Allah (c.c) göndermiş olduğu elçi ve kitapları ile bizlere , yaşadığımız dünya hayatının geçici , ahiret hayatının ise kalıcı olduğunu beyan etmektedir. Ahiret hayatında , "Cennet" ve "Cehennem" olmak üzere iki mekan olduğunu , bu mekanlarda kalacak olanların , buraları yaşadıkları dünya hayatı içinde yapacak olduğu amelleri ile hak edeceklerini bildirmektedir.
Allah (c.c) Kur'anda, cennet veya cehenneme gidecek olanların, bu mekanları hak etmek için, belirli kimliğe sahip olmaları şartını değil , belirli kriterlere göre bir yaşam sürmelerini gerekli kılmış olsa da , her din mensubu cennete kendilerinin gideceklerini iddia ederek , cennetin rezervasyonunu şimdiden yaparak cenneti tekellerine almışlardır.
Bakara s. 111 ve 112. ayetleri bu durumu bizlere anlatan , cennete gitmenin kriteri konusunda bilgi veren ayetlerdendir.
[002.111] Ve dediler ki: Yahudi ve Hristiyan olanlardan başkası cennete
girmeyecek. Bu onların kuruntusudur. De ki: Eğer sadıklar dan iseniz delilinizi
getirin.
[002.112] Hayır... Kim muhsin olduğu halde yüzünü Allah için salim kılarsa
işte onun için Rabbinin nezdinde mükâfaatı vardır. Ve onların üzerine bir korku
yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
Ayetlere baktığımızda , Yahudiler kendilerinin , Hıristiyanlar da kendilerinin cennete gideceklerini söylemektedirler , cenneti tekelleştirme furyasına biz müslümanları da katacak olursak , bizlerde cennete sadece bizim gideceğimizi iddia etmekteyiz. Tekelci mantığa sahip olan ,Yahudi ve Hıristiyanların kendi yollarından başka yolun doğru olmadığı iddiaları başka ayetlerde de geçmektedir.
[002.135] «Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız» dediler.
«Doğruya yönelmiş olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrahim'in dinine
uyarız» de.
[004.122-125] İman edip iyi ameller işleyenleri ise altından ırmaklar akan,
içinde ebedi olarak kalacakları cennetlere yerleştireceğiz. Bu Allah'ın
vaadidir. Kim Allah'tan daha doğru sözlü olabilir.O, ne sizin kuruntularınıza, ne de kitap ehlinin kuruntularına göredir. Kim bir
kötülük yaparsa onunla cezalanır ve Allah'tan başka da ne bir koruyucu, ne de
bir yardımcı bulabilir.Erkek olsun kadın olsun kim mümin olarak iyi ve yararlı işler yaparsa, işte
onlar cennete girerler ve zerre kadar bile hakları yenmez.Ve din itibariyle daha güzel kimdir o kimseden ki, muhsin olduğu halde yüzünü
Allah a teslim etmiş, ve Hanîf olarak İbrahim'in milletine tâbi olmuştur.
Allah da İbrahim'i bir dost edinmiştir.
Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından dillendirilen , ancak Allah (c.c) tarafından reddedilen tekelci mantığın aynısı bu gün Müslümanlar tarafından dile getirilerek , Müslümanlardan başkasının cennete gidemeyeceği iddia edilmektedir.
Bu yazının konusu Yahudi ve Hıristiyanların da cennete gidebileceği değildir. Yazının konusu belirli bir kimliğe sahip olmak değil , belirli kritere sahip olmak ve bu kriterlerin ne olduğu üzerinedir.
Biz Müslümanlar , Kur'anın reddettiği Yahudi ve Hıristiyan olanların cennete gideceği düşüncesini , aynen devam ettirerek , sadece bizlerin cennete gideceğimiz iddiasını dile getirmekteyiz. Ancak "Müslüman kimliği altında yaşadığımız bu hayat acaba bizi cennete götürmeye yetecek mi ?" sorusunu kendimize sorarak bunun cevabını aramaya çalıştığımız pek söylenemez.
Bu gün "İslam dini"ne mensubiyet adına yaptığımız ameller olan , ve sadece ritüel boyuta indirgenmiş namaz , oruç , hacc gibi ibadetleri ihya etmemiz sonucunda cennete gideceğimiz gibi bir inanç mevcuttur. Bu inanç doğru bir yaklaşım olmayıp , İslam dinini sadece tapınaklarda yaşanan bir din haline , Müslümanları da cami dışında başka dinlere ,yani başka sistemlere tabi olan insanlar haline getirmiştir.
Bu gün insanlara "Din" dediğimiz zaman , bir çoğun aklına , sadece belirli zamanlarda yaşanan ve hayatın bir kısmında hakim olan kurallar akla gelmektedir. Din kavramının hayatın her zamanı ve anına dair söyleyecek sözü olduğu , bir çok kişi tarafından bilinmemekte , veya bilinse dahi bu kuralların artık uygulanamaz olduğu düşüncesidir. Aynı insanlar hayatlarında uyguladıkları veya tabi oldukları kuralların, İslam harici bir din'in kuralları olduğunu maalesef bilmemektedirler.
Cennete nasıl gidilir ve oraya kimler gider?.
Allah (c.c) ayetlerinde , iman edip salih amel işlemek ve Muhsinlerden olmak neticesinde cennete gidileceğini beyan etmektedir, peki bu şartların içi nasıl doldurulur ?. Muhammed (a.s) ve arkadaşları tarafından yaşanan din iman sadece dil ile söylenen bir söz değil , hayat içinde yaşanan bir olgudur , zaman içerisinde iman kavramı etrafında gelişen farklı mülahazalar Kur'anın perspektifinden bakılmaması sonucunda bazılarını memnun etmek için eğilip bükülen bir kavram haline getirilmiştir . Müslümanlar olarak yaptığımız en büyük hata , "İman" kavramının tarifini amele dökmemek sureti ile onu sadece dilde söylenen bir söz haline sokmak olmuştur.
Klasik İslam düşüncesinde iman'ın tarifi , "Dil ile ikrar kalp ile tasdik" şeklinde olup , yüzyıllardır bitmek tükenmez tartışmalardan bir tanesi, "Amel imandan bir cüz müdür değil midir?" tartışmalarıdır. "Ehli sünnet velcemaat" akidesine göre ,ameller imandan bir cüz değildir , eğer ameli imanın bir cüzü sayarsak herkes kafir olur korkusu ile iman sadece dile tahsis edilmiş bu iman'ın ispatı olması gereken amelsiz bir iman, cennetin garantisi !! sayılmıştır.
Hayat sahasından çıkarılmış , ve sadece söze indirgenerek , cennetin garantilendiği bir din söylemi ve tatbiki içine giren biz Müslümanların artık dünyaya söyleyecekleri bir şeyleri kalmamıştır. Bu durum maalesef başta bir Müslümanları ve diğer insanları temeli zulme dayanan beşeri dinlere mahkum etmiştir.
"Salih amel"siz iman sahiplerinin cennete gitme şansları ne kadarsa , "İman"sız salih amel sahiplerinin cennete gitme şansları aynıdır.
Geçmişten gelen , amel imandan bir cüzmü dür değilmi dir ? tartışmalarının temelinde yatan sebeb , Allah (c.c) nin dininin tüm kuralları ile yaşam alanına sokulmak istenilmeyişidir. Amelin imandan bir cüz olmadığı düşüncesi akide olarak dine sokulduğunda , insanlar Allah (c.c) nin dinini hayata pratize etmek gibi bir mecburiyetten kurtulmuş olacaklar , neticede kafalarına göre takılmanın önü açılmış olacaktır. Bu tarif ile, hayata pratize etmek amacı ile indirilmiş olan İslam yaşanan bir hayat içinden çıkarılmış , ortaya çıkan boşluk ise başka sistemler tarafından doldurulmuştur.
Amelsiz iman'ın ne işe yaradığı, bu gün dünya üzerindeki müslümanların durumuna bakıldığında , imansız amel'in ne işe yaradığı ise bu gün dünya üzerinde yaşayan gayri müslimlere baktığımızda daha kolay anlaşılmaktadır.
Bu gün dünya üzerinde yaşayan Müslümanların büyük bir kesiminin "Din" olarak bildikleri en önemli etkinliklerden bir tanesi, bu dinin kutsal kitabı olan Kur'anı okumaktır. Kur'an sadece sevab kazanmak , hastaları iyileştirmek , kızına koca , oğluna eş , işlerin açılması v.s gibi şeylere faydası olan bir kitap haline getirilmiştir.
Biz Müslümanların, kitabımızı bu hale getirmiş olmamız , yaşadığımız dünya hayatı içerisinde bizlerin büyük bir zillet ve meskenet damgası yememize sebep olmuş ve bu damga halen üzerimizdedir. Biz Müslümanların yaptıkları en önemli hatalardan birisi de , "Ayet okumak" denilince sadece Kur'an içindeki ayetlerin okunacağı zannı ile yaşanan bir dini hayatın akla getirilmesidir.
Bizim dışımızdaki insanlar , özellikle Avrupa ve Amerika , Japonya gibi ülkelerde yaşayan insanlar ise, "Ayet okumak" denilince Kur'an dışında olan , "Kainat ayetleri" denilen ayetleri okuyarak büyük bir maddi güce ulaşmışlardır. Kısacası Müslümanlar kitabın bir kısmına , Müslüman olmayanlar ise kitabın diğer bir kısmına iman etmektedirler.
Her iki kesimde ortaya çıkan en büyük eksiklik, "Kitap" kavramı içine giren ayetlerin bütününü okuyamamaktan kaynaklanmaktadır. Kitap ve kainat içindeki ayetlerin birbirinden ayrılarak okunması sonucunda ortaya çıkan durum , içinde yaşadığımız dünyanın kan ve gözyaşı seli içinde boğulmasına sebep olmaktadır.
Cennete gidebilmek için "Kitab" ın tamamı okunmalıdır. Yani , kevni ayetleri sadece bir kesim , kitabi ayetleri sadece bir kesim okumamalıdır. Kevni ayetlerin okunması sonucu batılılar tarafından elde edilen güç servet doğru kullanılmayarak , emperyalist amaçlar için kullanılmaya başlanmıştır. Bu durum ise,"kevni ayetleri okuma klavuzu" diyebileceğimiz Kur'anın, batılı emperyalistler tarafından okunmayarak bir nevi canavara dönüşmelerini beraberinde getirmiştir.
Biz Müslümanların Kur'an okuması şu misale benzemektedir ; Herhangi bir beyaz eşya bayiinden aldığımız buzdolabı televizyon v.s gibi eşyanın içinde bulunan kullanma klavuzunu sadece okumak sureti ile o eşyanın çalışmasını beklemektir. Halbuki o eşyanın içine kullanma klavuzunun konulma sebebi , o klavuzdaki talimatları okuyarak eşyanın doğru çalışmasını sağlayacak kurulumu yapmaktır.
Müslüman olmayanların ise kevni ayetleri okuması şu misale benzemektedir ; Yapmış oldukları herhangi bir teknoloji ürünü aletin nasıl kullanılması gerektiğine dair olan bilgileri göz ardı ederek , "biz yaptık istediğimiz gibi kullanırız" mantığını güttükleri için yaptıkları teknoloji onların ellerinde bir zulüm aracı haline gelmiştir.
Halbuki Müslümanların yapması gereken şey , Kur'an ile birlikte kevni ayetleri de okumaya çalışmak , Müslüman olmayanların ise , kevni ayetler ile elde edilmiş olan teknolojinin nasıl kullanılması gerektiğini, kitabi ayetlerden öğrenmek olmalıdır.
Batılı emperyalistler tarafından kevni ayetlerin okunması sonucunda elde edilen silahlar başlarından boca edilirken , biz Müslümanların yaptığı şey sadece bu durumun sona ermesi için beddua seansları düzenlemek ve gökten melek inmesini beklemektir. Halbuki Allah (c.c) şu anda gökten melekleri bizler için değil , hak ettikleri için batılı emperyalistler için indirmektedir.
Bizlerin Yahudi ve Hıristiyanlara öykünerek , kendimizi "Seçilmiş kullar" olarak görmemiz , bizi sadece bir aldanma içerisine sokmuş, zillet ve meskenet damgası boynumuzda hala asılı olarak dünya hayatımızı sürdürmekte ve cennette kaç tane huri alacağımızı okuyacağımız salavat adedine bağlayarak avunmaktayız.
Bizler insanları cennet veya cehenneme gönderme memurumu yuz?.
Allah (c.c) cennete gitmek için yapılacak amellerin "Mü'min" olarak yapılma şartını koşmaktadır. Günümüzde bir çok kişi misal olarak, Edison adlı kişinin insanlığa karşı yapmış olduğu faydalı çalışmalardan dolayı, onun cehenneme gitmesinin haksızlık olacağını söyleyerek onun yerinin cennet olması gerektiğini söylemektedir.
Şurasını asla unutmamalıyız ; Bizler kimsenin cennet veya cehenneme gideceğini söylemek gibi bir hak ve yetkiye sahip değiliz, Allah (c.c) nin konudaki adaletinden asla şüphemiz yoktur. Allah (c.c) bir kişiyi cennet veya cehenneme soktuğu zaman , o kişinin orayı hak edip etmediği konusunda ona karşı bir itirazda bulunmak gibi bir hakkımız yoktur ,çünkü kişi girmiş olduğu cennet veya cehennemi, yaşadığı hayat ile hak etmiş ve bu konuda ona en küçük bir haksızlık yapılmamıştır.
Allah (c.c) cennete gitme kriterlerini belirli kimselere göre değil , kişilerin o koyduğu kriterleri yerine getirip getirmediğine bakarak belirler. Allah (c.c) cennete gitmenin en başka gelen şartını kendisinin tek ilah olarak bilinmesine ve ona göre yapılan düzenlemeleri hayata aktarılmasına bağlamıştır.
Tevhid biz Müslümanların yaşantısının neresinde ?.
Müslümanlar olarak "Şirk" diye bildiğimiz durumu , sadece Mekke de Kabe içinde bulunduğu rivayet edilen 360 adet put ile sınırlandırarak, onların kırılması sonucunda artık şirk diye bir durumun bizlerin hayatında yeri olmadığını , şirk denilen şeyin sadece tahtadan taştan putlara tapmak olduğunu , hayatımızda bir kere olsun "La ilahe illallah" dediğimiz zaman cennetin garanti olduğu gibi temeller üzerine bir din bina ederek , ahirette de zaten hazır olan şefaatçilerimiz !! sayesinde , dünyada günah işlesek bile bunların affettirileceği inancı içinde yarınımızdan emin bir hayat sürmekteyiz.
Bu inanç ve düşünce ne kadar doğrudur ?.
Hayatlarının sadece bir kısmını din olarak bildiğimiz kurallara hasreden bizler, hayatımızın bütün kısmında din kurallarının geçerli olması gerektiği bilincinden uzak bir yaşam sürmekteyiz. "Din" denilince artık çağa söyleyeceği bir şeyi kalmamış kurallar bütünü akla gelerek , çağın gereklerine uygun kurallar, yani dinler ihdas edilmesi gerektiği inancı bizlerin zihinlerinde yer etmiştir.
Ancak dünyada yaşanan kaosun nedeni , insan eli ile hayata geçirilmek istenilen beşeri ideolojiler yani dinler olup, beşeri dinlerin insana vereceği herhangi bir şeyin olmadığı yakınen anlaşılmış ancak bu duruma alternatif olacak İslami bir söylem maalesef geliştirilememektedir. İslam adına konuştuğunu iddia edenlerin büyük bir kısmı, yaşanan hayatın gerçeklerinden uzak bir din söylemi içinde oldukları için söylediklerinin bir çoğu kabul görmemektedir.
Nasıl bir İslam söylemi insanları celbedebilir ?.
Bu sorunun cevabı , "insanları celbetmek için İslam'ın kuralları konusunda indirime gitmek , söylemi yumuşatmak adına bazı şeyleri güzel göstermek gibi ameliyeler içinde olmak" değildir.
Bu gün İslam'ın anahtar kavramları olan , Tevhid , Şirk , Tağut gibi kavramlar özellikle bir takım tekfirci gurupların söylemi olduğu için , bir çoklarımız bu kelimeleri duyduğu anda ürpermektedir. Halbuki bu kavramların içerdiği anlamları öteleyerek sürülen bir hayat'ın bedeli, dünya ve ahirette hüsrana uğramak olarak karşımıza çıkacaktır.
Bu kavramların ifade ettiği anlamlar, insan hayatının en önemli kavramları olmasına rağmen , bazılarının elinde bazılarını tekfir etmek için kullanılan bir silah haline gelmiştir. İslam'ın hakimiyeti denildiği zaman , bir çoğumuzun zihninde beliren imaj , sakalın kesilmediği , kadınların ikinci plana itildiği , bazı suçlara verilen cezaların Kur'ana aykırı olduğu (recm cezası gibi) bir yönetim olup böyle bir yönetim altında kendisini Müslüman olduğunu iddia edenler bile haklı olarak yaşamak istememektedirler.
"İslam düşüncesi" altında yaşanan çağın okunarak , yapılan yanlışlıklar doğru bir dil ile anlatılmadığı müddetçe , insanların bir çoğu İslam adlı dinden kaçarak başka dinlerin kucağında yer arayacaklardır. Başka dinlerden kastımız elbette , Yahudilik , Hıristiyanlık , Budizm v.s gibi dinler değildir. "Din" kavramını kısaca , "kişinin yaşamını belirleyen kurallar" olarak tarif ettiğimizde , hiç bir kişinin böyle bir kuraldan beri bir hayat süremeyeceğine göre , kimsenin dinsiz bir hayat sürmesi mümkün değildir. Kişilerin hayatında İslam adlı din olmaz ise , mutlaka başka isimlerle anılan dinler hakim olacaktır.
Bu konuda en büyük sorun, Kur'an dilinin yaşayan insanlara olan hitabının anlatılmasında yaşanmaktadır. Örneğin , "Salat" kavramının sadece namaza indirgenmiş olması kişileri "Kıl beşi bitir işi" modunda bir hayata yöneltmiş , salat sadece namaz olmuş bu namaz ise sadece yatıp kalkmaya indirgenmiş sportif bir faaliyet haline dönüştürülmüştür. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür , müslümanların yaşantısı ile örnek olamamaları neticesinde yaşadıkları hayatın İslam olduğunu zannedenler , "İslam buysa ben gavur kalmayı tercih ederim" demektedirler.
Müslümanlar olarak eksik kaldığımız taraflardan bir tanesi , İslam'ın tüm kuralları ile hakim olacağı "İslam devleti" kavramının içini doldurmaktaki olan sıkıntılarımızdır. Fıkıh , içtihad , mezhep gibi kavramlar üzerinden yapılan kişisel çıkarımların dinleştirildiği bir islam düşüncesine sahip olmamız ve bu kavramlar üzerinden güncel bir söylem geliştirilememesi, bizleri bu konularda yaşanan çağa dair islamın bir söylemi olmadığı düşüncesine götürmektedir.
İslam'ın diğer sistemlere karşı bir alternatif oluşturması için , onun her zaman ve zemine dair söylemi olduğunu bilmek ve bu söylemi, Kur'anı merkeze alarak oluşturmak gerekmektedir. Aksi takdirde Kur'an bizlerin elinde sadece birbirimizi tekfir etmeye yarayan bir obje haline dönüşecektir. Bu gün bir çok müslüman entellektüelin bu konuda artık pes ederek , içinde yaşadığımız sistemi içselleştirmiş olması bu sıkıntıların sonucudur. Birçok müslüman entelektüel , Tağut , Tevhid , Şirk gibi kavramları duyduklarında , "Siz hala oralardamısınız" diyerek bıyık altından gülmektedirler (bir çoğunun sakalı ve bıyığı keserek imaj değiştirdiğini hatırlatalım).
Son zamanlarda ortaya atılan "Ilımlı İslam" projelerinin hayata geçirilmeye başlanması sayesinde, İslam dininin çehresi değiştirilmiş , ve bu din şirk'e bile müsamaha gösteren "Vur ensesine al lokmasını" türünden bir Müslüman tipini tavsiye eden bir inanç haline getirilmiştir. İslam'ın sadece gönüllerde ve kalplerde yaşanan mistik bir inanç haline getirilmesi, en çok kendi sistemlerini dünyaya hakim kılmak isteyen emperyalistlerin işine yaramaktadır.
Kimseye ses etmeyen , gelene ağam gidene paşam diyen bir Müslüman tipinin kimseye zararı olmayıp, böyle bir Müslüman tipinin bütün dünyada yaygınlaşması kimseyi rahatsız etmeyecek hatta memnun edecektir.
Sonuç olarak ; Cennet hayali, ahirete inanan tüm insanlar için güzel bir hayal olup , bu hayalin gerçekleşmesinin şartlarını, Allah (c.c) kitabında beyan etmektedir. Ahirette cenneti hak etmek için , dünyayı cehenneme çeviren düşünceleri reddeden bir hayatın yaşanması başta gelen şart olarak görülmektedir. İman ve Salih amel birlikteliği içinde ,ve Muhsinlerden olarak yaşanması gereken bir hayatın karşılığı, sadece ritüel boyuta indirgenmiş bir dini yaşam değildir. Hayatın her alanına dair sözü olan bir inancın müntesibi olduğumuzun önce bizler tarafında idrak edilmesi , sonra diğer insanları doğru bir dil ile anlatılması gerekmektedir.
Bunun sağlanması için , Kur'anın mistik duygulara hitap eden bir kitap değil , insanın yaşadığı hayatta karşısına çıkan her şeye dair sözü olan bir kitap olduğunu bilinci içinde önce biz Müslümanların olması gereklidir. Kur'anın her çağa olan hitabı derken , ayakkabının nasıl bağlanması gerektiğini dahi yazması gereken bir kitap akla getirilmemelidir. Özellikle son yıllarda çıkan Kur'an merkezli düşüncenin açmazlarından birisi böyle bir düşünce olup , aradıkları bazı şeylerin kitapta olmadığını gören bir kısım insan, artık bu kitabı red etmektedirler.
Bu insanların en büyük yanlışı, okudukları kitabın ayetlerinin ana yolun işaretlerini beyan ettiği , yan yollarda çıkan durumlara yani o konuda Kur'an içinde net bilgi bulunmamasına karşı insanlar tarafından, ana yolun işaretlerin beyan eden ayetleri örnek alarak yaşanan günün sorunlarına çözüm üretilebilir , bu çözüm çalışmalarının lüteratürdeki ismi "İçtihad" dır. İçtihad yolu ile diri ve canlı tutulan bir kitabın çağrısı , her zaman içinde yaşayan insanlar tarafından anlaşılarak , yaşanan zamana dair olan mesajlar daha kolay anlaşılacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
12 Kasım 2015 Perşembe
9 Kasım 2015 Pazartesi
Allah (c.c) nin Bilgisini Sınırlayan Düşüncenin Batıllığına Dair "İbrahim'in Misafirleri" Kıssasından Bir İhticac
Muhammed (a.s) ın vefatını müteaakiben başgösteren siyasi ayrılmalar neticesinde, bu ayrılıklar akidevi bir temele oturtulmaya çalışılmış bir çok fırka ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda islam topraklarının sınırlarının genişlemesi ve farklı toplumlardan insanların islama dahil olmaları neticesinde müslümanlar farklı kültürlerle tanışmışlar, bu durum Yunan , İran ve Hint düşüncesinin İslam düşüncesi ile harmanlanması şeklinde gelişmiştir.
Ancak İslam düşüncesi , bu düşüncelere etki etmek yerine , bu düşüncelere sahip filozofların görüşleri İslam düşüncesine hakim olmuş ve "İslam filozofları" payesi verilen bir gurup türemiş , bu filozoflar Yunan düşüncesini esas alarak İslam düşüncesini yorumlamaya başlamışlardır. "İslam filozofları" denen bu gurup, temeli Yunan düşüncesinden alınmış verileri, İslam düşüncesine adapte etme çalışmalarına girişmiştir. Allahın bilgisinin sınırlarının tartışılmaya başlanması bu durumun bir neticesidir.
Müslümanlar tarafından yapılan, bitmek tükenmez tartışma konularından birisi de "Kader" konusudur . Bu tartışmaların başlangıcı , emevi saray erkanının yapmış olduğu gayri meşru işleri meşrulaştırmak amacına matuf olduğunu söylemek, bu tartışmaların kaynağının ne olduğunun bilinmesi açısından önem arz etmektedir.Bu tartışmalar sadece Kur'an baz alınarak yapılmış olsaydı bu kadar farklı görüşler ve ayrışımların meydana gelmesinin önü alınmış olurdu.
Kader konusunda en büyük tartışmalar, Allah (c.c) nin insanın başına gelecekleri ezelden yazmış olduğu düşüncesi olup, bu düşünce gerçekten büyük bir problem teşkil etmektedir. Bu görüşleri red etmeye yönelik bazı görüşler ortaya atılmış , ancak "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali görüşler ortaya çıkmıştır. Bu göz çıkaran görüşlerden bir tanesi, Allah (c.c) nin kullarının gelecekte ne yapacağının yazmasının mümkün olmadığı , çünkü Allah (c.c) nin böyle bir bilgiye sahip olmadığıdır.
Allah (c.c) nin kullarının fiilleri ile ilgili ne yapacakalarını ezelden yazmış olduğu düşüncesi , haklı olarak "Madem Allah ne yapacağımızı yazmış yaptıklarımız konusunda bizim herhangi bir suçumuz neden olsun" düşüncesini doğurmuştur. Allah (c.c) hiç bir kulu üzerinde baskıcı olmadığını , onlara irade özgürlüğü tanıdığını , cennet veya cehennem ile cezalandırılmanın kullarının yaptıklarının karşılığı olduğunu bir çok ayetinde beyan etmektedir.
Ancak şurası bir gerçektir ki , Allah (c.c) yarattığı kullarının yaşadıkları hayat içinde ne yapacaklarını bilmektedir. Onun bu bilgisi , bazı kimseler tarafından yadırganarak böyle bir şeyin olamayacağı düşüncesine götürmüştür. Kur'anda geçen "Gayb" kavramı bizim için geçerli bir alan olup , Allah (c.c) için böyle bir alan asla olamaz.
Allah (c.c) nin dolaylı olarak gaybı bilemeyeceği iddialarından olan , Onun bizim imtihanımız ile ilgili olarak ne yapacağımızı ve kiminle evleneceğimizi bilmediği iddiaları , Allah (c.c) yi biz kulların seviyesine indirmek durumuna düşüren bir düşüncedir.
"Cehmiyye" adı ile bilinen , Cehm Bin Safvan tarafından temelleri atılan fırkanın görüşlerine baktığımızda , Allah (c.c) nin bilgisinin ezeli olmadığı, sonradan oluştuğu gibi düşüncelere sahip oldukları , bu görüşlerini ise Muhammed s. 31. ayeti ve bazı ayetlerde geçen "Li na'leme" (Bilmek için) kelimesinin kullanılmasına dayadıklarını , bu kelimenin kullanılış sebebinin ise, Allah (c.c) nin önceden bilmediği iddialarıdır
Cehmiyye fırkasının bu görüşleri, yaklaşık 1250 sene sonra yeniden ısıtılarak piyasaya sürülmüş , "Allah (c.c) imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmez" şeklinde bir söylem ile gündeme sokulmuştur. Bu söylemi desteklemek için , Cehmiyye nin destek olarak aldığı , içinde "Li na'leme" (Bilmek için) ibaresi geçen ayetler bu düşünceye destek olarak sunulmaktadır.
Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki , bu düşünce temelini Kur'andan almayan devşirme bir düşüncedir. Bu düşüncenin meşruiyeti, bazı kur'an ayetlerinin ilgili düşünceye destekletilmesi şeklinde okunması sonucunda , "Ben demiyorum Allah diyor" şeklindeki ifadeler ile kendi söylemini Allah (c.c) mal ederek ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Bu gün bu konuyu ortaya atanların bu konuda 1250 yıl önceden ortaya atılan bir söylemi yeniden ısıtmış olması, bu konuda taklitçi bir yaklaşım sergilediğini göstermektedir.
Bilindiği üzere bu konunun gündeme gelmesine sebeb olan Abdülaziz Bayındır hocadır. Biz sayın Abdülaziz Bayındır hocayı , Kur'anı öncelleyen bir söyleme sahip olarak bilen birisi olarak bilir tanırız, Kur'an okuyan kim olursa olsun , okuduğu ayetlerden çıkardığı fikirler o kişinin kendi düşüncesi olup, bu düşüncesini "Ben demiyorum Allah böyle diyor" şeklinde bir söyleme oturtmaya çalışması büyük bir talihsizliktir. Bu tür söylemi kullananların , genelde tasavvuf kesimi olduğu bilinmektedir. Sayın hocanın bu kesimin ağzı ile konuşmuş olması üzüntü vericidir. Kur'an okuyarak, ayetleri üzerinde fikir yürüten bir kişinin söyleyebileceği tek söz, "Bu konuda benim düşüncem bu dur" olmalıdır.
Sayın hocanın bu düşüncesinin yanlış olduğu bir çok kişi tarafından dile getirilmiştir . Bu düşüncenin yanlışlığı bir çok Kur'an ayeti tarafından red edilmiş olduğunu söyleyerek, bu yazımızda sadece Kur'anda 3 ayrı sure içinde geçen "İbrahim'in misafirleri" kıssasındaki anlatımları baz alarak bu düşüncenin yanlışlığı hakkındaki düşüncelerimizi dile getirmeye çalışacağız.
Kıssalar ,Kur'an'ın hacmini büyüten bir anlatım uslubu olup , bir kıssa içinde kendi içerisinde bir çok mesaj taşıyarak , okuyucuya seslenmektedir. Biz bu durumu göz önüne alarak "İbrahim'in misafirleri" kıssası içinde Allah (c.c) nin bilgisine sınır koyma girişimlerinin , Kur'an içindeki ayetlerin delaleti ile nasıl batıl bir düşünce olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
"İbrahim'in misafirleri" kıssası , Kur'anın 3 ayrı suresi içinde geçmekte olup , bu sureler içindeki anlatımlar dikkatli bir okuyucunun gözünden kaçmayacak şekilde farklılıklar arz etmektedir. Bu farklı anlatımlar bizlere, Kur'an kıssaları üzerinden verilmek istenilenin, tarihi bir olayı masal olarak anlatmak değil , kıssa üzerinden okuyucuya mesaj verilmeye yönelik olduğunu göstermektedir.
Kur'an kıssalarını okuyanlar , aynı konuyu anlatan kıssanın bir surede farklı , diğer bir surede farklı bir anlatıma sahip olduğunu görecektir.Bu farklılık İbrahim'in misafirleri kıssasında gözümüze çarpmakta olup , kıssayı sadece tarihsel zaman ve mekanı içine hapsederek okumaya kalktığımız takdirde ,bu farklılıkların sebebini anlamamız mümkün olmayacaktır. Bizler, "anlatılan olayın üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenmiş olabilir?" sorusunun cevabını aramaya yönelik bir okuma yaptığımız takdirde, kıssayı anlamamız kolaylaşacaktır.
Hicr s. 51. ve 60. ayetler arasında anlatılan İbrahim'in misafirleri kıssasında , İbrahim'e gelen elçiler, ona "Ğulamin alimin" (Bilgin bir oğul) müjdelemektedirler.
Zariyat s. 24. ve 37. ayetler arasında anlatılan aynı kıssada , gelen elçiler Hicr s. ayetlerinde gördüğümüz gibi İbrahim'e "Gulamin alimin" (Bilgin bir oğul) müjdelemektedirler.
Hud s. 69. ve 76. ayetleri arasında anlatılan kıssada , İbrahim'e gelen elçilerin , ona İshak ve Yakub'u müjdelediklerini görmekteyiz.
Hicr ve Zariyat surelerinde bir erkek çocuğunun yani İsmail'in , Hud suresinde ise ikinci oğlu olan İshak'ın, ve İshak'ın oğlu olan Yakub'un müjdelenmesini nasıl okumak gerekmektedir?.
İbrahim'e gelen elçilerin , bir yerde ,başka bir yerde başka neden konuştukları konusunda takılıp kaldığımız zaman , bu ayetler üzerinden verilmek istenilen mesajı anlamamız zorlaşacaktır. Bizler neden farklı anlatımlar olduğunu düşünmekten ziyade, Hud suresinde bizlere İbrahim'e İshak ve Yakub'un müjdelenmesindeki hikmeti okumak durumundayız.
İbrahim (a.s) kıssasını hatırlayacak olursak , onun ileri bir yaşa varmış olmasına rağmen bir çocuğu olmamış ve Allah (c.c) nin kendisine çocuk bağışlaması için dua etmektedir (Saffat s. 100). Burada okunması gereken önemli nokta ilk çocuğundan sonra ikinci bir oğlun ve torunun müjdelenmesidir.
Önce konumuz olan iddiayı tekrar hatırlayalım;
"Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmez"
Bu iddianın doğru olup olmadığını, İbrahim'in misafirleri kıssasındaki bu anlatımlar üzerinden değerlendirmeye çalışalım.
Saffat suresi içinde anlatılan , İbrahim (a.s) kıssasının ,100. ve 113. ayetleri arasına baktığımız zaman, İbrahim (a.s) ın duası kabul olmuş ve bir erkek evlat sahibi olmuştur. İbrahim (a.s) oğluna , onu rüyasında boğazladığını gördüğünü söylediğinde oğlu ona , "Babacığım emrolunduğun şeyi yap" der , babası da oğlunu boğazlamak için hazırlandığı sırada , bunun bir imtihan olduğu , İbrahim'in bu imtihanı başardığı vahyedilir.
Allah (c.c) , İbrahim (a.s) ın bu imtihanı başarma ödülü olarak ona İshak adında bir oğul daha bağışladığını beyan etmektedir (37.112).
Şimdi Hud suresi içindeki kıssada anlatılan , İshak ve Yakub'un müjdelenmesi daha kolay anlaşılacaktır. İshak , İbrahim (a.s) ın ikinci oğludur , İbrahim (a.s) a İshak adında bir oğul bağışlanmasının sebebi , onun imtihanı başarması nedeniyledir.
Yani Allah (c.c), İbrahim (a.s) ı imtihan ederek onun bu imtihanı başaracağını önceden bilmekte ve daha ortada ilk oğlu İsmail ortada dahi yok iken ona İshak'ın bağışlanacağı haber edilmektedir.
İshak ile birlikte Yakub'un bağışlanacağının haber edilmesini ise , daha İshak hayatta yok iken bile onun kiminle evleneceğini bilmiş , İshak'ın evlenerek Yakub adında bir oğlu olacağını bilmiştir.
Cehmiyye fırkasının bu konudaki görüşlerine tekrar dönecek olursak ; Allah (c.c) nin ilmi hadis yani varlığı yaratmadan önce onun hakkında bir bilgi sahibi değilse , İbrahim (a.s) ın imtihanı başaracağını , ilave olarak ona İshak'ı vereceğini , İshak'ın evlenerek Yakub adında bir oğlu olacağını Allah (c.c) nasıl bilmiştir?.
Demek oluyor ki , Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmekte olup bunun tersi düşünceler Kur'an onaylı değildir.
Ayrıca, kıssanın Zariyat suresinde geçen , İbrahim'e gelen elçilerin Lut (a.s) ın kavminin helak edilişi ile ilgili ayetlere baktığımızda, daha onlar Lut kavmine gitmeden , İbrahim (a.s) a Lut kavminin helak edildiğini ve bu helakın nasıl gerçekleştini haber vermektedirler.
[051.0337] Biz, de dediler: Mücrim bir kavme gönderildik Ki onların üzerine çamurdan taşlar salalım; Rabb 'inin katında, haddi aşanlar için işaretlenmiş taşlar.Orada mü'minlerden kim varsa çıkardık. Zaten orada bir evden başka müslüman bulamadık.Ve öyle elîm azabdan korkacaklar için orada bir âyet bıraktık
Hud ve Hicr surelerinde geçen kıssa içindeki ayetlerde , Lut (a.s) ın kavminin helak edileceği haberi , gelecek zaman kipi içinde verilirken , Zariyat suresi içinde geçen ayetlerde , Lut kavminin helak haberi neden geçmiş zaman kipi ile , yani işin olup bittiği şeklinde verilmektedir?.
Düşünecek olursak , elçiler daha İbrahim (a.s) ın yanında ve Lut (a.s) ın kavminin imtihanı devam etmektedir. Halen devam etmekte olan bir imtihan için artık kesin bir karar verilmiş olması yani kalemin kırılmış olması neyi göstermektedir ?.
Elçiler Lut (a.s) a gittiklerinde , Lut (a.s) kavmine bu kötülükten vazgeçmeleri için adeta yalvarmaktadır. Lut (a.s) ın kavmi, eğer onun bu isteklerine olumlu cevap vermiş olsa ve Lut'a iman etmiş olsaydı , iman etmiş bir kavmin helak edilmesi zulüm olurdu.
Hud ve Hicr surelerinde, Lut kavminin helak edilmesi haberinin, gelecek zaman yani işin henüz vaki olmamış hali olarak , Zariyat suresinde helak edilme haberinin, geçmiş zaman yani işin olmuş bitmiş hali olarak verilmesinin ne anlama gelebileceğini düşündüğümüz zaman , Allah (c.c) nin kullarının imtihanı ile ilgili olarak ne yapacaklarını bildiği , Bu bilgisinin ispatı ise, Lut kavminin artık iman etmeyeceğini bilmiş olması üzerinden bizlere anlatılarak gösterilmektedir.
Allah (c.c) için "Gayb" olan bir şey varmı dır ?.
"Gayb" insana has bir alan olup , Allah (c.c) için böyle bir alan yoktur. Zariyat suresindeki İbrahim'in misafirleri kıssasının olmuş bitmiş hali ile anlatılması , Kur'anın bir çok yerinde geçen kıyamet ve cehennem sahnelerinden bazılarının geçmiş zaman sigası, yani olup bitmiş bir şekilde anlatılmış olması , Allah (c.c) için gayb diye bir alanın olmadığının açık ve net bir kanıtıdır.
Sayın Bayındır hoca , bu konuda yapmış olduğu derslerden birisinde kendisi için yapılan , "Allah (c.c) nin gaybı bilmediğini" söylediği iddiasına çok sert bir biçimde karşılık vererek, kendisine iftira atıldığını , hiç bir zaman böyle bir söz söylemediğini beyan etmektedir. Bayındır hoca tabiki direk olarak böyle bir söz söylemez , ancak ortaya attığı iddianın Allah (c.c) nin gaybı bilemeyeceğini iddia etmek demek burada ifade etmekte istiyoruz.
Allah (c.c) nin imtihan için yarattığı insanların bir kısmının cehenneme girerek orada olan konuşmalarından bahsetmiş olması , devam eden bir imtihan hayatı içinde inen kitabın içinde haber verilen bu durumun , imtihanı bitmeyen insanların bir kısmının cehennemi hak edeceğini bilmesi , Allah (c.c) nin bilgisinin sınır olmadığını göstermektedir.
Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak isteyen düşüncenin delil olarak dayandığı ayetlerden birisi de içinde "Li na'leme" (Bilmek için) ibaresinin geçtiği ayetlerdir. Bu ayetleri delil olarak sayanlar , "Kardeşim Allah bilmek için dediğine göre demekki bilmiyor" şeklinde sözler söyleyerek bu konuda kendilerini komik duruma düşürmektedirler.
Bu iddianın ne kadar komik bir iddia olduğunu görmek için Muhammed (a.s) a verilen emir türü ayetleri okumak yeterlidir örneğin ;
[015.088] Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz geçimliğe gözlerini dikme ve onlara üzülme. İnananlara kanat ger.
Bu ayeti okuyan birisi , "Demek Muhammed (a.s) müşriklere verilen dünya malına göz dikiyor ve mü'minlere kanat germiyormuş onun için ona böyle yapmaması emredilmiş" şeklinde bir iddia ortaya atabilir mi ?.
El cevab = böyle bir iddiada bulunmak asla mümkün değildir. Bu tür ayetler , Muhammed (a.s) yapmadığı işleri değil onun şahsında bizlere hatırlatmalardır.
Allah (c.c) , yarattığı kullarını ahirette cennet veya cehennem ile cezalandırması için o kulların somut ameller işlemesi gerekmektedir. "Bilmek için" şeklinde gelen ibareler , onun bilmediğinin göstergesi değil , kullarına vereceği karşılığın sebebinin somut amellere dayanması içindir.
Sonuç olarak ;Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak sureti ile ona eksiklik izafe etmek kişinin itkadında derin bir yara açacak , ve bu yaranın Kur'an literatüründeki adı "KÜFR" dür. Allah (c.c) nin bilgisi konusunda yapılan tartışmaların en büyük hatası , bu tartışmaların temelini devşirme düşüncelerden alınmış olmasıdır. "İlk nesil" dediğimiz kişilerin , böyle bir tartışma içine girmeyerek sadece inen ayetleri hayatlarına pratize etme gayretlerini düşündüğümüz , bizlerin bu ayetleri entellektüel muhabbet malzemesi yaparak birbirimizi incitme malzemesi yaptığımızı düşündüğümüz zaman ilk nesil ile aramızda nasıl bir fark olduğu görülecektir.
Geçmiştekilerin , sadece saray erkanını temize çıkarmak için , kullandıkları kavramlardan olan "Kader" konulu tartışmaların , onların dedikleri gibi olmadığını ispatlamak için , Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak ve onu bilmezlikle suçlamak , "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali bir durum olup, Allah (c.c) ye işlenmiş büyük bir hatadır. Bizler Kur'an ayetlerini baz alırken ön yargılarımızı onaylatmak amacı değil , bu konuda kitabın nasıl bir bilgi verdiğini dikkate almak zorundayız , aksi takdirde bu kitap belirleyiciliğini kaybederek , sadece birilerinin indi düşüncelerini onaylamaya yarayan bir kitap haline dönüşecektir. Rabbimiz bizleri kitabı teslim almaya çalışanlardan değil , teslim olan kullarından kılsın.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Ancak İslam düşüncesi , bu düşüncelere etki etmek yerine , bu düşüncelere sahip filozofların görüşleri İslam düşüncesine hakim olmuş ve "İslam filozofları" payesi verilen bir gurup türemiş , bu filozoflar Yunan düşüncesini esas alarak İslam düşüncesini yorumlamaya başlamışlardır. "İslam filozofları" denen bu gurup, temeli Yunan düşüncesinden alınmış verileri, İslam düşüncesine adapte etme çalışmalarına girişmiştir. Allahın bilgisinin sınırlarının tartışılmaya başlanması bu durumun bir neticesidir.
Müslümanlar tarafından yapılan, bitmek tükenmez tartışma konularından birisi de "Kader" konusudur . Bu tartışmaların başlangıcı , emevi saray erkanının yapmış olduğu gayri meşru işleri meşrulaştırmak amacına matuf olduğunu söylemek, bu tartışmaların kaynağının ne olduğunun bilinmesi açısından önem arz etmektedir.Bu tartışmalar sadece Kur'an baz alınarak yapılmış olsaydı bu kadar farklı görüşler ve ayrışımların meydana gelmesinin önü alınmış olurdu.
Kader konusunda en büyük tartışmalar, Allah (c.c) nin insanın başına gelecekleri ezelden yazmış olduğu düşüncesi olup, bu düşünce gerçekten büyük bir problem teşkil etmektedir. Bu görüşleri red etmeye yönelik bazı görüşler ortaya atılmış , ancak "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali görüşler ortaya çıkmıştır. Bu göz çıkaran görüşlerden bir tanesi, Allah (c.c) nin kullarının gelecekte ne yapacağının yazmasının mümkün olmadığı , çünkü Allah (c.c) nin böyle bir bilgiye sahip olmadığıdır.
Allah (c.c) nin kullarının fiilleri ile ilgili ne yapacakalarını ezelden yazmış olduğu düşüncesi , haklı olarak "Madem Allah ne yapacağımızı yazmış yaptıklarımız konusunda bizim herhangi bir suçumuz neden olsun" düşüncesini doğurmuştur. Allah (c.c) hiç bir kulu üzerinde baskıcı olmadığını , onlara irade özgürlüğü tanıdığını , cennet veya cehennem ile cezalandırılmanın kullarının yaptıklarının karşılığı olduğunu bir çok ayetinde beyan etmektedir.
Ancak şurası bir gerçektir ki , Allah (c.c) yarattığı kullarının yaşadıkları hayat içinde ne yapacaklarını bilmektedir. Onun bu bilgisi , bazı kimseler tarafından yadırganarak böyle bir şeyin olamayacağı düşüncesine götürmüştür. Kur'anda geçen "Gayb" kavramı bizim için geçerli bir alan olup , Allah (c.c) için böyle bir alan asla olamaz.
Allah (c.c) nin dolaylı olarak gaybı bilemeyeceği iddialarından olan , Onun bizim imtihanımız ile ilgili olarak ne yapacağımızı ve kiminle evleneceğimizi bilmediği iddiaları , Allah (c.c) yi biz kulların seviyesine indirmek durumuna düşüren bir düşüncedir.
"Cehmiyye" adı ile bilinen , Cehm Bin Safvan tarafından temelleri atılan fırkanın görüşlerine baktığımızda , Allah (c.c) nin bilgisinin ezeli olmadığı, sonradan oluştuğu gibi düşüncelere sahip oldukları , bu görüşlerini ise Muhammed s. 31. ayeti ve bazı ayetlerde geçen "Li na'leme" (Bilmek için) kelimesinin kullanılmasına dayadıklarını , bu kelimenin kullanılış sebebinin ise, Allah (c.c) nin önceden bilmediği iddialarıdır
Cehmiyye fırkasının bu görüşleri, yaklaşık 1250 sene sonra yeniden ısıtılarak piyasaya sürülmüş , "Allah (c.c) imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmez" şeklinde bir söylem ile gündeme sokulmuştur. Bu söylemi desteklemek için , Cehmiyye nin destek olarak aldığı , içinde "Li na'leme" (Bilmek için) ibaresi geçen ayetler bu düşünceye destek olarak sunulmaktadır.
Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki , bu düşünce temelini Kur'andan almayan devşirme bir düşüncedir. Bu düşüncenin meşruiyeti, bazı kur'an ayetlerinin ilgili düşünceye destekletilmesi şeklinde okunması sonucunda , "Ben demiyorum Allah diyor" şeklindeki ifadeler ile kendi söylemini Allah (c.c) mal ederek ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Bu gün bu konuyu ortaya atanların bu konuda 1250 yıl önceden ortaya atılan bir söylemi yeniden ısıtmış olması, bu konuda taklitçi bir yaklaşım sergilediğini göstermektedir.
Bilindiği üzere bu konunun gündeme gelmesine sebeb olan Abdülaziz Bayındır hocadır. Biz sayın Abdülaziz Bayındır hocayı , Kur'anı öncelleyen bir söyleme sahip olarak bilen birisi olarak bilir tanırız, Kur'an okuyan kim olursa olsun , okuduğu ayetlerden çıkardığı fikirler o kişinin kendi düşüncesi olup, bu düşüncesini "Ben demiyorum Allah böyle diyor" şeklinde bir söyleme oturtmaya çalışması büyük bir talihsizliktir. Bu tür söylemi kullananların , genelde tasavvuf kesimi olduğu bilinmektedir. Sayın hocanın bu kesimin ağzı ile konuşmuş olması üzüntü vericidir. Kur'an okuyarak, ayetleri üzerinde fikir yürüten bir kişinin söyleyebileceği tek söz, "Bu konuda benim düşüncem bu dur" olmalıdır.
Sayın hocanın bu düşüncesinin yanlış olduğu bir çok kişi tarafından dile getirilmiştir . Bu düşüncenin yanlışlığı bir çok Kur'an ayeti tarafından red edilmiş olduğunu söyleyerek, bu yazımızda sadece Kur'anda 3 ayrı sure içinde geçen "İbrahim'in misafirleri" kıssasındaki anlatımları baz alarak bu düşüncenin yanlışlığı hakkındaki düşüncelerimizi dile getirmeye çalışacağız.
Kıssalar ,Kur'an'ın hacmini büyüten bir anlatım uslubu olup , bir kıssa içinde kendi içerisinde bir çok mesaj taşıyarak , okuyucuya seslenmektedir. Biz bu durumu göz önüne alarak "İbrahim'in misafirleri" kıssası içinde Allah (c.c) nin bilgisine sınır koyma girişimlerinin , Kur'an içindeki ayetlerin delaleti ile nasıl batıl bir düşünce olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
"İbrahim'in misafirleri" kıssası , Kur'anın 3 ayrı suresi içinde geçmekte olup , bu sureler içindeki anlatımlar dikkatli bir okuyucunun gözünden kaçmayacak şekilde farklılıklar arz etmektedir. Bu farklı anlatımlar bizlere, Kur'an kıssaları üzerinden verilmek istenilenin, tarihi bir olayı masal olarak anlatmak değil , kıssa üzerinden okuyucuya mesaj verilmeye yönelik olduğunu göstermektedir.
Kur'an kıssalarını okuyanlar , aynı konuyu anlatan kıssanın bir surede farklı , diğer bir surede farklı bir anlatıma sahip olduğunu görecektir.Bu farklılık İbrahim'in misafirleri kıssasında gözümüze çarpmakta olup , kıssayı sadece tarihsel zaman ve mekanı içine hapsederek okumaya kalktığımız takdirde ,bu farklılıkların sebebini anlamamız mümkün olmayacaktır. Bizler, "anlatılan olayın üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenmiş olabilir?" sorusunun cevabını aramaya yönelik bir okuma yaptığımız takdirde, kıssayı anlamamız kolaylaşacaktır.
Hicr s. 51. ve 60. ayetler arasında anlatılan İbrahim'in misafirleri kıssasında , İbrahim'e gelen elçiler, ona "Ğulamin alimin" (Bilgin bir oğul) müjdelemektedirler.
Zariyat s. 24. ve 37. ayetler arasında anlatılan aynı kıssada , gelen elçiler Hicr s. ayetlerinde gördüğümüz gibi İbrahim'e "Gulamin alimin" (Bilgin bir oğul) müjdelemektedirler.
Hud s. 69. ve 76. ayetleri arasında anlatılan kıssada , İbrahim'e gelen elçilerin , ona İshak ve Yakub'u müjdelediklerini görmekteyiz.
Hicr ve Zariyat surelerinde bir erkek çocuğunun yani İsmail'in , Hud suresinde ise ikinci oğlu olan İshak'ın, ve İshak'ın oğlu olan Yakub'un müjdelenmesini nasıl okumak gerekmektedir?.
İbrahim'e gelen elçilerin , bir yerde ,başka bir yerde başka neden konuştukları konusunda takılıp kaldığımız zaman , bu ayetler üzerinden verilmek istenilen mesajı anlamamız zorlaşacaktır. Bizler neden farklı anlatımlar olduğunu düşünmekten ziyade, Hud suresinde bizlere İbrahim'e İshak ve Yakub'un müjdelenmesindeki hikmeti okumak durumundayız.
İbrahim (a.s) kıssasını hatırlayacak olursak , onun ileri bir yaşa varmış olmasına rağmen bir çocuğu olmamış ve Allah (c.c) nin kendisine çocuk bağışlaması için dua etmektedir (Saffat s. 100). Burada okunması gereken önemli nokta ilk çocuğundan sonra ikinci bir oğlun ve torunun müjdelenmesidir.
Önce konumuz olan iddiayı tekrar hatırlayalım;
"Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmez"
Bu iddianın doğru olup olmadığını, İbrahim'in misafirleri kıssasındaki bu anlatımlar üzerinden değerlendirmeye çalışalım.
Saffat suresi içinde anlatılan , İbrahim (a.s) kıssasının ,100. ve 113. ayetleri arasına baktığımız zaman, İbrahim (a.s) ın duası kabul olmuş ve bir erkek evlat sahibi olmuştur. İbrahim (a.s) oğluna , onu rüyasında boğazladığını gördüğünü söylediğinde oğlu ona , "Babacığım emrolunduğun şeyi yap" der , babası da oğlunu boğazlamak için hazırlandığı sırada , bunun bir imtihan olduğu , İbrahim'in bu imtihanı başardığı vahyedilir.
Allah (c.c) , İbrahim (a.s) ın bu imtihanı başarma ödülü olarak ona İshak adında bir oğul daha bağışladığını beyan etmektedir (37.112).
Şimdi Hud suresi içindeki kıssada anlatılan , İshak ve Yakub'un müjdelenmesi daha kolay anlaşılacaktır. İshak , İbrahim (a.s) ın ikinci oğludur , İbrahim (a.s) a İshak adında bir oğul bağışlanmasının sebebi , onun imtihanı başarması nedeniyledir.
Yani Allah (c.c), İbrahim (a.s) ı imtihan ederek onun bu imtihanı başaracağını önceden bilmekte ve daha ortada ilk oğlu İsmail ortada dahi yok iken ona İshak'ın bağışlanacağı haber edilmektedir.
İshak ile birlikte Yakub'un bağışlanacağının haber edilmesini ise , daha İshak hayatta yok iken bile onun kiminle evleneceğini bilmiş , İshak'ın evlenerek Yakub adında bir oğlu olacağını bilmiştir.
Cehmiyye fırkasının bu konudaki görüşlerine tekrar dönecek olursak ; Allah (c.c) nin ilmi hadis yani varlığı yaratmadan önce onun hakkında bir bilgi sahibi değilse , İbrahim (a.s) ın imtihanı başaracağını , ilave olarak ona İshak'ı vereceğini , İshak'ın evlenerek Yakub adında bir oğlu olacağını Allah (c.c) nasıl bilmiştir?.
Demek oluyor ki , Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmekte olup bunun tersi düşünceler Kur'an onaylı değildir.
Ayrıca, kıssanın Zariyat suresinde geçen , İbrahim'e gelen elçilerin Lut (a.s) ın kavminin helak edilişi ile ilgili ayetlere baktığımızda, daha onlar Lut kavmine gitmeden , İbrahim (a.s) a Lut kavminin helak edildiğini ve bu helakın nasıl gerçekleştini haber vermektedirler.
[051.0337] Biz, de dediler: Mücrim bir kavme gönderildik Ki onların üzerine çamurdan taşlar salalım; Rabb 'inin katında, haddi aşanlar için işaretlenmiş taşlar.Orada mü'minlerden kim varsa çıkardık. Zaten orada bir evden başka müslüman bulamadık.Ve öyle elîm azabdan korkacaklar için orada bir âyet bıraktık
Hud ve Hicr surelerinde geçen kıssa içindeki ayetlerde , Lut (a.s) ın kavminin helak edileceği haberi , gelecek zaman kipi içinde verilirken , Zariyat suresi içinde geçen ayetlerde , Lut kavminin helak haberi neden geçmiş zaman kipi ile , yani işin olup bittiği şeklinde verilmektedir?.
Düşünecek olursak , elçiler daha İbrahim (a.s) ın yanında ve Lut (a.s) ın kavminin imtihanı devam etmektedir. Halen devam etmekte olan bir imtihan için artık kesin bir karar verilmiş olması yani kalemin kırılmış olması neyi göstermektedir ?.
Elçiler Lut (a.s) a gittiklerinde , Lut (a.s) kavmine bu kötülükten vazgeçmeleri için adeta yalvarmaktadır. Lut (a.s) ın kavmi, eğer onun bu isteklerine olumlu cevap vermiş olsa ve Lut'a iman etmiş olsaydı , iman etmiş bir kavmin helak edilmesi zulüm olurdu.
Hud ve Hicr surelerinde, Lut kavminin helak edilmesi haberinin, gelecek zaman yani işin henüz vaki olmamış hali olarak , Zariyat suresinde helak edilme haberinin, geçmiş zaman yani işin olmuş bitmiş hali olarak verilmesinin ne anlama gelebileceğini düşündüğümüz zaman , Allah (c.c) nin kullarının imtihanı ile ilgili olarak ne yapacaklarını bildiği , Bu bilgisinin ispatı ise, Lut kavminin artık iman etmeyeceğini bilmiş olması üzerinden bizlere anlatılarak gösterilmektedir.
Allah (c.c) için "Gayb" olan bir şey varmı dır ?.
"Gayb" insana has bir alan olup , Allah (c.c) için böyle bir alan yoktur. Zariyat suresindeki İbrahim'in misafirleri kıssasının olmuş bitmiş hali ile anlatılması , Kur'anın bir çok yerinde geçen kıyamet ve cehennem sahnelerinden bazılarının geçmiş zaman sigası, yani olup bitmiş bir şekilde anlatılmış olması , Allah (c.c) için gayb diye bir alanın olmadığının açık ve net bir kanıtıdır.
Sayın Bayındır hoca , bu konuda yapmış olduğu derslerden birisinde kendisi için yapılan , "Allah (c.c) nin gaybı bilmediğini" söylediği iddiasına çok sert bir biçimde karşılık vererek, kendisine iftira atıldığını , hiç bir zaman böyle bir söz söylemediğini beyan etmektedir. Bayındır hoca tabiki direk olarak böyle bir söz söylemez , ancak ortaya attığı iddianın Allah (c.c) nin gaybı bilemeyeceğini iddia etmek demek burada ifade etmekte istiyoruz.
Allah (c.c) nin imtihan için yarattığı insanların bir kısmının cehenneme girerek orada olan konuşmalarından bahsetmiş olması , devam eden bir imtihan hayatı içinde inen kitabın içinde haber verilen bu durumun , imtihanı bitmeyen insanların bir kısmının cehennemi hak edeceğini bilmesi , Allah (c.c) nin bilgisinin sınır olmadığını göstermektedir.
Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak isteyen düşüncenin delil olarak dayandığı ayetlerden birisi de içinde "Li na'leme" (Bilmek için) ibaresinin geçtiği ayetlerdir. Bu ayetleri delil olarak sayanlar , "Kardeşim Allah bilmek için dediğine göre demekki bilmiyor" şeklinde sözler söyleyerek bu konuda kendilerini komik duruma düşürmektedirler.
Bu iddianın ne kadar komik bir iddia olduğunu görmek için Muhammed (a.s) a verilen emir türü ayetleri okumak yeterlidir örneğin ;
[015.088] Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz geçimliğe gözlerini dikme ve onlara üzülme. İnananlara kanat ger.
Bu ayeti okuyan birisi , "Demek Muhammed (a.s) müşriklere verilen dünya malına göz dikiyor ve mü'minlere kanat germiyormuş onun için ona böyle yapmaması emredilmiş" şeklinde bir iddia ortaya atabilir mi ?.
El cevab = böyle bir iddiada bulunmak asla mümkün değildir. Bu tür ayetler , Muhammed (a.s) yapmadığı işleri değil onun şahsında bizlere hatırlatmalardır.
Allah (c.c) , yarattığı kullarını ahirette cennet veya cehennem ile cezalandırması için o kulların somut ameller işlemesi gerekmektedir. "Bilmek için" şeklinde gelen ibareler , onun bilmediğinin göstergesi değil , kullarına vereceği karşılığın sebebinin somut amellere dayanması içindir.
Sonuç olarak ;Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak sureti ile ona eksiklik izafe etmek kişinin itkadında derin bir yara açacak , ve bu yaranın Kur'an literatüründeki adı "KÜFR" dür. Allah (c.c) nin bilgisi konusunda yapılan tartışmaların en büyük hatası , bu tartışmaların temelini devşirme düşüncelerden alınmış olmasıdır. "İlk nesil" dediğimiz kişilerin , böyle bir tartışma içine girmeyerek sadece inen ayetleri hayatlarına pratize etme gayretlerini düşündüğümüz , bizlerin bu ayetleri entellektüel muhabbet malzemesi yaparak birbirimizi incitme malzemesi yaptığımızı düşündüğümüz zaman ilk nesil ile aramızda nasıl bir fark olduğu görülecektir.
Geçmiştekilerin , sadece saray erkanını temize çıkarmak için , kullandıkları kavramlardan olan "Kader" konulu tartışmaların , onların dedikleri gibi olmadığını ispatlamak için , Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak ve onu bilmezlikle suçlamak , "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali bir durum olup, Allah (c.c) ye işlenmiş büyük bir hatadır. Bizler Kur'an ayetlerini baz alırken ön yargılarımızı onaylatmak amacı değil , bu konuda kitabın nasıl bir bilgi verdiğini dikkate almak zorundayız , aksi takdirde bu kitap belirleyiciliğini kaybederek , sadece birilerinin indi düşüncelerini onaylamaya yarayan bir kitap haline dönüşecektir. Rabbimiz bizleri kitabı teslim almaya çalışanlardan değil , teslim olan kullarından kılsın.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Kasım 2015 Cumartesi
Bakara s.101-103. Ayetleri : Yahudilerin Algı Operasyonlari ve Günümüzdeki Uzantıları
Kur'an okumalarında yaptığımız eksik ve hatalı okumalardan bir tanesi , okuduğumuz ayetin sadece hitap ettiği belirli bir kesimi ilgilendirdiği , bize dönük herhangi bir mesajının olup olmadığı yönünde tefekkürde bulunmamaktır. Kur'anda "Ey İsrailoğulları" şeklinde başlayan hitapların, sadece hitap ettiği kesime yönelik olduğu düşüncesi ,bu eksik ve hatalı okumalardan bir tanesidir.
Kur'anda İsrailoğulları ile ilgili ayetlere baktığımızda , onların içinden çıkmış olan bir "Samiri" karakteri , veya Medineli yahudilerin , Muhammed (a.s) a iman edilmemesi için yaptıkları sihir denen şeyin mahiyeti , o günlerde yapılan bu işlerin sadece o güne has değil, evrensel bir algı operasyonun ilk örnekleri olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir.
Kur'andaki "Sihir" kavramını , günümüz moda tabiri olan "Algı operasyonu" deyimi ile aynileştirmek mümkündür. Bu yöntem ile insanların bakış açıları farklı bir yöne çekilerek , istenilen amacın hasıl olmasına çalışılmaktadır.
Bakara s. 102. ayeti , üzerinde birbirinden farklı yorumlarda bulunulan bir ayet olarak karşımızda durmaktadır. Biz bu ayet hakkında daha önce "Bakara s. 102. Ayeti: Harut ve Marut" başlıklı bir yazıda düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmıştık. Bu yazımızda ise , bu ayet üzerinden verilmek istenilen güncel mesajı , ve Kur'an ayetlerinin hitap ettiği kesimin sadece indiği zaman ve mekan ve kişiler ile sınırlı olmadığı düşüncemizi ,pratik bir okuma üzerinden göstermeye çalışacağız.
Kur'anın İsrailoğulları hakkındaki verdiği bilgiler , onların yaptıkları bazı yanlışların, biz müslümanlar tarafından tekrar edilmemesine yönelik mesajlar olarak okunmasının gerektiğini düşünerek , bu düşüncemizi, "Bakara s. 101-103 ayetlerinin güncel ve bize dönük nasıl bir mesajı olabilir?" sorusunun cevabını arayarak ortaya koymaya çalışacağız.
[002.101] Yanlarındakini doğrulayan bir Peygamber, Allah katından onlara gelince Kitap verilenlerden bir takımı, bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın Kitabı'nı arkalarına attılar.
[002.102] Ve onlar, Süleyman'ın mülkü (nübüvvet) aleyhinde şeytanların uyduklarına uydular. Süleyman ise küfretmedi; ancak şeytanlar küfretti. Onlar, insanlara sihiri ve Babil'deki iki meleğe Harut'a ve Marut'a indirileni öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: «Biz, yalnızca bir fitne (denemeden geçiren kimse) yiz, sakın küfretme» demedikçe hiç kimseye (bir şey) öğretmezlerdi. Fakat onlardan erkekle karısının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça onunla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Onlar ise, kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu satın alanın, ahiretten hiç bir payı olmadığını bildiler; kendi nefislerini karşılığında sattıkları şey ne kadar kötü; bir bilselerdi.
[002.103] [I Eğer onlar inanmış ve sakınmış olsalardı; Allah katındaki sevab daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi.
Ayetlere baktığımızda Medineli yahudilerin, kendisinden önce gelen kitap ve elçileri tasdik eden Muhammed (a.s) a inanmak yerine , Süleyman (a.s) ın öğretilerini takip ettiklerini iddia eden yahudilere uyarak Muhammed (a.s) a iman etmeyi red ettiklerini görmekteyiz. Medineli yahudilerin Süleyman (a.s) ın adını ve öğretilerini kullanarak , gönderilmiş bir elçiyi nasıl red ettirmeye çalıştıkları 102. ayet içinde okunmaktadır.
"Şeytan" olarak ifade edilen medineli yahudilerin, insanlara "Sihir" yani , "Aldatma ve hile yolu ile insanların dikkatlerini başka yöne çekerek göz boyamak" yolu ile Muhammed (a.s) a inanmaktan alıkoyduklarını görmekteyiz. Sihir için kullandıkları yöntem , Süleyman (a.s) ın mülkü yani risaleti ile ilgili bilgileri halka yem olarak kullanıp ve bu bilgileri kendi hevaları doğrultusunda sunarak , yani halkın gözünü boyayarak onları doğru yoldan saptırmaktadırlar.
Yahudilerin , Süleyman (a.s) gibi bir elçinin söylemi üzerinden gittiklerini söyleyerek , onun gibi bir elçi olan Muhammed (a.s) ın red edilmesi için yaptıkları çalışmalar , onların algı operasyonu konusunda ne kadar mahir !! bir topluluk olduğunu göstermesi açısından ibrete şayandır.
Şeytani faaliyetleri anlamak için , "İnsanların seçimlerini etkilemek , ve onların kararlarını yönlendirmek" anlamında moda bir tabir olan, "Algı operasyonu" deyiminin , Medineli bazı şeytan yahudilerin , diğer yahudiler üzerinde nasıl bir yol izlediğini bize anlatan konumuz ile ilgili ayetleri dikkatli okumak gerekmektedir.
Bu ayetleri günümüze taşıyacak olursak ;
Tarih boyunca , bazı insanların , bazı insanları kendi düşüncelerini kabul etmesi için , onlar tarafından kutsal bilinen bazı duyguları istismar ettiklerine şahid olmaktayız. Kutsal olarak bilinen duyguların başında "Din" gelmekte olup , bu duygular bir şekilde istismar edilerek , insanların aldatılması , ve inandırılması kolaylaştırılmıştır.
Evrensel bir karakter olan, "Samiri" karakterinin anlatıldığı ayetlere baktığımızda , yapmış olduğu buzağının, gerçek ilah olduğunu halka inandırmak için "Resulun izi" ni kullandığını söylemektedir. Bu deyim , halka kendi düşüncesini empoze etmek için yanlışların içine bir avuç doğru katarak , yani "göz boyacılığı" yapmak sureti ile kandırmak anlamına gelmektedir.
Dini duyguların istismar edilerek , taraftar toplama geleneği dün olduğu gibi bu gün de devam etmektedir. İnsanların kendilerine tabi oldukları takdirde , bu tabiiyetin kendilerine dünya ve ahirette büyük faydalar sağlayacağı iddiası çağdaş şeytan ve samirilerin başta gelen söylemlerindendir.
Kendilerini islami bir hizb'e mal ederek , "Mescidi Dırar" olarak tabir edebileceğimiz oluşumlar içinde olanların kullandıkları yöntemlerden bir tanesi , içinde bulundukları oluşumun en doğru oluşum olduğu , Allah (c.c) ve peygamberinin tavsiye ettiği bir yol olduğu gibi söylemlerdir. Bu söylemleri pekiştirmek için , Muhammed (a.s) adına yalan söylemekten , Kur'an ayetlerini kendi oluşumlarını meşrulaştırmak amacı ile hevalarınca te'vil etmekten geri durmamışlar ve hala durmamaktadırlar.
Tabanlarını müslüman kesimin oluşturduğu bazı siyasi hiziplerde bu yöntemi kullanarak , partilerinin islama en yakın parti olduğu iddiasını dile getirmektedirler bu siyasi hiziplerde aynı algı operasyonu yöntemini kullanarak , mensubu oldukları siyasi hizb'in görüşlerinin en doğru yol olduğu , herkesin bu hizb'i desteklemesi gerektiği , bu gün müslüman olduğunu iddia edenlerin bu hizbi destekleyerek amaçlarına ulaşabilecekleri , desteklemeyenlerin islam dairesi dışına çıkacakları iddialarının dile getirilmesi , insanları etkilemenin en kolay yolunun din istismarından geçtiğini göstermektedir.
[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.
Dünya hayatının metaından olan iktidar , insana güzel gösterilen geçici zevklerin başında gelmektedir. Bu zevk uğruna binlerce yıldır nice kanlar dökülmüş , hala dökülmekte , ve dökülmeye devam edecektir. Yeryüzündeki iktidar sahiplerinden olan Firavun'un bu iktidarını ayakta tutmak için kullandığı güçlerden bir tanesi de "Sihir" dir . Sahip olduğu sihirbazlar ile halkın gözünün boyayarak , ne kadar güçlü olduğu algısını onlar sayesinde yaratan Firavun'un çağdaş örnekleri de onun yolunu izlemektedir.
Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması , bu araçların fikirlerin yayılmasında kullanılmasını da beraberinde getirmiştir. Bu araçlar bir kısım insanın elinde silaha dönüşerek , kimisinin iktidarını sağlamlaştırmak , kimisinin iktidarını yıkmak için kullanılmaktadır. Bu araçlar çağdaş firavunların elinde kendi iktidarlarını sağlamlaştırıcı , karşıt güçleri yıkmaya çalışan bir silah olarak, günümüzde dünyanın bir çok ülkesinde ve bizim ülkemizde kullanılmaktadır.
Gazete , dergi , tv gibi iletişim araçlarını elinde tutan belirli guruplar , sadece o kendi guruplarını halka güzel ve doğru göstermek , karşısındaki gurubu çirkin ve yanlış göstermek amacına yönelik yayınlar yaparak , halkın gözünü boyama yoluna gitmektedirler.
Olaya siyasi guruplar açısından baktığımızda , bu guruplar kendilerinin besledikleri gazete , dergi , tv gibi kuruluşlar aracılığı ile , yaptıkları icraatları abartılı bir biçimde sunmakta, karşıt siyasi görüşün icraatlarını ise kötüleme yoluna gitmektedirler. Hiç bir siyasi gurup kendi gurubunun haricinde oaln bir partinin icraatı veya görüşü ile ilgili olarak olumlu bir tavır sergilememekte , "ne etsemde bunun bir yanlışını bulsam" mantığı içinde düşünmektedir.
Halk ise yandaşı olduğu siyasi gurubun yayınlarını takip ederek , o doğrultuda düşünceler içine girmekte ve yanlışları bile doğru görmeye başlayarak , bu yanlışların ateşli bir taraftarı haline gelmektedir.
Son yıllarda ülkemizde , "Algı operasyonu" , "Toplum mühendisliği" gibi deyimler sıkça duyulur olmuştur. Bu deyimler , Kur'an literatüründeki "Sihir" ve "Sihirbaz" terimlerinin günümüzdeki karşılıklarıdır. Her ideoloji , bünyesinde barındırdığı bazı imkanları kullanarak halk üzerinde zihin baskısı oluşturmakta , ve halkın kendi istedikleri biçimde düşünmelerini temin etmeye yönelik yayınlar ve çalışmalar yapmaktadırlar.
Bu toplum mühendisleri , Medineli yahudilerin kullandıkları taktik olan halkın gözündeki doğruları kullanarak , o halkı kendilerinin istediği biçimde düşünmeye , konuşmaya , hareket etmeye yönelik çalışmalarda bulunmaktadırlar.
İtalyan politikacı Makyavel'in ideoloji haline getirdiği , "Başarıya ulaşmak için her yol mübahtır" anlayışı , maalesef kendisini müslüman kimliği ile tanıtan kişi ve kuruluşlara da sirayet ederek , bu düşünce uygun ameller hiç çekinmeden uygulanmakta ahlaki ve dini ilkeler ayaklar altında çiğnenmektedir.
Ahlaken ve dinen yasak olan yalan söylemek sanki bir iman esası haline gelmiş , tv , gazete , dergi gibi yayın organlarında gerektiğinde "yalan haber" olarak nitelenen haberleri yaymaktan bile çekinilmez bir hale gelinmiştir.
Bu tür ahlaksızlıkları kendilerini müslüman olarak tanıtan kişilerin yapmış olması işin ayrı bir boyutunu teşkil etmektedir. Özellikle son yıllarda ülkemizde iktidarda bulunan siyasi partinin islami bir söylem içinde olması , bu tür konularda daha hassas olunması gerektiğini düşündürmesine rağmen , islami hassasiyetleri olmayanları bile mumla aratacak kadar algı operasyonları , toplum mühendisliği yapılması geçici dünya hayatının metaının müslümanları ne kadar celbettiğini göstermektedir.
Bu siyasi partinin , yıllarca aynı kulvarda yürüdüğü , devlet imkanlarından faydalandırmasına karşılık onların oy desteğinden faydalandığı bir başka islami gurup ile ters düşerek, onları vatan hainliği gibi suçlamalarda bulunması halk arasında kimin doğru , kimin yalan söylediğinin anlaşılmasını zorlaştırmaktadır.
Bu siyasi partiyi destekleyen yayın organları , ile "Paralel yapı" olarak adlandırılan bu oluşumun yayın organları arasında aylardır süren algı operasyonları ile, kendilerinin haklı , karşısındakinin haksız , ve hain olduğunu yaymaya çalışmaktadır.
Bizler , "Ne olursa olsun elimizdeki gücü ve iktidarı kaybetmeyelim" mantığında değil , "Ne olursa olsun hak ve adaletten ayrılmayalım" düşüncesi içinde olmak zorundayız. Bizim inandığımız değerler içinde , "Ahirete iman" esası önemli bir nokta olup , ahiret dediğimiz mekan ebedi olup , buradaki hayatımız , dünya hayatımızdaki yaptığımız amellere göre şekillenecektir.
Şayet bizler , ahiret merkezli bir hayatı terkederek , sadece dünya merkezli hayata yönelirsek , bizim islami hassasiyetleri olmayanlardan hiç bir farkımız kalmayacaktır. Bundan dolayıdır ki elimizde olan imkanlar ne kadar çekici olursa olsun , ahiret hayatı için satmaya asla değmezler. Hak ve adaletten ayrılmadan sürülen bir hayatın karşılığı , dünya hayatında fakirlik ve iktidarsızlık olsa bile , ahiret hayatında zenginlik ve rahatlık olarak karşılığı verilecektir.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin kitabında belirli bir kesime hitab eden ayetlerin sadece o kesimi ilgilendirdiği, bize dönük herhangi bir mesajı olmadığı düşüncesi ile okunan ayetler , bizleri doğru bir düşünceye götürmeyecektir. "Okuduğumuz ayetlerin bize dönük nasıl bir mesajı olabilir" sorusununcevabını aramaya yönelik okumalar bizleri doğru bir düşünceye yönlendirecektir.
Biz bu düşünce ile , Kur'anın İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarının sadece onları alakadar etmediği , hatta onlardan daha fazla biz müslümanları alakadar ettiği düşüncesi içinde , İsrailoğulları ile ilgili anlatımların bize dönük mesajını okumaya çalışmaktayız. Bu yazımızda Bakara s. 101-103. ayetlerinde Medineli yahudilerin , Muhammed (a.s) ın risaletini red etmek için Süleyman (a.s) ın risaleti üzerinden "Sihir" , günümüz tabiri ile "Algı operasyonu" yaptıklarını görmekteyiz.
Dün Firavun ve Yahudiler tarafından yapılan , Kur'anın "Sihir" kelimesi ile anlattığı işler , bu gün dünyanın her tarafında "Algı operasyonu" veya "Toplum mühendisliği" deyimlerinin ifade ettiği şekilde kitleleri yönlendirmek amacı ile aynen devam ettirilmektedir. Bu tür yöntemlerin tercih edilme sebebi , geçici dünya menfaatleri kendilerine güzel gösterilen insanların , bu menfaatleri elde etmede herhangi bir sınır ve kural tanımamalarıdır.
Bizler , "Müslüman" kimliğini taşıdığımızı iddia etmemiz hasebi ile , dünya ve ahiret dengesini, bize Allah (c.c) nin önerdiği kurallar dahilinde tutmamız gerekmektedir. Hem müslüman olduğunu iddia etmek , hem geçici dünya menfaatini elinde tutmak için hiç bir kural tanımamak , müslüman kimliğini taşıdığı iddia edenler büyük bir yanlıştır. Hak ve adaletten ayrılmadan sürülen bir hayatın bize olan getirisi , bizleri geçici dünya menfaatlerinden yoksun etse dahi , ebedi olan ahirette büyük bir getirisi olacaktır. Bizler üzerimizde yapılan algı operasyonlarına karşı uyanık olmak , ve kimse üzerinde böyle operasyonlar ile zihnini bulandırarak geçici zevkleri elde etmek için kullanmamak zorundayız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'anda İsrailoğulları ile ilgili ayetlere baktığımızda , onların içinden çıkmış olan bir "Samiri" karakteri , veya Medineli yahudilerin , Muhammed (a.s) a iman edilmemesi için yaptıkları sihir denen şeyin mahiyeti , o günlerde yapılan bu işlerin sadece o güne has değil, evrensel bir algı operasyonun ilk örnekleri olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir.
Kur'andaki "Sihir" kavramını , günümüz moda tabiri olan "Algı operasyonu" deyimi ile aynileştirmek mümkündür. Bu yöntem ile insanların bakış açıları farklı bir yöne çekilerek , istenilen amacın hasıl olmasına çalışılmaktadır.
Bakara s. 102. ayeti , üzerinde birbirinden farklı yorumlarda bulunulan bir ayet olarak karşımızda durmaktadır. Biz bu ayet hakkında daha önce "Bakara s. 102. Ayeti: Harut ve Marut" başlıklı bir yazıda düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmıştık. Bu yazımızda ise , bu ayet üzerinden verilmek istenilen güncel mesajı , ve Kur'an ayetlerinin hitap ettiği kesimin sadece indiği zaman ve mekan ve kişiler ile sınırlı olmadığı düşüncemizi ,pratik bir okuma üzerinden göstermeye çalışacağız.
Kur'anın İsrailoğulları hakkındaki verdiği bilgiler , onların yaptıkları bazı yanlışların, biz müslümanlar tarafından tekrar edilmemesine yönelik mesajlar olarak okunmasının gerektiğini düşünerek , bu düşüncemizi, "Bakara s. 101-103 ayetlerinin güncel ve bize dönük nasıl bir mesajı olabilir?" sorusunun cevabını arayarak ortaya koymaya çalışacağız.
[002.101] Yanlarındakini doğrulayan bir Peygamber, Allah katından onlara gelince Kitap verilenlerden bir takımı, bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın Kitabı'nı arkalarına attılar.
[002.102] Ve onlar, Süleyman'ın mülkü (nübüvvet) aleyhinde şeytanların uyduklarına uydular. Süleyman ise küfretmedi; ancak şeytanlar küfretti. Onlar, insanlara sihiri ve Babil'deki iki meleğe Harut'a ve Marut'a indirileni öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: «Biz, yalnızca bir fitne (denemeden geçiren kimse) yiz, sakın küfretme» demedikçe hiç kimseye (bir şey) öğretmezlerdi. Fakat onlardan erkekle karısının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça onunla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Onlar ise, kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu satın alanın, ahiretten hiç bir payı olmadığını bildiler; kendi nefislerini karşılığında sattıkları şey ne kadar kötü; bir bilselerdi.
[002.103] [I Eğer onlar inanmış ve sakınmış olsalardı; Allah katındaki sevab daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi.
Ayetlere baktığımızda Medineli yahudilerin, kendisinden önce gelen kitap ve elçileri tasdik eden Muhammed (a.s) a inanmak yerine , Süleyman (a.s) ın öğretilerini takip ettiklerini iddia eden yahudilere uyarak Muhammed (a.s) a iman etmeyi red ettiklerini görmekteyiz. Medineli yahudilerin Süleyman (a.s) ın adını ve öğretilerini kullanarak , gönderilmiş bir elçiyi nasıl red ettirmeye çalıştıkları 102. ayet içinde okunmaktadır.
"Şeytan" olarak ifade edilen medineli yahudilerin, insanlara "Sihir" yani , "Aldatma ve hile yolu ile insanların dikkatlerini başka yöne çekerek göz boyamak" yolu ile Muhammed (a.s) a inanmaktan alıkoyduklarını görmekteyiz. Sihir için kullandıkları yöntem , Süleyman (a.s) ın mülkü yani risaleti ile ilgili bilgileri halka yem olarak kullanıp ve bu bilgileri kendi hevaları doğrultusunda sunarak , yani halkın gözünü boyayarak onları doğru yoldan saptırmaktadırlar.
Yahudilerin , Süleyman (a.s) gibi bir elçinin söylemi üzerinden gittiklerini söyleyerek , onun gibi bir elçi olan Muhammed (a.s) ın red edilmesi için yaptıkları çalışmalar , onların algı operasyonu konusunda ne kadar mahir !! bir topluluk olduğunu göstermesi açısından ibrete şayandır.
Şeytani faaliyetleri anlamak için , "İnsanların seçimlerini etkilemek , ve onların kararlarını yönlendirmek" anlamında moda bir tabir olan, "Algı operasyonu" deyiminin , Medineli bazı şeytan yahudilerin , diğer yahudiler üzerinde nasıl bir yol izlediğini bize anlatan konumuz ile ilgili ayetleri dikkatli okumak gerekmektedir.
Bu ayetleri günümüze taşıyacak olursak ;
Tarih boyunca , bazı insanların , bazı insanları kendi düşüncelerini kabul etmesi için , onlar tarafından kutsal bilinen bazı duyguları istismar ettiklerine şahid olmaktayız. Kutsal olarak bilinen duyguların başında "Din" gelmekte olup , bu duygular bir şekilde istismar edilerek , insanların aldatılması , ve inandırılması kolaylaştırılmıştır.
Evrensel bir karakter olan, "Samiri" karakterinin anlatıldığı ayetlere baktığımızda , yapmış olduğu buzağının, gerçek ilah olduğunu halka inandırmak için "Resulun izi" ni kullandığını söylemektedir. Bu deyim , halka kendi düşüncesini empoze etmek için yanlışların içine bir avuç doğru katarak , yani "göz boyacılığı" yapmak sureti ile kandırmak anlamına gelmektedir.
Dini duyguların istismar edilerek , taraftar toplama geleneği dün olduğu gibi bu gün de devam etmektedir. İnsanların kendilerine tabi oldukları takdirde , bu tabiiyetin kendilerine dünya ve ahirette büyük faydalar sağlayacağı iddiası çağdaş şeytan ve samirilerin başta gelen söylemlerindendir.
Kendilerini islami bir hizb'e mal ederek , "Mescidi Dırar" olarak tabir edebileceğimiz oluşumlar içinde olanların kullandıkları yöntemlerden bir tanesi , içinde bulundukları oluşumun en doğru oluşum olduğu , Allah (c.c) ve peygamberinin tavsiye ettiği bir yol olduğu gibi söylemlerdir. Bu söylemleri pekiştirmek için , Muhammed (a.s) adına yalan söylemekten , Kur'an ayetlerini kendi oluşumlarını meşrulaştırmak amacı ile hevalarınca te'vil etmekten geri durmamışlar ve hala durmamaktadırlar.
Tabanlarını müslüman kesimin oluşturduğu bazı siyasi hiziplerde bu yöntemi kullanarak , partilerinin islama en yakın parti olduğu iddiasını dile getirmektedirler bu siyasi hiziplerde aynı algı operasyonu yöntemini kullanarak , mensubu oldukları siyasi hizb'in görüşlerinin en doğru yol olduğu , herkesin bu hizb'i desteklemesi gerektiği , bu gün müslüman olduğunu iddia edenlerin bu hizbi destekleyerek amaçlarına ulaşabilecekleri , desteklemeyenlerin islam dairesi dışına çıkacakları iddialarının dile getirilmesi , insanları etkilemenin en kolay yolunun din istismarından geçtiğini göstermektedir.
[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.
Dünya hayatının metaından olan iktidar , insana güzel gösterilen geçici zevklerin başında gelmektedir. Bu zevk uğruna binlerce yıldır nice kanlar dökülmüş , hala dökülmekte , ve dökülmeye devam edecektir. Yeryüzündeki iktidar sahiplerinden olan Firavun'un bu iktidarını ayakta tutmak için kullandığı güçlerden bir tanesi de "Sihir" dir . Sahip olduğu sihirbazlar ile halkın gözünün boyayarak , ne kadar güçlü olduğu algısını onlar sayesinde yaratan Firavun'un çağdaş örnekleri de onun yolunu izlemektedir.
Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması , bu araçların fikirlerin yayılmasında kullanılmasını da beraberinde getirmiştir. Bu araçlar bir kısım insanın elinde silaha dönüşerek , kimisinin iktidarını sağlamlaştırmak , kimisinin iktidarını yıkmak için kullanılmaktadır. Bu araçlar çağdaş firavunların elinde kendi iktidarlarını sağlamlaştırıcı , karşıt güçleri yıkmaya çalışan bir silah olarak, günümüzde dünyanın bir çok ülkesinde ve bizim ülkemizde kullanılmaktadır.
Gazete , dergi , tv gibi iletişim araçlarını elinde tutan belirli guruplar , sadece o kendi guruplarını halka güzel ve doğru göstermek , karşısındaki gurubu çirkin ve yanlış göstermek amacına yönelik yayınlar yaparak , halkın gözünü boyama yoluna gitmektedirler.
Olaya siyasi guruplar açısından baktığımızda , bu guruplar kendilerinin besledikleri gazete , dergi , tv gibi kuruluşlar aracılığı ile , yaptıkları icraatları abartılı bir biçimde sunmakta, karşıt siyasi görüşün icraatlarını ise kötüleme yoluna gitmektedirler. Hiç bir siyasi gurup kendi gurubunun haricinde oaln bir partinin icraatı veya görüşü ile ilgili olarak olumlu bir tavır sergilememekte , "ne etsemde bunun bir yanlışını bulsam" mantığı içinde düşünmektedir.
Halk ise yandaşı olduğu siyasi gurubun yayınlarını takip ederek , o doğrultuda düşünceler içine girmekte ve yanlışları bile doğru görmeye başlayarak , bu yanlışların ateşli bir taraftarı haline gelmektedir.
Son yıllarda ülkemizde , "Algı operasyonu" , "Toplum mühendisliği" gibi deyimler sıkça duyulur olmuştur. Bu deyimler , Kur'an literatüründeki "Sihir" ve "Sihirbaz" terimlerinin günümüzdeki karşılıklarıdır. Her ideoloji , bünyesinde barındırdığı bazı imkanları kullanarak halk üzerinde zihin baskısı oluşturmakta , ve halkın kendi istedikleri biçimde düşünmelerini temin etmeye yönelik yayınlar ve çalışmalar yapmaktadırlar.
Bu toplum mühendisleri , Medineli yahudilerin kullandıkları taktik olan halkın gözündeki doğruları kullanarak , o halkı kendilerinin istediği biçimde düşünmeye , konuşmaya , hareket etmeye yönelik çalışmalarda bulunmaktadırlar.
İtalyan politikacı Makyavel'in ideoloji haline getirdiği , "Başarıya ulaşmak için her yol mübahtır" anlayışı , maalesef kendisini müslüman kimliği ile tanıtan kişi ve kuruluşlara da sirayet ederek , bu düşünce uygun ameller hiç çekinmeden uygulanmakta ahlaki ve dini ilkeler ayaklar altında çiğnenmektedir.
Ahlaken ve dinen yasak olan yalan söylemek sanki bir iman esası haline gelmiş , tv , gazete , dergi gibi yayın organlarında gerektiğinde "yalan haber" olarak nitelenen haberleri yaymaktan bile çekinilmez bir hale gelinmiştir.
Bu tür ahlaksızlıkları kendilerini müslüman olarak tanıtan kişilerin yapmış olması işin ayrı bir boyutunu teşkil etmektedir. Özellikle son yıllarda ülkemizde iktidarda bulunan siyasi partinin islami bir söylem içinde olması , bu tür konularda daha hassas olunması gerektiğini düşündürmesine rağmen , islami hassasiyetleri olmayanları bile mumla aratacak kadar algı operasyonları , toplum mühendisliği yapılması geçici dünya hayatının metaının müslümanları ne kadar celbettiğini göstermektedir.
Bu siyasi partinin , yıllarca aynı kulvarda yürüdüğü , devlet imkanlarından faydalandırmasına karşılık onların oy desteğinden faydalandığı bir başka islami gurup ile ters düşerek, onları vatan hainliği gibi suçlamalarda bulunması halk arasında kimin doğru , kimin yalan söylediğinin anlaşılmasını zorlaştırmaktadır.
Bu siyasi partiyi destekleyen yayın organları , ile "Paralel yapı" olarak adlandırılan bu oluşumun yayın organları arasında aylardır süren algı operasyonları ile, kendilerinin haklı , karşısındakinin haksız , ve hain olduğunu yaymaya çalışmaktadır.
Bizler , "Ne olursa olsun elimizdeki gücü ve iktidarı kaybetmeyelim" mantığında değil , "Ne olursa olsun hak ve adaletten ayrılmayalım" düşüncesi içinde olmak zorundayız. Bizim inandığımız değerler içinde , "Ahirete iman" esası önemli bir nokta olup , ahiret dediğimiz mekan ebedi olup , buradaki hayatımız , dünya hayatımızdaki yaptığımız amellere göre şekillenecektir.
Şayet bizler , ahiret merkezli bir hayatı terkederek , sadece dünya merkezli hayata yönelirsek , bizim islami hassasiyetleri olmayanlardan hiç bir farkımız kalmayacaktır. Bundan dolayıdır ki elimizde olan imkanlar ne kadar çekici olursa olsun , ahiret hayatı için satmaya asla değmezler. Hak ve adaletten ayrılmadan sürülen bir hayatın karşılığı , dünya hayatında fakirlik ve iktidarsızlık olsa bile , ahiret hayatında zenginlik ve rahatlık olarak karşılığı verilecektir.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin kitabında belirli bir kesime hitab eden ayetlerin sadece o kesimi ilgilendirdiği, bize dönük herhangi bir mesajı olmadığı düşüncesi ile okunan ayetler , bizleri doğru bir düşünceye götürmeyecektir. "Okuduğumuz ayetlerin bize dönük nasıl bir mesajı olabilir" sorusununcevabını aramaya yönelik okumalar bizleri doğru bir düşünceye yönlendirecektir.
Biz bu düşünce ile , Kur'anın İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarının sadece onları alakadar etmediği , hatta onlardan daha fazla biz müslümanları alakadar ettiği düşüncesi içinde , İsrailoğulları ile ilgili anlatımların bize dönük mesajını okumaya çalışmaktayız. Bu yazımızda Bakara s. 101-103. ayetlerinde Medineli yahudilerin , Muhammed (a.s) ın risaletini red etmek için Süleyman (a.s) ın risaleti üzerinden "Sihir" , günümüz tabiri ile "Algı operasyonu" yaptıklarını görmekteyiz.
Dün Firavun ve Yahudiler tarafından yapılan , Kur'anın "Sihir" kelimesi ile anlattığı işler , bu gün dünyanın her tarafında "Algı operasyonu" veya "Toplum mühendisliği" deyimlerinin ifade ettiği şekilde kitleleri yönlendirmek amacı ile aynen devam ettirilmektedir. Bu tür yöntemlerin tercih edilme sebebi , geçici dünya menfaatleri kendilerine güzel gösterilen insanların , bu menfaatleri elde etmede herhangi bir sınır ve kural tanımamalarıdır.
Bizler , "Müslüman" kimliğini taşıdığımızı iddia etmemiz hasebi ile , dünya ve ahiret dengesini, bize Allah (c.c) nin önerdiği kurallar dahilinde tutmamız gerekmektedir. Hem müslüman olduğunu iddia etmek , hem geçici dünya menfaatini elinde tutmak için hiç bir kural tanımamak , müslüman kimliğini taşıdığı iddia edenler büyük bir yanlıştır. Hak ve adaletten ayrılmadan sürülen bir hayatın bize olan getirisi , bizleri geçici dünya menfaatlerinden yoksun etse dahi , ebedi olan ahirette büyük bir getirisi olacaktır. Bizler üzerimizde yapılan algı operasyonlarına karşı uyanık olmak , ve kimse üzerinde böyle operasyonlar ile zihnini bulandırarak geçici zevkleri elde etmek için kullanmamak zorundayız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
4 Kasım 2015 Çarşamba
Yusuf (a.s) a Atılan Bir İftira:Tağuti Sistemde Görev Aldığı İddiası
Türkiye'de genellikle seçim zamanları ortaya çıkan tartışmalar da , sağcı muhafazakar partileri destekleyen müslümanların , yaşadığımız sistem içinde görev almanın yanlış olmadığını , Yusuf (a.s) ın aynı durumda olduğunu iddia ederek , böyle bir sistem içinde görev alınabileceği düşüncesine, onun üzerinden delil getirerek bir meşruiyet arayışına gittiklerini görmekteyiz. Bu yazımızın konusu , mevcut yaşadığımız sistem içinde görev alıp veya almamanın fıkhi hükmü olmayıp , Yusuf (a.s) ın içinde bulunduğu durumun tahlilinin yapılmaya çalışılması olacaktır.
Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki ; Türkiye de içinde bulunduğumuz sistem ilgili hükümler, kişilerin okudukları kitab'tan anladıkları ve çıkardıkları hükümler olup , bu hükümleri kimseye dayatma hakları yoktur. A şahsı, Türkiye de mevcut sistem içinde görev almanın "Haram" olduğunu iddia ediyorsa , bu düşünce sadece kendisini bağlar ve başkalarına bu düşünce içine olması gerektiği gibi bir dayatmada bulunamaz.
Aynı şekilde B şahsı, Türkiye de mevcut sistem içinde içinde görev almanın "Helal" olduğunu iddia ediyorsa bu düşünce sadece kendisini bağlar ve kimseye bu düşünceyi sahiplenmesi gerektiğini dayatamaz. Türkiye sınırları içinde yaşayan müslümanlar olarak en büyük eksiğimiz , farklı kaynakları baz alarak bazı konular hakkında fikir yürütmeye çalışarak , başkalarını bu fikre ortak olmasını istemektir.
Şurası asla unutulmamalıdır ki ; Din adına ortaya koyduğumuz bir görüş ,ya birisinin içtihadını taklit veya kendimizin o konu hakkındaki çıkarımı olup , başkalarının bu görüşleri kabul etmesi gerektiği konusunda zorlamada bulunmak büyük bir hatadır.
Kur'anı baz alarak yapmaya çalıştığımız bir çıkarım , bazı durumları meşrulaştırma çabasına yönelik olmamalıdır. Kur'an hiç kimsenin kendi düşüncesini onaylamak için indirilmiş bir noter kitabı değildir. Böyle okunan bir kitap kişilerin elinde ancak bir silaha dönüşerek , herkesin istediği gibi anlayabileceği ,yorumlayabileceği bir oyuncaktan başka bir işe yaramaz.
Şimdi gelelim konumuza ;Yusuf (a.s) kuyuya atıldıktan sonra onu bulan kervancılar, "El aziz" olarak adlandırılan kişiye satar. Aziz'in karısı Yusuf'a karşı olan isteğini ifade etmesine rağmen Yusuf bu isteği geri çevirir ve Aziz'in karısı Yusuf'a iftira atar. Yapılan mahkeme de Yusuf'un suçsuz olduğu ortaya çıkmış olsa da , kadın'ın konumu gereği Yusuf suçlu duruma düşer.
Yusuf s. 29. ayetinde Aziz tarafından yapılan konuşma, Aziz'in kimliği hakkında bize bilgi vermektedir.
[012.029] «Yusuf, sen bundan yüz çevir. Sende (kadın) günahın dolayısıyla bağışlanma dile. Doğrusu sen günahkârlardan oldun.»
Aziz'in karısına hitaben , "istiğfar et ve hata işleyenlerden oldun" demesinin , onun açık bir şirk içinde olmadığını gösterdiğini düşünmekteyiz. Musa (a.s) kıssasında gördüğümüz Firavun karakterinin , kendisini en zirvede birisi olarak ilah ve rab olduğunu iddia etmesine karşılık , Aziz, kendisini en tepede gören birisi değil , aksine tepesinde daha üst bir makam sahibi olduğu bilinci içinde olduğunu , onun karısına karşı olan sözlerinden anlamaktayız.
Yusuf yıllarca yattığı hapis'ten çıkarak Melik ile yaptığı konuşmada aralarında şunlar geçer.
[012.054] Melik de dedi: getirin bana onu kendime tahsıs edeyim! bunun üzerine vaktâ ki onunla konuştu, dedi: sen bu gün, nezdimizde cidden bir mevkı' sahibisin, eminsin,
[012.055] Dedi: beni Arz hazineleri üzerine me'mur et, çünkü ben iyi korur, iyi bilirim
[012.056] Ve işte bu suretle Yusüfü o arzda temkin ettik, neresinde isterse makam tutuyordu, biz rahmetimizi dilediğimize nasıb ederiz, ve muhsinlerin ecrini zayi' etmeyiz
Melik ile Yusuf arasında geçen konuşma sonucunda , Yusuf'un Melik tarafından Mısır ekonomisinin üzerinde tek yetkili olarak tayin edildiği anlaşılmaktadır. Melik'in Yusuf'a teklif ettiği görev , Yusuf'u o konuda tek yetkili olarak seçmesi , yapacağı icraat konusunda ona herhangi bir müdahele de bulunmaması, bizlere Yusuf (a.s) yaptığı görevin günümüz T.C si içindeki sistemin şartları ile herhangi bir benzer durumun olmadığını göstermektedir.
Buradan bizler için çıkarılması gereken nokta şu dur ; Yusuf , kendisine Melik tarafından verilen görevi, kurulu bir düzenin çarklarını döndürmek için kabul etmemiştir. Yusuf ,Mısır ülkesi için ileride gördüğü tehlikenin çarelerini ortaya koyarak , kendisinin belirlediği bir sistemi devam ettirmek üzere görev almıştır. Melik eğer bildiğimiz anlamda tağut olsaydı , kendisi ikinci planda kalmaz , Yusuf'un teklif ettiği planı uygulama alanına koymasına müsaade etmez veya kendi önerdiği sistemi uygulamasını isterdi.
Günümüze geldiğimizde , T.B.M.M ne seçilen milletvekilleri , hangi partiden olursa olsun , isterse namazlı abdestli kişiler , isterse dinsiz imansız kişiler olsun , 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından kuralları belirlenen sistemi devam ettirmek için , "Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyet'e ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim." şeklinde yemin etmektedirler.
Şimdi şunu sorarız ; Eğer Yusuf (a.s) hayatta olsa , kuralları belirlenmiş böyle bir sistemi devam ettirmek için yemin edermiydi , veya böyle bir meclis içinde görev alarak bakanlık yaparmıydı?.
Elcevab= Asla böyle bir yemin etmez ,ve böyle bir görevi asla kabul etmezdi.
Mevcut sistem içindeki muhafazakar kesimin aldığı görevi Yusuf (a.s) ın aldığı görev ile denkleştirme çalışmaları , Yusuf (a.s) atılmış olan açık bir iftiradan başka bir şey değildir. Bu tür iftiralar , yaptıkları işin yanlış olduğunu bilerek , buna bir kılıf uydurmak isteyenlerin işi olup , böyle bir iftiraya gerek duyanlar bunu hesabını acı bir biçimde ödeyeceklerdir.
Yusuf (a.s) ın kardeşini alıkoymak için uyguladığı çare konusunda da bir takım spekülasyonlar yapıldığını görmekteyiz. Yusuf (a.s) kardeşinin yanında kalması için , onun yükünün içine hükümdarın su kabını koymuş , bu kabı onun çalmış olduğunu, dolayısı ile bu suçun karşılığının alıkonulmak olduğu , kardeşlerine onların geldiği yerdeki hırsızlık suçunun cezasının ne olduğu sorularak , o cezayı kardeşine uyguladıklarını görmekteyiz.
Yusuf'un kardeşlerinin geldiği yerdeki hırsızlık suçunun cezası ile , Mısır ülkesindeki hırsızlık cezasının büyük ihtimal aynı olduğunu düşünmekteyiz. Çünkü evrensel adalet ilkelerinde suç işleyen birisinin yerine başka birisi cezalandırılamaz. Melik'in kuralları da bu merkezde olup aynı kural uygulanmıştır.
[012.070] Yusuf onların yüklerini yükletirken, bir su kabını kardeşinin yüküne koydurdu. Sonra bir münadi şöyle bağırdı: «Ey kervancılar, siz hırsızsınız!»
[012.071] Onlara doğru yönelerek «Neyi kaybettiniz?» dediler.
[012.072] Görevlilerden biri dedi ki; «Ölçü kabı olarak kullanılan melik'in su tasını kaybettik. Onu geri getirene ödül olarak bir deve yükü zahire verilecek buna ben kefilim.»
[012.073] Allah'a andolsun ki, bizim yeryüzünde fesat çıkarmak için gelmediğimizi siz de biliyorsunuz. Biz hırsız da değiliz, dediler.
[012.074] (Yusuf'un adamları) dediler ki: Peki, siz yalancıysanız bunun cezası nedir?
[012.075] «Cezası, kimin yükünde bulunursa, ceza olarak ona el konulur; biz zalimleri böyle cezalandırırız» dediler.
[012.076] Bunun üzerine kardeşinin kablarından evvel onlarınkini aramaya başladı. Sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte Biz, Yusuf için böyle bir tedbir kullandık. Yoksa o melik'in dinine göre; kardeşini tutabilecek değildi. Meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde bir bilen vardır.
76. ayete baktığımızda "Melik'in dinine göre kardeşini alıkoyamazdı" ibaresi önemli bir noktayı ortaya koymaktadır.
Melik'in dinine yani geçerli kurallarına göre bir insanın alıkonulması için , onun suç işlemiş olması gerekmektedir. Suç işlememiş olan birinin alıkonulması Melik'in dininde yani kurallarında yoktur. Bu ise Melik'in dininin yani kurallarının adil olduğu ve astığı astık ,kestiği kestik Firavunvari bir yönetim sergilemediğini göstermektedir.
Bir kişi yönetim kademesinin en üzerinde olsa dahi, Mısır ülkesinin yerleşik kurallarının o kişi içinde aynı şekilde işlemiş olduğu, evrensel adalet ilkelerinin en temel ilkesi olan kişilerin makam ve mevkisi ne olursa olsun adalet önünde eşit olması ilkesinin herkes için aynı şekilde işlediğini göstermektedir. Bu adalet ilkesi daha önce Yusuf (a.s) için pek işlememiş olsa da , Yusuf (a.s) bu ilkeyi kendi lehine olarak işleterek kardeşini sadece kendisi istediği için alıkoyamamış ve kardeşini alıkoymak için bir yola başvurmuştur.
İlerleyen ayetler bu durumu anlatmasına rağmen , kendilerinin içinde olduğu durumu Yusuf (a.s) ile denkleştirmek isteyenler bunu görememiş veya görmek istememiştir.
[012.078] Kardeşleri: «Ey Vezir! Onun yaşlanmış, kocamış bir babası vardır. Bizden birini onun yerine al. Doğrusu biz senin iyi davrananlardan olduğunu görüyoruz» dediler.
[012.079] Dedi ki: Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını yakalamaktan Allah'a sığınırız, o takdirde biz gerçekten zalimler oluruz!
Adil bir sisteme göre , suçu kim işlemiş ise o cezayı çekecek , ve esas suçluya bedel bir başkası onun yerine ceza almayacaktır. Melik'in böyle bir kuralı olması , onun evrensel adalet ilkelerini uygulayan birisi olduğunun bir göstergesi olup, onun tağuti bir sistemin başında bulunmuş olduğunu söylemek büyük bir haksızlık olacaktır.
"Melik'in dini" deyimi yanlış anlaşılarak , Melik'in tağuti bir yönetim sergilediği gibi bir durum oluşturulmaya çalışılmış ve "Böyle sistem sahibinin verdiği görevi Yusuf (a.s) gibi bir elçi nasıl kabul etti ise bizimde kabul etmemizde bir beis yoktur" denilerek ,yapılan yanlışa kılıf uydurulmaya çalışılmıştır.
Görülüyor ki Yusuf (a.s) tağuti bir sistem içinde görev alan birisi değil , sistemin başında olan ve evrensel adalet ilkelerine bağlı olan ve kendisini ilah ve rab olarak görmeyen bir Melik'in ülkesinde ondan bağımsız bir yönetim sergilemektedir.
Günümüz Türkiyesinde, iktidar olan parti her ne kadar islami bir söylem içinde olmuş olsa bile, mevcut sistemin her kuruluşunu kabul ederek bunların yönetimini elinde tutmaktadır. Yusuf (a.s) eğer bu gün yaşamış olsa , faiz sistemi ile yürütülen banların yönetimine talip olurmuydu?. Yusuf (a.s) bu gün yaşamış olsa, fuhuş sektörünün devlet eli ile işletilmesine talip olurmuydu?. Yusuf (a.s) eğer bu gün yaşamış olsa, mevcut sistemin kurucusunun kabri başında kıyam yaparak Allah (c.c) den başkasına hasredilmemesi gereken duruşu bir ölüye yaparmıydı? , veya milli bayram günlerinde anıt kabir özel defterine "Ulu önder Atatürk" diye başlayan sözleri dizermiydi?.
Yazdıklarımızı okuyan bir kısım kişilerin , "Ne yani iktidarda bir başka parti olsunda müslümanlara zulüm mü etsin?" şeklinde itirazlar serd edebileceğini tahmin edebiliyoruz. Bu itirazlara cevabımız, geçmişte elçi olarak görevlendirilenlerin hangisinin böyle bir durumu kabul ettiğini sormak ve bunun cevabını istemektir. Bizler, "ne olursa olsun iktidarda bizler olalım" mantığında değil , İslami kimliğimizden taviz vermeden yaşamak zorundayız. İktidar sahipleri eğer bizden başkaları olurlar ve bizlere zulüm edecek olurlarsa , bizden öncekilerin yaptıkları mücadeleler, Kur'an ayetlerinde beyan edilmiştir. Bizler rahat bir hayat yaşamak için değil , müslümanca bir hayat yaşamak için yaratıldık ve o isimden başka bir isim altında can vermemekle emrolunduk.
Sonuç olarak ; Türkiyede son yıllarda iktidar olan siyasi partinin kadrolarında islami söylem sahiplerinin bulunmuş olmaları , içinde yaşadığımız sistemin ise yönetim tarzının gayri islami olması , bu yönetim başında bulunanları bir takım meşruiyet arama yarışı içine sokmuştur. Gayri islami bir sistemi idame ettirenlerin islami söylem sahipleri olması ,traji komik bir durum olması onları bile rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlık geçmişte yaşanan bir takım olayların yaşadığımız sistem içinde yönetici olmanın cevazına dair bir durum ortaya koyabileceği yönündeki çalışmalara ,Yusuf (a.s) ın kıssası içinde okuduğumuz onun yöneticiliği ile mevcut iktidarın yöneticiliği arasında bir bağ kurulmaya çalışılarak , kılıf uydurulmaya çalışılmaktadır.
Şurası asla unutulmamalıdır ki , Yusuf (a.s) başkalarının koyduğu kuralı değil , kendi koyduğu kuralı uygulamış ve bu konuda tek yetkili olmuştur.Yaşadığı ülkenin başındaki Melik , Firavun gibi bir yönetici değil , iman sahibi ve evrensel adalet ilkelerini uygulayan bir yöneticidir. Sırf bu gün içinde bulunduğumuz durumu kurtarmak için , Melik'e "Tağut" , Yusuf (a.s) a da "Tağut hizmetkarı" damgası yapıştırmaya çalışmak bu kişilere atılmış en büyük iftira olacaktır.
İktidar imkanlarını terkedemeyen zevata tavsiyemiz şu dur ; İçinde bulunduğunuz makam ve servetin dayanılmazlığını sizler daha iyi bilirsiniz , "Buraları terkedin" demeye hakkımız olmadığını da biliyoruz ancak sizlere , "Kur'an ayetlerini ve Allah (c.c) nin elçilerini işinize geldiği gibi kullanarak içinde bulunduğunuz durumu meşrulaştırmak için kullanmaya hakkınız yoktur" demek , hakkımız ve vazifemizdir , bunu böyle biliniz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki ; Türkiye de içinde bulunduğumuz sistem ilgili hükümler, kişilerin okudukları kitab'tan anladıkları ve çıkardıkları hükümler olup , bu hükümleri kimseye dayatma hakları yoktur. A şahsı, Türkiye de mevcut sistem içinde görev almanın "Haram" olduğunu iddia ediyorsa , bu düşünce sadece kendisini bağlar ve başkalarına bu düşünce içine olması gerektiği gibi bir dayatmada bulunamaz.
Aynı şekilde B şahsı, Türkiye de mevcut sistem içinde içinde görev almanın "Helal" olduğunu iddia ediyorsa bu düşünce sadece kendisini bağlar ve kimseye bu düşünceyi sahiplenmesi gerektiğini dayatamaz. Türkiye sınırları içinde yaşayan müslümanlar olarak en büyük eksiğimiz , farklı kaynakları baz alarak bazı konular hakkında fikir yürütmeye çalışarak , başkalarını bu fikre ortak olmasını istemektir.
Şurası asla unutulmamalıdır ki ; Din adına ortaya koyduğumuz bir görüş ,ya birisinin içtihadını taklit veya kendimizin o konu hakkındaki çıkarımı olup , başkalarının bu görüşleri kabul etmesi gerektiği konusunda zorlamada bulunmak büyük bir hatadır.
Kur'anı baz alarak yapmaya çalıştığımız bir çıkarım , bazı durumları meşrulaştırma çabasına yönelik olmamalıdır. Kur'an hiç kimsenin kendi düşüncesini onaylamak için indirilmiş bir noter kitabı değildir. Böyle okunan bir kitap kişilerin elinde ancak bir silaha dönüşerek , herkesin istediği gibi anlayabileceği ,yorumlayabileceği bir oyuncaktan başka bir işe yaramaz.
Şimdi gelelim konumuza ;Yusuf (a.s) kuyuya atıldıktan sonra onu bulan kervancılar, "El aziz" olarak adlandırılan kişiye satar. Aziz'in karısı Yusuf'a karşı olan isteğini ifade etmesine rağmen Yusuf bu isteği geri çevirir ve Aziz'in karısı Yusuf'a iftira atar. Yapılan mahkeme de Yusuf'un suçsuz olduğu ortaya çıkmış olsa da , kadın'ın konumu gereği Yusuf suçlu duruma düşer.
Yusuf s. 29. ayetinde Aziz tarafından yapılan konuşma, Aziz'in kimliği hakkında bize bilgi vermektedir.
[012.029] «Yusuf, sen bundan yüz çevir. Sende (kadın) günahın dolayısıyla bağışlanma dile. Doğrusu sen günahkârlardan oldun.»
Aziz'in karısına hitaben , "istiğfar et ve hata işleyenlerden oldun" demesinin , onun açık bir şirk içinde olmadığını gösterdiğini düşünmekteyiz. Musa (a.s) kıssasında gördüğümüz Firavun karakterinin , kendisini en zirvede birisi olarak ilah ve rab olduğunu iddia etmesine karşılık , Aziz, kendisini en tepede gören birisi değil , aksine tepesinde daha üst bir makam sahibi olduğu bilinci içinde olduğunu , onun karısına karşı olan sözlerinden anlamaktayız.
Yusuf yıllarca yattığı hapis'ten çıkarak Melik ile yaptığı konuşmada aralarında şunlar geçer.
[012.054] Melik de dedi: getirin bana onu kendime tahsıs edeyim! bunun üzerine vaktâ ki onunla konuştu, dedi: sen bu gün, nezdimizde cidden bir mevkı' sahibisin, eminsin,
[012.055] Dedi: beni Arz hazineleri üzerine me'mur et, çünkü ben iyi korur, iyi bilirim
[012.056] Ve işte bu suretle Yusüfü o arzda temkin ettik, neresinde isterse makam tutuyordu, biz rahmetimizi dilediğimize nasıb ederiz, ve muhsinlerin ecrini zayi' etmeyiz
Melik ile Yusuf arasında geçen konuşma sonucunda , Yusuf'un Melik tarafından Mısır ekonomisinin üzerinde tek yetkili olarak tayin edildiği anlaşılmaktadır. Melik'in Yusuf'a teklif ettiği görev , Yusuf'u o konuda tek yetkili olarak seçmesi , yapacağı icraat konusunda ona herhangi bir müdahele de bulunmaması, bizlere Yusuf (a.s) yaptığı görevin günümüz T.C si içindeki sistemin şartları ile herhangi bir benzer durumun olmadığını göstermektedir.
Buradan bizler için çıkarılması gereken nokta şu dur ; Yusuf , kendisine Melik tarafından verilen görevi, kurulu bir düzenin çarklarını döndürmek için kabul etmemiştir. Yusuf ,Mısır ülkesi için ileride gördüğü tehlikenin çarelerini ortaya koyarak , kendisinin belirlediği bir sistemi devam ettirmek üzere görev almıştır. Melik eğer bildiğimiz anlamda tağut olsaydı , kendisi ikinci planda kalmaz , Yusuf'un teklif ettiği planı uygulama alanına koymasına müsaade etmez veya kendi önerdiği sistemi uygulamasını isterdi.
Günümüze geldiğimizde , T.B.M.M ne seçilen milletvekilleri , hangi partiden olursa olsun , isterse namazlı abdestli kişiler , isterse dinsiz imansız kişiler olsun , 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından kuralları belirlenen sistemi devam ettirmek için , "Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyet'e ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim." şeklinde yemin etmektedirler.
Şimdi şunu sorarız ; Eğer Yusuf (a.s) hayatta olsa , kuralları belirlenmiş böyle bir sistemi devam ettirmek için yemin edermiydi , veya böyle bir meclis içinde görev alarak bakanlık yaparmıydı?.
Elcevab= Asla böyle bir yemin etmez ,ve böyle bir görevi asla kabul etmezdi.
Mevcut sistem içindeki muhafazakar kesimin aldığı görevi Yusuf (a.s) ın aldığı görev ile denkleştirme çalışmaları , Yusuf (a.s) atılmış olan açık bir iftiradan başka bir şey değildir. Bu tür iftiralar , yaptıkları işin yanlış olduğunu bilerek , buna bir kılıf uydurmak isteyenlerin işi olup , böyle bir iftiraya gerek duyanlar bunu hesabını acı bir biçimde ödeyeceklerdir.
Yusuf (a.s) ın kardeşini alıkoymak için uyguladığı çare konusunda da bir takım spekülasyonlar yapıldığını görmekteyiz. Yusuf (a.s) kardeşinin yanında kalması için , onun yükünün içine hükümdarın su kabını koymuş , bu kabı onun çalmış olduğunu, dolayısı ile bu suçun karşılığının alıkonulmak olduğu , kardeşlerine onların geldiği yerdeki hırsızlık suçunun cezasının ne olduğu sorularak , o cezayı kardeşine uyguladıklarını görmekteyiz.
Yusuf'un kardeşlerinin geldiği yerdeki hırsızlık suçunun cezası ile , Mısır ülkesindeki hırsızlık cezasının büyük ihtimal aynı olduğunu düşünmekteyiz. Çünkü evrensel adalet ilkelerinde suç işleyen birisinin yerine başka birisi cezalandırılamaz. Melik'in kuralları da bu merkezde olup aynı kural uygulanmıştır.
[012.070] Yusuf onların yüklerini yükletirken, bir su kabını kardeşinin yüküne koydurdu. Sonra bir münadi şöyle bağırdı: «Ey kervancılar, siz hırsızsınız!»
[012.071] Onlara doğru yönelerek «Neyi kaybettiniz?» dediler.
[012.072] Görevlilerden biri dedi ki; «Ölçü kabı olarak kullanılan melik'in su tasını kaybettik. Onu geri getirene ödül olarak bir deve yükü zahire verilecek buna ben kefilim.»
[012.073] Allah'a andolsun ki, bizim yeryüzünde fesat çıkarmak için gelmediğimizi siz de biliyorsunuz. Biz hırsız da değiliz, dediler.
[012.074] (Yusuf'un adamları) dediler ki: Peki, siz yalancıysanız bunun cezası nedir?
[012.075] «Cezası, kimin yükünde bulunursa, ceza olarak ona el konulur; biz zalimleri böyle cezalandırırız» dediler.
[012.076] Bunun üzerine kardeşinin kablarından evvel onlarınkini aramaya başladı. Sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte Biz, Yusuf için böyle bir tedbir kullandık. Yoksa o melik'in dinine göre; kardeşini tutabilecek değildi. Meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde bir bilen vardır.
76. ayete baktığımızda "Melik'in dinine göre kardeşini alıkoyamazdı" ibaresi önemli bir noktayı ortaya koymaktadır.
Melik'in dinine yani geçerli kurallarına göre bir insanın alıkonulması için , onun suç işlemiş olması gerekmektedir. Suç işlememiş olan birinin alıkonulması Melik'in dininde yani kurallarında yoktur. Bu ise Melik'in dininin yani kurallarının adil olduğu ve astığı astık ,kestiği kestik Firavunvari bir yönetim sergilemediğini göstermektedir.
Bir kişi yönetim kademesinin en üzerinde olsa dahi, Mısır ülkesinin yerleşik kurallarının o kişi içinde aynı şekilde işlemiş olduğu, evrensel adalet ilkelerinin en temel ilkesi olan kişilerin makam ve mevkisi ne olursa olsun adalet önünde eşit olması ilkesinin herkes için aynı şekilde işlediğini göstermektedir. Bu adalet ilkesi daha önce Yusuf (a.s) için pek işlememiş olsa da , Yusuf (a.s) bu ilkeyi kendi lehine olarak işleterek kardeşini sadece kendisi istediği için alıkoyamamış ve kardeşini alıkoymak için bir yola başvurmuştur.
İlerleyen ayetler bu durumu anlatmasına rağmen , kendilerinin içinde olduğu durumu Yusuf (a.s) ile denkleştirmek isteyenler bunu görememiş veya görmek istememiştir.
[012.078] Kardeşleri: «Ey Vezir! Onun yaşlanmış, kocamış bir babası vardır. Bizden birini onun yerine al. Doğrusu biz senin iyi davrananlardan olduğunu görüyoruz» dediler.
[012.079] Dedi ki: Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını yakalamaktan Allah'a sığınırız, o takdirde biz gerçekten zalimler oluruz!
Adil bir sisteme göre , suçu kim işlemiş ise o cezayı çekecek , ve esas suçluya bedel bir başkası onun yerine ceza almayacaktır. Melik'in böyle bir kuralı olması , onun evrensel adalet ilkelerini uygulayan birisi olduğunun bir göstergesi olup, onun tağuti bir sistemin başında bulunmuş olduğunu söylemek büyük bir haksızlık olacaktır.
"Melik'in dini" deyimi yanlış anlaşılarak , Melik'in tağuti bir yönetim sergilediği gibi bir durum oluşturulmaya çalışılmış ve "Böyle sistem sahibinin verdiği görevi Yusuf (a.s) gibi bir elçi nasıl kabul etti ise bizimde kabul etmemizde bir beis yoktur" denilerek ,yapılan yanlışa kılıf uydurulmaya çalışılmıştır.
Görülüyor ki Yusuf (a.s) tağuti bir sistem içinde görev alan birisi değil , sistemin başında olan ve evrensel adalet ilkelerine bağlı olan ve kendisini ilah ve rab olarak görmeyen bir Melik'in ülkesinde ondan bağımsız bir yönetim sergilemektedir.
Günümüz Türkiyesinde, iktidar olan parti her ne kadar islami bir söylem içinde olmuş olsa bile, mevcut sistemin her kuruluşunu kabul ederek bunların yönetimini elinde tutmaktadır. Yusuf (a.s) eğer bu gün yaşamış olsa , faiz sistemi ile yürütülen banların yönetimine talip olurmuydu?. Yusuf (a.s) bu gün yaşamış olsa, fuhuş sektörünün devlet eli ile işletilmesine talip olurmuydu?. Yusuf (a.s) eğer bu gün yaşamış olsa, mevcut sistemin kurucusunun kabri başında kıyam yaparak Allah (c.c) den başkasına hasredilmemesi gereken duruşu bir ölüye yaparmıydı? , veya milli bayram günlerinde anıt kabir özel defterine "Ulu önder Atatürk" diye başlayan sözleri dizermiydi?.
Yazdıklarımızı okuyan bir kısım kişilerin , "Ne yani iktidarda bir başka parti olsunda müslümanlara zulüm mü etsin?" şeklinde itirazlar serd edebileceğini tahmin edebiliyoruz. Bu itirazlara cevabımız, geçmişte elçi olarak görevlendirilenlerin hangisinin böyle bir durumu kabul ettiğini sormak ve bunun cevabını istemektir. Bizler, "ne olursa olsun iktidarda bizler olalım" mantığında değil , İslami kimliğimizden taviz vermeden yaşamak zorundayız. İktidar sahipleri eğer bizden başkaları olurlar ve bizlere zulüm edecek olurlarsa , bizden öncekilerin yaptıkları mücadeleler, Kur'an ayetlerinde beyan edilmiştir. Bizler rahat bir hayat yaşamak için değil , müslümanca bir hayat yaşamak için yaratıldık ve o isimden başka bir isim altında can vermemekle emrolunduk.
Sonuç olarak ; Türkiyede son yıllarda iktidar olan siyasi partinin kadrolarında islami söylem sahiplerinin bulunmuş olmaları , içinde yaşadığımız sistemin ise yönetim tarzının gayri islami olması , bu yönetim başında bulunanları bir takım meşruiyet arama yarışı içine sokmuştur. Gayri islami bir sistemi idame ettirenlerin islami söylem sahipleri olması ,traji komik bir durum olması onları bile rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlık geçmişte yaşanan bir takım olayların yaşadığımız sistem içinde yönetici olmanın cevazına dair bir durum ortaya koyabileceği yönündeki çalışmalara ,Yusuf (a.s) ın kıssası içinde okuduğumuz onun yöneticiliği ile mevcut iktidarın yöneticiliği arasında bir bağ kurulmaya çalışılarak , kılıf uydurulmaya çalışılmaktadır.
Şurası asla unutulmamalıdır ki , Yusuf (a.s) başkalarının koyduğu kuralı değil , kendi koyduğu kuralı uygulamış ve bu konuda tek yetkili olmuştur.Yaşadığı ülkenin başındaki Melik , Firavun gibi bir yönetici değil , iman sahibi ve evrensel adalet ilkelerini uygulayan bir yöneticidir. Sırf bu gün içinde bulunduğumuz durumu kurtarmak için , Melik'e "Tağut" , Yusuf (a.s) a da "Tağut hizmetkarı" damgası yapıştırmaya çalışmak bu kişilere atılmış en büyük iftira olacaktır.
İktidar imkanlarını terkedemeyen zevata tavsiyemiz şu dur ; İçinde bulunduğunuz makam ve servetin dayanılmazlığını sizler daha iyi bilirsiniz , "Buraları terkedin" demeye hakkımız olmadığını da biliyoruz ancak sizlere , "Kur'an ayetlerini ve Allah (c.c) nin elçilerini işinize geldiği gibi kullanarak içinde bulunduğunuz durumu meşrulaştırmak için kullanmaya hakkınız yoktur" demek , hakkımız ve vazifemizdir , bunu böyle biliniz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
3 Kasım 2015 Salı
Bakara s. 1-5. Ayetleri : Hidayet Üzerinde Olmanın ve Felaha Ermenin Yolu
Bakara s. Medine'nazil olan surelerden olup , 286 ayetlik bir suredir. Bu yazımızda surenin ilk 5. ayeti üzerinde tefekkür etmeye çalışacağız.
[002.001] Elif, Lam, Mim.
Sure , "Hurufu Mukattaa" denilen kesik harfler ile başlamaktadır, tefsirlere baktığımız zaman, bu harfler ile ilgili olarak bir çok yoruma rastlamaktayız. En makul yorum olarak , sure başlangıcının belli olması , sonraki gelecek ayetlere dikkat çekmek için kullanılmış olması , arap alfabesinin harfleri olması nedeniyle , inen ayetlerin bu harflerin oluşturduğu , kelime , cümle , ayet ,surelerden oluşarak muhataplarının anladığı bir dil üzere olduğu gibi yapılan yorumları burada serdedebiliriz. İbrahim ve Şura surelerindeki ayetler, bu harfleri anlamayı kolaylaştırmakta ve bu harfler üzerinde gereksiz spekülasyonlar yapılmasını önlemektedir.
[014.004] Biz hiç bir peygamberi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın. Böylece Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, dilediğini hidayete yöneltip-iletir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
[042.001-3] Hâ, Mîm. Ayn, Sîn, Kâf.Güçlü olan, Hakim olan Allah, sana da, senden öncekilere de böyle vahyeder.
Zâlikel kitâbu lâ reybe fîh(fîhi), huden lil muttekîn(muttekîne).
[002.002] İşte bu kitab, onda hiç bir şüphe yoktur, müttekiler için hidayettir.
Dikkatli bir okuyucunun "İşte bu kitab" ibaresini okuduğunda , "Daha Kur'anın inişi devam ettiği halde neden kitap ifadesi kullanılıyor?" şeklinde bir sorunun aklına gelmesi gayet mantıklıdır. Bu sorunun cevabı için , "Kitap" kelimesinin arap dilindeki anlamının bilinmesi, sorunun cevabını da beraberinde getirecektir.
"Kitab" kelimesi ; "İki deriyi birbirine eklemek" anlamındaki "Elketbü" kelimesinden türemiş, yaygın dilde "Harfleri birbirine eklemek" anlamında kullanılmıştır. Ağızdan çıkan lafızların da birbiri ardında dizilerek , birbirine eklenmesi, yazılarak veya konuşularak ortaya konan kelimelerin, "Kitap" şeklinde bir anlam olarak ifade edilmesini beraberinde getirmiştir.
Bu anlamı dikkate aldığımız zaman, inmesi devam eden ve bildiğimiz anlamda henüz kitap haline sokulmamış ayetlerin , Muhammed (a.s) ın ağzından birbirine eklenerek muhataplara iletilmesi "Kitap" anlamını taşımaktadır.
Allah (c.c) nin , "La raybe fihi" ( Onda şüphe yoktur) şeklindeki beyanının ne anlama gelebileceğini , Kur'an içindeki ayetler de görmekteyiz.
[010.037] Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o Kitab’ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabbindendir.
[032.002] Bu Kitab'ın, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olduğunda asla şüphe yoktur.
Allah (c.c), bu kitabın kendisinin katından olduğundan asla şüphe edilmemesi gerektiğini beyan ederek , böyle bir şüphede bulunanların , bu kitaba emsal bir kitap ortaya koymalarını aynı surenin 23. ayetinde şöyle beyan etmektedir;
[002.023] Eğer siz, kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz, haydin ona benzer bir sure getirin. Allah'dan başka şahidlerinizi de çapırın; eğer doğru sözlüler iseniz...
Kitabın "Müttakiler için hidayet" olması ne anlama gelmektedir ?.
"Hüden" kelimesi ; "dalal" yani yolunu kaybetmiş bir kimseye yolunu göstermek , ona doğru yolu tarif etmek" anlamındadır. Bu kelimeye Ku'ran, teknik yani ıstılahi bir anlam yükleyerek , "Küfr'ün karanlığında kalarak yolunu kaybetmiş olanlar için doğru yolu göstermek" anlamında kullanmıştır.
"El vikaye" kelimesi ; "Bir nesneyi ,kendisine eza, ve zarar verecek şeylerden korumak" anlamındadır. "Takva" ise , "nefsi kendisinden korkulan şeyden koruma içine almak" anlamındadır.
"Müttaki" , kendisi için tehdit edilen şeylerden korunan ve sakınanlara verilen bir isimdir.
Yazılarımızda vurgulamaya çalıştığımız bir konu olan , Kur'anın önyargılardan arınmış bir kafa ile okunmasının ne kadar önemli olduğu konusuna burada bir istisna getirerek , Kur'an okumalarında olması gereken tek önyargının, bu kitabın Allah (c.c) katından olduğundan asla şüphe edilmemesi , okurken bize problem gibi gelen ayetlerin anlaşılmasından kaynaklanan problemin haşa Allah (c.c)den asla kaynaklanmayacağı , şayet problem olarak gördüğümüz bir ayet varsa bu problemin bizden kaynaklandığı , Allah (c.c) nin ayetlerinde asla ve asla bir çelişki olamayacağı ön yargısı olmalıdır.
Ancak böyle bir ön yargı ile okunan kitap bizler için doğru yol rehberi olabilir , aksi takdirde anlamadığımız bir ayet hakkında bu ayetin Kur'andan olmadığı gibi hezeyanlar ortaya atmak cesaretini gösterenlerin düştüğü küfür karanlığına düşmekten kurtulamayız.
[004.082] Onlar hala Kur'an'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelseydi, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan bir çok şeyler bulurlardı.
Bakara s. 3. ve 4. ayetleri , müttaki vasfına nasıl sahip olunacağını bildirmektedir.
Ellezîne yu’minûne bil gaybi ve yukîmûnes salâte ve mimmâ razaknâhum yunfikûn(yunfikûne).
[002.003] Ki onlar, gayba inanırlar, salatı ayakta tutarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.
Vellezîne yu’minûne bi mâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablik(kablike) ve bil âhireti hum yûkınûn(yûkınûne).
[002.004] Ve onlar o kimselerdir ki sana indirilmiş ve senden evvel indirilmiş kitaplara da imân ederler ve onlar ahirete de yakînen kani olurlar.
1- Gayb'a veya gayben iman , 2- Salatı ayakta tutmak , 3- Kendilerine rızık olarak verilenden infak etmek , 4- Muhammed (a.s) a ve ondan önce indirilmiş olan kitaplara iman , 5-Ahirete iman , şeklinde sıralanan, müttaki olmanın şartları biraz açacak olursak şunları söyleyebiliriz ;
1- Gayb'a veya gayben iman
"El ğaybu" kelimesi ; Güneş veya başka bir şeyin gözden saklı hale gelmesi , gizlenmesi anlamına gelen "Ğabe" fiilinden türemiştir. Bu kelime , algıdan ve insanın bilgisine saklı kalan şeylerle ilgili kullanılır.
Gayb'a veya gayben iman'ın ne demek olduğunu bir kaç örnek ayet vererek öğrenmek mümkündür.
[005.094] Ey İnananlar! Gıyabında Kendisinden, kimin korktuğunu bilmek için, (ihramlıyken) elinizin ve mızraklarınızın ulaştığı avdan bir şeyle Allah and olsun ki sizi dener. Bundan sonra kim haddi aşarsa ona elem verici azab vardır.
Bu konu ile ilgili ayetler, çevirilerin bütününde "Gayb'a iman" şeklinde çevrilmiştir. Ancak aşağıda vereceğimiz ayetler bizi "Gayben iman" şeklinde bir çevirinin daha doğru olabileceği görüşüne sevketmiştir.
Maide s. 94. ayetinde , Allah (c.c) nin diğer zamanlar helal olan avlanmayı , hac zamanında yasakladığını görmekteyiz. Bu yasağın sebebi ise kendisinden gıyaben kimin korktuğunu bilmesi için olduğunu beyan etmektedir. Allah (c.c) kimsenin başına polis dikmeden sadece onun bize olan "Avlanmayın" emrini yerine getirmiş olmamız, ve hayatımızın her anında bu bilinç içinde olarak yaşamamız , bizim onu görmediğimiz halde yanımızda ve bizi her an gözlediğinin bilinci içinde olmanın adı "GAYBEN İMAN"dır.
[012.052] (Yusuf), «Maksadım, vezire, gıyabında ihanet etmediğimi, hainlerin tuzaklarını Allah'ın başarıya erdirmediğini bilmesini sağlamaktı» dedi.
Yusuf (a.s) bilindiği gibi kendisi ile zinaya yanaşmadığı için , kendisine vezir'in karısı tarafından iftira atılarak yıllarca zindanda kalır. Suçsuz olduğu anlaşıldığı zaman söylediği bu sözler bizlere, bir şeyden korkmak için illaki tepemizde bir bekçi olması gerekmediğini , bizden istenen bir şeyin bizim hakkımız olmadığını bilmemiz ve bu hakkımız olmayan şeyi yapmamak için vicdanımızın sesini dinlemek gerektiğini öğretmekte, vezir'in yokluğunu fırsat bilerek , o kadının ahlaksız teklifini ,yıllarca hapis yatmayı göze alarak red ederek bize örneklik etmektedir.
[019.061] Rahman'ın kullanna gıyaben söz verdiği Adn cennetlerine, şüphe yok ki, O'nun verdiği söz, daima yerine getirilmiştir.
[021.049] O takva sahipleri için ki, gıyabında Rablerinden korkarlar ve kıyamet endişesiyle titrer dururlar.
[035.018] Hem günah çeken bir nefis, başkasının günahını çekmiyecek, yükü ağır basan onun yükletilmesine çağırsa da ondan bir şey yüklenilmiyecek, isterse bir yakını olsun, fakat sen ancak o kimseleri sakındırırsın ki gaybde rablarının haşyetini duyarlar, salatı ayakta tutarlar, temizlenen de sırf kendisi için temizlenir, nihayet gidiş Allahadır
Bizler Allah (c.c) nin yaptıklarımıza karşılık vereceğini vaad ettiği , cennet veya cehenneme göz ile görerek iman etmiş değiliz, sadece Allah (c.c) öyle dediği için buna inanmaktayız. Bu iman herhangi bir laboratuar raporu sonucu elde edilmiş bir şey değildir. Allah (c.c) nin sözüne olan güvenimizden dolayı, gözümüz ile şahid olmadığımız bazı şeylere o var dediği için gözümüz ile görmüş gibi iman etmekteyiz. Gayba iman etmek , veya gıyaben iman etmek dediğimiz şey , iman etmeyenlerin anlayamacağı , hatta iman edenleri alaya aldıkları bir iman şeklidir.
Gayb'a veya gıyaben iman sahibi olan bir kimse , tepesinde polis olmasa dahi , yapacağı herhangi yanlış bir amelin karşılığının asla en küçük zerresine kadar karşılıksız kalmayacağını bilerek yaşar. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun böyle bir imanı gerçek bir biçimde hayatına yansıttıklarını düşündüğümüzde , dünyadaki insanların birbirlerine karşı olan tutumlarında inanılmaz değişiklikler olacak ve dünya cennete dönecektir.
Maalesef, bırakın dünya nüfusunun bir çoğunu , kendisini müslüman olarak tanımlayanlar bu imanı gerçek olarak içselleştirseler diğer insanlara örnek bir hayat yaşayarak dünyaya önemli katkılarda bulunabilirler. İman ettiğimizi söylediğimiz şeylerin bir çoğu sadece dil ile ikrar dan öteye geçmeyerek amele yansımamaktadır.
2- Salatı ayakta tutmak.
Maalesef bu ibare geçtiği tüm ayetlerde "Namazı dosdoğru kılmak" şeklinde çevrilerek , ve dini hayat "Kıl beşi bitir işi" mantığında yaşandığı için camiye hapsedilmiş ve onun dışında yaşanmayan bir din ortaya çıkmıştır. Namazı dosdoğru kılmaktan anlaşılan şey elin , belin , ayağın, milimetrik olarak ilmihal bilgileri doğrultusunda ayarlanması anlaşıldığı için ,elini göbekten aşağı koyanlar ile , göbekten yukarı koyanlar arasında büyük kavgalar çıkmaktadır.
Salat kelimesi , Kulun hayatının bütünün Allah'a has kılması anlamında bir kelime olup , namaz bu kelimenin bir bütününü değil sadece bir cüz'ünü karşılamaktadır. Salatın ayakta tutulması yani yere hiç düşürülmemesi emri , hayatın amacı olup kulun 24 saatini kapsaması gerekmektedir. Kul yaşamı içinde karşılaştığı olaylara Allah merkezli bir bakış ile bakıyorsa işte o kul salatı ayakta tutan birisidir.
3-Kendilerine rızık olarak verilenden infak etmek.
"Kendilerinin kazandıklarından infak etmek" buyurmayıp , kendilerine rızık olarak verdiklerimizden" buyurulması bizler için önemli bir uyarıdır. Hayat içinde sahip olduğumuz şeyler bizim değil , bize geçici bir süre için verilen emanetlerdir. İnsanoğlu kendisinin olmayan bu malı infak ederek, dünya hayatında sosyal dengesizliklerin dengeye oturmasını sağlar. Şayet mal ve servet , zenginler arasında dolaşan bir metaya dönüşürse, dünyadaki gelir dağılımı büyük bir ekonomik ve sosyal felakete yol açacaktır. Dünya nüfusunun en zengin % 1 lik kesiminin , dünya gelirinin % 50 , dünya nüfusunun en fakir %50 sinin ise % 1 pay aldığı yapılan istatistiklerde görülmektedir.
Bu durum zengin ile fakirin arasında inanılmaz bir uçurum olduğunu göstermektedir. Bu zengin kesimin , zenginliğinin kaynağının fakir kesimin yaşadığı topraklardaki sömürdükleri doğal kaynaklar olduğunu düşündüğümüzde , zenginlerin acımasız bir canavar haline dönüştüğü ortaya çıkmaktadır. Kendi ülkelerinin dışındaki topraklardaki doğal kaynakları ve insan kaynaklarını acımasızca sömüren batılı ülkeler, bu gün elde ettiği zenginliğin kaynağını sömürdükleri afrika ve asya kıtalarındaki ülkelere ve insanlara borçludurlar.
Başka insanların üzerinde yaşadıkları topraklarda hak iddia edecek kadar zalimleşen bu ülkeler ve zenginler , bu servetin kendi hakları olduğunu düşünerek Allah (c.c) den rol çalmaya kalkmakta ve ilahlık iddiasında bulunmaktadırlar. Sünnetullah gereği kıyamet öncesi bu ülkeler ve kişiler mutlaka yıkıma uğrayacaklardır , ancak bu yıkımın mehdi eliyle gerçekleşeceğini inanan bizler, yattığımız yerden gelecek olan mehdinin bizim için savaşmasını beklemekten başka bir şey yapmamaktayız.
4- Muhammed (a.s) a ve ondan önce indirilmiş olan kitaplara iman
Allah (c.c) elçi ve "Kitap" göndererek, yaşayan insanların hayatlarını bu kitapların esaslarına göre düzenlenmesini istemektedir. Bu zincirin son halkası olan Muhammed (a.s) ın Medineli muhataplarının arasında, kendilerinin İncil ve Tevrat'a iman ettiği iddiasında olan Hıristiyan ve Yahudiler de bulunmaktaydı. Bu kitapları da kendisinin göndermiş olduğunu beyan eden Rabbimiz , bu zincirin son halkasının Kur'an olduğunu beyan ederek bu kitapların tamamına iman edilmesi gerektiğini bildirmektedir.
Kitaplara iman esası kişilerin hayatında nasıl gerçekleşir?.
Kitaba iman demek, kitap içinde olan muhteviyatı hayata geçirerek onu yaşamak anlamındadır. Dil ile yapılan bir iman sözü yeterli değildir. Allah (c.c) o kitapları bize göndererek yaşamımızda esas alacağımız kriterleri belirlememizi istemektedir. Kitap sadece sayfaları kutsansın , anlaşılmadan okunsun , sevap makinesi haline dönüşsün amacı ile gönderilmemiştir.
Kitap, ebedi olan hayata geçiş yeri olan dünya hayatında yaşayan insanların , kul oldukları bilinci içinde yaşayarak , İlah olan Allah (c.c) nin belirlediği esaslar üzerinde yaşamanın gereğine binaen indirilmiş olup, dünya ve ahiret mutluluğu için bu esaslar üzerinde bir hayat sürülmesi gerekmektedir.
5-Ahirete iman
Ahirete iman esası , gayb'en iman esasının içinde sayılabilecek bir iman esasıdır. Kur'anın ahiret hayatı ile ilgili bilgileri , gözle görerek inandığımız bir şey değildir , sadece Allah (c.c) Kitabında bizlere,"ölümden sonra sizin başınıza şunlar gelecek" buyurduğu için bizler ahiret hayatına iman etmekteyiz.
Ahiret hayatı ile ilgili bilgilerin , biz insanların dünya hayatında, yaptıkları iyi ve kötü amellerin ödeneceği bir yer olmuş olması , iyilikleri teşvik edici , kötülükleri önleyici bir fonksiyonu vardır. Dünya hayatını yaşayan bir kişinin, yaptığı iyiliğin kat ve kat karşılığının verilecek olması , kişiyi iyiliklere teşvik edici , yapılan kötülüğe karşı acı bir azap olduğunun haber verilmesi ise , kötülükleri önleyici bir fonksiyona sahiptir.
Dünya hayatını yaşayan insanların böyle bir hayatın varlığına gerçek olarak iman ettiğini düşündüğümüzde , dünya bir cennete dönüşerek , iyilik yapılmak için yarışılan , kötülüklerden kaçmak için delik aranan bir yer haline gelecektir.
Ayetin sonunda, ahirete "Yakin olarak inanmak" ifadesi , inanıyormuş gibi yapmak değil , bu imanın gereğini hayat içine yansıtmak, "müttaki" vasfını almanın bir gereği olarak beyan edilmektedir. Biz müslümanların bu esasa iman ettiğimizi dil ile beyan ederek , fiili bir biçimde hayata yansıtmıyor olmamız , "yakin" kelimesinin içerdiği anlamı göz ardı etmek anlamına gelmektedir.
Ulâike alâ huden min rabbihim ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).
[002.005] İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.
Bakara s. 3. ve 4. ayetlerde sayılan esasları hayatları içinde pratiğe dökerek uygulayanların , doğru bir yol üzerinde oldukları , kurtuluşa ermenin yolunun bu esaslar üzerinde bir hayat tesis edilme şartına bağlı olduğu hatırlatılmaktadır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) elçileri aracılığı ile bizlere , ebedi olan ahiret hayatını mutlu , mesut ve bahtiyar bir halde geçirmemiz için gerekli olan şartların , "dünya hayatı" denilen ilk hayat içinde yaptığımız amellere bağlı olduğunu beyan etmektedir. Bu amellerin nasıl bir esasa dayanması gerektiğini ise Kitabının pek çok yerinde beyan etmektedir. Allah (c.c) nin biz kulları için beyan ettiği kurallar , bizlerin dünya ve ahiret hayatını cennete çevirme esasına dayalı olup , bu esaslar dışında bir hayat dünya ve ahiret hayatının cehenneme çevrilmesi anlamını taşır.
Bu gün etrafımıza baktığımızda , dünyada kan gözyaşı selinin durmadan akıyor olması , Allah (c.c) nin bizlerin yaptıkları her an gözlüyor olması haberlerini es geçmek yani "Gıyaben iman" esasını red etmek , yaşadığımız bütün zaman içinde Allah (c.c) merkezli bir hayat sürmemek yani "Salatı ayakta tutMAmak" , dünyanın bütün doğal kaynaklarının , mal ve servetinin sadece kendimize ait olduğunu zannederek "rızıklandırıldığımız şeylerden infak etMEmek" , Allah (c.c) nin indirdiği kitapları red ederek başka kitaplara iman ederek hayatımızı bu kitaplar üzerine oturtmak , yaptığımız kötülüklerin cezasız kalacağı zannı ile ahiret yokmuş gibi yaşadığımız içindir.
Rabbimiz bizleri, bu esaslar üzere bir hayat süren , ve bütün insanların böyle bir hayatı tesise yönelik çalışmaları için gayret eden , bu yolda ömrünü tüketen kullarından kılsın.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[002.001] Elif, Lam, Mim.
Sure , "Hurufu Mukattaa" denilen kesik harfler ile başlamaktadır, tefsirlere baktığımız zaman, bu harfler ile ilgili olarak bir çok yoruma rastlamaktayız. En makul yorum olarak , sure başlangıcının belli olması , sonraki gelecek ayetlere dikkat çekmek için kullanılmış olması , arap alfabesinin harfleri olması nedeniyle , inen ayetlerin bu harflerin oluşturduğu , kelime , cümle , ayet ,surelerden oluşarak muhataplarının anladığı bir dil üzere olduğu gibi yapılan yorumları burada serdedebiliriz. İbrahim ve Şura surelerindeki ayetler, bu harfleri anlamayı kolaylaştırmakta ve bu harfler üzerinde gereksiz spekülasyonlar yapılmasını önlemektedir.
[014.004] Biz hiç bir peygamberi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın. Böylece Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, dilediğini hidayete yöneltip-iletir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
[042.001-3] Hâ, Mîm. Ayn, Sîn, Kâf.Güçlü olan, Hakim olan Allah, sana da, senden öncekilere de böyle vahyeder.
Zâlikel kitâbu lâ reybe fîh(fîhi), huden lil muttekîn(muttekîne).
[002.002] İşte bu kitab, onda hiç bir şüphe yoktur, müttekiler için hidayettir.
Dikkatli bir okuyucunun "İşte bu kitab" ibaresini okuduğunda , "Daha Kur'anın inişi devam ettiği halde neden kitap ifadesi kullanılıyor?" şeklinde bir sorunun aklına gelmesi gayet mantıklıdır. Bu sorunun cevabı için , "Kitap" kelimesinin arap dilindeki anlamının bilinmesi, sorunun cevabını da beraberinde getirecektir.
"Kitab" kelimesi ; "İki deriyi birbirine eklemek" anlamındaki "Elketbü" kelimesinden türemiş, yaygın dilde "Harfleri birbirine eklemek" anlamında kullanılmıştır. Ağızdan çıkan lafızların da birbiri ardında dizilerek , birbirine eklenmesi, yazılarak veya konuşularak ortaya konan kelimelerin, "Kitap" şeklinde bir anlam olarak ifade edilmesini beraberinde getirmiştir.
Bu anlamı dikkate aldığımız zaman, inmesi devam eden ve bildiğimiz anlamda henüz kitap haline sokulmamış ayetlerin , Muhammed (a.s) ın ağzından birbirine eklenerek muhataplara iletilmesi "Kitap" anlamını taşımaktadır.
Allah (c.c) nin , "La raybe fihi" ( Onda şüphe yoktur) şeklindeki beyanının ne anlama gelebileceğini , Kur'an içindeki ayetler de görmekteyiz.
[010.037] Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o Kitab’ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabbindendir.
[032.002] Bu Kitab'ın, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olduğunda asla şüphe yoktur.
Allah (c.c), bu kitabın kendisinin katından olduğundan asla şüphe edilmemesi gerektiğini beyan ederek , böyle bir şüphede bulunanların , bu kitaba emsal bir kitap ortaya koymalarını aynı surenin 23. ayetinde şöyle beyan etmektedir;
[002.023] Eğer siz, kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz, haydin ona benzer bir sure getirin. Allah'dan başka şahidlerinizi de çapırın; eğer doğru sözlüler iseniz...
Kitabın "Müttakiler için hidayet" olması ne anlama gelmektedir ?.
"Hüden" kelimesi ; "dalal" yani yolunu kaybetmiş bir kimseye yolunu göstermek , ona doğru yolu tarif etmek" anlamındadır. Bu kelimeye Ku'ran, teknik yani ıstılahi bir anlam yükleyerek , "Küfr'ün karanlığında kalarak yolunu kaybetmiş olanlar için doğru yolu göstermek" anlamında kullanmıştır.
"El vikaye" kelimesi ; "Bir nesneyi ,kendisine eza, ve zarar verecek şeylerden korumak" anlamındadır. "Takva" ise , "nefsi kendisinden korkulan şeyden koruma içine almak" anlamındadır.
"Müttaki" , kendisi için tehdit edilen şeylerden korunan ve sakınanlara verilen bir isimdir.
Yazılarımızda vurgulamaya çalıştığımız bir konu olan , Kur'anın önyargılardan arınmış bir kafa ile okunmasının ne kadar önemli olduğu konusuna burada bir istisna getirerek , Kur'an okumalarında olması gereken tek önyargının, bu kitabın Allah (c.c) katından olduğundan asla şüphe edilmemesi , okurken bize problem gibi gelen ayetlerin anlaşılmasından kaynaklanan problemin haşa Allah (c.c)den asla kaynaklanmayacağı , şayet problem olarak gördüğümüz bir ayet varsa bu problemin bizden kaynaklandığı , Allah (c.c) nin ayetlerinde asla ve asla bir çelişki olamayacağı ön yargısı olmalıdır.
Ancak böyle bir ön yargı ile okunan kitap bizler için doğru yol rehberi olabilir , aksi takdirde anlamadığımız bir ayet hakkında bu ayetin Kur'andan olmadığı gibi hezeyanlar ortaya atmak cesaretini gösterenlerin düştüğü küfür karanlığına düşmekten kurtulamayız.
[004.082] Onlar hala Kur'an'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelseydi, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan bir çok şeyler bulurlardı.
Bakara s. 3. ve 4. ayetleri , müttaki vasfına nasıl sahip olunacağını bildirmektedir.
Ellezîne yu’minûne bil gaybi ve yukîmûnes salâte ve mimmâ razaknâhum yunfikûn(yunfikûne).
[002.003] Ki onlar, gayba inanırlar, salatı ayakta tutarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.
Vellezîne yu’minûne bi mâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablik(kablike) ve bil âhireti hum yûkınûn(yûkınûne).
[002.004] Ve onlar o kimselerdir ki sana indirilmiş ve senden evvel indirilmiş kitaplara da imân ederler ve onlar ahirete de yakînen kani olurlar.
1- Gayb'a veya gayben iman , 2- Salatı ayakta tutmak , 3- Kendilerine rızık olarak verilenden infak etmek , 4- Muhammed (a.s) a ve ondan önce indirilmiş olan kitaplara iman , 5-Ahirete iman , şeklinde sıralanan, müttaki olmanın şartları biraz açacak olursak şunları söyleyebiliriz ;
1- Gayb'a veya gayben iman
"El ğaybu" kelimesi ; Güneş veya başka bir şeyin gözden saklı hale gelmesi , gizlenmesi anlamına gelen "Ğabe" fiilinden türemiştir. Bu kelime , algıdan ve insanın bilgisine saklı kalan şeylerle ilgili kullanılır.
Gayb'a veya gayben iman'ın ne demek olduğunu bir kaç örnek ayet vererek öğrenmek mümkündür.
[005.094] Ey İnananlar! Gıyabında Kendisinden, kimin korktuğunu bilmek için, (ihramlıyken) elinizin ve mızraklarınızın ulaştığı avdan bir şeyle Allah and olsun ki sizi dener. Bundan sonra kim haddi aşarsa ona elem verici azab vardır.
Bu konu ile ilgili ayetler, çevirilerin bütününde "Gayb'a iman" şeklinde çevrilmiştir. Ancak aşağıda vereceğimiz ayetler bizi "Gayben iman" şeklinde bir çevirinin daha doğru olabileceği görüşüne sevketmiştir.
Maide s. 94. ayetinde , Allah (c.c) nin diğer zamanlar helal olan avlanmayı , hac zamanında yasakladığını görmekteyiz. Bu yasağın sebebi ise kendisinden gıyaben kimin korktuğunu bilmesi için olduğunu beyan etmektedir. Allah (c.c) kimsenin başına polis dikmeden sadece onun bize olan "Avlanmayın" emrini yerine getirmiş olmamız, ve hayatımızın her anında bu bilinç içinde olarak yaşamamız , bizim onu görmediğimiz halde yanımızda ve bizi her an gözlediğinin bilinci içinde olmanın adı "GAYBEN İMAN"dır.
[012.052] (Yusuf), «Maksadım, vezire, gıyabında ihanet etmediğimi, hainlerin tuzaklarını Allah'ın başarıya erdirmediğini bilmesini sağlamaktı» dedi.
Yusuf (a.s) bilindiği gibi kendisi ile zinaya yanaşmadığı için , kendisine vezir'in karısı tarafından iftira atılarak yıllarca zindanda kalır. Suçsuz olduğu anlaşıldığı zaman söylediği bu sözler bizlere, bir şeyden korkmak için illaki tepemizde bir bekçi olması gerekmediğini , bizden istenen bir şeyin bizim hakkımız olmadığını bilmemiz ve bu hakkımız olmayan şeyi yapmamak için vicdanımızın sesini dinlemek gerektiğini öğretmekte, vezir'in yokluğunu fırsat bilerek , o kadının ahlaksız teklifini ,yıllarca hapis yatmayı göze alarak red ederek bize örneklik etmektedir.
[019.061] Rahman'ın kullanna gıyaben söz verdiği Adn cennetlerine, şüphe yok ki, O'nun verdiği söz, daima yerine getirilmiştir.
[021.049] O takva sahipleri için ki, gıyabında Rablerinden korkarlar ve kıyamet endişesiyle titrer dururlar.
[035.018] Hem günah çeken bir nefis, başkasının günahını çekmiyecek, yükü ağır basan onun yükletilmesine çağırsa da ondan bir şey yüklenilmiyecek, isterse bir yakını olsun, fakat sen ancak o kimseleri sakındırırsın ki gaybde rablarının haşyetini duyarlar, salatı ayakta tutarlar, temizlenen de sırf kendisi için temizlenir, nihayet gidiş Allahadır
Bizler Allah (c.c) nin yaptıklarımıza karşılık vereceğini vaad ettiği , cennet veya cehenneme göz ile görerek iman etmiş değiliz, sadece Allah (c.c) öyle dediği için buna inanmaktayız. Bu iman herhangi bir laboratuar raporu sonucu elde edilmiş bir şey değildir. Allah (c.c) nin sözüne olan güvenimizden dolayı, gözümüz ile şahid olmadığımız bazı şeylere o var dediği için gözümüz ile görmüş gibi iman etmekteyiz. Gayba iman etmek , veya gıyaben iman etmek dediğimiz şey , iman etmeyenlerin anlayamacağı , hatta iman edenleri alaya aldıkları bir iman şeklidir.
Gayb'a veya gıyaben iman sahibi olan bir kimse , tepesinde polis olmasa dahi , yapacağı herhangi yanlış bir amelin karşılığının asla en küçük zerresine kadar karşılıksız kalmayacağını bilerek yaşar. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun böyle bir imanı gerçek bir biçimde hayatına yansıttıklarını düşündüğümüzde , dünyadaki insanların birbirlerine karşı olan tutumlarında inanılmaz değişiklikler olacak ve dünya cennete dönecektir.
Maalesef, bırakın dünya nüfusunun bir çoğunu , kendisini müslüman olarak tanımlayanlar bu imanı gerçek olarak içselleştirseler diğer insanlara örnek bir hayat yaşayarak dünyaya önemli katkılarda bulunabilirler. İman ettiğimizi söylediğimiz şeylerin bir çoğu sadece dil ile ikrar dan öteye geçmeyerek amele yansımamaktadır.
2- Salatı ayakta tutmak.
Maalesef bu ibare geçtiği tüm ayetlerde "Namazı dosdoğru kılmak" şeklinde çevrilerek , ve dini hayat "Kıl beşi bitir işi" mantığında yaşandığı için camiye hapsedilmiş ve onun dışında yaşanmayan bir din ortaya çıkmıştır. Namazı dosdoğru kılmaktan anlaşılan şey elin , belin , ayağın, milimetrik olarak ilmihal bilgileri doğrultusunda ayarlanması anlaşıldığı için ,elini göbekten aşağı koyanlar ile , göbekten yukarı koyanlar arasında büyük kavgalar çıkmaktadır.
Salat kelimesi , Kulun hayatının bütünün Allah'a has kılması anlamında bir kelime olup , namaz bu kelimenin bir bütününü değil sadece bir cüz'ünü karşılamaktadır. Salatın ayakta tutulması yani yere hiç düşürülmemesi emri , hayatın amacı olup kulun 24 saatini kapsaması gerekmektedir. Kul yaşamı içinde karşılaştığı olaylara Allah merkezli bir bakış ile bakıyorsa işte o kul salatı ayakta tutan birisidir.
3-Kendilerine rızık olarak verilenden infak etmek.
"Kendilerinin kazandıklarından infak etmek" buyurmayıp , kendilerine rızık olarak verdiklerimizden" buyurulması bizler için önemli bir uyarıdır. Hayat içinde sahip olduğumuz şeyler bizim değil , bize geçici bir süre için verilen emanetlerdir. İnsanoğlu kendisinin olmayan bu malı infak ederek, dünya hayatında sosyal dengesizliklerin dengeye oturmasını sağlar. Şayet mal ve servet , zenginler arasında dolaşan bir metaya dönüşürse, dünyadaki gelir dağılımı büyük bir ekonomik ve sosyal felakete yol açacaktır. Dünya nüfusunun en zengin % 1 lik kesiminin , dünya gelirinin % 50 , dünya nüfusunun en fakir %50 sinin ise % 1 pay aldığı yapılan istatistiklerde görülmektedir.
Bu durum zengin ile fakirin arasında inanılmaz bir uçurum olduğunu göstermektedir. Bu zengin kesimin , zenginliğinin kaynağının fakir kesimin yaşadığı topraklardaki sömürdükleri doğal kaynaklar olduğunu düşündüğümüzde , zenginlerin acımasız bir canavar haline dönüştüğü ortaya çıkmaktadır. Kendi ülkelerinin dışındaki topraklardaki doğal kaynakları ve insan kaynaklarını acımasızca sömüren batılı ülkeler, bu gün elde ettiği zenginliğin kaynağını sömürdükleri afrika ve asya kıtalarındaki ülkelere ve insanlara borçludurlar.
Başka insanların üzerinde yaşadıkları topraklarda hak iddia edecek kadar zalimleşen bu ülkeler ve zenginler , bu servetin kendi hakları olduğunu düşünerek Allah (c.c) den rol çalmaya kalkmakta ve ilahlık iddiasında bulunmaktadırlar. Sünnetullah gereği kıyamet öncesi bu ülkeler ve kişiler mutlaka yıkıma uğrayacaklardır , ancak bu yıkımın mehdi eliyle gerçekleşeceğini inanan bizler, yattığımız yerden gelecek olan mehdinin bizim için savaşmasını beklemekten başka bir şey yapmamaktayız.
4- Muhammed (a.s) a ve ondan önce indirilmiş olan kitaplara iman
Allah (c.c) elçi ve "Kitap" göndererek, yaşayan insanların hayatlarını bu kitapların esaslarına göre düzenlenmesini istemektedir. Bu zincirin son halkası olan Muhammed (a.s) ın Medineli muhataplarının arasında, kendilerinin İncil ve Tevrat'a iman ettiği iddiasında olan Hıristiyan ve Yahudiler de bulunmaktaydı. Bu kitapları da kendisinin göndermiş olduğunu beyan eden Rabbimiz , bu zincirin son halkasının Kur'an olduğunu beyan ederek bu kitapların tamamına iman edilmesi gerektiğini bildirmektedir.
Kitaplara iman esası kişilerin hayatında nasıl gerçekleşir?.
Kitaba iman demek, kitap içinde olan muhteviyatı hayata geçirerek onu yaşamak anlamındadır. Dil ile yapılan bir iman sözü yeterli değildir. Allah (c.c) o kitapları bize göndererek yaşamımızda esas alacağımız kriterleri belirlememizi istemektedir. Kitap sadece sayfaları kutsansın , anlaşılmadan okunsun , sevap makinesi haline dönüşsün amacı ile gönderilmemiştir.
Kitap, ebedi olan hayata geçiş yeri olan dünya hayatında yaşayan insanların , kul oldukları bilinci içinde yaşayarak , İlah olan Allah (c.c) nin belirlediği esaslar üzerinde yaşamanın gereğine binaen indirilmiş olup, dünya ve ahiret mutluluğu için bu esaslar üzerinde bir hayat sürülmesi gerekmektedir.
5-Ahirete iman
Ahirete iman esası , gayb'en iman esasının içinde sayılabilecek bir iman esasıdır. Kur'anın ahiret hayatı ile ilgili bilgileri , gözle görerek inandığımız bir şey değildir , sadece Allah (c.c) Kitabında bizlere,"ölümden sonra sizin başınıza şunlar gelecek" buyurduğu için bizler ahiret hayatına iman etmekteyiz.
Ahiret hayatı ile ilgili bilgilerin , biz insanların dünya hayatında, yaptıkları iyi ve kötü amellerin ödeneceği bir yer olmuş olması , iyilikleri teşvik edici , kötülükleri önleyici bir fonksiyonu vardır. Dünya hayatını yaşayan bir kişinin, yaptığı iyiliğin kat ve kat karşılığının verilecek olması , kişiyi iyiliklere teşvik edici , yapılan kötülüğe karşı acı bir azap olduğunun haber verilmesi ise , kötülükleri önleyici bir fonksiyona sahiptir.
Dünya hayatını yaşayan insanların böyle bir hayatın varlığına gerçek olarak iman ettiğini düşündüğümüzde , dünya bir cennete dönüşerek , iyilik yapılmak için yarışılan , kötülüklerden kaçmak için delik aranan bir yer haline gelecektir.
Ayetin sonunda, ahirete "Yakin olarak inanmak" ifadesi , inanıyormuş gibi yapmak değil , bu imanın gereğini hayat içine yansıtmak, "müttaki" vasfını almanın bir gereği olarak beyan edilmektedir. Biz müslümanların bu esasa iman ettiğimizi dil ile beyan ederek , fiili bir biçimde hayata yansıtmıyor olmamız , "yakin" kelimesinin içerdiği anlamı göz ardı etmek anlamına gelmektedir.
Ulâike alâ huden min rabbihim ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).
[002.005] İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.
Bakara s. 3. ve 4. ayetlerde sayılan esasları hayatları içinde pratiğe dökerek uygulayanların , doğru bir yol üzerinde oldukları , kurtuluşa ermenin yolunun bu esaslar üzerinde bir hayat tesis edilme şartına bağlı olduğu hatırlatılmaktadır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) elçileri aracılığı ile bizlere , ebedi olan ahiret hayatını mutlu , mesut ve bahtiyar bir halde geçirmemiz için gerekli olan şartların , "dünya hayatı" denilen ilk hayat içinde yaptığımız amellere bağlı olduğunu beyan etmektedir. Bu amellerin nasıl bir esasa dayanması gerektiğini ise Kitabının pek çok yerinde beyan etmektedir. Allah (c.c) nin biz kulları için beyan ettiği kurallar , bizlerin dünya ve ahiret hayatını cennete çevirme esasına dayalı olup , bu esaslar dışında bir hayat dünya ve ahiret hayatının cehenneme çevrilmesi anlamını taşır.
Bu gün etrafımıza baktığımızda , dünyada kan gözyaşı selinin durmadan akıyor olması , Allah (c.c) nin bizlerin yaptıkları her an gözlüyor olması haberlerini es geçmek yani "Gıyaben iman" esasını red etmek , yaşadığımız bütün zaman içinde Allah (c.c) merkezli bir hayat sürmemek yani "Salatı ayakta tutMAmak" , dünyanın bütün doğal kaynaklarının , mal ve servetinin sadece kendimize ait olduğunu zannederek "rızıklandırıldığımız şeylerden infak etMEmek" , Allah (c.c) nin indirdiği kitapları red ederek başka kitaplara iman ederek hayatımızı bu kitaplar üzerine oturtmak , yaptığımız kötülüklerin cezasız kalacağı zannı ile ahiret yokmuş gibi yaşadığımız içindir.
Rabbimiz bizleri, bu esaslar üzere bir hayat süren , ve bütün insanların böyle bir hayatı tesise yönelik çalışmaları için gayret eden , bu yolda ömrünü tüketen kullarından kılsın.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
31 Ekim 2015 Cumartesi
Kur'anın Teşbihi Anlatımına Örnek : Allah'ın Orduları
Allah (c.c) nin bizlere kendisini tanıtırken kullandığı ifadeler , bizlerin gözümüzün ve zihnimizin algılarına hitap eden teşbihi yani benzetme yollu ifadelerdir. Allah (c.c) bizlere kendisini yüce , güçlü ve yenilmez "Hükümdar" a benzetip kendisinin emrinde ordular olduğunu bildirerek , kimsenin kendisine karşı gelmemesini aksi takdirde onları bozguna uğratacağını hatırlatmaktadır.
Askeri güç kullanarak , karşısındaki düşmanı bozguna uğratmak şeklindeki bilgiler , insanın şahid olduğu alana dair bilgiler olup , Allah (c.c) nin kendisine düşman olanlara karşı böyle bir güç kullanarak bozguna uğrattığı veya uğratacağı şeklindeki ayetler ,Allah (c.c) nin yenilmez bir güce sahip olduğunun bilinmesi için , bizlerin şahid olduğu alana dair bilgilere benzetilerek anlatılmasıdır.
"Cünd" kelimesi ; "Askerlerden müteşekkil bir topluluk" anlamındadır. Allah'ın orduları deyiminin ne ifade ettiği , bu kelimenin hakiki anlamda kullanıldığı ayetlere baktığımızda anlaşılacaktır.
[002.249] vaktaki Talut ordu ile hareket etti, muhakkak, dedi: Allah sizi bir nehrile imtihan edecek, kim ondan içerse benden değil, kim onu tatmazsa işte o benden, ancak eliyle bir avuc alan müstesna, derken varır varmaz ondan içtiler, ancak içlerinden pek azı müstesna kaldılar, derken Talut ve maiyetinde iman edenler nehri geçtiler, o vakıt de «bizim bu gün Calut ile ordusuna takatımız yok» dediler, Allaha mülâki olacaklarına kani' olanlar ise şu cevabı verdiler «nice az bir cemiyet, çok bir cemiyete Allahın izniyle galebe çalmışlar, Allah sabırlılarla beraberdir»
[027.017] Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil olan ordusu toplandı. Hepsi toplu olarak gidiyorlardı.
[027.037] (Süleyman dedi ki ) Dön onlara, vallahi karşı gelemiyecekleri ordularla varırım da oradan kendilerini zilletler içinde hor, hakıyr oldukları halde çıkarırım
[051.039-40] Firavun, erkaniyle birlikte hakdan yüz çevirdi; «sihirbazdır veya delidir» dedi.Sonunda onu ve ordularını yakalayıp denize attık. O, kınanmayı haketmişti.
Talut , Süleyman (a.s) ve Firavun ordularından bahseden ayetlerde , karşılarında düşman olarak gördükleri topluluğu alt etmek için her hükümdarın ordu beslediğini görmekteyiz. Allah (c.c) kendisine düşman olanları alt etmek için ordu kullandığını beyan etmesini , bizim anladığımız anlamda elinde kılıç ile gökten meleklerin inerek savaşması şeklinde anlamak doğru bir yaklaşım değildir.
Biz insanların, bir şeye inanmak ve güvenmek için elle tutulur gözle görülür somut bir delile olan ihtiyacına binaen , Allah (c.c) kendisi ile ilgili bu tür bilgileri bizlere somutlaştırarak anlatmaktadır. Ordu ve askerler , İnsanın zihni algısında güç ve karşısındaki düşmana karşı koyan onu zarara uğratan bir unsur olarak yer etmiştir. Allah (c.c) insan zihninde yer etmiş olan bu bilgileri kullanarak ,kendisinin orduları olduğunu bu ordular ile düşmanlarını yerle bir edeceğini bildirmektedir.
Bizler bu tür anlatımları literal bir okumaya tabi tutarak , bu orduların mahiyeti hakkında fikir yürütmeye kalktığımız zaman , yaptığımız işin adı "Gaybı taşlamak" olup bu tür fikir yürütmelerinin bizlere herhangi bir getirisi olmayacaktır. Bizler verilmek istenen mesajı okuyarak , bu tür ayetlerin mesajının Allah (c.c) ye düşmanlık etmenin sonucunun, darmadağın olarak ebedi cehenneme yuvarlanmak olduğunu bilmemiz yeterlidir.
Bir ülkenin sahip olduğu ordu ve askerler , o ülkeye düşman olanlar için caydırıcı bir unsur olup , ordu sahibi bir ülkeye saldırmak , ordusu olmayan veya güçsüz olan bir ülkeye saldırmaktan daha zor ve düşündürücüdür. Allah (c.c) kendisinin orduları olduğunu ve bu orduların yenilmesinin asla mümkün olmadığını bizlere hatırlatarak , kendisine savaş açanları bir kere daha düşünmeye davet etmektedir.
[067.020] Yoksa sizin için kimdir o Rahmân'ın berisinde size yardım edecek ordunuz! Kâfirler ise ancak bir gurur içindedirler.
[019.075] Onlara de ki; rahmeti bol olan Allah sapık yolda olanlara ne kadar geniş maddi imkân verirse versin, sonunda tehdit edildikleri somut azab ile ya da kıyamet günü ile yüzyüze geldiklerinde nasıl olsa kimin sosyal konumunun daha düşük ve kimin askeri gücünün daha zayıf olduğunu öğreneceklerdir.»
Kafirlerin Allah (c.c) ye karşı kendilerini koruyacaklarını zannettikleri ordularının hiç bir işe yaramayacağı Firavun ve ordusunun helak edilmesi ile gerçek olarak gösterilmektedir.
[044.024] «Denizi sakin iken geride bırak, doğrusu onlar suda boğulacak bir ordudur.»
[085.017-8] Sana o orduların haberi geldi mi? Fir'avun ile Semûd'un (haberi)?
[010.090] Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun) : «İsrailoğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım» dedi.
[020.078] Derken Firavun ordularıyla onları takip etti; denizden kendilerini saran sarıverdi.
[028.039-40] Ve o da (Fir'avun da) askerleri de yeryüzünde haksız yere kibirlendiler, ve sandılar ki, onlar Bize döndürülmeyeceklerdir. Biz de onu ve ordularını tuttuk denize fırlatıverdik. Bak şimdi o zalimlerin sonu nasıl oldu?
Allah (c.c) kendisinin orduları olduğunu , ve bu orduların asla yenilmeyeceği , galip gelen tarafın kendi ordusu olacağını ve olduğunu beyan etmektedir.
[037.173] Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.
[009.026] Bozgundan sonra Allah, Peygamberine, müminlere güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi; inkar edenleri azaba uğrattı. İnkarcıların cezası budur.
[009.040] Eğer siz ona (Resûlullah'a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.
[033.009] Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini anın; üzerinize ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgar ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görüyordu.
[048.004] İnananların, imanlarını kat kat artırmaları için, kalblerine güven indiren O'dur. Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah bilendir, Hakim olandır.
[048.007] Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah güçlü olandır. Hakim olandır.
[074.031] Cehennemin bekçilerini yalnız meleklerden kılmışızdır. Sayılarını bildirmekle de, ancak inkar edenlerin denenmesini ve kendilerine kitap verilenlerin kesin bilgi edinmesini ve inananların da imanlarının artmasını sağladık. Kendilerine kitap verilenler ve inananlar şüpheye düşmesinler. Kalblerinde hastalık bulunanlar ve inkarcılar: «Allah bu misalle neyi muradetti?» desinler. İşte Allah, böylece, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilmez. Bu, insanoğluna bir öğütten ibarettir.
Bu ayetlere baktığımızda Allah (c.c) , bizim göremediğimiz orduları olduğunu ve bu ordular ile iman edenleri desteklediğini beyan etmektedir. Bu orduların Bedir savaşında iman edenlere yardım ettiğini beyan eden ayetler , tefsir kitaplarında gerçek olarak yorumlanmış elinde kılıç olan sarıklı meleklerin gökten inerek savaştığı gibi düşünceler hakim olmuş , ve bu düşünceler maalesef bizleri tembelliğe götürerek , sıkıştığımız anda gökten savaşçı meleklerin inerek bizim için savaşacakları düşüncesi hakim olmuştur.
[3.123-26] Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir'de de size yardım etmişti. Öyle ise, Allah'tan sakının ki O'na şükretmiş olasınız.O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir? Evet, siz sabır gösterir ve Allah'tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder.Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır.
[008.012] Rabbin meleklere, «Ben sizinleyim, inananları destekleyin» diye vahyetti. «Ben inkar edenlerin kalblerine korku salacağım, artık vurun onların boyunları üstüne, vurun her parmağına» dedi.
Allah (c.c) orduları ile iman edenleri destekleyeceğine dair olan vaadinin Bedir'de gerçekleşip , Uhud'da gerçekleşmemesinin sebebi, Allah (c.c) nin kullarına yardım vaadinin bir yasaya göre işlediği içindir. Allah (c.c) gökten eli kılıçlı melekler indirerek iman edenlere hiç bir zaman yardım etmez. Böyle yardım iddiaları ancak hurafe ve palavralar ile din anlatan masalcı dedelerin anlatımlarıdır. Urfadaki balıklı göldeki balıkların kıbrıs savaşına katılarak orada yaralandıkları iddiaları hala dillerde destan olarak gezmesi bizlerin bu konularda nasıl hurafe meraklısı olduğumuzun traji komik bir göstergesidir.
Allah (c.c) kullarına olan yardım sözünden asla caymaz , ancak bu sözünün yerine gelmesi için, kullarının bu yardımı hak etmesi gereklidir. Allah (c.c) hiç bir kuluna hak etmediği bir yardımı asla yapmaz. Allah (c.c) yardım konusunda mü'min -kafir ayrımı da yapmaz, bu durumu Uhud savaşında açık ve net bir biçimde görmekteyiz. Bedir savaşında yardımı hak eden müslümanlar , aynı yardımı Uhud savaşında hak edememişler ,bu yardımı müşrik ordusu hak etmiştir.
Sonuç olarak ; İnsan zihninde mevcut olan ,askeri güç ile düşmanları alt etme yöntemi bilgisi , Allah (c.c) tarafından benzetme uslubu ile kullanılmaktadır. Allah (c.c) bizim göremediğimiz orduları olduğunu ve bu ordular ile iman edenleri destekleyerek , kendisine düşman olanları bozguna uğrattığını ve uğratacağını beyan etmektedir. Bu konuda bize düşen kısım , bu orduların mahiyetinin ne veya nasıllığı değil , Allah (c.c) nin yenilmez olduğu , kimsenin ona karşı efelenmeye kalkmaması , böyle bir efelenmenin sonucunun hüsran olacağıdır.
Ayrıca Allah (c.c) nin orduları ile iman edenlere yardım edeceği vaadi, belirli bir yasaya tabi olup , yattığımız yerden el açıp dua etmekle bu yardım yasası asla işlemez. Bu gün biz müslümanların içinde olduğu zilletin baş müsebbibi , Allah (c.c) nin bizlere istediğimiz zaman gökten ebabil veya melekler ile yardım edeceği zannıdır. Bu zan bizleri dünyanın en tembel bir topluluğu haline getirerek her şeyi bizim yerimize Allah (c.c) nin yapacağı gibi bir hava oluşturmuş ve kendimizi seçilmiş kullar zannı hakim olmuştur.
İsrailoğullarının kendilerini seçilmiş kul olarak görmeleri defaatle red edilerek, "sizde kullardan bir kulsunuz" denilmesi bizlere örnek olmamış , bizlerde kendimizi seçilmiş kullar olarak görerek , Allah (c.c) haşa bir ırgat olarak görmeye başlamış ve bunun sonucunda büyük bir zillet içine girerek hala böyle yaşamaktayız.
Evet Allah (c.c) orduları ile yardım eder ama bu yardımı kim hak ederse ona eder. Dün Bedir'de bu yardımı hak eden iman edenlerin , Uhud'da hak edememiş olmalarını çok iyi okuyarak bunu sebeblerini bilmek ve bu sebebin "Sünnetullah" dediğimiz yasaların işlemesi neticesinde olduğunu idrak etmemiz gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Askeri güç kullanarak , karşısındaki düşmanı bozguna uğratmak şeklindeki bilgiler , insanın şahid olduğu alana dair bilgiler olup , Allah (c.c) nin kendisine düşman olanlara karşı böyle bir güç kullanarak bozguna uğrattığı veya uğratacağı şeklindeki ayetler ,Allah (c.c) nin yenilmez bir güce sahip olduğunun bilinmesi için , bizlerin şahid olduğu alana dair bilgilere benzetilerek anlatılmasıdır.
"Cünd" kelimesi ; "Askerlerden müteşekkil bir topluluk" anlamındadır. Allah'ın orduları deyiminin ne ifade ettiği , bu kelimenin hakiki anlamda kullanıldığı ayetlere baktığımızda anlaşılacaktır.
[002.249] vaktaki Talut ordu ile hareket etti, muhakkak, dedi: Allah sizi bir nehrile imtihan edecek, kim ondan içerse benden değil, kim onu tatmazsa işte o benden, ancak eliyle bir avuc alan müstesna, derken varır varmaz ondan içtiler, ancak içlerinden pek azı müstesna kaldılar, derken Talut ve maiyetinde iman edenler nehri geçtiler, o vakıt de «bizim bu gün Calut ile ordusuna takatımız yok» dediler, Allaha mülâki olacaklarına kani' olanlar ise şu cevabı verdiler «nice az bir cemiyet, çok bir cemiyete Allahın izniyle galebe çalmışlar, Allah sabırlılarla beraberdir»
[027.017] Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil olan ordusu toplandı. Hepsi toplu olarak gidiyorlardı.
[027.037] (Süleyman dedi ki ) Dön onlara, vallahi karşı gelemiyecekleri ordularla varırım da oradan kendilerini zilletler içinde hor, hakıyr oldukları halde çıkarırım
[051.039-40] Firavun, erkaniyle birlikte hakdan yüz çevirdi; «sihirbazdır veya delidir» dedi.Sonunda onu ve ordularını yakalayıp denize attık. O, kınanmayı haketmişti.
Talut , Süleyman (a.s) ve Firavun ordularından bahseden ayetlerde , karşılarında düşman olarak gördükleri topluluğu alt etmek için her hükümdarın ordu beslediğini görmekteyiz. Allah (c.c) kendisine düşman olanları alt etmek için ordu kullandığını beyan etmesini , bizim anladığımız anlamda elinde kılıç ile gökten meleklerin inerek savaşması şeklinde anlamak doğru bir yaklaşım değildir.
Biz insanların, bir şeye inanmak ve güvenmek için elle tutulur gözle görülür somut bir delile olan ihtiyacına binaen , Allah (c.c) kendisi ile ilgili bu tür bilgileri bizlere somutlaştırarak anlatmaktadır. Ordu ve askerler , İnsanın zihni algısında güç ve karşısındaki düşmana karşı koyan onu zarara uğratan bir unsur olarak yer etmiştir. Allah (c.c) insan zihninde yer etmiş olan bu bilgileri kullanarak ,kendisinin orduları olduğunu bu ordular ile düşmanlarını yerle bir edeceğini bildirmektedir.
Bizler bu tür anlatımları literal bir okumaya tabi tutarak , bu orduların mahiyeti hakkında fikir yürütmeye kalktığımız zaman , yaptığımız işin adı "Gaybı taşlamak" olup bu tür fikir yürütmelerinin bizlere herhangi bir getirisi olmayacaktır. Bizler verilmek istenen mesajı okuyarak , bu tür ayetlerin mesajının Allah (c.c) ye düşmanlık etmenin sonucunun, darmadağın olarak ebedi cehenneme yuvarlanmak olduğunu bilmemiz yeterlidir.
Bir ülkenin sahip olduğu ordu ve askerler , o ülkeye düşman olanlar için caydırıcı bir unsur olup , ordu sahibi bir ülkeye saldırmak , ordusu olmayan veya güçsüz olan bir ülkeye saldırmaktan daha zor ve düşündürücüdür. Allah (c.c) kendisinin orduları olduğunu ve bu orduların yenilmesinin asla mümkün olmadığını bizlere hatırlatarak , kendisine savaş açanları bir kere daha düşünmeye davet etmektedir.
[067.020] Yoksa sizin için kimdir o Rahmân'ın berisinde size yardım edecek ordunuz! Kâfirler ise ancak bir gurur içindedirler.
[019.075] Onlara de ki; rahmeti bol olan Allah sapık yolda olanlara ne kadar geniş maddi imkân verirse versin, sonunda tehdit edildikleri somut azab ile ya da kıyamet günü ile yüzyüze geldiklerinde nasıl olsa kimin sosyal konumunun daha düşük ve kimin askeri gücünün daha zayıf olduğunu öğreneceklerdir.»
Kafirlerin Allah (c.c) ye karşı kendilerini koruyacaklarını zannettikleri ordularının hiç bir işe yaramayacağı Firavun ve ordusunun helak edilmesi ile gerçek olarak gösterilmektedir.
[044.024] «Denizi sakin iken geride bırak, doğrusu onlar suda boğulacak bir ordudur.»
[085.017-8] Sana o orduların haberi geldi mi? Fir'avun ile Semûd'un (haberi)?
[010.090] Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun) : «İsrailoğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım» dedi.
[020.078] Derken Firavun ordularıyla onları takip etti; denizden kendilerini saran sarıverdi.
[028.039-40] Ve o da (Fir'avun da) askerleri de yeryüzünde haksız yere kibirlendiler, ve sandılar ki, onlar Bize döndürülmeyeceklerdir. Biz de onu ve ordularını tuttuk denize fırlatıverdik. Bak şimdi o zalimlerin sonu nasıl oldu?
Allah (c.c) kendisinin orduları olduğunu , ve bu orduların asla yenilmeyeceği , galip gelen tarafın kendi ordusu olacağını ve olduğunu beyan etmektedir.
[037.173] Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.
[009.026] Bozgundan sonra Allah, Peygamberine, müminlere güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi; inkar edenleri azaba uğrattı. İnkarcıların cezası budur.
[009.040] Eğer siz ona (Resûlullah'a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.
[033.009] Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini anın; üzerinize ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgar ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görüyordu.
[048.004] İnananların, imanlarını kat kat artırmaları için, kalblerine güven indiren O'dur. Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah bilendir, Hakim olandır.
[048.007] Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah güçlü olandır. Hakim olandır.
[074.031] Cehennemin bekçilerini yalnız meleklerden kılmışızdır. Sayılarını bildirmekle de, ancak inkar edenlerin denenmesini ve kendilerine kitap verilenlerin kesin bilgi edinmesini ve inananların da imanlarının artmasını sağladık. Kendilerine kitap verilenler ve inananlar şüpheye düşmesinler. Kalblerinde hastalık bulunanlar ve inkarcılar: «Allah bu misalle neyi muradetti?» desinler. İşte Allah, böylece, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilmez. Bu, insanoğluna bir öğütten ibarettir.
Bu ayetlere baktığımızda Allah (c.c) , bizim göremediğimiz orduları olduğunu ve bu ordular ile iman edenleri desteklediğini beyan etmektedir. Bu orduların Bedir savaşında iman edenlere yardım ettiğini beyan eden ayetler , tefsir kitaplarında gerçek olarak yorumlanmış elinde kılıç olan sarıklı meleklerin gökten inerek savaştığı gibi düşünceler hakim olmuş , ve bu düşünceler maalesef bizleri tembelliğe götürerek , sıkıştığımız anda gökten savaşçı meleklerin inerek bizim için savaşacakları düşüncesi hakim olmuştur.
[3.123-26] Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir'de de size yardım etmişti. Öyle ise, Allah'tan sakının ki O'na şükretmiş olasınız.O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir? Evet, siz sabır gösterir ve Allah'tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder.Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır.
[008.012] Rabbin meleklere, «Ben sizinleyim, inananları destekleyin» diye vahyetti. «Ben inkar edenlerin kalblerine korku salacağım, artık vurun onların boyunları üstüne, vurun her parmağına» dedi.
Allah (c.c) orduları ile iman edenleri destekleyeceğine dair olan vaadinin Bedir'de gerçekleşip , Uhud'da gerçekleşmemesinin sebebi, Allah (c.c) nin kullarına yardım vaadinin bir yasaya göre işlediği içindir. Allah (c.c) gökten eli kılıçlı melekler indirerek iman edenlere hiç bir zaman yardım etmez. Böyle yardım iddiaları ancak hurafe ve palavralar ile din anlatan masalcı dedelerin anlatımlarıdır. Urfadaki balıklı göldeki balıkların kıbrıs savaşına katılarak orada yaralandıkları iddiaları hala dillerde destan olarak gezmesi bizlerin bu konularda nasıl hurafe meraklısı olduğumuzun traji komik bir göstergesidir.
Allah (c.c) kullarına olan yardım sözünden asla caymaz , ancak bu sözünün yerine gelmesi için, kullarının bu yardımı hak etmesi gereklidir. Allah (c.c) hiç bir kuluna hak etmediği bir yardımı asla yapmaz. Allah (c.c) yardım konusunda mü'min -kafir ayrımı da yapmaz, bu durumu Uhud savaşında açık ve net bir biçimde görmekteyiz. Bedir savaşında yardımı hak eden müslümanlar , aynı yardımı Uhud savaşında hak edememişler ,bu yardımı müşrik ordusu hak etmiştir.
Sonuç olarak ; İnsan zihninde mevcut olan ,askeri güç ile düşmanları alt etme yöntemi bilgisi , Allah (c.c) tarafından benzetme uslubu ile kullanılmaktadır. Allah (c.c) bizim göremediğimiz orduları olduğunu ve bu ordular ile iman edenleri destekleyerek , kendisine düşman olanları bozguna uğrattığını ve uğratacağını beyan etmektedir. Bu konuda bize düşen kısım , bu orduların mahiyetinin ne veya nasıllığı değil , Allah (c.c) nin yenilmez olduğu , kimsenin ona karşı efelenmeye kalkmaması , böyle bir efelenmenin sonucunun hüsran olacağıdır.
Ayrıca Allah (c.c) nin orduları ile iman edenlere yardım edeceği vaadi, belirli bir yasaya tabi olup , yattığımız yerden el açıp dua etmekle bu yardım yasası asla işlemez. Bu gün biz müslümanların içinde olduğu zilletin baş müsebbibi , Allah (c.c) nin bizlere istediğimiz zaman gökten ebabil veya melekler ile yardım edeceği zannıdır. Bu zan bizleri dünyanın en tembel bir topluluğu haline getirerek her şeyi bizim yerimize Allah (c.c) nin yapacağı gibi bir hava oluşturmuş ve kendimizi seçilmiş kullar zannı hakim olmuştur.
İsrailoğullarının kendilerini seçilmiş kul olarak görmeleri defaatle red edilerek, "sizde kullardan bir kulsunuz" denilmesi bizlere örnek olmamış , bizlerde kendimizi seçilmiş kullar olarak görerek , Allah (c.c) haşa bir ırgat olarak görmeye başlamış ve bunun sonucunda büyük bir zillet içine girerek hala böyle yaşamaktayız.
Evet Allah (c.c) orduları ile yardım eder ama bu yardımı kim hak ederse ona eder. Dün Bedir'de bu yardımı hak eden iman edenlerin , Uhud'da hak edememiş olmalarını çok iyi okuyarak bunu sebeblerini bilmek ve bu sebebin "Sünnetullah" dediğimiz yasaların işlemesi neticesinde olduğunu idrak etmemiz gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
29 Ekim 2015 Perşembe
Kur'anın Teşbihi Anlatımına Örnek : "Mele-i A'la" (Yüce Topluluk)
Kur'an içindeki ayetleri guruplandıracak olursak , 1- gözle görülen aleme dair ayetler , 2- gözle görülmeyen aleme dair ayetler, olmak üzere 2 ye ayırmak mümkündür. 1. gruba dahil olan ayetlerin anlaşılması, okuyucu için herhangi bir sorun etmez iken , 2. guruba giren ayetler bizim müşahade alanımız sınırları dışında olması ve zihni kapasitemizin algılamasının mümkün olmaması nedeniyle, Kur'an bu alana dair bilgileri teşbih yani benzetme yolu ile bizlere anlatmaktadır.
Allah (c.c) aşkın bir varlık olması nedeni ile, bizlerin müşahede alanının sınırları kalmakta olup , onun ile ilgili bilgiler müşahede alanımıza ait bilgilere benzetilerek verilmektedir. Bu merkezde Allah (c.c) kendisini bizlere müşahede alanımız dahilinde olan hükümdar benzetmesini kullanarak tanıtmaktadır.
[023.116] Hak hükümdar olan Allah yücedir. O'ndan başka tanrı yoktur. O, yüce arşın Rabbidir.
Hükümdar ile özdeşleşmiş olan "Arş" (Taht) kelimesi ,yine bizlerin zihninde hükümdarlık ile bağlantılı bir kelimedir. Kur'anda 2 yerde geçen Mele-i Ala (Yüce topluluk) terimi , Kur'anın benzetme yolu ile yaptığı anlatım uslubu çerçevesinde anlaşılabilecek bir terimdir.
[037.008] Onlar, artık Mele-i A'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
[038.069] «Mele-i A'lâ (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur.»
"Mele" kelimesi ; Bir düşüncede , görüşte veya inançta birleşenlerin oluşturduğu topluluğa verilen isimdir. Bu kelime ağırlıklı olarak, gönderilen elçilere karşı gelen kavimlerin önde gelenleri olarak kullanılmaktadır.
[007.060] Kavminin önde gelenleri (Elmeleu): «Gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görmekteyiz» dediler.
Musa ve Süleyman (a.s) kıssası içinde de kullanılan bu kelime, konumuz ile ilgili olan deyimi anlamamızda yardımcı olacaktır.
[027.038] (Süleyman) Dedi ki: Ey ileri gelenler (Elmeleu); kendileri bana müslüman olarak gelmeden önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir?
[027.029] (Sebe hükümdarı) Kadın dedi ki: «Ey ileri gelenler (Elmeleu) bana çok önemli ve saygıdeğer bir mektup bırakıldı.
[027.032] (Sebe hükümdarı) Dedi ki: «Ey ileri gelenler! (Elmeleu)Bu işim hakkında bana fetva veriniz. Siz hazır bulununcaya değin ben bir işimi kestirmiş değilim.»
[007.127] Firavun kavminin ileri gelenleri dediler ki (Elmeleu): «Seni ve ilâhlarını terketsinler de yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi Musa'yı ve kavmini serbest bırakacaksın?» Firavun da dedi ki: «Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve onlar üzerinde kahredici bir üstünlüğe sahibiz.»
Bu ayetlerde , Süleyman (a.s) , Sebe hükümdarı ve Firavun , yanında olanlara "Mele" şeklinde hitab etmektedirler. Hitab edilen bu kişiler, her hükümdarın yanında bulunan ve onların işlerini danıştıkları , fikir aldıkları , işlerini gördürdükleri kimselere verilen bir isimdir.
Allah (c.c) nin "Mele-i A'la" deyimini kullanma sebebinin, tabiki böyle bir ihtiyaca binaen olduğunu söylemek mümkün değildir. Allah (c.c) nin böyle bir deyimi kullanması yanında danışmanları olduğu anlamında değil , hükümdar tasviri içinde yapılan bir anlatımın sonucudur. Allah (c.c) yapacağı herhangi bir iş için kimseye danışmaz veya yapacağı için nasıl bir sonuç doğuracağı konusunda kimseden talimat veya fikir almaz.
Allah (c.c) gaybi aleme ait verdiği bilgileri somut bir hale sokarak bizlerin algı dünyasına hitap etmektedir. Hükümdarlara has bir olgu olan "Mele" terimini kullanması, onun kendisini bizlere hükümdar olarak tanıtmasının bir sonucudur. Bizler ilgili ayetleri okurken Allah (c.c) nin yanındaki mele nin nasıllığı veya ne liğini değil, onun yüce bir hükümdar olarak bizlerin onun mülkü altında yaşayan kulları olduğumuzu hatırlamamız gerekmektedir.
Allah (c.c) nin melesinin "A'la" olarak vasıflandırılması , bir hükümdarın yanında bulunanların o hükümdarın haşmeti , azameti , büyüklüğü ile orantılı olması gerektiği için , onun yanında bulunanların , kendisinin azameti ,büyüklüğü ve yüceliğine yakışır olduğunun bilinmesi içindir.
Saffat suresi içinde geçen, Mele-i A'la teriminin öncesi ve sonrası ayetlerine baktığımızda , vahyin Muhammed (a.s) a ulaşması yolunda herhangi bir kazaya uğramadığının teşbihi bir yolla anlatıldığını görmekteyiz.
[037.006] Gerçekten biz dünya göğünü (o yakın göğü) bir zinetle, yıldızlarla süsledik.
[037.007] Ve onu itaat etmeyen her şeytandan koruduk.
[037.008] Onlar, artık Mele-i A'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
[037.009] Uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azab vardır.
[037.010] Ancak çalıp çırpan olursa; onu da hemen delip geçen yakıcı bir alev takib eder.
Sad suresi içinde geçen bu terimin öncesi ve sonrası ayetlerinin bağlamı ise , Muhammed (a.s) ın gayb bilgisinin ona verilen vahyin muhteviyatı ile sınırlı olduğu anlatılmakta , 70. ayet sonrası , ona ve bizlere gerektiği kadar bilgi verilmektedir.
[038.069] «Mele-i A'lâ (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur.»
[038.070] «Bana sadece vahyolunuyor; doğrusu ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.»
Sad s. 70. ayet sonrasında Adem'in yaratılışı ile ilgili bilgiler verilmektedir. Adem kıssasının Bakara suresi içinde anlatılan ayetlerine baktığımız zaman , Allah (c.c) ile Melekler arasında bir konuşmanın anlatıldığını görmekteyiz. Allah (c.c) arz üzerinde bir halife kılacağını Meleklere haber ettiği zaman , Meleklerin bu habere itiraz ettiğini görmekteyiz. Allah (c.c) ye karşı bir itirazın mümkün olmadığını düşündüğümüzde , böyle bir konuşmanın temsili bir anlatım olabileceği , Meleklerin "Mele-i A'la" yani yüce topluluk olarak ifade edilenler olduğunu anlamak mümkündür.
Sad s. 70. ayetinden , Muhammed (a.s) ın gayba dair olan bilgilerinin Allah (c.c) den aldığı vahy ile sınırlı olduğu, bunun dışında ona herhangi bir gaygi bilgi verilmediği , onun gaybi aleme dair olan bilgisinin elimizde olan Kur'an ile sınırlı olduğu , bunun dışında onun adına atfedilen gayba dair bilgilerin güvenilmez bilgiler olduğunu anlayabiliriz.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin gayba dair olan bilgileri , bizlerin anlayışına somutlaştırarak sunmasına örnek olarak, Kur'anda geçen "Mele-i A'la" deyimi ile ne kast edilebileceği doğrultusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalıştığımız yazımızda ,bu ve benzeri deyimlerin anlaşılabilmesi için , Allah (c.c) nin kendisi için kullandığı "Hükümdar" benzetmesi dahilinde olan bilgileri dikkate almak gerektiğini düşündüğümüzü ifade etmeye çalıştık. Gayba dair olan bilgilerin ne veya nasıl oldukları konusunda bizlere verilen bilginin amacının , Allah (c.c) nin gücü ve kudretinin anlaşılması ve o güç ve kudret sahibi olana kul olmak gerektiğinin hatırlatılması olduğu , bunun dışında varılmaya çalışılan bazı sonuçların gaybı taşlamak sayılabileceği için dikkatli olunması gerektiğini düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Allah (c.c) aşkın bir varlık olması nedeni ile, bizlerin müşahede alanının sınırları kalmakta olup , onun ile ilgili bilgiler müşahede alanımıza ait bilgilere benzetilerek verilmektedir. Bu merkezde Allah (c.c) kendisini bizlere müşahede alanımız dahilinde olan hükümdar benzetmesini kullanarak tanıtmaktadır.
[023.116] Hak hükümdar olan Allah yücedir. O'ndan başka tanrı yoktur. O, yüce arşın Rabbidir.
Hükümdar ile özdeşleşmiş olan "Arş" (Taht) kelimesi ,yine bizlerin zihninde hükümdarlık ile bağlantılı bir kelimedir. Kur'anda 2 yerde geçen Mele-i Ala (Yüce topluluk) terimi , Kur'anın benzetme yolu ile yaptığı anlatım uslubu çerçevesinde anlaşılabilecek bir terimdir.
[037.008] Onlar, artık Mele-i A'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
[038.069] «Mele-i A'lâ (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur.»
"Mele" kelimesi ; Bir düşüncede , görüşte veya inançta birleşenlerin oluşturduğu topluluğa verilen isimdir. Bu kelime ağırlıklı olarak, gönderilen elçilere karşı gelen kavimlerin önde gelenleri olarak kullanılmaktadır.
[007.060] Kavminin önde gelenleri (Elmeleu): «Gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görmekteyiz» dediler.
Musa ve Süleyman (a.s) kıssası içinde de kullanılan bu kelime, konumuz ile ilgili olan deyimi anlamamızda yardımcı olacaktır.
[027.038] (Süleyman) Dedi ki: Ey ileri gelenler (Elmeleu); kendileri bana müslüman olarak gelmeden önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir?
[027.029] (Sebe hükümdarı) Kadın dedi ki: «Ey ileri gelenler (Elmeleu) bana çok önemli ve saygıdeğer bir mektup bırakıldı.
[027.032] (Sebe hükümdarı) Dedi ki: «Ey ileri gelenler! (Elmeleu)Bu işim hakkında bana fetva veriniz. Siz hazır bulununcaya değin ben bir işimi kestirmiş değilim.»
[007.127] Firavun kavminin ileri gelenleri dediler ki (Elmeleu): «Seni ve ilâhlarını terketsinler de yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi Musa'yı ve kavmini serbest bırakacaksın?» Firavun da dedi ki: «Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve onlar üzerinde kahredici bir üstünlüğe sahibiz.»
Bu ayetlerde , Süleyman (a.s) , Sebe hükümdarı ve Firavun , yanında olanlara "Mele" şeklinde hitab etmektedirler. Hitab edilen bu kişiler, her hükümdarın yanında bulunan ve onların işlerini danıştıkları , fikir aldıkları , işlerini gördürdükleri kimselere verilen bir isimdir.
Allah (c.c) nin "Mele-i A'la" deyimini kullanma sebebinin, tabiki böyle bir ihtiyaca binaen olduğunu söylemek mümkün değildir. Allah (c.c) nin böyle bir deyimi kullanması yanında danışmanları olduğu anlamında değil , hükümdar tasviri içinde yapılan bir anlatımın sonucudur. Allah (c.c) yapacağı herhangi bir iş için kimseye danışmaz veya yapacağı için nasıl bir sonuç doğuracağı konusunda kimseden talimat veya fikir almaz.
Allah (c.c) gaybi aleme ait verdiği bilgileri somut bir hale sokarak bizlerin algı dünyasına hitap etmektedir. Hükümdarlara has bir olgu olan "Mele" terimini kullanması, onun kendisini bizlere hükümdar olarak tanıtmasının bir sonucudur. Bizler ilgili ayetleri okurken Allah (c.c) nin yanındaki mele nin nasıllığı veya ne liğini değil, onun yüce bir hükümdar olarak bizlerin onun mülkü altında yaşayan kulları olduğumuzu hatırlamamız gerekmektedir.
Allah (c.c) nin melesinin "A'la" olarak vasıflandırılması , bir hükümdarın yanında bulunanların o hükümdarın haşmeti , azameti , büyüklüğü ile orantılı olması gerektiği için , onun yanında bulunanların , kendisinin azameti ,büyüklüğü ve yüceliğine yakışır olduğunun bilinmesi içindir.
Saffat suresi içinde geçen, Mele-i A'la teriminin öncesi ve sonrası ayetlerine baktığımızda , vahyin Muhammed (a.s) a ulaşması yolunda herhangi bir kazaya uğramadığının teşbihi bir yolla anlatıldığını görmekteyiz.
[037.006] Gerçekten biz dünya göğünü (o yakın göğü) bir zinetle, yıldızlarla süsledik.
[037.007] Ve onu itaat etmeyen her şeytandan koruduk.
[037.008] Onlar, artık Mele-i A'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
[037.009] Uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azab vardır.
[037.010] Ancak çalıp çırpan olursa; onu da hemen delip geçen yakıcı bir alev takib eder.
Sad suresi içinde geçen bu terimin öncesi ve sonrası ayetlerinin bağlamı ise , Muhammed (a.s) ın gayb bilgisinin ona verilen vahyin muhteviyatı ile sınırlı olduğu anlatılmakta , 70. ayet sonrası , ona ve bizlere gerektiği kadar bilgi verilmektedir.
[038.069] «Mele-i A'lâ (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur.»
[038.070] «Bana sadece vahyolunuyor; doğrusu ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.»
Sad s. 70. ayet sonrasında Adem'in yaratılışı ile ilgili bilgiler verilmektedir. Adem kıssasının Bakara suresi içinde anlatılan ayetlerine baktığımız zaman , Allah (c.c) ile Melekler arasında bir konuşmanın anlatıldığını görmekteyiz. Allah (c.c) arz üzerinde bir halife kılacağını Meleklere haber ettiği zaman , Meleklerin bu habere itiraz ettiğini görmekteyiz. Allah (c.c) ye karşı bir itirazın mümkün olmadığını düşündüğümüzde , böyle bir konuşmanın temsili bir anlatım olabileceği , Meleklerin "Mele-i A'la" yani yüce topluluk olarak ifade edilenler olduğunu anlamak mümkündür.
Sad s. 70. ayetinden , Muhammed (a.s) ın gayba dair olan bilgilerinin Allah (c.c) den aldığı vahy ile sınırlı olduğu, bunun dışında ona herhangi bir gaygi bilgi verilmediği , onun gaybi aleme dair olan bilgisinin elimizde olan Kur'an ile sınırlı olduğu , bunun dışında onun adına atfedilen gayba dair bilgilerin güvenilmez bilgiler olduğunu anlayabiliriz.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin gayba dair olan bilgileri , bizlerin anlayışına somutlaştırarak sunmasına örnek olarak, Kur'anda geçen "Mele-i A'la" deyimi ile ne kast edilebileceği doğrultusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalıştığımız yazımızda ,bu ve benzeri deyimlerin anlaşılabilmesi için , Allah (c.c) nin kendisi için kullandığı "Hükümdar" benzetmesi dahilinde olan bilgileri dikkate almak gerektiğini düşündüğümüzü ifade etmeye çalıştık. Gayba dair olan bilgilerin ne veya nasıl oldukları konusunda bizlere verilen bilginin amacının , Allah (c.c) nin gücü ve kudretinin anlaşılması ve o güç ve kudret sahibi olana kul olmak gerektiğinin hatırlatılması olduğu , bunun dışında varılmaya çalışılan bazı sonuçların gaybı taşlamak sayılabileceği için dikkatli olunması gerektiğini düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)