Türkiye'de genellikle seçim zamanları ortaya çıkan tartışmalar da , sağcı muhafazakar partileri destekleyen müslümanların , yaşadığımız sistem içinde görev almanın yanlış olmadığını , Yusuf (a.s) ın aynı durumda olduğunu iddia ederek , böyle bir sistem içinde görev alınabileceği düşüncesine, onun üzerinden delil getirerek bir meşruiyet arayışına gittiklerini görmekteyiz. Bu yazımızın konusu , mevcut yaşadığımız sistem içinde görev alıp veya almamanın fıkhi hükmü olmayıp , Yusuf (a.s) ın içinde bulunduğu durumun tahlilinin yapılmaya çalışılması olacaktır.
Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki ; Türkiye de içinde bulunduğumuz sistem ilgili hükümler, kişilerin okudukları kitab'tan anladıkları ve çıkardıkları hükümler olup , bu hükümleri kimseye dayatma hakları yoktur. A şahsı, Türkiye de mevcut sistem içinde görev almanın "Haram" olduğunu iddia ediyorsa , bu düşünce sadece kendisini bağlar ve başkalarına bu düşünce içine olması gerektiği gibi bir dayatmada bulunamaz.
Aynı şekilde B şahsı, Türkiye de mevcut sistem içinde içinde görev almanın "Helal" olduğunu iddia ediyorsa bu düşünce sadece kendisini bağlar ve kimseye bu düşünceyi sahiplenmesi gerektiğini dayatamaz. Türkiye sınırları içinde yaşayan müslümanlar olarak en büyük eksiğimiz , farklı kaynakları baz alarak bazı konular hakkında fikir yürütmeye çalışarak , başkalarını bu fikre ortak olmasını istemektir.
Şurası asla unutulmamalıdır ki ; Din adına ortaya koyduğumuz bir görüş ,ya birisinin içtihadını taklit veya kendimizin o konu hakkındaki çıkarımı olup , başkalarının bu görüşleri kabul etmesi gerektiği konusunda zorlamada bulunmak büyük bir hatadır.
Kur'anı baz alarak yapmaya çalıştığımız bir çıkarım , bazı durumları meşrulaştırma çabasına yönelik olmamalıdır. Kur'an hiç kimsenin kendi düşüncesini onaylamak için indirilmiş bir noter kitabı değildir. Böyle okunan bir kitap kişilerin elinde ancak bir silaha dönüşerek , herkesin istediği gibi anlayabileceği ,yorumlayabileceği bir oyuncaktan başka bir işe yaramaz.
Şimdi gelelim konumuza ;Yusuf (a.s) kuyuya atıldıktan sonra onu bulan kervancılar, "El aziz" olarak adlandırılan kişiye satar. Aziz'in karısı Yusuf'a karşı olan isteğini ifade etmesine rağmen Yusuf bu isteği geri çevirir ve Aziz'in karısı Yusuf'a iftira atar. Yapılan mahkeme de Yusuf'un suçsuz olduğu ortaya çıkmış olsa da , kadın'ın konumu gereği Yusuf suçlu duruma düşer.
Yusuf s. 29. ayetinde Aziz tarafından yapılan konuşma, Aziz'in kimliği hakkında bize bilgi vermektedir.
[012.029] «Yusuf, sen bundan yüz çevir. Sende (kadın) günahın dolayısıyla
bağışlanma dile. Doğrusu sen günahkârlardan oldun.»
Aziz'in karısına hitaben , "istiğfar et ve hata işleyenlerden oldun" demesinin , onun açık bir şirk içinde olmadığını gösterdiğini düşünmekteyiz. Musa (a.s) kıssasında gördüğümüz Firavun karakterinin , kendisini en zirvede birisi olarak ilah ve rab olduğunu iddia etmesine karşılık , Aziz, kendisini en tepede gören birisi değil , aksine tepesinde daha üst bir makam sahibi olduğu bilinci içinde olduğunu , onun karısına karşı olan sözlerinden anlamaktayız.
Yusuf yıllarca yattığı hapis'ten çıkarak Melik ile yaptığı konuşmada aralarında şunlar geçer.
[012.054] Melik de dedi: getirin bana onu kendime tahsıs edeyim! bunun
üzerine vaktâ ki onunla konuştu, dedi: sen bu gün, nezdimizde cidden bir mevkı'
sahibisin, eminsin,
[012.055] Dedi: beni Arz hazineleri üzerine me'mur et, çünkü ben iyi korur,
iyi bilirim
[012.056] Ve işte bu suretle Yusüfü o arzda temkin ettik, neresinde isterse
makam tutuyordu, biz rahmetimizi dilediğimize nasıb ederiz, ve muhsinlerin
ecrini zayi' etmeyiz
Melik ile Yusuf arasında geçen konuşma sonucunda , Yusuf'un Melik tarafından Mısır ekonomisinin üzerinde tek yetkili olarak tayin edildiği anlaşılmaktadır. Melik'in Yusuf'a teklif ettiği görev , Yusuf'u o konuda tek yetkili olarak seçmesi , yapacağı icraat konusunda ona herhangi bir müdahele de bulunmaması, bizlere Yusuf (a.s) yaptığı görevin günümüz T.C si içindeki sistemin şartları ile herhangi bir benzer durumun olmadığını göstermektedir.
Buradan bizler için çıkarılması gereken nokta şu dur ; Yusuf , kendisine Melik tarafından verilen görevi, kurulu bir düzenin çarklarını döndürmek için kabul etmemiştir. Yusuf ,Mısır ülkesi için ileride gördüğü tehlikenin çarelerini ortaya koyarak , kendisinin belirlediği bir sistemi devam ettirmek üzere görev almıştır. Melik eğer bildiğimiz anlamda tağut olsaydı , kendisi ikinci planda kalmaz , Yusuf'un teklif ettiği planı uygulama alanına koymasına müsaade etmez veya kendi önerdiği sistemi uygulamasını isterdi.
Günümüze geldiğimizde , T.B.M.M ne seçilen milletvekilleri , hangi partiden olursa olsun , isterse namazlı abdestli kişiler , isterse dinsiz imansız kişiler olsun , 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından kuralları belirlenen sistemi devam ettirmek için , "Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez
bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma;
hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyet'e ve Atatürk ilke ve
inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî
dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel
hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakattan
ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine
ant içerim." şeklinde yemin etmektedirler.
Şimdi şunu sorarız ; Eğer Yusuf (a.s) hayatta olsa , kuralları belirlenmiş böyle bir sistemi devam ettirmek için yemin edermiydi , veya böyle bir meclis içinde görev alarak bakanlık yaparmıydı?.
Elcevab= Asla böyle bir yemin etmez ,ve böyle bir görevi asla kabul etmezdi.
Mevcut sistem içindeki muhafazakar kesimin aldığı görevi Yusuf (a.s) ın aldığı görev ile denkleştirme çalışmaları , Yusuf (a.s) atılmış olan açık bir iftiradan başka bir şey değildir. Bu tür iftiralar , yaptıkları işin yanlış olduğunu bilerek , buna bir kılıf uydurmak isteyenlerin işi olup , böyle bir iftiraya gerek duyanlar bunu hesabını acı bir biçimde ödeyeceklerdir.
Yusuf (a.s) ın kardeşini alıkoymak için uyguladığı çare konusunda da bir takım spekülasyonlar yapıldığını görmekteyiz. Yusuf (a.s) kardeşinin yanında kalması için , onun yükünün içine hükümdarın su kabını koymuş , bu kabı onun çalmış olduğunu, dolayısı ile bu suçun karşılığının alıkonulmak olduğu , kardeşlerine onların geldiği yerdeki hırsızlık suçunun cezasının ne olduğu sorularak , o cezayı kardeşine uyguladıklarını görmekteyiz.
Yusuf'un kardeşlerinin geldiği yerdeki hırsızlık suçunun cezası ile , Mısır ülkesindeki hırsızlık cezasının büyük ihtimal aynı olduğunu düşünmekteyiz. Çünkü evrensel adalet ilkelerinde suç işleyen birisinin yerine başka birisi cezalandırılamaz. Melik'in kuralları da bu merkezde olup aynı kural uygulanmıştır.
[012.070] Yusuf onların yüklerini yükletirken, bir su kabını kardeşinin
yüküne koydurdu. Sonra bir münadi şöyle bağırdı: «Ey kervancılar, siz
hırsızsınız!»
[012.071] Onlara doğru yönelerek «Neyi kaybettiniz?» dediler.
[012.072] Görevlilerden biri dedi ki; «Ölçü kabı olarak kullanılan melik'in
su tasını kaybettik. Onu geri getirene ödül olarak bir deve yükü zahire
verilecek buna ben kefilim.»
[012.073] Allah'a andolsun ki, bizim yeryüzünde fesat çıkarmak için
gelmediğimizi siz de biliyorsunuz. Biz hırsız da değiliz, dediler.
[012.074] (Yusuf'un adamları) dediler ki: Peki, siz yalancıysanız bunun
cezası nedir?
[012.075] «Cezası, kimin yükünde bulunursa, ceza olarak ona el konulur; biz
zalimleri böyle cezalandırırız» dediler.
[012.076] Bunun üzerine kardeşinin kablarından evvel onlarınkini aramaya
başladı. Sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte Biz, Yusuf için böyle bir
tedbir kullandık. Yoksa o melik'in dinine göre; kardeşini tutabilecek değildi.
Meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi
sahibinin üstünde bir bilen vardır.
76. ayete baktığımızda "Melik'in dinine göre kardeşini alıkoyamazdı" ibaresi önemli bir noktayı ortaya koymaktadır.
Melik'in dinine yani geçerli kurallarına göre bir insanın alıkonulması için , onun suç işlemiş olması gerekmektedir. Suç işlememiş olan birinin alıkonulması Melik'in dininde yani kurallarında yoktur. Bu ise Melik'in dininin yani kurallarının adil olduğu ve astığı astık ,kestiği kestik Firavunvari bir yönetim sergilemediğini göstermektedir.
Bir kişi yönetim kademesinin en üzerinde olsa dahi, Mısır ülkesinin yerleşik kurallarının o kişi içinde aynı şekilde işlemiş olduğu, evrensel adalet ilkelerinin en temel ilkesi olan kişilerin makam ve mevkisi ne olursa olsun adalet önünde eşit olması ilkesinin herkes için aynı şekilde işlediğini göstermektedir. Bu adalet ilkesi daha önce Yusuf (a.s) için pek işlememiş olsa da , Yusuf (a.s) bu ilkeyi kendi lehine olarak işleterek kardeşini sadece kendisi istediği için alıkoyamamış ve kardeşini alıkoymak için bir yola başvurmuştur.
İlerleyen ayetler bu durumu anlatmasına rağmen , kendilerinin içinde olduğu durumu Yusuf (a.s) ile denkleştirmek isteyenler bunu görememiş veya görmek istememiştir.
[012.078] Kardeşleri: «Ey Vezir! Onun yaşlanmış, kocamış bir babası vardır.
Bizden birini onun yerine al. Doğrusu biz senin iyi davrananlardan olduğunu
görüyoruz» dediler.
[012.079] Dedi ki: Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını
yakalamaktan Allah'a sığınırız, o takdirde biz gerçekten zalimler oluruz!
Adil bir sisteme göre , suçu kim işlemiş ise o cezayı çekecek , ve esas suçluya bedel bir başkası onun yerine ceza almayacaktır. Melik'in böyle bir kuralı olması , onun evrensel adalet ilkelerini uygulayan birisi olduğunun bir göstergesi olup, onun tağuti bir sistemin başında bulunmuş olduğunu söylemek büyük bir haksızlık olacaktır.
"Melik'in dini" deyimi yanlış anlaşılarak , Melik'in tağuti bir yönetim sergilediği gibi bir durum oluşturulmaya çalışılmış ve "Böyle sistem sahibinin verdiği görevi Yusuf (a.s) gibi bir elçi nasıl kabul etti ise bizimde kabul etmemizde bir beis yoktur" denilerek ,yapılan yanlışa kılıf uydurulmaya çalışılmıştır.
Görülüyor ki Yusuf (a.s) tağuti bir sistem içinde görev alan birisi değil , sistemin başında olan ve evrensel adalet ilkelerine bağlı olan ve kendisini ilah ve rab olarak görmeyen bir Melik'in ülkesinde ondan bağımsız bir yönetim sergilemektedir.
Günümüz Türkiyesinde, iktidar olan parti her ne kadar islami bir söylem içinde olmuş olsa bile, mevcut sistemin her kuruluşunu kabul ederek bunların yönetimini elinde tutmaktadır. Yusuf (a.s) eğer bu gün yaşamış olsa , faiz sistemi ile yürütülen banların yönetimine talip olurmuydu?. Yusuf (a.s) bu gün yaşamış olsa, fuhuş sektörünün devlet eli ile işletilmesine talip olurmuydu?. Yusuf (a.s) eğer bu gün yaşamış olsa, mevcut sistemin kurucusunun kabri başında kıyam yaparak Allah (c.c) den başkasına hasredilmemesi gereken duruşu bir ölüye yaparmıydı? , veya milli bayram günlerinde anıt kabir özel defterine "Ulu önder Atatürk" diye başlayan sözleri dizermiydi?.
Yazdıklarımızı okuyan bir kısım kişilerin , "Ne yani iktidarda bir başka parti olsunda müslümanlara zulüm mü etsin?" şeklinde itirazlar serd edebileceğini tahmin edebiliyoruz. Bu itirazlara cevabımız, geçmişte elçi olarak görevlendirilenlerin hangisinin böyle bir durumu kabul ettiğini sormak ve bunun cevabını istemektir. Bizler, "ne olursa olsun iktidarda bizler olalım" mantığında değil , İslami kimliğimizden taviz vermeden yaşamak zorundayız. İktidar sahipleri eğer bizden başkaları olurlar ve bizlere zulüm edecek olurlarsa , bizden öncekilerin yaptıkları mücadeleler, Kur'an ayetlerinde beyan edilmiştir. Bizler rahat bir hayat yaşamak için değil , müslümanca bir hayat yaşamak için yaratıldık ve o isimden başka bir isim altında can vermemekle emrolunduk.
Sonuç olarak ; Türkiyede son yıllarda iktidar olan siyasi partinin kadrolarında islami söylem sahiplerinin bulunmuş olmaları , içinde yaşadığımız sistemin ise yönetim tarzının gayri islami olması , bu yönetim başında bulunanları bir takım meşruiyet arama yarışı içine sokmuştur. Gayri islami bir sistemi idame ettirenlerin islami söylem sahipleri olması ,traji komik bir durum olması onları bile rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlık geçmişte yaşanan bir takım olayların yaşadığımız sistem içinde yönetici olmanın cevazına dair bir durum ortaya koyabileceği yönündeki çalışmalara ,Yusuf (a.s) ın kıssası içinde okuduğumuz onun yöneticiliği ile mevcut iktidarın yöneticiliği arasında bir bağ kurulmaya çalışılarak , kılıf uydurulmaya çalışılmaktadır.
Şurası asla unutulmamalıdır ki , Yusuf (a.s) başkalarının koyduğu kuralı değil , kendi koyduğu kuralı uygulamış ve bu konuda tek yetkili olmuştur.Yaşadığı ülkenin başındaki Melik , Firavun gibi bir yönetici değil , iman sahibi ve evrensel adalet ilkelerini uygulayan bir yöneticidir. Sırf bu gün içinde bulunduğumuz durumu kurtarmak için , Melik'e "Tağut" , Yusuf (a.s) a da "Tağut hizmetkarı" damgası yapıştırmaya çalışmak bu kişilere atılmış en büyük iftira olacaktır.
İktidar imkanlarını terkedemeyen zevata tavsiyemiz şu dur ; İçinde bulunduğunuz makam ve servetin dayanılmazlığını sizler daha iyi bilirsiniz , "Buraları terkedin" demeye hakkımız olmadığını da biliyoruz ancak sizlere , "Kur'an ayetlerini ve Allah (c.c) nin elçilerini işinize geldiği gibi kullanarak içinde bulunduğunuz durumu meşrulaştırmak için kullanmaya hakkınız yoktur" demek , hakkımız ve vazifemizdir , bunu böyle biliniz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
Sistemde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sistemde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
4 Kasım 2015 Çarşamba
1 Mart 2015 Pazar
Mümtehine s. 4. Ayeti: Demokratik Sistemde Müslüman Olmak
Allah (c.c) yaratmış olduğu her şeyi "Alem" olarak niteleyerek , bu Alemlerin yaşadıkları alanı kendisinin mülkü olduğunu bildirmiş ve bu mülk içinde yaşayan herşeyin Rabbi ve Meliki olduğunu ilan etmiştir. Alemlerin Rabbi ve Meliki olmasının , Yaratmış olduğu İnsanlar üzerindeki tezahürü , Arz üzerinde yaşayan İnsanlara yaşadıkları hayat boyunca tabi olacakları kuralları Elçiler ve Kitaplar göndererek beyan etmesi şeklinde gerçekleşmiştir.
Alemlerin Rabbi ve Meliki olan Allah (c.c) nin mülk alanı dahilinde yaşayan İnsanların , Mülkün gerçek sahibinin kurallarına uygun bir hayat sürmesi mecburiyetinde olmalarını red ederek kendi kurallarını üretmeye kalkmaları, Kur'anda "Tağut" ve "Şirk" kavramları etrafında ele alınarak , İnsanların bu yola tabi olmamaları gönderilen Elçilerin tebliğleri ile hatırlatılmaya çalışılmıştır.
Bu Elçiler sadece tebliğ etmekle yani sadece postacı olmakla kalmamış , getirdikleri Mesaj ile kendilerinin de muhatap olmaları nedeni ile bu mesajı yaşayarak tüm zamanlara örnek olmuşlardır. Kendi gibi yaratılmış olanlar üzerinde , Allah (c.c) nin hakkı olan tasarrufu kendi elinde tutmaya çalışanların genel adı Kur'anda "TAĞUT" olarak belirtilmiştir.
Bu örnek Elçilerden olan atamız İbrahim (a.s) ın kıssasını okuduğumuzda , gerçek Rab ve Meliğin hükümleri terkederek kendi yanlarından çıkarmış olduklarına tabi olan müşrik kavmine karşı vermiş olduğu Tevhidi mücadelenin Kur'andaki anlatım amacı bizlerin yolunu o doğrultuda çizmesi gerektiğini amacına matuftur.
İbrahim (a.s) dahil tüm Elçiler , Allah (c.c) nin onlara ilettiği mesaja uygun olarak tebliğlerini yapmışlardır. Bu tebliğ metodunda öne çıkan unsurlardan bir tanesi , Vahyin doğrularına karşı çıkanlar ile Vahyin doğrularını savunanların inanç bakımından kesin çizgiler ile birbirlerinden ayrılmasıdır. Bu yolun ayrılmasını bizlere Mümtehine s. 4. Ayeti göstermektedir.
[060.004] İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.» Şu kadar var ki, İbrahim babasına: «Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler:) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.
Mümtehine s. 4. Ayetinde İbrahim (a.s) ın örnekliğinin nasıllığı , Kur'anın bir çok suresinde geçen kıssası içindeki anlatımlarda mevcuttur. Onun kıssasındaki en önemli unsur gözünü kırpmadan Babasına , Kavmine ve Kavminin Tağut Hükümdarına karşı taviz vermeden hakkı haykırmış olmasıdır. Bu haykırışı onun canına mal olabilecek bir sonu getirmiş olsa da bundan asla vazgeçip canının derdine düşmemiştir. Bu örneklik ondan sonra gelen Muhammed (a.s) ın da hayatında pratize edilmiş , Vahyin karşısında olan Mekke nin müşrik kodamanları ile hiç bir şekilde tavizkar bir tutum Kur'ani deyim ile "Müdahene" içinde bulunmamıştır.
Bu Elçiler ve onlarla birlikte olanların , canlarını kuru bir cihangirlik davası uğruna ortaya koymadıklarının bilinmesi, tüm zamanlarda ki Müslüman olduğunu iddia edenler tarafından bilinmesi ve örnek alınması gereken bir husus olup, bu örnekliğin Türkiye örneğinde nasıl pratize edileceği konusunun cevabının verilmesi gerekmektedir.
Türkiye Müslümanlarının bir kısmında , içinde bulunduğumuz yönetim sistemi konusunda net bir düşünce dahi mevcut olmaması en büyük sıkıntımızdır. Bu sıkıntının en büyük sebebi iktidarda olan siyasi partinin söyleminde ve kadrosunda İslami ve muhafazakar motifler bulunmasıdır. Bu durum Türkiye Müslümanlarının bir kısmını atalete düşürmüş , hatta sistemin islamileştiği bile konuşulur olmuştur.
Şurası muhakkaktır ki bu gün Türkiye Müslümanlarının içinde yaşadıkları sistem konusunda net bir tavır içinde olmaları şarttır. Bu tavrın belirlenmesi , her konuda belirleyicimiz olan Kur'an doğrultusunda olması gerekmektedir.
T. C anayasasının 2. maddesinde içinde bulunduğumuz topraklarda geçerli olan sistemin ana damarının nereden beslendiği şu şekilde kayıt altına alınmıştır. " Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir."
"Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik kurallar" , bu topraklarda yaşayan insanların tabi olacakları hükümlerin can damarını oluşturmaktadır.
Bizler Allahın kulları ve onun Mülkü içinde yaşayanlar olarak , içinde bulunduğumuz herhangi bir durumun tesbitini, onun bize verdiği yol gösterici Kitaba göre yapmak zorunda olduğumuz , kendisini "Müslüman" olarak ifade eden herkesin ortak düşüncesi olmalıdır.
Yarattığı kullarının yaşam sistemini tayin ve tesbit etme hakkı kendisinin olduğunu beyan eden Allah (c.c) nin bu beyanının aksine, onun yarattığı insanların bu hakkı ona layık görmeyerek ortaya koymuş olduğu sistemlerin ortak adı "TAĞUTİ SİSTEM" dir.
Şu anda yaşadığımız topraklarda üzerinde geçerli olan kanunların böyle bir sistem içinde yapılan kanunlar olduğu konusunda "Müslüman" kimliğini taşıyan kimsenin şüphesi olmaması gerekir.
"Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik kurallar"dahilinde kurulan sistemin yürümesi için kurulan siyasi partiler de bu çerçevede çizilmiş olan kurallara tabi olmak zorundadır.
Genel seçimler ile , halkın oyları ile belirlenen herhangi bir siyasi parti veya partiler iktidara geçerek, kuralları "Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik "olarak belirlenen sistemi devam ettirirler.
1980 sonrası , iktidara "Muhafazakar sağ" partilerin gelmiş olmaları , bu partilerin içinde bu görüşte olan insanların olmasını beraberinde getirmiştir. Bu düşüncede ki partilen son temsilcisi olan A.K.P içinde, "Muhafazakar" olmaktan ziyade geçmişinde İslami bir söylem olanların bulunmuş olması ve bu insanların daha önceleri sistem hakkında sert eleştirilerde bulunup, bu partinin iktidara gelmesi ile bu söylemi terkederek sistemi sorgulamayı bırakın , sistemi içselleştirdiğine şahid olmaktayız.
Halkın, "Oy" vererek sistemin kurallarına bağlı olan partilerin birisini iktidara getirmesi demek öncelikle "Oy" veren insanların sistemi benimsediğini göstermesi açısından önemli bir noktadır. Her seçim öncesi konuşulmaya başlanan konu olan "Oy vermenin hükmü" konusu bu seçimler öncesi yine konuşulmaya başlanacak ve Müslümanların sanki hiç fikir ayrılıkları yokmuşcasına bu konuda da fikir ayrılıklarına düşerek münakaşalar yapılacaktır.
Açık ve net olarak belirtmek gerekirse ; T.C anayasının 2. maddesine göre kurulmuş bir Devletin kanunlarına tabi olarak oluşturulmuş olan siyasi partilerden birisine oy vermek bu partiyi desteklemek anlamından önce, bu sistemi desteklemek anlamına gelecektir. Bu noktayı İslami düşünce sahibi olan herkesin, herhangi bir partiyi oyları ile destekleyenlerin akıllarından asla çıkarmaması gerekmektedir.
Hangi parti olursa olsun hepsinin tabi olması gereken kurallar olup, kuruluşlarının temelinde bu sistemi yıkmak değil bu sistemin devamını sağlamak vardır. Millet vekili olarak seçilerek T.B.M.M ye girenlerin ettikleri yemin bu sistemin kuruluş temellerini atan kişinin adının zikredilerek yapılmış olması olayın görüldüğü kadar masum olmadığı temelinde "Şirk" denilen olgunun yattığı görülecektir.
"Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma, büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim"
Mümtehine s. 4. ve benzer Ayetleri, içinde bulunduğumuz durum çerçevesinde pratize etmeye çalıştığımız yapılması gereken eylemin nasıl olması gerektiği sorusunun cevabını şu şekilde verebiliriz.
İçinde olduğumuz durumu değerlendirirken göz önünde bulundurulması gereken kriterler , iktidar da olan siyasi partinin kadrosu içinde olan kişiler değil , iktidarda olan siyasi partinin yasama ve yürütme de hangi kurallara tabi olduğu olmalıdır. Hangi siyasi parti iktidarda olursa olsun Anayasa da belirlenmiş olan kuralların dışına çıkmak gibi bir lükse sahip değildir. Böyle bir eyleme başvurmaya yeltendiği anda Anayasa mahkemesi devreye girerek o partinin siyasi hayatını bitirir.
Kanaat önderi pozisyonunda olan Alimlerin bu noktadaki sorumluluklarını hatırlatmakta fayada görmekteyiz. Sizler ki dün Tevhidi söylem dahilinde sistemi sorgulayarak Tağut kavramını bizlere öğretenlerdiniz , şimdi ne oldu da Tağut kavramı artık unutuldu ve yumuşak söylemlerle bu sistemin desteklenmesi yolunda düşünce beyan eder oldunuz?. Sizlerin düşüncelerine değer vererek bu sistemi destekleyerek Tağuta destek olmalarına vesile olduğunuz insanların günahı ,sizin günahınız ile sırtınıza yükleneceğini bildiğiniz halde nasıl böyle bir duruma düşebildiniz ?. Sizlere düşen vakfınızı derneğinizin geleceğini değil bu vakfa gönül veren insanların ve kendinizin geleceğini düşünerek Elçi Atalarımızın yolunu bizlere yeniden hatırlatmanızdır.
Sonuç olarak ;Müslümanlar olarak bu bir durumda olan herhangi partiyi oy vererek desteklemek "Atatürkçü , Laik , Demokratik" sistemin ayakta durmasını sağlamak demek anlamına gelir ki atamız İbrahim (a.s) ve onunla birlikte olanların yoluna değil ona karşı olanların yoluna tabi olmak anlamına gelmektedir. Her konuda belirleyicimiz olduğunu iddia ettiğimiz Kitabı bu konuda belirleyici olmaktan çıkarıp başka belirleyiciler yol göstericiliğinde mevcut sisteme karşı herhangi bir tavır takınmamak "Ben Müslümanlardanım" diyen bir kimsenin harcı olamaz. Mevcut sisteme olan tavrımızı bu sistemin ayakta kalması sağlayan sistemin kurallarına uygun olarak kurulmuş olan hiç bir partiye sandık başlarına gitmemek sureti ile oy kullanmayarak göstermek zorundayız. Rabbimiz bizleri Atalarımızın yoluna tabi olanlardan kılsın.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Alemlerin Rabbi ve Meliki olan Allah (c.c) nin mülk alanı dahilinde yaşayan İnsanların , Mülkün gerçek sahibinin kurallarına uygun bir hayat sürmesi mecburiyetinde olmalarını red ederek kendi kurallarını üretmeye kalkmaları, Kur'anda "Tağut" ve "Şirk" kavramları etrafında ele alınarak , İnsanların bu yola tabi olmamaları gönderilen Elçilerin tebliğleri ile hatırlatılmaya çalışılmıştır.
Bu Elçiler sadece tebliğ etmekle yani sadece postacı olmakla kalmamış , getirdikleri Mesaj ile kendilerinin de muhatap olmaları nedeni ile bu mesajı yaşayarak tüm zamanlara örnek olmuşlardır. Kendi gibi yaratılmış olanlar üzerinde , Allah (c.c) nin hakkı olan tasarrufu kendi elinde tutmaya çalışanların genel adı Kur'anda "TAĞUT" olarak belirtilmiştir.
Bu örnek Elçilerden olan atamız İbrahim (a.s) ın kıssasını okuduğumuzda , gerçek Rab ve Meliğin hükümleri terkederek kendi yanlarından çıkarmış olduklarına tabi olan müşrik kavmine karşı vermiş olduğu Tevhidi mücadelenin Kur'andaki anlatım amacı bizlerin yolunu o doğrultuda çizmesi gerektiğini amacına matuftur.
İbrahim (a.s) dahil tüm Elçiler , Allah (c.c) nin onlara ilettiği mesaja uygun olarak tebliğlerini yapmışlardır. Bu tebliğ metodunda öne çıkan unsurlardan bir tanesi , Vahyin doğrularına karşı çıkanlar ile Vahyin doğrularını savunanların inanç bakımından kesin çizgiler ile birbirlerinden ayrılmasıdır. Bu yolun ayrılmasını bizlere Mümtehine s. 4. Ayeti göstermektedir.
[060.004] İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.» Şu kadar var ki, İbrahim babasına: «Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler:) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.
Mümtehine s. 4. Ayetinde İbrahim (a.s) ın örnekliğinin nasıllığı , Kur'anın bir çok suresinde geçen kıssası içindeki anlatımlarda mevcuttur. Onun kıssasındaki en önemli unsur gözünü kırpmadan Babasına , Kavmine ve Kavminin Tağut Hükümdarına karşı taviz vermeden hakkı haykırmış olmasıdır. Bu haykırışı onun canına mal olabilecek bir sonu getirmiş olsa da bundan asla vazgeçip canının derdine düşmemiştir. Bu örneklik ondan sonra gelen Muhammed (a.s) ın da hayatında pratize edilmiş , Vahyin karşısında olan Mekke nin müşrik kodamanları ile hiç bir şekilde tavizkar bir tutum Kur'ani deyim ile "Müdahene" içinde bulunmamıştır.
Bu Elçiler ve onlarla birlikte olanların , canlarını kuru bir cihangirlik davası uğruna ortaya koymadıklarının bilinmesi, tüm zamanlarda ki Müslüman olduğunu iddia edenler tarafından bilinmesi ve örnek alınması gereken bir husus olup, bu örnekliğin Türkiye örneğinde nasıl pratize edileceği konusunun cevabının verilmesi gerekmektedir.
Türkiye Müslümanlarının bir kısmında , içinde bulunduğumuz yönetim sistemi konusunda net bir düşünce dahi mevcut olmaması en büyük sıkıntımızdır. Bu sıkıntının en büyük sebebi iktidarda olan siyasi partinin söyleminde ve kadrosunda İslami ve muhafazakar motifler bulunmasıdır. Bu durum Türkiye Müslümanlarının bir kısmını atalete düşürmüş , hatta sistemin islamileştiği bile konuşulur olmuştur.
Şurası muhakkaktır ki bu gün Türkiye Müslümanlarının içinde yaşadıkları sistem konusunda net bir tavır içinde olmaları şarttır. Bu tavrın belirlenmesi , her konuda belirleyicimiz olan Kur'an doğrultusunda olması gerekmektedir.
T. C anayasasının 2. maddesinde içinde bulunduğumuz topraklarda geçerli olan sistemin ana damarının nereden beslendiği şu şekilde kayıt altına alınmıştır. " Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir."
"Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik kurallar" , bu topraklarda yaşayan insanların tabi olacakları hükümlerin can damarını oluşturmaktadır.
Bizler Allahın kulları ve onun Mülkü içinde yaşayanlar olarak , içinde bulunduğumuz herhangi bir durumun tesbitini, onun bize verdiği yol gösterici Kitaba göre yapmak zorunda olduğumuz , kendisini "Müslüman" olarak ifade eden herkesin ortak düşüncesi olmalıdır.
Yarattığı kullarının yaşam sistemini tayin ve tesbit etme hakkı kendisinin olduğunu beyan eden Allah (c.c) nin bu beyanının aksine, onun yarattığı insanların bu hakkı ona layık görmeyerek ortaya koymuş olduğu sistemlerin ortak adı "TAĞUTİ SİSTEM" dir.
Şu anda yaşadığımız topraklarda üzerinde geçerli olan kanunların böyle bir sistem içinde yapılan kanunlar olduğu konusunda "Müslüman" kimliğini taşıyan kimsenin şüphesi olmaması gerekir.
"Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik kurallar"dahilinde kurulan sistemin yürümesi için kurulan siyasi partiler de bu çerçevede çizilmiş olan kurallara tabi olmak zorundadır.
Genel seçimler ile , halkın oyları ile belirlenen herhangi bir siyasi parti veya partiler iktidara geçerek, kuralları "Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik "olarak belirlenen sistemi devam ettirirler.
1980 sonrası , iktidara "Muhafazakar sağ" partilerin gelmiş olmaları , bu partilerin içinde bu görüşte olan insanların olmasını beraberinde getirmiştir. Bu düşüncede ki partilen son temsilcisi olan A.K.P içinde, "Muhafazakar" olmaktan ziyade geçmişinde İslami bir söylem olanların bulunmuş olması ve bu insanların daha önceleri sistem hakkında sert eleştirilerde bulunup, bu partinin iktidara gelmesi ile bu söylemi terkederek sistemi sorgulamayı bırakın , sistemi içselleştirdiğine şahid olmaktayız.
Halkın, "Oy" vererek sistemin kurallarına bağlı olan partilerin birisini iktidara getirmesi demek öncelikle "Oy" veren insanların sistemi benimsediğini göstermesi açısından önemli bir noktadır. Her seçim öncesi konuşulmaya başlanan konu olan "Oy vermenin hükmü" konusu bu seçimler öncesi yine konuşulmaya başlanacak ve Müslümanların sanki hiç fikir ayrılıkları yokmuşcasına bu konuda da fikir ayrılıklarına düşerek münakaşalar yapılacaktır.
Açık ve net olarak belirtmek gerekirse ; T.C anayasının 2. maddesine göre kurulmuş bir Devletin kanunlarına tabi olarak oluşturulmuş olan siyasi partilerden birisine oy vermek bu partiyi desteklemek anlamından önce, bu sistemi desteklemek anlamına gelecektir. Bu noktayı İslami düşünce sahibi olan herkesin, herhangi bir partiyi oyları ile destekleyenlerin akıllarından asla çıkarmaması gerekmektedir.
Hangi parti olursa olsun hepsinin tabi olması gereken kurallar olup, kuruluşlarının temelinde bu sistemi yıkmak değil bu sistemin devamını sağlamak vardır. Millet vekili olarak seçilerek T.B.M.M ye girenlerin ettikleri yemin bu sistemin kuruluş temellerini atan kişinin adının zikredilerek yapılmış olması olayın görüldüğü kadar masum olmadığı temelinde "Şirk" denilen olgunun yattığı görülecektir.
"Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma, büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim"
Mümtehine s. 4. ve benzer Ayetleri, içinde bulunduğumuz durum çerçevesinde pratize etmeye çalıştığımız yapılması gereken eylemin nasıl olması gerektiği sorusunun cevabını şu şekilde verebiliriz.
İçinde olduğumuz durumu değerlendirirken göz önünde bulundurulması gereken kriterler , iktidar da olan siyasi partinin kadrosu içinde olan kişiler değil , iktidarda olan siyasi partinin yasama ve yürütme de hangi kurallara tabi olduğu olmalıdır. Hangi siyasi parti iktidarda olursa olsun Anayasa da belirlenmiş olan kuralların dışına çıkmak gibi bir lükse sahip değildir. Böyle bir eyleme başvurmaya yeltendiği anda Anayasa mahkemesi devreye girerek o partinin siyasi hayatını bitirir.
Kanaat önderi pozisyonunda olan Alimlerin bu noktadaki sorumluluklarını hatırlatmakta fayada görmekteyiz. Sizler ki dün Tevhidi söylem dahilinde sistemi sorgulayarak Tağut kavramını bizlere öğretenlerdiniz , şimdi ne oldu da Tağut kavramı artık unutuldu ve yumuşak söylemlerle bu sistemin desteklenmesi yolunda düşünce beyan eder oldunuz?. Sizlerin düşüncelerine değer vererek bu sistemi destekleyerek Tağuta destek olmalarına vesile olduğunuz insanların günahı ,sizin günahınız ile sırtınıza yükleneceğini bildiğiniz halde nasıl böyle bir duruma düşebildiniz ?. Sizlere düşen vakfınızı derneğinizin geleceğini değil bu vakfa gönül veren insanların ve kendinizin geleceğini düşünerek Elçi Atalarımızın yolunu bizlere yeniden hatırlatmanızdır.
Sonuç olarak ;Müslümanlar olarak bu bir durumda olan herhangi partiyi oy vererek desteklemek "Atatürkçü , Laik , Demokratik" sistemin ayakta durmasını sağlamak demek anlamına gelir ki atamız İbrahim (a.s) ve onunla birlikte olanların yoluna değil ona karşı olanların yoluna tabi olmak anlamına gelmektedir. Her konuda belirleyicimiz olduğunu iddia ettiğimiz Kitabı bu konuda belirleyici olmaktan çıkarıp başka belirleyiciler yol göstericiliğinde mevcut sisteme karşı herhangi bir tavır takınmamak "Ben Müslümanlardanım" diyen bir kimsenin harcı olamaz. Mevcut sisteme olan tavrımızı bu sistemin ayakta kalması sağlayan sistemin kurallarına uygun olarak kurulmuş olan hiç bir partiye sandık başlarına gitmemek sureti ile oy kullanmayarak göstermek zorundayız. Rabbimiz bizleri Atalarımızın yoluna tabi olanlardan kılsın.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)