6 Kasım 2014 Perşembe

Mü'min s. 23-53. Ayetleri Firavun Sarayındaki Bir Muvahhid



Kur'an kıssaları bizden öncekilerin başlarından geçen olayları aktararak ibret almamızı amaçlayan anlatımlardır. Musa(a.s) kıssası; Kur’an'da hacim itibarı ile en fazla yer kaplayan kıssalardan olup, mesaj değeri açısından ibretli anlatımları içinde barındırmaktadır.

MÜ'MİN 23-53 arası ayetleri; Musa(a.s) kıssasının anlatıldığı ayetlerden olup, bu kıssa içinde öne çıkan bir kişi vardır ki “en büyük cihadın zalim sultana karşı söylenen hak söz" olduğunu pratiğe geçiren bir kişidir. Kur'an kıssaları; özellikle tevhidî duruşun geçmiş örneklerini sergilemesi açısından önemli bilgiler deposu olup, bu bilgiler ve örneklikler ışığında bizlerin yürümesi gerekmektedir.

Parmak, ayı gösterirken, aya değil parmağa bakmayı adet edinmiş olan biz Müslümanlar, ortada duran örnekliği ıskalayarak kıssa içindeki 46. ayete takılıyoruz. Kur'an içinde olmayan bir düşüncenin, Kur’an'a onaylatılması çabası içine düşerek, "kabir azabı" düşüncesini red eden onca ayete rağmen, sadece bu ayeti cımbızlayarak bu konuya delil getirme çabasına düşüyoruz. Konumuz kabir azabı olmadığı için sadece kısa bir hatırlatma olarak esas konumuza geçmek istiyoruz. Ayetlerin meali şu şekildedir;

[040.023] Andolsun biz Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık yetki ile gönderdik.

[040.024] Firavun'a, Haman'a ve Karün'a; onlar dediler ki: «Bu bir sihirbaz, bir yalancı.»

[040.025] İşte o (Musa), tarafımızdan kendilerine hakkı getirince: Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınları sağ bırakın! dediler. Ama kâfirlerin tuzağı elbette boşa çıkar.

[040.026] Firavun demişti ki: Bırakın beni de Musa'yı öldüreyim. O ise Rabbına yalvaradursun. Onun, sizin dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde fesad çıkarmasından korkuyorum.

[040.027] Musa dedi ki: «Gerçekten ben, hesap gününe iman etmeyen her mütekebbirden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığınırım.»

[040.028] Firavun ailesinden, imanını gizlemekte olan mü'min bir adam dedi ki: «Siz, benim Rabbim Allah'tır diyen bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o, size Rabbinizden apaçık belgelerle gelmiş bulunmaktadır. Buna rağmen o eğer bir yalancı ise yalanı kendi aleyhinedir; ve eğer doğru söyleyen ise, (o zaman da) size va'dettiklerinin bir bölümü size isabet eder. Şüphesiz Allah, ölçüyü taşıran, çok yalan söyleyeni hidayete erdirmez.»

[040.029] «Ey Kavmim, bugün mülk sizindir, yeryüzünde de hüküm sahibi kimselersiniz. Fakat bize Allah'tan dayanılmaz bir azab gelecek olursa bize kim yardımcı olabilecek?» Firavun dedi ki: «Ben, size yalnızca gördüğümü (kendi görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi doğru olan yoldan da başkasına yöneltmiyorum.»

[040.030] O iman etmiş olan kişi: «Ey kavmim, doğrusu ben sizin hakkınızda Ahzab (eski topluluklar)ın günleri gibi bir günden korkuyorum.

[040.031] «Nuh kavmi, Ad, Semûd ve onlardan sonra gelenlerin durumuna benzer (bir gün). Allah, kullar için zulüm istemez.»

[040.032] Ey kavmim; doğrusu ben, sizin için o feryad gününden endişe ediyorum.

[040.033] «Arkanızı dönüp kaçacağınız gün; sizi Allah'tan koruyacak yoktur. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğruya yöneltecek bulunmaz.»

[040.034] «Andolsun, daha önce Yusuf da size apaçık belgeler getirmişti. O zaman size getirdikleri hakkında kuşkuya kapılıp durmuştunuz. Sonunda o, vefat edince, demiştiniz ki: «Allah, ondan sonra kesin olarak bir resul göndermez.» İşte Allah, ölçüyü taşıran, şüpheci kimseyi böyle saptırır.»

[040.035] Onlar ki, kendilerine gelmiş hiçbir bürhan olmaksızın Allah'ın âyetlerinde mücadelede bulunurlar. Allah indinde ve imân edenlerin indinde büyük bir gazap (vesilesi) olmuştur. İşte Allah, her mütekebbir, cebbâr olanın kalbini öyle mühürler.

[040.036] Ve Fir'avun dedi ki: «Ey Haman! Benim için bir yüksek köşk yap. Belki, ben yollara ulaşırım.»

[040.037] «Göklerin yollarına. Böylelikle Musa'nın ilahına çıkabilirim. Çünkü ben, onun yalancı olduğunu sanıyorum. İşte Firavun'a, kötü ameli böyle çekici kılındı ve yoldan alıkonuldu. Firavun'un hileli-düzeni, 'yıkım ve kayıpta' olmaktan başka (bir şey) olmadı.

[040.038] İman eden (adam) dedi ki: «Ey Kavmim, siz bana tabi olun, ben sizi doğru yola iletip-yönelteyim.»

[040.039] Ey kavmım! Bu Dünya hayatı ancak (bir meta') bir kazançtan ıbarettir, Âhıret ise (Dârülkarar) durulacak yurddur

[040.040] «Kim bir kötülük işlerse, sadece o kadar cezalandırılır. Ama, mümin olarak, ister erkek ister kadın, kim makbul ve güzel bir iş yaparsa, işte onlar cennete girer ve orada hesapsız nimetlere nail olurlar.»

[040.041] «Ey Kavmim, ne oluyor ki ben sizi kurtuluşa çağırmaktayken, siz beni ateşe çağırmaktasınız.»

[040.042] «Çünkü benim, Allah’ı inkâr etmemi ve O’nun ortağı olduğuna dair hiçbir bilgim olmayan şeyleri, Kendisine şerik yapmamı teklif ediyorsunuz. Ben ise sizi (üstün kudret sahibi ve mağfireti pek bol olan) o azîz ve gaffâr’ın yoluna dâvet ediyorum.»

[040.043] Gerçek şu ki, sizin beni davet ettiğiniz şeyin dünyada da ahirette de davete değer bir tarafı yoktur. Dönüşümüz Allah'adır, aşırı gidenler de ateş ehlinin kendileridir.

[040.044] «Size söylediğim şu sözleri yakında hatırlayacaksınız. Artık ben işimi Allah’a bırakıyorum. Çünkü Allah kullarını pek iyi görmektedir.»

[040.045] Onun için Allah, onu onların kurdukları tuzağın fenalıklarından korudu ve Firavun'un ailesini o kötü azap kuşattı.

[040.046] Ateş; onlar, sabah akşam ona karşı sunulur dururlar. Kıyamet kopacağı gün de: «Tıkın Firavun ailesini en şiddetli azaba!» (denilir).

[040.047] Ateşin içinde, iddialar öne sürüp karşılıklı tartışırlarken zayıf olanlar, büyüklenen (müstekbir) lere derler ki: «Gerçekten biz, size uymuş (teb'anız) olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, bizden uzaklaştırabilir misiniz?»

[040.048] Büyüklenen (müstekbir) ler derler ki: «Biz hepimiz (ateşin) içindeyiz; gerçek şu ki Allah, kullar arasında hüküm verdi (artık) .»

[040.049] Ateşte olanlar bu sefer, cehennem bekçilerine: «Ne olur, Rabbinize bizim için yalvarın. Bir gün olsun, azabımızı hafifletsin!» derler.

[040.050] (Bekçiler:) «Size kendi resulleriniz apaçık belgelerle gelmez miydi?» dediler. Onlar: «Evet» dediler. (Bekçiler:) «Şu halde siz dua edin» dediler. Oysa kâfirlerin duası, çıkmazda olmaktan başkası değildir.

[040.051] Biz resullerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem de şahitlerin çağırılıp dinlendiği günde, elbette yardım ederiz.

[040.052] O gün zalimlere mazeretleri fayda sağlamaz. Onlara sadece lânet vardır! Onlara sadece kötü bir yurt vardır!

[040.053] Andolsun biz Musa'ya hidayeti verdik ve İsrailoğullarına da kitabı miras bıraktık.

Ayetleri bütünlük içinde okuduğumuzda; dünya hayatını şirk ve müstekbirlikle geçirmiş olanların ahiret hayatındaki durumları anlatılmakta olup, "ayağınızı denk alın" mesajı verilmektedir. Ayetlerin teker teker üzerinde durmaktan çok, anlatılan kıssa içindeki şahsın örnekliği üzerinde durarak bizlere düşen hisseyi anlamaya çalışacağız.

Firavun - Haman - Karun-Bel'am  sembol isimler olarak her devirde yaşayan ve yaşayacak olan, vahiy karşıtlarının en tepede olanları ve halkı yönlendirenleridir. Firavunlar; emri altında yaşayanlara kendi ilah ve Rablıklarını empoze ederek, Allah’tan rol çalmaya soyunmaktadırlar. Hamanlar ise; bu Firavunların en büyük yardımcıları olup, onlara yol gösterenlerdir. Karunlar ise bunların para kaynaklarıdır. Bu şeytan üçgeni; her zaman dilimi içinde yaşayan ve yaşayacak olan tipler olup, emri altındakileri Allah yolundan çevirip kendilerine kul etmek için çabalamaktadırlar.

25. ayetteki soykırım; ikinci bir soykırım başlangıcı olup, ilki Musa(a.s) doğmadan önce başlamış ve annesinin onu öldürülmekten kurtarmak için nehre bırakması ve sarayda büyütülmesi ile devam eden bir süreçti. İkinci soykırım; sihirbazların imanı sonrası yenilen Firavun’un, bu yenilgiyi örtmek amacı ile başlattığı bir intikam soykırımı olması, bizce daha makul görünmektedir.

Bu olaylar akabinde o zamana kadar Mü'min olduğunu saklayan Firavun ailesinden olan birisi ortaya çıkar ve bu zulme karşı başkaldırır. Bu ayetlerde öne çıkması gereken şeyin; bu kişi ve onun mücadele örnekliği olması gerektiğini düşünmekteyiz.

Firavun; konum itibarı ile kendisini ilah ve rab ilan ederek, elinin altındakiler üzerinde büyük bir baskı ve zulüm hegemonyası kurmuş bir vaziyette idi. Bu durum altında, hem de onun ailesinden olan birisinin böyle bir kıyama kalkmasının önemli bir mesajı vardır. Firavun’un bu baskısı YUNUS 83 ayetinde şu şekilde dile getirilmektedir.

[010.083] Sonunda Musa'ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı.

Kıssada bahsedilen kişinin "Firavun ailesinden" şeklinde bahsedilmesi; onun sıradan bir insan olmadığını göstermektedir. İnsanların dünya hayatına olan rağbetleri, hele bu insan servet ve ihtişam içinde bir hayat sürdürüyor ise, ahireti umursamayacak bir duruma götürür.

Böyle müreffeh bir hayat süren insanların; bu hayatlarını bırakarak bunun tersi bir durumda hayat sürmeleri, nefslerin kaldırabileceği bir durum değildir. Firavun'un sihirbazlarının, onun kendilerine vaat ettiği dünyalıkları red ederek ölümü seçmeleri; imanını saklayan kişiye de örnek olduğunu düşünmekteyiz. Bu yiğit adamın ortaya çıkışı, sihirbazların mağlup olarak iman etmeleri ve sonucunda öldürülmelerine varan olayların sonrası olması bu tezimizi güçlendirmektedir.

[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

[009.024] De ki: «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez.»

Bu yiğit Muvahhit'in örnekliği okunmalı ve hayata yansıtılmalıdır. İnsanların kendilerinden mal, servet ve güç bakımından daha üstün olan birisine tâbi olmaları şeklindeki yönelimleri bir realitedir. Allah(c.c) bu yönelimin kendisine olması gerektiğini çünkü yeryüzünde kendisinin malını, servetini, gücünü geçebilecek veya kırabilecek hiç bir gücün olmadığını bizlere bildirmektedir.

Kendilerine yeryüzünde emanet olarak verilen mal, güç ve serveti bunları verenin emri doğrultusunda değil, bunları vereni unutarak, kendisinin kazandığını zannederek ilahlığa ve Rablığa soyunanlar her devirde var olmuştur ve olacaktır. Firavun bu vasıflara uygun bir yönetici tipi olarak bizlere anlatılmaktadır.

Firavunlar; çevresinde olan insanları, kendi iktidarlarını sağlama almak için kullanmakta ve onlara nefslerin hoşlandığı şeyler olan geçici dünya metaından faydalandırarak yanlarına almaktadır. Bu şekil hayat tarzı ile yaşayan insanlar, Firavunların sağladıkları geçici mal ve servetten ayrılmak asla istemezler ve bu hayatlarının devamı için Firavunlara yaltaklanmayı sürdürürler.

Allah(c.c); Musa(a.s) ve kardeşi Harun(a.s)’ı Firavun’a göndererek bu zulme son vermesini istemiş, Firavun ise bu çağrıyı red ederek ilah ve Rablığın kendisine ait olduğunu ileri sürmüştür. İşte böyle bir ortam içinde hayat süren bir kişi, kalkıyor ve Firavun’un ilahlığını ve Rablığını red eden bir konuşmayı onun yüzüne karşı yaparak içinde bulunduğu imkanları tepmeye cesaret edebiliyor. Bu yiğit Muvahhit, maalesef Kur'an sayfaları içinde görülmeyen bir kişi olarak her gün defalarca okunup geçilmektedir.

Bugün bu yiğit Muvahhit'in örnekliği Kur'an sayfalarının içinden çıkarılarak nasıl hayata geçirilebilir?
Günümüzdeki Firavunvâri yönetimler; iktidarlarını sağlama almak için kendilerine müdahene eden, yani yağcılık eden bir tabaka oluşturmak zorundadırlar. Bunu da içinde bulundukları yönetim nimetlerinden o insanları faydalandırarak, vazgeçilmesi zor bir servet, güç ve ihtişama boğarak, göbeklerinden kendilerine bağlayarak yapmaktadırlar.

Bu durumu Türkiye genelinde düşündüğümüz zaman; bugünkü iktidarın, ayakta kalmak için bir kısım Müslümanlar ile karşılıklı müdahene, yani tavizkâr bir tutum içine girdiğini ve bir kısım "Din Âlimi" etiketi taşıyan insanlara, bir takım tavizler vererek ve onları göbeklerinden bağlayarak, iktidarlarını sağlamlaştırma yoluna gittiği görülmektedir.

Burada Firavun’un sihirbazları ile Firavun ailesinden olan insanın örnekliğinin devreye girmesi gerekmektedir. Bu yiğitler ölümü göze alarak Firavun’un kendilerine sunduğu dünyalıkları red edip, onun ilah ve rab olmadığını, gerçek İlah ve Rabb’ın alemleri yaratan olduğunu haykırmışlardır.

Bugün Türkiye’de "Din Âlimi" veya "Kanaat Önderi" pozisyonunda olarak insanların fikirlerini etkileyen insanların, dini kullanarak iktidara karşı yamulmaları acı bir tablodur. İktidar nimetlerinden faydalanma karşılığında, onların iktidar lehine olan "söylem"leri veya "söylememe”leri, onlara vebal olarak yeter.

Daha acı olan taraf şudur ki; bugün bu yiğit muvahhidin yapmış olduğu kıyam, suistimale uğratılmaya çalışılarak içinde bulunduğumuz tağûdî sistem içinde görev almak ile o yiğit Muvahhit arasında bir benzerlik kurulmaya ve sistem bir şekilde meşru gösterilmeye çalışılmaktadır. Firavun ailesinden olan o yiğit Muvahhit’in belli bir zaman kendini saklaması ile bugün siyasi mücadele içinde olan muhafazakar partiler, kendileri ile o yiğit arasında bir benzerlik kurarak yaptıklarına meşruiyet arama gayretindedirler.

Bu düşüncede olup da ayetlere takla attıran muhafazakarlara sözümüz şudur; hadi Kitap’ı doğru düzgün okumuyor, içindeki örneklikleri kaale almıyorsunuz, hiç olmazsa ayetlere takla attırarak yamultmayın ve bu Kitap'ı kendi hatalarınızı meşru gösteren bir noter kitabı haline getirmeyin.

Müslüman olarak sadece Allah’a teslim olmak demenin ne demek olduğunu veya ne demek olması gerektiğini avamdan daha iyi bilen bu âlimler, avama sadece Allah'a kul olmaları gerektiğini anlatacakları yerde; iktidara kul olmalarını anlatmaları en hafif deyimle yakışık alan bir durum değildir.

Vakıf ve derneklerinde "Kur'an tefsiri" çalışmalarına önayak olan bu alimlerin, özellikle zulme karşı tevhidî duruş sergileyen yiğit Muvahhitlerin kıssalarını hiç kimseden korkmadan, çekinmeden, başımız derde girer korkusu olmadan anlatmaları, özellikle de kıssayı yaşamaları gerekirken; bunun tersini anlatmaları akıl alacak bir şey değildir.

Geleneksel din inancı içinde olanlardan böyle bir şey beklemek bile abesle iştigal olduğu için, o kesim âlimlerine en ufak bir serzenişte bile bulunmuyoruz. Serzenişimiz; Kur’an'ın Türkiye’de gündem olmasına vesile olup da bir şekilde iktidardan yana tavır almak zorunda kalan, dünün tevhidî söylem alimlerinedir.

Geleneksel din inancı içinde olanlar koskoca kıssada verilmek istenen mesajın peşine düşmek şöyle dursun, Kur’an’da olmayan bir inancı Kur’an’a onaylatmak için sadece 46. ayeti görüp "bak işte burada kabir azabından bahsediliyor" diyerek trajikomik bir okuma sergilemişlerdir.

Sonuç olarak; Kur’an’ın en temel çağrısı olan "sadece ve sadece Allah(c.c)'nin İlah ve Rabb olarak bilinmesi ve ona uygun bir hayat sürülmesi" tarihin her devrinde ortaya çıkan sahte ilah ve rablar tarafından sekteye uğratılmaya çalışılmıştır. Firavun bu bağlamda prototip bir yönetici olup evrensel bir karakterdir. Bu Firavunlara karşılık her devirde hakkı haykıran, zalim sultana karşı çıkan yiğitler de var olmuş ve olacaklardır.

MÜ'MİN 23-53 ayetleri arasında okuduğumuz kıssa içinde yiğit Muvahhit maalesef Kur’an sayfaları arasında gömülü kalmış ve onun bu yiğitlik örnekliği sadece sevap almak için okunan bir pasaj haline düşürülmüştür. Bizlere düşen; bu tür örneklikleri okumak, ibret ve örnek vesikaları olarak hayata aktarmak olmalıdır. Kur'an kıssalarını "eskilerin masalları" olarak okumak yerine, bize dönük ibretli mesajlar şeklinde okuduğumuz zaman; Kitap’ın içinde capcanlı duran bu tevhid eri bugün yaşayacak, mevcut iktidara müdahene edenlere karşı sıcak bir tavır takınmayıp ve kendisi hakkı ne pahasına olursa olsun haykıracaktı.

EN DOĞRUSUNU ALLAH(C.C) BİLİR.

4 Kasım 2014 Salı

Tilavet Kelimesi Üzerine Bir Düşünce Çalışması

Kur'an arapça lisan üzerine inmiş bir Kitap olması nedeni ile , arapların günlük dilde kullandıkları kelimeler ile nazil olmuştur. Tilavet kelimesi de bu kelimelerden birisi olup meallere "okumak" şeklinde yansıtılmıştır. "Ka-ra-e" fiilinden türeyen kelimelerinde kullanıldığı Kur'anda bu kelime de "okumak" anlamı verilerek meallere yansıtılmıştır. Tilavet kelimesi sözlük anlamı olarak okumayı da içine almaktadır ancak diğer kelime olan "Karae" kelimesinden daha geniş bir anlama sahiptir.

"Telatün" ; Onu , ikisinin arasında kendilerinden olmayan bulunmayacağı bir ardışıklıkla takip etti , izledi . Bu takip etme bazen bedensel , bazen hükme uyma veya hükmü taklit etme şeklinde olur , bazende okuma ve anlamı tedebbür etme , düşünme şeklinde olur. (El Müfredat)

Kelimenin bu anlamından hareketle "Kur'anı tilavet etmek" deyimine , " Kur'anın arasına ondan onay almayan yani kendisinden olmayan bir şeyi koymadan onu takip etmek" şeklinde bir anlam vererek bu anlamın ne ifade edebileceği konusunda düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

 Ellezîne âteynâhumul kitâbe yetlûnehu hakka tilâvetih(tilâvetihî) ulâike yu’minûne bih(bihî), ve men yekfur bihî fe ulâike humul hâsirûn(hâsirûne)

 [002.121]  Kendilerine verdiğimiz kitabı, lâyık olduğu şekilde okuyup izleyenler var ya, işte onlardır onu tasdik edenler. Kim onu inkâr ederse, işte onlar hüsrana uğrayacakların ta kendileridir.

Bakara s. 121. ayeti bu kelimenin ifade etmek istediği anlamı en güzel ifade eden ayetlerden birisidir. Kitabı hakkını vererek izlemek ne demek olmalıdır konusunu biraz açalım; 

Dini anlamda sahip olduğumuz bilgileri 1- kesin bilgi , 2- zanni bilgi olarak ayırmak mümkündür. Kesin bilgi sınıfına dahil edebileceğimiz tek ve yegane bilgi kaynağı Kur'andır. Bu kitabın içindeki bütün ayetler Allah (c.c) tarafından indirilmiş olup , Allah hakkında konuşmak için gerekli olan bilgi kaynağıdır. 

 [022.008]  Ve insanlardan öylesi de vardır ki, ne bir ilme ve ne bir doğruluk rehberine(hüden) ve ne de aydınlatan (münir) bir kitaba sahip olmaksızın Allah hakkında mücadelede bulunur.

[031.020] Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi (hüden)ve aydınlatıcı(münir) bir Kitap bulunmadan tartışanlar vardır.

Hacc s. 8. ve Lokman s. 20. ayetlerinde Allah hakkında konuşmak için "Hüden" (yol gösterici) , "Münir" (aydınlatıcı) özelliklerine sahip olması gereken bilgi kaynağının olmasını Rabbimiz şart koşmaktadır. Bu vasıflara sahip olan tek bir kitap vardır ki oda Kur'an dır . 

Rabbimiz bizlere Din hakkında konuşmak için sadece ve sadece onun Kitabının yol gösterici olarak görülmesini şart koşarak diğer bütün bilgilerin bu kitaba göre değerlendirilmesini buyurmaktadır , peki öylemi yapıyoruz?. 

Bugün ortada Din adına söylenmiş bir sürü mesele vardır ki bir çoğunun Din ile alakası yoktur ve bazıları tarafından Dinleştirilmiştir. Bu Dinleştirme işlemi nasıl meydana gelmiştir diye sorarsak şunları söyleyebiliriz.

Ortada herhangi bir sebebten ötürü meydana gelmiş bir ayrışım vardır , bu ayrışmanın tarafları kendi haklılıklarını illaki Dini bir kaynağa bağlamak için önce Peygambere isnad ettikleri bir hadis uydururlar. Hadis meselesi daha önce itiraz edilemez ve reddi küfür sayılacak bir konuma oturtulduğu için bu hadisi duyanlar bırakın itiraz etmeyi gıkını bile çıkaramazlar. 

Bu hadis artık itiraz edilemez ve Dinin bir kuralı sayıldığı  , Kur'anda bu düşünceyi destekleyen bir ayet bulunamadığı için ,sıra o hadise göre ayeti te'vil etmeye gelecektir. Ayet için gerekli te'vil tefsirler veya mealler yolu ile yapıldıktan sonra artık iş tamam olup Kur'anda olmayan bir düşünce Kur'andan mış gibi gösterilir ve herkes bunun böyle olduğuna inanır , bunun adı İsrailoğullarının yaptığının bir benzeri olan tahrif'tir.  

Halbuki Allah (c.c), Kitabı hakkı ile tilavet etmemizi yani onunla aramıza hiç bir bilgi kaynağı koymamamızı emretmişti. Bugün bir çok meselenin Kur'anda olmadığı ama rivayetler aracılığı ile Dine sokulduğu, sonrada bu rivayetlere uygun olarak Kitabın yorumlandığı bilinen bir gerçektir. 

Halbuki Kitabı hakkı ile tilavet etmek demek , arasına herhangi bir bilgi kaynağı koymamak demekti. Çünkü Kitabın bilgi değeri kesin bilgi olup ,onun üstünde onun gibi aynı bilgi değerine sahip olan başka bir Kitap olamazdı ve diğer bilgilerin değerinin adı "zanni bilgi" idi. 

 "Zanni bilgi" değerine sahip olan kaynaklar , "kesin bilgi" değerine sahip olan , yol gösterici ve aydınlatıcı olanın önüne geçmiş ve Kitap bu kaynakların verdiği yol göstericilik ve aydınlatıcılık dahilinde okunuyor ve yorumlanıyor, bu bağlamda gelinen nokta önümüzdedir.

Bu gün Kitapların konumları değişmiş , Hüden ve Münir olan Kitap böyle bir vasfa asla sahip olmayan rivayet kitaplarının gölgesi altında kalmış , rivayet kitapları o Kitabın üzerine çıkarılmıştır.

Olması gereken durum ; Kitabın tek ve kesin bilgi kaynağı olduğundan hareketle onunla bizim aramıza herhangi zanni değer taşıyan bilgi kaynağı koymamak , bütün zanni bilgileri , o Kitabın verdiği bilgi ile okumak , anlamak ve yorumlamak olmaldır, bunun tersi yapılan bütün ameliyeler  Allah tarafından red edilmekte ve bizden öncekilerin Kitaplarına uyguladıkları zulmün bir benzeri olduğu bildirilmektedir.

Sonuç olarak ; "Tilavet" kelimesi , "takip edilen şey ile takip edenin arasına , takip edilenin cinsinde olmayan bir şey sokmayarak izlemek" anlamında bir kelime olup , bu kelimeyi "Kur'anı tilavet etmek" deyimi şeklinde kullanıdğımızda şöyle bir anlama geldiğini düşünmekteyiz. "Kesin bilgi" dediğimiz Kitabı okurken , anlarken,yorumlarken, "zanni bilgi" olarak vasıflanan hiç bir kaynağı o Kitabın arasına sokmamak gerekmektedir. "Zanni bilgi" değeri taşıyan bütün kaynaklar , "kesin bilgi" değeri taşıyan kaynağın yol göstericiliği ve aydınlığında okunmalı ve asla yer değişiminde bulunarak "zanni bilgi" ler , "kesin bilgi" lerin önüne geçirilmemelidir. 

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

3 Kasım 2014 Pazartesi

Salat ve Kıble Kavramları Üzerinden Oynanmak İstenen Oyunlar

Yazımıza başlık olarak seçtiğimiz bu iki kavram , Kur'anın anahtar kavramlarındandır. Ne üzücüdür ki bu iki kavramın önemi biz Müslümanlar tarafından değil , bizlere düşman olanlar tarafından farkedilmiştir. Müslümanların içten yıkılması için, kavramların içinin boşaltılması gerektiğini çok iyi bilen İslam düşmanlar,ı bu amaçlarını gerçekleştirmek için türlü oyunlara girmişlerdir. Yazımıza başlık olarak seçtiğimiz bu iki kavram iç boşaltma gayretinden nasibini almış ve bu iki kavram etrafında uçuk kaçık yorumlar ile kafalar bulandırılmaya çalışılmaktadır . Salat ve Kıble kavramlarının önce ne ifade ettiği  , sonra bu iki kavramın içinin nasıl boşaltılmaya çalışıldığı konusu üzerinde durmaya gayret edeceğiz.

"Salat"ı  kısaca, "kişinin ululadığı , yüce olarak bildiği herhangi bir varlığa karşı olan tazimi" olarak tarif edebiliriz. Bu nötr bir tarif olup, bu tazim Allaha veya bir başkasına da olabilir . Allaha yapılan salat ile bir başkasına yapılan salat arasında elbette nitelik farkı vardır. Yazımızın amacı bu kavramın tahlili olmayıp bu kavramın Kur'an i anlamdaki değeri ve değersizleştirilmeye çalışılması üzerinde olacaktır.

Kur'ana baktığımız zaman, Salat kelimesi ve türevlerinin bir çok yerde geçtiği görülmektedir. En fazla kullanılan anlamı, dilimizde "Namaz" olarak bildiğimiz ritüeldir. Bunu söylerken Salat kelimesinin sadece Namaz kelimesinin karşılığı olduğunu iddia edemeyiz, ancak Namaz içinde yapılan Kıyam-Rüku-Sücud gibi eylemlerin Kur'anın pek çok yerinde geçen ve Mü'min olmanın vasıflarından olarak sayıldığı görülmektedir.

İnsanların tabi olduğu her dinin belirli ritüelleri olup hak veya batıl farkı yoktur. Bu ritüeller ile insanlar bir araya gelme fırsatına sahip olup kendi güçlerini gösterirler. Salat adı verilen eylemler bir çeşit gövde gösterisi olup insanların düşüncelerini ortak ifade etmeye yarayan bir eylemdir. Biz Salatın Müslümanlar açısından nasıl bir değer taşıdığı üzerinde durmak istiyoruz. 

Kıyam-Rukü-Secde , bu üç kelime Kur'anda bir çok ayet içinde geçmektedir . 

"Kıyam" kelimesi ; "ayak üzerinde durmak yani dik bir duruş sergilemek,bir şeye azmetmenin ifadesi , sabit , değişmez ,kararlı "  olmanın dışa vurumu olarak yapılan bir eylemdir.

 "Rüku" kelimesi ; "eğilmek ,bükülmek,tevazu,alçak gönüllük,kendini alçaltma,gururunu ve kibrini kırmak" anlamındadır. 

"Secde" kelimesi; Rukü kelimesinin ifade ettiği aynı anlamlara sahip bir kelime olup "öne eğilme , aşağı bükülme,zelil olmayı kabul etmek" şeklinde anlamlara sahiptir.

Bu 3 kelime, İnsan hayatının ayrılmaz bir parçası olup hangi din mensubu olursa olsun, o dinin sahibi olarak bildiği kimseye olan tazimini bu ritüeller ile yapar. Müslüman kişi ise Alemlerin Rabbi , her şeyin yaratıcısı , yarattığı kullar üzerinde yegane hakim olan Allah (c.c) ye olan tazimini onu büyüklediğini göstermesini bu ritüeller ile ifade eder. 

"Din" kelimesi ile , kişilerin hayatları içinde benimsedikleri sistemler, kişilerin Cennet veya Cehennem ile karşılık görmelerini gerektirecek yaşam biçimini kast ettiğimizi belirtelim. 

İlah olarak kabul ettiğine sadakat ifadesi olarak yapılan bu üç kelimenin toplandığı eylemin ismi türkçede NAMAZ olarak bilinmekte olup , bizde bu kelimeyi kullanacağız , Namazın nasıl bir eylem olduğu ve bu eylemin neyi ifade ettiği üzerinde durmak gerekirse şunları söyleyebiliriz;

Kul , Namazdaki KIYAMında İlah olarak tanıdığı Allaha , onun dışındaki ilahlara karşı dik bir duruş sergilediğini , azimli , sabit ve değişmez olduğunu , RÜKUUnda , onun ilahlığı karşısında belinin bükük olduğunu ,alçak gönüllü olduğunu , ona karşı asla bir büyüklenme içinde olmadığını , SECDEsinde , sadece onun önünde eğilerek zelil olmayı kabul ettiğini , başka ilahların önünde asla eğilmeyeceğini ifade eder. 

Namazın böyle bir Tevhid eylemi olduğundan bir çok Müslümanın haberi bile yoktur, İslam düşmanları bu eylemin nasıl bir eylem olduğunu ve gerçek işlevi ile hayata geçtiğinde kendi saltanatlarının yıkılacağını çok iyi bildikleri için her türülü yolu denemişlerler ve denemeye devam etmektedirler. 

"Kıble" kelimesi , Salattan ayrılmayan ikisinin bir arada olması gereken bir kavramdır , anlam olarak; "istikamet ,yön" gibi anlamlara gelmektedir. Namazda dönülmesi gereken yer olarak bildiğimiz bu kelime , Mekkedeki "KABE" ile alakalıdır. 

"İnsanlar için yapılan ilk ev" ünvanına sahip olan bu yapı Tevhidin bir semboludur. Bu yapının sembolize ettiği şey , Allah (c.c) nin evi olması nedeniyle , "Beyt" kelimesinin , "tehlikelerden sığınılan yapı" anlamından hareketle , Küfür ve Şirk tehlikesinden Allaha yönelinmesini ifade eder. Her yıl Zilhicce ayında yapılan "HACC" ibadeti , işte bu sığınmanın sembolize ettiği ritüelleri kapsamaktadır. 

Müslümanların bir çoğu Namaz gibi Kıblenin de ne kadar önemli bir işlevi olduğundan habersiz olarak sadece bir ilmihal bilgisi olarak oraya yönelmektedirler, halbuki Kabeyi Kıble edinerek ifa edilen bir Namazda kul şunları söyler ;  Beni yaratan olman nedeni ile benim İlahım ve Rabbım sensin , benim hayatımın her safhasında senden başka bir İlah ve Rab tanımıyorum , senin Azizliğine karşı sana olan zelilliğimi senin önünde secde ederek gösteriyor ve bu Azizliği senden başkasına vermiyorum. 

Bu eylemlerin hep birlikte yapılmasında , Müslümanlar arasındaki dayanışmanın sağlanması , kardeşlik duygularının pekiştirilmesi , düşmanlara karşı gözdağı verilmesi gibi amaçlar olduğu göz ardı edilmemelidir ki İslam düşmanlarının oyunları farkedilsin. 

Kaleyi içten fethetmek savaş içinde en etkili yöntemlerden birisidir. İslam düşmanları bu yöntemi kullanarak Müslümanlar arasındaki birlik beraberlik ve kaynaşma duygularının en üst seviyede olduğu zamanlar ve mekanlar üzerinde yeni anlayışlar türeterek bu duyguları yıkmaya çalıştıkları görülmektedir.

Özellikle Kur'anın Türkiyeli Müslümanlar arasında yeniden gündeme gelmesi ile başlayan geleneğin sorgulanması süreci ümit veren bir süreç olup bizler tarafından da kabul görmektedir. Ancak bu sorgulamanın bazen aşırıya kaçtığı ve çığrından çıktığınıda üzülerek görmekteyiz. Resul olarak gönderilen Muhammed (a.s) ın konumunun yarı ilah seviyesine çıkarılmış olması Resul anlayışının da yeniden düşünülmesini beraberinde getirmiştir. 

Her hareket içinde aşırılıklar ve sızmalar olması kaçınılmaz bir durum olup , Kur'ana dönüş hareketinin içinde de aşırılıklar ve sızmalar olduğu gözlemlenmektedir. Aşırılıklar bir harekete karşı olabilecek muhtemel sızmalara karşı açık bir kapıdır. 

Filistinli yazar Edward Said'in bir kitabının da ismi olan "Sömürgeciliğin keşif kolu oryantalizm" ,bir kaç yüz yıl önce batıda başlayan İslam kültürünü araştıran bir dal olup , bu araştırmaları Müslümanların hayrına yapmadıkları yeni yeni anlaşılmaktadır. Namazın Müslümanlar arasındaki etkisi oryantalistlerin yapmış oldukları çalışmalar neticesinde ortaya çıkmış ve bu çalışmalar İslam düşmanları için yol gösterici olmuştur. 

Bugün kendisine "Kur'an Müslümanı" etiketini layık gören bir kısım insanın  (bütünü kast etmediğimizi hatırlatalım) gündeminde olan tartışma Salat ve onunla ilgili kavramlar olup yapılan tartışmalar , Kur'anda Namaz varmı ? , varsa kaç vakit ? , rekatları ne ? , Kabeye yönelmek gerekirmi ? v.s türünden tartışmalardır. 

Yapılan tartışmalara baktığımız zaman "bu kadar da olmaz" dedirtecek kadar uçuk düşüncelerin olduğunu görmekteyiz. "Namaz" kelimesinin farsçadan türediği , Namazın putperest adeti olduğu , Kabenin aynı şekilde put olduğu gibi düşünceler dile getirilmektedir. 

Kıyam , Rüku ve Secdenin İnsanlığın kadim ritüeli olduğu hatırlanacak ve herkesin İlah olarak bildiği varlığa bu ritüelleri yaptığı düşünülecek olursa , Allah (c.c) nin dışında İlah edinmiş uolanların o İlaha karşı bu ritüelleri yapmış olmaları ile Müslümanların bu ritüelleri yapmaları aynı seviyede nasıl görülebilir?. 

Mekkedeki "Beyt" in insanlar için yapılan ilk ev olduğu ve Kur'anda bununla ilgili bir çok ayet olmasına rağmen orasının put olduğunu iddia edenlerin "Kur'an Müslümanı" oldukları nasıl kabul edilebilir?. 

Namaz ritüelini red etmeyip ancak "canım nereye isterse oraya yönelirim" kafasında olanlar ayrı bir sorundur. Namazın bir Tevhid eylemi olduğu şuuruna vakıf olan , yönelinen yerin yani Kabenin Tevhidi sembolize eden yeryüzündeki tek yer olduğu şuuruna vakıf olan bir düşünce sahibi " Namaz kılarım ama kafama göre yönelirim" diyebilirmi?. Bunu şayet cehaleti sebebi ile söylemiyor ise hainliğinden başka sebebten ötürü söylemesi mümkün değildir.  

"Kabe" adı ile bilinen sembolik yapı , Allahı birlemenin ritüele olarak gösterildiği bir yapı olması nedeni ile Müslümanların yüzünü döndürdüğü bir mekandır, hal böyle iken birisi kalkıp Bakara s. 115. ayetinde " Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü  oradadır. Şüphesiz Allah'(ın rahmeti ve nimeti) geniştir, O her şeyi bilendir." buyurulmasını delil alarak "bak işte ayet var nereye dönersen dön diyor" demesi bektaşinin "Kur'anda namaz kılmayın diye ayet var" demesine benzer.


Kendisini gerçekten "Kur'an Müslümanı" olarak tanımlayan bir kimse , bu gibi ritüelleri bir başkasının okuyup onları taklit etmek yerine Ümmi yani sıfırlanmış bir kafa ile ön kabulsuz bir şekilde Kur'andan okuyarak , Allah (c.c) bizden ona karşşı nasıl bir kulluk yapmasını istediğini öğrenerek ona göre bir yaşam sürdürmektir. 

Hareket içine sızmalar olarak nitelendirdiğimiz bu tür uçuk yorumları savunanlardan bazıları bu tür bir suçlamayı kabul etmeyeceklerdir. Evet bu insanlar gerçekten samimi olarak Kur'anı anlamak peşinde olabilir ve bu takdire şayandır , onlara tavsiyemiz bu tür uçuk kaçık yorumların peşine körü körüne gitmemeleri "modern şeyh" tabir ettiğimiz insanlara mürit olmayı seçmek yerine Kur'ana mürit olmayı seçmeleridir.

Bir sözün , bir eylemin sahibinin kalbini açıp bakmak onun münafık olup olmadığını anlamak bizler için asla mümkün değildir. Biz bir söze veya eyleme bakarken , söylenen bu sözün , yapılan bu eylemin kime zararı kime faydası olduğunu hesap ederek yapılan işlerin yanlışlığını doğruluğunu anlayabiliriz.

Eğer bir kişi kalkıp , Namaz , Kıble , Hacc  gibi ritüellerin müşriklik olduğunu iddia edebiliyorsa bunları söyleyen kişinin samimi bir Kur'an Müslümanı olduğunu asla söyleyemeyiz , aksine İslam düşmanlarının oyunlarına alet olmuş veya Truva atı olarak içimize sokulmuş olan bir hain olduğunu söyleyebiliriz.

Bugün önümüzde tehlike olarak duran bu tür düşünceler ve bu düşüncenin sahipleri tarafından yutulmak istenmiyorsak , Kur'anı onların bize tavsiye ettiği yoldan değil yine Kur'andan ve özellikle Elçilerin kıssaları olarak anlatılan olaylar ile verilmek istenen Tevhid mesajlarını kavramak lazımdır. 

Şöyle bir düşünelim ; Kur'an bizlere sadece Allahı Rab ve İlah olarak tanımayı , onun bize önerdiği yaşam biçimini hayata aktarmayı , onun dışındaki yaşam biçimlerini red etmeye çağırırken , birisi kalkıp Kur'an adına , başka İlahlar tanımayı , tağuti sistemlere kul olmayı bizlere empoze etmeye çalışıyorsa bu yapılan çağrı Allaha değil şeytana dır ve Kur'anda şeytanın vaad ettiği yaklaşma çeşitlerinden olan "sağdan yaklaşmak" tır. 

Müslümanların yaptıkları yanlışları doğru kabul ederek o yanlışları Kur'ana mal etmek yapılabilecek en ağır hatadır. Eğer bir kişi Hacca gittiği zaman Kabenin duvarlarını öpmek için başkalarını ezmeye kadar varan edepsizlikler yapıyorsa bu Kabenin suçu değil kişinin suçudur. Eğer bir kişi hem Namaz kılıp hemde Kur'anın red ettiklerini yapıyorsa bu Kur'anın suçu değil kişinin suçudur. Bizler doğru olan bir eyleme yanlış karıştırılmasını bahane ederek bir söyle geliştirir isek bu söylemin samimi bir söylem olduğu düşünülemez. 

Şunu açık ve net olarak söyleyelim ki ; Bugün Namaz ve Kıble etrafında "varmı yokmu" şeklinde yapılan tartışmalar sadece gündem değiştirmek amaçlı olup altında iyi niyet aranmasının mümkün olmadığı tartışmalardır. Eğer tartışılacak bir taraf varsa bu kavramların içinin Kur'ani anlamda nasıl doldurulması gerektiği olmalıdır.

Sonuç olarak ; Salat ve Kıble birbirinden ayrılmaz iki kavram olup, önemi Müslümanlardan daha fazla  İslam düşmanları tarafından daha çok bilinmektedir. Müslümanların Namaz ve Kıble gibi kavramları Kur'ani anlamda okumaya başladıkları zaman güç dengelerinin değişeceğini bilenler bu dengelerin değişmemesi için ellerinden gelen gayreti göstermektedirler. Bu gayretlerden biriside , kavramların içini boşaltarak gereksiz gündemler oluşturarak kafaları meşgul etmektir. Bu kavramları uçuk kaçık yorumlarla değiştirerek birilerinin ekmeğine yağ sürenlerin samimi gayretler içinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Namaz ritüeli Müslümanlar için çok önemli olup birlik beraberlik gibi unsurlarıda içinde barındırmaktadır. Birlik ve berberliği bozmanın yolu bu kavramların ifade ettiği ibadetlerib için boşaltmak hatta şirk! olduğu gerekçesi ile namazsız bir muvahhid! topluluğu oluşturulmak istenmektedir. Bu tür projelere karşı uyanık olmak , bu tür düşünceleri savunanlara karşı dikkatli olmak zorundayız, aksi takdirde sağdan yanaşan şeytanların iğvalarına kapılıp o şeytanlar ile haşrolmak durumunda kalabiliriz.Soldan ve arkadan yanaşan şeytanlar kendilerini açıkça belli ederler, sağdan yanaşanlar münafıkça bir tavır sergiledikleri için onları farketmek zordur , lakin Kur'an salim bir kafa ile yanaşıldığında onlarında "ben şeytanım" diye bağırdıklarını kulaklarımız duyar.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

1 Kasım 2014 Cumartesi

Müdahene Kavramı ve Türkiye Müslümanlarının İktidar ile İmtihanı


Sadece kendisinin tayin ettiği kurallar çerçevesinde yaşamaları için yarattığı kullarından olan insan soyuna, Adem(a.s)'dan Muhammed(a.s)'a kadar sayısını kendisinin bildiği elçiler gönderen Allah(c.c); en son elçisine inkarcı muhataplarına tebliğ konusunda nasıl bir tavır takınması gerektiği yolundaki emirlerini özellikle Mekki ayetlerde beyan etmiştir.

Allah(c.c); Elçisi’ne müşrik muhataplarına hoş görünmek şeklinde bir davranışta bulunmamasını, onun sadece kendisine vahyedileni tebliğ etmek gibi bir görevi olduğunu, kimse üzerinde zorlayıcı olmadığını bir çok ayetinde beyan etmiştir. Yazımıza konu etmeye çalışacağımız KALEM 9 ayeti çerçevesinde; Elçi’ye emredilen davranış biçimi ile özellikle Türkiye Müslümanlarının içinde olduğu durumu ele almaya çalışacağız.

[068.008]  Öyleyse yalanlayanlara itaat etme.
[068.009]  Arzu ettiler ki müdahene etsen, o vakıt müdahene edeceklerdi
[068.010]  Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık.
[068.011]  Daima ayıplayan ve laf getirip götürene.
[068.012]  Hayra engel olan, saldırgan, günahkâr,
[068.013]  zobu (kaba), sonra da takma (soysuzlukla damgalı),
[068.014]  Mal (servet) ve çocuklar sahibi oldu diye,
[068.015]  Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: «Eskilerin masalları» dedi.
[068.016]  Onun havada olan burnunu yakında yere sürteceğiz.

Bu ayetler önce Elçi’ye, sonra bizlere tebliğ yolunda nasıl bir yol izlemek gerektiğini öğreten ayetlerdendir. 9. ayetteki yapılmaması emredilen “müdahene" kelimesi üzerinde durmak ve bu kelimenin ne ifade ettiği üzerinde düşünülmesi gerekmektedir.

"Müdahene" kelimesi "de-he-ne" kökünden türemiş olup "dostça görünüp tatlı dille yumuşak dille ikna etme, kandırma, yaltaklanarak veya yağcılık ederek davranma muamele etme, ciddiyeti terk etme" anlamındadır. 

Allah(c.c) önce Elçisi’nden, sonra da bizlerden, tebliğ sürecinde yamulmadan dik bir duruş sergilememizi istemektedir.

Allah(c.c) kendi sisteminin hayata geçmesi için izlenecek metodu Kur’an’ın kıssa yollu anlatımlarında elçilerin kavimleri ile olan mücadele örneklerini bizlere göstererek, bizlerin de aynı yolu izlememizi istemiştir.

Gelen elçiler; ilah olarak sadece Allah(c.c)'nin tanınarak dinin sadece O’na has kılınmasını istemişler, bu süreç içinde müşriklerle hiçbir şekilde uzlaşmak ya da “müdahene" olarak tabir edilen kelimenin ifade ettiği anlam dairesine girebilecek bir duruma düşmemişlerdir. Son elçi Muhammed(a.s) da aynı yolu izleyerek, müşrikler tarafından ona teklif edilen şartlara "Bir elime ayı bir elime güneşi verseniz bu yoldan dönmem" diyerek bizlere örnek olmuştur.

Türkiye örneğine baktığımız zaman; Demokrat Parti iktidarının başlangıcı ile Müslümanların sisteme karşı bir yumuşama ve sahiplenme içine girdiğini görmekteyiz. Adına “sağcı" denilen partilerin içinde yer alan Müslümanlar, bu partileri desteklemenin gerekli olduğunu iddia ederek, hatta VAKIA Suresi'nde geçen "Eshabül yemin ve Eshabül meş'eme" deyimlerini "sağcılar -solcular" şeklinde çevirmek gafletine kadar düşerek, sağ partilere oy verenler ile sol partilere oy verenlerin akıbetlerini Kur’an'dan delillendirmek(!) yoluna gittiklerine şahit olduk.

Durum bu merkezde iken özellikle Şehid Seyyid Kutub’un eserlerinin Türkçe’ye tercüme edilmeye başlanılması ile tevhidî bir uyanış gerçekleşmiş ve sistem sorgulanmaya başlanmıştır. Şehid'in eserlerinden örnek alan bir çok Türkiyeli entellektüel, bu uyanışta rol oynamış olup bugün aynı duruşu göstermeye devam edenleri takdir ve saygıyla anıyoruz.

Millî Nizam, Millî Selâmet Partileri ile devam eden sürece baktığımızda; o partilerin TBMM’ye girmesi ile birlikte, Pakistanlı mütekekkir Mevdûdî’nin ülkesinde “Cemaat-i İslamiyye" adlı bir parti ile benzeri bir yol izlemesi, Türkiye’de bu kişinin izlediği yolun izlenmesi gerektiği şeklindeki düşüncelerin ağır basmaya başladığını görmekteyiz. Mevdûdî'nin Türkçe’ye çevrilmiş olan "İslamda Hükümet" adlı eserinde; Yusuf(a.s) örnek gösterilerek, böyle bir oluşum içinde olmanın örnekliği ondan alınarak yapılan işlemin meşruiyetinin sağlanmaya çalıştığını görmekteyiz.

1980 yılı sonrası, Müslümanların iktidar ile imtihanlarının daha bariz biçimde ortaya çıktığı yıllardır. Turgut Özal'ın kurmuş olduğu siyasi partide, gençlik yıllarında İslamcılık adına söylem geliştiren bazı kimselerin yer aldıklarını görmekteyiz. Necmeddin Erbakan'ın başbakan olması ile Müslümanların iktidar partisi olarak hükümet etmelerini görmekteyiz. Refah Partisi’nin kapatılması ile siyasi hayata giren AKP iktidarı, 10 seneyi aşkın bir zamandır Türkiyede iş başındadır.

AKP iktidarı ile bazı taşların iyice yerinden oynadığını görmekteyiz. Şöyle ki; uzun yıllar iktidarda ve yerel yönetimlerde olmanın verdiği avantaj ile yönetim kademelerine iyice yerleşenler, o kademelerdeki görevleri sonucu önemli kazanımlar elde etmişlerdir. Bu kazanımların devam etmesi; ancak AKP iktidarının devam etmesi ile mümkün olduğu için, bu iktidarın elden gitmemesi adına gerekli olan her yol mübah görülmeye başlanmıştır.

Ama şöyle bir sorun vardı; bugün bu kademelerde olanlar ve o kademelerde olanların onlara sağladıkları imkanlarla maddi refah içine girenler, daha önceleri sistem karşıtı olanlar ve meydanlarda “kahrolsun laiklik", "İslam gelecek vahşet bitecek" türünden sloganlarla yolları aşındıranlar idi. Mal, servet, güç ile imtihan ne menem bir şeymiş ki; ondan ayrılmak şöyle dursun, onu daha artırmak için ahiret bile edilmekten çekinilmezmiş.

Öncelikle ayağımıza bağ olan eski söylemlerden kurtulmak veya eski söylemlerimize halel getirmeyecek şekilde yeni yaşantımıza uygun bir söylem geliştirmek gerekiyordu. İçinde bulunduğumuz sistemin, AKP iktidarı ile İslamlaştığı veya yapılabilecek olanın en iyisini bunların yaptığı, yapılabilecek başka bir şeyin olmadığını anlatmak lazımdı.

"Müdahene" kavramı işte burada gündeme gelecek ve sisteme karşı yumuşak ve incitmeyeci sözleri söyleyecek kanaat önderlerinin devreye sokulması icab ediyordu. Başlarında bulundukları vakıf, dernek, medya vs. türünden güç odaklarına hükümet tarafından gerekli yardımlar ve kolaylıklar sağlanarak onların da göbeklerinden sistem içine dahil edilmeleri sağlanmalı ve bunlar eli ile sistem güzel gösterilmeliydi. Halbuki sistem Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulmuş ve kişi Kur’an’ın TAĞUT olarak adlandırdığı bir kişi idi.

Yönetim kademelerindeki dünkü hızlı İslamcılar, bugün T.C.’nin özel bayram günlerinde ilahlara olan salatın yapıldığı başta anıtkabir olmak üzere, diğer şehirlerdeki heykellerin önünde kıyama durmaktan geri kalmamaktadırlar. Peki bu dünkü hızlı İslamcı ağabeyler, dün heykelleri İbrahim(a.s) gibi kırmaktan bahsederken, neden o heykeller önünde kıyam durmayı tercih ettiler?

Bunun cevabı Kur’an’ın bir çok ayetinde saklıdır. Geçici dünya hayatının, metaının insanlara güzel gösterilmesinden dolayı (ÂL-İ İMRAN 3:14), o metanın insanlar için cazibe merkezi olmasını ve insanların Ahireti terketmelerini gerektirecek kadar tatlı olduğunu ancak bu şekil bir hayat içinde olanlar bilebilir. Ama Allah(c.c); TEVBE 24 ayetini boşuna indirmemişti.

[009.024] De ki: «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez.»

Şimdi bunları okuyanların şöyle bir soru sorabileceklerini tahmin edebiliyoruz; "kardeşim Müslümanlar hep böyle ezik mi dursunlar? Ellerinde güç ve servet olmasın mı? Başımıza CHP zihniyetinin geçmesi daha mı iyi?” vs.

Tabi ki Müslümanlar ezik durmasın, ellerinde güç ve servet olsun ama bu gücü ve serveti Ahireti feda ederek yapmamalıdırlar. Madem Müslümanlar olarak elimizde bir hidayet rehberi vardır, bu rehber içinde izlememiz gereken yol haritası yaşanmış örneklik olarak ayetler mevcuttur. O zaman yaşadığımız hayat içinde olması gereken davranış modelimiz de bu rehberin içindedir ve bu rehber içindeki KALEM Suresi ve benzeri surelerdeki ayetlerde Allah(c.c)'nin önerdiği metodun haricinde başka bir metot izlememesi, önce Elçi’ye sonra bizlere emredilmektedir.

İktidar nimetlerinden faydalanarak mal ve güç edinmiş olan Müslümanlar, iki arada bir derede sıkışmış misali; Nebevî metod ile dünya hayatının tercihi noktasında sıkışmışlar ve Dünya metaını terketmemekte kararlı görünmektedirler. Peki ne yapmalıyız?

Müslümanlar olarak; Allah(c.c) bizlere Kitap’ında önerdiği yolu takip ederek, İslam’a uygun bir hayat sürmemizi emretmektedir. Sürülecek hayat tarzında, Tağûtî bir sistem içinde yaşayanların o sisteme karşı nasıl bir duruş sergilemesi gerektiği, Elçi örneklikliği ile mevcuttur. Atamız İbrahim(a.s) şahsında, bu mücadelenin nasıl olması gerektiği bizlere öğretilmiştir. Ancak onun kırdığı putların önünde, dünün put kırma adayları olanların kıyama durmaları düşündürücüdür.

[060.004] İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.» Şu kadar var ki, İbrahim babasına: «Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler:) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.

Müslümanlar olarak, "hedefe varmak için her yol mübahtır" söylemini bırakıp, "hedefe varmak için sadece nebevî metod mübahtır" söylemine geçmemiz gerekmektedir ki iktidar ile olan imtihanımızda kayba uğrayanlardan olmayalım. Bizler önce hedefe varmak için çalışmakla mükellefiz. Bu yolda gerekli olan gayreti gösterdiğimiz takdirde; Sünnetullah dün nasıl başka Müslümanlar için çalıştıysa, bizim için de çalışacak ve Allah(c.c)'nin yardımı gelecektir. Biz onun yardımını hak etmek için her yol mübahtır mantığı ile hareket ettiğimiz takdirde; bu yardım asla gelmeyecektir.

Allah(c.c); Elçisi’ne, yürüdüğü yolda "ne pahasına olursa olsun başarıya ulaşacaksın" şeklinde bir emir vermemiş, aksine O’nun çizdiği kurallar çerçevesinde yoluna devam etmesini istemiştir. Acaba o emirlerin bugün için herhangi bir geçerliliği kalmadı da makyavelist bir yaklaşım sergilenmesi mi gerekiyor?

Müslümanlar olarak  yaşadığımız sistemin Tağûtî bir sistem olduğunun fark edilmesi ve bunun kabulu önceliklidir. Sonraki aşamada, bu sisteme karşı duruşun nasıl olması gerektiği konuşulmalı ve yol haritası Kur’an baz alınarak çizilmelidir. Bunun pek kolay olmadığını bilmekteyiz çünkü terkedemeyeceği çok şeyi olanların, bu tür bir metoda sıcak bakmayacaklarını bilmekteyiz.

Hicret olgusu bu bağlamda önemli bir örnekliktir. Herşeyi terkederek Medine’ye hicret eden Muhacir’e; Ensar kardeşleri kucak açarak herşeylerini paylaşmışlar ve Mekke’nin fethine giden süreçte önemli rol oynamışlardır. Ensar ve Muhacir kardeşliğinin yeniden okunarak, sadece masal olmadığı, yaşanabilecek bir durum olduğu yeniden gösterilmelidir.

Müslümanlar olarak yaptığımız bir yanlış şudur; sistemin kurumlarını ele geçirerek sistemi İslamileştirmek gibi bir çaba içinde olduğumuzu öne sürerek, yaptığımız müdaheneyi haklı göstermeye çalışabiliriz. Ancak yaptığımız müdahene içinde alenen ŞİRK unsuru taşıyan ritüeller içinde olmamızı geçmişteki "Saray Alimi” denilen; iktidar yanlısı alimler tarafından örtülmeye çalışılması geldiğimiz noktanın acı bir tarafıdır.

"Allah Rasulü namaz için Kudüs'e dönerken gönlü Kabe'deydi. Önemli olan gönlünüz dönmesin. Gönlünüz kıblesini biliyorsa mesele değil" diyerek bu ŞİRK’i masum göstermeye varan sözleri söylemeye cesaret edebilen alimler olduğu müddetçe; o alimleri taklit eden insanlar Tağutlara karşı bir söylem üretmeye nasıl cesaret edebilir?

Burada bu sözü söyleyen kişiyi eleştirmemiz; o kişinin şahsı ile alakalı değildir. ALİM pozisyonunda olan bir kişinin, iktidar ile nasıl bir ilişki içinde bulunması gerektiğini bizden daha iyi bildiğini düşündüğümüz için, bu tür sözleri söyleyerek iktidar mensuplarının döndükleri kıbleye cevaz vermiş olması kabul edilebilecek bir söz değildir.

Müslümanlar olarak en büyük açmazımız; iktidardaki siyasî partinin kadrolarının İslamî bir kimlik taşımış olması nedeniyle yönetimlerinin de İslamî olduğu düşüncesidir. Genelevlerde çalışan kadınların; başörtü takarak çalışmaları onların yaptıkları işi nasıl meşru göstermez ise, bugün Tağutî bir düzenin yürütücülerinin sakallı, namazlı veya eşlerinin başörtülü olmaları sistemi meşru göstermez.

Faizin, içkinin, zinânın helal sayıldığı bir sistemi yürütenlerin sakallı, namazlı, abdestli olması, ANKEBUT 45 ayetinde salatın kötülüklerden alıkoyması şartını onlar için istisna kılmaz. Müslümanlar iktidarda kalmak uğruna; haramların devamını sağlamaya çalışmalarının hesabı Ahirette çetin olacaktır.

Mevcut iktidarın diğer iktidarlardan farklı olarak bazı iyileştirmelerde bulunması, bizleri sistemin Tağutilikten İslamiliğe geçtiği zannına kaptırmakta olup, bu tür bir iyileştirme “müdahene" kavramının anlam alanına girmektedir. Müslümanlar "bayram harçlığı" mesabesinde verilenler ile yetinerek asıl olanı unutmaktadırlar.

Sonuç olarak; Kıyamet’e kadar sürecek hak-bâtıl mücadelesinde, Hakk’ın yanında olan bizlerin, bâtıl ile olan mücadele yöntemini Rabbimiz belirlemiştir. Bu mücadele yönteminde, “müdahene" olarak belirtilen tavizkar bir tutum içine girilmemesini emretmektedir. Türkiye örneğinde bu tür tavizkar bir tutum, özellikle AKP iktidarı zamanı içinde iyice ayyuka çıkmıştır. İktidarda olmanın verdiği avantajı dünya hayatının geçici metaı olan servete dönüştürerek değerlendirenler için İslamcılık söylemleri eskide kalmış tatlı bir anı haline gelmiştir.

İktidar ile imtihan edilme olarak telaffuz edebileceğimiz bu durum; sistemi sahiplenmeye dönüşmüş ve halinden memnun Müslüman topluluğu meydana getirmiştir. Tağut denilince “tavuk" denildiğini zanneden Müslümanların gündeminden "Tağutla mücadele" teriminin yaptığı çağrışım eskilerde kalan hoş anılar olmuştur. Mücahitlikten müteahhitliğe atlayan iktidar beslemesi Müslümanlar için sisteme bakış ölçüsü mevcut iktidardaki kişilerin kimlikleri değil mevcut olan sistemin dayandığı ilkeler olmalıdır. Kur'an bize her konuda yol gösterdiği gibi Tağuti sistemler ile nasıl mücadele edileceğinin yönteminide göstermiştir. Eğer Müslümanlar olarak bu sistemden en azından bir rahatsızlık bile duymamaya başladıysak bizler için azap vakti gelmiş demektir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

29 Ekim 2014 Çarşamba

Sebe Halkının Kıssası ve İblisin İğvasının Yaşanan Hayat İçindeki Sonucu

Kur'anın kıssa yollu anlatım metodundaki amaçlardan birisi , anlatılan kıssa içindeki aktörlerin benzerlerinin , herhangi bir zaman birimi içinde aynı şeyleri tekrarladıkları zaman kendilerinden öncekilerin başlarına gelmiş olanlar hatırlatılarak , aynı hatayı tekrarladıkları zaman Sünnetullah gereği aynı şeylerin başlarına geleceğini onlara hatırlatmaktır.

Sebe s. 15-21. ayetler arasında Sebe halkının başlarından geçenler anlatılarak kendilerine verilen nimetlerin , Şeytanın iğvası sonucu o nimete şükretmek yerine küfretmeyi seçen halkın nasıl bir sona kavuştuğu anlatılarak , bu sonun sadece Sebe halkına özgü bir son olmadığı tüm zamanlarda yaşayan insanların , kendilerine verilen nimetlere şükür yerine küfrü seçmesi sonucu Dünya hayatında başlarına gelecek olanlar bizlere hatırlatarak öğüt almamız istenmektedir. 

 [034.015] Andolsun, Sebe (halkı) nın oturduğu yerlerde de bir ayet vardır. (Evleri) Sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) «Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlamakta olan bir Rabb(iniz var) .»
 [034.018]  Onların yurdu ile, içlerini bereketlendirdiğimiz memleketler arasında, kolayca görünen nice kasabalar var ettik ve bunlar arasında yürümeyi konaklara ayırdık. Oralarda geceleri, gündüzleri korkusuzca gezin dolaşın, dedik.
[034.019]  Buna karşı onlar «ya rabbenâ, seferlerimizin arasını uzaklaştır» dediler ve nefislerine zulmettiler. Biz de onları efsanelere çevirdik ve temamen didik didik dağıttık, şübhesiz ki bunda çok şükredecek her sabırlı için elbette âyetler var
[034.016]  Fakat onlar, yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine Arim selini salıverdik ve o güzelim iki bahçelerini buruk yemişli, ılgınlı ve biraz da sidir ağacı bulunan iki harap bahçeye çevirdik.
[034.017]  Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezalandırdık. Biz (nimete) nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız?
[034.020] And olsun ki İblis, onlar hakkındaki görüşünü doğru çıkartmış; inananlardan bir topluluk dışında hepsi ona uymuşlardı.
[034.021] Halbuki, onun onlar üzerinde hiçbir gücü yoktu. Fakat Ahirete imân eden kimseyi onda şekk içinde bulunan kimseyi bilelim diye (öyle şeytan musallat kılınmıştır) ve senin Rabbin her şey üzerine bir hafîzdir.

İlgili ayetleri, 15-18-19-16-17-20-21 şeklinde sıralayarak tefsir usulunde yapılan bir uygulama olan takdim-tehir uygulamasına tabi tutarak konunun daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalıştık.

15 ve 18. ayetlerde , Sebe ülkesine verilen nimetler hatırlatılarak bu nimetlere karşı şükredilmesi istenerek , nankörlük edilmemesinin gerektiği bildirilmektedir. Ekonomik yönden refah içinde olmaları, onların bahçelerinin güzelliği anlatılarak anlaşılmakta , sosyal ve siyasal yönden refah içinde olmaları 18. ayette , diğer şehirlerin aralarında gidiş gelişin güvenli olması, aralarında düşmanlık olmaması , olarak anlatılmaktadır.

Allah (c.c) Sebe adındaki ülkeye sosyal , siyasal ve ekonomik yönden müreffeh bir biçimde yaşamalarını sağlayarak , bu sağlamanın devam etmesi için , ülke halkına bu nimetlere karşı nankörlük etmemelerini istemiştir. Allah (c.c) nin böyle nimet verdiği sadece Sebe ülkesi olmayıp , Kur'anda kıssası anlatılarak helaka uğrayan bazı kavimlerinde böyle müreffeh bir hayat içinde oldukları anlatılmaktadır. 

19. ayette ilginç bir anlatım uslubu gözümüze çarpmaktadır. Sebe ülkesinin "Rabbimiz seferlerimizin arasını aç" demesi izaha muhtaç bir cümledir. Cümle sanki Sebe ülke halkının bu sözü lafzen söylemiş gibi bir uslup içinde olmasına rağmen , ülke halkı bu sözü lafzen değil yaşama tarzı ile söylemiştir şöyleki ; 

[013.011] Ardından ve önünden takib edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler. Şüphesiz ki bir kavim, kendini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez. Ve Allah, bir kavimin fenalığını dileyince; artık onun önüne geçilemez. Allah'tan başka onları koruyacak birisi de bulunmaz.

Rad s. 11. ayeti içindeki , "Şüphesiz ki bir kavim, kendini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez" cümlesi Sünnetullah'ın nasıl işlediğini beyan etmektedir. Buna göre bir kavim içinde bulunduğu hali hangi yönde yani müsbet veya menfi yönde değiştirme iradesinde bulunduğu zaman Allah (c.c) o kavmi o yönde değiştirmektedir. Sebe halkı değişimi menfi yönde istemiş ve bu isteği yaşam şekli ile belli ederek kendilerinin helak edilmelerini sağlamışlardır.

16. ayet , Sebe ülkesinin helak edilme şeklini haber vermektedir. Toplumlarda hayat seviyesi her zaman aynı derecede olmaz , inişli çıkışlı bir çizgisi vardır. Toplumlar eğer çıkışlarında inişi düşünmeden , hayatlarının her zaman çıkış içinde olacağını düşünerek inişli zamanlar için her hangi bir hazırlıkta bulunmazlar ise bu inişli zamanlardaki sıkıntılar onları dahada dibe batıracaktır. 

Yusuf (a.s) örneğinde gördüğümüz kıtlık ekonomisi yönetimi , bolluk sonrası oluşabilecek olan kıtlığın nasıl yönetileceğini bizlere göstermesi açısından önemli mesajlar taşımaktadır. 

[002.155]  Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.
 

Bakara s. 155. ayetinde bahsedilen eksiltmeye karşı sabretmek , o sıkıntıların bitmesini hiç ses etmeden beklemek anlamına gelmez, oluşan bu durumu ortadan kaldırmak için gerekli olan hazırlıkların yapılması , bu durum meydana geldiği zaman hazırlık olunması ve kıtlık zamanlarının en az hasarla atlatılması için gerekli alt yapının hazırlanması anlamındadır.

17. ayet, yıkıma uğrama sebebini hatırlatarak aynı durumda olan bir topluluğun yıkıma uğramasının Sünnetullah gereği olduğunu beyan etmektedir. Bu ayetleri sadece Sebe halkı çerçevesinde değerlendirmeyip evrensel bir mesaj olarak değerlendirmeye tabi tutmaya çalışırsak şunları söyleyebiliriz;

Sebe halkının başına gelenler sadece onlara mahsus bir olay değildir. Allah (c.c) geçmişte yaşamış olan bu halkı örnek göstererek , verilen nimetlere karşı şükür yerine nankörlüğü seçen toplulukların yıkıma uğramasının değişmez bir yasa olduğunu bildirmektedir.

Allah (c.c) yaratmış olduğu kullarına önermiş olduğu hayat tarzı o kulların Dünya ve Ahirette huzurlu bir hayat yaşamasını sağlamak içindir. Eğer kullar kendilerine verilen nimetleri Allah (c.c) nin emri hilafına kullanarak nankör bir hayat tarzı sürdürürlerse bu hayat tarzı onların yıkımlarını getirecektir. 

Allah (c.c) nimet sahibi olanlarınkendilerine verilen bu nimeti başkaları ile paylaşarak onları da bundan mahrum etmemelerini ister , nimet sahibi olanların bu nimeti israf ederek değil iktisatlı bir biçimde harcamalarını ister , bunun tersi bir kullanımda bulunacak olurlarsa zengin ve fakir arasındaki düşmanlık açığa çıkacaktır , müsrif bir hayat sürecek olurlarsa bu israfları sonucunda gün gelecek çeşmenin suyu bir gün kesilerek muhtaç duruma düşeceklerdir. 

Helak dediğimiz şey insanların başına gökten taş yağarak olacak diye bir kural yoktur, helak edilen kavimlerin hallerine baktığımız zaman tüm zamanlarda toplulukların yaşadığı hayat tarzını onlarında sürdürdükleri görülmektedir . Şirk , zulüm , israf ,fesad, sosyal ve ekonomik hayatta yanlışlıklar , cinsel sapmalar v.s olarak görülen durumlar bugün Dünyanın bir çok topluluğunda yaşanmaktadır. Bu tür sapmalar toplumları Dünya hayatında yıkıma götüren sebebler olup , Ahiret hayatındada ebedi cehennem ile cezalandırılmalarına sebeb olacaktır.  

20.ve 21. ayetler Sebe halkının İblisin yani Şeytanın iğvasına uyarak bu duruma düştüğünü beyan etmektedir. Adem ve İblis kıssasını hatırlayacak olursak, o kıssada kendisine kıyamete kadar mühlet verilen Şeytanın insanları doğru yoldan çevirmek için elinden geleni yapacağını ve bu iğvanın nasıl olacağını görmekteyiz.  


[007.016] İblis dedi ki: «Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.
[015.039-40] «Rabbim! Beni saptırdığın için, and olsun ki yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim; halis kıldığın kulların bir yana, onların hepsini saptıracağım» dedi.
[017.062-65] «Benden üstün kıldığını görüyor musun? Kıyamet gününe kadar beni ertelersen, and olsun ki, azı bir yana, onun soyunu kendi buyruğum altına alacağım» demişti. Demişti ki: «Git, onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz sizin cezanız cehennemdir; eksiksiz bir ceza.» «Sesinle, gücünün yettiğini yerinden oynat, onlara karşı yaya ve atlılarınla haykırarak yürü, mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara vaadlerde bulun ama şeytan sadece onları aldatmak için vaadeder. Doğrusu Benim mümin kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin olamaz. Rabbin vekil olarak yeter.»
[038.82-85]  (İblis): «Öyle ise yüceliğine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka aldatıp saptırırım. «Ancak onlardan, muhlis olan kulların hariç.» Allah buyurdu: «İşte bu doğru! Ben de şu hakikati söyleyeyim ki cehennemi, gerek senin cinsinden, gerek insanlardan sana uyanlarla dolduracağım.»

Yukarıdaki örnek ayet meallerinde , İblisin kovulduktan sonra insanlara karşı yapacağı ayak kaydırmaları ,kendi lisanı üzerinden verilerek hazırlıklı olunması istenmektedir. Ancak kulların birçoğu onun dediği gibi şükredenlerden olmayıp küfredenlerden olmaktadır. Bu küfretmelerinin nasıl olduğu ve karşılık olarak Dünyada nasıl bir ceza bulduğu Sebe halkının kıssası üzerinden canlı ve yaşanmış bir örneklik olarak bizlere sunulmaktadır. 15. ayet içindeki " Sebenin oturduğu yerlerde ayetler vardır" buyurulması , anlatımın amacının ibret alınması ve o halkın yaptıklarının tekrarlanmaması gerektiğini hatırlatmaktadır. 

İbrahim s. 22. ayeti Şeytanın insanları kandırdıktan sonra alacakları karşılığı hatırlatmakta olup ,Şeytanın lisanı üzerinden tabiti caizse onların nasıl enayi yerine konulduğunu anlatarak bu oyuna düşülmemesini iş işten geçtikten sonra pişmanlığın fyada etmeyeceğini bildirmektedir. 

 [014.022]  İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: «Doğrusu Allah, size gerçek olan va'di va'detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acıklı bir azab vardır.»


Sonuç olarak ; Adem ve İblis kıssasında anlatılan ,İblisin insanların ayağını nasıl kaydıracağının gerçek hayatta nasıl pratiğe geçebileceğinin örneği, Sebe halkı kıssası ile bizlere gösterilerek aynı hataları tekrarlamamız istenmektedir. İnsanlara verilen ekonomik ve sosyal refah şayet Allah (c.c) nin istekleri doğrultusunda kullanılmayarak Şeytanların istedikleri doğrultuda kullanılacak olursa , Dünya hayatında yıkımın Sünnetullah gereği yerine geleceği , Ahiret hayatında ise daha kötü bir karşılığın onları beklediği diğer ayetlerde haber verilmektedir. Kur'an kıssalarını ibret vesikası olarak okuma yöntemine tabi tutmya çalıştığımız Sebe halkı kıssası yaşanmış bitmiş bir kıssa değil her an yaşanan bir kıssa olup sonuçları er geç başa gelecektir. 

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

25 Ekim 2014 Cumartesi

"Ya Rabbim Ya Resulullahım" Sözünün Tehlikesi

Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c) yaratmış olduğu bütün kullarına sadece kendisinin İlah ve Rab olarak tanınmasını , bunun tersi bir eylemin Şirk olduğunu , bunun cezasının ise asla af edilmeyeceğini ve ebedi cehennem olarak karşılık göreceğini bir çok ayetinde beyan etmiştir.

[016.051] Allah «iki ilah edinmeyiniz, o tek bir ilahtır, yalnız benden korkunuz» dedi.
[051.051]  Allah ile beraber başka bir ilah(ı ortak) kılmayın. Gerçekten ben sizi, O'ndan yana açıkça uyarıp-korkutmakta olanım.
[017.022] Allah ile birlikte başka bir ilah edinme ki, kınanmış, yalnız başına bırakılmış kalmayasın!
[028.088] Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarma. O'ndan başka ilah yoktur. O'ndan başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz.

Allah (c.c) yaratmış olduğu kullarına emir ve yasaklarını bildirmek için , yine o insanlar içinden elçiler seçerek onlara vahyetmiştir. Zaman içinde vahyi getiren elçiler vahyin önüne geçirilerek o Elçiler aşırı bir yüceltmeye tabi tutulmuş ve yarı ilah seviyesine çıkarılmışlardır. 

Bu durumun en bariz örneğini, Hıristiyanların İsa (a.s) ı"Allahın oğlu" şeklinde bir paye yükleyerek onu İlah edinmelerinde görmekteyiz. Hıristiyanlara özenen Müslümanlar aynı payeyi İsa (a.s) gibi direk olarak değil endirek olarak Muhammed (a.s) a yükleyerek onu da yarı ilah pozisyonuna sokmayı başarmışlardır!. 

Geleneksel İslam düşüncesinde, vahiy ve onu gönderenden ziyade o vahyi getiren Elçi öne çıkarılmış ve Hıristiyanvari bir düşünce şekli Müslümanlar arasında yaygınlaşmıştır. Bu yazımızda bu durumun dile düşmüş hali olan ve çoğumuzun dilinde pelesenk olan bir sözün tehlikesine dikkat çekmeye çalışacağız. 

"Ya Rabbim Ya Resulullahım" sözü bir çoğumuzun ağzında gezen bir kelime olup bazı durumlarda söylenen bir sözdür. Ancak ŞİRK dediğimiz durum bu sözün içinde saklı olup bir çok Müslüman bu sözün nasıl bir tehlike arzettiğinden habersiz her gün defalarca bunu tekrarlamaktadır. 

Bazı kişilerin "Peygamberimizin adını anmak ne zamandan beri şirk oldu?" diye soracaklarını ve bu düşüncemizi yadırgayacaklarını tahmin edebiliyoruz. 

Öncelikle "Kelimei Şehadet" teki "Abduhu ve Resuluhu" (onun kulu ve  elçisidir) sözündeki "KUL" olmanın Muhammed (a.s) içinde geçerli olduğunu , onunda diğer insanlarıdan farkı ona vahyedilmiş olması olduğunu , Elçi olmak demenin onu Allah (c.c) katında özel bir duruma sokmak demek olmadığını bilmemiz lazımdır. 

Tabiki İslam kültürü içindeki Elçi algısının böyle bir duruma pek müsaade etmeyeceğini bilerek , doğru bir Elçi algısı için müracaat edeceğimiz yegane merci o Elçinin getirdiği KUR'AN olması gerekmektedir ki doğruyu bulalım. 
 
[006.050]  De ki: «Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.» De ki: «Görenle görmeyen bir midir? Düşünmüyor musunuz?»
 [041.006] De ki: «Ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim. Bana yalnızca, sizin ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor. Öyleyse O'na yönelin ve O'ndan mağfiret dileyin. Vay haline o müşriklerin.»
 [018.110] De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.

Yukarıda vermiş örnek ayet mealleri Muhammed (a.s) ın beşer olduğunu özellikle vurgulayarak , İsa (a.s) a yapılan hataya düşülmemesini hatırlatmaktadır , malleseftirki ayetler sanki " böyle yapmayın" dememişte " böyle yapın" demiş gibi okunarak Muhammed (a.s) Allah (c.c.) nin yanına oturtulmuştur. 

 [017.046] Kuran'ı anlarlar diye kalblerine örtüler ve kulaklarına da ağırlık koyduk. Kuran'da Rabbini bir tek olarak andığın zaman, onlar ürkerek ardlarına dönerler.
[039.045]  Böyle iken Allah bir olarak anıldığı vakıt Ahırete inanmıyanların yürekleri burkulur da ondan berikiler anıldığı vakıt derhal yüzleri güler
 [040.012]  Onlara: «Yalnız Allah çağrıldığı zaman inkar ederdiniz de, O'na eş koşulunca inanırdınız. Bugün hüküm, yüce Allah'ındır» denir.

Müslümanlar olarak sadece cennet nimetleri ile ilgili ayetler bize hitap ediyor gibi bir hastalığımız olduğu için ,Müşrikler,Kafirler,Yahudiler,Hıristiyanlar v.s ile ilgili ayetlerden pay çıkarmak gibi bir okuyuşta maalesef bulunmadığımız için yukardaki ayetlerin Müslümanları nasıl ilgilendirdiği haklı olarak merak edilecektir.

Şirk ; Allah (c.c) nin yanına her nasıl olursa olsun , her kim olursa olsun konulan şeylerin genel tarifi olduğuna göre onun adını zikrederken onun elçisinide zikretmek kişiyi ŞİRK içine sokacaktır. 

Allah (c.c) Elçiside olsa hiç kimseye yanında özel bir yer ayırmamış Hıristiyanların yapmış olduklarının bir benzeri olan bu durumu asla affetmeyeceğini beyan etmiştir. 

 [004.048] Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.

"Ya Rabbim" diye nida ederek çağırdığımız Rabbimiz bizim bu nidamızı elbette duyar ve hacetimizi ona ilettiğimiz zaman bu çağrımıza cevap verir.  Fatiha suresinde " yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden isteriz" şeklinde duamızı şuurlu bir şekilde yaptığımız zaman onu dışında hiç kimseden bir şey istenmemesi gerektiğini anlarız.

 [002.186]  Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.

"Ya Rabbim" nidasının yanına "Ya Resulullahım" şeklinde bir söz eklediğimiz zaman Allah (c.c) nin "ESSEMİ" ismini onun Elçisine de vermiş oluruzki bunun adı ŞİRK tir. Çünkü onun Elçisi ölmüştür ve bizleri asla duymaz. Hurafe kaynaklarında onun ölmediği , kabirinde namaz bile kıldığı , ona okunan salavatların ona ulaştığı yolundaki rivayetler bu şirk inancının bir uzantısıdır. 

 [029.057]  Her can ölümü tadacaktır. Sonra döndürülüp Bize getirileceksiniz.
 [039.030] Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler.


Sonuç olarak ; Muhammed (a.s) ı Hıristiyanlık özentisi olarak aşırı bir yüceltmeye tabi tutarak Allah (c.c) nin yanına onun ismini de ekleyerek Allah ile beraber onun isminide zikretmek Rabbimizin asla kabul etmediği , asla af etmeyeceği suçlar kapasamına giren ŞİRK tir, Bir çok Müslüman bu şekil bir sözün şirk unsuru taşıdığından habersiz olarak dilinde alışkanlık olarak kullanmaktadır. Bu yazının amacı böyle bir sözün ne anlama geldiği konusunda Müslüman kardeşlerimiiz uyarmak amaçlı olup , söylemekte ısrar edildiği zaman kişiyi şirke sokacağı bilinmelidir. Rabbimize  olan Şahidliğimizi yerine getirmek düşüncesi içinde yazıya dökmeye çalıştığımız bu konu hakkında , bazı kardeşlerimizin bunu Peygamber düşmanlığı gibi görmemelerini istiyoruz, esas düşmanlığın Allah (c.c) istemediği Şirk olarak gördüğü bir konuma yükseltmek olduğu bilinmelidir. 

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

22 Ekim 2014 Çarşamba

AHZAB 28-34 Ayetleri ile İlgili Tarihsellikten Evrenselliğe Bir Okuma


AHZAB 28-34 ayetleri arasında Muhammed(a.s)'ın eşlerine olan hitabı görmekteyiz. Bu ayetler nuzül itibarı ile o eşler hayatta iken nazil olmuş fakat bugün ne Elçi ne de Eşleri hayattadır. Bu bağlamda şöyle bir soru akla gelmektedir; "günümüzde bu ayetlerin herhangi bir geçerliliği varmıdır? Tarihsel bir düşünce ile bu ayetleri o gün için geçerli sayıp bu güne bir mesajı olmadığını mı söyleyeceğiz? Eğer varsa, bu ayetlerin mesajını nasıl okuyabiliriz?”. Bu ayetler evet o gün yaşayan insanlara hitap etmektedir ancak "hükmün özel olması, genel olmasına mani değildir" prensibince o kişilere yapılan hitapları günümüzde de geçerli mesajlar olarak okumak mümkündür. Bu yazımızın konusu; bu ayetlerin günümüze dair olması muhtemel mesajları üzerinde olacaktır.

[033.028] Ey Nebi, eşlerine şöyle söyle: «Eğer dünya hayatını ve zinetini istiyorsanız, haydi geliniz sizi donatayım ve güzellikle bırakıp salıvereyim.

[033.029] «Eğer Allah'ı, Resulunu, ahiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük ecir hazırlamıştır.»

[033.030] Ey Nebinin kadınları! Sizlerden biri açık bir hayasızlık yapacak olursa, onun azabı iki kat olur. Bu Allah'a kolaydır.

[033.031] Sizden kim, Allah'a ve Resûlüne itaat eder ve yararlı iş yaparsa ona mükâfatını iki kat veririz. Ve ona (cennette) bol rızık hazırlamışızdır.

[033.032] Ey Nebinin kadınları, siz kadınlardan herhangi biri (gibi) değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü maruf bir tarzda söyleyin.

[033.033] Evlerinizde vakarla oturun, ilk cahiliye dönemi kadınlarının açılıp- saçılması gibi açılıp- saçılmayın. Namaz kılın, zekat verin, Allah'a ve Resulune itaat edin. Ey ehl-i beyt (Ey Peygamberin ev halkı) şüphesiz Allah sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak ister.

[033.034] Ve hanelerinizde Allah'ın âyetlerinden ve hikmetten tilâvet olunanları hatırlayınız. Şüphe yok ki, Allah latîf, habîr bulunmaktadır.

Ayetlerin tarihsel bağlamı Nebi(a.s)'ın eşlerine hitab etmekte olup, onların dünya veya Ahiret hayatını tercih etmeleri neticesinde ellerine geçecek olanları anlatmaktadır (28-29. ayetler).

Nebi(a.s); Allah(c.c) tarafından kendisine yüklenen bir görev sahibi olup, beşer cinsinden olması nedeniyle eşleri ve çocukları vardır. Ayetleri tarihsel bağlamından alıp evrensel bağlamda okuyabilmek için; Nebi(a.s)’ın yüklenmiş olduğu görevi bu güne taşıyarak, o görevi yüklenen insanların ve onların ailelerinin o görev ile ilgili olarak nasıl bir tutum içinde olmaları gerektiğini öğreten ayetler olarak okumak mümkündür. Bu gün kendisine Nebi veya Resul diyebileceğimiz herhangi bir insan yoktur ve olmayacağına göre bu ayetler bize nasıl bir mesaj verebilir?

Kendisine “ben Müslümanlardanım" diyen herhangi bir kişi bu söylemini; sadece söz ile değil, fiil ile de göstermek zorundadır. Müslüman olmak demek; o kişiye Allah(c.c)'ın yüklemiş olduğu bir takım sorumlulukları yerine getirmek mecburiyetinde bırakmaktadır.
İnsan olmamız nedeniyle beşeri ihtiyaçlarımız olan eşler ve çocukların dünya hayatının süsü olduğu konusu ile ilgili olarak bir çok ayet mevcut olup; Ahiret günü dünyada sahip olduğumuz eşler, çocuklar, mal ve servetin bizlere herhangi bir faydası olmayacağını da bir çok ayet haber vermektedir. 

Kişi yaşadığı hayat içinde Müslüman olmanın yükümlülüklerini yerine getirme noktasında bir takım engeller ile karşılaşabilir. Bu engeller belki en sevdikleri olan aile bireyleri tarafından gelebilir. İşte burada kişi bir yeri tercih etmek durumunda kalabilir. Nebi(a.s), bizler gibi bir beşer olduğu için eşleri tarafından bir takım sıkıntılara sokulmak gibi bir duruma düşürebilirdi, düşürülmüştür de. Bu durumu TAHRİM Suresi ayetlerinde görmekteyiz.

Birçok ayetinde, bizlerin tercih etme noktasında kaldığımız zaman, tercihimize göre karşılık alacağımızı bildiren Rabbimiz, Nebi(a.s)’ın eşlerinin şahsında bizlere de tercihimize göre alacağımız karşılığı bildirmiştir. 

Eğer Nebi(a.s)’ın eşleri dünyayı tercih etmeyi seçerlerse, Nebi(a.s) tarafından onlara verilecek dünyalıkları alıp gidecekler ama bu sefer Ahiret’ten nasipleri olmayacak. Eğer Ahiret’i seçecek olurlarsa; büyük bir ihtimal dünya hayatının bir çok nimetinden mahrum kalacaklar ama bu özverinin karşılığını Ahiret’te kat kat alacaklardır.

[009.024] De ki: «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez.»

Allah - Resul’u ve O’nun yolunda cihad; bu üç şey bizlere yukardaki ayetlerde sayılan şeylerin hiçbirinden daha sevimli gelmemelidir.

[020.132] Ailene salatı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takvâ iledir.

[019.055] Ailesine salat ve zekat emrederdi ve Rabbi katında hoşnutluğa ermişti.

[026.214] Ve en yakınların olan aşiretini korkut.

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri eğitim konusunda önceliğin neresi olması gerektiğini hatırlatmaktadır. Aile içindeki bireylerin aynı inancı paylaşmış olması, aile içinde birlik beraberlik ve sevgiyi artıracak olup, kişilerin aile dışındaki tebliğ faaliyetlerinde gereken özveriyi göstermelerini sağlayacaktır. Bunun tersi bir durum; huzursuzluk kaynağı olacak, aile bireylerinin herhangi birisi tarafından sekteye uğratılmaya çalışılacaktır. Böyle bir durum ise kişiyi tercih noktasında bırakarak, dünya ve Ahiret’i seçmesini gerektirecek bir seçim yapmasını gerektirecektir.

AHZAB 28-29 ayetleri, bu seçimi Nebi(a.s)’ın ailesi üzerinden örnekleyerek tüm Müslümanlara göstermiş; Nebi(a.s)’ın böyle bir seçim yapmak zorunda kaldığında onları değil Allah’ı seçeceğini, onların da bu seçimi yaptığı takdirde alacakları karşılığı bildirmiştir. Müslümanlar arasında öne çıkmış, elini diğerlerine göre taşın altına daha fazla sokmuş olan kişilerin yakınları, özellikle ailesi, diğerlerine göre daha fazla özveride bulunmak durumundadır. İşte böyle bir konumda olan insanın (kadın veya erkek farkı gözetmeden) ailesi ecir bakımından daha fazla ecir alacağı gibi, ayak bağı olmak noktasında azap bakımından diğerlerine göre daha fazla azaba hak kazanacaktır. AHZAB 30-31 ayetleri, bu duruma işaret etmektedir.

Ayetlerin tarihsel bağlamı ile ilgili olarak yanlış olduğunu düşündüğümüz bir noktaya kısaca temas etmek istiyoruz. Nebi(a.s)’ın eşlerinin TAHRİM 30 ayeti içinde "bifahişetin mübeyyinetin" (açık bir hayasızlık) şeklinde geçen kelime ile ilgili olarak yapılan bazı yorumlarda; Nebi(a.s)’ın eşlerinin, had cezasını gerektiren bir suç işledikleri takdirde (mesela zina gibi), bu cezanın onlara iki kat olarak, yani iki yüz celde olarak vurulması şeklinde olacağının anlaşılması gerektiğini düşünenlere rastlamaktayız.

Bu şekil bir yoruma sebep; zina cezasının klasik İslam hukukunda evli-bekar ayrımı yapılarak, evli olanın taşlanarak öldürülmesi şeklinde olan düşüncenin yanlışlığına vurgu yapmak içindir. Biz de tabi ki Kur’an’da evli-bekar şeklinde bir ayrımın yapıldığını söylemiyoruz, ancak bunu delillendirmek için AHZAB 30 ayetini delil getirmenin yanlış olduğunu söylemekteyiz. AHZAB 31 ayetine baktığımız zaman, itaat edenin mükafatının nerede verileceği (yani Ahirette verileceği) belli olup, isyan edenin cezası da Ahiret’te verilecektir şeklinde bir anlayış bizde daha doğru gözükmektedir.

AHZAB 30-31 ayetlerinin evrensel mesajına gelecek olursak şunları söylemek mümkündür; kadın veya erkek olsun, Müslümanlara önderlik yapma konumunda olan bir kişinin aile bireyi, diğer insanlara göre daha fazla özveride bulunmak durumundadır. Yapmaktan kaçınacağı bir özveri veya yaptığı bir özverinin karşılığı, diğer insanlara göre daha katlamalı olarak Ahiret’te kendisine ödenecek olup, bu konumda olanların yakınları bu noktaya dikkat etmek zorundadırlar.

AHZAB 32 ayeti; tarihsel bağlamda Nebi(a.s)’ın eşlerinin, diğer erkekler ile olması gereken münasebetlerini düzenlemektedir. Bu ayetin bize dönük mesajının nasıl olabileceği sorusuna şöyle bir cevap verebiliriz. Kadın ve erkeğin yaratılış itibarı ile birbirlerine ilgi duymakta olduğu gerçeğinden yola çıkarak, sadece belli bir konuma sahip olanların eşleri değil bütün kadın ve erkeklerin karşı cins ile olan münasebetleri bir kurala bağlanmıştır.

Belirli bir konumda olan insanların ve onların yakınlarının, diğer insanlara göre daha göz önünde olmaları, bazı insanların hasedine sebeb olabilir. Olayı Müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman, onların imamı derecesinde olan insanların, münafık kesim tarafından çeşitli iftiralar ile karalanarak gözden düşürülmeye çalışılması, yaşanmış ve yaşanacak bir durumdur.

Toplumun en hassas olduğu konu olan kadın ve erkek arasındaki uygunsuz bir durumu, toplumun affetmesi çok zordur. Bunu bilen münafık kesim, fitne ateşini buradan körüklemek için kadın veya erkeğin karşı cinse karşı hatalı bir davranışını ortaya koyarak, araya fitne sokmak isteyebilir. Bunun en açık örneğini; NUR Suresi ayetlerinde, Aişe validemize karşı olan iftirada görebiliriz (Aişe validemizin hatalı olduğunu söylemek istemiyoruz). Bu sebepten ötürü, özellikle göz önünde olan insanların bu tür hatalar yapmaktan kaçınmaları ve bu tür hataya düşmelerine veya fitneye sebep olacak şeyler yapmamaya dikkat etmeleri gerekmektedir.

AHZAB 33 ayeti; kadınların evden çıkmamalarına dair herhangi bir emir olmayıp, evlerinde nasıl davranmaları gerektiğini beyan etmektedir. AHZAB 59 ayeti, Nebi(a.s)’ın ve diğer Mü'minlerin eşlerinin, kızlarının ve kadınlarının dışarıya çıkarken, evdeki kıyafetlerine ek olarak dış kıyafetlerini almalarını emretmesi, kadınların sosyal hayat içinde yer almış olmalarını göstermektedir.

Bu ayet; ayetleri ön kabullu ve tahrifkar okumanın şampiyonu sayabileceğimiz Şia’nın istismar ettiği ayetlerden bir tanesidir. “Ehl-i beyt" kültürü altında oluşturdukları inanca, adına "Tathir ayeti" dedikleri bu ayet içinde geçen müzekker zamirlerini delil göstererek, Nebi(a.s)’ın ev halkına Ali, Hasan ve Hüseyin’in de dahil olduğunu iddia etmelerine rağmen, kadınlardan sadece kızı Fatımay’ı ehl-i beyt’e dahil ederek, diğer kadınların hiçbirini dahil etmemeleri çelişkisini burada kısaca hatırlatmak istiyoruz.

AHZAB 34 ayeti ise; bir önceki ayetin Şia tarafından istismar edilmesine karşılık, "ehl-i hadis" tayfası tarafından istismara uğratılmıştır. Bu tayfanın oluşturmuş olduğu “Sünnet ve Hadisin vahiy" olduğu inancı, bu ayetten delillendirlmeye çalışılmıştır. Konumuz Şia ve Ehl-i hadisin bu düşüncelerini tahili etmek olmadığı için burada bunlara değinmeyeceğiz.

Kitap ve hikmet şeklinde ayrım, Kur’an’ın diğer ayetlerinde de geçtiği için; hikmetin ne olduğu Müslümanlar arasında tartışılan bir konudur. Hikmeti "her insana verilen eşyayı okuma kabiliyeti" olarak kısaca tarif edersek, eşyayı okuma Kitap’ın ayetlerinin verdiği koordinatlar ile olması gerektiği, Nebi(a.s)’ın bu usul ile bir yöntem takip ettiği hatırlatılarak, bizlerin de başta evlerimiz olmak üzere en yakınımızı uyarma vazifesine uygun bir şekilde uyarmaya ev halkından başlayarak halkayı genişletmemiz gerektiği hatırlatılmaktadır. Allah(c.c)'ın Kitap’ı içindeki emirler ve yasaklar; önce kişilerin en küçük halkası olan aile içinde okunmaya yani hayata geçirilmeye başlanarak örnek olunacak, daha sonra halka genişleyerek kitlelere yayılacaktır.

Musa(a.s)'ın kıssasının anlatıldığı YUNUS 87 ayetinde, mücadele yöntemi olarak “evler hazırlanması" istenmiş olması; mücadelenin önce ev halkı ile birlikte fikir birliği içine girmekle başlayabileceği, bu doğrultuda olan bir ev halkının mücadelede daha başarılı olabileceği hatırlatılmaktadır. Ancak Lût(a.s) ve Nuh(a.s) örneğinde olduğu gibi, mücadeleye katılmak istemeyen ev halkından bazı fertler olabilir.

Lider pozisyonunda olan kişilerin söylemlerinin, önce en yakınları üzerinde kabul görmüş olması; onların çağrılarının diğer insanlar üzerinde daha kolay kabul görmesi anlamına geleceği için, Rabbimiz Nebi(a.s)’ın eşlerinin şahsında bizlere de hatırlatma yapmaktadır. Burada Nuh(a.s) ve Lût(a.s)’ın davetlerinin en yakınları tarafından kabul görmemiş olmasından hareketle; bir kişinin en yakınının onun davetini kabul etmemiş olması, o kişi için ayıplanacak bir durum asla olamaz.

Sonuç olarak; AHZAB 28-34 ayetleri; tarihsel bağlamı olan fakat güncel mesajlar çıkabilecek ayetlerdendir. Müslümanlar olarak üzerimize yüklenen vazifeyi yerine getirirken; öncelikle en yakınlarımız olan ev halkının bizim bu vazife bilinci içinde yapmış olduğumuz şeyler konusunda ayak bağı değil, destek olması, özveride bulunması gerektiğini Nebi(a.s)’ın eşlerinin şahsında ültimatom mahiyetindeki ayetler olarak beyan edilmektedir. Özellikle önder konumunda olan kişilerin eşlerinin ve aile bireylerinin, bu önderlikte o kişini konumuna laf ve dedikodu üretebilecek şeylerden kaçınmaları gerektiği, bu özverilerinin karşılığında veya yaptıkları yanlışların karşılığında, diğer kişilere göre daha fazla bir karşılık alacakları haber verilerek, ayakların ona göre denk atılması istenmektedir. Ev halkı ile birlikte yapılan bir mücadele diğer insanlar tarafından daha kolay kabul görecek olup, bütün ev halkı ile birlikte diğer insanlara örnek olması bakımından önemli bir katkı sağlayacaktır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

21 Ekim 2014 Salı

Ahzab s. 4-5 . Ayetleri ve Evlatlıklar Hakkındaki Düzenleme

Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c), kulu ve elçisi Muhammed (a.s) a indirdiği Kitabında iniş zamanı muhataplarına yönelik bir takım düzenlemeler bildirmiştir. Bu düzenlemeler bizler içinde geçerli olup hayatımızın herhangi bir safhasında karşımıza çıkacak sorunlara ışık tutmaktadır. 

Ahzab s. 4-5. ayetleri içinde "Zihar" ve "evlatlık uygulaması" hakkındaki düzenlemeleri görmekteyiz. Zihar uygulaması cahiliye araplarının eşlerine , "sen bana anamın sırtı gibisin" diyerek onları bir çeşit boşama şekli olup kadını ne evli nede boşanmış duruma sokan bir uygulama olup kadına bir çeşit zulmetme vasıtası idi. Ahzab s. 4. ayeti ve Mücadele s. 2-3-4. ayetlerde bu konu ile ilgili hükümler mevcuttur. 

Zihar uygulaması bugün işlevini yitirmiş olmasına rağmen evlatlık kurumu işlevini yitirmemiş olup devam etmektedir. Yazımızda bu kurum ile ilgili hükümlerin günümüzde nasıl hayata geçirilebileceği hakkındaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

[033.004] Allah bir adam için içinde iki kalb yapmamıştır. Kendilerinden zıhar yaptığınız eşlerinizi analarınız kılmamıştır. Evlatlıklarınızı da oğullarınız kılmamıştır. O sizin ağzınızdaki lafınızdır. Allah ise hakkı söylüyor ve doğru yolu gösteriyor.
[033.005]  Onları (evlatlıklarınızı) babalarına nisbet ederek çağırınız. Allah katında o daha doğrudur; eğer babalarını bilmiyorsanız dinde kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Bununla beraber hata ettiklerinizde üzerinize bir günah yoktur. Fakat kalplerinizin kasdettiğinde (günah) vardır. Allah günahları örten, çok merhamet edendir.

Bir çocuk herhangi bir sebebten ötürü , onun Dünyaya gelmesine sebeb olan Anne ve Babasından ayrı kalmak durumunda olabilir. Bir Karı Koca da herhangi bir sebebten ötürü çocuk sahibi olmayabilir veya bir başkasının çocuğuna ebeveynlik yapmak zorunda kalabilir. Bu durum İnsan hayatının bir olgusudur.

"Nesil emniyeti" İslamın önem verdiği konulardan birisi olup , kişinin onun Dünyaya gelmesine vesile olan ailesinin bilinmesi önemli bir noktadır. Kişilerin evlatlık kurumu vasıtası ile bir başka aile içinde büyümesi onu doğuran annesinin ve babasının unutmasını gerektirmez.

Günümüzde Ebeveyninden ayrılmak zorunda kalan çocuklar veya çocuk sahibi olamayan aileler bu durumu evlatlık kurumu vasıtası ile karşılıklı olarak hal yoluna gitmektedirler. Kişilerin kimlik bilgileri nufüs kaydı ile bir kütükte belirlenip onların nesillerinin emniyeti sağlanmaktadır. 

Evlatlık alan aile , o çocuğun kimlik bilgilerini değiştirerek , onun Dünyaya gelmesine vesile olan ailesinin yerine kendi isimleri o çocuğun nufüs bilgilerine geçirerek o çocuğun gerçek ailesiymiş gibi değiştiremez.

Öncelikle bu şekil bir düzenleme Devletin kanuni bir düzenleme yapmasını gerektirir . T.C devletinin evlatlık kurumu uygulamasında , evlatlık verilen bir çocuğun evlatlık alan aile tarafından nufüs bilgilerinin değiştirirlerek gerçek ebeveyninin yerine evletlık alan ailenin ismleri yazılabilmekte olup kanuni düzenlemeler buna izin vermektedir.

Ahzab s. 5. ayetinde "onları babalarına nisbetle çağırın" emrinin bugünkü karşılığı , kişinin nufüs bilgilerinin gerçek anne ve babasının üzerinde olmasını gerektirir. Bunun tersi bir uygulama olarak, kişiyi evlatlık alan ailenin nufüs bilgileri üzerine yapılan bir kimlik düzenlemesi, ayete aykırı olup neslin emniyeti bakımından sakıncalı durumlara gebe bir durumdur.

Cahiliyye arapları arasında yapılagelen bu uygulama ayet ile ortadan kaldırılmış olup , Muhammed (a.s) ın evlatlığı olarak bilenen Zeyd'in boşadığı eşi ile evlendirilerek bir tabu yıkılmış olmaktadır. Ahzab s.  36-40. ayetleri arası bu duruma işaret etmektedir.

Sonuç olarak ; hayatın bir gerçeği olan evlatlık kurumunun nasıl çalışması gerektiğini Rabbimiz , Ahzab s. 4-5. ayetlerinde beyan ederek bizlere bildirmiştir. Buna göre evlatlık edinen bir aile , evlat edindiği çocuğun kimlik bilgilerini esas anne babasının yerine kendi isimlerini geçirerek koyamaz. Kişilerin bir şekilde aileye muhtaç kalmış bir çocuğa aile olması büyük bir sevab kazandırabilir ancak bunun olması gereken bir şekli vardır. Hiç kimse Dünyaya gelmesine vesile olmadığı bir çocuğa gerçek anne babasıymış gibi kimlik bilgilerini o şekilde düzenlemeye hakkı yoktur. 

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.