7 Ekim 2016 Cuma

Al-i İmran s. 75. Ayeti : "Bizden Olmayanlara Karşı Her Yol Mübahtır" Diyenler

Kur'anın "Kitap Ehli" olarak ifade ettiği, Yahudi ve Hristiyanlara hitap eden ayetler , sadece onlarla sınırlı olduğu zannı ile okunduğunda , doğru bir okuma yapılmamış olacaktır. Kur'anın Yahudi ve Hristiyanlar tarafından yapılan bazı amellerin yanlış olduğunu ifade etmesi , o yanlışların biz Müslümanlar tarafından da yapılmamasına yönelik ikazlar olarak okunduğunda , bu kitap daha doğru anlaşılmış olacaktır.

Dünya yüzünde yaşayan insanların farklı yaşama biçimleri (Dinler) etrafında birleşmeleri , beraberinde bu farklılıklara sahip olanların birbirlerine karşı bir takım düşmanca tavırlar içine girmesini de getirmiştir. Halbuki asıl olan bu farklılıklar ile birlikte yaşamasını becerebilmek olması gerekir iken , binlerce yıldır insanlar birbirlerini sadece kendilerinin yaşam biçimlerine (dinlerine) sahip olmadıkları için öldürmüş , hala da öldürmektedir. 

Farklı düşünmek , farklı dinlere sahip olmak, insan tabiatının bir gereği olup , Allah (c.c) dahi kullarının kendi hür iradeleri sonucunda yapmış oldukları seçimlerinin neticelerini bildirerek onları iman ve küfür noktasındaki seçimlerinde serbest bırakmış , onları herhangi bir yolu tercih etmeleri konusunda bir zorlamada bulunmamıştır. 

Kullarının küfrüne razı olmayan (Zümer s.7) fakat , kulları küfür yolunu tercih etmiş olsa bile, onların dünya hayatında yaptığı çalışmalarının karşılığını "Errahman" ismi gereğince , kulları arasında inanan- inanmayan ayrımı gözetmeden veren Allah (c.c) nin kulları , birbirlerine karşı aynı derecede eşit davranma erdeminden maalesef yoksundurlar.  

Kur'ana baktığımız zaman, Allah (c.c) iman edenler ile iman etmeyenler arasındaki ilişkileri düzenleyici bir takım emir ve yasaklar koymuştur. İman edenlerin, iman etmeyenler  ile birbirleri ile yemek yemek ve kitap ehli olanlardan kız almak noktasında(Maide s. 5) bazı insani ilişkileri serbest bırakmasına karşın, "Velayet" kavramının anlam alanına giren konularda, onlarla böyle bir ilişki içine girilmemesini emretmiştir. 

Velayet ilişkisi haricindeki konularda, evrensel insani değerlere uyulması gerektiğini bizlere öğreten ayetlerden bir tanesi Al-i İmran s. 75. ayetidir.

[003.075] Ehl-i Kitab'dan öylesi vardır ki; kantarla emanet bıraksan; onu sana öder. Öylesi de vardır ki; bir tek altın emanet etsen; tepesine dikilmedikçe onu sana ödemez. Bu, onların: Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur, demelerindendir. Onlar, bile bile Allah'a karşı yalan söylemektedirler.
[003.076]  Hayır, kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa; şüphe yok ki Allah, sakınanları sever.

Ayet , Ehli Kitaba mensup olan 2 ayrı insan tipinden bahsetmektedir. 1. insan tipi emanete riayet eden , 2. insan tipi ise emanete ihanet eden eden, yani güncel tabir ile "Batakçı" bir tiptir. Batakçı insan tipi , yaptığı işe dayanak olarak " Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur" demektedir ve biz, bu sözden yola çıkarak , evrensel ahlak ve insani kuralların "Bizden olan" , "Bizden olmayan" şeklinde bir ayrımı kabul etmediğine , etmemesi gerektiğine vurgu yaparak, bu ayrımcılığın biz Müslümanlar cephesinde de yaşanmasından dolayı meydana gelen durumlara dikkat çekmeye çalışacağız.

[004.058]  Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz vakit adaletle hükmetmenizi emrediyor. Gerçekten Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah işiten ve bilendir.

Nisa s. 58. ayetine baktığımızda "Emanet" kavramı burada da geçmektedir. Bu kavramın daha geniş anlam alanı olduğunu unutmayarak , konumuz olan ayet ile bağını kurabiliriz. Allah (c.c) emanete riayet konusunda "Sizden olan" , "Sizden olmayan" şeklinde  bir ayrım yapmadan emanetlerin ehline yani alındığı yere, gerçek sahibi olanlara teslim edilmesini , adaletin yine sadece bir guruba değil İNSANLARIN HEPSİNE eşit uygulanmasını emretmektedir. 

[060.008]  Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.
[060.009] Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları veli edinmenizden sakındırır. Kim onları veli edinirse, artık onlar zalim olanların ta kendileridir.

Mümtehine suresindeki bu ayetler , "Bizden değil" diyebileceğimiz insanlara karşı, olması gereken davranışlarımızı düzenlemektedir. Bizden olmayıp , fakat bize herhangi bir zararı bulunmayanlara karşı, evrensel insanlık değerlerini uygulamak zorunda olduğumuz bizlere hatırlatılmaktadır. Onlardan herhangi bir zarar gelmediği sürece , onların kanı , malı ve canları bizlere helal değildir. 

[005.032]  Bundan dolayı İsrailoğullarının üzerine yazdık ki: Her kim, bir nefsi bir nefse veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de, onu diri bırakırsa sanki bütün insanları diriltmiş gibidir. Andolsun ki; onlara, resullerimiz apaçık delillerle geldiler. Bundan sonra da onlardan bir çoğu gerçekten taşkınlık edenlerdir.

Maide s. 32. ayetindeki yazgı sadece İsrailoğullarına özel değil , bütün insanlık üzerine yazılmış olan yazgıdır.Bir insanın hayatını bütün insanların hayatı kadar değerli tutan Rabbimizin bu emri, eğer bütün insanlar tarafından gereğince yerine getirilmiş olsaydı , yer yüzünde haksız yere bir tek insanın dahi katledilmesi acaba mümkün olabilir miydi?. Ancak rivayet merkezli oluşturulan fıkıh yolu ile , bırakın kafir olanların öldürülmesini , Müslüman olanlar bile diğer bazı Müslüman guruplar tarafından "Müşrik" oldukları gerekçesi ile toplu kıyımlara bile tabi tutulmaktadır.

Kökü Türkiye de olan bir dini referans aldığını iddia eden bir cemaatın, Allah (c.c) tarafından yasaklanan faizin , sahipleri yabancı olan bankalardan alınabileceğine dair olan fetvaları, herkes tarafından bilinmekte , ve bağlıları tarafından uygulanmaktadır. Onlara göre sahipleri yabancı olan bankalara para yatırmak , ve bu paranın faizini almak helaldir. 

Al-i İmran suresi 75. ayetinin Müslüman dünyasındaki bir yansıması diyebileceğimiz bu durumun daha kötüsü , bugün İslamı referans aldığını iddia eden silahlı örgütler tarafından yapılmakta ve kendilerinin dışında olan insanların, müşrik oldukları gerekçesi ile hayat hakkı olmadıklarını öne sürerek,  İslam coğrafyasının bir çok yerinde kanlı eylemlere imza atmaktadırlar.

İnsanların , Allah (c.c) nin yasaklamasına rağmen bu tür yollara sapmasına sebep olan en büyük saik , bu yanlışlara dini bir kılıf giydirilmiş olmasıdır. Bu kılıfı giydirenler ise dini bilgi sahibi olduğunu iddia eden kişiler olup , Allah (c.c) adına yapılan yanlışlara bu kişiler yol açmaktadırlar. 

" Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur" diyerek, kendilerinden olmayanların can , mal , ırz , namus v.s gibi her türlü haklarını gasp etmeyi "Helal" sayanların İslam dünyasındaki versiyonlarının dayanakları ,yine bazı alim zannedilen cahillerin verdikleri fetvalara dayanmaktadır. 

İslam hukukundaki cariyeler ile ilgili fıkha baktığımızda , onlar ile nikahsız olarak cinsel ilişki kurulabileceğine dair fetvaları bulabiliriz. Bir insanın ırzı ve namusu , nikah akdi olmadığı müddetçe kimseye helal değildir. Kur'anın cariyeler ile nikah akdi yapılmasına rağmen , oluşturulan fıkhın temelinde yatan saik , konumuz olan ayette dile getirilen bahane olan , "Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur"  düşüncesinin Müslüman cenahtaki yansımasıdır.

İslam coğrafyasında hakim olan mezheplere baktığımızda , bu mezheplerin görüşlerinin dayandıkları deliller , Kur'an değil rivayet merkezlidir. Rivayet merkezli fıkıh üretimi öyle bir hal almıştır ki , rivayete uygun olmayan ayet , ya neshedildiğini iddia etmek sureti ile , ya da rivayete uygun bir şekilde te'vil edilerek, o mezhebin görüşlerini tasdik edici bir hale getirilmektedir.

[016.116]  Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak «Bu helâldir, şu da haramdır» demeyin, çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.

Bugün İslam coğrafyasında yaygın olan fıkhi ve itikadi mezheplerin dayandığı görüşler , bu mezhepleri ortaya atanların yaşadığı zaman içinde , mensup oldukları fikirler doğrultusunda çaldıkları minareye kılıf uydurma çabalarının veya , kendilerine sipariş edilen hükme uygun delil bulmaları sonucundan başka bir şey değildir.

Helal ve haram tayin etmenin sadece Allah (c.c) nin hakkı olduğu bir dinin mensupları olduklarını iddia edenler , bu hakkı önce peygambere vererek , helal haram tayin etme hakkına bir beşerin de sahip olabileceğinin kapısını açmışlar , açılan bu kapıya, kendisine alim , şeyh , müçtehit , gavs , kutup v.s isimleri verilmiş bütün beşerler, akın ederek din adına haram ve helaller uydurmuşlardır.

[009.031] Onlar Allah'tan ayrı hahamlarını, rahiblerini rabblar edindiler. Meryem Oğlu Mesih'i de. Halbuki tek tanrıdan başkasına ibadet etmemekle emrolunmuşlardır. O'ndan başka ilah yoktur. O; bunların şirk koştukları şeylerden münezzehtir.

Kendilerinden olmayanlara her türlü zulmü "Helal" gören Yahudi ve Hristiyanlar , bu hükümleri hahamları ve rahiplerinden aldıkları fetvalara dayanarak  yaptıkları zulüm ile, sevaba nail olmanın verdiği gönül rahatlığı !! içinde yaşarlar iken , Kur'an bunların yaptıkları bu işin "Haham ve rahipleri rab edinmek" olduğunu söylemiş , onlara ve bu kitabın muhataplarına, yaşam içinde olması gereken tek rabbin kim olması gerektiğini hatırlatmıştır. 

Tevbe s. 31 ve benzeri ayetlere iman ettiğini iddia eden biz Müslümanlar ise , aynı yanlışa düşerek , başkalarına yapmak istediğimiz zulmün, veya kendimiz için istediğimiz bazı menfaatlerin dini dayanaklarını Kur'anda bulamadığımız için başka kaynaklardan bulma yoluna gitmekteyiz. Vahiy merkezli bir dinden , kişi merkezli bir dine geçiş ile bulunan bu dayanak, maalesef bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların içinde bulunduğu sorunların kaynağını teşkil etmektedir. 

İyi bilinmelidir ki , insanların ırzı ve namusu kutsal değerler olup , bu değerleri ihlal etmenin, hiç bir surette haklı gerekçeleri yoktur. Kendilerine göre haklı gerekçeler uyduranlar , özellikle bu haklılıklarını dine dayandırmaya çalışanlar ancak Allah'a karşı yalan ve iftira atmaktadırlar. 

Kan , can , mal gibi yine kutsal olarak görülmesi gereken değerlerin "Helal" olarak görülmesinin gerekçeleri , Allah (c.c) nin kitabına uygun olmalıdır. Allah (c.c) adına konuştuğunu iddia ederek , bu konuşmalarını ayetlere değil , bazı kimselerin sözlerine dayandıranların gerekçeleri asla makul sayılmayacağı gibi , bu gerekçeler ancak yalan ve iftiradan başka bir şey olmayacaktır. 

Can , mal , akıl , din ve neslin korunması , insan olmanın bir gereği olan temel haklardandır. "Darü'l Harp fıkhı" adında oluşturulmuş , rivayetlere dayalı bir fıkhın , insanların ırzını , namusunu , kanını , malını , canını kendilerinin belirledikleri şartlar dahilinde helal olarak görmeleri asla Allah (c.c) nin emri olarak dayatılamaz.

Sonuç olarak : Kitap ehline mensup olanların yapmış oldukları bazı davranışları eleştiren Kur'an , bu davranışları sadece onlar yaptığı için değil , bizlerinde yapma potansiyeli olduğu için , bizlere ikaz mahiyetinde onları eleştirmektedir. "Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla" mantığı içinde anlaşılması gereken bu ikazlar, bizler için yol işaretleri olarak okunmalıdır.

Allah (c.c) , "İnanan-İnanmayan" şeklindeki ayrımı , ahirette yapacağını bildirerek , bu dünyada böyle bir ayrım yapmamaktadır. Bizler ise bizim dışımızda olan ve "Kafir" olarak bildiğimiz insanlara karşı olan davranışlarımızı "Her şey serbest" mantığı ile değil , yine kul olma sorumluluğumuz çerçevesinde bize çizilen davranış modeline uymak zorundayız.

Karşımızdaki insanı tabi tutacağımız temel kriterler , bizden olup olmadığına göre değil , o insanın da en az bizim kadar hak sahibi olduğu esasına dayanmalıdır. Kendimiz için istemediğimiz bazı şeyleri , başkaları için mübah saymak , İslam inancı ile asla bağdaşmaz.

Allah (c.c) kimseye , kendisi ile aynı inancı ve düşünceyi paylaşmadığı için , haksızlık etmek , malını gasp etmek , ırzını ve namusunu çiğnemek , kanını ve canını helal saymak hakkını vermediği gibi , böyle bir hakkı kendisinde görenler , ve bu hakkı dini bir delile dayandırarak fiile geçirenler , Allah (c.c) adına yalan söylemektedirler. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

6 Ekim 2016 Perşembe

Bakara s. 261-274 Arasındaki İnfak Ayetleri Üzerinde Bir Tefekkür Çalışması

İnsanların ekonomik bakımdan tamamının aynı seviyede olmayışı nedeniyle , ekonomik bakımdan iyi durumda olanların üzerine, ekonomik bakımdan iyi olmayanlara karşı bir takım yükümlülükler getirilmiştir. İnsanlar arasındaki sosyal dengenin sağlanması yolunda önemli bir adım olan infak müessesesinin ayakta kalarak işlevini sürdürmesi, her zaman olduğu gibi bugünde önemini korumaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde önemli rol oynayan bu yükümlülüklerin yerine getirilmesi konusunda , Kur'anda bir çok ayet bulunmaktadır. 

Kur'an, insanların elinde bulunan dünyaya ait olanların tamamının onlara Allah (c.c) tarafından verildiği , ellerinde olanların hiç birinin kendi malları olmadığını hatırlatarak , vermeleri gerekenlerin onlara emaneten ve imtihan süreci dahilinde verildiğini önemle hatırlatır. "Kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden" şeklinde bir çok ayette geçen bu ifade , elimizde rızık olarak bulunanların gerçekte bizim değil , bize Allah (c.c) tarafından verilmiş olduğunu ve bunlarda başkalarının da hakkı olduğunu hatırlatır. 

İnfak ile ilgili ayetler , Kur'anın pek çok suresinde bulunmasına karşın, Bakara suresi içinde toplu bir şekilde yer almış olması nedeniyle , bu sure içindeki infak ile ilgili ayetler üzerinde bir tefekkür çalışması yapmaya çalışacağız. 

Surenin 3. ayetinin , kendilerine rızık olarak verilenlerden infak etmeyi , Müminlerin vasıflarından saydığını hatırlayarak konumuz ile ayetlere geçebiliriz. 

[002.261]  Mallarını Allah yolunda infak edenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Ve Allah, Vasi'dir, Alim'dir.

Mesel ile anlatma , Kur'anın sıkça kullandığı bir yöntemdir. Bu yöntem ile soyut olan bazı şeyler , muhatabın zihninde somut olarak canlandırılmakta, ve yaptığı işin ona ahiretteki getirisini , dünya hayatı içinde şahit olduğu bilgilere benzetilmesi yolu ile daha kolay anlamaktadır. Ayette, infak etmek verimli bir toprağa benzetilerek , onun verdiği ürün yapılan infaktan hasıl olan sevabı ifade etmektedir.

Herkesin malumu olduğu üzere tarım , insan hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Malından infak etmek , verimli bir toprağa benzetilerek, infak etmenin insana olan getirisinin, çiftçinin toprağa attığı bir tohumun, 700 misli vermesi olarak anlatılarak , insana ilk başta zor gelen elini cebe atmanın, sonrasında ona nasıl bir karlılık getirdiği, bildiği bir örnek üzerinden anlatılarak infaka teşvik edilmektedir.

Ayetteki " Allah, dilediğine kat kat verir" cümlesi , Kur'anda bir çok ayette yer alan "Allah'ın dilemesi" konulu ayetlerdeki dilemenin, nasıl gerçekleştiğini de anlatmaktadır. Allah'ın dilemesi onun keyfiliği anlamında değil , kulun yaptığının karşılığında alacağı karşılığı bildirmektedir. 261. ayet ile konuyu alakalandıracak olursak , kişi malını infak etmesi neticesinde Allah (c.c) tarafından kat kat karşılık ile mükafatlandırılmaktadır. Aksi takdirde Allah (c.c),  malını infak etmeyene keyfi olarak böyle bir karşılık vermez. 

Bir çok ayetin sonunda gördüğümüz esmaya dahil olan isimler , ayet içindeki konu ile yakından alakalıdır. Allah (c.c) nin Vasi (imkanları genişleten) olması , infak etmekle ilk bakışta eksilir gibi görünen malın, aslında eksilmediğini aksine genişlediğini , Alim (her şeyi bilici) olması ise , yapılan infakın mutlaka bilindiği , bilinmemezlik gibi bir durumun asla mümkün olmadığını bildirmektedir.

[002.262] Mallarını Allah yolunda infak edip de, sonra infak ettikleri şeyin ardından başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin mükafaatı, Rabbları katındadır. Onlara korku yoktur. Ve mahzun da olacak değillerdir.
[002.263]  Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eza gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah müstağnidir, Halim'dir.

Malını infak etmenin yanında, bu infakın bir vazife, bir görev şuuru içinde yapılması önemli bir husustur. Mekki ayetlere baktığımızda , verdiğini başa kakma ve eziyet etmek, müşrik özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaptığı infakı gereği gibi yapanların mükafatlandırılacağı hatırlatılarak , veren kişinin verdiğini nasıl bir şuur içinde olarak vermesi gerektiği hatırlatılmaktadır.

263. ayet , verdiğinizi başa kakmak ve eziyet etmek sureti ile verecekseniz , bunu hiç vermeyin insanlara güzel söz söylemek , eziyetli bir infaktan daha hayırlıdır diyerek , vermenin adabını beyan etmektedir. Ayetin sonundaki Allah'ın müstağni olması ile , onun bizim infak edeceğimiz mala ihtiyacı olmadığı hatırlatılmakta ve Halim ismi ise , bu tür hata yapanları eğer döndükleri takdirde af edeceğini beyan etmektedir.

[002.264]  Ey İnananlar! Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarf eden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın. Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kayanın durumu gibidir, üzerine bol yağmur yağdığında onu cascavlak bırakır. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inkar eden kimseleri doğru yola eriştirmez.

264. ayette infak ettiğini başkalarına gösteriş , başa kakma ve eziyet haline getirenlerin durumu, 261. ayette olduğu gibi , bir mesel ile anlatılmaktadır. 261. ayette kullanılan benzetmeler , bu ayette de kullanılarak infak yine bir toprağa benzetilmektedir. Yağmur yağdığı zaman 1 e 700 verebilme kapasitesi olan toprak , bu sefer yağan yağmurlar ile bırakın 1. e 700 vermeyi , o toprak yağan yağmur ile sürüklenip gitmekte , hiç bir ürün vermeyen bir kayalık ortaya çıkmaktadır. 

Ayet içinde geçen kaya , insanın kötü tarafını temsil etmektedir. İnfak gibi yapılan iyilikler toprak misali, bu kayayı yani kötülüğü örterek , kötülüklerin açığa çıkmasına engel olmaktadır. Ancak yaptığı infakı gösteriş , başa kakma ve eza olarak yapan kimsenin yaptığı infakı yani toprağı, sele karışarak yok olup gitmektedir. 

Günümüzde ve kurumlar tarafından yapılan yardımlar , kişinin ihtiyacını gidermek amaçlı değil , o yardımı yapan bazı kurumların ihtiyaçlarını gidermek amaçlı olduğu gözlemlenmektedir. Özellikle seçim zamanlarında siyasi partiler tarafından bazı insanlara yapılan yardımlar , onların ihtiyaçlarını gidermek amaçlı değil , onlardan oy devşirmek amaçlı olup , infak kurumunun gösteriş , başa kakma ve eza amaçlı bir yardım haline getirilerek laçka bir hale getirilmesine acı bir örnektir.

[002.265]  Allah'ın rızasını kazanmak ve nefislerde olanı sağlamlaştırmak için mallarını infak edenlerin hali, bir tepedeki güzel bir bahçenin haline benzer. Kuvvetli bir sağanak düşünce; yemişlerini iki kat verir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisenti bulunur ve Allah işlediklerinizi görür.

Bu ayette ise , yaptığı infakı Allah (c.c) nin rızasını kazanmak için yapanların durumu ,yine bir mesel ile anlatılmaktadır. Toprağı verimli olduğu için yağmuru az olsa da meyvesini iki kat veren bir bahçe örneğinde, doğru yapılan bir infakın nasıl bir işleve sahip olduğunu yine toprak ve bahçe örneği üzerinden anlatmaktadır.

[002.266] Biriniz ister mi ki; hurmalardan ve üzümlerden bir bahçesi olsun, altından ırmaklar aksın, içinde her çeşit meyve bulunsun da; kendisi ihtiyarlamış, çocukları da güçsüz kalmışken; bahçesi ateşli bir kasırga ile yanıversin. Düşünesiniz diye Allah, size ayetlerini böyle açıklar.

266. ayet yine olayı bir mesel ile anlatmaktadır. Bir insanın yaşadığı hayatta başına gelebilecek en kötü bir olayı örnek olarak göstererek , riya , başa kakma ve eza kokan infakın, kişiyi düşürdüğü kötü duruma işaret etmekte ve zımnen, "Nasıl hiç biriniz böyle bir duruma düşmek istemez iseniz , riya , başa kakma ve eza ederek verdiğiniz infak sizi işte bu duruma düşürecektir" demektedir, böyle duruma düşmemek için , verdiklerini riya olarak değil , vazife gereği vermesi gerektiği hatırlatılmaktadır.

[002.267]  Ey iman edenler; kazandıklarınızın tayyib olanından ve size yerden çıkardıklarımızdan infak edin. Kendiniz göz yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin. Ve bilin ki; Allah, Gani'dir, Hamid'dir.

267. ayet , infak edilebilecek malın nasıl olması gerektiğini bildirmektedir. İnfak edilecek mal helal olarak kazanılmış , ve kendimize layık gördüklerimizden olması gerekmektedir. Haram yolla kazanılmış malın infak edilmesinden dolayı kişiye herhangi bir mükafat verilmeyecektir. Çünkü malı kazanırken yasakları çiğneyerek harama bulaşmıştır. 

Kişilerin infak edecekleri malın , kendilerine layık görmeyerek , eskiyen , modası geçen , veya "çöpe atılacağına ver bir fakire yesin" diyeceğimiz şeylerin infak olarak sayılmayacağı bildirilirken , günümüzde bu tür sözde infak modeli maalesef yaygın bir şekilde sürdürülmektedir. Allah (c.c) helal yolla kazanılmamış , kendimize layık görmediğimiz bir şeyin infak olarak sayılmayacağını bildirirken, 263. ayette olduğu gibi kendisini "Ğani" olduğunu hatırlatarak bizim yapacağımız infaka kendisini ihtiyacı olmadığını , "Hamid" yani övgüye layık olduğunu da hatırlatarak , verdiği bu hükümde asla bir yanlışlık olmadığını yerinde bir hüküm olduğunu bildirmektedir.

Burada yeri gelmişken Ramazan aylarında gelenek haline gelen Ramazan kumanya paketleri ile ilgili bir kaç şey söylemek istiyoruz; Bilindiği üzere Ramazan aylarında hali vakti iyi olan Müslümanlar, etrafındaki ihtiyaç sahiplerine erzak yardımı yapmaktadır. Bu elbette güzel ve takdir edilecek bir davranıştır. 

Erzak paketleri bilindiği üzere içindeki malzemenin adedine ve kalitesine göre fiatlara sahip olup, isteyen istediği kalitedeki erzak paketlerini alıp ihtiyaç sahiplerine yardım yapmaktadır. Ancak yardımı yapan kişi erzak paketi içindekileri eğer kendisi yemiyor, sadece ucuz olduğu için alıp ve dağıtıyor ise bu doğru bir davranış değildir. Dağıttığı erzak paketinin içindeki gıdaların kendi evine aldığı gıda ile aynı olması, kişinin yaptığı yardımın kabule şayan olmasına vesile olacaktır.

[002.268] Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vâat eder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.

Cimriliğe meyyal bir yapısı olan insanın bu huyu , infak etme konusunda ortaya çıkarak , infak etmekten dolayı malın eksileceği korkusu ile, onun infak etmekten geri durmasına sebep olmaktadır. Bu korkunun şeytan vesvesesi olduğu hatırlatılarak , içimize gelen bu fakirlik korkusunun yanlış olduğu ifade edilmektedir. Allah (c.c) , infak etmeyerek şeytanın esiri olmak ile , infak ederek bağışlanma ve onun lütfuna nail olmak arasında kalarak, 2 seçenekten birisini seçmek durumunda olan bizlere , şeytanın değil kendisinin tavsiyelerine uyulmasının daha güzel sonuçlar doğuracağını bildirmektedir.

[002.269]  Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır.

Hikmet konusu geniş bir konu olmakla beraber, kelimenin anlamını kısaca "Hayatı eşyanın yaratılış gayesi doğrultusunda okuyabilmek" olarak tarif edecek olur , ve infak konusu ile ilgisini kurduğumuzda şunları söyleyebiliriz: Mal sahibi olmanın tabiatında onu biriktirmek , saklamak gibi kötü hasletler değil , onu infak etmek gibi iyi hasletler yatmaktadır. Elindeki malı infak yolunda harcayan kişi "Hikmet sahibi" olmuş olacak ve bu haslet, kişi için kendisine hayırlar getirecektir.

[002.270] Nafakadan her ne infak eder veya adaktan her ne adarsanız, muhakkak Allah onu bilir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.

İnfak edilen her şeyin , Allah (c.c) nin bilgisi dahilinde olduğu , ve kayıt altında tutulduğu tekrar hatırlatılarak , yapılanların boşa yapılmış olmayacağı bildirilmektedir. 

[002.271]  Sadakaları açık verirseniz o, ne iyi ve eğer onları gizler de fukaraya öyle verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmına kefaret olur, hem Allah her ne yaparsanız haberdardır

Sadakaları açıktan ve gizliden vermenin herhangi bir sakıncası olmadığı beyan edilirken , gizliden verilmesinin tercih edilmesi vurgulanmaktadır. Açıktan vermek hayrı teşvik etmek açısından olumlu bir durum iken , veren açısından gösterişe , alan açısından ezikliğe yol açması söz konusu olabilmektedir. Gizliden vermenin gösteriş ve ezikliğe yol açmaması bakımından tercih edilmesi gereken yol olduğu tavsiye edilirken takvaya daha yakın olan gizliden vermek olmalıdır. 

Günümüzde bazı kişi ve kurumlar tarafından yapılan yardımların , açıktan yapılmış olması maalesef, infak kavramının gösteriye alet edilecek kadar laçka bir hale getirilmiş olduğunu göstermekte olup , bu durum çoğu kimse tarafından müşahede edilmektedir. Açıktan vermeyi gösteriş amaçlı yapmak , ayetin emri ile uyuşmamaktadır. Açıktan vermek eğer , bazı kimseleri infak etmeye teşvik etmeye yönelik bir amaç taşıyor ise makul görülebilir.

[002.272] Onları hidayete erdirmek sana düşmez. Allah, dilediğini hidayete erdirir. Hayır namına ne infak ederseniz kendinizedir. Zaten yalnız Allah rızasını kazanmak için infak edersiniz. Verdiğiniz her hayır tam olarak size ödenir. Ve siz, haksızlığa uğratılmazsınız.

Ayet içinde infak konusundan ayrı olarak "Onları hidayete erdirmek sana düşmez. Allah, dilediğini hidayete erdirir." cümlesi bulunmaktadır. Muhammed (a.s) ın görevi , sadece tebliğ olup , bu görevin dışında zorla hidayet vermek gibi bir görevi yoktur. Doğru yola girip girmemek konusunda insanlar hür iradelerini kullanacak ve kendilerine gösterilen 2 yoldan birisini seçeceklerdir.

Kişinin yaptığı infakın kendi menfaatine olduğu , yaptığı infaktan hasıl olan hayrı kendisinin kazandığı , bu infakın kimin için yapılması gerektiği tekrar hatırlatılarak , verdiklerimizin karşılığının haksızlık edilmeden eksiksiz olarak ödeneceği bildirilmektedir.

[002.273]  Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna vermiş olup da yeryüzünde dolaşmayan ve tanımayanların; hayalarından dolayı onları zengin zannettikleri yoksullara verin. Onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler. Hayırdan ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilir.

273. ayet , infakın yapılması gereken kimseleri beyan etmektedir. İnfak gerçek ihtiyaç sahibi olup ta , hayasından dolayı bunu açığa vuramayan , dolayısı ile infakı hak ettiği halde bundan mahrum kalma riski olan kişilere dikkat çekmektedir. Dilenciliğin meslek haline geldiği ve dilencilerin bir çoğunun emekleri ile çalışanlardan daha fazla kazandığı bir zamanda yaşadığımızı hatırlayacak olursak , dilenmeyen fakat gerçek ihtiyaç sahibi olanların araştırılarak infakın bunlara yapılması , daha bir önem arz etmektedir. 

[002.274]  Gece gündüz, açık gizli, mallarını sarf edenlerin mükafatlarını Rab'leri verecektir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

İnfak konulu ayetlerin sonu , yine infakı teşvik eden ve bunu yerine getirenlere verilecek olan mükafatın haber verilmesi ile son bulmaktadır.

Sonuç olarak : İnsanlar arasında rızkın eşit olmaması nedeniyle ortaya çıkan sorunun kapatılmasına yönelik emirlerden olan infak emri , gereği gibi uygulandığında zengin ve fakir arasındaki derin uçurumlar azalacaktır. Dünyadaki  gelir adaletsizliğinin zirveye tırmandığı , bir kişiye bin , bin kişiye bir pulun düştüğü dünyanın , Müslüman olduğunu iddia eden varlıklıları , eğer üzerilerine düşen infak vazifesini hakkı ile yerine getirmiş olsalardı , bugünkü gelir adaletsizliği büyük ölçüde azalabilirdi. 

İnfak etmek demek, fakiri başından savmak için önüne üç kuruş atmak değil , infak etmenin varlık sahibinin üzerine düşen bir vazifedir. İnfak etmek demek, ihtiyacı olan kişinin ihtiyacını gidermek amaçlı olmadığı, infak sahibinin beğenmediği , yemediği , giymediği şeylerin atılacağına, birilerine verilmesi amaçlı olduğu müddetçe doğru anlaşılmış olamaz.

İnfak eden kişi ile infak edilen kişi arasında asla bir minnet borcu asla olamaz. Özellikle siyasi partilerin oy amaçlı yaptıkları bazı yardımlar böyle bir minnet borcu esasına dayandığı için infak değil ,rüşvet haline gelmiştir. Bu kurum gerçek işlevini , ancak Kur'anın belirlediği esaslar dahilinde doğru olarak yerine getirebilir.

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


2 Ekim 2016 Pazar

Hucurat s. 6 ve Maide s. 8. Ayetleri Müslüman Hayatında Nasıl Yer Bulmalıdır?

Yalan bilgiler üreterek , bazı kimseleri yere batırmak veya bazı kimseleri göğe çıkarmak amaçlı haberler yaymak, insanlığın kadim bir sorunu olup , bu kadim sorun, son yıllarda kitle iletişim araçlarının daha çok yaygınlaşması neticesinde küresel bir sektör haline gelmiştir. Bu sektör içinde maalesef kendisini Müslüman olarak tanımlayan kişi ve kuruluşların olması, meselenin boyutlarının vehametini göstermektedir. 

Kendisine "Müslüman" sıfatını layık görenler , bu sıfatın getirdiği bir takım yükümlülükleri de sırtına yüklemiş sayılarak , bu yükümlülükleri yerine getirmek zorundadırlar. Bu yükümlülüklerinden bir tanesi ise , insanlar arasında yalan haberler yaymak ve adaletsiz davranmak sureti ile toplumun ifsad olmasına sebep olmamak, olanlara ise engel olmaktır.

[049.006]  Ey iman edenler, eğer size bir fasık bir haber getirirse onu iyice araştırın, sonra bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.

Hucurat suresinin 6. ayeti, indiği zamandan beri tazeliğini koruyan , kişilerin ve toplumun selameti için, bize gelen bir haberin iyice araştırılmasını emreden bir ayet olarak, sanki bugün inmişçesine bizlere hitap etmektedir. 

Kısaca , "İnsanları inandırma sanatı" olarak tarif edebileceğimiz "Toplum Mühendisliği" nin ustaca kullandığı bir silah olan kitle iletişim araçları, bir anda bir çok insanı, yalan bir haber yayarak istenilen yöne kanalize etmeyi sağlayan büyük bir silahtır. İnsanlık için asıl doğru olan , erdemli olmak , yalan söylememek , insanlar arasında fesadı yaymamak ,adil olmak , kendi menfaatleri için başkalarının menfaatlerini zedelememek v.s gibi, iyi ve doğru olan her şeyi bir tarafa atarak , sadece geçici dünya menfaatleri doğrultusunda bu silahı kullanmak, para , makam ve mevkiden başka bir değer gözetmeyen insanlar için, ateşli silahlardan daha etkili bir durumda işlevini sürdürmektedir. 

 Kendilerini bağlayan insani ve ahlaki değerlere sahip olmayanlar tarafından kullanılan bu silah , ne yazık ki biz Müslümanların bir kısmının da kullandığı bir silahtır. Halbuki "Ben Müslümanın" diyen bir kimsenin , kendisinin bazı ahlaki ve insani değerlere bağlı kalmasının isteğe bağlı değil, mecburiyet olduğunu bilerek hareket etmesi , kafir olarak bildiğimiz kişi ve toplumların kullandığı silahı, bizim kullanmamamız gerektiğini çok iyi bilmesi gerekmektedir.

Kitle iletişim araçlarının dünya  genelinde yaygınlaşmasına paralel olarak , Türkiye içinde de yaygın  bir şekilde kullanılması , her türlü fikir ve düşünce bağlısının propagandasını bu yol ile yapmasına imkan tanıyan bir ortam yaratmıştır. Bu ortamlarda karşıt görüşlere sahip olan kişi ve gurupların birbirlerinin görüşlerin mahkum etmek için kullanılan bazı yol ve yöntemlerin , gayri ahlaki bir durum arz ettiği ise herkesin malumudur. 

Müslüman olmamız, bizlerin bu araçları bizim dışımızda olanların kullandığı yöntem ile değil , bizim ahlaki değerlerimize uygun bir biçimde kullanmamızı mecbur kılmaktadır. Özellikle "Sosyal medya" olarak bildiğimiz alanın, her türlü kişi ve guruplar tarafında kullanılması , "Bilgi kirliliği" dediğimiz durumu meydana getirmektedir. 

Bir çok kişi ve gurup bu ortamı kendi düşüncesini yaymak amacı ile kullanırken , kullandığı yöntemlerden bir tanesi , karşıt görüşleri mahkum etmeye yönelik propaganda yapmasıdır. Kendi görüşünü yaymak için karşı görüşün yanlışları söylemek elbette herkesin hakkıdır , ancak bunu yaparken yalan , iftira , hakaret , dedikodu özellikle sosyal medyada çokça rastladığımız montaj türü haberler yapmaya kimsenin hakkı olmadığı gibi , Müslüman olduğunu iddia edenlerin iki defa hakkı yoktur. 

Sahte hesaplar açıp , kendisini o düşüncenin mensubu gibi göstererek , o düşünceyi gülünç bir duruma düşürmek amacına dayalı yapılan propaganda usulü , bazı Müslümanlar tarafından da kullanılmaktadır. Kendisini X gurubuna bağlı olarak gösteren , aslında o guruptan nefret eden bu kişiler , nefret söylemlerini o gurupların söylemesi imkansız olan bazı sözleri onlar söylemiş gibi , sahte profiller üzerinde yaparak , kişi ve gurupları töhmet altında bırakmakta , yalan , iftira , dedikodu olan bu söylemleri yaymaktan çekinmemektedirler. 

İşin daha garibi , bu sahte hesaplar üzerinden yapılan haber ve paylaşımların , bazı kimseler tarafından anında sahiplenilmesi ve sanal ortamda çığ gibi yayılmasına vesile olunmasıdır. Sadece kendi görüşlerine uygun olduğu için doğruluğu yanlışlığı araştırılmadan sahiplenilen bu gibi haberler "Fasığın haberi" olarak görülmesi ve araştırılması gerekir iken , "Benim fasığım iyidir" mantığı işletilerek sahiplenilmekte ve bazı kişilere be guruplara olan düşmanlıklar , böyle yalan ve iftira haberler üzerinde yürütülmektedir.

Montaj türü haberler , karşı olduğumuz veya sevmediğimiz kimse veya guruplara karşı yapılmakta , o kişi ve gurupların asla söylemediği sözleri , onlar söylemiş gibi yayarak , o kişi ve guruplar üzerinde infiale yol açmak sureti ile gündem oluşturulmaktadır. 

Üzülerek söyleyelim ki , bu gibi yöntemleri maalesef bazı Müslümanlar da yapmakta , yaptıkları işin sonucunu hiç düşünmeden yapmakta , yalan haberi yapan kişi ve gurupların yandaşları ise "Benim fasığım iyidir" mantığı içinde hareket ederek , o haberleri paylaşarak , "Bugün Allah için ne yaptın?) sorusuna "Bugün ....... ya hakaret ve küfür içeren yayınlar yaptım veya paylaştım" diyerek , o günün cihadını bitirerek vazifesini tamamlamış kumandanlar edasıyla mutlu ve mesut bir şekilde yataklarına uzanmaktadırlar.

Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki sanal alemin de Rabbi vardır, o da Allah (c.c) dir. Yaptıklarımızı her an gözetleyen ve hesap gününde karşımıza çıkaracak olan Rabbimiz , yapılan bu yalan ve iftira haberlerin hesabını elbette soracaktır. Müslüman kişi , hayatının her anında yaptıklarından hesaba çekileceğini bilen insandır. Bu hesaba çekilmenin, sevmediklerimiz hakkında yaptığımız bazı yalan ve iftiralar içinde geçerli olduğu hiç bir zaman unutulmamalı , yaptıklarımız ve yazdıklarımız bu bilinç içinde yapılmalı ve yazılmalıdır. 

İnternet aleminde özellikle mizah amaçlı paylaşımlar yaparak sahte haber üreten bazı haber siteleri (Zaytung gibi) bulunmakta, ve bu sitelerin yayınladıkları haberler aslı astarı olmayan mizah amaçlı yalan haberler olup , bazı kimselerin bu haberleri doğru haber sanarak paylaştıkları görülmektedir. 

"Trol" kelimesi son günlerde çokça duyulan ve sanal alemde insanları kışkırtmak için kullanılan bir yöntemdir. "Zarf atmak , yem atmak" anlamında olan bu kelime , balık avcılığında kullanılan bir terim olup insanları avlamak için kullanılan bir yöntem olarak sıklıkla sanal alemde kullanılmaktadır. 

Bazı parti ve gurupların insanları trollemek yani avlamak için özel kadrolar oluşturmuş olması ,trollemek sureti ile ortaya atılan haberlerin sanal alemde alıcısının ne kadar çok ve ne kadar rağbette olduğunu göstermektedir. Trollemek yani avlamak teriminin , balık avcılığı ile ilgili bir terim olması , insanları bir av malzemesi olarak görerek, onların etinden, sütünden, derisinden faydalanmak isteyen yani insanları sağmal hayvan yerine koyanların kullandığı bir yöntem olarak bir çok kişi ve kurum tarafından maalesef vahşice uygulanmakta ve bir çok insan bu trol ağına düşerek bunlara yem olmaktadır. 

Müslüman hayatında yer bulmakta zorlanan ayetlerden bir tanesi de Maide s. 8. ayetidir. 

[005.008]  Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilmektedir.

Bu ayet, her zamanki tazeliğini koruyarak , yaşadığımız hayat içinde karşılaştığımız olaylar karşısında nasıl bir insiyatif kullanmamız gerektiğini öğretmektedir.

Ayetin özellikle " Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin" cümlesi, biz Müslümanların bir kısmı tarafından hayat içinde uygulama alanı bulmayan bir emir cümlesidir. Guruplaşmaların , hizipleşmelerin sanki Allah emriymişçesine ayyuka çıktığı Müslüman dünyasında , karşıt gurup ve kişiler ile ilgili yerine getirilmesi gereken "ADALET" kavramı biz Müslümanalrın bir kısmı tarafından maalesef yerine getirilmekte zorlanılmaktadır.

Kendi fırka ve hizbine mensup olmayanları düşman olarak gören bazı Müslümanlar , düşmana bile gösterilmesi gereken adalet ilkesini, birbirlerine karşı yerine getirmeyerek , adalet ilkesini sadece kendi içlerinde yerine getirilmesi gereken bir şey olarak görmektedirler.

[004.135] Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.

Fırkalaşma ve hizipleşmelerin hız kaybetmeden her geçen gün daha belirgin bir hale gelmesi , karşıt fırkalara mensup olanların birbirlerine karşı davranış sorunlarını ortaya çıkarmıştır. Çeşitli fırkalara mensup olan Müslümanların kendi fırkalarını güzel , karşı fırkayı çirkin göstermek için kullandığı yollardan birisi olan medya, ve Facebook , Twitter gibi sosyal medya ortamları , adalet ilkesinin gözetilmesi gereken yerlerden birisidir. 

Kendi partisini veya fırkasını güzel , karşı parti veya fırkayı çirkin göstermeye yönelik bir haber olduğu zaman , bu haberde adaletsizlik olup olmadığına bakmadan hemen bu habere inanmaya hazır bir topluluğun olması , bu tür haberleri yapanları daha da gayrete getiren bir durumdur. 

Müslüman kişi adaletin sadece kendisine değil herkese lazım olduğunu bilendir. Karşısına gelen bir bilgi ve haberi tartar iken, sadece kendi menfaatlerine uygun olup olmadığına değil , adalet ilkelerine uygun olup olmadığına baktığı an , adalet ilkelerine uygun hareket etmeyenlerin yaptıkları haberler ve eylemler azalacak , adaletsizlik yaparken biraz daha fazla düşünmek zorunda kalacaklardır. 

Bugün güç ve iktidar ellerinde olduğu için adaletsizlik yapanlar , yarın iktidar ellerinden gittiklerinde , kendileri güçsüz duruma düşerek adalete ihtiyaçları olabilir. 

Türkiye'nin son aylarda bir cemaatin başını çektiği olayların sebep olduğu içinde bulunduğumuz durumu göz önüne aldığımızda , bu cemaat aleyhine yapılan bazı icraatların adalet ilkelerini çiğnediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Elde somut olarak suç sayılabilecek bir delil olmadan , suç unsurları üretilerek , bazı kimselerin suçlu sayılması "Kurunun yanında yaşında yanması" kabilinden durumlar meydana getirmiştir. 

                                "Keser döner sap döner , bir gün hesap döner"

Bu ve benzeri cemaatler sevilmese , yaptıklarının büyük bir hata olduğu bilinse dahi, onlar aleyhinde yapılacak her türlü işlem, adalet ilkelerine uygun olmalıdır. Bugün iktidar olanın ebedi olarak iktidar kalarak gücü elinde bulunduracağına dair hiç bir garantileri yoktur. Bugün muhalefet veya iktidar dışında kalanın , yarın iktidar olarak , bugün iktidarda olanların yaptıklarının hesabını sormayacaklarına dair de hiç bir garantileri yoktur. 

İnsanlar arasındaki ilişkilerin temeli kin ve nefrete dayalı değil , adalet ilkelerine dayalı olarak işlemelidir. Bu adil işleyiş, insanlar arasında fikir ve düşünce ayrılıkları olsa dahi , insanların birbirleri ile daha doğru ilişkiler kurmasını sağlayacaktır. Müslüman olmamız nedeniyle karşımızdaki düşmanımız olsa dahi, ona bile adaletli davranmayı emreden Rabbimizin bu emrine karşı , suçu sadece bizim gibi düşünmemek veya bizim fırkamızdan olmamak olan bazı insanlara karşı adaletsiz davranarak onları mahkum etmeye çalışmak insanlık suçudur. 

                               "Başarıya ulaşmak için her yol mübah değildir." 

Her insan hayatının her safhasında maddi ve manevi alanda başarılı olmak ister. Ancak bunun bir kuralı vardır ve olmalıdır. Her yolu mübah gören anlayışın teorisyenleri, bilindiği üzere Müslümanlar değil batılılardır. Evrensel ahlak ilkeleri , başarı için bazı etik yasalara uyulmasını ve bu yasaların dışına taşılmaması gerektiğini belirtir. Bu ilkelerin dışına taşarak alınan her başarı , kişileri belki dünya hayatı içinde memnun edebilir , fakat ahirette  bu ilkeleri çiğneyerek , insanların haklarını gasp edenlerin hesabı mutlaka sorulacaktır.

Sonuç olarak : Allah (c.c) kitabında bizlere , insanlar arasında fitne ve fesadın yaygınlaşmamasını sağlayacak olan bazı emirler vererek , onları hayata pratize etmemizi istemektedir. Bu emirlerin olan iki ayeti yazımıza konu etmeye çalışarak , bu ayetlerin Müslüman hayatından nasıl yer bulması gerektiğine dair düşüncelerimizi paylaşmaya çalıştık.


Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması , insanları haber yolu ile etkilemenin önünü açarak bu yolun kötüye kullanılmasını da beraberinde getirmiştir. Hucurat s. 6. ayeti bu yolun kötüye kullanılmasının önünü kapatan bir yol önermekte ve biz Müslümanların bu önermenin gereği yerine getirmesini beklemektedir.

Adalet ilkelerine uygun hareket etmek , yine Rabbimizin bizlerden istediği önemli bir husus olup , bu ilkenin ayrım gözetilmeden uygulanması konusunda  bizlere önemli uyarılar yapılmaktadır. Bu ilke güç sahibi olanların elinde kendilerinin istedikleri yönde kullanabilecekleri bir ilke değildir. Maalesef bu kitaba inandığını iddia eden bir kısım Müslüman bu kitabın ayetlerini hayata geçirilmesi gereken ayetler olarak değil , başkalarına karşı mızrak ucuna takılması gereken ayetler olarak gördüğü için , gerekeni yerine getirme konusunda duyarsız kalmaktadırlar. 

RABBİMİZ BİZLERİ , YALAN HABERLER YAYARAK ADALET İLKELERİNDEN AYRILAN KULLARINDAN DEĞİL , YALAN HABER KİMDEN GELİRSE GELSİN ADALETE UYGUN HAREKET EDEN KULLARINDAN KILSIN. 

1 Ekim 2016 Cumartesi

Bakara s. 146 ve En'am s. 20. Ayetlerinde Kitap Verilenlerin Oğulları Gibi Tanıdıkları Kimdir ?

Kur'anın bağlam gözetilerek okunması , onun anlaşılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Bağlam gözetilerek yapılan bir okuma , bazı yanlış anlamaları veya kişisel düşüncelere göre ayetin şekillendirilmesini önleyen önemli bir etkendir. Bağlam gözetilmesi gereken yerde, bu işlemi uygulamamak neticesinde, bazı yanlış sonuçların doğması kuvvetle muhtemel olup , Kur'an okumalarında yapılan yanlışların önemli bir bölümünün , bağlam gözetilmemesi neticesinde yapılan okumaların bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. 

Bazı yazılarımızda bu noktayı dikkate alarak , yapılan yanlışlara parmak basmaya çalışmaktayız. Bu yazımızda benzer metne sahip olan iki ayetin bağlamını dikkate alarak, ayet içinde kast edilen şeyin ne veya kim olabileceğini bağlamı dikkate alarak tefekkür etmeye çalışacağız.  

Bakara s. 146. ayeti : 

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِّنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

[002.146] Kendilerine kitab verdiklerimiz, onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Öyle iken içlerinden bir güruh bilir oldukları halde, yine de hakkı gizlerler.

En'am s. 20. ayeti:

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمُ الَّذِينَ خَسِرُواْ أَنفُسَهُمْ فَهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ

[006.020]  Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlarr; fakat kendilerine yazık ettiler, çünkü onlar inanmazlar.

Her iki ayetteki  " ya'rifunehu kema ya'rifune ebneehum" (onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar) ibarelerine, parantez içine "Muhammed'i" , "Peygamberi" kelimeleri koyularak "ya'rifuneHU" kelimesindeki "Hu" zamirinin, Muhammed (a.s) ı işaret ettiği yönünde ilaveler yapılmaktadır.

Bu ilavenin yapılmasına sebep ise , "ebneehum" kelimesinin "oğulllarını" anlamına gelmesine istinaden , bir insanı işaret ettiği düşünülmesi ,bunun neticesinde oğul olarak kast edilen kişinin Muhammed (a.s) olduğu şeklinde yorumlar daha ağır basmaktadır. Ancak meallere konulan parantezlerin, ve bu yönde yapılan yorumların, bağlama uygun parantez ve yorumlar olduğunu söylemek güçtür. 

Bakara s. 146. ayeti , 142. ayetten itibaren başlayan ve kıble ile ile ilgili ayetlerin bağlamına dahil olup , bu bağlam gözetilerek okunmasının daha doğru sonuç vereceğini düşünmekteyiz. Bakara s 146. ayetindeki "ya'rifuneHU" kelimesindeki "hu" zamirinin ayet içinde raci edilebileceği bir isim mevcut değildir. Öyleyse bu zamiri konu ile alakalı bir kelimeye raci etmek en doğrusu olacaktır. 

Bakara s. 142 ve 150. ayetler arasında dikkati çeken ve ayetlerin merkezindeki kelime "Kıble" kelimesidir. 144. ayet içinde "Ve şüphe yok ki kendilerine kitap verilmiş olanlar da bunun Rabbleri tarafından hak olduğunu elbette bilirler." cümlesi yine kıbleye işaret ederek , bunun kitap verilenler tarafından bilindiğini haber vermektedir. 

146. ayetteki bilinme ve tanınma bağlam dahilinde bir bilinme tanınma olması gerektiği için be bilinme ve tanınma Muhammed (a.s) için değil , kıble için olması daha doğru görünmektedir. Eski tefsirlere bakıldığında bağlam dahilinde bir yorum yapılarak kıble olabileceği yönünde görüşler olmasına karşın , meallerin çoğunda açılan parantezler Muhammed (a.s) olarak yapılmıştır. 

"Oğullarını tanıdıkları gibi tanımak" cümlesini bir deyim olarak aldığımızda , bu deyim sadece bir insanı tanımayı değil , bir şeyin çok iyi bilindiği ve tanındığı anlamında kullanılan bir deyim olması daha makul görünmektedir.

Buna göre Bakara. s. 146. ayetinde tanına oğul Muhammed (a.s) değil , Kıble olması daha doğru olacaktır. Kabe nin İbrahim (a.s) dan beri bilindiğini haber veren ayetleri dikkate aldığımızda , Kabe nin ve oranın kıble olmasının İsrailoğulları tarafından bilinmemesi zaten imkansızdır. Eğer bu ayete parantez açılacak ise bu parantezin  (Muhammed'i) şeklinde değil, (Kıble'yi) şeklinde açılması daha doğru olacaktır. 

İkinci ayetimiz olan En'am s. 20. ayeti ise , "ya'rifuneHU" kelimesindeki "hu" zamirini raci edilebilecek bir isme sahip değildir. Bakara s. 146. ayetine açılan parantezin bir benzeri bu ayet içinde açılarak, (Peygamberi) şeklinde ilave yapılmaktadır. Bu ayette de , böyle bir ilave yapılabilecek bir isim mevcut değildir . Öyleyse bu zamirin yine bağlam dahilinde bir isme raci edilmesi uygun olacaktır. 

[006.019]  De ki: «Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür?». De ki: «Allah, benimle sizin aranızda şahittir ve bana bu Kur'ân vahyolundu ki, onunla hem sizi, hem de sizden sonra kendisine ulaşan herkesi uyarayım. Allah'la beraber başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten şahitlik eder misiniz?» De ki: «Ben buna şahitlik etmem». «O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve gerçekten ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım» de.

20. ayetten bir önceki 19. ayette Kur'an kelimesi , 20. ayetteki "ya'rifuneHU" kelimesindeki "hu" zamirine raci edebileceğimiz bir isimdir. Buna göre En'am s. 20. ayette , kendilerine kitap verilenlerin oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıkları şey Muhammed (a.s) değil , Kur'an olmalıdır. 
Yani kendilerine kitap verilenler Kur'anı çok iyi tanımaktadırlar. 

Elbette bu tanıma , Allah (c.c) nasıl Musa ve İsa (a.s) ları göndererek , Tevrat ve İncil'i inzal edildiğini nasıl biliyorlar ise , Allah (c.c) nin gelecek olan elçiyi daha önceki elçiler ile haber vermesinden mütevellit , bir elçinin kitap ile geleceği çok iyi bilinmektedir. Şuara s. 196. ve 197. ayetleri bu bilinmeyi işaret etmektedir

[026.196]  O, (Kur'an)şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardır.
[026.197]  Onu Beni İsrail ulemasının bilmesi de onlara bir âyet (bir delil) değil mi

Eski tefsirlere bakıldığında bu ayetteki zamirin, Kur'ana raci edilebileceği yönündeki görüşler olmasına karşın , "oğul" kelimesinin bir insanı işaret edebileceği düşüncesi daha ağır basarak , (Peygamber'i) şeklinde parantezler , ve bu doğrultuda yorumlar daha ağır basmıştır.

Sonuç olarak : Bakara s. 146 ve En'am s. 20. ayetlerinde geçen "Onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar" cümlesinden kast edilen şeyin Muhammed (a.s) olduğu yönünde yorumlar yapılmış ve bu yorumlar doğrultusunda meallerde parantezler açılmıştır. Ancak bağlam gözetilerek yapılan okumalar sonucunda , Bakara s. 146. ayetine (Kıble'yi) , En'am s. 20. ayetine ise (Kur'anı) şeklinde parantez açılması ayetlerin bağlamına daha uygun olacaktır. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

27 Eylül 2016 Salı

Allah (c.c) Yeryüzündeki Kötülüklere Neden Engel Olmuyor?

Yazımıza başlık olarak seçtiğimiz soru , yeryüzünün içinde bulunduğu kan , gözyaşı , savaş gibi insanları çaresiz durumda bırakan sıkıntılar karşısında , Müslüman olsun veya olmasın bir çok insan tarafından sorulmaktadır. Dünyanın pek çok yerinde meydana gelen ve bir çok masum insanın ölümüne sebep olan savaşlar karşısında, Allah (c.c) nin neden bir şey yapmadığı konusunda, bazı Müslümanların kafasında soru işaretleri oluşurken , Müslüman olmayan kesimden ise, "Sizin Allah'ınız neden bu katliamlara engel olmuyor?" şeklinde sorular sorularak , bazı Müslümanların kafası karıştırılmak istenilmektedir. 

Biz bu soruyu, herhangi bir art niyet taşımayan, ve gerçekten kafası bu konuda bazı soruların cevabını bekleyen Müslümanları dikkate alarak cevaplamaya ve onların kafasındaki bulanıklığı konu ile ilgili Kur'an ayetleri ışığında bir yol takip ederek gidermeye çalışacağız. 

Biz Müslümanların en büyük eksiği , elimizde bulunan kitabın yaşanan hayatın gerçekleri ile iç içe olduğunun farkında olmayan bir okumaya tabi tutmamızdır. Elimizdeki Kur'an öyle bir kitaptır ki , doğru okunduğunda kafamızdaki bu gibi soruların cevaplarını hem sözlü, hem de geçmiş yaşantılardan kıssa yollu anlatımlar ile yaşanmış örnekler şeklinde vererek , yeryüzünde cari olan toplumsal yasaların nasıl işlediğini bizlere göstermektedir. Özellikle İsrailoğulları ile ilgili anlatımları Sünnetullah olgusunu dikkate alarak okuduğumuzda bunu daha açık ve net olarak görebiliriz. 

Şurası asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki , Allah (c.c) yeryüzünde yapılan hiç bir kötülüğü karşılıksız bırakmaz. Zalimlerin yaptıklarının cezasını dünya hayatı içinde onlara mutlaka yaşatır.Bu karşılığı kendisi savaşarak değil zulme uğramış kullarının savaşarak vermesi şeklinde bir yasa ile sabitlemiştir. Eğer kullar bu yasa çerçevesinde hareket etmeyecek olurlar ise , Allah (c.c) de bu isteğe cevap vermeyecektir. Bu cevap vermeme durumu ise, Allah (c.c) nin kötülüklere engel olmadığı gibi bir düşünce doğurmuş olsa da , kötülüklere karşı mücadele yeteneğinden yoksun olanların , bu kötülüğe karşı herhangi bir karşı duruş sergileme ihtiyacı duymayarak celladına aşık köle olmaktan memnun olmalarından ötürüdür.

Müslümanların bir çoğunun zihnini kurcalayan bu sorunun cevabı , "SÜNNETULLAH" denilen arz üzerinde değişmez olan toplumsal yasalar ile alakalıdır. Sünnetullah kavramı doğru anlaşılmadan , bir çok kimsenin bu konudaki kafa karışıklığı maalesef giderilemez. Bu kavramın doğru anlaşılamamasından doğan bazı sonuçlar, maalesef Allah (c.c) ye yüklenereksuç Allah'a atılmakta , ve bizlerin sorumlu olduğu sonuçlar görmezden gelinmektedir. 

[057.022] Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, Kitap'da bulunmasın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır.

Hadid s. 22. ayeti bu yasayı bizlere haber vermektedir. Yeryüzünde meydana gelen her şey , o olay ile ilgili olarak konulmuş olan yasaların bir sonucu olarak meydana gelmektedir. Allah (c.c) nin bu olayların oluşumu üzerinde herhangi bir müspet veya menfi etkisi yoktur , sebep -sonuç ilişkisi dahilinde meydana gelen olaylardır. Yani kullar yaptığı amellerin karşılığı neyse hak ettikleri karşılıkları almakta , hiç bir kimse ve topluluk hak etmediği bir karşılığı asla görmemektedir. Herkes yaptığı amelleri SEBEBİ ile karşılaşacağı SONUCU elde edecektir. 

Eğer bugün yeryüzünde çoluk çocuk demeden yaşanan bir zulüm varsa kabahatlisi onu engellemediği için Allah (c.c) değil , bu zulme meydan veren insanlıktır. Allah zalimlerin kendisi savaşarak değil , kullarının savaşarak yok edileceği şeklinde bir yasa koymuş ve bu yasa kıyamete değin böyle işleyecektir.

[002.200]  Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı anın. İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur.
[002.201]  «Rabbimiz! Bize dünyada iyiyi, ahirette de iyiyi ver, bizi ateşin azabından koru» diyenler vardır.
[002.202]  İşte onlara, kazançlarından ötürü karşılık vardır. Allah hesabı çabuk görür. 

Her gün Allah'a küfür ve isyan eden bir ateist eğer çalışıyor ve gayret ediyorsa , o çalışmasının karşılığını mutlaka aldığı gibi , her gün Allah'a dua ve niyazda bulunarak secdeden başını kaldırmayan bir Müslüman çalışmıyor ve gayret etmiyor ise, o da bu tembelliğinin karşılığını görerek muhtaç duruma düşücektir. Asıl olan dünya ve ahireti birlikte düşünerek çalışmak ve gayret etmek olmalıdır.

Bu noktada yine Müslüman olmayan kesim tarafından dile getirilen ve bazı Müslümanların kafasının karışmasına sebep olan bir soruyu ele almakta fayda görmekteyiz. 

Dünya yüzünde zulüm gören toplulukların başında biz Müslümanların gelmesi sebebi ile , Müslüman olmayan kesim tarafından, "Madem siz Müslümansınız Allah'ınız neden sizin zulüm görmenize göz yumuyor , neden bu kafirlere engel olmuyor? şeklinde sorularla kafa karıştırılmak istenilmekte , bazı Müslümanlar ise bu iğvalara kanarak "Neden Allah (c.c) biz Müslüman olduğumuz halde bize yardım etmiyor bizim zulüm görmemize neden seyirci kalıyor engel olmuyor?" şeklindeki kafalarını kurcalayan sorulara cevap aramaktadırlar.

Bu soruların cevap anahtarı yine "Sünnetullah" kavramı içindedir. Allah (c.c) nin "Errahman" ismi , Mü'min veya kafir olsun çalışan bütün kullarına çalışmalarının karşılığını dünya hayatlarında eksiksiz olarak vermesidir. 

Allah (c.c) Rahman ismi gereğince , "Bu kulum Müslüman ona biraz torpil geçeyim" veya "Bu kulum kafir ona çelme takayım" asla demez. Allah (c.c) Mü'min veya kafir ayrımı yapmadan kim veya hangi topluluk olursa olsun , onlara çalışmalarının karşılığını verir. Bugün kafirler topluluğunun kevni ayetleri okuyarak bilim ve teknolojide üstünlük sağlamaları , kevni ayetlerin kullanma klavuzu diyebileceğimiz , Kur'anı bu konuda rehber edinmemeleri neticesinde , bilim ve teknolojiyi kullanarak yapmış oldukları silahları , zulüm aracı olarak kullanmaktadırlar. 

Kur'an kevni ayetlerin bir nevi kullanma klavuzu olması gerektiği için, bu ayetlerin verdiği imkanlara sahip olanlar , eğer bu klavuzu kullanmayacak olurlarsa , ellerindeki ayetler öldürücü silahlar haline dönüşerek müstaz'afları sömürme ve ölüm makinası haline gelecektir. Dünyanın içinde bulunduğu kaos ortamı öldürücü silahlara dönüşen kevni ayetlerin kafirler elinde olmasının bir neticesidir. 

Bizler Müslüman olarak sadece kitap içindeki ayetleri okuyarak cennete gidebileceğimiz zannı ile kevni ayetlerin okumasını kafirlere bırakarak , onların bilim ve teknoloji alanında büyük gelişme sağlamalarına, ve bu yolla dünyayı fesada boğmalarına maalesef izin vermekteyiz. Bunun neticesinde ise çalışmalarının karşılığını alan kafirler , yaptıkları silahları ahiret bilincinden yoksun bir inanç sahibi olmaları neticesinde mazlumlara doğrultmaktan çekinmemektedirler. 

Batılı kafirler tarafından mazlumlara reva görülen bu zulüm karşısında neden Allah (c.c) bir şey yapmıyor ? , neden bu zulümlere karşı bu kafirlere gökten azap indirmiyor?. 

Bu soruların cevabı Kur'anda yaşanmış olaylar örneğinde verilmiş olmasına rağmen, maalesef hazırcı Müslümanlar tarafından , Allah'ın kafirlerle savaşması ve gökten melekler indirerek kafirleri hak ile yeksan etmesi hala beklenmekte , fakat bu istekler gerçekleşmeyerek ve kafirlerin zulmü artarak devam etmektedir. 

Merhum Mehmet Akif Ersoy'un şu dizeleri durumuzu fazla söze hacet bırakmadan anlatmaktadır. 




“KADERMİŞ” Öyle mi? Haşa, Bu Söz Değil Doğru;
Belanı İstedin, Allah da Verdi... Doğrusu Bu.
“Çalış” Dedikçe Şeriat, Çalışmadın, Durdun,
Onun Hesabına Bir Çok HURAFE UYDURDUN!

Sonunda Bir de “TEVEKKÜL” Sokuşturup Araya,
Zavallı DİNİ ÇEVİRDİN Onunla MASKARAYA!
Bırak Çalışmayı, Emret Oturduğun Yerden,
Yorulma, Öyle ya, Mevla Ecir-İ Hâsır İken!


Yazıp Sabahleyin Evden Çıkarken İşlerini;
Birer Birer Oku Tekmil Edince Defterini;
Bütün O İŞLERİ RABBİM GÖRÜR, VAZİFESİDİR...
Yükün Hafifledi... Sen Şimdi Doğru Kahveye Gir!


Çoluk Çocuk Sürünürmüş Sonunda Aç Kalarak...
Hüda Vekil-İ Umurun Değil Mi? Keyfine Bak!
Onun Hazine-İ İn’amı Kendi Veznendir!
Havale Et Ne Kadara Masrafın Olursa... Verir!

Silahı Kullanan Allah, Hududu Bekleyen O;
Levazımın Bitivermiş, Değl Mi? Ekleyen O!
Çekip Kumandası Altına Ordu Ordu Melek,
Senin Hesabına Küffarı Hak-Sar Edecek!

Başın Sıkıldı Mı, Kafi Senin O Nazlı Sesin:
“Yetiş” de, Kendisi Gelsin, Ya Hızr’ı Göndersin!
Evinde Hastalanan Varsa, Borcudur: Bakacak;
Şifa Hazinesi Derhal Oluk Oluk Akacak.

Demek Ki : Her Şeyin Allah... Yanaşman, Irgadın O:
Çoluk Çocuk Ona Ait: Lalan, Bacın, Dadın O;
Vekil-İ Harcın O; Kahyan, Müdür-İ Veznen O;
Alış Seninse De, Mesul Olan Verişten O;

Denizde Cenk Olacakmış.... Gemin O, Kaptanın O;
Ya Ordu Lazım İmiş... Askerin, Kumandanın O;
Köyün Yasakçısı; Şehrin De Baş Muhassılı O;
Tabib-İ Aile, Eczacı... Hepsi Hasılı O.

Ya Sen Nesin?
MÜTEVEKKİL!
Yutulmaz Artık Bu!
Biraz Da Saygı Gerektir...
Ne Saygısızlık Bu!
HUDA’YI KENDİNE KUL YAPTI,
KENDİ OLDU HÜDA;
Utanmadan Da “TEVEKKÜL” diyor bu Cür’ete, Ha?!..

Yukarıdaki dizeler biz Müslümanların yanlış tevekkül ve Allah inançlarını veciz biçimde ortaya koymaktadır. Bedir ve Uhud harbi denildiği aman akla ilk önce , sahabenin yaptığı kahramanlıklar veya gökten inen sarıklı meleklerin nasıl savaştıklarının masal biçiminde anlatımlar gelmektedir. Halbuki bu savaşlar, "Sünnetullah" olgusu etrafında okunmaya çalışılsaydı , bugün bir çok kişinin kafasına takılan soruların cevabı da bulunmuş olabilirdi. 

Bedir de müşrik ordusuna galebe çalan Müslüman ordusu , Uhud da müşrik ordusu tarafından yenilgiye uğratılmışlardır. Bu yenilgiye sebep ise savaş stratejisinde yapılan yanlışlardır. Allah (c.c) bu savaşta herhangi bir tarafa ayrıcalık yapmamış , savaş şartlarını yerine getiren müşriklerin galip gelmesini sağlamıştır. Demek ki Allah (c.c) indinde Müslüman olmak herhangi bir ayrıcalık sahibi olmak anlamına gelmiyor.

Yine Rum suresinin ilk ayetlerini okuduğumuzda iki ordunun savaşından bahsedilmektedir. İkisi de kafir olan bu orduların, birbirine galebe çalmaları "Allah'ın yardımı" iledir . Allah hiç bir orduya ayrıcalık tanımadan savaşta galibiyet şartlarını yerine getiren ordunun galip gelmesini sağlamıştır. İsrailoğulları ile bazı ayetleri okuduğumuzda onların savaşlarda yenilgilerinden veya galibiyetlerinden bahsedilmektedir. Bu yenilgi veya galibiyetler yine hiç bir ayrıcalık tanınmadan savaşta galibiyet şartlarını yerine getirenlerin galip gelmesi ile sonuçlanmıştır.

[042.030] Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür. O, yine de çoğunu affeder.

Dünya üzerinde yaşayan Müslümanlar olarak başımıza gelenlerin sorumlusu olarak Allah (c.c) yi görmek, yardım etmediği gerekçesi ile onu suçlamak, aklı başında bir Müslümandan asla sadır olmaması gereken düşüncelerdir. Allah (c.c) nin kullarına yardım etmesi belirli yasalara tabi olmasından doğan sonuçlar , bu yasaları Müslüman olmayanların yerine getirmesi sebebi ile onlar lehinde işlemektedir. Başımıza gelen herhangi bir musibetin müsebbibi Allah (c.c) değil , biz Müslümanlardan başkası değildir. 

Eğer bugün yeryüzünde kafir orduları kadın , çocuk yaşlı , genç demeden katliamlar yapıyorsa bu katliamların müsebbibi Allah (c.c) değil bu katliamlara maruz kalan ülkelerin halklarıdır. Eğer bu halklar kendilerini düşmandan koruyacak ekonomi ,siyaset ,bilim, sanayi ve teknolojiye sahip olsalardı , düşmanları bu ülkelere değil saldırmak , önlerinde el pençe divan duracaklardı

Savaş bir dünya gerçeği olarak , sadece zalimlerin kullandığı bir silah değil , mazlumların da kullanması gereken bir silahtır. Mazlumlar biz Müslümanlar örneğinde olduğu gibi , gökten Allah'ın melekler indirmesini bekleyerek, ondan gelecek yardım ile kafirlerin zulmünün son bulacağını zan ederler ise, bu zulüm bırakın bitmek, aksine artarak devam edecektir. 

 [004.075] Size ne oluyor da: «Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lutfet» diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?

Nisa s. 75. ayeti , zalimler tarafından zulme uğrayanların yapması gerekeni açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Eğer mazlumlar , kendilerini zulüm altında inleten zalimlerden güçlü olmak için gerekli çalışmaları yapmazlar ise , bu zulüm asla bitmeyecektir. 

Allah (c.c) katledilen kadın ve çocukları elbette görmekte ve bu katliamın durması için kendisinin savaşmasını bekleyenlere ise , geçmişte İsrailoğullarından örnek vermektedir. 

Maide s. 20. ve 26. ayetlerinde anlatılan bir olayda savaşarak ele geçirmeleri gereken bir beldeyi, Musa (a.s) a "Sen ve Rabbin ikiniz savaşın" diyen İsrailoğulları, yenilgiye uğrayarak yıllarca dağınık bir şekilde dolaşmaya mahkum kalmışlardır.

Mazlumların kaybettikleri geri almalarının yollarından biri olan savaş,  Sünnetullah gerçeği olup, savaşmanın gerektiği yerde savaşmayarak oturanlar , zulme ve katliamlara uğramaya mahkum olmaktan kurtulamayacaklardır. Özellikle Medeni ayetlerde çokça rastladığımız cihada teşvik ve yapılan savaşlar ile ilgili ayetler , asla bir vahşet gösterisi değil , mazlumların ellerinden alınmış olan haklarını nasıl almaları gerektiği yönündeki bilgilerdir.

Allah (c.c) kafirleri kendisi savaşmak sureti ile değil , mazlumların savaşması neticesinde cezalandırır. 

[009.014] Onlarla savaşın ki, Allah SİZİN ELLERİNİZ İLE onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.

Tevbe s. 14. ayeti bu gerçeğe işaret etmektedir. Kafirlerin cezalanmasını , rezil olmasını , onların çoluk çocuk demeden kan dökmesinin sona ermesini istiyorsak bu işi Allah'a havale etmek yerine kendimiz hal etme yoluna gitmemiz gerekmektedir. 

Müstekbir devletlerin, biz Müslümanlar ve diğer topluluklar üzerinde hegemonya kurması, uzun yıllar alan bir sürecin sonucudur. Bu süre zarfında bu müstekbirler ilim ve teknoloji sahasında büyük gelişmeler kat ederek, silah sanayiinde de başarılı olmuşlar, ve bu silahları mazlumlara doğrultmaktan geri durmamışlar, hala da durmamaktadırlar. Bizlerin de müstekbirlere karşı galebe çalmanın yolu aynı şekilde onlar gibi sanayi ve teknolojik üstünlük sağlamak sayesinde olacaktır. Bu süreç elbette kısa bir süreç değildir. 

[003.196-7]  İnkar edenlerin diyar diyar gezip refah içinde dolaşması sakın seni aldatmasın; az bir faydalanmadan sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü duraktır!..

Dünyayı kendi mülkleri zannederek, her istedikleri beldeyi işgal edip, o beldenin halkını ve kaynaklarını sömürmek sureti ile, bu zenginlikleri kendi beldelerine taşıyanlar, elbette bu haksızlıklarının cezasını en acı biçimde ödeyeceklerdir. 

[014.042]  Sakın Allah'ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma; gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne kadar onları ertelemektedir.

Şu anda tek tesellimiz , bu zalimlerin yaptıklarının yanlarına asla kar kalmayacağını ve onlardan büyük bir hesap sorulacağını bilmemizdir. Onların ahirette hesap vereceklerinden emin olmamız , onların yaptıklarına göz yummak anlamına da gelmemelidir. 

Eğer bugün dünya yüzünde Müslümanlar olarak zulme uğruyor isek bunun müsebbibi kendi elimiz ile yaptığımız hatalardır. Bu zulmün son bulmasını arzu ediyorsak önce "Nerede hata yaptık?" sorusunun cevabı verilmeli , sonra da bu hataların telafi edilme sürecine girilmelidir. Askeri , ekonomik , siyasi v.s her açıdan yeniden yapılanma sürecine girilmeden üzerimize kabus gibi çöken bu zulmün sona ermesi mümkün olmayacaktır. 

[008.052]  Firavun taifesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi, Allah'ın ayetlerini yalanladılar da Allah onları günahlarından ötürü yok etti. Allah kuvvetlidir, cezalandırması şiddetlidir. [008.053]  Bu, Allah'ın bir kavme verdiği nimeti, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmemesinden dolayıdır. Gerçekten de Allah hakkiyle işiten, her şeyi bilendir.

"Allah yeryüzünde yapılan kötülüklere neden engel olmuyor?" sorusunu soranların, Musa (a.s) ve Firavun kıssasını çok iyi okumaları gerekmektedir. Firavunun uğradığı sonun, İsrailoğullarının onunla olan mücadelesi sonucunda meydana geldiğine dikkat edilmelidir. 

İsrailoğullarının erkek çocuklarını katleden firavuna karşı Musa (a.s) önderliğinde başlatılan mücadele , bilindiği gibi firavun ve ordusunun denizde boğulması ile son bulmuştur. İsrailoğulları çocuklarını katleden firavuna karşı "Allah neden bu firavunun kötülüklerine engel olmuyor onu neden helak etmiyor?" diyerek elini kolunu bağlayarak işleri ona havale etmek yerine, onu helak olma sürecine götüren olayların fitilini kendileri ateşlemişler ve neticede çocukların katledilmesine engel olmuşlardır. 

Firavunun sonunu Sünnetullah gerçeğini dikkate alarak okuyanlar , Allah (c.c) nin kötülüklere engel olmaması diye bir şeyin asla mümkün olmadığını anlayacaklar , bu engel olmanın iman edenlerin elleri ile gerçekleştiğini görerek , aynı işlemin evrensel bir yasa gereği bugün ve yarında geçerli olacağını bilecekler , müstekbirlere karşı ne yapılmasını Kur'andan öğrenmiş olacaklardır.

Sonuç olarak : Allah (c.c) nin yer yüzünde yapılan zulüm ve katliamlara neden seyirci kaldığı , onları neden engellemediği sorusu Müslüman olsun veya olmasın bir çok insanın kafasında cevabını aramaktadır. Allah (c.c) böyle bir zulme hiç bir zaman seyirci kalmaz. Ancak kötülüklerin engellenme yolunun, kendisinin melek indirerek savaşması şeklinde olmasını arzulayanlar için elbette böyle bir şey asla mümkün değildir. 

Allah (c.c) koyduğu yasalar gereği , kimsenin yaptığını yanına kar bırakmaz. Zalimleri mazlumların eli ile cezalandırmak şeklinde koyduğu yasanın gereklerini yerine getirenler, geçmişte nasıl başarıya ulaşmış ise , gelecekte de aynı başarıya ulaşacaklardır. Bu başarı sözü Allah (c.c) nin değişmez ve asla yalan olmayan bir sözüdür.

Allah (c.c) nezdinde "Ayrıcalıklı kul" statüsüne tabi hiç bir kul yoktur. Onun koyduğu yasalar çerçevesinde kim nasıl hareket ederse o karşılığı alır. Mü'min -kafir ayrımı yapmayan Allah (c.c) nin kullarından iman edenler "Allah bize neden yardım etmiyor?" diyerek sızlanırken , iman etmeyenler ise alayvari tavırlar ile "Allah'ınız size neden yardım etmiyor?" demektedirler. Bu iki gurubun da bilmediği maalesef, Allah (c.c) nin kimseye ayrıcalık tanımadığıdır. Allah (c.c) bütün kullarına iman etsin veya etmesin, dünyada yaptıklarının karşılığını eksiltmeden verdiği gibi , aynı karşılığı hesap gününde de kimseye eksiltmeden verecektir.

Bu sebeple , kimsenin yaptığı hatayı Allah'a yükleyerek kendi sorumluluğunu örtmeye hakkı olmadığı gibi , yaptığı şey büyük bir bühtandır. 

Şurası asla unutulmamalıdır ki , Allah (c.c) nin yaptığı hiç bir iş hata ve noksanlık barındırmaz , övgüye layık tek varlık olması nedeniyle ,yaptığı bütün işler doğru ve yerinde olup , kul olarak onun yanlış yaptığını iddia etmek , bizleri büyük bir sorumluluk altına sokacaktır. Ortada eğer bir yanlışlık varsa o yanlışın sebebini kendimizde aramak, ve çıkış yolunu araştırmak en doğru davranış olacaktır.

ELHAMDÜLİLLAHİ RABBİL ALEMİN/ ÖVGÜ(yanlış hiç bir iş yapmayan) ALEMLERİN RABBİNEDİR.

26 Eylül 2016 Pazartesi

BAKARA S. 93. Ayeti: Buzağı Sevgisi Kalbe Nasıl Yerleşir ?

İsrailoğulları , Kur'anda en fazla zikri geçen bir kavim olması itibarı ile , onlarla ilgili anlatımların, bizlere dönük önemli mesajları ihtiva ettiği düşüncesi ile okunması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu kavim ile ilgili anlatımlar, sadece onlar ile ilgili ve sınırlı olduğu şeklinde  bir okuma yöntemi etrafında okunacak olursa , yapılan anlatımlardan hasıl olması gereken asıl nokta ıskalanmış olacak ve Kur'an, geçmişte yaşanmış bazı olayları anlatan bir masal kitabı haline dönüşecektir. 

İsrailoğulları ile ilgili bazı ayetlerde onların buzağıyı ilah edindikleri şeklinde bilgiler bulunmakta olup , bu bilgileri sadece onlara dönük olarak değil , mesaj içerikli olarak okumaya çalışmak, yapılan anlatımları tarihsel boyutundan çıkararak evrensel bir boyuta taşımak anlamına da gelecektir.

[002.051]  Ve hani, Musa ile kırk geceyi vaidleşmiştik. Yine siz zalimler olarak onun arkasından buzağıyı (tanrı) edinmiştiniz.
[002.054] Musa, kavmine dedi: «Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır.» Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.
[002.092]  And olsun ki, Musa size apaçık delillerle geldi. Sonra ardından buzağıyı Rabb edindiniz. Ve siz zalimlersiniz.
[002.093] Ve o zamanı hatırlayınız ki, sizin misakınızı almıştık. «Size verdiğimiz şeyi kuvvetle alınız ve dinleyiniz,» Diye üzerinize Tûr dağını kaldırmıştık. Demiştiler ki: «İşittik ve isyan ettik.» Ve onların küfürleri sebebiyle kalblerinde buzağı (muhabbeti) yerleştirilmişti. De ki: «Size imânınız ne kötü şey emrediyor, eğer mü'minlerseniz.»
[004.153] Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa'dan, bunun daha büyüğünü istemişler de, «Bize Allah'ı apaçık göster» demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Bilâhare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. Biz bunu da affettik. Ve Musa'ya apaçık delil (ve yetki) verdik.

Ayrıca Bakara suresi içinde geçen bakara kıssasında, kendilerine emredilen Bakarayı (ineği) kesmekte zorlanmaları , Araf ve Taha surelerinde Musa (a.s) ın Tur'a çıkmasının ardından , Samiri tarafından buzağı heykeli yapılması ,ve ona tapmaları ile ilgili ayetleri de hatırlamak, konuyu anlamakta kolaylık sağlayacaktır. 

Buzağıyı sadece etinden , ve derisinden faydalanılan bir hayvan olarak görmek , bu konu ile ilgili ayetlerin anlaşılmasını da zora sokacaktır. Buzağının sembolik anlamı üzerinden bu konu ile ilgili ayetleri okumaya çalıştığımızda , buzağının alelade bir hayvan değil , sembolik bir anlamı olduğunu görecek , ve buzağının tüm zamanlarda yaşayan evrensel bir sembol olarak, kesilmesi ve tapınılması üzerinden verilmek istenen mesajı anlamak ta kolaylaşacaktır.

İnsan ve toplumların hayatında semboller önemli bir yer tutmaktadır. "Soyut olan bir şeyin anlatılmasını  sağlayan somut bir obje" olarak tarif edebileceğimiz bu kelimenin , konumuz olan Buzağı ile yakından alakası bulunmaktadır.

Buzağı , tarih boyunca gücü ve kuvveti sembolize eden bir obje olarak, bugün de  sembolik anlamını korumaktadır. İlgili ayetlerin , buzağının böyle bir sembolik anlamı olması  üzerinden okunmasının , ayetlerin anlatım amacına daha muvafık olduğunu düşünüyoruz. Buzağı ile ilgili ayetlerin ortak noktası , Allah (c.c) nin dışında ilahlar edinmenin buzağı üzerinden ortaya çıkmış olan bir tezahürüdür. Bu ayetlere, şirk kavramı ile ilişki kurarak baktığımızda , Kur'anda buzağı şeklinde ortaya çıkan Allah'a denk tutulmuş olan sahte ilahlara kulluk etmenin bir çok farklı tezahürü, yani çağdaş buzağıların günümüzde canlı bir şekilde yaşatıldığını görebiliriz.

[036.074]  Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'dan başka ilahlar edindiler.
[003.006]  Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O mutlak güç ve hikmet sahibidir.

Araf s. 172. ve 173. ayetlerinden  öğrendiğimize göre , doğmuş ve doğacak olan her insanın fıtratına , kendisinden yüce bir varlığı ilah ve rab olarak tanıma yetisi yerleştirilmiştir. İnsan yaşadığı hayat içinde, hiç bir olumsuz etki altında kalmadığı takdirde, kendisinin üzerinde yüce bir yaratıcının olduğunu fıtri melekelerini kullanması sayesinde öğrenir. 

Enam suresi içinde anlatılan İbrahim (a.s) kıssasında, onun Güneş - Ay ve Yıldızları önce rab olarak görmesi, ve sonra da bunların hiç birinin rab olmayacağını söylemesi , bunların üzerinde daha yüce bir yaratıcının olduğunun anlatılması , ve onun üzerinden fıtri melekelerin nasıl çalışacağının öğretilmesi olarak okunabilir.

Dünyaya gelmiş ve gelecek olan bütün insanların, fıtrat olarak kendisinden yüce olarak bildiği bir varlığa kulluk etme itiyadında olarak yaratıldıklarını yeniden hatırlattıktan sonra , "Şirk" kavramının insan hayatında nasıl ortaya çıktığını kısaca hatırlayalım . 

Dünyaya gelen insanlar belirli bir yaşa kavuşunca , yaşadığı hayat içinde önüne çıkan iki yoldan birisini seçerler. Hak veya batıl olan bu yollardan hangisini seçeceğini, kul özgür iradesi ile belirler. Onun seçme konusunda iradesini belirleyen önemli unsurlardan birisi, çevresel faktörlerdir. İçinde bulunduğu toplumun yaşadığı hayat biçimi, bir çok insanın yaşanan bu hayatların doğru olup olmadığını sorgulamadan uyduğu bir yoldur. 

Tarih boyunca gönderilmiş olan elçi ve kitapların ortak amacı , insanların yaşadıkları yanlışları onlara hatırlatarak ,doğru yolun hangisini olduğunu bildirmek olmuştur. İnsanlık tarihini kısaca , tevhit ve şirk'in amansız savaşı olarak özetleyebiliriz. 

Allah bir adam için içinde iki kalb kılmamıştır. (Ahzab s. 4)

İnsan fıtratı asla boşluk kabul etmez. Fıtratına yüklenmiş olan bir ilah ve rabbe kul olmayı, ya gerçek ilah ve rab olan Allah (c.c) ye kul olarak gerçekleştirir ya da onun dışında sahte bir ilah ve rabbe kul olarak gerçekleştirir. Bir insan aynı anda hem Allah'ı hemde onun dışında birisini ilah ve rab olarak benimseyemez. Allah'ı gerçek olarak ilah ve rab olarak benimsemiş olan bir kişinin kalbinde diğer sahte ilah ve rablerin yeri olmadığı gibi , sahte ilah ve rableri benimsemiş olan bir kişide de Allah'ın yeri olamaz. 

Yani bir insan aynı anda, iki ilah ve rabbe kul olamaz , bu asla mümkün değildir.

Buzağı sevgisi İsrailoğullarının kalbine nasıl yerleşti ? 


Yukarıda mealini verdiğimiz Bakara s. 93. ayetine tekrar dönecek olursak, bu sorunun cevabını o ayet içinde görmekteyiz. Ayette, İsrailoğullarından alınan bir MİSAKtan (söz) bahsedilmektedir. "İşittik ve itaat ettik" demeleri gerekirken "İşittik ve isyan ettik" diyen İsrailoğullarına, bunun sonucunda buzağı sevgisi içirilmiş olduğundan bahsedilmektedir. 

İsrailoğullarından istenen misak yani söz , sadece ağızlarından çıkan söz ile  yerine gelmiş sayılabilecek kadar basit bir şey değildir. Onlardan alınan misakın maddeleri Bakara s. 83 ve 84. ayetlerinde şöyle sayılmaktadır. 

[002.083] Hani İsrailoğullarından, «Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anneye-babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin» diye kesin söz almıştık. Sonra siz, az bir bölümünüz dışında yüz çevirdiniz ve (hâlâ) çevirmektesiniz.
[002.084] Kanınızı dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan sürmeyin diye sizden söz almıştık, sonra bunu böylece kabul etmiştiniz, buna siz şahitsiniz.

Dikkat edilirse alınan bu sözün maddeleri, sadece dil ile ikrar kalp ile tasdik edilecek maddeler değil , hayatın içinde pratik olarak uygulanması istenen maddelerdir. İsrailoğulları bu maddelere karşı "İşittik ve isyan ettik" sözünü dil ile değil , bu maddelerin gereğini hayat içinde yerine getirmeyerek amel ile söylemiş olmuşlardır. "İşittik ve itaat ettik" demiş olsalar ve bu maddelere uygun bir hayat sürmemiş olsalar dahi onlar , anlaşma maddelerini yerine getirmemek ile gerçekte "İşittik ve isyan ettik" demiş olmaktadırlar. 

Kendilerinden alınan söze muhalefet ederek , iman gömleğini çıkarmış olan İsrailoğullarının seçmiş oldukları küfür yolunda, ilah ve rableri  artık Allah (c.c) değil , samiri tarafından yapılan BUZAĞI olmuştur. Boşluk kabul etmeyen insan fıtratı , ilah olarak Allah (c.c) yi hayattan dışlayınca , oluşan ilah ve rab boşluğu Samirinin yaptığı BUZAĞI tarafından doldurulmuştur. 

Misak (söz) sadece İsrailoğullarından mı alınmıştır ? . 

Elbette hayır, sadece İsrailoğullarından değil , aynı sözler biz Müslümanlardan da alınmıştır. Bizler de iman edenlerden olmak iddiasında olmamız hasebiyle vermiş olduğumuz "İşittik ve itaat ettik" sözünün gereği olan, Allah (c.c) ye karşı bir takım yükümlülüklerimizi yerine getirmek zorundayız. İman ettiğimiz iddiasında olmamız , bize yüklenen görevleri kabul etmek anlamına gelerek , verdiğimiz sözü yerine getirmek mecburiyetimiz vardır. Bu konuda herhangi bir muhayyerlik asla söz konusu olamaz."İşittik ve isyan ettik" şeklinde bir karşılık ile bize yüklenenleri sırtımızdan atmaya kalkmak , iman gömleğinin de çıkmasına sebep olarak küfür yoluna  girmemize sebep olacaktır.   

Boşluk kabul etmeyen insan fıtratı , burada da devreye girerek , Allah (c.c) ye kul olmaktan kendilerini soyutlayarak ona verdikleri sözden dönenlerin de kalplerine BUZAĞI sevgisi yerleşecektir. 

"BUZAĞI SEVGİSİ" artık bir terim olarak , bundan sonra sadece İsrailoğullarına Samiri tarafından yapılan bir obje değil , Allah (c.c) ye kul olmaktan kendilerini soyutlayarak sahte ilah ve rablere kul olanların taptıkları her şeye verilen bir evrensel bir terim haline gelecektir. 

Dünya malına meşru ölçülerin dışına taşarak meyleden kişilerin buzağısı dünya malı , meşru ilişkilerin dışında kadınlara veya erkeklere ilgili duyanların buzağıları kadınlar veya erkekler , futbol , pop sanatçısı , siyasi liderler , dini liderler , çocuklar gibi insanı Allah'a kul olmaktan alıkoyan her şeyin ortak adı artık "Buzağı sevgisi" haline gelmiştir.  

Bu noktada , Bakara suresi içinde anlatılan ve "Bakara kıssası" olarak bildiğimiz kıssada , İsrailoğullarından kesmeleri emredilen bakaranın kesilmesinin emredilmiş olmasının ne anlama gelebileceği daha net ortaya çıkacaktır. Kıssada kesilmesi emredilen bakara , sadece etinden , sütünden ve derisinden faydalanılan bir hayvan olmaktan çıkmış , İsrailoğullarının dünyevi tutkularını sembolize eden bir obje haline gelmiştir. 

[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

Onlara emredilen bu kesme işlemi , sadece bir hayvan kesme işlemi olmaktan öte , gerçekte onların dünyevi tutkuları ile Allah (c.c) arasında bir tercih yapmalarının istenmiş olmalarıdır. Buzağı sevgisi, yani dünyevi tutkuları kalplerinde yer etmiş olanların , kesilmesi yani yok edilmesi gereken dünyevi tutkularından vazgeçmesinin kolay olmadığı , bu kıssadaki kesilmesi emredilen buzağıyı kesmemek için bin dereden su getirmelerinden anlaşılmaktadır. 

Bugün kendisini "Müslüman" olarak niteleyen fakat , farklı buzağılar edinerek Allah'a kulluk yolundan saparak onları ilah edinenlerin durumu , ilgili ayetlerde anlatılan İsrailoğullarının durumundan herhangi bir farkı yoktur. İlah ve rab tercihinin yapılması gereken yerde , Allah'ı rab ve ilah olarak tanımaktan kaçınanlar , fıtratın boşluk kabul etmemesinden kaynaklanan durum sebebi , farklı ilah ve rabler edinmiş olacaklar ve bunun adı "Buzağı sevgisi" olacaktır.

Sonuç olarak ; İsrailoğulları ile ilgili ayetler içinde yer eden onlar buzağı sevgisinin içirilmiş olması , sadece onlara has  bir durum değil , evrensel boyutları olan bir olaydır. Dünya hayatını tercih ederek , ahireti öteleyen herkesin vazgeçemediği tutkuların ortak adı "Buzağı sevgisi" dir.

Buzağının güç ve kuvveti sembolize etmiş olmasını dikkate aldığımızda, gücün ve kuvvetin sadece Allah (c.c) de olduğunu bilmeyenler , onun yarattıklarında güç ve kuvvet arayarak onu ilah edinmiş olmaları yani şirk içine girmelerinin yanlışlığı tarih boyunca gelen elçiler ile hatırlatılmıştır. İsrailoğullarının şahsında bunun hatırlatılmış olması , şirk'in evrensel boyutunu dikkate aldığımızda , sadece onlara has olarak okunmaması gereken ayetlerdendir. 

İnsan fıtrat itibarı ile , kendisinden yüce olarak bildiği bir varlığın gölgesinde yaşama itiyadındadır. Bu varlığı Allah (c.c) olarak hayatlarında tanımayanlar , başka varlıkları yüce olarak tanıyarak onları ilah edineceklerdir. 

Buzağı böyle bir edinmenin sembolik öğesi olarak Kur'anda yerini almış ve hala Allah (c.c) dışında ilah tanıyanların tanıdıkları ilahların ortak adı "Buzağı" olarak bizlere tanıtılmaktadır. Buzağısını yani dünya tutkularını feda edemeyenler , ahirette yapmış oldukları bu hatalarının bedelini en ağır biçimde ödeyeceklerdir. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.