16 Haziran 2017 Cuma

İsa (a.s) ın Doğumu ve Annesi İle Kavmine Geldikleri Zaman Aralığı Konusunda Bir Düşünce Çalışması

İsa (a.s), babasız olarak dünyaya gelmesi ve bebek iken konuşması ile diğer elçiler arasında bu farkı ile dikkat çeken bir elçi olup, son yıllarda Türkiye'de başlayan Kur'an'a yönelim hareketi ile, onun babasız dünyaya gelmesi ve bebek iken konuşmuş olması yeniden masaya yatırılarak sorgulanmaya başlanmıştır. 

Bu konular ile ilgili olarak ortaya atılan düşüncelerde bizim dikkatimizi çeken husus, bu konuların sorgulamasında kullanılan yöntem olup, bu konular sorgulanır iken, İsa'nın mutlaka bir babası olmalı veya İsa'nın beşikte iken konuşması asla mümkün değildir şeklinde bir ön yargı ile konuya bakılması, çıkarılmaya çalışılan neticelerin, özellikle babası olduğu yönünde, ve bebek iken konuşmadığına dair olan düşüncelerin, bu konu ile ilgili ayetlerin tahrif edilerek yapılmasıdır. 

İsa (a.s) ın babasız olarak dünyaya gelmesinin tartışılmasının dahi abesle iştigalden öte, bazı kimseler tarafından onun babasının Zekeriya (a.s) olduğuna ortaya atılan düşüncenin, yalan ve iftira olmaktan öte gitmeyen hezeyanlar olduğunu burada hatırlatmak istiyoruz.

Biz bu yazımızda, İsa (a.s) ın beşikte konuşmasını ele almaya çalışarak, onun beşikte iken konuşması ile ilgili Meryem suresi içinde geçen ayetleri Kur'an bütünlüğü içinde okumaya çalışacak, ve bu konuda vardığımız neticeyi, Kur'an içinden delillendirmeye çalışacağız.

İsa (a.s) konuşması ile ilgili vardığımız sonuç ise (en son söyleyeceğimizi baştan söyleyerek), onun Meryem suresi içinde yaptığı konuşmanın henüz beşikteki bir bebek iken değil, daha ileri yaşlarda olduğudur. Bizi böyle bir kanaate iten sebep ise, bazı yazılarımızda eleştirdiğimiz modernist kimseler ile düşünce bakımından asla aynı çizgiye gelmiş olmamız değildir. 

Bu durumu özellikle hatırlatmak gereği duymamızın nedeni ise, bazı kimseler tarafından haklı olarak kafalarında, İsmail Hakkı Başdağ'ın da çizgisi kaymaya mı başladı? gibi bir soru işareti oluşmasını istemediğimiz içindir. Bu satırları yazan kişi, yıllardır olduğu gibi Kur'an'ın tevhit merkezli bir okumaya tabi tutulması gerektiği çizgisinden sapmamış, ve bu merkezde yapmaya çalıştığı çalışmalardan asla taviz vermeden aynı çizgide devam edecektir. 

İsa (a.s) ın beşikte konuşup konuşmadığının araştırılmasının bize ne gibi bir fayda sağlayacağı elbette sorgulanabilir, bizim bu konuyu ele alma nedenimiz ise, bu konuda ortaya atılan düşüncelerin ön yargı sonucu olduğu, bu konuda yapılan çalışmalara baktığımızda (örneğin Hakkı Yılmaz'ın bu konu ile ilgili ayetleri nasıl çevirdiğine bakılabilir) buram buram tahrif kokan çalışmalara imza atılmış olmasıdır.

Bu kadar uzun bir girizgah yapma nedenimiz ele almaya çalışacağımız konunun bazı kimselerde tabu olarak görülmüş olmasıdır. Biz bu konuyu ele almaya çalışırken aynı zamanda ön yargılı bir okuma örneği vermek yerine, tabu olarak bildiğimiz bazı konuların, eğer sorgulanması gerekiyor ise, nasıl bir yöntem ile sorgulanması gerektiğine dair bir örnek oluşturmaya çalışmaktır. Yaptığımız çalışmada vardığımız sonuç elbette indi düşüncemiz olup, eksik ve hatanın muhtemel olabileceğini de şimdiden hatırlatırız.

Konumuz ile ilgili ayetlerin meali şöyledir;

[019.027] Böylece onu taşıyarak kavmine geldi. Dediler ki: «Ey Meryem, sen gerçekten şaşırtıcı bir şey yaptın.»
[019.028] Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi.
[019.029] Bunun üzerine ona işaret etti, beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz dediler.
[019.030] Dedi ki ben Allah'ın kuluyum. Bana Kitabı verdi ve beni nebi kıldı 
[019.031] Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı ve yaşadığım müddetçe salatı ve zekatı emretti.
[019.32] Beni anneme saygılı kıldı, beni eşkiya bir zorba yapmadı.
kaldırılacağım gün de.»
[019.033] Selam üzerimedir; doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden-kaldırılacağım gün de.

Konuya girmeden evvel, Kur'an'ın İsa (a.s) ile ilgili ayetleri üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Kur'an'ın İsa (a.s) ile ilgili ayetlerinin temelinde, Hristiyanlar tarafından onun ilah olarak görülme inancını ret etmek yatmaktadır. İsa (a.s) ile ilgili ayetlerde bir ön kabul gerekiyor ise, bu ön kabul ancak onun ilahlığının ret edilmesi düşüncesi olmalı, onun Allah'ın bir kulu elçisi olduğu hatırlatması yapıldığı merkeze alınmalıdır. Bu noktayı dikkate alan bir okumada aslında İsa (a.s) ın bebek iken konuşup konuşmadığı problem olarak görülmeyecek, konuştuğu sözlerde nasıl bir mesaj verilmek istenildiği dikkate alınacaktır. 

Meryem s. 16-26. ayetlerine kadar, İsa (a.s) ın doğumu ile ilgili ayetler olup, yukarıda meallerini verdiğimiz ayetler, onun doğumu sonrasında annesi ile birlikte kavmine gelişi ile ilgilidir. Bu ayetleri okuduğumuz zaman, İsa'nın hemen doğumunu müteakip kavmine gelmişler gibi bir durum anlaşılmakta, doğal olarak ta böyle bir durumda ise İsa'nın henüz bir bebek olduğu şeklinde bir çıkarımda bulunulmaktadır.

İslam dünyasında yazılan tefsirlere kaynaklık eden, Razi , Kurtubi, Taberi gibi tefsirlerde, bu ayetler ile ilgili yapılmış olan yorumlara baktığımızda, henüz bebek bir halde iken konuşan İsa'nın konuştuğu sözler üzerinde bir takım müşkülatın olduğu, bu müşkülatın ise İsa'nın bebek iken kesinkes konuştuğu ön kabulü içinde çözülmeye çalışıldığı görülmektedir.

Bu müşkülatların altında yatan ana sebep, İsa'nın henüz bebek iken konuşmuş olması düşüncesinin merkeze alınarak ilgili ayetlerin yorumlanmasıdır. Eğer İsa'nın bebek çağını geçtikten sonra annesi ile kavimlerine döndükleri düşüncesi etrafında konuya bakılacak olsaydı, zaten herhangi bir müşkülatın da ortaya çıkması mümkün değildi.

İsa'nın henüz bebek iken konuştuğu düşünülerek yapılan yorumlarda ortaya çıkan müşkülatlar ise, henüz bebek bir çağda iken birisinin nebi olması ve ona kitap verilmesidir. Çünkü böyle bir seçim için önce seçilen kişinin akıl baliğ bir çağda olması gerektiği bilinmektedir. Bebek bir kimsenin nebi ve kitap sahibi olması, o tefsirlerde dahi muhal olarak düşünüldüğü için, nebi ve kitap sahibi olmasının bebek iken değil, gelecekte gerçekleşeceği şeklinde yorumlar yapılmaktadır. 

Bu tür yorumlar ise bir başka müşkülatı da beraberinde getirmektedir. İsa (a.s) ın daha bebek iken nebi ve kitap sahip sahibi olması ve söylediği diğer sözler, insanın fiillerinde serbest olmadığını savunan Cebriye düşüncesinin elini kuvvetlendirmesine kapı açması söz konusudur. Çünkü insan, iyi ve kötüyü seçmek için hür iradesini kullanması gerekmekte, İsa'nın daha bebek iken söylediği sözler ise onun hür iradesini kullanmasına engel olan bir durum olarak yorumlanabilmektedir.

Şayet geçmişte yapılan tefsirlerde İsa (a.s) ın henüz bebek iken konuştuğu ön kabulü olmadan bu konuda farklı yorumlar yapılabilmiş olsa idi, bugün tabu haline gelmiş bir konu olan İsa (a.s) ın bebek iken konuşup konuşmadığı konusu daha rahat tartışılabilecek,  daha öncesinden yapılmış farklı yorumlar bulunabileceği için, bugün bebek iken konuşmadığına dair yapılan yorumlar sert bir şekilde tepki görmeyecekti.

Biz, bize gelebilecek olan tepkileri de göze alarak, bazı kelimeler üzerinden konu ile ilgili çalışmamıza devam etmek istiyoruz.

İsa (a.s) ın Meryem s. 30. ve 33. ayetler arasında yaptığı konuşmayı anlamak için öncelikle onun doğumu ile annesi ile kavimlerine gelişleri arasında ne kadar bir zaman geçmiş olabileceğinin ortaya konulması gerekmektedir. Çünkü İsa'nın bebek iken konuştuğuna dair olan düşüncenin temelinde, onun doğumun hemen akabinde annesi ile birlikte kavimlerine döndükleri gibi bir düşünce hakimdir. 

Kur'an kıssalarına baktığımız zaman, bir elçinin kavmi ile olan mücadelesi, ve bu mücadele sonucunda meydana gelen helak olayının, sanki kısa bir zaman aralığı içinde gerçekleşmiş gibi bir anlatım üslubu kullanıldığı görülmektedir. Halbuki elçiler, uzun yıllar kavimleri ile mücadele etmiş, helak olayı ise uzun yıllar süren bir mücadele sonucunda gerçekleşmiştir. Kur'an, kıssa yollu anlatımlar ile tarihi malumat vermeyi amaçlamadığı, kıssalar üzerinden insanlara ibretler sunmayı amaçladığı için, arada geçen zaman aralığından bahsetmez. Ancak Kur'an dikkatli okunduğunda bize arada geçen zaman konusunda bilgi verebilecek ayetlerin de olduğu görülebilir.

Meryem ile oğlunun kavimlerine gelmesini anlatan ayetlerin bir öncesi, İsa'nın doğumu ile ilgili olduğu için Meryem s. 26. ayeti ile, 27. ayeti arasında bir kaç haftalık zaman aralığı olduğu düşüncesi hakim olmuş, bunun neticesinde ise İsa'nın bebek iken kavmine geldiği düşüncesi hakim olmuştur. Şayet Kur'an kıssalarındaki anlatım üslubu dikkate alınarak ilgili ayetler yorumlanmaya çalışılsa idi, Kur'an içinde bir başka ayet delaleti ile 26. ve 27. ayet arasında geçen zamanı anlayabileceğimiz bir ayet olabileceği akla gelebilirdi.

Meryem'in hamile kalması, İsa'yı doğurması ve onu kavmine getirmesi ile ilgili arada geçen zaman konusunda belki hiç kimsenin dikkate dahi almadığı, tabiri caizse Kıyıda köşede kalmış bir ayet olan Mü'minun s. 50. ayeti bizlere bilgi verebilir. 

[023.050] Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık ve ikisini barınmaya elverişli ve akar suyu olan bir tepede yerleştirdik.

Bu ayet, Meryem ve oğlunun doğum sonrası yaşamını sürdürdüğü yer ile ilgili bilgi vermektedir. Bu ayeti İsa'nın doğumu ile kavimlerine dönmesi arasına yerleştirerek okuduğumuz zaman, doğumun hemen akabinde kavimlerine dönmediklerine dair bir yorum çıkarmak mümkündür. 

Bizim bu iddiamıza karşı bir başkasının elbette, bu ayetin verdiği bilginin doğumun hemen akabinde kavmine döndükten, kavmi onlara karşı tepki gösterince yine kavimlerini terk ettikten sonra olan yaşamları ile ilgili olmadığı ne malum? şeklinde bir karşı itiraz getirmesi de mümkündür. Böyle bir itiraz gelecek olursa biz de bu itiraza karşı, İsa'nın doğumunun anlatıldığı ayetlerdeki su arkı ve hurma ağacının bu ayet ile bağının kurulmasının mümkün olduğunu, İsa ve annesinin doğum sonrası yine o topraklarda belirli bir süre kalmış olmasının daha muhtemel olduğunu söyleyebiliriz.

Bu ayetin bize verdiği kanaate dayanarak, Meryem ve oğlunun doğumun hemen sonrasında değil, belirli bir süre geçtikten, yani İsa (a.s) bebeklikten çıktıktan sonra kavimlerine döndüklerini söyleyebiliriz. Aradan ne kadar zaman geçtiği konusunda net bir rakam vermek elbette mümkün değildir, ancak ne kadar bir zaman geçmiş olabileceği konusunda, Yahya (a.s) ile ilgili ayetleri okumak sureti ile fikir sahibi olmanın mümkün olduğunu düşünmekteyiz.

Meryem s. 27. ayetinde geçen "Böylece onu taşıyarak kavmine geldi" cümlesinde geçen tahmiluhu kelimesine İsa'nın bir bebek olduğu kabulü içinde anlam verilmeye çalışılmış, onu kucağında taşıyarak getirdiği şeklinde yorumlara sebep olmuştur. Kelimenin Kur'an'da geçtiği başka ayetlere baktığımızda bize farklı bir bakış açısı kazandıracaktır. 

[009.092] Binek temin etmen için (litahmilehüm) sana geldiklerinde: «Sizi bindirecek bir şey (ahmiluküm) bulamıyorum» deyince, harcayacak para bulamamaları sebebiyle gözyaşı döke döke dönüp gidenleri de kınamak doğru değildir.

Tevbe s. 92. ayetinde geçen kelimeye baktığımızda bu kelimenin binek hayvan ile ilgili olarak kullanıldığını görmekteyiz. Yani Meryem'in İsa'yı taşıyarak kavmine getirmesini, onu sadece kucağında getirmesi olarak değil, binek üzerinde getirmesi olarak ta anlamak mümkündür. Kucağında taşıyarak getirmesi şeklindeki yorumlar, yine onun bir bebek olarak kavmine geldiği şeklindeki ön kabulün bir sonucudur.

Meryem s. 28. ayetinde kavmi tarafından Meryem'e gösterilen tepkiye karşılık, 29. ayette Meryem'in oğlunu işaret ettiğini görüyoruz. Meryem'in bu işaretine karşı kavmi ona "beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz" diyerek itiraz etmektedirler. Ayet içinde geçen Sabiyyen kelimesi, Kur'an içinde bir başka yerde sadece Yahya (a.s) ile ilgili olarak geçmektedir. 

[019.012] Ey Yahya, Kitab'a kuvvetle sarıl. Sabi iken ona hikmet verdik.

Sabi; Henüz ergenlik çağına erişmemiş kişiler için kullanılan bir kelimedir. İsa (a.s) ın sabi bir halde olmasının anlamının, Yahya (a.s) ın sabi bir halde kendisine hikmet verilmiş olması ile birlikte okuyarak anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. Kavminin ona karşı böyle bir kelime kullanmış olması, onun bebeklikten çıkmış olmasını göstermesi açısından önemli bir ifadedir.

Ayet içinde Yahya'ya yapılan huzil kitabe bi kuvvetin hitabının bir benzerinin İsrailoğullarına da yapıldığını görmekteyiz (2.63-93/ 7. 171). Buradan anlaşılabilecek olan nokta, Yahya'nın kitap ile mükellef olması ve o yaşta iken elçilik ile görevlendirilmiş olmasıdır. Bu da bize göstermektedir ki , Sabi olarak tanımlanan bir kişinin akıl baliğ bir hale gelmiş olması gerekmektedir.

Ayrıca Yahya'ya hikmet verilmesi ile ilgili olarak, bu kelimenin geçtiği diğer ayetlere baktığımızda, bu kelimenin elçiler ile ilgili kullanıldığını görmekteyiz.

[021.074] Lut'a da hüküm ve ilim verdik; onu, çirkin işler işleyen kasabadan kurtardık. Doğrusu onlar yoldan çıkmış kötü bir kavimdi.
[021.079]  Süleyman'a bu meselenin hükmünü bildirmiştik; her birine hüküm ve ilim verdik. Davud ile beraber tesbih etsinler diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Bunları Biz yapmıştık.
[026.021]  Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmet bahşetti ve beni resullerden kıldı.

Maaleseftir ki tefsircilerimiz, Yahya (a.s) a sabi halde hikmet verilmesini onun elçi ve kitap ile mükellef olması olarak yorumlarken, aynı kelimenin kullanıldığı İsa (a.s) için beşikte konuşan bir bebek olarak yorumlamak çelişkisine düşmüşlerdir. 

Halbuki Yahya için kullanılan sabi kelimesinin ne anlama gelebileceğini düşünerek, aynı kelimenin İsa için de kullanılmasını dikkate alan yorumlar yapılmış olsaydı, ya İsa'nın bebek halde iken konuştuğu iddiasının bir benzerinin Yahya için getirilmesi gerektiğini, veya Yahya'nın sabi halde elçi olmasının onun belirli bir yaşa erişmiş olduğu dikkate alınarak, İsa'nın da sabi olmasından onun da belirli bir yaşa sahip olduğu çıkarılabilirdi.

Yine bu noktada İsa (a.s) için kavminin onun için kullandığı fil mehdi (beşikte), ve Al-i İmran s. 46 ve Maide s. 110. ayetlerinde geçen fil mehdi ve kehlen (beşikte iken ve yetişkin iken) kelimelerinin onun bebek iken konuştuğuna delil teşkil ettiği, dolayısı ile onun bebek çağının daha üzerinde olan bir yaşa sahip olduğu iddiasının yanlış olduğu ortaya atılabilecektir.

Bu konu ile alakalı olarak Prof. Dr. Murat Sülün henüz yayınlanmamış olan Allah'ın Yardımı Meselesi adlı kitabında şunları söylemektedir;

"Sözgelimi beşikte iken konuşması… Bir bebek, ağlayarak, tepinerek vs. meramını iletebilir ise de, karşısındaki ile lisanî anlamda iletişim kuramayacağı açıktır; kolektif akıl ve bilimsel veriler bunu gerektirir. Dolayısıyla, İsa’ya atfedilen bildiğimiz anlamda bir konuşma –şayet sabitse- hāriku’l-âde bir şeydir. Fakat konuşmanın içeriğine dikkat edilirse, İsa’nın “bebekken kitap sahibi bir peygamber olmadığı” aşikârdır. Bu ancak mecazen olabilir, yani “ileride verecek” mealinde tahakkuk-ı vukū‘una binâen ve bi‘tibâri mâ yeûlu ileyh. Oysa mezkûr sözleri “İsa’nın tüm hayatı boyunca söylediklerinin özeti” olarak kabul ettiğimizde, ibare hakikat anlamıyla düşünülebilmektedir. Bu konuşma nakledilirken, فقال [Bunun üzerine İsa da şöyle dedi] değil de, قال [İsa demiştir ki] buyrulması bu anlamı destekler niteliktedir. Ayrıca, “beşikteki” ifadesinin “yetişkin olmayan” anlamına gelebileceği, “çocuk” kelimesinin iddialı gençler için ukala yaşlılar tarafından sık sık kullanıldığı da vâkıadır [Oysa akıl yaşta değil, baştadır]. İlim talebinin “beşikten mezara kadar” devam ettirilmesi istenirken de aynı mecaza başvurulduğu, yani tahsilin çok küçük yaşta başladığı anlaşılmaktadır. “Ağzı süt kokuyor” vs. nitelemeler, ilgili şahsın önemsizliğini, “daha dünkü çocuk” olarak nasıl böylesine büyük iddialarda bulunabildiğine şaşıldığını ifade etmek için kullanılmaktadır. İsa Mesih hakkındaki “beşikte iken de yetişkin iken de insanlarla konuşma” temasında bu tekabül dikkat çekmektedir. Hâsılı; “Ben Allah’ın kuluyum; bana kitap verdi, beni peygamber kıldı…” mealindeki 30-31. âyetlerin açık delaletinden -yani böyle diyebilmesi için, o sırada kendisine kitap ve peygamberlik verilmiş olması gerektiğinden- anlaşılacağı üzere İsa Mesih, “hayatı boyunca” bu gerçekleri haykırmıştır. [Aslında, bu ifadelerin Kur’an’ın farklı bir üslup özelliği olarak, İsa Mesih’e Hazret-i Peygamber’in çağından geriye doğru gidilerek atfedildiği anlaşılmaktadır. Kur’an’da kıssa anlatılırken pratik ve pragmatik bir yaklaşımla Asr-ı Saadet olguları esas alınır. Hazret-i İsa da “Ben Allah’ın kuluyum” ifadesini o esnada yani henüz ‘tanrı’laştırılmamışken söylemiş olmayabilir. "

Sayın hocanın özellikle İsa (a.s) ın beşikte konuşması ile ilgili olarak söyledikleri dikkate değer sözlerdir. 

İsa (a.s) için kullanılan Mehdi (beşikte) ve Kehlen (yetişkin iken) kelimelerinin onun nebi ve resul olması ile ilgili yani ilk andan son ana kadar kavmine neleri tebliğ etmiş olduğunun anlaşılması olarak okumak mümkündür. Çünkü İsa (a.s) ile ilgili ayetlerin merkezinde ona Hristiyanlar tarafında yüklenmiş olan ilahlık misyonunun ret edilmesi yatmaktadır. Onun maide s. 117. ayetinde geçen sorgulama sahnesindeki söylediği sözler önemlidir.

"Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin."

İsa (a.s) hayatı boyunca sadece Allah (c.c) nin rab olduğunu ve ona kulluk edilmesi gerektiğini tebliğ eden elçiler silsilesinin bir halkası olarak yaşamını sürdürmüş, yaşamının sonuna kadar bu yol üzerinde devam etmiştir.

İsa (a.s) ın 30-31-32-33. ayetinde söylediği sözler yine tefsirlerde, neden kavminin annesine attığı iftiraya karşı onu savunan ve temize çıkaran sözler söylemek yerine, Allah'ın kulu ve nebisi olduğunu ve kendisine yüklenen bazı sorumlulukları dile getirdiği tartışılmıştır. Bu durumu, başta söylediğimiz İsa (a.s) ile ilgili ayetlerin onun ilahlığını ret etmek, ve onun bir kul ve elçi olduğunu hatırlatmak merkezli olduğunu dikkate aldığımızda daha kolay anlayabiliriz.

Bu meyanda İsa (a.s) ın doğumu ile alakalı olan Al-i İmran suresi içinde geçen diğer ayetlerin okunması da fayda sağlayacaktır. 

[003.045] Melekler demişti ki: «Ey Meryem! Allah sana, Kendinden bir kelimeyi, adı Meryem oğlu İsa olan Mesihi, dünya ve ahirette şerefli ve Allah'a yakın kılınanlardan olarak müjdeler».
[003.046] «İnsanlarla, beşikte iken de, yetişkin iken de konuşacaktır ve o, iyilerdendir».
[003.047] Meryem 'Ey Rabbim, bana hiçbir insan dokunmamışken nasıl olur da çocuğum olabilir?' dedi. Dedi ki: 'İşte böyledir, Allah dilediğini yaratır. O bir şeyin olmasına karar verince ona sadece «ol» der o da hemen oluverir.'
[003.048] O'na kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek.
[003.049]  O'nu İsrailoğullarına resul olarak (gönderecek) ve onlara şöyle diyecektir: Ben, size Rabbınızdan bir ayet getirdim. Ben, size çamurdan kuş gibi bir şey yapıp ona üfleyeceğim de Allah'ın izniyle, hemen kuş olacak. Anadan doğma körleri ve alacalıları iyi edeceğim. Allah'ın izniyle ölüleri dirilteceğim. Yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı da size haber vereceğim. Eğer iman edenlerden iseniz; elbette bunda sizin için ayet vardır.
[003.050]  Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmam için gönderildim. Size Rabbinizden bir ayet getirdim. O halde Allah'tan korkun, bana da itaat edin
[003.051]  Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O'na kulluk edin. İşte bu doğru yoldur

Meryem suresinde gördüğümüz Meryem'in hamile kalması ve İsa'nın doğması ile ilgili ayetlerin benzeri, Al-i İmran suresinde bulunmaktadır. Fakat bu ayetlerde farklı bir anlatım üslubu kullanılmakta olduğu görülmektedir. Meryem suresinde geçen ayetlerde İsa (a.s), beşikte olarak ifade edilen bir durumda NEBİ olarak konuşmuş iken, bu ayetlerde yetişkin bir kimse olarak RESUL vasfı ile konuşmaktadır.

İsa (a.s) ın Meryem suresinde Nebi, Al-i İmran suresinde Resul olarak konuşması, üzerinde durulması gereken bir konudur. Allah (c.c) tarafından seçilen beşer cinsinden olan kimselerin tamamının ortak vasıfları Nebi Resul olmalarıdır. Bu kimselerin Allah (c.c) den vahiy almaları onların Nebi  olmalarını sağlarken, aldıkları bu vahyi muhataplarına ulaştırmaları ile ilgili görevleri ise, onların Resul olmalarını sağlamaktadır.

Meryem ve Al-i İmran surelerinde geçen ayetleri birlikte okuduğumuz zaman, İsa (a.s) Sabi olarak yani henüz yetişkinlik çağına gelmediği bir yaşta vahiy ile şereflendirilerek Nebi olmuş, yetişkin çağında ise, Allah (c.c) nin İsrailoğullarına dair olan emirlerini tebliğ etmek görevi ile Resul olmuştur.

Sonuç olarak; İsa (a.s) ın nebi olması ile resul olarak görevlendirilmesi arasında bir zaman farkı olup, onun nebi olarak seçilmesi bebek çağında değil Yahya (a.s) gibi yetişkinlik öncesindedir. Bebek iken konuştuğunun düşünülmesi, Meryem suresi içinde anlatımda doğumu ile annesi ile kavmine gelmesi arasında pek bir zaman farkı yokmuş gibi algılanması sonucunda olduğu kanaatindeyiz. Eğer Mü'minun s. 50. ayeti ve Yahya (a.s) ile ilgili anlatımlar dikkate alınarak annesi ile kavmine gelmesinin anlatıldığı ayetler okunmaya çalışılsa idi, onun bebek iken konuşmuş olması şeklinde tabu haline gelmiş bir inancın hakim olması pek mümkün olmazdı.

Bizim bu düşünceye varmak için kullandığımız yöntemin, İsa (a.s) ın kesin olarak konuşmasının mümkün olmayacağı ön kabulünü ayetlere söyletmeye çalışmak olmadığını tekrar hatırlatmak isteriz. Biz sadece bu konudaki ayetlerin delaleti ile böyle bir düşünce içinde olduğumuzu, bebek iken konuştuğuna dair olan düşüncelerin kesin yanlış şeklinde tarafımızdan mahkum edilmeye çalışılmadığının da dikkati çekmiş olmasını umut etmekteyiz.

Çalışmamızın temelini İsa (a.s) ın doğumu ile kavmine gelişleri arasında belirli bir zaman aralığı olması üzerine kurmaya çalışmış olmamız, İsa (a.s) ın bebek iken konuşmadığını iddia eden kimselerin bu iddialarını ya ilgili ayetleri tahrif etmek cüretini göstermek (Hakkı Yılmaz örneği) ya da bu konuda sadece zanna dayalı olarak ortaya koydukları düşüncelerin tatmin edicilikten uzak olmasındandır.

Yaptığımız çalışmaya dikkat edilirse, İsa (a.s) ın bebekte konuşmadığına dair olan kanaatimizi bu konuşmanın imkansız olması düşüncesi üzerine değil, İsa (a.s) ın annesi ile birlikte kavimlerine daha ileri bir yaşta dönmesi üzerine, Kur'an içinden ayetler getirmek sureti ile kurmaya çalıştık.

Çalışmamızı okuyan bazı kimselerin, Artık bu da mucizeleri inkar etmeye başlamış gibi ön yargılı ifadeler kullanmak yerine iddialarımızı nasıl bir temele oturtmaya çalıştığımızı dikkate almalarını temenni etmekteyiz.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


13 Haziran 2017 Salı

Bakara s. 178-179. Ayetleri: Cinayet Suçuna Karşı Caydırıcı Bir Ceza Olarak Kısas

İnsanların birbirlerine karşı işlediği suçlarda en önemli nokta, işlenen suça verilecek olan cezanın caydırıcı olması ve toplum vicdanını rahatlatması olmalıdır. İşlenen suçlara karşı caydırıcı bir ceza öngörmeyen ve toplum vicdanını rahatlatmayan hukuk sistemlerinin bulunduğu  ülkelerde suç oranları artış göstererek, toplumda huzur kalmayacaktır.

Bir insanın yaşama hakkı onun en temel haklarından biri olup, bu hak meşru bir sebep olmadıkça onun elinden asla alınamaz.


[005.032] Bunun için İsrailoğullarına şöyle yazdık: «Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları diriltmiş gibi olur». And olsun ki, onlara belgelerle peygamberlerimiz geldi, sonra buna rağmen, onların çoğu yeryüzünde taşkınlık edenler oldu.

[017.033] Haklı bir neden olmaksızın Allah'ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse onun velisine yetki vermişizdir; o da öldürmede ölçüyü taşırmasın. Çünkü, o gerçekten yardım görmüştür.

[004.093] Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır.

Nisa s. 93. ayetinde mümin bir kimsenin kasten öldürülmesi ile ilgili olan durumdan mümin olmayan bir kimsenin öldürülmesi istisna edilmiş olması anlamına gelmez. Mümin olsun olmasın, eğer bir kimse kasten suçsuz yere öldürülecek ise, katilinin ahiret cezası aynıdır. 

İslamın, insan hayatına verdiği değer sadece ahiret azabı tehdidi ile sınırlı olmayıp, suçsuz yere katledilen bir kimse için had yani dünyevi ceza da önermektedir. 

[002.178] Ey İnananlar! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı: Hür ile hür insan, köle ile köle ve kadın ile kadın. Öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbiniz'den bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem verici azab vardır.

[002.179] Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.

Bakara s. 178. ayetinde cinayet suçuna nasıl bir ceza verilmesi gerektiği beyan edilmektedir. Hür ile hür, köle ile köle, kadın ile kadın ifadesi, cinayeti kim işledi ise onun kısas edilmesi gerektiğine dair bir beyan olup, kişinin zengin veya makam sahibi olması dahi onun kısas edilmesine engel olmaması gerektiği bu şekilde bildirilmektedir. 

Bakara s. 179. ayetinde ise, kısasta bizim için hayat olduğu söylenmekte, ve asıl önemli konu bu cümle içinde ifade edilmektedir. Maide s. 38. ayetine baktığımızda hırsızlık suçu için öngörülen cezada geçen Nekalen kelimesi işlenen suça verilmesi gereken cezanın mantığını da açıklamaktadır. 

Bir insanın yaşam hakkı onun en temel ve en kutsal hakkı olduğuna göre, bu hakkın bir başkası tarafından yok edilmesi de asla cezasız kalamaz. Hukuk sistemleri işlenen suça karşı verilecek cezayı, o suçun bir daha işlenmesine engel olmaya çalışmak, ve o suçu işleyebilecek olanların alacakları cezanın ağır olacağını bilmesi gerektiğini merkeze alarak belirlemedikleri sürece suç işleme oranı azalmayacak, aksine artacaktır. 


Yaşadığımız ülke boyutunda olaya baktığımızda, suç işleme oranlarının özellikle cinayet suçunun işlenme oranınında son yıllarda büyük bir artış olduğu gözlenmektedir. Televizyon haberlerinin büyük bir kısmı her akşam çeşitli nedenlerden ötürü öldürülen kimselerin haberlerin yaparak reyting elde etmeye çalışmakta, bu haberleri izleyenler ise, bu cinayetlerin bir şekilde son bulmasını istemektedir. 

Ülkemizde cinayet oranının büyük bir artış göstermesine sebep olan unsurlardan bir tanesi bu suça karşı verilen cezanın caydırıcı olmamasıdır. Cinayet işlemeyi kafasına koyan bir kimse Babalar gibi yatar çıkarım diyerek, cezasını çektikten sonra salıverileceğini bildiği için bu suçu işlemektedir. Eğer bu suça karşı kısas cezası uygulansa ve cinayet işlemeye azmeden kişi bunu bilse, acaba Babalar gibi kısas edilirim diyerek cinayet işlemeye cesaret edebilecek midir?.

Elbette hayır, işleyeceği suçun karşılığının kısas edilmek olduğunu bilen bir kimsenin cinayet işlemek konusunda daha temkinli olacağı kesindir. Kısas cezasında hayat olması, işlenen suça karşı verilen cezanın ağır olmasından dolayı, bu suça azmeden kişilerin azalacağı anlamına gelmektedir. 

Cinayet suçlarında kısas cezasının uygulanması, toplum vicdanının rahatlamasına sebep olması açısından da önemlidir. Özellikle genç kız ve çocuklara karşı işlenen tecavüz ve cinayetlerde bu suçu işleyen kimselerin hapis cezasına çarptırılması, suçu engelleyici olmaktan çıkmakta,ve toplum vicdanında büyük bir rahatsızlığa yol açmakta, bu suça verilmesi gereken kısas cezası maalesef hapishanedeki diğer mahkumlar tarafından yerine getirilmektedir. 

Avrupa birliğine girmek için hukuk sistemini Avrupa standartlarına göre ayarlayarak, ceza hukuku sisteminde mevcut olan idam cezasını kaldıran Türkiye de, bu cezanın kalkması ile artış gösteren cinayet olayları karşısında bu cezanın yeniden ceza hukuku sistemine konulması haklı olarak konuşulmaya ve istenmeye başlanmıştır. Yaşam ve kültür standartları Avrupa ülkeleri  ile eşit olmayan ülkemizde, komik sayılabilecek sebeplerden ötürü işlenen cinayetlerin her gün tv ve gazetelerde yer alması bu cezanın yeniden gündeme gelmesinin şart olduğunu göstermektedir.

Kısas cezasının uygulanması devletin görevi olması gerektiği de önemlidir. Herhangi bir yakını cinayete kurban giden kimsenin kısas uygulamasını kendisinin yapması onun meşru bir hakkı değildir. Yakınları cinayete kurban gidenlerin kısas hakkını kendilerinin uygulamaya kalkmaları ise toplumda daha büyük sıkıntıların doğmasına yol açacaktır. 

Bu noktada kendilerin İslami Örgüt olarak tanıtan bazı gurupların yapmış olduğu intihar eylemlerinin de başka bir cinayet türü olduğu bilinmelidir. İsimlerinin İslami olması, bu örgüt ve kişilerin yaptığı eylemleri hiç bir surette haklı göstermez. Dünyanın çeşitli yerlerinde sivil halkın arasına dalarak onları toplu şekilde katletmek asla İslam ile bağdaşmadığı gibi bu eylemleri yapanların katil olduğu gerçeğini değiştirmez.

Kur'an bir kimsenin yaşam hakkının elinden alınması için gerekli olan şartı, o kimsenin bir başkasının yaşama hakkını elinden anlamış olması şeklinde bir gerekçe ile beyan etmesine karşın, İslam adına ortaya çıkan kişi ve örgütlerin bu suçu işlememiş olan masum insanların yaşam haklarını ellerinden almaları asla kabul edilemez.

Kur'an tarafından öngörülen had cezalarının mantığında dikkat edilirse, o suçun işlenmesine karşı caydırıcı bir unsur olması yatmaktadır. Bu unsur Kur'an tarafından belirlenmeyen ve hukukçular tarafından belirlenecek olan diğer suçlara karşı verilecek olan cezaların da mantığını teşkil etmesi gerekmektedir.

Suçların engellenmesi için elbette sadece cezai müeyyideler konulması yeterli değildir. İnsanların birbirlerinin hak ve hukukuna saygılı biçimde yetiştirilmesi ve bu konularda eğitim ve destek verilmesi, suç işleme oranının daha aşağılara çekilmesine sebep olacaktır.

Sonuç olarak; İnsanların en temel haklarından biri olan yaşam hakkı, devletlerin korumak ile mükellef olduğu haklardan bir tanesidir. Bu hakkın korunması için konulacak olan cezanın caydırıcı ve ibretli olması ise büyük önem taşımaktadır. Cinayet suçuna verilecek olan cezanın caydırıcı ve ibretli olmaması neticesinde ortaya çıkan acı felaketler, ülkemiz boyutunda her gün bir çok yerde yaşanmaktadır. 

Kur'an, insanın yaşam hakkının son derece önemli olduğuna dikkat çekmiş, bu hakkın çiğnenmesi sonucunda ortaya çıkan durumun dünya ve ahiret cezası ile karşılık göreceğini bildirmiştir. Cinayet suçuna verilen hapis cezasının yetersiz olması, ülkemiz genelinde bu suçun artmasına sebep olmakta, toplum tarafından bu suça daha ağır bir ceza olan kısas cezasının getirilmesi istenmektedir. 

Başka ülkelerin kendi sosyoekonomik ve kültürel şartlarını dikkate alarak bazı suçlara getirdikleri cezaların aynısının bizim ülkemizde uygulanması, o ülkeler ile aynı sosyoekonomik ve kültürel şartlar sahip olmadığımız için bize uygun düşmemektedir. Özellikle cinayet suçlarına karşı verilen cezanın toplum vicdanını rahatlatmadığının dikkate alınarak bu suça kısas cezasının verilmesi, cinayet oranının düşmesine ve toplum vicdanının rahatlamasına sebep olacaktır. 

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

12 Haziran 2017 Pazartesi

Furkan s. 33. Ayeti: Kur'an'ı Allah (c.c) mi Tefsir Eder?

Kur'an'ın bağlam ve bütünlük gözetilerek okunması, bu kitabın doğru anlaşılması için olmazsa olmazlardan bir tanesidir. Bu yöntem dikkate alınmayarak yapılan okumalar maalesef, yanlış sonuçlar çıkarılmasına, ve Kur'an'ın gündem edilmesine alerji duyan bazı kimselerin ellerine koz geçmesine sebep olmaktadır. Yazımızda Furkan s. 33. ayetini konu ederek, bağlam gözetilmeden yapılan bir çıkarıma dikkat çekmek istiyoruz.

[025.033] Hem onlar sana her hangi bir mesel ile gelmezler ki mutlak biz sana hakkı ve tefsirin en güzelini getirmiş olmayalım.

Bazı kimseler Kur'an ile ilgili yazılmış olan tefsir kitaplarının gereksizliğini, hatta daha ileri giderek, böyle bir çalışmanın Şirk ve Küfür olduğunu öne sürerek, bu ayeti delil olarak getirmekte, bu ayete göre tefsir yapma hakkının sadece Allah'a ait olduğunu öne sürmektedirler. Biz tefsir kitaplarını savunmak veya Kur'an'ın tefsir kitapları olmadan anlaşılamayacağını iddia etmek adına böyle bir eleştiri yapmadığımızı hatırlatarak, asıl sıkıntının ayetin bağlamı dikkate alınmadan yorum yapılmasından kaynaklandığını hatırlatmak istiyoruz.

Furkan s. 3. ayetinde Allah (c.c) birilerinin Muhammed (a.s) a bir mesel ile geldiklerini söylemekte, ona getirilen bu mesele karşı en güzel cevabı ise, Allah (c.c) nin verdiği haber verilmektedir. Muhammed (a.s) a kimin nasıl bir mesel geldiğini ise, bir önceki ayette görmekteyiz.

[025.032]  İnkar edenler: «Kuran ona bir defada indirilmeliydi» derler. Biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirdik ve onu ağır ağır okuduk.

Bu ayette, Kur'an'a iman etmemek için bazı nedenler ortaya koyan inkarcıların Kur'an'ın parça parça indirilmesini dillerine doladıklarını görmekteyiz. Kur'an eğer bir defada inmiş olsa bile gene iman etmeyecek olan bu kimseler bu sefer de, neden parça parça inmedi diyerek bir şekilde iman etmemek için gerekçeyi bulacaklardı. 

İnkarcıların "Kuran ona bir defada indirilmeliydi" sözlerine karşı Allah (c.c) neden böyle bir indirme şekli tercih etmediğini" Biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirdik ve onu ağır ağır okuduk." şeklinde bir cevap ile  beyan etmektedir

Furkan s. 33. ayetinde Allah (c.c), işte inkarcıların bu iddialarına bir önceki ayette verdiği cevabı pekiştirmektedir.

[025.033] Hem onlar sana her hangi bir mesel ile gelmezler ki mutlak biz sana hakkı ve tefsirin en güzelini getirmiş olmayalım.

Mesel; Ayağa kalkıp dikilmek anlamında , Tefsir ise açıklamak, beyan etmek, ortaya çıkarmak anlamında bir kelimedir. Kafirlerin mesel ile gelmesi demek, Kur'an'ın karşısına dikilmek için bu şekilde bir bahane üretmesi anlamına gelmektedir. Allah (c.c) zımnen, "o inkarcılar senin karşısına dikilmek için nasıl bir bahane üretirlerse üretsinler, biz onların Kur'an'a karşı getirdiği bahanelerine karşı en iyi cevabı veririz" demektedir.

Görülmektedir ki, Allah (c.c) nin tefsiri Kur'an ile ilgili değil, inkarcıların Kur'an hakkında ortaya attıkları bir iddianın reddi ile ilgilidir. Bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunan Furkan s. 33. ayeti, maalesef bazılarının elinde bir kılıca dönüşerek, tefsir çalışmalarının gereksizliği veya küfrü gerektiren bir durum olduğu şeklinde bir yoruma dönüşebilmektedir.

Kur'an'ın bağlam gözetilerek okunması, bu gibi yanlışlara düşme ihtimalini en aza indirdiği gibi, Kur'an'ın din konusunda merkeze alınmasından rahatsız olanların eline herhangi bir koz geçmesine de engel olacaktır.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 



10 Haziran 2017 Cumartesi

Süleymaniye Vakfı Mealinde Bakara s. 184. Ayetine Verilen Anlam Üzerinde Bir Mülahaza

Süleymaniye vakfı ve sayın Abdülaziz Bayındır hoca, Türkiye'de Kur'an'ın gündeme gelmesi ve anlaşılmasında önemli çalışmalar yapan kuruluş ve kişilerdendir. Elbette herkesin olduğu gibi onların da bu konular üzerinde yaptığı çalışmalarda eksik veya hatalı noktalar olabilir. Önemli olan bu hatalara dikkat çekmekte kullanılan üslup olup, hatalı olduğunu düşündüğümüz bazı fikir ve yorumlarını öne çıkararak, tüm hizmetlerini bir kalemde silip atmamaktır.

Bu yazımızda vakfın çıkardığı Kur'an mealinde Bakara s. 184. ayetine verilen anlam üzerinde durmaya çalışacağız. Vakıf tarafından çıkarılan mealde bu ayete verilen anlam şu şekildedir;

(Size yazılan oruç) sayılı günlerde tutulur. Sizden kim, hasta veya yolculuk halinde olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde tutsun. Orucu tutabilecek olanların[*] bir çaresizi doyuracak kadar fidye (fitre) vermesi de gerekir. Kim bir iyiliğin fazlasını yaparsa onun için iyi olur. Oruç tutmanızın ne kadar iyi olduğunu bilseniz, (hasta ve yolcu olmanıza rağmen) tutarsınız. 

[*] Âyete göre oruç tutabilecek olan herkesin, bir çaresizi doyurması yani fitre vermesi gerekir. Abdullah b. Ömer demiş ki; “Allah’ın Elçisi, fıtır veya Ramazan sadakasını, erkeğe, kadına, hüre ve köleye, hurmadan bir sa’(3920 gr) veya arpadan bir sa’ olarak farz kıldı. İnsanlar bunu yarım sa’ buğdayla denkleştirdi.” (Buharî, Zekât 77)

Dikkat edilirse vakıf tarafından Bakara s. 184. ayetine yapılan meal, fidye vermesi gerekenlerin oruç tutamayanlar değil, oruç tutanlar olduğu şeklinde yapılmıştır.

Bu ayetin mealini karşılaştırmalı olarak başka meallerden okuyan bir kimse, ayet içindeki yutikunehu kelimesine, vakıf tarafından yapılan mealde ORUCU TUTABİLECEK OLANLARIN şeklinde olumlu bir anlam verildiğini görecek, diğer meallerde bu kelimeye taban tabana zıt bir anlam olan oruca zor dayanabilenler- oruca gücü yetmeyenler şeklinde olumsuz bir anlam verilmiş olduğunu görünce, hangi anlamın daha doğru olabileceği yönünde tereddütte kalacaklardır.

Biz elbette çoğunluğa uymak adına bu kelimeye bir çok mealde verilen olumsuz anlamın daha doğru olduğunu iddia ederek, vakıf tarafından verilen olumlu anlamın yanlış olduğunu iddia etmiyoruz. Ancak vakıf tarafından bu kelimeye verilen olumlu anlamın uygun olmadığını düşünerek neden böyle bir düşünce içinde olduğumuzu ifade etmeye çalışacağız.

-----(Size yazılan oruç) sayılı günlerde tutulur. Sizden kim, hasta veya yolculuk halinde olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde tutsun.

Vakıf tarafından yapılan mealin ilk cümlesi bu şekilde olup, hasta veya yolculuk halinde olan bir kimseye oruç konusunda bir ruhsat tanınmakta, Ramazan ayı içinde tutamadığı oruçlarını diğer günlerde tutması emredilmektedir. Bu cümlenin mealinde herhangi bir problem olmayıp, bu cümledeki hastalık ve yolculuk durumunun diğer cümle ile bir alakasının olmadığını düşünmemize rağmen, vakıf tarafından yapılan mealde, hastalık ve yolculuk durumunun diğer cümle ile alakasının kurulduğunu görmekteyiz.

-----Orucu tutabilecek olanların[*] bir çaresizi doyuracak kadar fidye (fitre) vermesi de gerekir. Kim bir iyiliğin fazlasını yaparsa onun için iyi olur. Oruç tutmanızın ne kadar iyi olduğunu bilseniz, (hasta ve yolcu olmanıza rağmen) tutarsınız. 

Vakfın hazırladığı mealde orucu tutabilecek olanların şeklinde verdiği anlamın Arapça metindeki karşılığı, yutikunehu kelimesi olup, bu kelime üzerinde biraz durmak istiyoruz. Vakfın sitesindeki Oruç Fidyesi başlıklı bir makalede bu kelime ile ilgili şöyle söylenilmektedir;

Âyette geçen (وعلى الذين يطيقونه = ve alellezîne yutîkûnehû) ifadesi “…onu tutabilenlere...” anlamındadır. Ancak âlimlerimizin çoğu âyete; “...onu tutamayanlara...” şeklinde olumsuz anlam vermişlerdir. Bu, şaşırtıcı bir durumdur. Şimdi olumlu anlam ile ortaya çıkan hükümleri ve anlamı olumsuza çevirmenin sebep ve sonuçlarını görmeye çalışalım:

Burada dikkatimizi çeken husus, kelimeye verdikleri anlamdır. Vakıf, kelimeye olumlu bir anlam vermekte, olumsuz anlam verilmesinin yanlış olduğunu iddia etmektedir. (Makalenin tamamı vakfın sitesindeki Oruç Fidyesi başlıklı makalededir)

Yutikune: Boyuna takılan bir şeyi ifade eden Tavkun kelimesinden türemiştir. Güvercinlerin boynuna veya kadınların boynuna takılan gerdanlık, veya halka ve kasnak şeklinde boyunlarına geçirilen süsler bu kelime ile ifade edilmektedir. 

Kelimenin dikkati çekmesi gereken anlamı, boyna takılan süsün vücut için bir ağırlığının olmasıdır. Bu kelimenin Al-i İmran s. 180. ayetindeki benzer bir geçişi, Bakara s. 184. ayetindeki Yutikunehu kelimesinin anlaşılmasına yardımcı olacak, ve daha doğru bir anlam verilmesini sağlayacaktır. Bu ayetin vakıf tarafından yapılan meali şöyledir;

"Allah'ın ikram olarak verdiği şeylerde cimrilik edenler, onun kendileri için hayırlı olacağını sanmasınlar. Hayır, bu onların aleyhine olur ve cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına dolanır(seyutavvekune). Gökler ve yerdeki her şey Allah’a kalacaktır. Yaptıklarınızın iç yüzünü bilen Allah’tır. "

Bu ayet içindeki seyutavvekune kelimesine boyuna dolanmak anlamı verilmektedir. Bu anlamın verilmesi, Allah'ın verdikleri şeylerde cimrilik edenlerin kıyamet gününde bu cimrilik ettikleri şeylerin boyunlarına dolanacağı, yani bir gerdanlık gibi boyunlarına asılarak taşıtılacağı haber verilmektedir. Bu taşımanın ise kişilerin gücünü zorlayacağı, onları büyük bir meşakkate sokacağı hesaba katıldığında, kelimenin "Bir işi yapmak için tüm gücü sarfetmek, bir işin meşakkatle gerçekleşmesi gibi bir anlama sahip olduğu da anlaşılacaktır.

Dikkat edilirse, Al-i İmran s. 180 ve Bakara s. 184. ayetlerindeki kelimeler, kök ve anlam itibarı ile aynı olmalarına rağmen, vakıf tarafından hazırlanan mealde, bir ayette olumlu bir ayette olumsuz ise bir anlama sahip olmaktadır. Vakıf mealini hazırlayanlar bu noktayı dikkate alarak, iki ayet arasındaki anlam çelişkisini yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir.

Bu anlamdan yola çıkarak Bakara s. 184. ayetindeki yutikune kelimesine oruç tutmakta bazı nedenlerden ötürü zorlanan, oruç tutmaya gücü yettiği halde içinde bulunduğu şartlardan dolayı tutmakta zorlanan kimse anlamını vermek daha isabetli bir yaklaşım olacaktır. 

Ayrıca ayet içinde geçen Fidye kelimesinin anlamının da bu noktada önemi bulunmaktadır. 

Fidye: "Bir şeyin yerine geçerli olmak üzere verilen bedel yani kurtulma karşılığında ödenen şey" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin Kur'an içinde geçtiği bir kaç ayet örneği bu kelimenin anlamını dana net olarak ortaya çıkaracaktır. 

[003.091] Doğrusu inkar edip, inkarcı olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak kadar altını fidye vermiş olsa bile, bu kabul edilmeyecektir. İşte elem verici azab onlaradır, onların hiç yardımcıları da yoktur.

[010.054] Haksızlık etmiş olan her kişi, yeryüzünde olan her şeye sahip olsa, onu azabın fidyesi olarak verirdi. Azabı görünce pişmanlık gösterdiler. Haksızlığa uğratılmadan aralarında adaletle hükmolunmuştur.

[039.047] Yeryüzünde olanların hepsi ve bir misli daha zalimlerin olmuş olsa, kıyamet günündeki kötü azap için fidye verseler kabul edilmez. Allah katından onlara, hiç hesaplamadıkları şeyler beliriverir.

[070.011-4]  Birbirlerine gösterilirler (fakat herkes kendi derdindedir). Günahkâr kimse ister ki, o günün azabından (kurtuluş için), oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barındıran tüm ailesini ve yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak versin de, tek kendini kurtarsın.

[047.004]  Savaşta inkar edenlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız, ya da fidye ile salıverin; Allah dilemiş olsaydı, onlardan başka türlü öç alabilirdi, bunun böyle olması, kiminizi kiminizle denemek içindir. Allah, kendi yolunda öldürülenlerin işlerini boşa çıkarmaz.

[002.196] Başladığınız hac ve umreyi Allah için tamamlayın. Alıkonursanız, kolayınıza gelen bir kurban gönderin. Kurban, yerine ulaşıncaya kadar, başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizde hasta olan veya başından rahatsız bulunan varsa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi ya da kurban kesmesi gerekir..........

Yukarıda mealleri verilen ayetlerden de anlaşılacağı üzere, Fidye kelimesi bir şeyden kurtulmak için ödenen bedel anlamına gelmektedir. Kelimenin böyle bir anlamı olmasına rağmen, vakıf tarafından yapılan çeviride fidye kelimesine parantez açılarak Fitre Anlamı verilmesi, ve bu anlamında bir rivayet ile delillendirilmeye çalışılması, vakfın her zaman dile getirdiği, Kur'an'ın Kur'an ile anlaşılması prensibine ne kadar uygun olduğunu sizlerin takdirlerine bırakıyoruz. 

Çünkü bir şey için verilen fidye, bir yükten kurtulmanın bedelidir. Tutulan orucun karşılığı olarak fidye vermek demek, fidye kelimesinin anlamı ile uyuşmayacaktır. Bir kimsenin fidye vermesi için, yükümlü olduğu şeyi yerine getirmemiş olması gerekmektedir. Oruç tutan bir kimsenin böyle bir yükümlülüğü olduğunu iddia ederek onun fidye vermesi gerektiğini söylemek tutarlı olmayacaktır. Fidye vermesi gereken kimselerin, oruç tutamayan kimseler olması gerektiğini düşünmekteyiz.

Bakara s. 184. ayetine verdikleri anlamın altına koydukları dipnot ise şöyledir;

Âyete göre oruç tutabilecek olan herkesin, bir çaresizi doyurması yani fitre vermesi gerekir. Abdullah b. Ömer demiş ki; “Allah’ın Elçisi, fıtır veya Ramazan sadakasını, erkeğe, kadına, hüre ve köleye, hurmadan bir sa’(3920 gr) veya arpadan bir sa’ olarak farz kıldı. İnsanlar bunu yarım sa’ buğdayla denkleştirdi.” (Buharî, Zekât 77)

Önce yazılan dipnottaki Ayete göre kelimesinin üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Kim olursa olsun, Kur'an hakkında yaptığı yorumları mutlaklaştırmak sureti ile, Ayete göre-Kur'an'a göre- Kur'an'da...... şeklindeki sözlerle, okuduğu ayetten anladığını Kur'an böyle diyor şeklinde göstermeye hakkı yoktur. Kur'anı okuyan ve okuduğu ayetler hakkında yorum yapan bir kimselerin, Bu konuda benim anladığım bu dur şeklinde bir iddia ortaya koyarak, söylediklerinin kesin ve mutlaklık ifade etmediğini, hata veya eksik payı bırakmak sureti ile ortaya koymak zorunda olduğunu düşünüyoruz.

Ayete göre dedikten sonra, oruç tutabilecek herkesin bir çaresizi doyurması yani fitre vermesi gerekir şeklindeki düşünceyi, ayetin emri gibi göstermek yerine, bu konuda bizim görüşümüz bu dur şeklinde bir söz sarf etmiş olsalardı, bu sözlerini eleştiri konusu bile etmez, bu görüşünüze katılmıyoruz der geçerdik. Fakat böyle bir iddiayı ayetin emri gibi göstermek, vakıf için büyük bir talihsizliktir. 

Vakıf Ramazan ayı içinde verilen ve Fıtr sadakası olarak bildiğimiz şeyin Ayetin emri, ve tutulan orucun bir fidyesi olarak verilmesi gerektiğini, yani Farz hükmünde olduğunu iddia etmektedir. 

Fıtr sadakasına Bakara s. 184. ayetinde geçen Yutikune kelimesine oruç tutabilenler anlamı yükledikten sonra, Fidyetün kelimesine Fitre anlamını yüklemek, ve bu anlamı Buhari'deki bir rivayeti delil getirmek sureti ile Farz hükmüne sokmak şeklindeki düşüncenin, yeniden değerlendirilmesi gerektiğini söylemek istiyoruz. Vakfın bazı konular hakkında yanlışından dönmesini bilen bir tutuma sahip olduğu vakfı tanıyan herkesçe bilinmektedir. 

Ayrıca yine dipnottaki Peygamberin farz kılması ifadesi, yapılan hatalardan bir tanesidir. Buhari den alınan rivayetin Arapça metninde böyle bir ifade olup olmadığı konusunda bilgimiz olmamakla birlikte, dipnota vakıf tarafından böyle bir ifade konulmuş olması bir talihsizliktir. Bir şeyi Farz kılma yetkisinin sadece Allah'a ait olduğu, Peygamberin görevinin Allah'ın farz kıldığını insanlara duyurmak, ve onu kendi hayatına da uygulamak olduğunu düşündüğümüzde, farz kılma yetkisi olduğuna inanılan bir Peygamberin, Allah (c.c) ile aynı konuma getirilmesi söz konusu olmaktadır. Böyle bir hatalı ifade, vakfın Kur'an'ı öncelleyen söylemi ile tezat arz etmektedir.

Ayet içindeki "
Kim bir iyiliğin fazlasını yaparsa onun için iyi olur. Oruç tutmanızın ne kadar iyi olduğunu bilseniz" cümlesinin, oruç tutmaya gücü yettiği halde bazı sebeplerden dolayı tutmakta zorlanan kimselerin vicdanına seslenen bir hitap olduğu açıktır. Kişinin hastalık ve yolculuk gibi bir mazereti olmadığı halde meşakkatinden dolayı oruç tutmak yerine fidye vermesi bir ruhsat olmuş olsa da, oruç tutmaya çalışmanın daha uygun olduğu ifade edilmiş olmasına rağmen, parantez açılarak "(hasta ve yolcu olmanıza rağmen)"  ilavesi konulmasının yine başka bir talihsizlik olduğunu düşünmekteyiz. 

Kanaat olarak Elmalılı Hamdi Yazır tarafından bu ayete verilen anlamın daha isabetli olduğunu, ayrıca tefsirinde bu ayet ile ilgili yapmış olduğu izahatın doyurucu bilgiler taşıdığını söylemek istiyoruz. 


[002.184] Sayılı günler, içinizden hasta olan veya seferde bulunan ise diğer günlerden sayısınca, ona dayanıb kalacaklar üzerine de fidye: bir miskin doyumu, her kim de hayrına fidyeyi artırırsa hakkında daha hayırlıdır, bununla beraber oruc tutmanız sizin için daha hayırlıdır eğer bilirseniz

Dikkat edilirse Elmalılı Yutikunehu kelimesine dayanıp kalacaklar şeklinde bir anlam vermektedir. Bu anlamı, bir arabayı yokuş yukarı itmeye çalışan ve gücünün son haddine kadar kullandığı halde amacına ulaşamayan bir kimseyi düşündüğümüzde daha iyi anlayabiliriz. 

Oruç tutmak ile bunu bağladığımız zaman, oruca başlayan bir kimsenin içinde bulunduğu şartlardan dolayı onu tutmakta güçlük çekmesi oruca dayanıp kalmak yani yarı yolda kesilmek tükenmek anlamına gelmektedir. İşte bu durumda olan kimselerin oruç tutmayarak fidye vermelerine ruhsat vardır. Çünkü şartları gereği bu orucu Ramazan sonrasında da tutma imkanları bulunmamaktadır.

Sonuç olarak; Süleymaniye vakfı tarafından çıkarılan mealde, Bakara s. 184. ayetindeki Yutikune kelimesine verilen anlam, şayet bu kelimenin Al-i İmran s. 180. ayetindeki geçişi dikkate alınarak yapılmış olsa idi daha isabetli olabilirdi. Ayrıca Farz  olduğunu iddia ettikleri fıtr sadakasını fidye kelimesinin anlamına uygun bir şekilde delillendirmemiş olmaları vakfın fıkıh konusundaki uzmanlığı ile tezat arz etmektedir.

Farz olarak ifade etikleri konunun delilinin Buhari hadisinden getirilmiş olması, bir şeyin farz olması için delaleti ve subuti kat'i olması gerektiği ile ne kadar uyumlu olduğu yine vakıf alimlerinin yeniden düşünmeleri gereken bir konu olduğunu düşünmekteyiz. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

9 Haziran 2017 Cuma

Hac s. 15. Ayeti Üzerinde Bir Tefekkür Çalışması

Hac s. 15. ayeti okunduğu zaman, bazı kimselerde bu ayetin nasıl bir mesaj içermiş olabileceği konusunda soru işaretleri doğuran bir ayettir. 

مَنْ كَانَ يَظُنُّ أَنْ لَنْ يَنْصُرَهُ اللَّهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ فَلْيَمْدُدْ بِسَبَبٍ إِلَى السَّمَاءِ ثُمَّ لْيَقْطَعْ فَلْيَنْظُرْ هَلْ يُذْهِبَنَّ كَيْدُهُ مَا يَغِيظُ

Bu ayetin çevirileri genelde şu şekilde yapılmaktadır;

[022.015] [DI] Allah'ın peygamber'e dünyada ve ahirette yardım etmeyeceğini sanan kimse, yukarı bağladığı bir ipe kendini asıp, boğsun; bir düşünsün bakalım, bu hilesi kendisini öfkelendiren şeye engel olabilir mi?

[022.015] [DV] Her kim, Allah'ın, dünya ve ahirette ona (Resûlüne) asla yardım etmeyeceğini zannetmekte ise, (Allah ona yardım ettiğine göre) artık o kimse tavana bir ip atsın; (boğazına geçirsin); sonra da (ayağını yerden) kessin! Şimdi bu kimse baksın! Acaba, hilesi (bu yaptığı), öfke duyduğu şeyi (Allah'ın Peygamber'e yardımını) gerçekten engelleyecek mi?

[022.015] [E0] Her kim, ona Allah Dünyada ve Âhırette aslâ yardım etmez zannediyorsa hemen Semâya bir ip uzatsın sonra nefesini kessin de baksın keydi gayzını giderecek mi?

Bu ayetin çevirilerinde geçen İntihar etmek, kendini tavana asmak gibi deyimlerin, Arapça orjinal metinde karşılığının bulunmamasına rağmen, bir çok çeviride bu ibareleri veya bu doğrultuda yapılan çevirileri görmekteyiz. Ayrıca bu ayetin bazı kimseler tarafından yapılmış çevirilerinin ise, yardım etmek fiili ile kast edilenin elçi değil, inkarcı kimseler olduğu merkeze alınarak yapıldığını görmekteyiz. 

Yardım etmek fiili ile kast edilenin ayet içinde açık olarak belirtilmemiş olması, böyle yorumlara yol açmakla birlikte, Len yensurehu kelimesindeki hu zamiri ile Muhammed (a.s) ın kast edilmiş olmasının daha muhtemel olduğunu söylemek istiyoruz. Bu ihtimali ise, Kur'an içinde geçen Allah'ın elçilerine yardım sözünün geçtiği ayetler güçlendirmektedir. 

[006.034] Andolsun, senden önce nice resuller yalanlandı ve kendilerine yardımımız gelene kadar yalanlamalarına ve sıkıştırılmaya katlandılar. Allah'ın sözlerini değiştirebilecek yoktur; and olsun ki: Peygamberlerin haberi sana da geldi.

[008.062] Eğer sana hile yapmak isterlerse, şunu bil ki, Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir.

[009.040]  Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikinicisydi. Hani onlar mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

[012.110]  Öyleki resuller, umutlarını kesip de, artık onların gerçekten yalanladıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir; biz kimi dilersek o kurtulmuştur. Suçlu-günahkârlar topluluğundan zorlu-azabımız kesin olarak geri çevrilmeyecektir.

[030.047]  Andolsun ki, biz senden önce de elçileri kavimlerine gönderdik, onlar belgeler getirdiler; dinleyip suç işleyenlerden öç aldık, zira inananlara yardım etmek bize hak olmuştur.

[040.051] Şüphe yok ki, Biz elbette resûllerimize ve imân edenlere dünya hayatında ve şahitlerin kâim olacakları günde yardım ederiz.

[048.003] Böylece sana, kimsenin güç yetiremeyeceği bir şekilde yardım eder.

Elçilerine yardım etmeyi kendisi için bir görev olarak gören Allah (c.c), son elçisine de elbette bir çok yerde yardım etmiş ve bu yardımını kitabında haber vermiştir. Bu durumu dikkate alarak Hac s. 15. ayetini okumaya ve anlamaya başladığımızda Men kane yezunnü el ley yensurahüllahü fid dünya vel ahırati  cümlesinin, "Kim Allah'ın ona (elçisine) dünya ve ahirette asla yardım etmeyeceğini zannediyorsa" şeklinde yapılan çevirilerinin daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.
Muhammed Esed:
Kim ki Allah’ın kendisine bu dünyada da, ahirette de yardım etmeyeceğini düşünüyorsa, göğe başka bir yolla ulaşmayı denesin de yol katetsin; ve böylece görsün, bakalım, bu hilesi onu sıkıntısından kurtaracak mı

felyemdüd bi sebebin iles semai sümmelyakta  Semaya bir sebeb uzatsın sonra (o yardımı kesmeye gücü yetebiliyor ise) kessin

Sebeb: Bir amaca ulaşmada vasıta olarak kullanılan şey demektir. Yani "yolunu bir şekilde bulsun ve semaya çıksın" demektir. Bazı çevirilerde sema kelimesine, evin tavanı olarak verilen anlamın isabetli olmadığını düşünmekteyiz. Burada kesilmesi istenen şey, evin tavanına bağlanan ve boğaza geçirilen ilmik değildir. Kesilmesi istenilen şey, Allah'ın elçisine yaptığı yardımdır.

Allah (c.c) nin böyle bir ifade kullanmış olması, kullarının böyle bir işi asla başaramayacak olmasındandır. Böyle bir cüretin Firavun tarafından gösterilmeye çalışıldığını haber veren ayetleri okuduğumuz zaman, Hac s. 15. ayetinin anlamı biraz daha açılmaya başlayacaktır.

[028.038] Firavun dedi ki: «Ey önde gelenler, sizin için benden başka bir ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Hâmân, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa'nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum.»

[040.036-37] «Firavun dedi: Ey Haman, bana yüksek bir kule yap ki o sebeplere (yollara) erişeyim.»«Göklerin yollarına. Böylelikle Musa'nın ilahına çıkabilirim. Çünkü ben, onun yalancı olduğunu sanıyorum. İşte Firavun'a, kötü ameli böyle çekici kılındı ve yoldan alıkonuldu. Firavun'un hileli-düzeni, 'yıkım ve kayıpta' olmaktan başka (bir şey) olmadı.

Hac s. 15. ayetinde geçen sebeb kelimesinin Mümin s. 36 ve 37. ayetlerinde de geçmiş olması, önemli bir ayrıntıdır. Allah (c.c) elçisi olan Musa (a.s) a düşmanlık yapan Firavun'un sonunu hatırlatarak, elçilerine karşı düşmanlık yapanların, onlara yaptığı yardımı engellemeye çalışanların sonlarının ne olduğunu Firavun örneğinde göstererek, aynı şeyin Muhammed (a.s) a düşmanlık yapanlar içinde geçerli olacağını haber vermektedir.

Göğe yükselebilmek, kulların takatini aşan ve imkansız bir durum olması hasebiyle, Allah (c.c) bu şekilde inkarcılara meydan okumaktadır. Kendisinin elçi iman edenlere olan yardımını engelleyebilmek için böyle bir güç sahibi olmak gerektiğini hatırlatarak, böyle bir güce ise kimsenin sahip olma imkanı olamayacağını herkesin bilmesinden dolayı, elçisine ve iman edenlere yapacağı yardımı kimsenin engellemeye gücünün yetmeyeceğini bu şekilde haber vermektedir. 


felyenzur hel yüzhibenne keydühu ma yeğıyz . Bir baksın (Allah'ın yardımını engellemek için) bu yaptığı hilesi onun öfke ve kinini giderebilecek mi.

Ayeti toparlayacak olursak; Ayet Allah'ın bir sünneti olan elçilerine ve iman edenlere yardım etmesinden kin ve nefret duyanlara eğer güçleri yetiyor ise bu yardımı engellemeleri konusunda meydan okuma yapılmaktadır. 

Ayetin makul bir çevirisi ise şu şekilde yapılabilir;

Kim Allah'ın ona (elçisine) dünya ve ahirette asla yardım etmeyeceğini zannediyorsa 
Semaya bir sebeb uzatsın sonra (o yardımı kesmeye gücü yetebiliyor ise) kessin
Bir baksın (Allah'ın yardımını engellemek için) bu yaptığı hilesi onun öfke ve kinini giderebilecek mi.


[003.160] Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur; eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O'ndan başka size yardım edecek kimdir? İnananlar yalnız Allah'a güvensinler.

[058.021] Allah: Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz, diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir.

Sonuç olarak; Allah (c.c) nin hak edişe bağlı olarak elçilerine ve onlarla beraber olan iman edenlere yardım etmesi onun bir sünneti olup, bu sünneti Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar için de işleyiş göstermiştir. Allah (c.c) nin elçi ve iman edenlere olan yardımı elbette inkarcılar tarafından hoş görülmemekte, onların kin ve nefretini artırmakta idi. 

Allah (c.c), elçisine yaptığı bu yardımı engellemeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini, bu yardımı engellemek için semaya çıkmaya güç yetirmek gerektiği, böyle bir cürete yeltenen Firavun'un akıbetinin ne olduğunu bir çok yerde hatırlatarak, kimsenin kendisi ile boy ölçüşmeye kalkmamasını ihtar etmektedir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


7 Haziran 2017 Çarşamba

Bakara s. 30. Ayetinde Melekler İle Allah Arasında Geçen Konuşmanın Enbiya s. 27. Ayeti Açısından Değerlendirilmesi

Kur'an'ın 7 ayrı suresinde anlatılan Adem ve İblis kıssasının Bakara s. içinde geçen bölümünün 30. ayetinde Allah (c.c) ile melekler arasında şöyle bir konuşma geçmektedir;

[002.030] Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde bir halife kılacağım» demişti; melekler, «Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz» dediler; Allah «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim» dedi.

Bu kıssa tefsirlerde yaşanmış bir kıssa olarak yorumlanmaya çalışıldığı için, bu ayette geçen konuşma da,  gerçek bir konuşma olarak anlaşılmış, bu ayet ile ilgili yapılan yorumlar, bu düşünce üzerinden yapılmaya çalışılmıştır. Fakat bu kıssa ile ilgili ortaya çıkan sorulara verilmeye çalışılan cevaplar, kıssanın yaşanmış bir kıssa olduğu düşüncesi üzerinden verilmeye çalışıldığı için, verilen cevapların tatmin edicilikten uzak ve beraberinde başka soruları getirdiğini de görmekteyiz.

Enbiya s. 27. ayetini okuyan dikkatli bir Kur'an okuyucusu, bu ayette melekler ile ilgili olarak verilen bilgi ile Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşmayı değerlendirdiğinde bu iki ayet arasında bir müşkül durum olduğunu görecek ve bu müşkilata nasıl bir çözüm bulunabileceğini araştıracaktır. Kur'an'da çelişki arayan zehir hafiyelerin dikkatini çekecek olduğunda ise, mal bulmuş mağribi misali Kur'an'da çelişki !! olduğuna dair bir delil olarak gösterilmeye çalışılacaktır.

[021.027] Onun sözünün önüne geçmezler hep onun emriyle hareket ederler.

Enbiya s. 26. ayetinde İbadun Mükremune olarak tanımlanan melekler, 27. ayette Allah (c.c) nin sözünün üzerine bir söz getirmedikleri, o ne emrederse o emir doğrultusunda hareket ettikleri bildirilmektedir. 

Bu ayeti okuyan Adem ve İblis kıssasının birebir yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünen bir kimse, Bakara s. 30. ayetinde Allah (c.c) nin "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" sözüne karşı melekler tarafından "Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" şeklinde söylenen söz ile arasında bir bağ kuramayacak, ve kafasında meleklerin, nasıl oluyor da bu ayete aykırı olarak Allah'a itiraz edebildiklerinin cevabını arayacaktır.

Adem ve İblis kıssasının yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünen bir kimse Enbiya s. 27. ayeti mucibince Bakara s. 30. ayetinde Allah (c.c) tarafından "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" söylenen söze karşılık meleklerin itiraz etmek yerine " Sen her şeyin en iyisini bilirsin senin sözünün üzerine söz söylemek bize yaraşmaz" demelerinin gerektiğini düşünecektir. Halbuki melekler böyle demek yerine, Allah'a itiraz etmektedirler.

Kıssanın yaşanmış bir kıssa olarak görülmesi sonucunda ortaya çıkan müşkülatlardan bir tanesi de bu dur.

Adem ve İblis kıssasının yaşanmış bir kıssa olarak görmek yerine temsili bir kıssa olduğunu düşünmek ve kıssayı bu düşünce üzerinden okumaya çalışmak, bu kıssa ile ilgili ortaya çıkan bazı gereksiz soruların sorulmamasını da beraberinde getirecektir. Temsili kıssalar da öne çıkan asıl nokta, o kıssanın yaşanıp yaşanmadığı değil, o kıssa üzerinden verilmeye çalışılan mesaj olmalıdır. 

Bu kıssanın gerçek olarak yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünmek, işte böyle bir müşkülata yol açmakta, ortaya çıkan bu müşkülatın çözümü ise, kıssayı yaşanmış bir kıssa değil, temsili bir kıssa olarak okumakla çözüleceğini düşünmekteyiz. Temsili kıssalarda öne çıkan husus, kıssada adı geçen kişiler değil, o kişiler üzerinden verilmek istenen mesajdır. Adem ve İblis kıssası böyle bir düşünce içinde okunduğunda, Bakara s. 30. ayetinde geçen meleklerin itirazının Enbiya s. 27. ayeti ile arasından herhangi bir sorun teşkil etmediği de anlaşılacaktır. 

Çünkü kıssada asıl nokta muhataba mesaj vermek olup, bu mesaj ise edebi bir anlatım üslubu olan temsili anlatım şeklinde verilmektedir. Kıssanın temsili bir anlatım üslubu dahilinde okunması, bu gibi müşkülat arz eden durumların da ortaya çıkmasını önleyecektir. 

Adem ve İblis kıssasının temsili olduğunu iddia etmek, kıssayı inkar etmek anlamına gelmemektedir. Kıssayı okuyan kimse o kıssanın yaşanıp yaşanmadığı üzerinde değil, o kıssa üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenilmiş olabileceğini düşünerek okuduğunda, bu kıssa ile ilgili olarak daha net bilgi sahibi olacaktır. 

Enbiya s. 27. ayeti ile Bakara s. 30. ayeti arasındaki müşkül durum, bu kıssanın temsili bir kıssa olarak okunmasını gerektirdiğine dair olan düşünceye bir delil olduğunu düşünmekteyiz.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


6 Haziran 2017 Salı

Taha s. 96. Ayetinin Farklı Çevirileri Üzerinde Bir Mülahaza

Musa (a.s) kıssası içinde gördüğümüz Samiri adındaki karakter, bilindiği gibi Musa (a.s) ın Tur dağına çıkmasının ardından kavmini saptırmış ve yaptığı buzağıyı onlara, İşte bu sizin ilahınız diyerek, Musa (a.s) geri dönene kadar kavminin onun buzağıya tapmasına sebep olmuştur. Onunla ilgili bilgiler Araf ve Taha surelerinde geçen Musa (a.s) kıssası içinde geçmektedir. 

Taha suresi içinde onunla ilgili ayetlerde geçen sorgulanma sahnesinde, buzağıyı yapma gerekçesini anlattığı 96. ayetin çevirilerini okuyanlar, bu çevirilerde içlerine sinmeyen bazı noktalar görecek, ve bu ayetin daha farklı bir çevirisi olması gerektiğini  düşüneceklerdir, Yazımızda bu ayetin üzerinde durmaya, ve bu ayetin yapılmış olan bazı çevirilerini ele almaya çalışacağız.

قَالَ بَصُرْتُ بِمَا لَمْ يَبْصُرُوا بِهِ فَقَبَضْتُ قَبْضَةً مِّنْ أَثَرِ الرَّسُولِ فَنَبَذْتُهَا وَكَذَلِكَ سَوَّلَتْ لِي نَفْسِي

Ayetin bazı çevirileri şu şekildedir;

Ali Fikri Yavuz :
Sâmirî şöyle dedi: “- Ben İsrail oğullarının görmedikleri Cibrîl’i gördüm de, O Rasûlün izinden bir avuç toprak aldım ve onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Böylece bunu, bana, nefsim hoş gösterdi.”

Bekir Sadak :
Samiri: «Onlarin gormedikleri bir sey gordum ve o sana gelen elcinin bastigi yerden bir avuc avucladim. Bunu ziynet esyasinin eritildigi potaya attim. Nefsim boyle yaptirdi» dedi.


Bayraktar Bayraklı
Sâmirî, “Onların görmedikleri bir şey gördüm ve o elçinin bastığı yerden bir avuç avuçladım. Bunu ziynet eşyalarının eritildiği potaya attım. Bunu böyle nefsim bana hoş gösterdi" dedi

Hayrat Neşriyat :
(Sâmirî:) '(Ben, onların) görmedikleri şeyi gördüm ve (sana gelen) o elçinin(Cebrâîl’in atının) izinden bir avuç (toprak) avuçlayıverdim de onu (eritilmiş ziynet eşyâlarının içine) attım; böylece bunu nefsim bana hoş gösterdi' dedi.


Suat Yıldırım :
"Ben," dedi, onların görmedikleri bir şeyi gördüm. O resul’ün izinden bir avuç toprak alıp onu potanın içine attım. İşte böylece nefsim böyle yapmayı bana hoş gösterdi."


Bu ayet ile ilgili olarak yapılmış tefsirlere bakıldığında, Samiri'nin Musa (a.s) a gelen Cebrail'in bastığı toprakta kalan ayak izinden bir avuç toprak aldığı, bu toprağı yapmış olduğu buzağı heykeline kattığı gibi yorumlara rastlamaktayız. Bu kıssayı Kur'an'dan okuduğumuz zaman, orada bu tür çevirileri destekleyecek herhangi bir karine bulunmamaktadır. Halbuki bu tür çevirileri yapanlar ayet içinde geçen Eser (iz) kelimesini kıssa içinde aramış ve bu izi takip ederek ayete anlam vermeye çalışmış olsalardı, bu ayetin daha değişik bir anlama sahip olabileceğini anlayabilirlerdi.

Taha s. 83. ayetinde Allah (c.c) tarafından "Seni acele ile kavminden ayrılmaya sevkeden nedir, ey Musa!" sorusuna Musa (a.s) şekilde cevap vermektedir;

[020.084] Musa: «Onlar, benim izimin (ala eseri) üzerindeler ve ben, hoşnut olasın diye, sana gelmekte acele ettim ey Rabbim!» dedi.

96. ayette geçen eserirasuli (resulün izi) kelimesinin ne anlama gelebileceği, 84. ayette geçen eser kelimesi ile neyin ifade edilmiş olabileceği üzerinden düşünmekten geçtiğini söyleyebiliriz.

Musa (a.s) Tur'a çıkarken kardeşi Harun'a kavmine sahip olması için talimat vermiş (7.142), kavminin kardeşine itaat edeceği düşüncesi içinde Tur dağına çıkmıştır. Kavminin kendisinin izinin üzere olduğunu söylemesi, kardeşine verdiği talimatları kavminin yerine getireceğine, yani şirke düşmeyeceklerine dair olan inancından ötürüdür.

84. ayeti bu şekilde anladığımız zaman, 96. ayette geçen eserirresuli kelimesinin anlaşılması kolaylaşacaktır. Samiri neden böyle bir işe giriştiğine dair kendisine sorulan soruya şöyle cevap verir;

 basurtu bi mâ lem yabsurû bihî 

Samiri kendisinin kavminden daha basiretli olduğunu, Musa (a.s) ın öğretilerinin yanlış olduğunu anladığını iddia ederek "Onların göremediklerini ben gördüm" demektedir.

 fe kabadtu kabdaten min eserir resûli 

Kendisi de Musa'nın kavminden olması nedeniyle, onun tarafından öğretilen ve tebliğ edilenler Samiriye de  ulaşmıştır. Samirinin "elçinin izinden bir avuç aldım" demesi, Musa'nın kavmine öğrettiği tevhidi hakikatlerin kendisini de ulaştığı anlamına gelmektedir.

Burada Samirinin, neden senin izinden değil de, resulün izinden dediği sorusu sorulabilir. Böyle bir ifade kullanmış olmasına sebep olarak, resul kavramının anlam alanının dikkate alınması gerektiğini söyleyebiliriz. Resul adı ile bilinen insanlar, Allah (c.c) nin kendilerine vahyettiği bilgileri, insanlara iletmekle görevli kimseler olmasından dolayı, hangi resul olursa olsun onun tarafından insanlara öğretilen bilgiler insan hayatından atıldığında, ortaya çıkan boşluğu şirk dolduracaktır. Musa yerine resul kullanılması, meselenin boyutlarını bütün resuller ile alakasının kurulmasını sağlamasına yönelik olduğunu söyleyebiliriz.

fe nebeztuhâ ve kezâlike sevvelet lî nefsî.

Bu ifadeler Musa (a.s) tarafından öğretilen tevhidi hakikatlerin Samiri tarafından kabul görmediğini ona da öğretilen gerçekleri attığını yani onlardan sıyrılarak şirk merkezli bir düşünceyi tercih ettiğini göstermektedir.

Ayeti toparlayacak olursak; Samiri buzağıyı yapma gerekçesi olarak kavminin basiret sahibi olmamasından dolayı Musa (a.s) ın ilahına tabi olmayı kabul ettiğini, fakat kendisinin kavminden daha basiretli olmasından dolayı, bu bilgileri ret ettiğini söylemektedir. 

Bu doğrultuda yapılan bazı çeviri örnekleri de şu şekildedir;Abdullah Parlıyan:
"Onların göremediği bir şeyi gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp onu atıverdim, veya elçi olan Musa’nın öğretilerinden bir kısmını fırlatıp attım, böylelikle bana bu işi nefsim hoşa giden bir şey olarak gösterdi."
Abdullah Parlıyan:
"Onların göremediği bir şeyi gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp onu atıverdim, veya elçi olan Musa’nın öğretilerinden bir kısmını fırlatıp attım, böylelikle bana bu işi nefsim hoşa giden bir şey olarak gösterdi."
Abdullah Parlıyan:
"Onların göremediği bir şeyi gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp onu atıverdim, veya elçi olan Musa’nın öğretilerinden bir kısmını fırlatıp attım, böylelikle bana bu işi nefsim hoşa giden bir şey olarak gösterdi."

Abdullah Parlıyan
Sâmirî cevaben: “Onların göremediği bir şeyi gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp onu atıverdim, veya elçi olan Musa'nın öğretilerinden bir kısmını fırlatıp attım, böylelikle bana bu işi nefsim hoşa giden bir şey olarak gösterdi.”


Edip Yüksel
Dedi ki, 'Onların görmediğini gördüm, elçinin öğretisinden bir kısmını alıp attım. Böyle uygun gördüm

Hasan Basri Çantay :
O da (şöyle) dedi: — «Ben onların görmediklerini gördüm. Binâen'aleyh o peygamberin izinden bir avuç (toprak) alıb onu (erimiş hulliyyâtın içine) atdım. Bunu bana nefsim hoş gösterdi böyle»

İlyas Yorulmaz
Samiri Musa'ya “Onların göremedikleri bir şeyi gördüm. Allah resulü olarak senin insanlara öğrettiklerinden bir kısmını alıp ve nefsimin bana hoş gösterdiği şeyi karıştırarak (tapmaları için kavmime bu buzağı heykelini) yaptım” dedi

Kadri Çelik
Dedi ki: “Ben (kendi aklımca halkın inançlarında) onların görmediklerini (bir takım eksiklikler) gördüm de böylece elçinin izinden bir avuç alıp onu atıverdim (belli bir yere kadar yolunu takip edip sonra terk ettim) ve bana nefsim böyle hoş gösterdi

Muhammed Esed
"Ben onların göremediği bir şeyi gördüm; ve bu yüzden, Elçi'nin öğretilerinden bir tutam aldım ve onu fırlatıp attım; içimde bir şey böyle (yapmaya) itti beni.


Mustafa İslamoğlu
O dedi ki: "Ben (bu) işe onların bakmadıkları bir gözle baktım; bu nedenle de Elçi'nin (İnanç sisteminden) etkili bir parçayı çekip aldım ve kaldırıp attım: zira güdülerim beni böyle yapmaya sevk etti.

Şaban Piriş :
O da: -Onların görmedikleri bir şey gördüm ve elçinin izinden bir avuç avuçladım ve onu attım. İşte nefsim bunu bana hoş gösterdi. dedi.

Süleyman Ateş
(Sâmiri): "Ben dedi, onların görmediklerini gördüm. Elçinin eserinden bir avuç aldım da attım; nefsim bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi.

Erhan Aktaş
Samiri: “Ben, onların anlamadıkları şeyi anladım1. Rasulün izinden bir avuç avuçladım ve sonra da onu attım.2 Bunu bana nefsim hoş gösterdi" dedi.

 1-Halkın göremediğini, yani Hazreti Musa’nın sihir yaptığını anladım. 2- Musa’nın izinden giderek onun gibi olağanüstü bir iş yaparak buzağının ilah olduğunu halka göstermek istedim

Yukarıda vermiş olduğumuz meal örnekleri, Taha s. 96. ayetinin daha doğru olduğunu düşündüğümüz çevirileridir. Çevirilerde dikkat edileceği üzere Eser kelimesi Cebrail'in ayak izi olarak değil, Musa (a.s) ın resul olmasından kaynaklanan görevi dahilinde kavmine yaptığı öğütleri ifade eden bir anlama sahiptir. Bu anlamı dikkate alarak yapılan çevirilerin Kur'an bütünlüğüne daha uygun olduğunu söyleyebiliriz. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.  

3 Haziran 2017 Cumartesi

Meryem s. 87. Ayeti Örneğinde Şefaat Konulu Ayetlerin Tahrifi

Şefaat konusu, İslam düşüncesi içinde en fazla yanlış anlaşılan ve istismara uğrayan konuların başında gelmesi bakımından, Kur'an'ın din de belirleyici bir kitap olmasının kapısı açıldıktan sonra tartışılmaya başlamıştır. Kur'an'ın bu konudaki söyledikleri, müşriklerin inançlarını ret etme sadedinde olmasına rağmen, şefaat konusu İslam inancı içinde yer alarak neredeyse imanın şartlarından bir tanesi haline getirilmiştir.

Müşrik inancının İslam inancı haline getirilmesi için gerekli olan ameliyenin başında gelen şefaat konulu bazı ayetlerin, tahrif edilerek anlam ve yoruma tabi tutulması, Meryem s. 87. ayetinin de başına gelmiş, bu ayet bağlamından koparılmak ve tahrife uğratılmak sureti ile anlamlandırılmış, ve o şekilde bir yoruma tabi tutularak, şefaate delil ayetlerden birisi olarak önümüze konulmuştur. Şefaat konusu açıldığı zaman Meryem s. 87. ayeti de önce sürülerek, "Bak kardeşim bu ayette Allah'ın ahit verdiği kimseler şefaat edecek buyuruluyor" denilerek bu ayet, Allah'ın dışında şefaatçiler olduğuna dair delil  olarak sunulmaktadır.

Yazımızda bu ayeti ele alarak, bağlamı dahilinde okumaya, ve bu ayete verilen anlamların nasıl tahrifkar bir şekilde yapıldığına dikkat çekmeye çalışacağız.

لَا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِندَ الرَّحْمَنِ عَهْدًا

Ayetin Elmalılı Hamdi Yazır tarafından yapılan ve orjinal metne sadık kalarak yapılmış olan çevirisi şu şekildedir;

Rahmanın nezdinde bir ahd almış olan kimseden başkaları şefaate malik olamıyacaklar.

Fakat aynı kişinin yaptığı çeviri, sadeleştirenler tarafından şu şekle sokulmuştur;

Elmalılı sadeleştirilmiş 1
Rahman'ın katında bir söz almış olan kimseden başkaları şefaat etme hakkına sahip olamayacaklardır.

Elmalılı sadeleştirilmiş 2
(O gün) Rahmân (olan Allah)'ın katında bir ahd almış olan kimseden başkaları şefaat etme hakkına sahip olamayacaklardır.

Elmalılı Hamdi Yazır belki klasik anlamda bir şefaat düşüncesini kabul ediyor olsa dahi, bu düşüncesini ayete söyletmeye çalışmak gibi bir hataya düşmemiş, fakat onu sadeleştirenler onun yaptığı çeviriyi tahrif ederek, kendi sahip oldukları inancı ayete söylettirmeye çalışmak sureti ile, hem ilmi yönden gayri ahlaki bir tavır sergilemişler, hem de ayeti tahrif etmişlerdir.


Meryem s. 87. ayetinin meallerine baktığımızda ekseriyetle bu ayetin klasik anlamdaki şefaat algısını ayete onaylatmak amaçlı bir şekilde çevrildiğini görmekteyiz.

Diyanet İşleri :
Rahmân’ın katında söz almış olanlardan başkaları şefaat hakkına sahip olmayacaklardır.

Bayraktar Bayraklı
O gün, Rahmân’ın katında bir söz almamış olandan başkası asla şefaatte bulunamayacaktır.

Suat Yıldırım
Rahman’ın huzurunda, söz almış olanlar dışında hiç kimse şefaat edemeyecek.

Süleyman Ateş :
Yalnız Rahmân'ın huzûrunda söz almış olanlardan başkaları şefâ'at edemezler.

Halbuki Meryem s. 87. ayeti ön yargısız bir şekilde okunmuş olsaydı, bu tür yapılan çevirilerin ne kadar yanlış olduğu da görülmüş olacaktı. Ayeti 77. ayetten itibaren başlayan bir bağlamı olduğunu ve bu bağlam dikkate alınarak 87. ayeti okuduğumuz zaman, yukarıda örneklerini verdiğimiz türden çevirilerin ne kadar hatalı ve tahrifkar olduğu da görülecektir.

[019.077] Ayetlerimizi inkar eden; bana elbette mal ve çocuk verilecektir, diyeni gördün mü?.

Bu ayet, 87. ayeti doğru anlamanın ilk basamağıdır. 87. ayete kadar devam eden ayetler "Bana elbette mal ve çocuklar verilecektir" şeklinde bir iddia da bulunan kişinin, dolayısı ile bu tür düşünceler içinde olan diğer kişilerin de iddialarını ret etmektedir.

[019.078] Gaybe muttali' mi olmuş? Yoksa rahmanın indinden bir ahid mi almış?.

78. ayet, 77. ayette ortaya atılan iddiayı kinayeli bir biçimde ret etmektedir. Bu noktada Mekke müşriklerinin ahiret inancına sahip olup olmadığı sorusu gündeme gelecektir. Çünkü 77. ayette ortaya atılan iddianın gerçekleşeceği yer ahiret olup, Allah'ın ayetlerini inkar eden kişi, kendisine ahirette mal ve çocuklar verileceğini iddia etmektedir.

78. ayet içindeki ahden kelimesi, 87. ayette de karşımıza çıkacak, ve 87. ayeti doğru anlamaya yardımcı olacak anahtar bir kelime olması açısından önemlidir. Bu kelime aynı zamanda, şefaate sahip olmanın ne anlama geldiğini de anlamamız açısından dikkate alınması gerekmektedir.

Mekke müşriklerinin bir çok ayette yeniden dirilişi ret ettiklerini görmekle birlikte, onların Yahudi ve Hristiyanlarla olan ilişkileri sayesinde ahiret hakkında bilgi sahibi olduklarını söyleyebiliriz. 77. ayette ortaya atılan iddiayı, Mekke'lilerin ahiret hakkında bilgi sahibi olmakla birlikte ona inanmadıklarını, hatta dünya hayatında sahip oldukları mal ve çocukların kendilerine inanılmaz bir öz güven sağladığını, bu öz güvene dayanarak eğer ahiret diye bir yer olsa dahi, orada da aynı hayatı süreceklerine inandıklarını söylemek mümkündür.

Benzer bir durumu Kehf suresi içinde anlatılan bahçe sahipleri kıssasında da görmekteyiz. 

[018.036]  «Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.»

Burada da ahireti inkar etmesine rağmen, dünya hayatında sahip olduğu malın verdiği öz güven içinde ahirette de aynı şeylere sahip olacağını düşünen bir inkarcının sözlerini görmekteyiz.

[019.079] Hayır, onun söylediğini kitaplaştıracağız ve azabını uzattıkça uzatacağız.

79. ayet, 77. ayette ortaya atılan iddiayı ret etmekte, söylenilen sözün her söz ve amelde olduğu gibi kayıt altına alındığını haber vererek, Allah'ın ayetlerini yalanlayan bir hayat sürmesinden dolayı bu iddiasının gerçekleşmeyeceğini, ve ebedi azaba düçar olduğunu haber vermektedir.

[019.080] O sözünü ettiği mal ve evlada Biz vâris olacağız, nesi var nesi yoksa Bize kalacak ve o, huzurumuza tek başına gelecektir.

80. ayet, dünya hayatında sahip olunan mal ve çocukların ahiret hayatında da sahip olunacağı iddiasını ret etmeye devam ederek, 77. ayetteki iddia sahibinin herkes gibi tek başına Allah'ın huzuruna geleceğini bildirmektedir. 

Bu konuda Kur'an'da başka ayetlerde de haberler görmekteyiz. 

[019.095] Ve onların hepsi, kıyamet günü O'na, 'yapayalnız tek başlarına' geleceklerdir.

[006.094] Andolsun ki siz; ilk defa yarattığımız gibi, yapayalnız ve teker teker huzurumuza geldiniz. Ve size verdiğimiz şeyleri ardınızda bıraktınız. Hani, ortaklarınız olduğunu sandığınız şefaatçılarınızı da beraberinizde görmüyoruz. Andolsun ki; aranızdaki bağlar artık kopmuştur. Ortak sandıklarınız da sizden kaybolup gitmiştir.

[019.081] Kendilerine güç (izzet) sağlasınlar diye, Allah'ın aşağısından olan ilahlar edindiler.
[019.082] Hayır, hayır! Taptıkları o nesneler onların ibadetlerini reddedecekler ve kendilerine düşman olacaklardır.
[019.083] Görmedin mi, biz gerçekten şeytanları, küfre sapanların üzerine gönderdik, onları tahrik edip kışkırtıyorlar.

81-82-83. ayetler, 77. ayetteki iddia sahibi ve benzerlerinin dünya hayatında işledikleri amelleri özetlemektedir. Allah'ı bırakarak onun yarattıklarını ilah edinen, ve izzeti o sahte ilahlarda arayanların nasıl bir hüsrana uğrayacağı, 82. ayette haber verilmektedir. 83. ayet ise onların böyle bir şirke düşmelerine sebep olan unsuru açıklamaktadır.

[019.084] Şu halde sen, onlara karşı acele etme. Biz, onların günlerini saydıkça sayıyoruz.

84. ayet herkesin günlerinin sayılı olduğunu, sayılı günler bittiğinde hesap için huzura çıkılacağını haber vermektedir.

[019.085] O gün, takva sahiplerini, heyet olarak Rahmân'ın huzuruna toplayacağız.
[019.086] Suçlu-günahkârları da, susamışlar olarak cehenneme süreceğiz.

85. ve 86. ayetler, kıyamet gününde takva sahiplerinin ve mücrimlerin alacakları karşılığı teasvir etmektedir. Takva sahiplerinin Rahman'ın huzurunda toplanmasını anlamak için, Allah (c.c) nin kendisini bizlere hükümdar olarak tanıtmış olmasını dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz. Bir hükümdarın huzuruna kabul edilmenin bile büyük bir ihsan olduğunu düşündüğümüzde, takva sahiplerine yapılacak olan muameleyi anlamak kolaylaşacaktır.

86. ayette ise, mücrimlerin susamış olarak cehenneme sürülmesini en iyi nuzül ortamında yaşayan suyun değerini bilen çöl insanları anlayabilir. Susuzluk çekmenin ne demek olduğunu iyi bilen çölde yaşayan bir insanın cehennemde böyle bir muamele görmeyi hak etmemesi için yapması gerekenleri yine Kur'an haber vermektedir.

[019.087] Rahmanın nezdinde bir ahd almış olan kimseden başkaları şefaate malik olamıyacaklar.

Bütün bu ayetlerden sonra 87. ayeti anlamak daha da kolaylaşacaktır. Dikkat edilirse 78. ayette gördüğümüz ahden kelimesi, bu ayette de karşımıza çıkmaktadır. Buradaki ahden kelimesini 77. ayetteki "Bana elbette mal ve çocuklar verilecektir" sözü ile olan bağını dikkate aldığımızda şunları söyleyebiliriz;

77. ayetteki inkarcı kişi tarafından söylenen bu söz 87. ayette geçen şefaat sözü ile yakından alakalıdır. Bu kelimenin anlamı, " Bir nesneyi kendi benzerine eklemek, katmak" demektir. Kelimenin "Kendisinin bir yardımcısı olarak onun yerine rica ve talepte bulunmak" anlamı da bulunmasına rağmen, 87. ayetteki şefaat kelimesine, 77. ayetteki inkarcı kişinin sözü dikkate alınarak anlam verilmesinin gerektiğini düşünmekteyiz.

87. ayetteki şefaat kelimesi, 77. ayetteki inkarcı kişinin ahirette kendisine mal ve çocuklar verileceğini iddia etmesi ile bağlantılıdır. Şefaat kelimesinin Bir nesneyi kendi benzerine eklemek, katmak" anlamını dikkate aldığımızda, inkarcı kişi ahirette mal ve çocukları ile yine birlikte olacağını iddia etmekte olup, devam eden ayetler onun bu iddiasını 87. ayete gelen kadar ret etmektedir.

87. ayete gelince "Rahman'ın nezdinde bir ahit almış olan kimselerden başkası şefaate malik olamayacaklar" demek, Rahman olan Allah ahirette kimin kiminle olacağını, kime neler verileceğini kendisi belirlemiştir demek anlamına gelmektedir. Cennet nimetleri ile ile ilgili ayetleri okuduğumuz zaman, söylemek istediğimiz şey daha net olarak anlaşılacaktır. Cennet nimetleri ile ilgili ayetlerin ortak mesajı, dünya hayatında sahip olmak istediğimiz zenginliklerin, cennet hayatında bize verileceğidir.

Bu noktada bu ayete, genel geçer şefaat tanımı dikkate alınarak verilen "Rahman’ın huzurunda, söz almış olanlar dışında hiç kimse şefaat edemez." türünden meallerin ne kadar saçma ve tahrifkar olduğu da anlaşılacaktır. Çünkü ayeti 77. ayetten gelen bir bağlamı takip ederek okuyup ve anlamlandırdığımız zaman, buradaki şefaat kelimesinin bir başkasına şefaat etmek ile uzaktan yakında bir alakasının olmadığı da görülecektir.

Çünkü burada söz edilen şefaat, bir başkası tarafından yapılacak olan rica ve talep anlamı değil, dünya hayatında sahip olunanlar ile yine ahiret hayatında da birlikte olmak anlamı taşımaktadır. Bir kimsenin şefaate yani dünya hayatında sahip olduğu mal ve servete, veya sahip olmak istediklerine kavuşabilmesi, ancak Rahman'ın söz verdiği kimseler için geçerlidir. Rahman'ın verdiği söz ile ona kimseyi şirk koşmayan bir hayat sürülmesi ile gerçekleşecektir.

77. ayetteki inkarcı kişi aslında cenneti istemekte, fakat onun dünya hayatında işlediği amelleri, onun böyle bir nimet ile şereflendirilmesine engel olmaktadır. Şefaati benzerlerin bir arada olması anlamını dikkate alarak okuduğumuzda, Rad suresinde şunları görmekteyiz.

[013.022-4] Onlar, Rablerinin rızasını dileyerek sabrederler, salatı ikame ederler; kendilerine verdiğimiz rızıktan, gizlice ve açıkça sarfederler; iyilik yaparak kötülüğü ortadan kaldırırlar; işte onlara bu dünyanın iyi sonucu, girecekleri Adn cennetleri vardır; babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları da oraya girerler. Melekler her kapıdan yanlarına girip: «Sabretmenize karşılık size selam olsun; burası dünyanın ne güzel bir sonucudur!» derler.

Rad suresi içindeki bu ayetler, Rahman'ın verdiği ahdi en güzel anlatan ayetlerdendir. Rahman, yukarıdaki ayetlerde yazan şartları yerine getirenleri Adn cennetlerine koyacağını vaat etmekte, aynı zamanda yakınlarının da aynı şartları yerine getirdikleri takdirde oraya dahil edileceği bildirilmektedir.

Sonuç olarak; Kur'an ayetlerinin bağlam gözetilmeden ön yargılar sonucu okunması büyük yanlış anlamalara yol açtığı malumdur. Şefaat konulu ayetlerin bir kısmına baktığımız zaman büyük ölçüde tahrife uğratılarak, rivayetleri onaylayacak bir şekilde çevrildiğini görmekteyiz. 

Meryem s. 87. ayetine verilen anlamlara baktığımızda bu ayetin de açık biçimde tahrife uğratıldığını görebiliriz. Ön yargı sahibi olmadan ve bağlamı gözetilerek okunan Meryem s. 87. ayetinin, Allah (c.c) dışında başka şefaatçilerin olduğuna dair bir delil olarak sunulabilecek bir ayet olmadığı görülecektir.

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.