26 Kasım 2014 Çarşamba

Kitap ve Hikmet Üzerine Kur'anda Bir Gezinti

Bazı yazılarımızda vurgulamaya çalıştığımız üzere Kur'an'ı doğru anlamanın önündeki en büyük engellerden birisi; oluşturulmuş olan ön kabullerin delilini aramak amacı ile okunması ve ayetlerin bu ön kabuller doğrultusunda anlaşılmaya çalışılmasıdır. Bu yöntem ile okunan Kur'an ayetleri alakasız konulara delil olarak sunulmuş ve "Allah böyle diyor" denilerek kitleler aldatılmıştır.

Geleneksel İslam düşüncesi içinde Hadis ve Sünnet'in vahiy olduğu, bunların da aynen Kur'an ayetleri gibi indirildiği şeklinde bir söylemin olduğu hepimizin malumudur. Bu ön kabullü düşünceye delil olması için bir takım Kur'an ayetleri o düşünce doğrultusunda te'vil edilerek, sonradan oluşma bu düşünceyi Kur'an'a onaylatma girişimlerinde bulunulduğu da hepimizin malumudur.

Kur'an'ın bazı ayetlerinde Muhammed(a.s)'a indirilen Kitap ile birlikte Hikmet'in de zikredilmiş olması, Hadis ve Sünnet'in vahiy olduğu düşüncesine sahip olanlar için bir delil olarak görülmüştür. Böylece Hikmet'in Sünnet olduğu, dolayısı ile "Sana Kitap ve Hikmet indirdik" şeklindeki ayetlerden; indirilen Kitap'ın Kur'an, indirilen Hikmet'in Sünnet olduğu düşüncesi hakim olmuştur.

En baştan söylediğimiz gibi; ön kabullu bir okuma ürünü olan bu düşünceyi Kur'an bütünlüğünde değerlendirdiğimiz zaman, Muhammed(a.s)'a indirilen tek bir şeyin olduğu konusundaki bir çok ayetin mevcudiyeti, inen şeyin sadece Kur'an olduğunu anlatmaktadır.

Yazımızın ana gayesi Hikmet'in ne olmadığı üzerine değil, ne olduğu üzerinedir. Hikmet'in ne olmadığı ile ilgili olarak Hikmet Kur'an'dan Ayrı Olarak İndirilmiş Bir Vahiy midir? başlıklı bir yazımız mevcuttur.

Burada "Hikmet nedir?" sorusunun cevabının, Kur'an ayetlerinden bulunarak ne olduğunun ortaya konulması gerekmektedir.
   
Hikmet kelimesi; "ıslah etmek, düzeltmek maksadı ile men etmek, engellemek" anlamlarına gelen "Ha-Ke-Me" kelimesinden türemiş olup, sözlükteki anlamı dahilindeki işlemleri yapmanın ismidir.

HİKMET; EŞYANIN TABİATINA HAKİM OLMAK VE ONU YÖNETMEK KABİLİYETİNİN ADIDIR.

Bu bağlamda yaratılan bütün insanlara Hikmet verilmiş olup, asıl mesele verilen bu Hikmetin yani "ıslah etmek, düzeltmek maksadı ile men etmek" şeklindeki amellerin dayandığı ölçünün ne olacağıdır.

[006.136] Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zanlarınca, bu Allah'a, bu da ortaklarımıza (putlarımıza) dediler. Ortakları için ayrılan Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar?

EN'AM 136 ayetinde Mekkeli müşriklerin verdikleri HÜKMün ne kadar kötü olduğunun bildirilmesindeki mesajlardan birisi de; onlara verilmiş olan doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırma melekesini doğru kullanmadıkları, dolayısı ile yapmış oldukları şirk amellerinin kendilerine doğru göründüğü, bunun yanlışlığını haber vermeye gelen Elçiye var güçleri ile karşı çıkma amaçlarının kendi doğrularına göre hareket etmeleri olduğudur.

[038.004-6] Aralarından bir uyarıcı gelmesine şaşırdılar. İnkârcılar; «bu yalancı bir sihirbazdır» dediler.İlâhları hep bir ilâh mı kılmış? Bu cidden şaşılacak bir şey: çok tuhaf. İçlerinden ileri gelenler fırladılar ve dediler ki: «İlâhlarınız üzerinde sabır ve sebat edin. Bu, gerçekten arzu edilen bir murad!»

Burada Allah(c.c) tarafından gönderilen Elçi ve Kitapların fonksiyonu öne çıkmaktadır. Şöyle ki; insanda yaratılıştan gelen bir özellik olan Hikmet yeteneği, ona verilen kullanma kılavuzuna göre yönetilmelidir ki insana verilen Hikmet onun elinde bir silah olup zulüm ve fesada dönüşmesin.

[002.011-12] Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, «Biz ancak ıslah edicileriz» derler. Bilesin ki onlar, fesadçıların ta kendileridir de bunun farkında değiller.

Allah(c.c)'nin Elçilerine verdiği Kitap, hem onlara verdiği Hikmeti, hem de diğer insanlara verdiği Hikmeti nasıl kullanacaklarına dair gerekli olan kılavuzdur. Olayı teşbihî bir misalle anlatacak olursak; herhangi bir yerden aldığımız beyaz eşya türünden bir elektronik aleti, eğer o aletin içinde bulunan kullanma kılavuzuna göre çalıştırmaz isek alet doğru çalışmaz ve arıza çıkarır. Tarih boyunca gönderilen Kitaplar işte böyle bir kullanma kılavuzu olup bu kılavuzu kullanmayıp, kafasına göre kılavuzlar icat edenlerin akıbetlerinin ne olduğu ve olacağı bir çok ayet içinde haber verilmiştir.

Hikmet kelimesi ile yakından alakalı olduğunu düşündüğümüz "Ayet" ve "Kitap" kelimelerinin de bu konu içinde açıklığa kavuşması gerektiğini düşünüyoruz.

"Ayet" kelimesini kısaca; "Allah(c.c)'nin yaratmış olduğu ve onun kudretine delalet eden her şeyin genel adı" olarak tarif edebiliriz. "Kitap" kelimesini de; "bu ayetlerin toplanmış olduğu yerin adı" olarak tarif edebiliriz. "Kainat Kitabı" deyimi bu anlamda kullanılmış olup, gördüğümüz ve görmediğimiz yaratılmış olan şeylerin bütünü için söylenen bir deyimdir.

"Kitap verilmek" deyimini 2 ayrı açıdan değerlendirmek mümkündür.
  1. Yaratılan bütün insanlara, yaşadığı dünyada ayakta kalmak için kendisine verilen doğuştan gelen bazı özellikler,
  2. İnsanlar içinden seçilen Elçilere Allah(c.c)'nin vahy etmesi şeklinde verilen "okunan Kitap".
Bu bağlamda yaratılmış olan bütün insanlara Kitap verilmiş olup, beşer Elçilere bizden farklı olarak vahyedilmek sureti ile verilmiş ilave bir "okunan Kitap" mevcuttur.

[002.031] Allah, Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra bütün nesneleri meleklere göstererek, «Haydi, eğer davanızda haklı iseniz, bunların isimlerini bana söyleyin» dedi.

BAKARA Suresi içinde anlatılan Adem kıssası içinde "Adem'e bütün isimlerin öğretilmesi"ndeki mesaj; bütün insanlara hayatı okumaları için gerekli olan bilginin onlara doğuştan kodlandığını anlatmaktadır.

"Kitap ve Hikmet" ikilisi, yaratılmış olan insanların hepsinde var olan bir olgu olup, insan doğuştan kendisinde var olan Kitap bilgisini yine kendisinde var olan Hikmet bilgisi ile yani doğruyu yanlıştan ayırt etme kabiliyeti ile okuyarak hayat içinde yönünü çizer. Elçiler bu noktada çok önemli bir role sahiptirler ve insanlığın bir nevi öğretmenleri olup, beşer olarak yaratılışlarında bulunan Kitap ve Hikmet bilgilerini, Allah(c.c)'nin onlara indirdiği Kitap ile yönlendirerek diğer insanlara örnek olmuşlardır.

[004.113] Eğer sana Allah'ın bol nimeti ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir takımı seni sapıtmaya çalışırdı. Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar, sana da bir zarar vermezler. Allah sana Kitap ve hikmet indirmiş, sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın sana olan nimeti ne büyüktür.

[033.034] Ve hanelerinizde Allah'ın âyetlerinden ve hikmetten tilâvet olunanları hatırlayınız. Şüphe yok ki, Allah latîf, habîr bulunmaktadır.

Elçilere indirilmiş olan Hikmet, onlara indirilen okunan Kitap gibi inen bir şey olmayıp, insan olmaları nedeniyle yaratılışlarında bulunan bir özelliktir. Bu bağlamda Hikmete sahip olma açısından Elçilerin diğer insanlar ile farkı olmayıp, tek farkları; kendilerine inmiş olan okunan vahiy Kitabının onlara çizdiği yol üzerinden giderek kendilerinde bulunan Hikmeti, okunan vahiy Kitabı doğrultusunda hayata pratize etmeleridir.

Doğuştan kendisine Kitap bilgisi verilen insan yine kendisine verilen Hikmet sayesinde, "Kainat Kitabı"nı okur. Ancak bu okuma Hikmete göre olacağı için, Hikmetin neye göre şekillendiği önem arz eder. Hikmeti vahye göre mi yoksa şeytana göre mi şekillendireceği meselesi, insanlık tarihi boyunca problem olmuştur. Hikmeti Allah'a göre şekillendirmek isteyenler ile şeytana göre şekillendirmek isteyenler arasındaki mücadele binlerce sene boyunca sürmüş olup, kıyamete dek de sürecektir.

Bu izahlardan sonra diyebiliriz ki; Muhammed(a.s)'ın şahsında ona atfedilen ve "Sünnet" olarak bildiğimiz, yaşadığı hayat içinde yapmış oldukları vahiy değil, vahiy kaynaklıdır. Bunu sloganlaştıracak olursak; "SÜNNET VAHİY DEĞİLDİR ANCAK VAHİY KAYNAKLIDIR" şeklinde söylemek mümkündür.

[002.128-129] Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin. Ey Rabbimiz, içlerinden onlara senin ayetlerini okuyacak, Kitab'ı ve hikmeti öğretecek, kendilerini kötülüklerden arıtacak bir Resul gönder. Hiç şüphesiz sen azizsin ve hikmet sahibisin.»

BAKARA Suresi ayetlerinde; İbrahim(a.s)'ın, oğlu İsmail(a.s) ile Beyt'in temellerini yükseltirken yapmış olduğu duada, kendi nesillerinden olanlara Kitabı ve Hikmeti öğretecek bir resul gönderme duasının nasıl karşılık bulduğu şu ayetlerde görülmektedir.

[002.151] Nitekim Biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir Resul gönderdik.

[003.164] And olsun ki Allah, inananlara, ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitap ve hikmeti öğreten, kendilerinden bir Resul göndermekle iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler.

[062.002] Ümmiler arasından kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir Resul gönderen Allah'tır: Halbuki onlar daha önceleri apaçık bir sapıklık içindeydiler.

Bu ayetler bizlere Resullerin görevlerinin ne olduğu hakkında bilgi vermekte olup, kısaca onlara İNSANLIĞIN ÖĞRETMENLERİ diyebiliriz. Allah(c.c)'nin kullarına vermiş olduğu yetenekleri hem nasıl kullanacaklarına dair mesajları getirmiş olmaları, hem de o mesajların hayata nasıl yansıyacağını kendileri pratize ederek göstermeleri açısından Elçiler bizler için örneklik teşkil etmektedir.

Bu öğretmenlik, fıtratta bulunan Allah(c.c)'yi Rab olarak bilme itiyadını kaybederek, onun dışında rablere kul olan insanlara, bu sahte rab ve ilahlara karşı nasıl mücadele edileceği şeklinde ortaya çıkarak diğer insanlara örneklik oluşturmuştur.

Bu bağlamda özellikle bu örnekliğe karşı çıkmak şeklinde tezahür eden Kur'an anlayışlarının bir çok ayeti inkar etmek olduğunu hatırlatmak yerinde olacaktır.

Kur'an, kendisine verilen Kitap ve Hikmeti vahyin veya şeytanın hizmetinde kullanan insanların örneklerini vererek olumlu ve olumsuz örneklerden hangisini seçersek onların akıbetlerinin benzeri ile karşılacağımızı haber vermiştir. Bu konuda iki örnek olarak Davud(a.s), Süleyman(a.s), Yusuf(a.s), Zülkarneyn(a.s) ve isim verilmeyip fakat imana çağıran mü'minler; Firavun, Haman, Karun, Nemrut, Kur'an'da "Mele" olarak bildirilen önde gelen müşrikleri gösterebiliriz.

[002.251] Allah'ın izniyle onları hemen hezimete uğrattılar. Davud da Calut'u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğunu da ona öğretti. Şayet Allah'ın insanları birbiriyle def'edip savması olmasaydı yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Ancak Allah, alemler üzerinde lutuf sahibidir.

[038.020] Ve O'nun (Davud'un) mülkünü kuvvetlendirmiştik ve O'na hikmet ve fasl-ı hitap vermiş idik.

Davud(a.s) kıssasını hatırlayacak olursak; mülk sahibi bir elçi olup elindeki bu gücü, kendisine verilen Hikmet'i Allah(c.c)'nin vahyi doğrultusunda kullanmasına örnek olarak demiri işlemesi ve o demiri kullanarak elde ettiği savaş gücünü, kuşların ve dağların tesbihini bozmama yolunda yani arz üzerindeki dengeyi bozmama yolunda kullandığı görülür.

Aynı şekilde mülk sahibi olan bir başka insan olan Firavun, kendisinde olan Hikmeti vahyin doğrultusunda kullanmayı red ederek kendisi İlahlık ve Rablik iddiasında bulunmuştur. Kendi koyduğu ölçüleri Hak kabul etmiş ve bunun karşısındaki düşünceleri fesad olarak nitelemiştir.

[040.026] Bir de Firavun: bırakın beni, dedi: öldüreyim Musâyı da o rabbına duâ etsin, zira ben onun dininizi değiştirmesinden ve yâhud Arzda bir fesad çıkarmasından korkuyorum

[040.029] «Ey Kavmim, bugün mülk sizindir, yeryüzünde de hüküm sahibi kimselersiniz. Fakat bize Allah'tan dayanılmaz bir azab gelecek olursa bize kim yardımcı olabilecek?» Firavun dedi ki: «Ben, size yalnızca gördüğümü (kendi görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi doğru olan yoldan da başkasına yöneltmiyorum.»

Firavun bu sözleri söylerken gayet samimi ve kendi koyduğu ölçüler dahilinde kendisini doğru yolda ve ıslahçılardan görüp, Musa(a.s) ve Harun(a.s)'ı sapık müfsid görüp, onların dalalet yolunda olduklarını söylüyordu. Bunun sebebi; kendisindeki Hikmeti bağlamış olduğu şeyin vahiy olmamasıdır.

[004.058] Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.

NİSA 58 ayeti, insanlar arasında hüküm verme konusunda uyulması gereken evrensel kuralın "Adalet" olmasını beyan ederek, bunun nasıl gerçekleşeceğini Davud(a.s) kıssasının anlatıldığı SÂD 21-26 ayetleri arasında kendisine gelen davacılar arasında nasıl hüküm vermesi gerektiğini öğreten ayetlerde görmekteyiz.

Muhammed(a.s) ile ilgili olarak kullanılan Hadis ve Sünnet adlı malzemeyi nereye koyacağımız meselesi açıklığa kavuşmaktadır. Şöyle ki;

Muhammed(a.s) insan olması nedeni ile diğer insanlara verildiği gibi ona da doğuştan gelen yetenek olarak Kitap ve Hikmete ek olarak, Elçi olarak seçilmiş olması nedeni ile ona okunan vahiy kitabı verilmiştir.

Bütün insanlarda olan Kitap ve Hikmet yeteneğinin nasıl kullanılacağı meselesi en son Elçi Muhammed(a.s)'a indirilen tek şey olan, okunan vahiy kitabı yani KUR'AN'da beyan edilmiş ve kendisi de bu beyan dahilinde bir hayat yaşayarak örnek olmuştur.

Hadis ve Sünnet dediğimiz şeyler onun Elçilik safhasında söylemiş olduğu sözler ve yapmış olduğu fiiller olup, tartışılması gereken husus bu malzemelerin bize ulaşmış olan halinin Kur'an'la uyuşup uyuşmadığıdır. Çünkü onu görenlerden aktarılanlar, onu görmeyenlere gelene kadar yolda bazı kazalara uğramış olma ihtimali yüksektir.

Hadis ve Sünneti, Kur'an gibi indirilmiş bir vahiy olarak görmek; yapılabilecek en büyük hata olup bu şekil bir delil ancak kelimeleri yerinden oynatmak sureti ile olup Kur'an bütünlüğünden asla böyle bir delil çıkması mümkün değildir.

Sonuç olarak; Kitap ve Hikmet kelimeleri çerçevesindeki ayetler maalesef bir takım ön kabullu okumalara kurban edilmiş, özelikle Hikmet kelimesi Kur'an çerçevesinden çıkarılmıştır. Böylece Muhammed(a.s)'a indirilmiş olan Kur'an ile eş tutularak Hadis ve Sünnet ile alakalandırılmıştır. Yaratılmış olan bütün insanlara yaşadığı hayat içinde ayakta kalması için sahip olduğu bilgiler olarak tarif edebileceğimiz Kitap ve Hikmeti, diğer Elçilere verilen okunan vahiy Kitabı doğrultusunda kullanmanın gerektiğini beyan eden Rabbimiz bu doğrultuda bir çok Elçi ve Kitap göndererek insanlara doğru ile yanlışı ayırt etmede kullanacakları ölçünün ne olması gerektiğini öğretmiştir. Tarih boyunca olan mücadelenin özetini, insanlara doğuştan verilen bu Hikmetin vahye bağlanmasını isteyenler ile vahye bağlanmasını istemeyenlerin savaşı olarak nitelemek herhalde yanlış olmayacaktır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

24 Kasım 2014 Pazartesi

Nahl s. 125. ve Enam s. 108. ayetleri Çerçevesinde Davet Metodumuz

 İnsanların birbirleri ile farklı düşünmeleri doğal bir durum olup , her insan diğer bir insanın kendisi gibi düşünmesini arzu eder , bu arzunun gerçekleşmesi için yapılan çalışmalara İslam literatüründe "Tebliğ" veya "Davet" denilmektedir.  Bu arzuların gerçekleşmesi için bir usul ve metod gerekli olup bunları Kur'an içindeki ayetlerde bulmaktayız.

Biz Müslümanlar arasındaki usul ve metod hataları bir çok konuda bizleri sıkıntıya soktuğu gibi , bizim gibi düşünmeyen birisine karşı takınmamız gereken tavır ve ona karşı izlememiz gereken usul konusunda da, usul ve metod hataları içinde olduğumuz malumdur. Bu tür usul hataları tarihin her devrinde yapılmış olup bu gün de yapılmaktadır. Yazımızın konusu , Kur'an ayetlerinin bizlere bu konuda beyan ettiği usulu yeniden hatırlayarak biz gibi düşünmeyen birisine karşı nasıl bir tutum sergilemek gerektiğini oradan öğrenmektir. 

Yazımızın konusunun davet metodu ve bu metodun kendi içimizdeki uygulaması etrafında olduğunu hatırlatalım.

 " BİZİM GİBİ DÜŞÜNMEYEN" birisine şeklinde bir söz kullanma sebebini yazımızın başında izah etmek istiyoruz.

Bir kimse , herhangi bir konuda başka bir kimse ile tartışıp onunla görüş ayrılığına düştüğü zaman karşısındakine söylediği söz " SEN YANLIŞSIN" şeklinde bir itiraz olup her iki taraf ta karşısındakine bu şekilde bir ithamda bulunur. Her iki kişi kendi düşüncesinin doğru olduğunu , dolayısı ile karşısındaki kişinin yanlışta olduğunu düşünür. Bu tür sözler daha ileri safhalarda kişilerin birbirlerine , küfür , hakaret ve tekfir etme aşamalarına getirdiği için, öncelikle karşımızdaki kişiye olan davranışımız "yanlış" içinde olduğundan çok , "bizim gibi düşünmediği" için şeklinde olursa , ortak bir düşünce içinde olmak şeklinde bir durum içine girme isteği daha bariz bir biçimde ortaya çıkacaktır.  

Kişilerin birbirleri ile olan tartışmalarında empati yaparak tartışmaları önemli bir noktadır. Bir kimse karşısındaki kişiye "sen sapıksın" şeklinde bir itham ile giderse , aynı ithamı karşısındaki kişiden de göreceğini unutmamalıdır. Karşıdaki kişiye ithamdan ziyade onun düşüncesinin yanlış olduğunu delil ile anlatması gerekir ki yapılan tartışmadan doğru bir sonuç elde edilebilsin. 

Tabi bunu söylerken tartışan kişilerin, nefis tatmini amacı ile tartışmaya girmemiş oldukları,sadece hakkın ortaya çıkması gibi bir amaç etrafında olduklarını varsayarak bunları söylüyoruz. bunun dışındaki bir amaç ile yapılan tartışmaların fayda yerine iki tarafa da zarar getireceği unutulmamalıdır. 

 Tartışan tarafların ortak bir noktada buluşmaları gerekmektedir ki , yapılan tartışmadan veya davetten netice alınabilsin,ortak bir bilgi kaynağı üzerinden yapılmayan tartışmalar en baştan sonuçsuz kalmaya mahkumdur,öncelikle bu konu etrafında birlik sağlanması gerekmektedir.  

"Müslüman" ismini taşıyanların tek bilgi kaynağı "KUR'AN" olup bunu dışında özellikle "HADİS" adı verilen malzemenin doğruluğunun Kur'an ile sağlanması şeklinde ortak bir düşünce oluşmadan yapılan tartışmalarda , bir tarafın Kur'an ayetlerini sunup , diğer tarafın karşı tez olarak rivayetleri sunması ortaya çelişki çıkaracak olup önceliğin ne olması gerektiği önem arz etmektedir.

 [022.008]  İnsanlardan kimi de vardır ki, ne bir bilgiye, ne bir yol göstericiye(HÜDEN), ne de aydınlatıcı MÜNİR) bir Kitab'a dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.

 
[031.020] [DI] Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, ne bir yol göstericiye(HÜDEN) ve aydınlatıcı(MÜNİR) bir Kitap bulunmadan tartışanlar vardır.

Hacc s. 8 , Lokman s. 20. ayetlerinde , Allah hakkında tartışmak için gereken ortak bilgi kaynağının "HÜDEN" (yol gösterici) , "MÜNİR" (aydınlatıcı) özelliklerine sahip olması gerektiği beyan edilmektedir. Bu özelliklere haiz olan tek kitabın KUR'AN olduğu hepimizin malumu olup , Kur'ana alternatif olarak sunulan bilgi kaynaklarının böyle bir vasfa sahip olmadığı bilinmelidir. 

"Hüden" ve "Münir" olan bir Kitabı önlerine koyarak ortak bir düşünce içinde olmaya çalışanlara aynı Kitab şu yolu göstermektedir.

 [016.125]  Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.

Ayet öncelikle "Rabbinin yoluna" diyerek çağrının nereye olması konusunda bilgi vermektedir. Devamında bu çağrının nasıl olması gerektiği beyan edilmektedir. "Onlarla" ifadesi ayetin nuzül bağlamı ve Muhammed (a.s) a olan çağrısı etrafında düşünülecek olursa , muhatap kişiler Müşrikler olup , ayetin bize dönük mesajını okuduğumuzda öncelikle bu ayetin kendi içimizde hayata pratize edilme gereği ortaya çıkmaktadır , çünkü bizler Dini başkalarına anlatmadan önce kendi içimizdeki yanlışları ortadan kaldırmak durumundayız. 

Nahl s. 125 . ayeti bizlere , karşımızdaki insana olması gereken davranışımız hakkında bilgi vermekte olup , bu ayet çerçevesi içinde yapılan bir bilgi alış verişi doğruya ulaşma noktasında kişilere yol göstericidir. 

[006.108]  Allah'tan başkasına dua edenlere  sövmeyin ki, onlar da cahillikle ileri giderek Allah'a sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel gösterdik, sonra dönüşleri Rab'lerinedir. O, işlediklerini haber verir.

Enam s. 108. ayetinin bize dönük mesajını şu şekilde okumak mümkündür; Karşımızda tartıştığımız kişini öne çıkarmış olduğu , Kur'an dışındaki kişi , kitap veya düşünceye karşı aşağılayıcı , hakaret vari bir yaklaşım sergilememek zorundayız ki aradaki diyalog kopmasın, eğer böyle bir tutum içinde olursak karşınızdaki kişinin size de aynı tür bir yaklaşımda bulunmasına kapı aralamış olursunuz. 

Rabbimizin Musa ve Harun (a.s) lara Firavuna karşı nasıl bir dil kullanmaları gerektiğini beyan eden Taha s. 44. ayeti bizler için önemlidir. 

 [020.044] Varın da ona yumuşak söz (KAVLEN LEYYİNEN) söyleyin; olur ki, öğüt dinler, yahut korkar.

Karşımızdaki kişinin düşüncesi bizim için ne kadar korkunç ve yanlış olursa olsun bu kişiye sözün yumuşağı ile müdahele edip, ona doğru olduğunu düşündüğümüz şeyleri Hüden ve Münir olan kaynaktan aktarmak zorundayız. 

Karşımızdaki bizim düşüncemizi kabul etmedi ise ne yapabiliriz? . Bu sorunun cevabı yine Kur'an dadır. 

Bir çok ayette , Muhammed (a.s) a kendisinin "Beşir ve Nezir" (Müjdeleyici ve Korkutucu) olduğu, vazifesinin sadece kendisine vahy edilene çağırmak oldğu , kimse üzerine vekil kılınmadığı , kimseye zorlama yapamayacağı şeklindeki beyanlar bizlere bu konuda son noktayı nasıl koymak gerektiğini bildirmektedir. Abese suresi ilk ayetleri bu konuda bizlere güzel bir örnektir. 

Müslümanların her zaman kendi içlerindeki sorunları çözme metodları inandıklarını ddia ettikleri kitabın içinde olup , bazılarımızın bu Kitabı savunmak için, Kitap içindeki ayetleri göz ardı ederek diğerimizi tekfir ederek onu dışlama yoluna gitmiş olmaları doğru bir tutum değildir. 

Şu hiç bir zaman unutulmamalıdır ki , bu Dinin sahibi biz değil Allah (c.c) dir. Kimseye "İllaki biz gibi düşünceksin" şeklinde bir dayatma yapmaya asla hakkımız yoktur. Bizler ancak doğru bildiğimizi karşımıdakine anlatmakla yükümlüyüz ve gerisi o kişinin insiyatifine kalmıştır. 

Şu hiç bir zaman unutulmamalıdır ki , söylemlerimizde "en doğru ve hak benim dediklerim" şeklinde sözleri kullanmaktan kaçınmak gerekmektedir . Din hakkında söylediklerimiz bizlerin anladığı Din olup , ayetlerden verdiğimiz delil o ayetlerden çıkardığımız yorumlardır hata payı asla unutulmamalıdır. 

"Allah böyle diyor ben demiyorum" şeklindeki sözlerle ayetlerden delil getirmek doğru bir  metod değildir , şunu asla unutmayalım ki ayetlerden getirdiğimiz yorum bizim çıkarımlarımız olup söyleyebileceğimiz en doğru söz , "Benim bundan anladığım bu dur" şeklinde olmalıdır.

Sonuç olarak; Müslümanların kendi aralarındaki düşünsel sorunları çözmek için uymaları gereken kurallar yine Kur'an içindeki ayetlerde beyan edilmiştir. Bu ayetler bizleri değil Kafir veya Müşriklere dir demeden ayetlerin bize dönük mesajlarını okuyarak hayata pratize etmek zorunluluğumuz vardır. Karşımızdaki kişiye önce empati ile yaklaşarak , ona "Sapık" damgası ile yaklaşacak olursak aynı damgayı kendimizin de yemesi kaçınılmazdır. Yanlış olduğu düşünülen fikirler "HÜDEN ve MÜNİR" (Yol gösterici ve aydınlatıcı) olarak bilinen ortak bir kitap etrafında yapıldığı takdirde , amaç gerçeklerin ortaya çıkması ise bu amacın gerçekleşeceği muhakkak tır , amaç spor müsabakası şeklinde yapılırsa bu tür tartışmalar hakkı ortaya çıkarmak yerine nefsi tatmin aracı olmaktan öteye gitmeyecektir. 

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

22 Kasım 2014 Cumartesi

Mustafa İslamoğlu nun Abese s. İlk Ayetlerine Verdiği Anlam Hakkında Bir Düşünce

Son günlerde bir takım cemaatlerin hedef tahtası haline gelen Sayın Mustafa İslamoğlu hoca ya karşı Abese suresi ilk ayetlerine verdiği anlam üzerinden yeni bir karalama kampanyası başlatıldığına şahid olmaktayız. Bu kampanyanın öncülerine baktığımız zaman, kendilerine bağlı olanlara "Din" olarak Kur'an tarafından onay görmeyen ne kadar hurafe bilgi varsa onları anlatarak Samiri misali " Sizin Dininiz bu dur" dediklerini görmekteyiz. Sayın hocanın bu tür anlatımlara karşı Kur'anı öne çıkarma gayreti hurafe dini temsilcileri tarafından şiddetli bir biçimde karşılık görmüş ve görmektedir. 

Sayın hoca asla eleştirilmez veya hata yapmaz bir kişi değildir. Hatta hatalarını dile getirmekten hiç çekinmediğimizi bizi tanıyanlar çok iyi bilmektedir , ancak Hocaya karşı Abese suresi ilk ayetlerine verdiği anlamdan ötürü yapılan bir eleştiri var ki buna sadece "AHLAKSIZLIK" demekten başka bir ad bulamıyoruz. Bu yazımızda Hoca nın bu ayetlere verdiği anlam hakkında düşüncelerimizi herkese örnek olması gereken ilmi ve ahlaki bir uslup dairesinde dile getirmeye çalışacağız. 

Sayın Hoca nın Abese suresi ilk ayetlerine verdiği anlam ve gerekçeleri şu şekildedir. 

 1 O (KİBİRLİ ADAM) surat astı ve sırtını dönüp uzaklaştı,
2- yanına âmâ geldi di- ye,.. (1)
3- "Ve (sana gelince Ey Nebi!) Sen nereden bileceksin o (müşrikin) arınacağına (2) dair bir ihtimal (3) bulunduğunu; (4) veya alacağı öğütün kendisine yarar sağlayacağını?
4 - 5- Fakat, kendi kendine yettiğini sanan (5) kimseye gelince:
6 -Sen bütün ilgini ona yönelttin; (6- 7) oysa ki, onun arınmaması- nın sorumlusu sen değilsin,-
7- 8- fakat sana büyük bir iştiyakla gelen var ya:
9 -ki o Allah'a saygıda kusur etmez-
10- işte sen onu ihmal ediyorsun.

 (1) Veya: "O (Peygamber) surat astı ve sırtını dönüp uzaklaştı, yanına âmâ geldi diye..." Müteakip 3 ve 4. âyetlerin okunuşuna bağlı olarak ilk iki âyetin özneleri değişir. Bu âyetlerin öznesi- nin Hz. Peygamber olduğunu ittifakla söyleyen klasik tefsirin tercihinde, Muvatta ve Tirmizi'nin Sünen'inde nakledilen nüzul sebebi rivayeti belirleyici olmuştur. Fakat Tirmizi rivayeti sorunludur. Mamafih bu rivayetler bile tercihimizi dolaylı olarak onaylar. Tercihimizin gerekçesi, "surat astı" ['abese) ve "sırt dönüp uzaklaştı" [tevellâ) fiillerinin aynen geçtiği Müddessir 23-24. âyetler ve orada anlatılan tiptir. Nüzul sebebi rivayetlerine dikkatle bakın- ca, Hem 74:23-24'teki hem de buradaki olayda aynı isimlerin geçtiği görülür: Velid b. Muğire ve/veya Ubey b. Ka'b.

 (2) Yezzekkâ'mn aslı yetezekka'dır. Dönüşlü kiptir. Kipin bu bağlamdaki açılımı şudur: Vahiy gibi arıtan bir öznenin varlığı tek başına yetmez. Onun yanında insan da arınmaya gönüllü olmalıdır ki işlem tamamlansın.

(3) Lealle edatının bu bağlamdaki en uygun karşılığı.

(4) Veya: "Ve (ey Peygamber); sen nereden bileceksin; belki de o arınacak veya alacağı öğüt kendisine bir yarar sağlayacaktı?" İki âyetlik bu uzun cümlenin i'rabı, mâna farklılığına izin verecek bir yapıdadır. Klasik tefsir iki hatta üç mef'ul alan yudrîke geçişli fiilim ya biri zamir (Ke/sen) diğeri mahzuf iki mef'ulle izah etmiş, ya da arkasından gelen le'alle edatının kalp fiillerinden olduğunu, üstelik talep ve temenni bildiren bir istifham olduğunu söyleyen Ebu Ali Farisi'ye dayanarak, bu durumda yudrî fiilinin iki- üç değil, tek tümleç isteyen fiile dönüştüğünü, sonrasının da müstakil bir cümle olduğunu sa- vunmuşlardır (Nkl: îbn Aşur). Tercihimiz, yudrî fiilinin iki mefulüyle birlikte (biri ke zamiri diğeri müteakip iki cümle) tek bir cümle gibi okunmasına dayanmaktadır. Bu âyet İslâm'a davette seçkinci yaklaşımı reddetmektedir.

(5) Istiğna'daki sin ve te'nin mânaya kattığı yan anlam.

(6) Zımnen: "böyle yapmak sana yakışmadı". Bu Allah Rasulü'ne açıkça "Bir daha böyle yapma" uyarışıdır. Burada soru şudur: Vahiy seyrek de olsa ara sıra yer verdiği Hz. Peygamber'e ait bu gibi 'zelle'leri örtemez miydi? Eğer örtseydi, kimsenin haberi olmazdı. Peki, o zaman ne diye dile getirip onları ölümsüzleştirdi? Bu ve buna benzer tüm soruların cevabı bu sûrenin 23. âyetinde verilmiştir: Hatasız kul olmaz. Peygamberler de buna dahildir. Şu halde Hz. Peygamber'in görevi "Nasıl hatasız kul olunur?" sorusunun isbatmı ortaya koymak değil, "Hata yapılınca nasıl özür dilenir, nasıl tevbe edilir, nasıl geri dönülür?" sorularının isbatmı ortaya koymaktır. Allah'ın kendi elçisine "Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım" demesini emretmesinin temelinde yatan sebep de bu olsa gerektir.

(7) İlahi şefkatin beliğ bir ifadesi. Demek ki uyarı alan bu davranışın temelinde Nebi'nin aşırı sorumluluk duygusu vardı. Bu âyet Rasulullah'ın içtihad ettiğinin ve içtihadında yanıldığında Allah'ın onu düzelttiğinin beyanıdır. Düzeltilen o içtihat "varlıklı ve hatırlı kimselerle fazla ilgilenilirse imana geleceklerine dair" yanlış görüştür. Eğer vahyin müdalahesi olmamış olsaydı, onun içtihadı "sünnet" olacaktı. Hz. Peygamber Amiroğuîlarmdan olan babası yerine soylu Mahzumoğlullarmdan olan annesine nisbetle anılan Îbn Ümmi Mektum'u gördüğünde "Merhaba ey Rabbimin kendisi yüzünden beni uyardığı kişi" dermiş. Biz Kur'an'da anlatılan diğer peygamberlerin kıssalarında da onaylanmayan içtihatlar görüyoruz. Hz. Musa'nın bir kulun davranışlarına karşı iç- tihatları (18:71, 74, 77), Hz. Nuh'un oğlu hak- kındaki içtihadı (11:45), Hz. İbrahim'in soyu ve babası hakkındaki içtihadı gibi (9:114).

Sayın Mustafa İslamoğlu hoca yukarıda vermiş olduğumuz Abese s. 1-10. ayetleri meali ve gerekçesinde özet olarak , 1. ayette "Surat asıp sırt çevirip uzaklaşan" kişinin Muhammed (a.s) olmadığını , Muhammed (a.s) tebliğ yapmaya çalıştığı bir MÜŞRİK olduğunu iddia etmektedir.

Sayın Hocanın bu düşüncesi elbette tartışılır , buna girmeden önce ilk ayetin mealine parantez içine aldığı KİBİRLİ ADAM kelimesinin Hocaya karşı linç kampanyasına girişenler tarafından Muhammed (a.s) a KİBİRLİ ADAM dediği iddiası AHLAKSIZCA söylenmiş bir iftiradan başkası değildir. Bu iftiraları atanlar Hocanın böyle bir iddia da bulunmadığını çok iyi bilmelerine rağmen, cahil ve koyun sürüsünden farksız , okuma , araştırma gibi melekeleri öldürülmüş olan bağlılarının araştırma ihtiyacı hissetmeden bu iftiralara inanacaklarını bildikleri için hiç çekinmeden dillerini bükebilmektedirler. 

Sayın Hocanın Abese suresi ayetleri ile ilgili olarak vermiş olduğu anlam şahsi bir düşüncesi olup bunu gerekçesinde belirtmiştir. Ancak Hocayı eleştiren EHLİ SÜNNET taifesinin Kur'an anlayışlarını ele alacak olursak bir sürü Kur'an dışı rivayetlerin Kur'ana onaylatmak için Kur'anı tahrife varan anlamlar verdikleri ve "Allah böyle diyor" diyerek iftiralar attıklarını unutmayalım. Şirk düşüncelerini "Din bu dur" diyerek yaymaya çalışanların önce kendi şirklerini düzeltip sonra başkalarını düzeltmeye kalkışmalarını tavsiye ederek sayın Hocanın meali ile ilgili düşüncelerimizi aktarmaya çalışalım.

Öncelikle empati yapıp , Abese s. 1. ayetindeki bahsedilen kişinin sebebi nuzül rivayetleri doğrultusunda okunması neticesinde bu düşüncenin pekiştiğini söyleyebiliriz , şayet böyle bir rivayet olmasa idi bu gün ilk ayet içinde bahsedilen kişinin Muhammed (a.s) olduğu düşüncesine sahip olanlar linç edilme durumu ile karşı karşıya kalacak oldukları kuvvetli bir ihtimal sayın Hocanın doğrultusunda yapılan mealler revaç görecekti.

Ayetleri sebebi nuzül rivayetlerini göz önüne almadan veya sayın Hoca nın görüşleri doğrultusunda yapılan mealleri yanlış şeklinde bir ön kabul de bulunmadan Abese s. ilk ayetleri hakkında şunları söyleyebiliriz.

[080.001]  Surat astı ve yüz çevirdi;
[080.002]  Kendisine o ama geldi diye.
[080.003]  Nerden biliyorsun; belki o, temizlenip-arınacak?
[080.004]  Yahut öğüt alacak da bu öğüt, kendisine fayda verecek.
[080.005]  Ama kendisini müstağni gören.
[080.006]  Sen ona yöneliyorsun.
[080.007]  Oysa, onun temizlenip-arınmasından sana ne?
[080.008]  Ama sana koşarak gelen,
[080.009] Ki o, 'içi titreyerek korkar' bir durumdadır;
[080.010]  sen ondan tegafül ediyor (ona ilgi göstermiyor) sun.

Ayetlerin siyak ve sibakından anlaşılacağı üzere ortada 1-Elçi, 2-Ama, 3-Müstağni kişi olmak üzere 3 kişi vardır , problem 1. ayetteki ameli işleyenin kim olduğudur.

Ayetler basit bir okuma ile okunduğunda , Muhammed (a.s) Müstağni kişi ile uğraşırken o anda yanına gelen Ama ya karşı ilgisiz davrandığı , hatta surat asıp yüz çevirdiği ve Müstağni kişi ile uğraşmaya devam ettiği anlaşılabilir ve doğru olduğunu düşündüğümüz okumanın bu olduğunu da söyleyebiliriz.

Burada Sayın Hoca nın tercih ettiği "Anlam yorum" tarzı mealler hakkında bir çekincemizi belirtmek isteriz. Bu tarz ile yapılan meallendirmeler metne sadık kalarak yapılan çeviri olmaktan çok , çeviren kişinin düşünce yapısından kaynaklanan Kur'an anlayışını tercümeye yansıtmak şeklinde yapılmış olmasından dolayı hata yapma payı yüksek olan bir çeviri tarzıdır.

2. ayette " En caehul'ama" ( O Ama geldiğinde) ibaresinde "Cae" kelimesini anahtar bir kelime olarak okuyarak , 1. ayette ki surat asıp yüz çevirenin kim olduğu 8. ayete bakılıp kolayca anlaşılabilir. 8. ayetin metni olan "Ve emme men caeke yes'a" (Ama sana koşarak gelen) ibaresindeki "Ke" (sana) zamirinin muhatabı Muhammed (a.s) olduğu konusunda herhangi bir ihtilaf yoktur. 2. ve 8. ayetlerde "Cae" fiili ile bahsedilen kişi Ama kişi olup o kişiyi bırakıp diğer Müstağni kişi ile uğraşmaya devam eden kişi Muhammed (a.s) dır.

Sayın Hoca 1. ayete (KİBİRLİ ADAM) parantezi ile gömleğin ilk düğmesini yanlış ilikleyince diğer düğmelerinde yanlış iliklenmesi misali 3. ayet içine açtığı (müşrik) parantezi ile yanlışa devam etmiştir.

Halbuki 8. ve 9. ayetlerde  Muhammed (a.s) ın, kendisine koşarak ve korkarak gelen Ama yı bırakarak , 5.6.7. ayetlerde ki Müstağni kişi ile ilgilendiği , 2.3.4 ayetlerde geliş sebebi beyan edilen Ama ya karşı olan tutumunun 1. ayette eleştirildiği şeklinde yapılacak bir okumanın daha doğru sonuç vereceğini düşünmekteyiz. 

Sayın Hoca yıllar önce bu ayetler ile ilgili olarak farklı bir düşünce içinde olup , yüz çeviren kişinin Muhammed (a.s) olduğu düşüncesinde idi. Geçen yıllar içinde bu görüşünden dönmüş olmasını elbette yadırgamıyoruz. Aksine, doğrudan yanlışa dönmek gibi bir tutum içinde olması bundan sonraki yıllarda bazı yanlışlarından dönmek gibi bir erdem içinde olduğunu göstermesi açısından olumlu bir gelişmedir. 

Ancak sayın Hocanın gerekçesinde belirtmiş olduğu gramer kuralları binlerce yıllık bir geçmişe sahip olup , sayın Hocanın aksi görüşte olduğu yıllar içinde de aynı kurallar geçerli idi ve bunu sayın Hoca çok iyi biliyordu. Gramer kurallarını gerekçe göstererek böyle bir yorumda bulunmuş olmasını anlamakta zorlandığımızı ifade etmek istiyoruz. Sayın Hoca eğer "Önceden bu kuralı bilmiyordum" şeklinde bir bahane ileri sürecek olursa , "özrü kabahatinden büyük" deyimine uygun bir bahane üretmiş olacaktır.

Sonuç olarak ; Sayın Mustafa İslamoğlu Hoca Abese suresi ilk ayetlerine vermiş olduğu anlam ile yanlış bir çeviri yapmış olduğunu düşünmekteyiz , ancak bir takım guruhun onun bu yanlışı üzerinden iftira ve karalama kampanyası başlatmasına asla müsade edilmemesi gerektiğini de düşünmekteyiz. Kur'an meali yapan hiç kimse hatadan beri değildir ancak yapılan bu hataların bazı kişileri linç etme girişimi olarak kullanılması olayın başka bir tarafı olduğu yönündeki ihtmalleri kuvvetlendirmektedir. Sayın Hoca nın eleştirilmez olduğu asla savunulamaz ve hataları asla ört bas edilemez , bu hataları iftira ve karalamaya dönüştürülmeden , ilmi ve ahlaki bir uslup dahilinde dile getirilmek mecburiyetindedir. Kaleme almaya çalıştığımız bu yazının ilk amacı böyle bir usluba örnek olmak çalışması olup sayın Hoca ya karşı başlatılan karalama kampanyasının öncülerinin önce kendi paçalarından akan ŞİRK pisliğini temizlemeleri ,tercih ettikleri Kur'an meal ve tefsirlerindeki tahrifkar ibareleri düzeltip Kur'an a sadık kalan bir anlayışa döndürmelerini tavsiye ederiz. 

                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

20 Kasım 2014 Perşembe

Araf s. 172-173. Ayetleri Hakkında Bir Düşünce Çalışması

İnsanların bir kısmının Müslüman ebeveynden veya Müslümanların yaşadıkları topraklarda doğmaması nedeni ile Müslüman olamamaları, dolayısı ile Cehennem azabı ile karşılık görmek durumunda kalmaları, özellikle ateist kesim tarafından itirazlara sebep olmaktadır. "Onların ne kabahati var da Müslüman bir ebeveynden veya Müslüman bir toplumda doğmadılar?" şeklindeki itirazî sözleri, birçoğumuz tarafından işitilmekte ve kafa karışıklıklığına sebebiyet vermektedir.

Kur’an’ın birçok ayetinde beyan edildiği üzere; “hesap günü kimseye zulum edilmeyeceği" düsturundan yola çıkarak, hesab günü bu durumda olan insanların durumlarının ne olacağı konusunu A’RÂF 172-173 ayetlerindeki beyandan öğrenmek mümkündür.

[007.172-3] Rabbin, insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim» demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da: «Evet şahidiz» demişlerdi. Bu, kıyamet günü, «Bizim bundan haberimiz yoktu» dersiniz veya «Daha önce babalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi, boşa çalışanların yaptıklarından ötürü yok eder misin?» dersiniz diyedir.

Ayete baktığımız zaman; kıyamet günü Ademoğullarının tamamının sorguya çekileceği görülmektedir. Bu durum geleneksel düşünce içinde tartışılan "Fetret Ehli’nin durumu” meselesine, yani Elçi ve Kitap çağrısı hiç işitmemiş olanların durumu hakkında da bilgi vermektedir. Kitaplarda "Fetret Ehli’nin" hesap gününde;

1- hesaba çekilecekleri,
2- hesaba çekilmeden yok edilecekleri

gibi farklı düşünceler ileri sürülüp tartışılmıştır. Ayetin beyanına göre; hesaba çekilecekleri görülmektedir. Ancak şurası muhakkaktır ki adalet gereği, dünya hayatında onlara imtihana çekilecekleri bir kitap verilmemiş olmasından dolayı, Kitap içindeki bir takım emirleri (namaz, oruç, hac vb.) uygulayıp uygulamadıklarından hesaba çekileceklerini söylemek güçtür.

Ayete baktığımız zaman; görsel bir anlatım tarzı şeklinde olması, bazı yanlış düşünceleri de beraberinde getirmiştir. Şöyle ki; insanı “ruh-beden" şeklinde ikiye ayıran geleneksel düşünce, bu düşünce doğrultusunda önce ruhların yaratıldığını iddia etmektedir. Dolayısıyla da bu sözün ruhlar aleminde(!) alındığını dile getirmektedir. Kur’an’da “ruh-beden" şeklindeki bir ayrıma dair herhangi bir delil olmaması, bu düşüncenin doğru olamayacağını göstermektedir.

Bu bağlamda “fıtrat" kelimesinin anlaşılması ve bu kelime doğrultusunda yapılacak bir anlama çalışması; (hâşâ) Allah(c.c)’nin adil olmadığı konusundaki düşüncelerin değerlendirmesini yapmamızı sağlayacaktır.

"Fıtrat" kelimesini kısaca "varlıkların yapısını oluşturan kanunlar bütünü" olarak tarif edebiliriz. Bu kelimeyi insan ile ilgili olarak kullandığımız zaman RÛM 30 ayeti karşımıza çıkmaktadır.

[030.030] O halde yüzünü bir hanif olarak dine tut, Allah’ın insanları kendisi üzerine yarattığı fıtratına. Allah'ın yaratışında değişme yoktur, dosdoğru sabit din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

RÛM 30 ayeti; İNSANLARIN, ÇOĞU BİLMEDİĞİ için (hâşâ) Allah’a karşı yalan ve iftira attığı bir gerçeği dile getirmektedir. Bu gerçek; İNSANLARIN eşit olarak aynı fıtrat üzere yaratmış olması gerçeğidir. Bu fıtrata göre; Mekke’nin göbeğinde doğan birisi ile Avustralya’nın balta girmemiş ormanlarında doğan bir Aborjin yerlisi aynı derecede eşit bir yaratılışa sahiptir.

İbrahim(a.s)'ın EN'AM Suresi içinde anlatılan kıssası bu duruma işaret etmekte olup, fıtratı çalıştırmanın bir örneğini göstermektedir. Yıldızlara, aya ve güneşe bakıp "bunlar Rabbim" deyip, onların kalıcı olmadığı üzerinden böyle bir yüceltmeye layık olamayacakları, asıl olanın bunları bir yaratanın olduğunun düşünülmesini öğütlemektedir.

Yine bu bağlamda bütün insanlardaki ortak duyu organları fıtratın çalışmasını sağlayan unsurlar olup bu durum Kur’an'da şöyle ifade edilmektedir;
[016.078] Allah sizi annelerinizin karnından siz hiç bir şey bilmez halde iken çıkardı. Size, şükredesiniz diye kulaklar (SEMİ), gözler (BASAR) ve gönüller (FUAD) verdi. Ta ki şükredesiniz.

[023.078] O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne kadar az şükrediyorsunuz.

[032.009] Sonra da onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne kadar az şükrediyorsunuz?

[067.023] De ki: «Sizi inşa edip-yaratan, size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz?»

[046.026] Onlara size vermediğimiz servet ve kuvvet vermiştik, onlara kulaklar, gözler ve gönüller yaratmıştık. Fakat ne kulakları ne gözleri ne de gönülleri kendilerine bir yarar sağlamadı. Zira düşünüp ibret almıyorlardı, tersine bile bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar. Ve alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi. 

SEMİ (işitme) - BASAR (görme) - FUAD (gönül veya vicdan) üçlüsü yaratılan tüm insanlara bahşedilmiş olup, bu duyular sayesinde kendilerini yaratan üstün bir gücün var olduğunu ve bu üstün gücün astında olarak ibadet edilen varlıkların böyle bir yetkisi olmadıklarını fıtraten bilmesi için gerekli alt yapı donanımına haiz olarak yaratılmıştır. A'RÂF 172-173 ayetleri işte bu duruma işaret eder.

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna olumlu cevap vererek “evet" diyen bizler, dünyanın her neresinde doğmuş olursak olalım, yaratılış genlerimizde bizi yaratan bir Rabbin var olduğunu mutlaka biliriz. Kıyamet Günü istisnasız, mükellefiyet gerektirmeyecek durumlarda olarak doğanlar hariç, herkes huzur-u ilahîde hesaba çıkacaktır.

Burada Kıyamet Günü kendilerine Kitap ve Elçi bilgisi ulaşmış insanların hesabı ile ulaşmamış insanların hesabı aynı olmayacağı gerçeğinin göz ardı edilmemesi gerekmektedir.

Allah (c.c) insanlara Elçileri vasıtası ile Kitap göndererek, onlara uymaları gereken bir takım emirlerini bildirmiştir. Kitap ve Elçi çağrısı ile muhatap olanlar, Kıyamet Günü’nde bu Elçilerin ve Kitapların çağrılarına uyup uymadıkları noktasında karşılık göreceklerdir.

Ancak yaşadığı zaman zarfı içerisinde Elçi ve Kitap çağrısı duymayan birisinin, Kıyamet Günü doğal olarak kendisine bilgi verilmeyen konulardan sorguya çekilmeyeceği de adalet gereğidir. Bu kategoriye dahil olanlar namaz, oruç, hacc gibi ibadetleri yapmamış olsalar, domuz eti gibi haram olan etleri yemiş olsalar dahi, bunların farziyeti veya haramlılığı konusunda kendilerine bilgi ulaşmadığı için sorumlu sayılmayacaklardır.

Kendisine Elçi ve Kitap bilgisi ulaşmayan herhangi bir kişi, fıtratını işleterek kendisini ve gördüklerini bir yaratanın olduğu, mensup olduğu topluluk şayet taştan tahtadan putlara tapıyor ise ve o kişi bu putların herhangi bir tapınma yetkisi olmadığı şuuru içinde böyle bir tapınmaya layık olan daha üst bir varlığın olduğunu düşünerek o topluluğun putlarını red etse, bu kişinin Kıyamet Günü alacağı karşılık Cennet olacaktır. Velev ki ömründe abdest alıp namaz kılmamış, oruç tutmamış vb. yükümlülüklerini yerine getirmemiş olsa bile.

Özellikle ateist kesimin kurcaladığı bu konu; onların RÛM 30 ayetindeki beyan doğrultusunda bilmediklerinin bir kanıtı olup, Allah’a yalan ve iftiralar ile (hâşâ) O’nun adaletsiz ve zalim olduğunu düşünmelerinin ne kadar yanlış olduğunu göstermektedir.

Bu bağlamda ateistlerin Çin, Hindistan veya dünyanın Müslümanların olmadığı bir bölgesinde doğanların şanssız olduğu, Müslüman bir beldede doğanların şanslı olduğu, dolayısı ile bunların eşit olmadığı şeklindeki savları; onların cehaletlerinin bariz bir dışa vurumudur. Ne Müslüman olan bir ebeveynden doğmak şans, ne de Müslüman olmayan bir ebeveynden doğmak şanssızlık değildir. Dünyaya gelen herkes, içinde bulunduğu şartlar çerçevesinde sürdürdüğü hayatından kendisi sorumlu olacaktır.

Kıyamet Günü hiçkimsenin, kendi ebeveyninin yapmış olduğuna tâbi olduğunu iddia ederek sorumluluktan kurtulamayacağı A’RÂF Suresi ayetleri içinde önemli bir husustur. Kimsenin bahane üreterek işin içinden sıyrılabilme şansı olmadığı gibi Müslüman bir toplum ve ebeveyn dışında doğmuş olsa bile Allah’ı Rab olarak bilmediği takdirde cezası, diğer Rab bilmeyenlerle aynı adrestir. Bunun tersi olarak Müslüman bir toplum ve ebeveyn dışında doğmuş olsa bile Allah’ı Rab olarak bilmiş ise; onun yeri Allah’ı Rab bilen diğer kişilerle aynı adres olacaktır.

Sonuç olarak; A'RÂF 172-173 ayetleri, görsel bir anlatım metodu ile Allah(c.c)'nin yaratmış olduğu bütün insanların fıtratına, kendisini Rab olarak bilmelerini sağlayacak olan, diğer ayetlerde SEMİ-BASAR-FUAD olarak bildirilen duyu organlarını verdiğini göstermektedir. Bu bağlamda dünyanın her neresinde doğarsa doğsun insanların hepsi eşit olarak yaratılmış olup, hesap gününde kendilerine ulaşan bilginin muhteviyatından sorumlu olacaklardır.

Bu yazıyı yazma sebebimiz sadece ateist kesimin bu tür sorularını cevaplamak değildir. Kur’an’a inanmayan birisine, inanmadığı bir şeyden delil sunmak yapılacak en büyük hatadır. Yazıyı yazmaktaki amacımız; önce ayetin mesajını anlamak, sonra da Müslümanların bir kısmında baş gösteren bu tür kafa karışıklığının ne kadar yersiz olduğunu hatırlatmak amaçlıdır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

18 Kasım 2014 Salı

Ahzab s. 72. ayeti: Emanete İhanet Eden İnsan

"Emanet" kelimesi ; "Nefsin güvene kavuşması , korkunun ortadan kalkması" anlamına gelen "e-me-ne" kelimesinden türemiştir. İnsanın kendisinde emin kılınan  , kendisine geçici olarak verilen şeyin adı olarak kullanılır.

Esas konumuz olan Ahzab s. 72. ayetinin mesajına geçmeden önce bu kelimenin Kur'anda geçtiği ayetleri sıralayarak , kişinin kendisinin emniyetine geçici olarak verilen şeylere nasıl bir tutum sergilemesi gerektiğini beyan eden ayet meallerini görelim.

[002.283]  Yolculukta olur da, yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir. Birbirinize bir emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah'tan korksun. Şahitliği, bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.
[004.058] Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.
[008.027]  Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne ihanet etmeyin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin.
[023.008]  Ve onlar ki, emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler.
[023.008]  Ve onlar ki, emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler.

Ahzab s. 72. ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır. 
 [033.072]   Biz, o emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar ve ondan korktular da insan yüklendi onu. O gerçekten çok zalim, çok cahildir.

Ahzab s. 72. ayetinde emanetin , "göklere , yere ve dağlara sunulması" şeklindeki anlatım üzerimizdeki sorumluluğunu ne kadar ciddi olduğunun anlaşılması için yapılmış teşbihi bir anlatımdır , aksi takdirde sunulan emanetin red edilmesinin keyfiyetinin nasıllığı üzerinde kafa yormaya kalktığımız zaman altından kalkılmayacak müşkiller ortaya çıkacaktır. 

Ayette işaret edilen ana konu, "Emanet" olgusu olup, bu emaneti yüklenen insanın "zalim ve nankör" olmasıdır. İnsana Allah (c.c) nin tevdi ettiği geçici şeyler ne olabilir ki , insan "zalim ve nankör" bir tutum sergileyerek bu emenetlere ihanet edebiliyor. 

Bu merkezde, Kur'anda geçen "Halife" kelimesi de "Emanet" kelimesi ile bağlantılıdır. Halife kelimesin, "esas sahibi yani asil olan kişiden bir görevi geçici olarak devr almak , geçicilik , kalıc olmamak" gibi anlamları etrafında düşünecek olursak , "insanın arz üzerinde halife kılınmış olması" nın ne demek olduğunun anlaşılması kolaylaşacaktır. 

Allah (c.c) , Bakara s. 30. ayetinde "Ben arz üzerinde bir halife kılacağım" buyurması kendisinin ASİL olarak uhdesinde olan bir şeyi vekil olarak tayin ettiği insana GEÇİCİ olarak HİLAFETEN vermesini ifade etmektedir.  Allah (c.c) arz'a bir halife atayarak ki bu halife olmak bütün insanlar için geçerlidir, kendi istekleri doğrultusunda hareket edecek bir varlık meydana getirmek istediğini beyan etmektedir. Maalesef bu varlığın bir çoğu, kendisine verilen irade hürriyetini yanlış yolda kullanarak bu halifeliği doğru kullanmamıştır

Bu bağlamda arz üzerinde gelmiş veya gelecek olan herhangi bir insana verilen her ne ise o verilenin geçici olduğu yani EMANET olduğu , bunu mülkün asıl sahibi olanın, insanı geçici bir süre için hakim kıldığı , olması gereken şeyin bunun şuuruna vakıf olarak insanın mülkün asıl sahibine göre elindeki geçici mülkü kullanması gerektiği konusu Kitabın ana konularındandır diyebiliriz. 

Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı kendisi olduğu , dolayısı ile yarattığı her şeyin asıl sahibinin kendisi olduğu , kullarına verdiği her ne ise onların "geçici dünya malı" olduğu , verdiği her ne ise kendisinin koyduğu kurallara göre kullanılması gerektiğini tarih boyunca gönderdiği Elçiler vasıtası ile kullarına bildirmiştir. 

Tarihi , "insanın kendisine vekaleten, hilafeten ve emaneten verilen  şeylerin , asıl sahibini unutarak asıl sahibinin kendisi olduğu zannına kapılarak bunlarda hak iddia etmesi ile buna karşı çıkarak asıl sahibin Allah (c.c) olduğunu savunanlar arasındaki mücadele" olarak yorumlamak Kur'ana uygun bir tarif olsa gerektir.   

Bu mücadele örnekleri kıssa yollu anlatımlar ile bizlere aktarılmış olup bu örneklerden "EL melik" ismini "vekaleten" değil de "asaleten" kullanmaya kalkan kişilere örnek olarak olarak İbrahim ve Musa (a.s) ların kavimlerinin zalim hükümdarları örnek verilebilir.

"Elmelik" ismi ; "Mülk'ün tek sahibi" anlamında olup ortaklık şeklinde bir durumu asla kabul etmez , yer yüzünde bir kısım insana verilen mülk ten bir pay mülk ün sahibi tarafından emaneten verilmiştir.

 [023.116]  Hak melik olan Allah pek yücedir. Ondan başka ilah yoktur; Kerim olan Arş'ın Rabbidir.
 [059.023]  O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka tanrı yoktur. Mülkün sahibidir, son derece mukaddestir, selamete erdirendir, güveni sağlayandır, görüp gözetendir, üstündür, zorludur, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir.

[002.258]  Allah kendisine MÜLK verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: «Rabbim, dirilten ve öldürendir» demişti. «Ben de diriltir ve öldürürüm» dedi; İbrahim, «Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene» dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.
[043.051] Firavun kavmine şöyle seslenip dedi ki: «Ey kavmim, Mısır MÜLKÜ ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?

Bu ve benzeri yöneticiler , ellerindeki gücü kendilerinden başka sorgulama ve yönetme yetkisine sahip kimse olmadığı iddiası ile İlahlık ve Rabliğe soyunmuşlar ve tebalarını zulüm altında inleterek yönetmişlerdir. Buna karşılık kendilerine verilen "Mülk" ün asıl sahibi olmadıkları , bunun kendilerine geçici bir süre olarak "Emaneten" verildiği şuuruna sahip olanlara da örnek verilerek ibret alınması sağlanmaktadır. 

 [004.53-54]Yoksa onların MÜLK ten bir payları mı var? Eğer böyle olsaydı, insanlara 'çekirdeğin sırtındaki küçücük bir tomurcuğu' bile vermezlerdi.Yoksa o insanlara Allah'ın kendi lütfundan verdiği nimeti çekemiyorlar da haset mi ediyorlar. Oysa Biz İbrahim ailesine kitap ve hikmet verdik, ayrıca büyük bir MÜLK de verdik.
[038.035] (Süleyman)Dedi ki: Rabbım; bağışla beni. Ve bana öyle bir MÜLK ver ki; benden sonra hiç bir kimse ulaşamasın. Muhakkak ki en çok bağışta bulunan Sensin, Sen.
[002.247]  Nebileri onlara «Allah size şüphesiz, Talut'u hükümdar olarak gönderdi» dedi. «Biz hükümdarlığa ondan layık iken ve ona malca da bir bolluk verilmemişken bize hükümdar olmağa o nasıl layık olabilir?» dediler, «Doğrusu Allah size onu seçti, bilgice ve vücutça gücünü artırdı» dedi. Allah MÜLKÜ dilediğine verir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.

Süleyman , Davud, Yusuf ve Zülkarneyn (a.s) ların kıssalarını mesajını anlama maksadı ile okuduğumuz zaman o kıssalarda öne çıkan nokta , onlara Mülk'ten verilen emaneti gereği kullanmış olmaları , asla sahipliğe soyunmuş olmamalarıdır.

"Errezzak" ismi ; yarattıkların rızkını veren ihtiyaçlarını karşılayan" anlamına gelmektedir. Bu anlamda rızkın anahtarlarının sadece kendisinde olduğunu beyan eden bir çok ayet mevcuttur. "Rızkı dilediğine yayıp dilediğine kısması" şeklinde gelen bir çok ayet bu gerçeği vurgular. Bu ismi gereğince yaratmış olduğu insanlara rızk vermiş ve onlara bu rızıkların onlara kendisini lutfu olduğu asla sahiplenmemeleri gerektiği "emanetçi" olduklarının unutmamaları asalete soyunmamalarını Kitabında defaatle tembihlemiştir. 

Kullarına vermiş olduklarını kendi yolunda harcamaları gerektiğini bir çok ayetinde beyan eden rabbimiz , bu emrin tersine hareket edenleri "Karun kıssası" nda onun sonunu anlatarak bu şekil davrananların dünyadaki sonlarının nasıl olabileceği , ahirette ise onları daha elim bir azabın beklediğini haber vermiştir. "Sizi rızıklandırdığımız şeylerden" şeklinde yapılan vurgu dikkat çekici olup rızkın kimin tarafından verildiğinin unutulmaması açısından önemlidir. Buna rağmen Yasin s. 47. ayette verilen cevap emanete ihanetin bir belgesidir. 

  "Onlara; Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden infak edin, denildiğinde; o küfredenler iman etmiş olanlara dediler ki: Dilediği takdirde Allah'ın doyuracağı kimseyi biz mi doyuralım? Doğrusu siz, ancak apaçık bir sapıklık içerisindesiniz."

Allah (c.c) kuluna verdiği can ın dahi emanet olduğunu hatırlatarak bu canı onun yolunda vermesi gerektiğini ve bunun karşılığında vereceklerini bir çok ayetinde hatırlatarak bu konuda da cimri davranılmaması gerektiğini beyan etmektedir. Mal ve can vazgeçilmesi neredeyse imkansız iki emanet olarak , bu konuda yapılan vazgeçmeler veya vazgeçememeler Kur'an içinde anlatılarak alınacak karşılıklar bildirilmektedir.

Sonuç olarak ; Ahzab s. 72. ayeti insana onu yaratan tarafından verilen her şeyin "emanet" olgusu içinde değerlendirilmesi gerektiğini ve bu olgunun basit bir şey olmadığını teşbihi bir uslup ile anlatmaktadır. Halife olarak atanan insanın , bu şekil bir atanmışlığının ona daha üst bir mercie karşı olan sorumluluğunu hatırlatmakta olup asalete soyunmamayı yani "Allah tan rol çalmaya kalkmamasını hatırlatmaktadır. "Elmelik" ve "Errezzak" ismi çerçevesinde kısaca değinmeye çalıştığımız "emanete ihanet" in nasıllığı diğer bütün emanet çeşitlerinde de kendini göstermektedir. İnsanın "zalim ve cahil" olarak vasıflandırılması onun bu yönünün ağır basarak kendisine tevdi edilen emanete karşı davranışının onu getirdiği noktayı ifade etmektedir. İnsan olarak elimizde olanın asla bizim kendimizin değil , bize belirli bir süre için imtihan gerekçesi ile emaneten verildiği ,imtihan sonunda elimizden alınacağı bilinci içinde bunları kullanarak "zalim ve cahil"olmak yerine "adil ve alim" bir kul olarak ebedi cennetlerde ikamet etmek hakkını kazanmamız gerekmektedir. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Kasım 2014 Cuma

Hadid s. 25. ayeti: Demirin Kitab ve Mizan doğrultusunda Kullanılması

Adem(a.s)'dan Muhammed(a.s)'a kadar sayılarını sadece gönderenin bildiği bütün Nebi Resullerin ortak çağrısı; bir tek İlah'a kulluk etmek ve bu kulluğun nasıl olması gerektiği konusunda mü'minlere öğretmenlik yapmış olmalarıdır. HADİD 25 ayetinde bahsi geçen "demir"; kevnî ayetlerden bir ayet olması ve bu ayetin, aynı ayet içinde içinde bahsi geçen "Kitap ve Mizan" ile birlikte zikredilmesi; kevnî ayetlerin bütününün Kitap ve Mizan doğrultusunda kullanılması gerektiğini bizlere hatırlatmaktadır. Diğer surelerde kıssası anlatılan Davud(a.s) örnekliği, yaşanmış ve pratiğe geçmiş bir örneklik olarak bizlere sunulmaktadır.

[057.025] Andolsun, biz resullerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve resullerine gayb ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sahibidir, üstün olandır.

Öncelikle ayet içinde geçen "mizan" ve "kıst" kelimeleri üzerinde durmak, konuyu daha kolay anlama açısından faydalı olacaktır.

"Mizan" kelimesi; "Ve-Ze-Ne" kelimesinden türemiştir ve "bir nesnenin miktarını bilmek için kullanılan alet, ölçü ,terazi" anlamındadır. "Kıst" kelimesi ise; "adaletli bir biçimde paylaştırmak, payı adil bir biçimde dağıtmak" anlamındadır.

HADİD 25 ayeti hakkında kısaca; Allah(c.c)'nin insanın emrine müsahhar kıldığı kevnî ayetlerin insanlar arasında adaletli bir biçimde kullanılması ve dağıtılması için elçileri ile birlikte Mizan'ı yani Kitap'ı gönderdiğini, bunları gönderme sebebinin kendisine ve elçilerine iman edip etmeyenlerin bilinmesi için olduğunu beyan etmektedir.

Dikkat edilecek olursa ayet içinde, Resullere "Kitab VE Mizan" indirildiği beyan edilmektedir. "VE" bağlacının iki ayrı şeyi ifade ettiğinden yola çıkılarak, başka ayetlerde geçen Muhammed(a.s)'a "Kitab VE Hikmet" indirilmesinin bildirilmesinde kast edilenin iki ayrı şey olduğu, dolayısı ile indirilen kitabın Kur'an, indirilen Hikmet'in Sünnet olduğu iddiası dile getirilmektedir. Böylece Muhammed(a.s)'a Kur'an'ın dışında başka vahiyler de indirildiği, inen Hikmet'in de ayrı bir vahiy olan Sünnet olduğu, Sünnet ve Hadisin vahiy olduğu(!) düşüncesi; bu "VE" bağlacına dayandırılarak delillendirilmeye çalışılmakta olduğu bilinmektedir.

HADİD 25 ayeti içinde "VE" bağlacı ile ayrılan Mizan'ı, "Kitap'tan ayrı olarak inmiş bir vahiy olarak düşünmek ne kadar doğrudur?" sorusuna vereceğimiz cevap "Kitap VE Hikmet" konusuna da açıklık getirecektir.

Kur'an'da bir çok ayet, Muhammed(a.s)'a inen şeyin Kitap olduğunu bildirmektedir. Çelişkisiz olduğu, onu indiren tarafından beyan edilen (4.82 / 18.1) Kitap'ta böylesine bir çelişkinin mümkün olamayacağına göre, Kitap ile birlikte indirilen Mizan'ın ne olduğu, kelimenin anlamından yola çıkarak anlamamızı sağlayacaktır.

"Mizan" kelimesi "ölçü, terazi" anlamında "bir şeyi ölçmek için kullanılan alet ismi" anlamındadır. Kitap bu anlamda terazi ve ölçü aleti olup yaşantımızı ona göre ölçeceğimiz, davranışlarımızı ona göre düzenleyeceğimiz bir Mizan'dır. Yani Kitap'tan ayrı bir şey olmayıp, Kitap'ın ne olması gerektiğini, nasıl kullanılması gerektiğini, ne için indirilmiş olduğunu anlatan bir kelimedir.

"Hikmet" kelimesi de, "Mizan" kelimesi gibi Kitap'ın dışında ayrı bir şey olmayıp, Kitap'ın indirilme amacını anlatmakta ve "eşyanın tabiatına uygun yani Allah'ın tavsiye ettiği kullanım ölçüsüne göre hareket etmek, yani Kitap'ı hayata uygulamak" anlamına gelmektedir. Bu "uygulamayı" en güzel ve doğru bir biçimde Resuller göstermiştir. Bu anlamda Sünneti; "vahiy" olarak değil, "vahy'in pratiği" olarak değerlendirmenin daha doğru bir yaklaşım olacağını düşünmekteyiz.

Şuayb(a.s)'ın kavmi olan Medyen'in helak edilme sebeblerinden birisi; Mizan'da haksızlık yapmaları olduğunu kısaca hatırlattıktan sonra, Allah(c.c) yarattıkları ile ilgili olarak hepsine ölçüyü koyduğunu bildirmektedir.

[015.019] Yere (gelince,) onu döşeyip-yaydık, onda sarsılmaz-dağlar bıraktık ve onda her şeyden ölçüsü belirlenmiş (mevzunin) ürünler bitirdik.

[055.007-9] Göğü Allah yükseltti ve mîzanı (dengeyi) O koydu. Ki taşmayın mizanda Ve mizanı adâletle yerine getiriniz ve tartıyı noksan etmeyiniz.

Yazımızın başında; Resuller için tarih boyunca insanlara öğretmenlik yapan ve kendilerine indirilen Kitap'ı "Mizan ve Hikmet" kelimelerinin çerçevesinde hayat içinde pratize ederek nasıl bir hayat sürdürülmesi gerektiğini bizlere öğreten insanlardır demiştik. Davud(a.s); bu Resuller zincirinin bir halkası olup, HADİD 25 ayetinde, kevnî bir ayet olan "demir"in Kitap ve Mizan doğrultusunda nasıl kullanılması gerektiğini yaşantısı içinde uygulayarak bizlere göstermiştir.

[034.010-11] Andolsun, Davud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik. «Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin» dedik. Ona demiri yumuşattık. Geniş zırhlar yap ve dokumasını sağlam tut, diye. Ve salih ameller işleyin. Muhakkak ki Ben; yapmakta olduğunuz şeyi görenim.

Davud(a.s)'ın demir ayetini kullanması, onun kıssasının anlatıldığı Kur'an ayetleri içinde kuşların ve dağların tesbihini bozmadığı, yani elindeki gücü ekolojik dengeyi bozmak için kullanmadığı, insanlar arasında hak ile hükmettiği, Allah'a kul olmak için gerekli olanları yerine getirdiği anlatılmaktadır. Bu anlatımdan alınması gereken örneklikler, tarih boyunca gelen zalim hükümdarların elindeki gücü mazlumları daha da ezmek için kullanmış olması göz önüne alınacak olursa konunun önemi ortaya çıkar.

"Demir" ve türevleri olan madenler, gücü sembolize etmesi açısından önemli ayetlerdir. Bu madenler ile yapılmış olanları kullanarak gücü elinde bulunduranlar, hakimiyet ve mülk alanlarını genişletmek için ellerine önemli bir koz geçirmiş olurlar. Mesele; ele geçirilen bu kozun nasıl kullanılması meselesi olup, tarih boyunca şer güçlerin ellerine geçtiği zaman nasıl bir fesat yaydıkları herkesin malumudur.

Ayet içinde geçen "kıst" (adalet) kavramının gerçekleşmesinin; "Kitap-Mizan-Demir" üçlüsünün bir arada kullanılması ile hasıl olacağı beyan edilmektedir. Demirin, gücü sembolize etmesi göz önüne alınacak olursa; adaletli bir sistemin hakim olması, bu sistemin karşıtlarının güçlerinin karşı güç sindirilmesi ile mümkün olacağı için demirin kullanılması kaçınılmazdır.

Demir ile sembolize edilen gücün olmadığı "Kitap ve Mizan" eksik kalacağından, fesadın ortadan kalkması gerçekleşemez. "Kitap ve Mizan" ile birleşmeyen "Demir" de nasıl kullanılacağının rehberi olmadığı zaman şer güçlerin elinde fesat aracı olmaktan öteye gitmeyecektir. Dolayısı ile dünyada "kıst"ın sağlanması için; "Kitap-Mizan-Demir" üçlüsünün birbirinden ayrılmadan birlikte olması sağlanmalıdır.

Bugün günümüz dünyasında yaşananlara baktığımız zaman; şer güçlerin, ellerindeki bu gücü başta Müslümanlar olmak üzere kendi aç gözlülüklerini doyurmak için onların yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömürmek için kullanmaları, bütün kevnî ayetlerin "Kitap ve Mizan" doğrultusunda kullanılmasının önemini daha da ortaya çıkarmaktadır. 

Amerika, İsrail vb. müstekbirlerin, demir ayetini "Kitap ve Mizan" ile birlikte okuyarak adil bir kullanım yapmamaları neticesinde, dünyaya yayılan fesat bütün insanlar üzerinde olduğu gibi ekolojik dengeyi de alt üst etmektedir.

Davud, Süleyman, Zülkarneyn(a.s) örneğinde demirin doğru bir biçimde kullanılma örnekliğinin hayata yansıması, fesadın önünün alınması için gereklidir. Dünya bugün Müslümanların bu örneklikleri hayata geçirmesini bekleyerek, zulmün ve fesadın ortadan kalktığı, hak ve adaletin hakim olduğu bir dünya düzenini beklemektedir. 

Sonuç olarak; tarih boyunca göndermiş olduğu elçiler ile insanlara bilmediklerini öğreten Allah(c.c), son Elçisini de aynı misyon dahilinde göndererek, ona Kur'an'ı indirmiş ve o Kitap içinde geçmiş Elçilerden örnekler vererek, bu Elçilerin insanlara nasıl öğretmenlik yaptıklarını ona ve bizlere bildirmiştir. HADİD 25 ayeti bizlere bu durumu anlatmaktadır. Özellikle Davud, Süleyman, Zülkarneyn(a.s) örnekliğinde, ellerinde güç ve servet bulunanların bunları nasıl kullanmaları gerektiğini göstermiştir. Kitap'ın ütopik bir toplum önermediği, aksine canlı ve yaşanmış hayattan örnekler sunarak "Kitap ve Mizan"ın doğrultusunda yaşanmış örnekler olduğunu bizlere sunarak, onların yolundan gittiğimiz takdirde bizim de böyle bir güç sahibi olarak zalimlere ve fesatçılara karşı koyabilecek seviyeye geleceğimizi haber vermektedir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

12 Kasım 2014 Çarşamba

Mustafa İslamoğlu'nun Muhammed Suresi 35. Ayetine verdiği Meal Hakkında

Bu yazımızda Sayın Mustafa İslamoğlu Hocanın hazırlamış olduğu gerekçeli mealinde, Muhammed suresi 35. ayeti ile ilgili yapmış olduğu meal üzerinde durmaya çalışacağız. Ayetin arapça metni şöyledir.

"Fe lâ tehinû ve ted’û iles selmi ve entumul a’levne vallâhu meakum ve len yetirekum a’mâlekum."

Bu ayetin meali Sayın Hoca tarafından şu şekilde verilmiştir. 

"ARTIK gevşemeyin , ama siz üstün durumdaysanız barışa davet edin , çünkü Allah sizinle beraberdir, ve o sizin amellerinizi asla zayi etmeyecektir."

Sayın Hocanın bu şekil bir meal yapmasının gerekçesini şu şekilde belirtmektedir. 

"Ve ted'u yu bir "la" takdiri ile "ve la ted'u" okumak ayetin manasını tersine çevireceği için tasvip edilemez. (krş 3-139) .Barış için bakınız "eğer onlar barışa yönelirlerse sende bu yönelişe uy (8.61) 

Tetkik ettiğimiz bütün meallerde Muhammed Suresi 35. ayetine yapılan meal şu şekildedir. 

 Diyanet Vakfi :
Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmeyecektir.

Elmalılı Hamdi Yazır :
Onun için gevşeklik etmeyin de sizler daha üstün olacak iken sulha yalvarmayın, Allah sizinledir ve asla sizin amellerinize kıymaz

 Muhammed Esed :
Böylece, (adil bir dava uğrunda mücadele ettiğinizde) korkup gevşemeyin ve barış için yalvarıp yakarmayın! Allah sizinle beraber olduğuna göre (sonunda) mutlaka siz üstün geleceksiniz ve O, sizin (iyi ve güzel) fiillerinizi zayi etmeyecektir.

 Bayraktar Bayraklı :
Üstün durumdayken gevşeyip barışa çağırmayınız. Allah sizinle beraberdir. O, amellerinizi asla heder etmeyecektir.

Tetkik ettiğimiz meallerden verdiğimiz örneklere bakıldığında bütün meallerde , ayetin metnindeki " ve ted'u" kelimesine "la" takdiri yapılarak "ÇAĞIRMAYINIZ" şeklinde meal verilmiş olup doğru mealin bu şekilde olması gerektiğini düşünmekteyiz , gramer kuralları bu kelimenin olumsuz bir anlam verilerek çevrilmesini gerekli kılmaktadır. 

Aynı cümle kalıbı içinde geçen bazı ayetlerden örnekler vererek, hem doğru olduğunu düşündüğümüz meal şeklinin başka ayetlerde de aynı olduğunu , hem de Sayın Hocanın bu ayetleri Muhammed s. 35. ayetine muhalefet ederek çelişkili bir biçimde nasıl çevirdiğini görelim. 

Bakara s. ayet 42.  
"Ve lâ telbisûl hakka bil bâtılı ve tektumûl hakka ve entum ta’lemûn(ta’lemûne)."

 Sayın hocanın bu ayete verdiği meal şöyledir. 

"Hakkı batılla karıştırmayın , bildiğiniz halde hakkı gizlemeyin"

Dikkat edilecek olursa ayetin metnindeki "ve tektumul" kelimesine gramer kuralları gereği "la" takdiri yapılarak yani olumsuzlanarak "GİZLEMEYİN" şeklinde verilerek aynı kural Muhammed s. 35. ayetinde işletilmemiştir. Eğer Muhammed s. 35. ayetine verilen anlam mantığında bu ayete anlam vermiş olsaydı "Gizleyin" şeklinde bir anlam verilmesi gerekirdi ki böyle anlam asla doğru olmazdı. 

Aynı cümle kalıbı Enfal s. 27. ayetindede geçmektedir.

Enfal s. 27. ayeti.
"Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tehûnûllâhe ver resûle ve tehûnû emânâtikum ve entum ta'lemûn(ta'lemûne)"

 Sayın hocanın bu ayete verdiği meal şöyledir. 

"Siz ey iman edenler ,Allah ve Elçiye asla ihanet etmeyin , sonra korumanız gereken değerlere bile bile ihanet etmiş olursunuz"
 
Ayetin metin yapısına daha uygun olan başka bir meal örneğini vererek konunun daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalışalım.

 Muhammed Esed :
(O halde,) siz ey imana erişenler, Allaha ve Elçiye karşı haince davranmayın; size tevdi edilen emanete bilerek ihanet etmeyin!

Bakara s. 42. ayetinde olduğu gibi bu ayetin metnindeki "ve tehunu" kelimesine gramer kuralları gereği "la" takdir edilerek "ihanet etmeyin" şeklinde meal verilmiştir. 

Sayın Hoca maalesef , Muhammed s. 35. ayetine uygulamadığı gramer kurallarını , Bakara s. 42 , Enfal s. 27. ayetlerinde uygulayarak çelişkili bir meal örneği vermiştir.

Muhammed s. 35. ayetinde "ÇAĞIRIN" şeklinde olumlu mana verdiği kelimeye , aynı cümle yapısı içinde olan diğer iki ayete olumlu mana vermemiştir. 

Sayın Hoca aynı surenin 4. ayetini biraz tefekkür ederek okumuş olsaydı 35. ayet ile aralarındaki bağı kurup böylesine bariz bir hatalı meal yapmaktan kendisini korumuş olurdu. 

 [047.004]  Öyleyse, küfredenlerle karşı karşıya geldiğiniz zaman, hemen boyunlarını vurun; sonunda onları iyice bozguna uğratıp zafer kazanınca da artık (esirler için) bağı sımsıkı tutun. Bundan sonra ya bir lütuf olarak (onları bırakın) ya da bir fidye (karşılığı salıverin) . Öyle ki savaş ağırlıklarını bıraksın (sona ersin) . İşte böyle; eğer Allah dilemiş olsaydı, elbette onlardan intikam alırdı. Ancak (savaş,) sizleri birbirinizle denemesi içindir. Allah yolunda öldürülenler ise; (Allah,) kesin olarak onların amellerini giderip-boşa çıkarmaz.

Muhammed s. 4. ayetinde savaş sonrası yapılması gerekenler beyan edilmekte olup , şayet 35. ayete Sayın Hocanın vermiş olduğu anlam doğrultusunda, "ARTIK gevşemeyin , ama siz üstün durumdaysanız barışa davet edin , çünkü Allah sizinle beraberdir, ve o sizin amellerinizi asla zayi etmeyecektir" şeklinde verilen bir meal Sayın Hocanın gerekçesinde "manayı tersine çevireceği" için böyle yapmış olmasına karşılık asıl kendisinin yapmış olduğu meal anlamı ters çevirmiştir. 

Aynı sure içinde , ki surenin bir tek seferde inmiş olması kuvvetle muhtemeldir , Allah (c.c) savaş sonrası 4. ayette savaş sonrası ne yapılacağını bildirip 35. ayette barışa çağırın buyurması bizce çelişkili bir durum olup "çelişkisiz bir Kitab" olmanın şanına yakışmaz.

Sonuç olarak; Muhammed s. 35. ayeti sayın Mustafa İslamoğlu hoca tarafından gramer kurallarına aykırı olarak çevrilmiş olup ,aynı cümle yapısına uygun olan Bakara s. 42 ,Enfal s. 27. ayetlerini gramer kurallarına uygun bir biçimde çevirerek çelişkiye düşmüştür. Halbuki örneğini verdiğimiz 2 ayetin cümle yapısı ile Muhammed s. 35. ayetinin cümle yapısı aynı olup "la" takdiri ile kelime olumsuza dönüşmüştür. Anlamı ters çevireceği gerekçesi ile böyle bir meal yaptığını ileri süren Sayın Hoca aynı surenin 4. ayeti ile 35. ayetini birlkte okuyup aradaki bağı kurmaya çalışmış olsa idi esas çelişkinin kendi yaptığı meal de olduğunu görürdü. 

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
 

11 Kasım 2014 Salı

Bir Kıyam Manifestosu: Fatiha Suresi

Fatiha kelimesi; "kendisi ile birlikte sonrasında gelenin açıldığı, başlangıcı" anlamındadır. Mushaftaki ilk sureye bu adın verilmesi; sure içindeki ayetlerin, Kitap'ın içindeki bütün ayetlerin özeti mahiyetinde olmasından ötürüdür. "Fatihatül-kitab"; Kitap'ın açıcısı, anahtarı deyimi bu bağlamda önemli bir konuya parmak basması açısından önemlidir.

Kıyam kelimesi; "ayak üzere kalkmak " anlamındaki "kame" fiilinden türemiş olup, "bir şeyi gözetip koruma, bakma, muhafaza etme, azmetme" anlamındadır.

Manifesto kelimesi; "toplumsal bir hareketin amaçlarının yazılı olarak bildirilmesi" anlamındadır.

"La ilahe illallah" (Allah'tan başka İlah yoktur); gönderilen tüm elçilerin ortak çağrısı olduğu gibi, son elçi Muhammed(a.s)'ın da çağrısıdır. Ona indirilen Kitap'ın bütün ayetlerinin, Allah(c.c)'nin tek İlahlığının merkeze alınmasının anlatımı demek mümkündür.

Namazlarımızda her gün defalarca okuduğumuz FATİHA Suresi; içinde barındırdığı ayetler ile Kitap içindeki ayetlerin bir özetidir diyebiliriz.

[001.001] Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
[001.002] Hamd, Alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
[001.003] O Rahman ve Rahim'dir,
[001.004] Din Gününün sahibidir.
[001.005] Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz.
[001.006] Bizi doğru yola eriştir.
[001.007] Nimete erdirdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve dalalete düşenlerinkine değil.

Bu ayetlerin namaz adı ile bildiğimiz "salat"ın içinde, bir rükûn olan ritüel ibadet gösterimi içinde üç asli unsurdan biri olan "kıyam" içinde okunması çok önemlidir. Kıyam kelimesinin ifade ettiği anlamı düşünürsek, bu ayetlerde söylenenler bir nevi manifesto sayılır.

Kıyam kelimesi "ayağa kalkış" demek olduğuna göre; bu kalkışta söylenen sözleri nasıl anlamak ve hayata geçirmek lazımdır?

6-7. ayetlerde Rabbimizden "bizi gazaba ve dalalete düşenlerin yoluna değil, doğru yolu ilet" şeklinde bir isteği dile getirmekteyiz. Allah(c.c) bu isteğin nasıl gerçekleşeceğini 5. ayette "yalnız O'na ibadet etmek ve yalnız O'ndan yardım istemek" şeklinde bildirmektedir. Peki bu sözler kulların hayatında nasıl gerçekleşmesi gerekir ki 6-7. ayetlerdeki istek Rabbimiz tarafından kabul edilsin? 

ZARİYAT 56 ayetinde "İnsanı ve Cinni sadece kendisine kulluk etsinler diye" yarattığını buyuruyordu. Peki bu kulluk nasıl bir şey olmalıydı ki doğru yola erişenlerden olalım?

İbadet kelimesi; "kul, köle" anlamına gelen "A-Be-De" kökünden türeyen ve "kendini alçaltmanın, kibirini ve gururunu kırmanın son noktasını temsil eden" şeklinde bir anlama sahiptir.

Bu alçalma, kibir ve gururu kırma öyle bir varlığa olmalıdır ki; onun üzerinde hiç bir varlık olmasın, onun kimseye karşı alçalma ihtiyacı bulunmasın. Böyle özelliğe sahip olan tek bir varlık vardır ki O da Alemlerin Rabbi olan Allah'tır.

Allah kendisine karşı olması gereken bu alçalmanın, kendisinin dışındaki varlıklara karşı gösterildiği takdirde, bu amelin adını ŞİRK koymuş olup; ebedi cehennem ile bu amellerin karşılığını vereceğini müteaddit ayetlerde beyan etmiştir.

"Allah'a ibadet" deyimi ile kast edilenin ne olduğu anlaşıldığı takdirde, surede her gün defalarca beyan ettiğimiz bildiriyi hayatımıza da hakim kılmış sayılırız.

Allah(c.c) her şeyin yaratıcısı olması nedeniyle; her şeyin üzerinde hüküm sahibidir. Yarattıklarından olan insan üzerinde de bu durum geçerli olup, insanlara dünyada yaşadıkları hayat müddeti içinde, Kendisinin emirleri doğrultusunda bir hayat sürmeleri gerektiğini, gönderdiği elçi ve kitaplar ile haber vermiştir.

İnsanlara vaaz ettiği hükümler, onları yaratan olması nedeniyle onları hem dünya hem de Ahiret'te mutlu bir yaşam sürmesine neden olacak iken, maalesef bir çok insan bu hükümleri red ederek, onun dışında vaaz edilmiş hükümlere göre hayatlarını tanzim etme sevdasına düşmektedirler. Böylece de hem dünyasını hemde Ahiret'ini karartma yoluna gitmektedirler. 

Burada insanın "halife" olarak atanmış olması gündeme gelmektedir. İnsanın halife olarak atanması demek; onu atayanın ona verdiği talimatlara göre hareket etmesini gerektirir. Halife olmak demek; "bir göreve vekalet etmek" demek olup geçiciliği ifade eder. İnsan yeryüzüne halife olarak atanmakla, Allah(c.c)'nin verdiği talimatlara göre hareket ederek, O'nun kendisine verdikleri üzerinde gerçek hak sahibi değil, geçici olarak emanetçi olduğunu asla unutmaması gerekir.

Mal, servet, evlatlar ve insanlar üzerindeki yönetim gücü... Bunların hepsi halife olmanın gereği olarak emanet ve geçici bir süre insanın emrine verilmiştir. Esas olan; bunların asıl sahibinin kim olduğunu bilmek ve asıl sahibinin emaneten bunları vermiş olduğunu unutmadan, asıl sahibi imiş gibi hak iddia etmemek olmalıdır. Bu tür bir hak iddia edişte "emanete ihanet" yani halifeliği bırakıp asalete soyunmak yani Allah'tan rol çalmaya kalkmanın adı "Şirk" tir.

Kul "yalnız Sana kulluk ederiz" derken; hem kendisinin kul olduğunu unutmadığını, hem de Allah'tan başka kulluk yapılacak bir merci olmadığını beyan eder. Problem; bu sözleri her gün defalarca söyleyip de içeriğine uygun davranışlarda bulunmamaktır.

Müslümanlar olarak "kulluk" ve "ibadet" kelimelerinin içini öylesine boşaltmışız ki; "sahte ilah" deyimi bizlere sadece Mekke'deki 360 tane putu çağrıştırmaktadır. Muhammed(a.s)'ın bu putları kırdığını ve şirk olgusunun bittiğini zannetmekteyiz. Halbuki şirk olgusu hiç bir zaman bitmeyecek. Hatta kendisini Müslüman olarak tanımlayan birçok kişi, bu bataklığın içinde olduğundan bile habersiz bir vaziyette gününü gün etmektedir.

Allah'a ibadet etmek demek; günde sadece beş vakit namaz gibi belirli gün ve zamanlarda yapılanları kapsamaz. Bu deyim; kulun 24 saatini kapsaması gerekli olan ve bütün zamanlarda da Allah'ın emir ve yasaklarına göre davranışlarda bulunmak anlamına gelir.

Maaleseftir ki kul olmak demenin mescitlerde belli vakitlerde namaz kılmak ile sınırlı olduğunu zannedip, diğer vakitlerde böyle bir kulluk yükümlülüğü yokmuşcasına davranan Müslümanlar, sair zamanlarda Allah'a göre değil, O'nun kullarına verdiği hilafet görevini emaneten değil asalaten yüklenmeye kalkanlara kul olmaktadır. Halbuki namazda okuduğu FATİHA Suresi içindeki ayetler, kulun hayatının her anında Allah'a kul olduğunu bildirmesi demek olduğundan habersiz olanlar, hayatlarını başkalarının düzenlediği sistemlere uydurmakta en ufak bir rahatsızlık dahi duymadan şirk sistemlerine kul olmaya devam etmektedirler.

"Yalnızca Senden yardım dileriz" sözünün; özellikle tasavvuf kesiminin içinde bulunduğu hali göz önünde bulundurursak ne kadar önemli olduğunu anlarız. Allah'tan yardım istemek demek; sadece O'nun yetki sınırları dahilinde olan durumlarda bir başkasından değil, sadece O'ndan yardım istemek anlamındadır. Başı dara düştüğünde kabirdeki ölülerden medet umup, sonra bu ayeti okumak; Allah(c.c) ile alay eder gibi bir duruma düşmekten başka bir işe yaramaz.

Allah(c.c)'nin yardım etmesinin elbette bir kuralı ve yasası vardır. Kul gereklerini yerine getirmeden, yattığı yerden sadece  "Allah'ım yardım et" diye dua ederse; bu yardım asla gelmez. Başınız darda ise, o darlıktan kurtulmak için gerekli olan fiilleri işleyerek Allah'tan yardım talebinde bulunmak ve bu talebe gerekli cevabı vermek Sünnetullah'ın bir yasasıdır.

Namaz içinde kıyam halinde iken okunan FATİHA Suresi ayetlerinin şirke, tağuta, müstekbirlere ve bel'amlara karşı tevhidî bir kalkışın manifestosu olduğunu bilerek yapılması, sadece mescitlerde kalmış olmayarak hayatın her anına taşınacak ve kul olarak her anımızda Allah'a göre davranmak gerektiği bilincine hakim olacaktır.

Sonuç olarak; her gün namazlarımızda defalarca okuduğumuz FATİHA Suresi, adından anlaşılacağı üzere "Kitap'ın anahtarı"dır. Kitap içindeki ayetlerin mesajının anası bu sure içindeki ayetlerde özet halinde mevcuttur. Bunun içindir ki bu surenin NAMAZ içindeki KIYAM halinde okunması, ŞİRK sistemlerine karşı bir MANİFESTO mahiyetindedir. Kul okuduğu surenin bilincinde olduğu zaman; kul olmak demenin sadece mescid içinde değil, hayatının her anında Allah'a kul olmak bilinci içinde olduğunu bilir. Bunu; kıldığı namaz içinde hem Allah'a hem de Allah düşmanlarına deklere eder. Ancak bu sure, "surelerin faziletleri" şeklindeki hurafelere kurban edilerek sadece hastalara, evde kalmışlara, imtihanı olanlara, bir yerleri ağrıyanlara okunması gereken ayetler kategorisine düşürmüştür.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

8 Kasım 2014 Cumartesi

Ehli Sünnet Akidesi Adı Altında Müslümanlara Yapılan Mahalle Baskısı

Tarih içinde gelişen siyasi olaylar neticesinde "Ehli sünnet" ve "Şia" olarak iki guruba ayrılan Müslümanlar, bu ayrışımı itikadi noktada da göstererek araya aşılmaz duvarlar örmüşlerdir. Bu iki gurubun tek ortak noktası Kur'an ile olan bağlarının sadece sözde kalmış olması ve itikatlarını Kur'an ın değil rivayetlerin belirlemiş olmalarıdır. 

Türkiye Müslümanlarının bir çoğunun bağlı bulunduğu "Ehli sünnet akidesi" adı altındaki yapılanma son yıllarda ortaya çıkan "Kur'ana dönüş" hareketine alternatif bir hareket olarak yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Bu yapılanma asla, yanlış düşünceleri Kur'an merkezli bir zemine oturtma amaçlı değil, aksine Kur'an merkezli düşüncelere alternatif olarak yeniden sunulma gayretidir.

Her hareketin içinde olabilecek olumsuzluklar çerçevesinde, Kur'an dönüş hareketinin içinde de olumsuz düşünceler olduğu bir gerçektir. Bu olumsuzluklar gerekçe gösterilerek hareketin bütününü mahkum etmeye kalkmak doğru bir davranış değildir. Ehli sünnet düşüncesinin savunucuları olumlu- olumsuz ayrımı yapmadan hareketin bütününü mahkum etmeye kalkarak herkesi kendi düşüncelerine davet etmeye çalışmaktadırlar. 

Peki bu davetlerinin temeli nedir ve davet hakları varmıdır?. 

Ehli sünnet akidesi adı altındaki yapılanma temelinin "Ehli Hadis" düşüncesinden almış olup , bilindiği üzere bu düşüncenin ana temeli, rivayetlerin baz alınarak din oluşturulması esasına dayanmaktadır. Rivayet ile Kitap çeliştiği anda Kitabın değil rivayetin alınması gerektiği bu akidenin temel inancı olarak bu düşüncenin savunucuları tarafından her fırsatta dile getirilmektedir. 

Kur'an her yanlış düşünceyi mahkum eden bir Kitap olarak , Ehli sünnet düşüncesinin bu tür yanlışlarını da mahkum etmektedir. Kur'ana dönüş hareketi ile bu yanlışlar ile yüzyüze gelenler ,salim akıl ile düşündükleri zaman gerçeği görmekte ve Ehli sünnet düşüncesine karşı cephe almaya başlamaktadırlar.

Son zamanlarda bu düşünceye mensup "akademisyen" etiketli bazı insanların biraz daha fazla günyüzüne çıkmaya çalışarak, Kur'ani düşüncelere ve bu düşünceler etrafındaki bazı insanlara karşı bir yıpratma kampanyası başlatarak kendi akidelerini savunmaktadırlar.  Özellikle akademisyen kimliklerine sığınarak söylemlerini haklı çıkarma gayretleri gözden kaçmamaktadır.

"O dediyse doğrudur" düşüncesini empoze ederek , bazı insanların empoze ettiği dini "Hak Din" olarak sunma gayretinde olan bu zevat özellikle Kur'ana karşı aşırı bir kutsiyet atfederek onu herkesin eline bile almaya cesaret edemeyeceği bir Kitap olduğu fikrini yaymaya çalışarak kendi söylemlerini oturtmaya çalışmaktadırlar. 

Herkesin anlayamayacağı bir Kitap nasıl olurda avamın eline geçer ve bu avam geleneği sorgulayabilir? , bu bazıları için akıl almaz bir olaydır  halbuki olması gereken şuydu ; Biz din adına ne anlatırsak o kabul edilmeli Kur'ana uyup uymadığı gibi sapıkça! sözlere asla yer verilmemeliydi, ama olanlar oldu ve bazı sapıklar ! zincirlerini şakırdatan köleler misali bazı şeylerin iyi gitmediğini , bazı düşüncelerin yanlış olduğunu söylemeye başladılar hemde bunu avamın anlamayamacağı! bir Kitap olan Kur'an üzerinden yapmaya başladılar.   

Bu sapıklara karşı Ehli sünnet ulemasının ! öne çıkan söylemleri, bütün Müslümanların "Ehli sünnet akidesi" ne uymaları gerektiği ve kendilerinin bu akideye çağırdıkları , bu akidenin dışında kalanların Cehennem azabına hak kazanacakları şeklinde söylemler olup bir tür "Mahalle baskısı" yöntemini kullanmalarıdır. 

Peki Allah (c.c) bizlerin Cennet veya Cehennem ile karşılık bulacağımız ameller yapmayı bu akideye mensup olma veya olmama şartına mı bağlamıştır?.

Allah (c.c) bizleri, Cennet veya Cehennem ile karşılık görmek için Dünya hayatında onun Kitabına uymak veya uymamak şeklinde ortaya çıkan amellerimize bağlamıştır , "Ehli sünnet düşüncesine mensup bir hayat sürerek o düşüncenin söylemlerini savunmak bizleri nereye götürür?" sorusunun cevabını, bu düşüncenin  esaslarından bir kaçını görerek cevaplamaya çalışalım. 

1- Mütevatir Sünnet veya Hadis Kur'an ayetini nesheder. 

Bu teori özellikle zina cezası bağlamında evli bekar ayrımı yapılarak , evli iken zina edenin recm edilerek öldürülmesini meşru bir zemine oturtmak için üretilmiştir. Kur'anın zina eden kişiye evli-bekar ayrımı yapmadan aynı cezayı vermiş olmasına rağmen , evli kişinin recm edilmesini rivayetlerden alınan bilgiler ışığında öngören bu düşünce , evli kişinin recm edilmesine dair bir ayetin aslında indiğini fakat o ayeti keçi yediği için mushafa alınmadığını "Metni mensuh hükmü baki ayetler" adı altında bir kategori oluştururarak Dinin aslı gibi göstermektedirler. 

Kendisine vahy olunandan başkasına uymayan , ve uymamakla yükümlü bulunan bir elçi nasıl böyle bir cürüm işleyebilir sorusunun cevabı , "hadislerde ayet gibidir" şeklinde olup büyük bir iftira ile cevablandırılmaktadır. Şimdi sorarız  , recm cezasının kabul edilmesimi yoksa kabul edilmemesi küfürdür.

2- Muhammed (a.s) ölmediği kabrinde diri olduğu ve amellerimizin ona arz olunduğu. 

Bu düşünce bu akidenin temel düşüncelerinden birisi olup işi daha azıtanlar , Muhammed (a.s) ın eşlerinin bile ölmediğini hatta onlarla cinsel ilşki dahi kurduğunu söyleme cüretine kadar işi götürebilmektedirler. Kur'an da bu şekil bir düşüncenin asla karşılığı olmamasına rağmen üretilen Din esası haline getirilmiş " Sen de öleceksin onlar da ölecekler" , "Her nefis ölümü tadacaktır" gibi ayetler göz ardı edilmiştir. Şimdi sorarız , ayete rağman hale Muhammed (a.s) "ölmedi" demek mi yoksa "öldü" demek mi küfürdür*.

3- İsa (a.s) ın yeniden yer yüzüne ineceği düşüncesi. 

Bu düşünce diğer düşünceler gibi Ehli sünnet in temel düşüncelerinden biri olup , temelini Kur'an dan değil Hıristiyan düşüncesinden almış ve Kur'an ayetlerini tahrif etme pahasına Kitaptanmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.

4- Allah (c.c) nin dışında şefaatçiler olduğu düşüncesi. 

Şefaat düşüncesi Ehli sünnetin rivayetler kanalıyla oluşturduğu dinin olmazsa olmazlarından olup , Kur'anda Allah (c.c) dışında kimsenin şefaatçi olamayacağına dair ayetlere karşılık bu ayetler rivayetler ışığında okunarak , Allahın dışında şefaatçiler olduğu düşüncesi ayetler tahrif edilerek oturtulmuştur. 

Kur'an aykırı tüm düşünceleri ele almak yazının hacmini büyülteceği için sadee örnek olarak vermeye çalıştığımız bu ve benzeri Ehli sünnet akidesi düşüncelerinin bir çoğu Kur'andan onay almamakta olup aksine Kur'an ın red ettiği düşüncelerdir. 

Bu ve benzeri Kur'an dışındaki düşüncelerin önünde en büyük engel Kur'an olup bu Kitabın öne çıkmaması için elinden gelen gayreti gösteren Ehli sünnet savunucuları , Kur'an dönüş hareketi içindeki bir takım olumsuz düşünceleri delil göstererek bu hareketi mahkum etmek yoluna gitmektedirler. 

Hiç bir düşünce kendi içindeki yanlışlar örnek gösterilerek mahkum edilemez , bu tür davranışları etik olarak değerlendirmek mümkün değildir. Eğer bir hareket veya bir düşünce eleştirilecek ise o düşünceyi savunan kişiler üzerinden değil o düşüncenin argümanları üzerinden yapılmalıdır etik olan budur.  

Ehli sünnet düşüncesi mensupları , kendi düşüncelerini insanlara kabul ettirmek için bu düşüncelerin Kur'an ile uyumlu olup olmadığı gibi bir test edilme düşüncesini dini argümanları kullanarak mahkum etmeye kalkmaları en hafif deyim ile cambazlıktan başka bir şey değildir. 

"Atalar dini" mantığına uygun olarak , "bizden öncekilerin dedikleri mutlaka doğrudur ve kabul edilmelidir" , "biz hocalarımızın dediğini kabul ederiz" , " sizden önce bunları kimse dememiş" gibi belden aşağı vurucu argümanlar ile cahil halk kesimi uyuşturularak bu düşüncenin dışındaki söylemler batılmış inancı yaygınlaştırılmak istenmektedir. 

Akıldan asla çıkarılmaması gereken şudur ki; Din sadece Allahın Kitabında delili bulunan meseleler olup bunun dışında , delilini Kitap tan almayan her düşünce, adı insanları korkutmak için karizmatik bir yapıya büründürülmüş olsa bile  mahkum edilmelidir. 

 Rabbimiz bizlere hesap günü Ehli sünnet akidesine uyup uymadığımızı değil onun Kitabına  uyup uymadığımızı soracak ve ona göre bir değerlendirmeye tabi tutacaktır. Ehli sünnet savunucularının Kur'an dışındaki rivayet kitaplarını Kur'an ile eşdeğer kılmaları bizleri aldatmamalıdır. Rivayet kitaplarında geçen herhangi bir meselenin doğruluğu veya yanlışlığı Kur'ana arz edilerek ölçülmelidir. 

İşte bu noktada Ehli sünnet savunucuları bu kapıyı kapatmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Kur'ana arz denilen metodun doğru olmadığını! hararetle savunarak Kur'an dışı kaynakların esas alınması gerektiğini yaymaya çalışmakta ve Kur'anı rivayetlere arz ederek okumaktadırlar. 

Rivayetlerin Kur'ana arz edilmesi karşısında hop oturup hop kalkanlar , Kur'anı rivayetlere arz ederek oluşturulmuş dinin verdiği inanç konularının sorgulanmasına asla müsamaha göstermemektedirler. Şayet oluşturulmuş olan düşünceden yana bir sıkıntıları yoksa ve Kur'ana uygun ise neden böyle bir ameliyeden rahatsız olmaktadırlar, malından emin olanın o malın kontrol edilmesinden hiç bir surette kaygı duymaması gerekmektedir,eğer böyle bir kaygısı varsa malından emin değil demektir.

Sonuç olarak; "Aklı birilerine kiraya verme" esasına dayalı din anlayışı olan "Ehli sünnet akidesi" adı altındaki yapılanma , insanlar üzerinde "Mahalle baskısı" oluştururak , "bizden çıkan Cehenneme gider" şeklinde bir dayatma içine girmişlerdir. Yukarıda bir kaçını örnek verdiğimiz Ehli sünnet düşüncesine baktığımız zaman esas o düşünceleri savunanların yerinin Cehennem olduğu açık seçik ortadadır. Kur'an bu tür aykırı düşüncelerin karşısında en büyük engel olup , Kur'anın etkinliğini ortadan kaldırarak rivayetlerin etkinliğini empoze etmeye çalışmak Ehli sünnet düşüncesinin en büyük silahıdır. Bize Kitab'ta "Müslüman" ismi verilmesine rağmen bu ismin önüne veya arkasına eklenecek olan her türlü ilave doğru bir düşüncenin eseri olamaz. Müslümanlar kendi üzerilerinde oluşturulmak istenen bu tür baskı faaliyetlerine karşı Kur'an temelli bir düşünce üzerinde bulunarak , oluşturulmuş her türlü karizmatik ismi ve düşünceyi Kur'ana arz etmek zorundadırlar. 

Ehli sünnet akidesi adı altındaki düşüncelerin ve bu düşünceleri ortaya atanların, sorgulanamaz olduğu gibi bir düşünce asla doğru olmadığı gibi böyle bir düşünceyi yayarak cahil kesimi baskı altında tutmak isteyenler bu fiilerinin karşılığını hesap günü acı bir biçimde ödeyeceklerdir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

7 Kasım 2014 Cuma

Mü'min s. 46. Ayetini Takdim Tehir Usulu İle Bir Okuma Örneği

Geleneksel İslam düşüncesine arız olan en büyük hastalık "Ayetlerin rivayetlere feda edilmesi" metodu ile yapılan dini çıkarımlardır. "Kabir azabı" konusu , bu metoda uygun bir şekilde ortaya atılmış bir düşünce olup, Kur'anda bu konuyu net olarak ifade edebilecek bir tek Ayet yoktur. "Ayet yoksa biz buluruz" mantığı içinde yapılan çalışmalar sonucu Mü'min s. 46. ayeti bulunmuş ! ve bu ayet konuya Kur'andan delil olarak getirilebilen tek ayet olarak kitaplara geçmiştir. Konuya uygun olarak Delil getirilen birkaç Ayet daha olmasına rağmen o Ayetler zorlamanın şahikası diyebileceğimiz bir durumda olduğu için kayda değer görülmeyerek eleştiriye dahi tabi tutulmayacak durumdadır. 

 Konuya  geçmeden önce şunları yeniden hatırlatmak istiyoruz; Kur'an ön kabuller doğrultusunda okunan bir Kitap mesabesine sokulduğu an , isteyenin istediği şeyi çıkarabileceği bir Kitab haline dönüşür. Konu ile ayetlerin Kur'an bütünlüğü gözetilmeden okunarak yapılan bir çıkarım mutlaka eksiklik ve hataları barındıracaktır. Mü'min s. 46. ayeti tek başına okunarak mesajı anlaşılabilecek bir Ayet değildir. 23-53. ayetler arası anlatılan bir konunun içinde olan bir ayet olup bu konuyla ilgili olarak " https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2014/11/mumin-s-23-53-ayetleri-firavun.html" başlıklı bir yazımızda onu ile ilgili ayetlerin mesajını anlamaya çalıştık.

 [004.082] Onlar halâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilâflar) bulacaklardı.

[018.001]  Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir.

Yukarıdaki Ayet mealleri Kitap ta herhangi bir çelişki veya eğrilik bulunmadığını beyan eden ayetler olup, "Kabir azabı" konusu ile Kitapta sanki bir eğrilik varmış gibi bir durum oluşturulmuş olmaktadır şöyleki ; 

Kur'an okurken yapılması gereken şey, kafadaki ön kabullere uygun ayet aramak değil, okunan ayetlerin mesajını anlamaya çalışmak olmalıdır , şimdi konumuza geçebiliriz.


Kur'anda bir çok ayet kıyamet sonrası kabirlerden kalkanların kendi aralarındaki konuşmalarından bahsetmektedir. 

-----17.052   O, sizi çağırdığı gün; hamdederek davetine uyarsınız. Ve çok az kalmış olduğunuzu zannedersiniz.
-----020.103-104 Onlar, aralarında: «On günden fazla durmadınız.» diye gizli gizli konuşacaklar. Onların sözünü ettiklerini biz daha iyi biliyoruz. Tutulan yol bakımından onların daha üst olanları ise: «Siz yalnızca bir gün kaldınız» derler.
-----023.112-113-114 Allah onlara yine: «Yeryüzünde kaç yıl kaldınız» der.«Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor» derler.Buyurur: Sadece az bir süre kaldınız; keşke siz (bunu) bilmiş olsaydınız!
-----030.055-56 Kıyamet koptuğu gün suçlular sadece çok kısa bir müddet kalmış olduklarına yemin ederler. Böylece onlar dünyada da aldatılıp haktan döndürülüyorlardı.Kendilerine ilim ve iman verilenler; «And olsun ki, siz Allah'ın yazısında mevcut yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden dirilme günüdür, fakat sizler anlamıyordunuz» derler.
-----010.045 Onları toplayacağı kıyamet günü, sanki gündüz, birbirleriyle sadece tanışacakları bir saat kadar kalmış gibidirler. Allah'ın karşısına çıkmayı yalan sayanlar kaybetmişlerdir.
-----046.035 O halde üstün irade sahibi peygamberlerin sabrettiği gibi sabret ve onlar hakkında ivedilik etme! Onlar, kendilerine va'dedilen acıyı görecekleri gün, gündüzün bir saatinden başka durmamışa döneceklerdir. Bu yeterli bir tebliğdir. Demek ki, helak edilecekler, başkası değil, ancak itaattan çıkmış fasıklar topluluğudur!
-----079.046 Onlar, onu (kıyameti) görecekleri gün, sanki bir akşam veya bir kuşluğundan başka durmamışa dönecekler.
----- 036.052  «Vah halimize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?» derler. Onlara: «İşte Rahman olan Allah'ın vadettiği budur, peygamberler doğru söylemişlerdi» denir.
-----037.019-20-21İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp durmaktadırlar.Şöyle derler: «Vay bize! İşte bu ceza günüdür.»Onlara: «İşte bu, yalanladığınız hüküm günüdür» denir.
-----054.007-8 Sanki etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi bakışları perişan (utançtan yere bakar) bir halde ve dâvetçiye koşarak kabirlerden çıkarlar. O esnada kâfirler: Bu, çok çetin bir gündür! derler.
-----070.043-4 O gün onlar, sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi, gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir halde kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür!  

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri , kıyamet sonrası yeniden dirilenlerin kendi aralarındaki yapacak oldukları konuşmalardır. Şimdi sorarız , eğer bu kişiler kabirlerinde herhangi bir azab görseler idi gördükleri azab ile ilgili konuşmalardahiç bulunmazlarmıydı?. 

Yukarıdaki Ayetlerden anlaşılması gereken , Dünya hayatını bitirerek kabre girmiş olan bir kişi kıyamet sonrası kalkışa kadar belki binlerce sene kabirde kalmış olsa bile, ne kadar dahi kaldığını bilemeyecek bir şekilde kabrinde yeniden dirilmeyi beklemektedir ve yeniden dirilince ne kadar kaldığından habersiz oldukları konusundaki ayetler bizlere yeterli bilgiyi vermektedir. 

Kur'anda hiç bir şekilde çelişki ve eğrilik olmadığına göre yukarıdaki ayetler ile Mü'min s. 46. ayetinin "Kabir azabı" na delil olması konusunda bir çelişki olduğu görülmektedir. Bu çelişkiyi "Ayetlerin rivayetlere feda edilmesi" metodu ile çözmeye kalkarsak çok büyük bir cürüm işlenmiş olacağı açıktır. Bu metoda göre ayeti okuduğumuz takdirde rivayetlerin bize empoze ettiği bir konuyu Kur'andan delili olmamasına rağmen kabul etmek zorunda kalacağımız gibi Kur'anı çelişkili bir Kitap durumuna düşürmüş olacağız. 

Bu ayeti öyle bir okuma metoduna tabi tutmalıyızki , ölüm ile yeniden diriliş arasını anlatan ayetler ile aralarında herhangi bir çelişki doğmasın . TAKDİM-TEHİR usulu Kur'anda bazı ayetlerdeki lafızların öne bazı lafızların arkaya gelmesi şeklinde kendisini göstermektedir, bunu kolay anlamak için bir kaç ayet vermek gerekmektedir. 

 Festecebnâ leh(lehu), ve vehebnâ lehu yahyâ ve aslahnâ lehu zevceh(zevcehu), innehum kânû yusâriûne fil hayrâti ve yed’ûnenâ regaben ve rehebâ(reheben), ve kânû lenâ hâşiîn(hâşiîne).

21-90 Biz de ona icabet ederek, Yahya'yi bahsetmis, esini de dogum yapacak hale getirmistik. Dogrusu onlar iyi islerde yarisiyorlar, korkarak ve umarak Bize yalvariyorlardi. Bize karsi gonulden saygi duyuyorlardi.

Enbiya s. 90. ayetinde önce Yahyanın bahşedildiği , sonra Zekeriyanın eşinin doğum yapacak hale getirilmesinden bahsedilmektedir. Halbuki bir kadın önce eşinin doğum yapacak hale getirilerek sonra Yahyanın bahşedilmiş olduğu bilinmektedir , dolayısı ile ayette takdim-tehir vardır ve olması gereken "Eşini doğum yapacak hale getirip Yahya yı bahşetmiştik" şeklindedir.

Ve câveznâ bi benî isrâîlel bahre fe etbeahum fir’avnu ve cunûduhu bagyen ve advâ(adven), hattâ izâ edrekehul gareku kâle âmentu ennehu lâ ilâhe illellezî âmenet bihî benû isrâîle ve ene minel muslimîn(muslimîne).

10.90]  İsrailoğullarını denizden geçirdik, Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla ardlarına düştüler. Firavun boğulacağı anda: «İsrailoğullarının inandığından başka ilah olmadığına inandım, artık ben O'na teslim olanlardanım» dedi.

Yunus s. 90 . ayetinde önce İsrailoğullarının denizden geçirildiği , sonra Firavun ve askerlerinin onların peşine düştükleri şeklinde bir ibare görmekteyiz, halbuki Firavun ve askerleri İsrailoğullarının peşine denizden geçmeden önce düşmüşlerdir. Bu ayette de takdim tehir görülmekte olup ibare "Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla ardlarına düştüler ve İsrailoğullarını denizden geçirdik" olmalıdır.

Fe keyfe kâne azâbî ve nuzur(nuzuri).

54.16.Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?

Kalem s. 16-18-21-30-37-39. ayetlerde azabın uyarıdan önce geldiğini görmekteyiz, halbuki önce uyarı sonra azab gelmesi gerekirdi , bu ayetlerdede takdim tehir görülmektedir. 

Bu örneklerden sonra Mü'min s. 46. ayetine gelebiliriz; Kur'andaki diğer ayetlerden anlaşıldığı üzere yeniden dirilişe kadar geçen zaman içinde kabirlerde yatanlar herhangi bir azab görmemektedirler ve kalkışlarında böyle bir azabı gördüklerine dair herhangi bir konuşmada bulunmamaktadırlar. Öyleyse bu ayetin kabir azabına delalet ettiğini iddia etmek Kur'anda bir çelişki meydana getirecektir.

En nâru yu’radûne aleyhâ guduvven ve aşiyyâ(aşiyyen) ve yevme tekûmus sâah(sâatu), edhılû âle firavne eşeddel azâb(azâbi).
[040.046]  Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.

Kıyamet çatmadan önce ateş olmadığına göre bu ayeti takdim-tehir kuralına uygun bir okumaya tabi tutup şu şekilde okuyabiliriz.

"Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar."

Mü'min s. 46. ayetinin bu şekil bir tertibi , kabir azabı ile herhangi bir bağ kurulmasına mahal bırakmadığı gibi , kabir azabı ile bir bağ kurularak Kur'anın çelişkili bir Kitap olmuş olması kapısını da kapatmaktadır. 

Ayette ki "sabah akşam" ibaresi üzerinde de kısaca durmak istiyoruz ; bu şekil bir ifade olayın sadece günde iki vakit içinde gerçekleşeceğini değil devamlılık ve süreklilik ifadesidir buna benzer bir ifadeyi Meryem s. 62. ayetinde Cennet ehli ile alakalı olan bir anlatımda görmekteyiz. 

[019.062]  Orada hiç boş söz işitmezler; ancak bir «Selam» işitirler. Orada sabah akşam rızıkları da vardır.

Bazı okurların içinin ferahlaması için şunları söylemek isteriz ; Bu şekil bir okuma sadece kendi çıkarsamamız olan bir okuma değildir. Kurtubi tefsirinde bu ayet ile ilgili olarak Ferra dan şu görüşler nakledilmektedir.
  
"el-Ferra ise âyet-i kerimede bir takdim ve tehir olduğunu kabul etmekte­dir. Buna göre âyetin anlam sıralanışı şöyledir: "Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine sokun"; "ateştir o, onlar sabah akşam ona arzolunurlar." O böy­lece ateşe arzedilmeyi ahirette kabul etmiş olmaktadır."

Dikkat edilecek olursa burada önemli bir ayrıntı vardır , Ferra nın ateşe arz edilmeyi ahirette kabul etmiş olması , onun kabir azabını kabul etmediği anlamına gelmektedir. Geçmişte yaşamış alimler içinde Kur'ani anlamda çıkarımlarda bulunanlar mutlaka olmuş olmasına rağmen , bunların azınlıkta kaldığı veya mahalle baskısına tabi tutularak görüşlerini açıklamaktan çekindiğini düşünmekteyiz. 

Günümüzden yaklaşık 1200 sene önce yaşamış olan İbni Kuteybe nin Hadis Müdafaası" adı ile türkçeye çevrilen eserinde "recm cezasını inkar edenler" şeklinde açtığı bir başlıkta, ayetleri takla attırarak , bu cezaya karşı çıkanlara , Hadis Müdafaası yaptığını görmüş olmamızın arka planında aynı şekilde o devirde Kur'anı savunanların olduğu anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak; Ayetlerin rivayetlere feda edilmesinin bir örneği olan , Mü'min s. 46. ayeti bağlamından kopuk ve ön kabullu yapılan bir okuma sonucu, kökü Kur'anda değil de rivayetlerde olan bir konu olan, "Kabir Azabı" konusu ile ilişiklendirilerek rivayete feda edilmiş bir ayet olarak karşımızda durmaktadır. Ayet halbuki cımbızla seçilecek bir Ayet olmayıp 23-53. ayetler arası bağlamı olan bir ayettir. Ön kabullu bir okumaya tabi tutulmadan yapılacak bir okumada, Firavuna karşı hakkı haykıran yiğit bir muvahhid in örnekliği açıkça görülebilecek iken , maalesef ön kabullere kurban edilerek örneklik ıskalanmış ve alakasız bir konuyla bağlantı kurulmaya çalışılmıştır. Yapmaya çalıştığımız okuma diğer Kur'an ayetlerinin delaleti ile olup "Kabir azabı vardır" düşüncesinin karşıtı olarak "Kabir azabı yoktur" şeklinde bir düşüncenin ürünü değildir. Bunlara rağmen , "Ayet var diyorsun ama Hadis var kardeşim" diyenlere söyleyecek herhangi bir söz bulamıyoruz.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.