her salavat Peygamber Efendimize (asv) arz edilir. O da onun sahibini tanır ve salavatını, selamını alır.
2. Her namazda ve namaz dışında Peygamber Efendimize (asv) "Esselamü aleyke" "Allah'ın Selamı senin üzerine olsun" denilmektedir. Dikkat edilirse doğrudan "sana "diyerek selam verilmektedir. Bu da kendisine verilen selamları aldığına ve selam vereni tanıdığına işaret eder.
3. Peygamber Efendimiz (asv) Miraç'da Cennet ve Cehennem ehlinin kendisine gösterildiğini bildirir. Buna göre bütün insanları tanımış olmasına bir işaret olabilir.
4. Bazı Hadislerde ümmetinin başına gelecek olayların kendisine gösterildiği ve bu konuda uyarılarda bulunduğu anlatılmaktadır. Bu duruma göre ümmetini tanımış olduğu anlaşılabilir.

Bu ve buna benzer durumlar dikkate alınırsa, Allah'ın izniyle, Peygamber Efendimiz (a.s.m) ümmetini tanıyor ve her birisinden haberdardır, denilebilir.
Bu konuda Said Nursi şu tespitlerde bulunmuştur:"Eğer desen: Madem o Habîbullahtır. Bu kadar salâvat ve duaya ne ihtiyacı var?"

"Elcevap: O zat (a.s.m.) umum ümmetinin saadetiyle alâkadar ve bütün efrad-ı ümmetinin her nevi saadetleriyle hissedardır ve her nevi musibetleriyle endişedardır. İşte, kendi hakkında merâtib-i saadet ve kemâlât hadsiz olmakla beraber, hadsiz efrad-ı ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz envâ-ı saadetlerini hararetle arzu eden ve hadsiz envâ-ı şekavetlerinden müteessir olan bir zat, elbette hadsiz salâvat ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır."
 (bk. Said Nursi, Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, s.488)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet 


Verilen bu cevap , bir cemaate ait olan tv kanalının yapımını üstlendiği bazı tv dizilerinde peygamberi kamyona bindirmek , yaptıkları bazı organizasyonlara onun katıldığını iddia etmek gibi yalan , iftira ve hezeyanları ortaya atmanın dini kılıfıdır. 

Verilen cevaba dikkat edilecek olursa , cevabın içinde bu düşünceleri desteklemek için kullanılan bir tek ayet dahi bulunmamakta , sadece indi görüşler, cahil Müslümanlara din olarak yutturularak cevap verilmeye çalışılmaktadır. Kur'an bize bu konuda nasıl bir düşünce içinde olmamız gerektiğini, ve doğru bilgileri öğreten bir kitap olarak , hurafe , yalan ve iftira üreten site ve bu sitelerin cahil hocalarına değil, kendisine müracaat edilmesini bekleyen bir kitaptır.

Maide suresinde İsa a.s ın sorgulanma sahnesi ile ilgili ayetler içinde geçen sözler , bizlere elçilerin durumu hakkında doğru bilgiyi veren ayetlerdendir. 

[005.116] Allah buyurmuştu ki: Ey meryem oğlu İsa; sen mi insanlara: Beni ve annemi Allah'tan başka iki ilah edinin, dedin? Demişti ki: Tenzih ederim Seni, hak olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer ben, onu söylemişsem; Sen, onu elbette bilirsin. Sen, benim içimde olanı bilirsin, ama ben Senin zatında olanı bilmem. Doğrusu görülmeyeni en iyi bilen Sensin, Sen.
[005.117]  «Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) 'Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' ONLARIN İÇİNDE KALDIĞIM SÜRECE BEN ONLARIN ÜZERİNDE BİR ŞAHİT İDİM. BENİ VEFAT ETTİRDİĞİNDE ÜZERLERİNDE GÖZETLEYİCİ (ERRAKİB) SEN OLDUN. Sen her şeyin üzerine şahid olansın.»

Maide s. 117. ayetinde altını çizdiğimiz cümleler , İsa a.s ın ağzından bir elçinin yaşamı içinde ve yaşamı sonrası olan durumunu özetlemektedir. Birileri eğer kalkıp , "Bu durum İsa a.s için geçerli olabilir , Muhammed a.s için böyle bir durum yoktur" diyecek olursa , Allah c.c nin elçileri arasında ayrım yapanların durumuna düşmesi söz konusu olduğu için böyle bir şeyi asla düşünmemesini tavsiye ederiz.

Bir elçinin şahitliği, sadece yaşadığı zaman zarfı içinde geçerlidir. Öldükten sonra artık onun hayat ile bağı kesilmiş , diğer insanlar gibi yeniden dirilmeyi bekleyen bir kişi haline gelmiştir. Bu durum Muhammed a.s içinde geçerlidir. Bunun aksini iddia etmek kişinin itikadında derin yaraların açılmasına sebep olacaktır şöyle ki : 

İsa a.s ın söylediği , "BENİ VEFAT ETTİRDİĞİNDE ÜZERLERİNDE GÖZETLEYİCİ (ERRAKİB) SEN OLDUN" cümlesinde geçen "Errakib" , Esma-ül Hüsna ya dahil olan isimlerden olup "Bütün varlıkları görüp gözeten , kendisinden hiç bir şey gizli kalmayan" demektir. İsa a.s yaşadığı zaman içindeki insanlara karşı "şahit" iken , bu şahitliği , ölümü ile son bulmuştur. 

Errakib olan Allah c.c, kullarının her zaman gözetleyen , yaptıklarını gören , bilen , işiten olarak her zaman "Hayy" ve "Kayyum" olarak mevcut olacaktır. Onun yarattığı insanlar ise , bu insan onun elçisi olsa dahi , ona verdiği ömrü tamamladığında ölecek ve diğer insanlar gibi kabrinde hiç bir şeyden habersiz olarak , yeniden dirileceği zamana kadar bekleyecektir.

Eğer bizler yukarıda sorulan soruya verilen cevapta olduğu gibi , Muhammed a.s ın ölmediğini , kabrinde diri olduğunu , bizleri görüp işittiğini ,bazı cemaatlerin toplantılarında hazır bulunduğunu , kendisine söyleneni işittiği gibi, birçok yalan ve iftirayı ona isnat ettiğimiz takdirde , sadece Allah c.c ye ait olan ERRAKİB - ELHAYY - ELKAYYUM -ELBASİR - ESSEMİ - ELHABİR gibi bir çok ismi Muhammed a.s a da layık görmüş olacak, ve neticede ŞİRK tehlikesi içine girmiş olacağız. 

Allah c.c kendisine ortak olarak hiç kimseyi kabul etmeyeceğini , Muhammed a.s a indirdiği vahyinde bildirmesine , hiç bir elçinin "Allah'ı bırakıp bana kul olun" demeyeceğine (3.79) göre Allah c.c ye ait olan ve başka kimseye verilmesinin şirk olduğu ilahlığına ait olan özellikleri elçisi ve kulu olduğunu ifade ettiğimiz Muhammed a.s a vermiş olması düşünülebilir mi ?.

Cevabını aradığımız bir soruya verilen cevabın , delilinin Kur'an ile desteklenmesi çok önemlidir. Kur'an ile desteklenmeyen bir delil , yalan , iftira , hezeyan olmaya açık olmaya mahkumdur. Bu sorulara cevap veren kişiler , insanlar arasında tanınmış ve saygı gören kimseler olsa da , eğer verdikleri cevapları hevalarına göre veriyor iseler , ahiretteki hesapları çetin olacaktır. 


Muhammed a.s ile ilgili bu düşüncelerimizin , kafası rivayet kültürü ile şekillenmiş peygamber anlayışına sahip olanlar tarafından , peygamber düşmanlığı olarak görülebileceğini bilmekteyiz. Ancak peygambere dost olmak ve onu sevmek adına İsa a.s ı ilah konumuna getirenlerin "Kafir" ve ebedi cehennem ehli olarak haber verilmesi bizler için uyarıcı nitelikteki ayetler olmalıdır. 

Muhammed a.s ı sevmek demek , ona Allah c.c nin yanında bir yer bulmak değil , onu bir kul ve elçi olarak görmek , ve ona verilen görev ve konumun dışına çıkarmamak olmalıdır. Böyle bir sevginin kaynağı, şemail , hasais ve uydurma dolu hurafe kitapları değil, sadece Kur'andır. Kur'anın öğrettiği bir peygamber bizleri şirk'e, değil gerçek hak yoluna ileten bir kimse olacaktır.

Sonuç olarak : Muhammed a.s ölümlü bir beşer olarak , Allah c.c nin kendisine verdiği ömrü tamamlamış , kabrinde her şeyden habersiz bir vaziyette yeniden dirileceği günü beklemektedir. Herkes gibi o da sorguya çekilecek (Araf s. 6) ve  İsa a.s gibi sadece yaşadığı zaman ile ilgili olarak şahitliğini yapacaktır.

Onun şahitliğinin bütün ümmetine karşı olacağı gibi bir düşünce , onun kıyamete kadar hayatta olması ve Allah c.c nin isimlerinden bazılarını kuşanması anlamına gelir ki bu anlayış apaçık bir ŞİRKtir. 

Muhammed a.s ile açılan böyle bir şirk kapısından , kerameti müritlerinden menkul din baronlarını da sokarak çok ilahlı bir din ihdas etmek cüretinde bulunanların ahiretteki hesapları çok çetin olacaktır. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

18 Ekim 2016 Salı

Maide s. 78-81. Ayetleri : İsrailoğullarının Davud ve İsa a.s Dili İle Lanetlenmeleri

Kur'anda İsrailoğulları ile ilgili bazı ayetlerde, onların lanetlendiğinden bahsedilmektedir. İsrailoğullarının başına gelen lanetlenmenin, sadece onlara has bir durum olarak okunmaması gerektiğine dair düşüncelerimizi, bu konudaki bazı ayetler ile ilgili çalışmalarımızda hatırlatmaya çalıştığımız, yazılarımızı takip edenlerin malumudur. 

Lanete uğramanın belirli kıstasları olduğunu , bu kıstaslara uyan her kişi ve topluluğun, hangi zaman diliminde yaşasın , adı ne olursa olsun lanete uğrayacağını , yani lanete uğramanın, sadece belirli bir kavme has olmadığını, evrensel yasaların bir gereği olduğunu, onların uğradığı lanetin, lanetlenmeye sebep olacak fiilleri yerine getirmiş olmaları nedeniyle başlarına geldiğini hatırlatarak  , ayetlerde sıralanan bu kıstasları hayat içinde yerine getiren kişi ve toplumların adı ne olursa olsun, aynı akıbete düçar olacakları yönünde fikir beyan etmeye çalışmıştık. 

Yazımıza konu edeceğimiz Maide s. 78. ve 81. ayetleri arasında , İsrailoğullarının lanete uğradıkları ve bu lanetin sebepleri sıralanmaktadır. Sıralanan bu sebeplerin , biz Müslümanların hayatlarında nasıl yer bulduğuna dikkat çekerek , ayetlerin bize dönük neler söylemiş olabileceği yönünde düşünce beyan etmeye çalışacağız.

[005.078] İsrailoğullarından kâfir olanlar, Dâvud'un da, Meryem'in oğlu İsâ'nın da lisanıyla lânet olunmuşlardır. Bu da onların isyan etmeleri ve haddi tecavüz etmeleri sebebiyledir.
[005.079]  Yapmakta oldukları münker (çirkin iş) lerden birbirlerini sakındırmıyorlardı. Yapmakta oldukları şey ne kötü idi!.
[005.080]  Görürsün ki; onlardan çoğu, küfredenleri veli edinmektedirler. Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü, ne kötüdür. Allah onlara gazab etmiştir ve azabta ebedi kalıcıdırlar.
[005.081] Eğer Allah'a, nebiye ve ona indirilene iman etselerdi, onları veliler edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fasık olanlardır.

Bu ayetler, Davud ve İsa a.s ların yaşadıkları zaman içindeki İsrailoğullarının yaptıklarından bahsetmektedir. Davud ve İsa a.s lar elçi olmaları nedeniyle , kavimlerine Allah c.c nin mesajlarını iletmişler ve onlar bu mesajları hayatlarına geçirmedikleri için yanlış yapmışlar , yapmış oldukları bu yanlış ise , onların Allah c.c tarafından lanete uğramaları ile sonuçlanmıştır. 

Davud ve İsa a.s ların dili ile lanete uğramaları , onların elçi olmaları nedeniyle , kavimlerinin yapmış oldukları bu yanlışların Allah c.c katında lanete uğrama vesilesi olduğunu kavimlerine tebliğ etmiş olmaları anlamındadır. Neticede İsrailoğulları Allah c.c tarafından lanete uğramışlardır. 

İsrailoğullarının Allah c.c tarafından lanet olunmalarına sebep olan fiilleri ne idi ?. 
1- İsyan etmeleri.
2- Haddi aşmaları.
3- Münkerden sakındırmamaları. 
4- Kafirleri veli edinmeleri.

Ayetler lanete uğramanın kıstaslarını vererek , bu kıstaslara uyan İsrailoğullarının lanete uğradıklarını beyan etmekte , fakat bu kıstaslar bugün biz Müslümanların hayatlarında yer almaktadır. 

Sıralanan ilk 3 şıkkı , yine İsrailoğulları ile ilgili bir kıssa üzerinden okuyarak, bizim hayatımız ile ilgisini kurmak mümkündür.

Araf suresi içinde, deniz kıyısında yaşayan ve balıkçılıkla geçinen İsrailoğullarına mensup bir topluluktan bahsedilmektedir. İsrailoğullarına uygulanan cumartesi yasağı , bu topluluğa mensup olan bir kısım insan tarafından çiğnenerek Allah'a karşı isyan edilerek , onun koyduğu had aşılmaktaydı. 

Cumartesi yasağına karşı isyan edip haddi aşan topluluğun karşısında, iki ayrı gurup daha bulunmaktadır. 

1- yasağı çiğnemeyen , fakat yasağı çiğneyenlere karşı uyarıda bulunmayanlar. 
2- yasağı çiğnemeyen,  hem de yasağı çiğneyenlere karşı uyarıda bulunanlar. 

Yasağı çiğneyenlere karşı uyarıda bulunanlar helak olmaktan kurtularak , yasağı çiğneyenler ve , yasağı çiğnememiş fakat yasağı çiğneyenlere kayıtsız kalanlar ise helak olmuşlardır.

Kur'an , "İyiliği emretmek , kötülükten nehyetmek" şeklindeki yaşam tarzını, iman edenlerin vasıfları arasında zikretmektedir. Hayata geçirilmediği takdirde bir topluluğun helakına sebep olan bu vasıf , maalesef bizim hayatımızda doğru bir şekilde yerine bulmamaktadır. Her fırkanın kendisine çağırma işini" iyiliği emretmek" , başka fırkaların kötülüğünü anlatmayı ise "kötülükten nehyetmek" olarak anladığı bu vasıf , kişisel kriterlere göre şekillenebilecek bir vasıf değildir. 

Cumartesi yasağını güncel bir hale getirerek , "Allah c.c nin Kur'an içinde yasaklamış olduğu her şey" olarak tarifini yaptığımızda , hem o yasakları çiğnememek , hem de yasakları çiğneyenlere karşı kayıtsız kalmamak gibi bir zorunluluğumuz bulunmaktadır.

Müslüman olarak vazifemiz , Allah'a karşı isyan etmemek , ona karşı haddi aşmamak olduğu kadar , onun yasaklarını çiğneyenlere karşı kayıtsız kalarak "bana ne"ci bir tutum sergilememektir. "Bana ne" diyerek sırtını kötülüklere dönmenin cezası , sadece bu suçu işleyen İsrailoğullarına has değil , bu suçun işleneceği tüm zamanlar , ve bu suçu işleyen tüm toplumlar için helaka uğramak olarak karşılık bulacaktır. 

Ferdi olarak önce kendimiz yasaklanan fiillerden kaçarak , bu fiilleri işleyen başkalarına da, yaptıklarının yanlış olduğunu hatırlatmak zorundayız. Herkesin kendi kapısının önünü temizlediğinde bütün caddelerinin temiz olacağı bir belde misali , herkesin düzgün bir insan olduğunda cennet misali bir dünya oluşacaktır. 

Kötülükleri yapanlara karşı sadece kendi kapımızın önünü temiz tutmaya çalışmak bize pek bir yarar sağlamayacaktır. Başkalarının pislettiği kapı önleri zaman içinde bizim kapımızın önünü de " O temizlemiyorsa ben de temizlemiyorum" diyerek , caddeyi temiz tutmaya çalışmaktan vazgeçmemize sebep olacaktır.

Lanete uğramanın 4. sebebi olan "Kafirleri veli edinmek" Müslüman hayatında nasıl yer bulur?.

Veli kelimesinin "dost" olarak çevrilmesi , bu kelimenin karşılığını tam olarak yansıtmamaktadır. Bu kelimenin dost olarak çevrildiği mealleri okuyanlar , ehli kitap ile yemek yemeye izin veren yani onlarla arkadaşlık ve komşuluk gibi insani ilişkiler kurulabileceğine izin veren Maide s. 5. ayetini okuduğunda , bu ayet ile diğer ayetler arsında sanki bir çelişki varmış düşüncesine kapılabilmektedir. 

Halbuki "Veli" kelimesi , Allah c.c nin hüküm verdiği bir konuda , onun hükmünün terk edilerek , başkalarının hükümlerine tabi olmak anlamındadır. Bu noktada Allah c.c bizlere kafirleri veli edinmememizi emretmekle , onların Allah'a isyan ve haddi aşmak anlamına gelen düşünce ve fillerini kendi hayatlarımızda ikame etmememizi istemektedir. 

Allah c.c nin bizlerin kafirleri veli edinmememizi istemesinin sebebi , onlar tarafından ortaya atılan ferdi ve toplumsal hayat projelerinin Allah'a rakip olarak ortaya atılmış olması , onun bu konuda kul vasfına sahip olan bir kimsenin projelerine, kullarını muhtaç bırakmayarak , gerekli olan sistemi elçi ve kitapları aracılığı ile insanlara bildirmiş olmasıdır. Adı "Şirk ve Tağuti sistemler" olan bu sistemler , ortaya koydukları yaşam kuralları ile toplumların çöküşlerini hızlandırarak , toplumların dünya ve ahiretlerini berbat hal getirmektedirler.

Biz Müslümanlar yaşadığımız hayatın her safhasında , ihtiyacımız olan kuralları Allah c.c den aldığımız takdirde, onun lanetine uğramaktan kurtulmuş olmakla birlikte, onun vaz ettiği sistemin hayat içinde hakim kılınması nedeniyle , insanların daha mutlu bir yaşam sürmesine de sebep olacağız. 

 Şu anda İslam coğrafyasına baktığımızda, gördüğümüz acı tablo bu lanetin gerçekleşmiş halini göstermektedir. Müslüman olduğunu sadece camide hatırlayan , bir çoğu camide bile hatırlamayan , fakat cami dışındaki hayatında kafirler tarafından vaz edilmiş sistemleri hayata pratize etmemiz sonucunda kişi ve toplum olarak düştüğümüz hal ortadadır. 

Siyasal , sosyal , ekonomik , hukuki v.s ,yaşam için gerekli olan kuralların kafirler ile olan velayet ilişkisi sonucunda onlardan alınarak Müslüman yaşantısına uygulanması sonucunda , sadece kimliğinde Müslüman yazan bir topluluk halinde yaşıyor olmak, lanete uğramış olmaktan başka bir şey değildir. 

Müslüman olduğunu iddia ettiği halde , Allah'ın koymuş olduğu yasaklara isyan ederek haddi aşan insanların doldurduğu sokak ve caddelere baktığımızda , Batıda veya başka topraklarda Müslüman olmadığını söyleyen insanların doldurdukları sokaklardan hiç bir farkı görünmemektedir. Bu yaşantı şekli, belki bir çoğumuzun "Demokratik hak" olarak gördüğü bir durum olarak kimseye karışmamamız gerektiğini düşündürebilir. İşte bu hal, deniz kıyısındaki halkın , "Bana ne" ci gurubu ile aynı duruma düşmek anlamına gelecektir. 

Bizler mü'minler olarak , "İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak" görevi adına , insan ve toplum yaşantısında yanlış gördüğümüz şeyleri , Kur'an çerçevesi içinde uyarmak ile yükümlü olduğumuzu unutmamalıyız. Vazifemiz olan uyarı görevini yerine getirmiş olmak , bizim dünya ve ahiret hayatında kurtulmamıza vesile olacaktır. Aksi takdirde diğerleri ile birlikte dünya ve ahirette helaka uğrayanlardan olmaktan kurtulmamız mümkün olmayacaktır.

Yaşadığımız dünyayı bir gemiye benzetecek olursak , bir kısım yolcunun geminin altını delmeye çalışarak su ihtiyacını gidermeyi düşünmesi karşısında , diğerlerinin elini kolunu bağlayıp oturması olacak iş değildir. Eğer gemi bir kaç kişinin yaptığı yanlış yüzünden batacak olursa o yanlışa katılmış ve katılmamış olan herkes denizin dibini boylayacaktır.

Sonuç olarak : Allah (c.c) arz üzerine koymuş olduğu evrensel yasaların nasıl işlediğini prototip bir kavim olarak İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarla bizlere öğretmektedir. Bu anlatımların sadece onlara has olduğunu düşünerek okumak sureti ile bize dönük mesajlar çıkarmamak, doğru bir okuma yöntemi değildir. 

Göndermiş olduğu elçi ve kitaplarla bizlere dünya hayatımızda hangi kurallara tabi olarak yaşayacağımız bildiren Allah c.c , bu kuralların çiğnenmesi halinde başımıza hangi sonuçlar geleceğini İsrailoğulları örneğinde göstermektedir. 

Dün İsrailoğullarını yapmış oldukları fiiller karşısında Allah c.c nin onlara ne cevap verdiğine bakılarak , bugün bizlerin yapmış olduğu aynı fiiller karşısında alacağımız cevap "Lanete uğramak" olarak bildirilmiştir.
                         EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.

17 Ekim 2016 Pazartesi

Kölelik Cariyelik ve Çok Eşlilik Meselesi Üzerine Bir Mülahaza

Kölelik , cariyelik ve çok eşlilik , İslam denildiği zaman bazı kesimlerin ilk aklına gelen kelimeler olup , İslama düşman bir gözle bakanların elinde insan onuruna yakışmayan uygulamalar olduğu gerekçesi ile biz Müslümanlara karşı kullandıkları bir kılıç haline gelmiştir. İslam düşmanlarının bu kelimeleri ortaya atarak saldırması karşısında bir çoğumuz maalesef cevap vermekte zorlanmakta , ve karşı tarafın kendisini haklı zannetmesine sebep olmaktadır. 

Bu konuyu ele alma sebebimiz, İslam düşmanlarını ikna etmeye çalışmak gibi kaygıdan ziyade, biz Müslümanların bu konuda nasıl bir yaklaşım ve düşünce içinde olması gerektiğine dair olacaktır. 

Bu konuda yapılan ilk yanlış , kölelik , cariyelik ve çok eşliliğin , Kur'anın nazil olması ile hayata ilk defa geçmiş olan Allah (c.c) tarafından hayata geçirilmesi emredilmiş uygulamalar olduğu düşüncesidir. Bu düşünce kesinlikle yanlış olup , bu kurumlar Kur'an öncesi Arap toplumunda yaygın olan, ve sadece Araplara has bir uygulama değil , bir dünya gerçeği olarak bir çok toplum tarafından uygulama alanına sahipti. Araplar da yaşanan dünyanın örf , adet , ve kültüründen etkilenerek, dünya toplumlarının yaptıkları bazı uygulamaları hayatlarında icra etmekte idiler. 

Bu nedenle Kur'an , kölelik , cariyelik , ve çok eşliliğin bilindiği ve uygulandığı topluma nazil olmuş bir kitaptır. Bu bilgi , konunun doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için anahtar mahiyetindedir. Maalesef , İslam düşmanları bu konuyu gündeme getirdiklerinde bir çok Müslüman bu noktayı bilmediği için, kendisi dahi tereddüt içine girerek , kafasında istifham oluşabilmektedir. 

Köle ve cariyeler ile ilgili ayetlere bakıldığında onların Kur'an öncesi yaşadıkları hayat şartlarının daha çetin olduğu görülecektir. Köle ve cariyeler ile ilgili ayetler alt alta konularak bir bütün halinde okunduğunda , kölelik ve cariyelik kurumunun işlevini sürdürdüğü toplumlarda sahip olmadıkları hakların onlara Kur'an tarafından verildiği de görülecektir. 

Bazı suçlarda köle azat edilmesi , kölelerin azat edilmesinin teşvik edilmesi gibi ayetler , kölelerin daha iyi hayat yaşamasına zemin hazırlayan ayetlerdir. Evlilik konusunda müşriklerin yerine mü'min köle ve cariyeler ile evlenilmesinin istenmiş olması da buna örnek olarak verilebilir. Onların özgürlükleri satın alabilmeleri için bazı kolaylıklar tanınmış olmasını , onlara zekattan pay verilmesi gerektiğin beyan edilmesini , onların insanca bir yaşam sürmesi için hazırlanmış olan alt yapı olarak görmek mümkündür. Onların ev halkından bir fert olarak muamele görmesi anlamına gelen örtünme ile ilgili istisnalar bu örneklerdendir.

Bu noktada İslam hukuku tarafından yapılan bazı köle ve cariye düzenlemelerinin , Kur'ana uygun olduğunu söylemek maalesef zordur. Cariyelerin cinselliklerinden faydalanılması için onlarla nikahsız beraberliğin serbest olduğu noktasındaki fetvalar ve görüşler, bu konuda yapılan önemli yanlışlardan birisidir. Kim olursa olsun , bir kimse ile cinsel ilişki kurmanın şartı , önce onunla nikah bağını kurarak hukuki bir zemin oluşturmaktır. 

Cariye olması bir kimsenin nikahsız, yani hukuki haklarının çiğnenerek onunla ilişki kurulmasının serbest olduğu anlamına gelmez. Cariyeler ile ilgili ayetlerin hiç birisinde böyle bir serbestiyete izin verilmemiştir. Nikahsız yapılan her türlü cinsel ilişkinin adı "Zina" olup , maalesef böyle bir uygulamanın İslami olduğu zannı da özellikle rivayet merkezli din algısında mevcuttur.

"Bazınız bazınızdansınız" diyerek , onlarla ortak noktamızın insan olmak olduğunu bize hatırlatan Allah (c.c), köle ve cariyeler ile ilgili yaptığı düzenlemeler ile onların da biz gibi insan olduğunu hatırlatarak , ona göre muamele yapılması istemektedir.

Bu noktada, "Kur'an neden direk olarak bu uygulamayı kaldırmadı?" sorusu mutlaka sorularak , cevabı aranacaktır. 

İnsanların hayat içindeki alışkanlıklarını bir anda kaldırmak en zor olan şeylerdendir. İnsanlar tarafından uzun seneler boyunda işlevini sürdüren köle ve cariyeliğin bir anda kaldırılması , o toplumda bazı sosyal sıkıntılara yol açması muhtemeldir. İçki yasağının dahi tedrici bir şekilde kaldırılmış olması bunu göstermektedir. Kişiler her ne kadar iman etmiş olsalar dahi , hayat içindeki alışkanlıklarından ve ihtiyaçlarından bir anda kurtulmaları çok zordur. Kur'an bu durumu göz önüne alarak , direk kaldırmak yerine , onların haklarını iyileştirici düzenlemeler getirmiştir.

Bazı kimselerin kölelik ve cariyeliğin Kur'an tarafından kaldırıldığı iddialarına katılmadığımızı burada belirtmek isteriz. Kölelik ve cariyeliğin kaldırılmamış olmasını iddia etmemiz , bugün eğer İslami bir sistem kurulduğunda bu kurumun yeniden hayata geçirilerek işlerlik kazanacağını veya işlerlik kazanması gerektiğini iddia ettiğimiz anlamına da gelmez.

Kölelik ve cariyelik , nasıl zaman içinde bazı toplumsal ihtiyaçların getirdiği bir sonuç olarak hayat alanında işlevlik kazanmış ise , zaman içinde yine toplumsal ihtiyaçların getirdiği sonuçlar ile artık hayat alanında işlevini yitirmiştir. Bugün eğer kendisine KUR'ANI REHBER EDİNEN ( rivayetleri rehber edinen bir devlet sistemi olursa ancak bu kurumu hayata geçirebilir) bir devlet sistemi hayata geçecek olursa , bu devletin kanunlarında kölelik ve cariyelik ile ilgili tek bir düzenleme dahi olmayacaktır , çünkü böyle bir devlet yapılanmasında köle ve cariye adında bir insan sınıfı olmayacaktır. 

Örneğin : Kur'anı referans alan bir devlet eğer savaşacak ve bu savaş sonunda düşman taraftan esir alacak olursa , alınan esirlerin köle olarak , savaşa katılan Müslümanların paylaştırılması  gibi bir durum artık söz konusu değildir. Yine eskiden beri geçerli olan fidye ve esir mübadelesi ile bu durum hal yoluna gidilecektir. Savaşlarda kadın köle edinilmesine sebep olan durum , geçmişte savaşlara kadınlarında katılmış olmasıdır. Savaşa katılmamış kadınların zaten cariye olarak muamele görmesi zaten mümkün değildir. 

Kölelik ve cariyelik konusu üzerinden İslama vurmaya çalışanlar , maalesef bu gerçeklerin farkında olmadıkları için , ellerine büyük bir koz geçirmiş edasıyla Allah (c.c) ile haşa güreş tutmaya çalışmaktadırlar. Allah (c.c) yarattığı kulunu bir başkasının ezmesini ve onun başka bir kulu hegemonya altına almasını önlemek için, sadece kendisinin ilah olarak tanındığı bir sistem önermiş , bütün siyasal , ekonomik ve sosyal yapılanmaların tek ilahın kendisi olarak bilinen bir sistemin merkeze alınarak yapılmasını emretmiştir. 

Kölelik ve cariyeliğin artık yaşadığımız dünyada geçerli olamayacağını iddia etmiş olmamız , bazılarına, bizim bu kitabın tarihsel bir kitap olduğunu iddia ettiğimizi düşündürebilir. "Kur'anın bütün ayetleri evrenseldir" şeklinde,bugün karşılığı olmayan romantik bir düşünce içinde olanlar , bu iddianın ayakları yere basmayan bir iddia olduğunu artık bilmelidirler. 

Kur'anın , içinde bazı tarihsel yani bugün uygulama alanı bulamayan ayetleri ihtiva eden bir kitap olması , onun tamamen tarihsel bir kitap olduğu anlamına gelmez. Kölelik ve cariyeliğin artık uygulanabilirliğinin olmaması , tarihselci düşünce sahiplerinin eline verdiğimiz bir koz olarak düşünülmemelidir. Kur'an içindeki diğer ayetler ile evrensel hükümler barındırmaya devam eden ve edecek olan bir kitaptır. 

Kölelik ve cariyeliği bu şekilde özetlemeye çalıştıktan sonra , İslam denildiği zaman bazılarının "4 karı alacağız" diyerek alaya aldığı, çok eşlilik meselesine kısaca değinmeye çalışalım. 

Çok eşlilik konusu da aynı şekilde daha önceden uygulama alanına sahip bir kurum olarak Arap toplumunda yaygındır. Yani Allah (c.c) Kur'an öncesi Arap toplumunda bir adam bir kadın ile evli iken "Bir kadın az siz 4 kadınla evlenebilirsiniz" şeklinde bir emir indirerek evlilikleri bir taneden 4 taneye kadar çıkmasını istememiştir.  

Çok evlilik konusu da köle ve cariyelik konusu gibi insan ihtiyaçlarının getirdiği sosyal, ekonomik ve kültürel konularla iç içe olan bir konudur. İslam dini, bir erkeğin sadece cinsel ihtiyaçlarını merkeze alarak, onların 4 kadın ile evlenilmesine izin veren bir kural vaz etmemiştir. Tersine, yetim kalarak kendisine kalan miras kalan bir kızın malının, onunla evlenmek sureti ile gasp edilmek istenilmesine kapıyı kapatan bir emir vaz etmiştir. 

Kadınların ekonomik ve sosyal olarak erkeklerin gerisinde kaldığı ve onlar tarafından himaye ve bakıma  muhtaç olduğu toplumlarda, onların himaye edilmesini ve bakımlarını sağlayan kurallardan bir tanesi, onların "Muhsan" hale gelmesi , yani bir başkası tarafından koruma altına alınması ile sağlanmaktadır. Bir erkeğin koruması altına giren kadın, ekonomik ve sosyal açıdan güvence altına girmiş ve dışarıdan gelebilecek bazı saldırılara karşı kendisini korumuş olacaktır. 

Zinayı yasaklayan Allah (c.c) bu yolun açılmasına sebep olacak bazı yolları da mutlaka kapacaktır. Özellikle savaşlar nedeniyle kadın ve erkek nüfus dengesinin bozularak , erkeklerin az kadınların çok nüfusa sahip olmaları , bazı sosyal dengesizlikleri de beraberinde getirecektir. Zina sadece Kur'an ile yasaklanmış bir fiil değil , bütün toplumlar tarafından hoş görülmeyen bir fiil olması itibarı ile , her toplum zinanın yayılmasını önleyici bazı tedbirler alınmasını zorunlu görmüştür. Erkek nüfusunun az ,kadın nüfusunun çok olması ile meydana gelen sosyal dengesizlik , zinanın yaygın hale gelmesini önlemek amacı ile erkeklerin birden fazla kadınla evlenebilmesi yolunu açmıştır. 

Yani olayı sadece İslam dininin 4 kadına müsaade etmesi şeklinde değil , çok eşliliğin daha önceleri toplumların ihtiyaçları sebebi ile hayat alanında işlevini koruduğu , bilindiği ve uygulandığı açısından değerlendirerek , Kur'anın hangi saiklerle bu yolu önerdiğini düşünmek gerekmektedir.

Nisa suresi ilk ayetlerini ve Kur'andaki yetim malları ve onların hakları ile ilgili diğer ayetleri salim bir kafa ile okuyanlar, olayın sadece cinsel boyutlu değil , daha çok sosyal ve ekonomik boyutlu olduğunu göreceklerdir. Çok eşliliğe izin veren Nisa s. 3. ayeti aslında direk böyle bir izin olarak değil , yetimlerin haklarının evlenme yolu ile gasp edilmesini önleyen bir ayet olarak okunması gerekmektedir.  

Yetim kızlarla onların malını yemek için evlenmek yerine, başka  kadınlarla , zaten sayı olarak bilinen ve geçerli olan bir yöntem olarak 2 şer - 3 er - 4 er tane o kadınlardan evlenin denilmektedir. Aynı surenin bir başka ayetinde ise , birden fazla evlilik yapanların eşler arasında adaleti sağlamakta zorlanacakları belirtilerek , bir eşe fazla ilgi gösterilerek , diğer eşin askıda bırakılmaması öğütlenmektedir.

Bugün çok eşlilik sisteminin amacı dışına çıkarılarak , bazı Müslümanlar tarafından "kılıfına uydurulmuş zina" şeklinde hayata geçirilmiş olması , Kur'anın değil Müslümanların ayıbıdır. Bugün bazı Müslümanlar tarafından yapılan çok eşlilik uygulaması , sadece cinsel istekleri tatmin amacına dayalı bir uygulamadır. Yanlış uygulamalar hiç bir zaman delil olarak kullanılarak , İslam aleyhine alay malzemesi yapılamaz. 

Yanlış uygulamaları bizim karşımıza delil olarak sunanlara karşı "İslamda çok evlilik yoktur" şeklinde bir antitez ortaya koymanın da doğru bir yöntem olmadığını hatırlatmak isteriz. Çok evliliği zaten İslam önermemiş , bazı gerekli durumlarda bilinen ve uygulanan  bu yolu kapatmamış açık tutmuştur. Bu yolun açık olmasından yararlanarak , cinsel ihtiyaçlarını tatmin yönünde kullananlara karşı böyle bir yol yok demekte doğru değildir.

Bugün eğer çok eşlilik uygulaması hayata geçirilecekse , olay sadece cinsel boyutlu değil , sosyal ve ekonomik şartların gerektirip gerektirmediği noktasında bakılmalıdır. Örneğin kadın ve erkek nüfusunun eşit olduğu bir zaman ve mekanda , erkeklerin bazılarının birden fazla kadınla evlenmesi sosyal dengesizlik doğuracaktır. Bu durum ise sosyal dengenin korunmasına yönelik bir uygulamanın , sosyal dengesizlik doğurmasına yol açacaktır.

Sonuç olarak : Kölelik , cariyelik ve çok eşlilik konusu İslam denildiğinde akla gelen ve yanlış anlamalara sebep olan konulardan birisidir. Bu kurumlar , asla daha önce kimse tarafından bilinmeyen , uygulanmayan kurumlar değil , Arap ve Arap olmayan toplumlar tarafından hayat içinde uygulama alanı mevcut olan kurumlardandır.

Kölelik ve cariyelik artık bugün hayat alanında çıkmış ve tekrar uygulama alanı bulması mümkün olmayan kurumlardandır. Uygulama alanı bulduğu zamanlarda , Kur'anın bu kurum ile ilgili bazı hükümler vaz etmiş olması , onun evrensel bir kitap olmasına gölge düşürerek , tarihsel bir kitap olduğu anlamına da gelmez. 

Çok eşlilik , aynen kölelik ve cariyelik gibi Arap ve Arap olmayan toplumlarda uygulama alanı bulan bir kurumdur. Kur'an bu kurumu cinsel açıdan değerlendirmemiş , yetimlerin sosyal ve ekonomik bakımdan mağdur edilmemesine yönelik bir amaca binaen yeniden hatırlatmıştır. Çok evlilik sadece yetim malları ile ilgili değil , hayatın getirmiş olduğu bazı sosyal ve ekonomik ve kişisel zorunluluklar karşısında da istismar edilmemek kaydıyla uygulanabilir.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.



15 Ekim 2016 Cumartesi

Nisa s. 97-100. Ayetleri : Melekler İnsan ile Konuşur mu?

Kur'anın muhataplarına vermek istediği mesajı iletme yollarından birisi , karşılıklı konuşma üslubudur. Bu tür üslubu, Kur'anın bazı yerlerinde görmekteyiz. Bu tür ayetleri okuduğumuzda konuşmanın sadece kendisine odaklandığımız zaman ,  "Bu iş nasıl olur" şeklinde sorular kafamıza takılacaktır. Bu sorunun cevabının aranması yerine, " Bu konuşma üzerinden bize nasıl bir mesaj verilmek isteniyor?" sorusunun cevabının aranmaya çalışılması, daha doğru bir yöntem olacaktır. 

Söylemek istediklerimizi , Nisa s. 97. ve 100. ayetler arasında hicret konulu ayetleri örnek vererek somut bir şekilde anlatmaya çalışalım.

[004.097]  Melekler; nefislerine zulmedenlerin canlarını aldıkları zaman: Ne yapıyordunuz? deyince; biz yeryüzünde müstaz'af kimselerdik, diyecekler. Melekler de: Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz? diyecekler. Onların varacakları yer, cehennemdir. Dönülecek yer olarak ne kötüdür orası.

Ayete baktığımızda , ölmek üzere olan bir kimse ile meleklerin arasında geçen bir konuşma görmekteyiz. Melekler bu kimseye , "Neden hicret etmediğini" sormakta , ölmek üzere olan kimse ise , neden  hicret etmediğinin mazeretini söylemektedir. 

Okuyucu, eğer bu konuşmanın nasıl meydana geldiğine takılacak olursa , bu konuşma üzerinden verilmek istenilen mesaj buhar olup uçacaktır. Bir insanın melekle karşılıklı bir şekilde konuşması gerçekte mümkün değildir . Sıradan bir beşerin melekle konuşması şöyle dursun , nebi resuller bile melekle karşılıklı bir şekilde konuşmamıştır. Elçiler sadece kendilerine bir şekilde ilka edilen vahyi alıp muhataplarına bildirmişler, bunun dışında karşısında ontolojik bir varlık olarak melekle oturup sohbet etmemişlerdir. 

Bu konuşmalarda bize düşen taraf, konuşmanın nasıl ve ne şekilde cereyan ettiğinden ziyade , bu konuşma ile muhataplara nasıl bir mesaj istenilmiş olabileceği sorusunun cevabının aranması olmalıdır. 

Bu sorunun cevabı için ilgili ayetin dahil olduğu bağlamı dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz. 

[004.098]  Ancak erkek, kadın ve çocuklardan çaresiz kalarak bir yol bulamayan müstaz'aflar müstesnadır.
[004.099] Umulur ki Allah bunları affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır.
[004.100]  Kim Allah yolunda hicret ederse, yer yüzünde çok yer de bulur, genişlik de bulur. Ve kim Allah'a ve peygambere hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki onun mükafatı Allah'a aittir, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

Dikkat edilirse, ayetlerin bağlamı hicret etmek ile ilgilidir. Hicret etmesi gerektiği halde , dünyevi kaygılarla hicret etmeyen kimsenin durumu , her şeyin sona erdiği ve kimsenin artık geriye dönüpte , dünya hayatında yapması gerektiği halde yapmadığı bazı şeyleri yeniden yapabilmesi için çok geç bir vakit olan ölüm anındaki durumu gözler önüne serilerek , kişinin düştüğü çaresiz durum, konuşma tasviri içinde görselleştirilerek anlatılmaktadır. 

Yaşadığı hayat içinde iman ettiğini iddia ederek , bu imanın gereklerini yaşadığı belde içinde yerine getiremeyen kimseler , imanlarının gereğini yerine getirebilecekleri beldelere hicret etmek zorundadırlar. Bu durumu Mekkeli Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır. 

Mekke'deki baskılara dayanamayarak , Medine'ye hicret eden Muhammed (a.s) , bu şehirde vahyin hayata geçirilmesi noktasında bir zemin oluşturmuş , ve bu oluşuma Müslüman olupta katılım göstermeyenlerin yanlış yaptığı , dünyevi kaygılar güderek hicret etmeyen Mekke'li Müslümanlarında hicret etmesi emredilmektedir. Bu emir Enfal suresinde şu şekilde beyan edilmektedir. 

[008.072] Doğrusu inanıp hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirinin dostudurlar. İnanıp hicret etmeyenlerle, hicret edene kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz gerekir. Allah işlediklerinizi görür.

Hicret , malı , mülkü ,serveti , eşi ,dostu , çoluk çocuğu terk etmeye göze almak demektir. İman iddiasında olan bir kimse her zaman için , dünya sevgisi ile ahiret sevgisi arasında tercih yapmak zorunda kalacaktır. Hicret etmesi gerektiği halde dünya sevgisini terk edemeyenlerin düşecekleri durum işte Nisa s. 97. ayetinde anlatılmaktadır. Bizlere bu ayette zımnen , "yaşadığınız hayat içinde yapmanız gerektiği halde yapmadığınız şeyleri ölüm anı geldiğinde yapmak isterseniz vakit artık çok geç olacaktır, yol yakınken ayağınız denk alın" denilmektedir. 

Bu ikazı sadece hicret konusu ile sınırlamayarak, daha geniş bir biçimde düşünmekte mümkündür. Müslüman olarak imanımız gereği yapmamız gereken her ne varsa , meşru bir mazeret durumu hariç , eğer gücümüz yettiği halde yapmıyorsak , ölüm anı geldiği zaman geri dönerek bunları yapmamız asla mümkün değildir. bundan dolayı , şu anda yaşadığımız hayat içindeki fırsatları iyi değerlendirerek , imanımız gereği olan şeyleri , yarın "ah vah" etmemek için şimdiden yapmaya gayret etmek en doğru davranış olacaktır. 

[023.099-100]  Onlardan birine ölüm geldiği vakit der ki: Rabbım, beni geri döndür.«Ki, geride bıraktığım (dünya) da salih amellerde bulunayım.» Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip-kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır.

Yazımızın amacının meleklerin varlığını tartışmak olmadığı göz önünde tutulmalıdır. Bu yazıyı okuyanların , amacımızın meleklerin varlığı yokluğu konusunda bir tartışma zemini yaratmak olmadığını bilmelidir. Meleklerin varlığı veya yokluğu konusunda tartışma yapmak yerine , Kur'anın melekler ile vermek istediği mesajın anlaşılmasına yönelik çalışmalar yapmanın daha doğru bir yöntem olacağını hatırlatmak isteriz.

Sonuç olarak : Kur'an muhataplarına vermek istediği mesajı, bazı edebi dil üsluplarını kullanarak vermektedir. Nisa s. 97. ayetinde ölmek üzere olan bir kimse ile meleklerin konuşması tasvir edilmektedir. Okuyucu eğer , bu konuşmanın nasıllığı üzerinde kafa yorarak ayeti anlamaya çalıştığında , bu nasıllığın cevabını vermek mümkün olmayacaktır. Okuyucu eğer , bu konuşmalar üzerinden muhataplara bir mesaj verilmek istenilmiş olabileceğinden yola çıkarak ilgili ayetleri okuduğunda, ayeti anlaması kolaylaşacak , konuşmanın nasıllığı üzerinde kafa yormanın da gereksiz olduğunu anlayacaktır.

Ayet , dünya hayatında imanının gereği olan şeyleri bazı dünyevi kaygıları öne çıkararak yapmayarak , ölüm anına gelen kimselerin durumunu tasvir etmekte , "sizde böyle duruma düşmeyin" mesajı vermektedir. Kur'anda başka yerlerde de geçen bu tür konuşmaların içeriği, muhataba mesaj içermesi bakımından okunduğu zaman anlamak daha da kolaylaşacaktır. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.