Kur'an'ın helak edilen kavimler ile ilgili ayetleri okunduğunda , akla gelen sorulardan bir tanesi de , helak olaylarının devam eden bir süreç olup olmadığı noktasındadır. Helak edildiği haber verilen kavimlerin helak olma sebeplerini, "Sünnetullah" dediğimiz toplumsal yasaların bir sonucu olarak okuduğumuzda, bu sorunun cevabı daha kolay ortaya çıkacak , ve helak'ın hak edişe bağlı olarak kıyamete değin devam edecek olan bir süreç olduğu anlaşılacaktır.
Kur'an'ın geçmiş kavimler ile ilgili olarak yaptığı anlatımlar , sadece o kavmin yaşadığı zamana has olarak sınırlandırılarak okunduğu, ve o kavimlerin başlarına gelen helak olaylarının, Allah c.c tarafından konulan toplumsal yasaların bir sonucu olarak okunmadığı için , helak olaylarının artık son bulduğu şeklinde bazı görüşler ortaya atılmaktadır. İsra s. 58. ayeti , toplumsal yasaların yani Sünnetullah'ın işleyişi hakkında bizlere bilgi veren bir ayet olup, bu yasaların sebep sonuç ilişkisi dahilinde kıyamete değin işleyeceğini haber vermektedir.
[017.058] Hiç bir ülke yoktur ki kıyamet gününden önce Biz orayı helak etmeyelim veya şiddetli bir azaba uğratmayalım. Bu, kitapta yazılıdır.
Bir ülkenin helak edilmesi veya şiddetli bir azaba uğramasının kitap'ta yazılı olmasını , klasik kader anlayışı içinde okuduğumuz zaman , bu ayet doğru anlaşılmış olmayacaktır . Klasik kader anlayışında bir şeyin yazılmış olması , kişilerin ve toplumların iradesinin yok sayılması anlamına gelir ki , böyle bir anlayış Kur'an'dan asla onay almaz.
Allah c.c nin yazması demek , kişi ve toplumların hayatlarının, onlar daha dünyaya gelmeden ipotek altına alınması , yani o yazılana göre bir hayat sürmesi anlamında değildir. Yazılana göre hayat sürmesi demek, kişi ve toplumların yaptıklarında herhangi bir iradelerinin olmaması , kendileri için yazılmış senaryoya göre hareket etmeleri demek olur ki , imtihanın ve bunun sonucunda ahirette kazanılan cennet ve cehennemin anlamı kalmaz.
Allah c.c nin yazması demek , kişi ve toplumların yaşadıkları hayat içinde ne yapacaklarını yazması değil , yaptıklarının karşılığında dünya hayatlarında başlarına gelenlerin bir yasaya tabi olması anlamındadır. Bu noktada Allah c.c nin kullarının yapacaklarını önceden bilip bilmemesi sorusu ortaya çıkacak ve bu soruya kısaca , "Allah c.c kullarının yapacaklarını önceden elbette bilir , onun bilmiş olması ,kullarının yapacakları konusunda iradelerini ipotek alması anlamında değil , hür iradeleri ile yapacaklarını bilmesidir" şeklinde cevap verebiliriz.
"Toplumsal yasa" veya "Sünnetullah" olarak tabir edilen bu durum, en küçük bireyden başlayarak, bireylerden meydana gelen toplumlar için de geçerlidir. Kişi ve toplumların başlarına gelen helak ve azap olayları, "El-kitap" olarak tabir edilen ve hiç bir şeyin eksik bırakılmadığı (Enam s. 38) yasalar kitabında bulunmakta olup , her toplumun hak edişine göre işleyiş göstermektedir.
Hak edişe göre işleyen toplumsal yasaların İsra s. 58. ayetinde beyan edilmiş şekli olan "Helak olmak" veya "Şiddetli azaba uğramak" ile sonuçlanan sebepleri , Kur'an içinde geçmiş kavimlerin kıssaları şeklinde bizlere anlatılmaktadır.
Helak edildiği beyan edilen kavimlerin ortak özellikleri müşrik bir toplum olmalarıdır. Ancak şirk denildiği zaman aklımıza sadece, o kavimlerin tapmış olduğu tahtadan taştan putlar gelmekte, o kavimlerin yaşam sistemlerini kendilerinin oluşturmaları sebebi ile, zaman içinde bu kuralların toplumu fesada uğratması nedeniyle iflas ederek, o kavimlerin helak olmasına sebep olduğu hiç akla gelmemektedir.
Taştan , metalden ve tahtadan yapılmış olan putlar aslında şirk toplumlarının , hayatlarını Allah c.c dışındaki kişi, kurum, ideolojilerden aldıklarının bir göstergesidir. O toplumların hepsi, bu putların canlılıktan nasibi olmadıklarını bilmelerine rağmen , o putlara karşı tazimde bulunmak sureti ile, Allah c.c ye kul olmadıklarını cümle aleme deklere etmekteydiler.
Putlar dün nasıl bu düşünceyi deklere etmek amacı ile kullanılmakta ise , bugün de aynı amaç için kullanılmaktadır. İşitmeyen ve görmeyen putların önünde rüku ve kıyam etmek sureti ile tazimde bulunanların asıl amacı , o putun temsil ettiği düşünceye olan bağlılıklarını göstermektir.
Şirk denilince bir çoğumuzun aklına, sadece dini bir terim, geri kafalı insanların ağzında gezen çağdaş dünyada yeri olmadığı için, artık gündemden kalktığı düşünülen bir kelime gelmektedir. Halbuki bu kavram binlerce yıldır nasıl canlılığını sürdüren , kıyamete değin de canlılığını sürdürerek , insanlığın en önemli sorunu olarak gündemdeki yerini koruyacaktır.
Şirk denildiği zaman aklımıza , Allah c.c nin önerdiği yaşam sisteminin aksine ortaya konulan yaşam sistemleri, ve bu sistemlerin zaman içinde toplumların yıkımına sebep olduğu geldiği takdirde , bu kavram daha güncel bir anlam kazanacaktır.
Helak edilen toplumların işledikleri cürümlerden olan , ölçü ve tartıda haksızlık , deveyi kesmiş olmaları yani insan dışındaki canlı hayatına saygı duymamaları , homoseksüellik gibi örnekler verilen toplumların ortak özellikleri ekonomik ve sosyal hayatlarında Allah c.c yi dışlamış olmalarıdır. Kur'an'da verilen bu örnekler aslında insan hayatının bütününü temsil eden ekonomik ve sosyal yanını göstererek , yaşamlarında yanlış yolda gidenlerin zaman içinde yıkıma uğrayacaklarını göstermektedir.
Biz helak olaylarını peygamber isimleri veya kavimlerinin isimleri ile birlikte , yani Şuayb a.s ın kavmi veya Medyen , Salih a.s ın kavmi veya Semud , Lut a.s kavmi , İbrahim a.s kavmi gibi dile getirmek sureti ile , o kavimlerin işledikleri cürümleri unutarak, o cürümleri işlemenin helaka sebep olduğunu , dolayısı ile bu cürümleri işleyen hangi topluluk olursa olsun hangi zamanlarda yaşarsa yaşasın, belirli zaman içinde yıkıma uğramalarının kaçınılmaz bir son , yani toplumsal bir yasa gereği olduğunu maalesef unutmaktayız.
Helak olaylarını peygamber veya kavim isimleri ile anmak yerine , ölçü ve tartıda hile yaptıkları için helak olanlar , insan dışındaki canlı hayatına saygı duymadıkları için helak olanlar , ahlaksızlık yaptıkları için helak olanlar , insanların mallarını haksız yere gasp ettikleri için helak olanlar , insanlara zulmettikleri için helak olanlar, Allah c.c dışındakilere kul oldukları için helak olanlar şeklinde andığımız zaman , yapılan cürümlerin yanlışlığının o kavimlerin helakına sebep olduğunu daha kolay anlar , ve onların başlarına gelen sonuçların evrensel bir durum arz ettiğini daha kolay anlayabiliriz.
Kur'an'da geçen helak olaylarını, konumuz olan İsra s. 58. ayeti ile ilgisini şu şekilde kurmak , Kur'an kıssalarında anlatılan olayların ve onlara verilen karşılıkların evrensel bir mahiyeti olduğunu gösterebilir.
--- Ölçü ve tartıda haksızlık yaptıkları için, kıyamet gününden önce helak etmeyeceğimiz, veya şiddetli bir azaba uğratmayacağımız, hiç bir kişi ve toplum olmayacaktır , bu değişmez bir yasadır.
--- Kendilerinin dışındaki bitki ve canlı hayatına saygı duymadıkları için , kıyamet gününden önce helak etmeyeceğimiz, veya şiddetli bir azaba uğratmayacağımız, hiç bir kişi toplum olmayacaktır , bu değişmez bir yasadır.
---Homoseksüellik ve benzeri ahlaksızlıkları işledikleri için , kıyamet gününden önce helak etmeyeceğimiz, veya şiddetli bir azaba uğratmayacağımız, hiç bir kişi ve toplum olmayacaktır , bu değişmez bir yasadır.
---Allah dışında kişi , kurum ve ideolojileri rab ve ilah edindikleri için , kıyamet gününden önce helak etmeyeceğimiz, veya şiddetli bir azaba uğratmayacağımız, hiç bir kişi ve toplum olmayacaktır , bu değişmez bir yasadır.
---İnsanlara zulmettikleri için , onların mallarını ve canlarını haksız yere gasp ettikleri için , dünyayı fesada boğdukları için , insanları yerlerinden ve yurtlarında ettikleri için, kısacası yasaklanan bütün cürümleri işledikleri için , kıyamet gününden önce helak etmeyeceğimiz veya şiddetli bir azaba uğratmayacağımız hiç bir kişi ve toplum yoktur , bu değişmez bir yasadır.
Bu değişmez yasaya , içki içtiği , kumar oynadığı , faiz aldığı , israf ettiği , hırsızlık yaptığı , zina ettiği gibi , daha bir çok yasağı ilave ederek , bu yasakları çiğneyen kişi ve toplumların helak edileceği, veya bu cürümlerin onlara getirdiği zararları mutlaka dünya hayatlarında çekeceklerini ilave edebiliriz.
İsra s. 58. ayeti , bu gibi cürümleri işlemenin sonunda meydana gelecek olan hak edişlerin ne şekilde karşılık bulacağını anlatan bir ayettir.
[029.040] Her birini günahı sebebiyle yakaladık; kimine taşlar savuran
rüzgarlar gönderdik, kimini bir çığlık yok etti, kimini yerin dibine geçirdik,
kimini de suda boğduk. Onlara, Allah zulmetmiyordu, fakat onlar kendilerine
yazık ediyorlardı.
Bu bağlamda kavimlerin helak oluş biçimleri de gündeme gelecektir. Ankebut s. 40. ayetinde zikredilen helak biçimleri , helak'ın eğer devam eden bir süreç olmuş olsaydı , insanların başına gökten taş yağması veya onların taş kesilmesi gibi bir son ile meydana gelmesi gerektiği gibi iddialara sebep olmaktadır.
Kavimlerin helak edilme biçimlerinin, din dilinin anlatım üslubu dahilinde anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. Helak'ın çeşitli yollarla olduğunun anlatılması, o kavimlerin işledikleri cürümlerin ne kadar kötü olduğunun görülmesi için , onların işledikleri cürümlerin kötülüğüne paralel bir helak biçimi ile yaşamlarına son verilmiş olduğu anlatılmaktadır.
Bizim için asıl önemli nokta, onların helak oluş biçimleri değil , onların helak'ının hangi sebeplerden ötürü gerçekleştiği olmalıdır. Helak'ın oluş şekline değil , nedenlerine bakan bir okuma biçimi , insanlığı yok oluşa götüren sebepleri okuyarak , yapılan yanlışları anlayacak ve yanlışların yapılmaması yönünde uyarılarda bulunarak , şahitliğini yerine getirecektir.
Tarihte yapılan savaşlar sonucu sahneden silinen bir çok uygarlıklar olduğu tarih kitaplarından bilinmektedir. Yaptığı savaşlarda karşı tarafın ordusundan daha güçsüz olduğu için yenilerek , tarih sahnesinden silinmek, ordusu zayıf olan bir devlet için toplumsal bir yasadır. Düşmanı hezimete uğratmak için gerekli olan hazırlığı yapan orduların galip gelmesi de toplumsal bir yasadır.
Gelir gider dengesini gözetmeyen bireyin de , gelir gider dengesini gözetmeyen devletin de , yaptığı israftan dolayı helak olması toplumsal bir yasadır. Bu helak kişinin veya devletin başına taş yağması şeklinde değil , kişinin ve o devletin halkının fakir ve muhtaç bir duruma düşmesi ile gerçekleşir. Devletlerin muhtaç duruma düşerek , zengin devletlere el açması , zengin devletlerin fakir devletleri sömürerek onları işgal etmesi ile sonuçlanması, o devletlerin helak olması anlamına gelmektedir.
En yakın örnek olarak komşu ülke Yunanistan bir kaç yıldır büyük bir ekonomik kriz veya Kur'an deyimiyle şiddetli bir azap içindedir. Bu azaba düşme sebebi , gelir gider dengesini gözeten bir mali yapıyı bozmuş olmalarıdır. Bu bozma, ülkenin krize düşmesine sebep olarak , dışarıdan borç almalarına sebep olmuştur. Bu ülke eğer borçlarını ödeyemez durumdan çıkmadığı sürece , her an tehlike altında olacak , toprakları zaman içinde başka ülkeler tarafından talan edilerek helak olacaktır.
Tarihte 700 yıl hüküm sürmüş olan Osmanlı imparatorluğunun yıkılış sebeplerine baktığımızda, bir devletin zaman içinde yapmış olduğu yönetim hataları sebebi ile nasıl dibe doğru battığını , sonunda yıkılarak helak olduğunu görebiliriz. Osmanlı örneğinde bir çok devlet yapmış oldukları hatalardan dolayı, helaka veya şiddetli azaplara layık olmuştur.
Ekonomik , askeri , siyasal ve sosyal bakımdan güçlü olmayan devletlerin zaman içinde yıkıma uğrayarak başka devletler tarafından işgal edilmesi İsra s. 58. ayetinin tecelli etmesi anlamına gelecektir.
Sonuç olarak : İnsanlar ve onların oluşturduğu toplumların , yaşamış oldukları hayat içinde yapmış olduklarından dolayı elde ettikleri artı ve eksi kazanımlar, değişmez toplumsal yasaların bir sonucudur. Kur'an'ın kıssa yollu anlatımlarında adı geçen kavimlerin yapmış oldukları cürümler yüzünden helak edilmiş olduğunu haber verilmesi , o toplumların işlemiş oldukları yüzünden başlarına gelen bir son dur.
Kavimlerin işlemiş oldukları cürümler , hangi zaman , hangi mekan da , hangi topluluk tarafından işlenirse işlensin , toplumsal yasalar gereği o toplum yıkıma uğrayacaktır. Bu nedenle helak sona ermiş bir süreç değil , aksine kıyamete kadar devam edecek bir süreçtir.
Bizlere düşen , Kur'an tarafından haber verilen helak olaylarındaki cürümlerin işlenmesine engel olmaya çalışarak, insan olmanın gereğini yerine getirmeye çalışmak olmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
3 Kasım 2016 Perşembe
1 Kasım 2016 Salı
Haram Kavramı ve Din'de Haram Belirlemenin İlahlık İle Alakası
"Haram" ve "İlah" kavramları, Kur'an'ın odak kavramlarından olup , birbiri ile iç içelik arz etmektedir. İnsanların ahiret hayatındaki durumlarını etkileyen konularda yasaklar ve kurallar koymak , ilah olmanın gereği olup , bu yetki sadece Allah c.c den başkasına ait değildir. İslam düşüncesinde aşırı peygamber algısının getirdiği en yanlış sonuçlarından birisi , Muhammed a.s aynı Allah c.c gibi din'de helal haram koyma yetkisinin olduğu inancıdır.
Muhammed a.s ın din'de helal haram koyma yetkisine sahip olduğu inancı, öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki , bu inanca itiraz edenler "Kafir-Müşrik - Peygamber düşmanı-Hadis Sünnet inkarcısı" gibi yaftalar ile suçlanarak din'den aforoz edilmektedir. Halbuki bu inanç, ilahlık yetkisini Allah c.c dışında birisine vermek anlamına gelmekte olup , bu inanca sahip olanları, yukarıda sıralanan yaftaların tümüne layık bir hale getirmektedir.
Yazımızda , haram koymanın şartlarını ve koyulan haramların insan hayatındaki yerini ve Muhammed a.s a böyle bir bir yetki verilmesinin itikadi boyutunu ele almaya çalışacağız.
Haram kelimesi ; "Men edilmiş , yasaklanmış" anlamındadır. Bu yasaklanma ya ilahi , ya da beşeri kaynaklı olabilir. Istılahi anlamda haram , "Allah c.c tarafından Kur'an'da yapılmamasını emrettiği söz ve fiiller" olarak tanımlanmaktadır.
Yasaklamanın yani haramlığın ilahi veya beşeri kaynaklı olması önemli, ve birbirinden ayrılması gerekli olan bir noktadır. Bu ayrım yapılmadığından dolayıdır ki , Allah c.c nin ilah olarak koyduğu yasaklar ile , Muhammed as ın beşer olarak koyduğu yasaklar birbirine karıştırılarak İslam düşüncesinde şirk'e düşmenin kapılarından birisi bu yanlışlık sayesinde açılmıştır.
Haramlığın ilahi kaynaklı yani Allah c.c tarafından, kitabında belirtilmiş olması , belirtilen yasakların çiğnendiği zaman, "Günah" denilen fiilin işlenmiş olması ve bu günahın tevbe edilmediği takdirde , ahiret hayatında cezalandırılması söz konusudur.
Haramlığın beşeri kaynaklı olması , yasaklanan fiilin dünyevi bir zarara istinaden konulmuş olması ile ilgilidir, örneğin ; Kırmızı ışıkta geçmek trafik kurallarına göre yasak yani haramdır. Bu kural çiğnendiği takdirde , çiğneyen kişiye uhrevi bir ceza tahakkuk etmez. Tahakkuk eden ceza dünyevidir, yani kırmızı ışıkta geçen kişi dünyevi cezayı gerektiren bir hata yapmıştır. Şeker hastası olan bir kişinin şekerli gıdalar yemesi yasak, yani haramdır. Bu kişi şekerli gıdaları yediği takdirde , yaptığı bu hata onun sağlını bozacak , fakat uhrevi anlamda ona herhangi bir ceza getirmeyecektir.
İnsan, fıtri olarak birlikte yaşama ihtiyacı duyan bir varlıktır. Birlikte yaşamaya duyulan bu ihtiyaç , bir takım kuralların belirlenmesi , ve herkesin bu kurallara uymasını da beraberinde getirmiştir. İnsanlar tarafından ihdas edilmiş olan yaşam kurallarına uymamanın karşılığı ise , bu kurallara uymayanlara gerekli olan cezanın verilmesi ile sonuçlanmaktadır.
Muhammed a.s ın yaşamış olduğu hayatın Medine şehri içinde geçen bölümü , onun Nebi Resul olmasına ek olarak, o şehirde yaşayan Müslümanların başı olması nedeniyle, günümüzdeki karşılığı "Devlet Başkanı" ve "Ordu Komutanı" olan ünvanlara da sahip olmasını beraberinde getirmiştir.
Onun bu ünvanlara sahip olarak vermiş olduğu bazı emirler , kendisine vahyedilen emirler değil , o zaman ve mekanın şartlarının getirdiği askeri , ekonomik ve sosyal gerekler neticesinde vermiş olduğu yöresel ve tarihsel olarak ifade edebileceğimiz emirlerdir. Devlet başkanı veya ordu komutanı olarak vermiş olduğu bazı emirlerin evrensellik taşıyan ,yani aynı emirlerin bizim için geçerli olması, ve bizi de bağlayıcı bir mahiyeti bulunmamaktadır.
Örneğin ; Hayber fethi sırasında, merkeplerin taşıma işinde kullanılması nedeniyle , sahabe tarafından kesilerek yenilen bu merkeplerin yenilmesini yasaklamış olduğuna, ehli eşeklerin yenilmesini haram kıldığına dair rivayetler bulunmaktadır. Aynı şekilde altın ve ipeğin erkekler tarafından kullanılmasına yasak getiren,yani haramlılık getiren rivayetler de bulunmaktadır. Muhammed a.s ın yaptığı rivayet edilen bu gibi uygulamaların , kıyamete kadar geçerli olan uygulamalar olarak görülmesi , İslam düşüncesi içinde çok büyük bir soruna yol açmıştır.
Muhammed a.s ın vefatından sonra ortaya çıkan farklı düşünceler , onun konumunun olduğundan farklı ve yanlış bir zemine kaydırılmasını beraberinde getirmiştir. Yegane ilah olan Allah c.c nin elçisi olması bir tarafa bırakılarak , onun din'de ortağı olan bir peygamber portresi oluşturulmuş , Allah c.c ile aynı konumda olduğuna inanılan bir peygamber ortaya çıkarılmıştır. Helal haram kılma yetkisinde Allah c.c ile aynı yetkiye sahip olduğu düşüncesinin temelinde, aşırı yüceltmeci peygamber algısı olup , bu algı onu Hristiyanlar tarafından İsa a.s için uygun görülen konumun benzeri duruma getirilmesini sağlamıştır.
Muhammed a.s ın devlet başkanı veya ordu komutanı sıfatı ile yaptığı bu yasaklamalar yani haram kılmalar , bu kelimenin beşeri anlamdaki karşılığı ile anlaşılması gerekmesine rağmen , ehli eşek eti , altın , ipek , yırtıcı kuşların etlerinin yenilmesi v.s gibi zaman ve zemin şartlarının gerektirdiği yöre ve zamansal şartlar gereği yapılan yasaklamaların, evrensel anlamda yasaklamalar olduğu düşüncesi ortaya atılarak , devlet başkanı veya ordu komutanı sıfatı ile yaptığı bazı tasarrufların beşeri anlamda değil , ilahi anlamda bir yasaklama olduğu düşüncesi oturtulmuştur.
İşte burada büyük bir sorun ortaya çıkmaktadır. Şirk'i ortadan kaldırarak, tevhit akidesini tebliğ etmek için gönderilmiş bir elçinin kendisi , vefatından sonra şirk'e alet edilerek ,onu sevmek adına ortaya atılan düşünce , aşırı yüceltmeci peygamber anlayışına dönüşerek onun öldürülmesine sebep olmuştur.
Allah c.c , insanların ilahı ve rabbi olması nedeniyle onlar üzerinde tasarruf etme hakkına sahip olan yegane varlıktır. Bu hakkı kendisinden başka kimseye vermemiş , vermenin ise "Şirk" olduğunu beyan etmiştir.
Şirk ve Müşrik kavramlarının anlamını Kur'an çerçevesinde okuduğumuzda şirk kavramına , Allah c.c dışında helal haram koymanın girdiğini , müşrik kavramına ise onu dışında konulan helal ve haramlara uymanın girdiğini görebiliriz. Hükmüne kimseyi ortak etmeyen Allah c.c , bu duruma bir istisna getirerek "Muhammed kulum hariç o ortak olabilir" dememiştir.
Din'de bir şeyin "Haram" olarak bilinmesinin vaz edicisi sadece Allah c.c olup , onun elçisi Muhammed a.s ın görevi ise sadece, Allah c.c nin bize olan emirleri tebliğ etmek , ve kendisi de beşer bir elçi olarak o emirler ile yükümlü olmasından dolayı, o emirleri kendi hayatında yaşamaktır. Allah c.c nin din konusunda eksik bırakıp ta o eksiğin kulu ve elçisi olan Muhammed a.s tarafından giderileceği gibi herhangi bir emir de bulunmamaktadır.
Muhammed a.s a Allah c.c tarafından verilmiş olan "Nebi Resul" olma görevinin içinde onun helal haram tayin etme yetkisi de olduğuna dair ortaya atılan iddia , oluşturulmuş olan ön yargı ile bazı ayetlerin yorumlanması ile varılan sonuçlardır. Onun helal haram kılma yetkisi olduğuna dair delil olarak sunulan ayetleri, daha önceki yazılarımızda ele aldığımız için burada bu ayetleri ele almak yerine , yapılan yanlışın kişinin itikadında açtığı derin yaraya dikkat çekmek istiyoruz.
Muhammed a.s ın din'de aynı Allah c.c gibi helal haram belirme yetkisi olduğunu iddia etmek demek , Muhammed a.s ın aynı Allah c.c gibi olduğunu iddia etmek anlamına gelmektedir. Din adına tek yetki sahibi olan Allah c.c nin yanına Muhammed a.s ı oturtarak onu da din'de Allah c.c ile ortak duruma getirmek , şirk'in ta kendisidir.
Amacımız kimseyi müşrik olarak suçlamaya yönelik değil , yapılan hatanın boyutunu ortaya koymaktır. Bu hatayı yapanların önemli bir kesimi, tevhit akidesine sıkı sıkıya bağlı olduklarını iddia eden , özellikle tasavvuf merkezli din algısı içindeki şirk düşüncesine şiddetli bir biçimde savaş açarak, bu düşüncedeki insanları kafir ve müşrik olarak niteleyen kişiler olup , kendileri maalesef içine düşmüş oldukları şirk düşüncesinden habersiz olarak , Muhammed a.s ın haram helal koyma yetkisi olmadığını iddia edenleri dahi "kafir" ve "müşrik" olarak itham edebilmektedirler.
Bu konuda takip edilmesi gerekli olan düşünce yöntemi öncelikle "İlah" kavramının ifade ettiği anlamın ne olduğu , Allah c.c nin ilah olarak görev ve yetkilerini "Kul" statüsüne sahip olan birisi ile paylaşıp paylaşmayacağının iyice öğrenilmesi olmalıdır. Bundan sonraki aşamada , elçi olarak seçmiş olduğu kimseler ile yetki paylaşımı yapıp yapmadığını öğrenmek olmalıdır.
Özellikle İsa a.s ile ilgili ayetlerin nirengi noktası , onu ilah olarak görenlerin yaptıkları yanlışların itikadi anlamdaki yanlışlıklarıdır. İsa a.s a vermediği ilahlığı , Muhammed a.s a vermiş olabileceğini düşünerek onun din'de helal haram tayin etmesine izin verdiğini iddia etmek , Kur'an'dan onay alan bir düşünce değildir.
Bu konuda yapılan yanlış , Muhammed a.s ı Kur'an'dan değil , onun dışındaki kitap ve kişilerin verdiği bilgilerden tanımaya çalışmaktır. Kur'an'ın tanıttığı peygamber gaybı bilmeyen , beşer , melek olmayan bizlerden farkı sadece onun seçilmiş birisi olarak vahyedilmiş olmasıdır. Kur'an dışı kaynakların tanıttığı peygamber ise , İsa a.s ile yarıştırılan , Allah c.c ile aynı hak ve yetkilere sahip bir kimsedir.
Biz Müslümanların dünyada işlenen her türlü zulüm ve haksızlığa karşı çıkabilmesi için , öncelikle düşünsel anlamda taşların yerine oturması gerekmektedir. Din konusunda doğru ve sahih bilgi sahibi olmayanların , başkalarına örnek olması beklenemez.
İnsanlığın düştüğü bunalımdan kurtuluşu sadece Allah c.c nin ilah olarak bilindiği ve o doğrultuda bir yaşamın sürülmesi ile gerçekleşecek olmasına rağmen , bu kurtuluşa önderlik yapması gereken bizlerin elçi olarak gönderilmiş olan bir kimseyi ilah olarak tanımaya yönelik düşünceleri içinde olmamız , ve böyle bir düşüncenin şirk olduğunu dahi bilmiyor olmamız , öncelikle kendi içimizde düşünce anlamında yeniden yapılanmanın gereğini göstermektedir.
Müslümanlar olarak hala bu gibi itikadi konuları aşamamış olarak Muhammed a.s ın konumunu tartışıyor olmak , utanç verici bir durumdur. Halbuki bu gibi konuların Kur'an'ın beyanı çerçevesinde oluşturulmuş inanç çerçevesinde öğrenilmesi ve bilinmesi ve ihtilaf olmaktan çıkmış olması gerekmektedir.
Yazımızın sınırının , Muhammed a.s a haram helal yetkisi vermenin yanlışlığı etrafında olduğunu hatırlatmak isteriz. İslam düşüncesinde bir kul için açılan din'de haram helal belirleme düşüncesinin başka insanlara da verilmiş olduğu bilinmektedir. Din alimi sıfatına sahip olan bazı kimseler , din konusunda insanlar üzerinde haram helal sınırı belirleyerek , ilahlığa soyunmuş olması asla kabul edilemez.
Sonuç olarak : İlah olmanın gereği insanlar üzerinde tasarruf etmek hakkına sahip olmak anlamına gelmektedir. Allah c.c bu hakka sahip olan yegane varlık olması nedeniyle , bu hakkın başkalarına devredilmesini "Şirk" olarak nitelendirmektedir.
Bütün elçilerin gönderiliş amacı , bu yetkinin başkalarına verilmesinin yanlış ve ebedi cehennem ile cezalandırılacağını haber vermek olup , son elçi olan Muhammed a.s da bu haber ile gönderilmiştir. Ancak sonradan ortaya atılan yanlış bilgiler, Muhammed a.s ın din'de insanlar üzerinde tasarruf etme yetkisine sahip olan bir kimse algısının oluşmasına sebep olmuştur.
Şirk ile savaşmak için gönderilen bir elçinin , din'de haram helal belirleme yetkisi olduğu inancı ortaya atılarak şirk unsuru haline getirilmiş olması ona karşı yapılmış en büyük zulümdür. Dahası , onun dinde haram helal koyma yetkisi olduğunu düşünmenin kişiyi şirk'in içine sokması söz konusu iken , bu düşünceyi ret edenlerin kafir , müşrik gibi yaftalarla anılması daha büyük zulümdür.
Dikkat çekmek istediğimiz nokta ,şirk kavramının dahil olduğu anlamdan Muhammed a.s istisna tutularak , Allah c.c ile yetki paylaşarak din'de ortaklığı olması asla mümkün değildir. Böyle bir düşünce içinde olmanın da şirk bataklığına düşmek olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Muhammed a.s ın din'de helal haram koyma yetkisi olduğunu düşünerek , kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir edenlerin , eğer illaki birileri tekfir edilmesi gerekirse bu tekfiri hak edenlerin kendileri olduğunu bilmelidirler.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
Muhammed a.s ın din'de helal haram koyma yetkisine sahip olduğu inancı, öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki , bu inanca itiraz edenler "Kafir-Müşrik - Peygamber düşmanı-Hadis Sünnet inkarcısı" gibi yaftalar ile suçlanarak din'den aforoz edilmektedir. Halbuki bu inanç, ilahlık yetkisini Allah c.c dışında birisine vermek anlamına gelmekte olup , bu inanca sahip olanları, yukarıda sıralanan yaftaların tümüne layık bir hale getirmektedir.
Yazımızda , haram koymanın şartlarını ve koyulan haramların insan hayatındaki yerini ve Muhammed a.s a böyle bir bir yetki verilmesinin itikadi boyutunu ele almaya çalışacağız.
Haram kelimesi ; "Men edilmiş , yasaklanmış" anlamındadır. Bu yasaklanma ya ilahi , ya da beşeri kaynaklı olabilir. Istılahi anlamda haram , "Allah c.c tarafından Kur'an'da yapılmamasını emrettiği söz ve fiiller" olarak tanımlanmaktadır.
Yasaklamanın yani haramlığın ilahi veya beşeri kaynaklı olması önemli, ve birbirinden ayrılması gerekli olan bir noktadır. Bu ayrım yapılmadığından dolayıdır ki , Allah c.c nin ilah olarak koyduğu yasaklar ile , Muhammed as ın beşer olarak koyduğu yasaklar birbirine karıştırılarak İslam düşüncesinde şirk'e düşmenin kapılarından birisi bu yanlışlık sayesinde açılmıştır.
Haramlığın ilahi kaynaklı yani Allah c.c tarafından, kitabında belirtilmiş olması , belirtilen yasakların çiğnendiği zaman, "Günah" denilen fiilin işlenmiş olması ve bu günahın tevbe edilmediği takdirde , ahiret hayatında cezalandırılması söz konusudur.
Haramlığın beşeri kaynaklı olması , yasaklanan fiilin dünyevi bir zarara istinaden konulmuş olması ile ilgilidir, örneğin ; Kırmızı ışıkta geçmek trafik kurallarına göre yasak yani haramdır. Bu kural çiğnendiği takdirde , çiğneyen kişiye uhrevi bir ceza tahakkuk etmez. Tahakkuk eden ceza dünyevidir, yani kırmızı ışıkta geçen kişi dünyevi cezayı gerektiren bir hata yapmıştır. Şeker hastası olan bir kişinin şekerli gıdalar yemesi yasak, yani haramdır. Bu kişi şekerli gıdaları yediği takdirde , yaptığı bu hata onun sağlını bozacak , fakat uhrevi anlamda ona herhangi bir ceza getirmeyecektir.
İnsan, fıtri olarak birlikte yaşama ihtiyacı duyan bir varlıktır. Birlikte yaşamaya duyulan bu ihtiyaç , bir takım kuralların belirlenmesi , ve herkesin bu kurallara uymasını da beraberinde getirmiştir. İnsanlar tarafından ihdas edilmiş olan yaşam kurallarına uymamanın karşılığı ise , bu kurallara uymayanlara gerekli olan cezanın verilmesi ile sonuçlanmaktadır.
Muhammed a.s ın yaşamış olduğu hayatın Medine şehri içinde geçen bölümü , onun Nebi Resul olmasına ek olarak, o şehirde yaşayan Müslümanların başı olması nedeniyle, günümüzdeki karşılığı "Devlet Başkanı" ve "Ordu Komutanı" olan ünvanlara da sahip olmasını beraberinde getirmiştir.
Onun bu ünvanlara sahip olarak vermiş olduğu bazı emirler , kendisine vahyedilen emirler değil , o zaman ve mekanın şartlarının getirdiği askeri , ekonomik ve sosyal gerekler neticesinde vermiş olduğu yöresel ve tarihsel olarak ifade edebileceğimiz emirlerdir. Devlet başkanı veya ordu komutanı olarak vermiş olduğu bazı emirlerin evrensellik taşıyan ,yani aynı emirlerin bizim için geçerli olması, ve bizi de bağlayıcı bir mahiyeti bulunmamaktadır.
Örneğin ; Hayber fethi sırasında, merkeplerin taşıma işinde kullanılması nedeniyle , sahabe tarafından kesilerek yenilen bu merkeplerin yenilmesini yasaklamış olduğuna, ehli eşeklerin yenilmesini haram kıldığına dair rivayetler bulunmaktadır. Aynı şekilde altın ve ipeğin erkekler tarafından kullanılmasına yasak getiren,yani haramlılık getiren rivayetler de bulunmaktadır. Muhammed a.s ın yaptığı rivayet edilen bu gibi uygulamaların , kıyamete kadar geçerli olan uygulamalar olarak görülmesi , İslam düşüncesi içinde çok büyük bir soruna yol açmıştır.
Muhammed a.s ın vefatından sonra ortaya çıkan farklı düşünceler , onun konumunun olduğundan farklı ve yanlış bir zemine kaydırılmasını beraberinde getirmiştir. Yegane ilah olan Allah c.c nin elçisi olması bir tarafa bırakılarak , onun din'de ortağı olan bir peygamber portresi oluşturulmuş , Allah c.c ile aynı konumda olduğuna inanılan bir peygamber ortaya çıkarılmıştır. Helal haram kılma yetkisinde Allah c.c ile aynı yetkiye sahip olduğu düşüncesinin temelinde, aşırı yüceltmeci peygamber algısı olup , bu algı onu Hristiyanlar tarafından İsa a.s için uygun görülen konumun benzeri duruma getirilmesini sağlamıştır.
Muhammed a.s ın devlet başkanı veya ordu komutanı sıfatı ile yaptığı bu yasaklamalar yani haram kılmalar , bu kelimenin beşeri anlamdaki karşılığı ile anlaşılması gerekmesine rağmen , ehli eşek eti , altın , ipek , yırtıcı kuşların etlerinin yenilmesi v.s gibi zaman ve zemin şartlarının gerektirdiği yöre ve zamansal şartlar gereği yapılan yasaklamaların, evrensel anlamda yasaklamalar olduğu düşüncesi ortaya atılarak , devlet başkanı veya ordu komutanı sıfatı ile yaptığı bazı tasarrufların beşeri anlamda değil , ilahi anlamda bir yasaklama olduğu düşüncesi oturtulmuştur.
İşte burada büyük bir sorun ortaya çıkmaktadır. Şirk'i ortadan kaldırarak, tevhit akidesini tebliğ etmek için gönderilmiş bir elçinin kendisi , vefatından sonra şirk'e alet edilerek ,onu sevmek adına ortaya atılan düşünce , aşırı yüceltmeci peygamber anlayışına dönüşerek onun öldürülmesine sebep olmuştur.
Allah c.c , insanların ilahı ve rabbi olması nedeniyle onlar üzerinde tasarruf etme hakkına sahip olan yegane varlıktır. Bu hakkı kendisinden başka kimseye vermemiş , vermenin ise "Şirk" olduğunu beyan etmiştir.
Şirk ve Müşrik kavramlarının anlamını Kur'an çerçevesinde okuduğumuzda şirk kavramına , Allah c.c dışında helal haram koymanın girdiğini , müşrik kavramına ise onu dışında konulan helal ve haramlara uymanın girdiğini görebiliriz. Hükmüne kimseyi ortak etmeyen Allah c.c , bu duruma bir istisna getirerek "Muhammed kulum hariç o ortak olabilir" dememiştir.
Din'de bir şeyin "Haram" olarak bilinmesinin vaz edicisi sadece Allah c.c olup , onun elçisi Muhammed a.s ın görevi ise sadece, Allah c.c nin bize olan emirleri tebliğ etmek , ve kendisi de beşer bir elçi olarak o emirler ile yükümlü olmasından dolayı, o emirleri kendi hayatında yaşamaktır. Allah c.c nin din konusunda eksik bırakıp ta o eksiğin kulu ve elçisi olan Muhammed a.s tarafından giderileceği gibi herhangi bir emir de bulunmamaktadır.
Muhammed a.s a Allah c.c tarafından verilmiş olan "Nebi Resul" olma görevinin içinde onun helal haram tayin etme yetkisi de olduğuna dair ortaya atılan iddia , oluşturulmuş olan ön yargı ile bazı ayetlerin yorumlanması ile varılan sonuçlardır. Onun helal haram kılma yetkisi olduğuna dair delil olarak sunulan ayetleri, daha önceki yazılarımızda ele aldığımız için burada bu ayetleri ele almak yerine , yapılan yanlışın kişinin itikadında açtığı derin yaraya dikkat çekmek istiyoruz.
Muhammed a.s ın din'de aynı Allah c.c gibi helal haram belirme yetkisi olduğunu iddia etmek demek , Muhammed a.s ın aynı Allah c.c gibi olduğunu iddia etmek anlamına gelmektedir. Din adına tek yetki sahibi olan Allah c.c nin yanına Muhammed a.s ı oturtarak onu da din'de Allah c.c ile ortak duruma getirmek , şirk'in ta kendisidir.
Amacımız kimseyi müşrik olarak suçlamaya yönelik değil , yapılan hatanın boyutunu ortaya koymaktır. Bu hatayı yapanların önemli bir kesimi, tevhit akidesine sıkı sıkıya bağlı olduklarını iddia eden , özellikle tasavvuf merkezli din algısı içindeki şirk düşüncesine şiddetli bir biçimde savaş açarak, bu düşüncedeki insanları kafir ve müşrik olarak niteleyen kişiler olup , kendileri maalesef içine düşmüş oldukları şirk düşüncesinden habersiz olarak , Muhammed a.s ın haram helal koyma yetkisi olmadığını iddia edenleri dahi "kafir" ve "müşrik" olarak itham edebilmektedirler.
Bu konuda takip edilmesi gerekli olan düşünce yöntemi öncelikle "İlah" kavramının ifade ettiği anlamın ne olduğu , Allah c.c nin ilah olarak görev ve yetkilerini "Kul" statüsüne sahip olan birisi ile paylaşıp paylaşmayacağının iyice öğrenilmesi olmalıdır. Bundan sonraki aşamada , elçi olarak seçmiş olduğu kimseler ile yetki paylaşımı yapıp yapmadığını öğrenmek olmalıdır.
Özellikle İsa a.s ile ilgili ayetlerin nirengi noktası , onu ilah olarak görenlerin yaptıkları yanlışların itikadi anlamdaki yanlışlıklarıdır. İsa a.s a vermediği ilahlığı , Muhammed a.s a vermiş olabileceğini düşünerek onun din'de helal haram tayin etmesine izin verdiğini iddia etmek , Kur'an'dan onay alan bir düşünce değildir.
Bu konuda yapılan yanlış , Muhammed a.s ı Kur'an'dan değil , onun dışındaki kitap ve kişilerin verdiği bilgilerden tanımaya çalışmaktır. Kur'an'ın tanıttığı peygamber gaybı bilmeyen , beşer , melek olmayan bizlerden farkı sadece onun seçilmiş birisi olarak vahyedilmiş olmasıdır. Kur'an dışı kaynakların tanıttığı peygamber ise , İsa a.s ile yarıştırılan , Allah c.c ile aynı hak ve yetkilere sahip bir kimsedir.
Biz Müslümanların dünyada işlenen her türlü zulüm ve haksızlığa karşı çıkabilmesi için , öncelikle düşünsel anlamda taşların yerine oturması gerekmektedir. Din konusunda doğru ve sahih bilgi sahibi olmayanların , başkalarına örnek olması beklenemez.
İnsanlığın düştüğü bunalımdan kurtuluşu sadece Allah c.c nin ilah olarak bilindiği ve o doğrultuda bir yaşamın sürülmesi ile gerçekleşecek olmasına rağmen , bu kurtuluşa önderlik yapması gereken bizlerin elçi olarak gönderilmiş olan bir kimseyi ilah olarak tanımaya yönelik düşünceleri içinde olmamız , ve böyle bir düşüncenin şirk olduğunu dahi bilmiyor olmamız , öncelikle kendi içimizde düşünce anlamında yeniden yapılanmanın gereğini göstermektedir.
Müslümanlar olarak hala bu gibi itikadi konuları aşamamış olarak Muhammed a.s ın konumunu tartışıyor olmak , utanç verici bir durumdur. Halbuki bu gibi konuların Kur'an'ın beyanı çerçevesinde oluşturulmuş inanç çerçevesinde öğrenilmesi ve bilinmesi ve ihtilaf olmaktan çıkmış olması gerekmektedir.
Yazımızın sınırının , Muhammed a.s a haram helal yetkisi vermenin yanlışlığı etrafında olduğunu hatırlatmak isteriz. İslam düşüncesinde bir kul için açılan din'de haram helal belirleme düşüncesinin başka insanlara da verilmiş olduğu bilinmektedir. Din alimi sıfatına sahip olan bazı kimseler , din konusunda insanlar üzerinde haram helal sınırı belirleyerek , ilahlığa soyunmuş olması asla kabul edilemez.
Sonuç olarak : İlah olmanın gereği insanlar üzerinde tasarruf etmek hakkına sahip olmak anlamına gelmektedir. Allah c.c bu hakka sahip olan yegane varlık olması nedeniyle , bu hakkın başkalarına devredilmesini "Şirk" olarak nitelendirmektedir.
Bütün elçilerin gönderiliş amacı , bu yetkinin başkalarına verilmesinin yanlış ve ebedi cehennem ile cezalandırılacağını haber vermek olup , son elçi olan Muhammed a.s da bu haber ile gönderilmiştir. Ancak sonradan ortaya atılan yanlış bilgiler, Muhammed a.s ın din'de insanlar üzerinde tasarruf etme yetkisine sahip olan bir kimse algısının oluşmasına sebep olmuştur.
Şirk ile savaşmak için gönderilen bir elçinin , din'de haram helal belirleme yetkisi olduğu inancı ortaya atılarak şirk unsuru haline getirilmiş olması ona karşı yapılmış en büyük zulümdür. Dahası , onun dinde haram helal koyma yetkisi olduğunu düşünmenin kişiyi şirk'in içine sokması söz konusu iken , bu düşünceyi ret edenlerin kafir , müşrik gibi yaftalarla anılması daha büyük zulümdür.
Dikkat çekmek istediğimiz nokta ,şirk kavramının dahil olduğu anlamdan Muhammed a.s istisna tutularak , Allah c.c ile yetki paylaşarak din'de ortaklığı olması asla mümkün değildir. Böyle bir düşünce içinde olmanın da şirk bataklığına düşmek olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Muhammed a.s ın din'de helal haram koyma yetkisi olduğunu düşünerek , kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir edenlerin , eğer illaki birileri tekfir edilmesi gerekirse bu tekfiri hak edenlerin kendileri olduğunu bilmelidirler.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
29 Ekim 2016 Cumartesi
SAYGI DURUŞU : Sahte Bir İlaha Karşı Yerine Getirilen Salat
İnsan , kendisinden yüce olarak bildiği , sevdiği , bağlandığı , ondan sakındığı , kısacası "İlah" kavramının anlam ve yetki alanına dahil olan işlevi olduğunu düşündüğü varlıklara karşı, bir takım ritüelleri yerine getirmek sureti ile onlara olan sevgi, saygı ve bağlılıklarını bu yolla dışa vurmaktadırlar. Ritüeller insanların birbirleri ile aynı düşünce içinde olduklarını göstermenin bir yolu olarak , her topluluk içinde mevcuttur. KIYAM - RÜKU - SECDE adı ile bildiğimiz şekiller ile yapılan bu ritüelin , Arapça ismi "Salat" , bizim dilimizdeki ismi ise "Namaz" dır.
İnsanlar bu 3 lü kombinasyonu "İlah" olarak kabul ettikleri her ne veya kim ise ona karşı yaparak , birbirleri ile aynı düşünceye sahip olduklarını , o ilahı sevdiklerini saydıklarını , onun kendileri için benimsemiş olduğu din'i hayatlarına ikame ettiklerini , cümle aleme ilan ederler. Allah c.c yegane İlah olarak , insanların övgüsüne , saygısına , sevgisine ve bağlılığına layık olan tek varlık olup , salat veya namaz dediğimiz 3 lü kombinasyonun sadece kendisine has kılınmasını isteyerek , kendisi dışındakilere yapılan bu tür kulluk gösterilerini ŞİRK olarak tanımlamaktadır.
Şirk , insanlığın kadim bir sorunu olarak bugün de aynı işlevini dünya üzerindeki çeşitli topluluklar üzerinde sürdürmektedir. Allah c.c dışında kabul edilen sahte ilahların başta gelen özellikleri, o toplum için bir takım yaşam kuralları düzenlemiş olmalarıdır. İnsanlar , bu sahte ilahlar tarafından ihdas edilmiş hayat sistemlerine olan bağlılıklarını belirli gün ve zamanlarda icra ettikleri bir takım törenler yerine getirerek , onlara göstermektedirler.
Olayın Türkiye boyutuna baktığımızda , "Milli Bayram" olarak bilinen bazı günlerde , içinde yaşadığımız Laik , Demokratik , Kemalist sistemin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk'ün , Türkiye'nin her tarafında yapılmış olan heykelleri önünde , Salat'ın yani Namaz'ın bir rüknü olan KIYAM şeklinde icra edilen ritüeller ile o kişiye olan saygı , sevgi ve insanlar için ihdas etmiş olduğu din'e (yaşam şekline) olan bağlılık , şekli olarak topluca gösterilmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiye'nin her tarafında bulunan heykelleri önünde "Saygı Duruşu" adı verilen Kıyam edilmesinin sebebi , onun Türkiye'nin mimarı yani , bu ülke içinde yaşayan insanların yaşamlarını düzenleyici yani Allah c.c nin yetki alanına giren konularda bir takım kurallar koymuş olmasındandır.
Bu durum adı geçen kişinin ilahlık iddia etmesi anlamına gelmektedir. İnsanlar onun heykelleri önünde kıyam etmek sureti ile , onun kendileri için ihdas etmiş olduğu yaşam kurallarına (din'e) olan bağlılıklarını , bu din'i yani onun ilah olmasını kabul ettiklerini , ondan memnun olduklarını göstermektedirler.
Yapılan bu eylem, Kur'an literatüründe ilaha bağlılık gösterisi yani Arapça ismi salat , Türkçe ismi namaz'dır. Yapılan bu eylemin Kur'ani literatürdeki adı ise ŞİRK tir. İnsanlar o kimsenin önünde kıyam etmekle, ilah olmanın gereği olan onun tarafından ihdas edilmiş bir takım yaşam kurallarını kabul ettiklerini deklere ederek, onu ilah olarak kabul ettiklerini ilan etmek sureti ile şirk içine düşmektedirler.
Şirk'in bu boyutu ülkemizde maalesef pek gündeme gelmemektedir .Bunun sebebi ise kendisini Müslüman olarak gören bir çok insanın isteyerek veya istemeyerek te olsa bu ritüeli icra etmek zorunda olmasıdır. Bu ritüeli icra eden bir kısım zevat ise , bunu şirk ile alakasını dahi kurmayarak , ne yaptığından habersiz bir halde bir kıyamı gerçekleştirmektedir. Şirk ile alakasını kurabilecek kadar ilim sahibi olanların bir kısmı ise , bu şirk'e katılmak zorunda olmalarından veya taraftarlarının bu törenlerde boy gösterme zorunluluklarından dolayı, yapılan bu eylemin şirk olmadığını dillerini eğip bükmek sureti ile anlatarak, bir kesime şirin görünmek , kendi taraftarlarına karşı ise, işi kitabına uydurmak gayreti içindedirler.
Türkiye'nin her tarafında bulunan heykelleri kıble edinerek onlara yüzlerini dönmek sureti ile yapılan bu salat eylemi şirk'in en ilkel halinden başka bir şey değildir. Çağdaşlık ve ilericilik adına yola çıkılarak , binlerce yıldır süren putlara tapmanın Türkiye içinde yansıması bu heykeller önünde yapılan saygı duruşları ile gerçekleşmektedir.
İşin daha vahimi , yapılan bu eylemin bazı din alimleri tarafından mazur görülmüş olmasıdır. Bu kişiler, kendi üzerlerindeki sorumluluğun avama göre daha fazla olması nedeni ile , Kitap'tan hiç bir şeyi gizlemeden insanlara açıklamak zorunlulukları olmasına rağmen , dünyevi kaygılarının ağır basması nedeni ile hakkı açıklamak şöyle dursun , hakkın üzerini kapatmakta , daha acısı yapılan bu eylemin yanlış olmadığı gibi Bel'am vari sözlerle insanları şirk'e alenen davet etmektedir.
Alim olarak tanıdığımız bu kimseler Kur'an'ın en can alıcı noktası olan şirk kavramını sadece tarikatlarda icra edilen bir takım yanlışlara indirgeyerek , sadece o kesimdeki şirk'i gündem etmek sureti ile şahitliklerini yerine getirdiklerini zan ediyor iseler sadece kendilerini aldatmaktadırlar.
Şahitliği yerine getirmek demek , hakkı açıklamak noktasında sadece Allah c.c den korkarak , atamız İbrahim misali kıyam etmek demek olmalıdır. İbrahim'in dini üzere olduğunu iddia ederek , onun kıyam ettiği putlar önünde eğilmenin cevazını verenlerin hesabı ahirette çok çetin olacaktır.
Müslümanların alim olarak tanıdıkları, saygı duydukları , görüşlerine değer verdikleri bu kimselerin yaptıkları yanlışları şair Sezai Karakoç şu dizelerinde veciz bir biçimde şu şekilde dile getirmektedir :
“Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olamadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini
Nasıl sileceğimi öğretmediniz.
Sonuç olarak : "Milli Bayram" adı ile ihdas edilmiş belirli günlerde "Saygı Duruşu" şeklinde yapılan ve heykel önünde icra edilen ritüel , insanların ilah olarak kabul ettikleri her ne ise ona karşı yapılan bir tazimdir. Böyle bir tazime sadece Allah c.c nin layık olması nedeniyle , onun dışındakilere karşı yapılan bu tazim töreninin adı Kur'an literatüründe şirk olarak isim bulmaktadır.
Yapılan eylem , İlah kavramının anlam ve yetki alanına giren konularda , kişilerin kabulünün bir gösterisi olan salat'ın, yegane İlah olarak bilinmesi gereken Allah c.c nin dışında olan birine yapılmış olan tazim eylemi olup , şirk'in en ilkel hali ile Türkiye boyutlarında yaşanan halinin bir resmidir.
Allah c.c , bizleri şirk'in her türlüsünden haberdar olan kullarından ve şirk'i hayatından çıkaran kullarından kılsın. Şirk'in sadece tarikatlarda yaşanan boyutlarını gündeme getirerek , sistem boyutunda yaşanan şirk'i örtmek yolunu seçen alimlere ise cesaret ve feraset ihsan etsin.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
İnsanlar bu 3 lü kombinasyonu "İlah" olarak kabul ettikleri her ne veya kim ise ona karşı yaparak , birbirleri ile aynı düşünceye sahip olduklarını , o ilahı sevdiklerini saydıklarını , onun kendileri için benimsemiş olduğu din'i hayatlarına ikame ettiklerini , cümle aleme ilan ederler. Allah c.c yegane İlah olarak , insanların övgüsüne , saygısına , sevgisine ve bağlılığına layık olan tek varlık olup , salat veya namaz dediğimiz 3 lü kombinasyonun sadece kendisine has kılınmasını isteyerek , kendisi dışındakilere yapılan bu tür kulluk gösterilerini ŞİRK olarak tanımlamaktadır.
Şirk , insanlığın kadim bir sorunu olarak bugün de aynı işlevini dünya üzerindeki çeşitli topluluklar üzerinde sürdürmektedir. Allah c.c dışında kabul edilen sahte ilahların başta gelen özellikleri, o toplum için bir takım yaşam kuralları düzenlemiş olmalarıdır. İnsanlar , bu sahte ilahlar tarafından ihdas edilmiş hayat sistemlerine olan bağlılıklarını belirli gün ve zamanlarda icra ettikleri bir takım törenler yerine getirerek , onlara göstermektedirler.
Olayın Türkiye boyutuna baktığımızda , "Milli Bayram" olarak bilinen bazı günlerde , içinde yaşadığımız Laik , Demokratik , Kemalist sistemin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk'ün , Türkiye'nin her tarafında yapılmış olan heykelleri önünde , Salat'ın yani Namaz'ın bir rüknü olan KIYAM şeklinde icra edilen ritüeller ile o kişiye olan saygı , sevgi ve insanlar için ihdas etmiş olduğu din'e (yaşam şekline) olan bağlılık , şekli olarak topluca gösterilmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiye'nin her tarafında bulunan heykelleri önünde "Saygı Duruşu" adı verilen Kıyam edilmesinin sebebi , onun Türkiye'nin mimarı yani , bu ülke içinde yaşayan insanların yaşamlarını düzenleyici yani Allah c.c nin yetki alanına giren konularda bir takım kurallar koymuş olmasındandır.
Bu durum adı geçen kişinin ilahlık iddia etmesi anlamına gelmektedir. İnsanlar onun heykelleri önünde kıyam etmek sureti ile , onun kendileri için ihdas etmiş olduğu yaşam kurallarına (din'e) olan bağlılıklarını , bu din'i yani onun ilah olmasını kabul ettiklerini , ondan memnun olduklarını göstermektedirler.
Yapılan bu eylem, Kur'an literatüründe ilaha bağlılık gösterisi yani Arapça ismi salat , Türkçe ismi namaz'dır. Yapılan bu eylemin Kur'ani literatürdeki adı ise ŞİRK tir. İnsanlar o kimsenin önünde kıyam etmekle, ilah olmanın gereği olan onun tarafından ihdas edilmiş bir takım yaşam kurallarını kabul ettiklerini deklere ederek, onu ilah olarak kabul ettiklerini ilan etmek sureti ile şirk içine düşmektedirler.
Şirk'in bu boyutu ülkemizde maalesef pek gündeme gelmemektedir .Bunun sebebi ise kendisini Müslüman olarak gören bir çok insanın isteyerek veya istemeyerek te olsa bu ritüeli icra etmek zorunda olmasıdır. Bu ritüeli icra eden bir kısım zevat ise , bunu şirk ile alakasını dahi kurmayarak , ne yaptığından habersiz bir halde bir kıyamı gerçekleştirmektedir. Şirk ile alakasını kurabilecek kadar ilim sahibi olanların bir kısmı ise , bu şirk'e katılmak zorunda olmalarından veya taraftarlarının bu törenlerde boy gösterme zorunluluklarından dolayı, yapılan bu eylemin şirk olmadığını dillerini eğip bükmek sureti ile anlatarak, bir kesime şirin görünmek , kendi taraftarlarına karşı ise, işi kitabına uydurmak gayreti içindedirler.
Türkiye'nin her tarafında bulunan heykelleri kıble edinerek onlara yüzlerini dönmek sureti ile yapılan bu salat eylemi şirk'in en ilkel halinden başka bir şey değildir. Çağdaşlık ve ilericilik adına yola çıkılarak , binlerce yıldır süren putlara tapmanın Türkiye içinde yansıması bu heykeller önünde yapılan saygı duruşları ile gerçekleşmektedir.
İşin daha vahimi , yapılan bu eylemin bazı din alimleri tarafından mazur görülmüş olmasıdır. Bu kişiler, kendi üzerlerindeki sorumluluğun avama göre daha fazla olması nedeni ile , Kitap'tan hiç bir şeyi gizlemeden insanlara açıklamak zorunlulukları olmasına rağmen , dünyevi kaygılarının ağır basması nedeni ile hakkı açıklamak şöyle dursun , hakkın üzerini kapatmakta , daha acısı yapılan bu eylemin yanlış olmadığı gibi Bel'am vari sözlerle insanları şirk'e alenen davet etmektedir.
Alim olarak tanıdığımız bu kimseler Kur'an'ın en can alıcı noktası olan şirk kavramını sadece tarikatlarda icra edilen bir takım yanlışlara indirgeyerek , sadece o kesimdeki şirk'i gündem etmek sureti ile şahitliklerini yerine getirdiklerini zan ediyor iseler sadece kendilerini aldatmaktadırlar.
Şahitliği yerine getirmek demek , hakkı açıklamak noktasında sadece Allah c.c den korkarak , atamız İbrahim misali kıyam etmek demek olmalıdır. İbrahim'in dini üzere olduğunu iddia ederek , onun kıyam ettiği putlar önünde eğilmenin cevazını verenlerin hesabı ahirette çok çetin olacaktır.
Müslümanların alim olarak tanıdıkları, saygı duydukları , görüşlerine değer verdikleri bu kimselerin yaptıkları yanlışları şair Sezai Karakoç şu dizelerinde veciz bir biçimde şu şekilde dile getirmektedir :
“Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olamadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini
Nasıl sileceğimi öğretmediniz.
Sonuç olarak : "Milli Bayram" adı ile ihdas edilmiş belirli günlerde "Saygı Duruşu" şeklinde yapılan ve heykel önünde icra edilen ritüel , insanların ilah olarak kabul ettikleri her ne ise ona karşı yapılan bir tazimdir. Böyle bir tazime sadece Allah c.c nin layık olması nedeniyle , onun dışındakilere karşı yapılan bu tazim töreninin adı Kur'an literatüründe şirk olarak isim bulmaktadır.
Yapılan eylem , İlah kavramının anlam ve yetki alanına giren konularda , kişilerin kabulünün bir gösterisi olan salat'ın, yegane İlah olarak bilinmesi gereken Allah c.c nin dışında olan birine yapılmış olan tazim eylemi olup , şirk'in en ilkel hali ile Türkiye boyutlarında yaşanan halinin bir resmidir.
Allah c.c , bizleri şirk'in her türlüsünden haberdar olan kullarından ve şirk'i hayatından çıkaran kullarından kılsın. Şirk'in sadece tarikatlarda yaşanan boyutlarını gündeme getirerek , sistem boyutunda yaşanan şirk'i örtmek yolunu seçen alimlere ise cesaret ve feraset ihsan etsin.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
28 Ekim 2016 Cuma
Hadid s. 27 ,Maide s. 63, Tevbe s. 31.34. Ayetleri Işığında Din Adamları Sınıfına Bir Bakış
Dinler , insanların birbirleri ile olan bağının güçlenmesine vesile olan bir çimento olarak binlece yıldır işlevini sürdürmektedir. Din denildiğinde ilk akla gelen şeylerden bir tanesi, halk içinde mevcut bulunan din konusunda bilgi sahibi , ve diğer insanlardan farkı bir yeri olduğuna inanılan "Din Adamları" sınıfı gelmektedir. Fakat bu sınıfın istisnaları olmakla birlikte , kendilerine verilmiş olan bu ayrıcalığı kötüye kullanarak , insanlar üzerinde maddi ve manevi baskı aracı olarak kullanmakta oldukları herkesin malumudur.
İnsanlığın kadim bir sorunu diyebileceğimiz , bu sınıfın yaptığı yanlışlar Kur'an'da da yer bularak , Yahudi ve Hristiyanlar içindeki Ahbar ve Ruhban takımının yaptıkları eleştirilmiş , onlar tarafından yapılan bu yanlışların Müslümanlar tarafından tekrarlanmaması için gereken ikazlar yapılmış, fakat bu ikazların maalesef göz ardı edildiği, ve Müslümanlar arasında bu sınıfın bir çok olumsuzluğu ve yanlışları içinde barındırmak sureti ile işlevini sürdürdüğüne şahit olmaktayız.
"Din Adamlığı" sınıfının oluşmasını Allah c.c mi emretmektedir ?.
Kur'an'ın Ahbar ve Ruhban gibi bir sınıfın oluşmasına onay verdiğini söylemenin yanlış bir kanaat olduğunu burada ifade etmek istiyoruz. Böyle bir sınıfın var olması ile, hayatiyetini devam ettirmesinin meşru olması, birbirine karıştırılmamalıdır. Kur'an'ın Yahudi ve Hristiyanlar içinde olan bu guruptan bahsetmesi , böyle bir sınıfın bu toplumlar içinde var olmasından dolayıdır.
Allah c.c, kullarından bir kısmına "Din Adamlığı" şeklinde ayrı bir paye verilerek onların ayrı bir sınıf oluşturmasına dayanan bir sistem ihdas edilmesine, veya dinin sadece mistik bir hayat olarak insanlardan ve hayatın gerçeklerinden olarak bir yaşantı olarak görülmesi ve buna uygun bir yaşantı sürülmesine onay vermemiştir. Bu durumu Hadid s. 27. ayet, şu şekilde anlatmaktadır.
[057.027] Sonra onların izleri üzerinde, resullerimizi ard arda gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik. Ona İncil'i verdik ve ona uyanların kalplerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Onların uydurdukları ruhbaniyyete gelince; onu kendilerine Biz, yazmadık. Fakat kendileri Allah'ın rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da hakkıyla riayet etmediler. Biz de onlardan iman etmiş olanlara ecirlerini verdik. İçlerinden çoğu ise fasıklardır.
Hadid s. 27. ayeti, kendilerine farz kılınmadığı halde , İsa a.s a tabi olduğunu iddia edenlerin, bid'at olarak türettikleri ruhbanlığı , türetme niyetlerine uygun bir şekilde yürütmediklerini beyan etmektedir. Ruhbanlık şeklinde hayat bulan yaşam sistemini , Allah c.c insanlara emretmemiş olmasına rağmen , Allah c.c nin rızasını kazanmak gibi iyi bir niyetle ihdas edilen bu kurumun , zaman içinde şekil değiştirerek ,yanlış amaçlara hizmet eden bir kuruma dönüşmüş olması , bu kurumun diğer toplumlardaki benzer oluşumları hakkında da bizlere bilgi verebilir.
İnsanların içinde bulundukları şartlar , bazı insanların birbirlerinden bazı yönlerden farklı olmasını beraberinde getirmiştir. Bilgi bakımından daha ileride olan bazı insanların, diğer insanlar üzerinde onun bilgisinden faydalanılması gereğini doğurmuştur. Bu üstünlüğü din alanında düşündüğümüzde, dini alanda bilgi sahibi olan insanlar , bu alanda yeterli bilgi sahibi olmayanlar ile bilgi paylaşımında bulunarak, bir şekilde bilgilerinin zekatlarını vermek durumundadırlar.
Bilgi paylaşımı maalesef bu şekilde yapılmamakta , bilgi sahibi olanlar ile, bilgi sahibi olmayanlar arasında derin bir uçurum oluşturularak , bir sınıf ihdas edilmiş ve insanlar "Din Adamları" olarak bildiğimiz bu sınıfa mahkum bir hale getirilmiştir. Toplumun önünde olan olan insanların , o topluma iyilik ve fazilette örnek olması açısından bazı vazifeleri bulunmaktadır. Çünkü onun arkasındaki insanlar , o kişiye saygın ve güvenilir bir kişi gözü ile bakarak , onu kendilerine önder edinerek , ondan gelecek olan sözler doğrultusunda hareket etmeyi kendilerine şiar edinmişlerdir.
"Kanaat Önderleri" veya "Din Adamları" olarak bildiğimiz sınıflara mensup olan insanların büyük çoğunluğu, halkın kendilerine verdiği önderlik vasfını fırsata çevirerek , insanları maddi ve manevi olarak sömürerek , etrafındaki bir avuç kişi ile büyük bir saadet zinciri oluşturmuşlardır.
Kur'an işte böyle bir arka plana sahip bir topluma nazil olmuş , ve Medine de nazil olan ayetler , özellikle Yahudi ve Hristiyan toplumundaki din adamlarının yaptığı yanlışlara dikkat çekmektedir. Toplumun önünde olan insanların o topluma müspet anlamda örnek olma zorunlulukları olmasına rağmen, bu görevlerini yapmamaktadırlar. Bu gerçeği şu ayetlerde görmekteyiz .
[005.062] Onlardan birçoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür!
[005.063] Rabb'a kul olanlar ve bilginler; onları günah söylemelerinden ve haram yemelerinden vazgeçirmeye çalışmalı değiller miydi? Yapmakta oldukları şey gerçekten ne kötü.
İnsanların yaptıkları yanlışları onlara ikaz etmek , onları kötülüklerden engellemeye çalışmak , bu yapılanların kötü olduğunu bilen insanların görevidir. Kötülükleri gördüğü halde bunlara engel olmaya çalışmamak bundan önceki zamanlarda toplumların helak olmasına sebep olmuş, bundan sonra da olacaktır.
Din adamları sınıfının insanlar üzerinde baskı ve hegemonya kurmak için kullandıkları yollardan birisi , kendilerinin Allah adına konuştuklarını söyleyerek yalan ve iftiralarına Allah'ı alet etmeleridir. Bu durumu Tevbe s. 31. ayeti şöyle beyan etmektedir.
[009.031] Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı ki, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur; O, onların ortak koştukları herşeyden münezzehtir.
Haham ve rahiplerin "Rab" olarak ittihaz edinilmesi , onların Allah c.c nin yetki alanına giren konularda, Allah'ı devre dışında bırakarak verdikleri hükümlere tabi olunması şeklinde gerçekleşmekte idi. İnsanları manevi yönden bu şekilde sömüren din adamları , sömürülerini maddi bakımdan da yaparak ceplerini doldurmakta idiler . Aynı surenin 34 ve 35. ayetleri , onların bu yaptıklarına dikkat çekerek cezalarının ne olacağını haber vermektedir.
[009.034] Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele.
[009.035] Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) «işte bu, kendileriniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın» (denilecek) .
Din adamları sınıfı , insanların kendilerine olan güvenlerini kötüye kullanarak , onların iyi niyetlerini istismar etmekte ve bu yolla maddi kazanç elde etme yoluna gitmektedirler.
Yukarıdaki ayetler ışığında din adamları sınıfının yaptıkları yanlışları sıralayacak olursak ;
1- İnsanları yaptıkları kötülüklerden onları sakındırmamak . ( Maide s. 63)
2-İnsanları manevi yönden sömürerek , onlar üzerinde rablık oluşturmak. (Tevbe s. 31)
3-İnsanları maddi yönden sömürerek , onların güvenlerini servete dönüştürmek . (Tevbe s. 34)
Yaptıkları bu yanlışlar sadece Yahudi ve Hristiyanlara has bir durum değil , tüm zamanlarda yaşamış ve yaşayacak olan ve insanları din adına kendilerine bağlayarak , din'i sömürü aracı olarak kullanan din adamlarının karakteristik özellikleridir.
Bu durumun aynısının İslam dünyasında da yaşandığı bir gerçektir. Kendisine Hoca , Alim , Şeyh , Gavs ,Kutup , Ayetullah v.s denilen insanların büyük çoğunluğunun ellerindeki imkanı maddi ve manevi yönden sömürü aracı olarak kullanarak , insanların dünya ve ahiretini berbat etme yolunda kullandıklarını görmekteyiz.
Biz burada bu kimselerin yaptıklarını uzun uzun yazarak, malumu yeniden tekrarlamak yerine , bu adamlardan kurtulmanın yolu üzerinde durmaya çalışacağız.
Müslümanları maddi ve manevi olarak sömüren bu kimselerin en büyük kozları , anlattıkları din'in Kur'an merkezli olmayışıdır. Kur'an dışı kaynaklardan oluşan bu din'de Allah c.c nin kullarına sunduğu kolaylıklar asla mevcut olmayıp , zorluklarla ve gereksiz teferruatlarla donatılmış bir din bulunmaktadır. Böyle bir din , bu kimselerin elinin güçlenmesine ve insanların bu kimselerin tasallutundan kurtulamamalarına sebep olmaktadır.
Ayakkabının ilk önce hangi ayağa giyileceği , tuvalete hangi ayakla girilmesi gerektiği , tırnak kesmenin , su içmenin , yemek yemenin , yatmanın ,oturmanın İslama göre nasıl olması gerektiğini soracak kadar cahil , ve bu gibi binlerce saçma sapan sorulara cevap yetiştirecek kadar kör cahil din adamlarının varlığını devam ettirmesinin sebebi , bu gibi soruların din ile alakası olduğunu , veya din denilince incir çekirdeğini doldurmayan meseleler aklına gelen cahil Müslümanlardır.
Kafalarında binlerce saçma sapan soruların din ile alakasını olduğunu zannederek , din adamlarının kapılarını aşındıran bu Müslümanların yeniden yapılanarak, din'i Kur'andan okumaya başlamaları , bu gibi soruların adedinin büyük ölçüde azalarak , bu kimselerin ekmek kapılarının kapanmasına sebep olacaktır.
Özellikle tasavvuf kesiminde yaygın olan kurtarıcılık müessesesi , bu sınıfa daha fazla bel bağlanılmasını beraberinde getirmektedir. Kendilerine Şeyh , Mürşit , Gavs , Evliya v.s gibi adlar yakıştırılmış olan insanları maddi ve manevi olarak ayakta tutan en büyük unsur, müritlerini ahirette kurtaracaklarına dair olan inançtır.
Kur'an , din adamları tarafından din adına uydurulmuş olan her türlü yalan ve iftiranın açığa çıkarıcısı , ve doğru olanı göstericisi olarak ismi gündeme geldiğinde , bu kitaba düşman olanlardan çok , dost olduğunu iddia eden din adamları sınıfına mensup büyük bir kesimin gürültü kopardığı bir kitaptır. Bunun sebebi ise , halkın sorularına bu kitap doğrultusunda cevap arama isteğinde bulunmaya başladıkları takdirde , maddi ve manevi sömürü kapılarının kapanması korkusudur.
Kur'an'ın anlaşılmaz bir kitap olduğu , din'in öğrenilme kaynağının Kur'an değil , hurafe , menkıbe ve rivayetler ile dolu olan kitaplar olduğu , din denildiğinde uçan kaçan şeyhlerin masallarının akla gelmediği, vaaz kürsülerinde anlatılan yalanlara kimsenin inanmamaya başladığında , bu kimselerin saltanatları artık yıkılmaya başlanacaktır.
Din dediğimiz şey , kuru bilgiler ve mistik inançlar manzumesi değildir. Var oluş amacına uygun olarak Allah c.c yi ilah ve rab olarak tanımak , ve bu doğrultuda bir hayat sürmek din'in ta kendisidir. Bu hayatı sürmek için , bu sınıfın öğretilerine kimse muhtaç değildir. Bu sınıf mükellef olmanın getirdiği sorumlulukları kendi hayatlarında uygulayarak , ancak insanlara örnek güzel olabilir.
Yüzlerce yıldır İslam dünyası içinde din olarak anlatılanlara, ve bunların halk arasında nasıl rağbet gördüğüne baktığımızda , din adamlarının saltanatı şu anda sallanmak şöyle dursun , daha sağlamlaşma yolunda ilerlemektedir.
Bugün Müslümanların en büyük sorunu , din olarak bildikleri şeylerin büyük çoğunluğunun din ile alakası olmayan konular olmasıdır. Gereksiz ayrıntılara boğulması nedeni ile gerçek din'in üzeri kalın bir örtü ile kaplı bulunmaktadır. Bu örtü kaldırıldığında , gerçek din'in insanların mutluluk ve huzur kaynağı olduğunu görenler , fevc fevc bu din'e atım atarak , sadece Allah'a kul olmak için gerekenleri yerine getirmeye çalışacak ve önlerindeki engelleri yıkacaklardır.
Sonuç olarak : Din adamlığı sınıfı , binlerce yıldır insanları maddi ve manevi olarak sömürmek için oluşturulmuş , insanlığın kadim bir sorunudur. Bu kadim soruna Kur'an parmak basarak , bu sınıfın yanlışlarını ortaya koymuş , ve onlardan sakınılması gereğini hatırlatmasına rağmen , bu sınıf İslam dünyası içinde daha şedid bir biçimde ortaya çıkarak , insanların kanlarını emen vampirlere dönüşmüştür.
Bu sınıfın tahakkümünden kurtulma yolu , insanların uyanması ile gerçekleşecektir. İnsanlar din adına bildikleri şeylerin ne kadar gereksiz , din adına cevaplarını aradıkları soruların ne kadar boş , din denilen şeyin mistik inançlar manzumesi olmadığını idrak etmeye başladıkları anda bu kurtuluş yolunun kapısı aralanmış olacaktır.
Kur'an bu kurtuluşun yegane reçetesi olarak din adamları sınıfının baş düşmanıdır. Bu sınıfın baş düşmanı olduğu yegane şey ise yine bu kitaptır. Kur'an'ın gündeme gelmesi konusu açıldığında elektrik çarpmışcasına irkilen bu sınıfa mensup olanlar , kendileri için en büyük tehlikenin bu kitaptan geleceğini çok iyi bilmektedirler.
İnsanlar Kur'an'ı hayatlarına aldıklarında , artık sorulacak soruların adedi azalacak , ve onların cevap yetiştirmek sureti ile elde ettikleri karizmatik yapı yerle bir olacaktır. Kur'an hayata girdiğinde bu din'in ne kadar kolay olduğu , bazı insanların elinde maddi ve manevi bir kazanç kapısı olmadığı , mistik ve hurafe bilgilerin bu din içinde yeri olmadığını göreceklerdir.
DİN ADAMLARI SINIFININ OLMADIĞI BİR DÜNYA ANCAK HERKESİN DİNİ KENDİSİNİN ÖĞRENMESİ İLE MÜMKÜN OLACAKTIR.
İnsanlığın kadim bir sorunu diyebileceğimiz , bu sınıfın yaptığı yanlışlar Kur'an'da da yer bularak , Yahudi ve Hristiyanlar içindeki Ahbar ve Ruhban takımının yaptıkları eleştirilmiş , onlar tarafından yapılan bu yanlışların Müslümanlar tarafından tekrarlanmaması için gereken ikazlar yapılmış, fakat bu ikazların maalesef göz ardı edildiği, ve Müslümanlar arasında bu sınıfın bir çok olumsuzluğu ve yanlışları içinde barındırmak sureti ile işlevini sürdürdüğüne şahit olmaktayız.
"Din Adamlığı" sınıfının oluşmasını Allah c.c mi emretmektedir ?.
Kur'an'ın Ahbar ve Ruhban gibi bir sınıfın oluşmasına onay verdiğini söylemenin yanlış bir kanaat olduğunu burada ifade etmek istiyoruz. Böyle bir sınıfın var olması ile, hayatiyetini devam ettirmesinin meşru olması, birbirine karıştırılmamalıdır. Kur'an'ın Yahudi ve Hristiyanlar içinde olan bu guruptan bahsetmesi , böyle bir sınıfın bu toplumlar içinde var olmasından dolayıdır.
Allah c.c, kullarından bir kısmına "Din Adamlığı" şeklinde ayrı bir paye verilerek onların ayrı bir sınıf oluşturmasına dayanan bir sistem ihdas edilmesine, veya dinin sadece mistik bir hayat olarak insanlardan ve hayatın gerçeklerinden olarak bir yaşantı olarak görülmesi ve buna uygun bir yaşantı sürülmesine onay vermemiştir. Bu durumu Hadid s. 27. ayet, şu şekilde anlatmaktadır.
[057.027] Sonra onların izleri üzerinde, resullerimizi ard arda gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik. Ona İncil'i verdik ve ona uyanların kalplerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Onların uydurdukları ruhbaniyyete gelince; onu kendilerine Biz, yazmadık. Fakat kendileri Allah'ın rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da hakkıyla riayet etmediler. Biz de onlardan iman etmiş olanlara ecirlerini verdik. İçlerinden çoğu ise fasıklardır.
Hadid s. 27. ayeti, kendilerine farz kılınmadığı halde , İsa a.s a tabi olduğunu iddia edenlerin, bid'at olarak türettikleri ruhbanlığı , türetme niyetlerine uygun bir şekilde yürütmediklerini beyan etmektedir. Ruhbanlık şeklinde hayat bulan yaşam sistemini , Allah c.c insanlara emretmemiş olmasına rağmen , Allah c.c nin rızasını kazanmak gibi iyi bir niyetle ihdas edilen bu kurumun , zaman içinde şekil değiştirerek ,yanlış amaçlara hizmet eden bir kuruma dönüşmüş olması , bu kurumun diğer toplumlardaki benzer oluşumları hakkında da bizlere bilgi verebilir.
İnsanların içinde bulundukları şartlar , bazı insanların birbirlerinden bazı yönlerden farklı olmasını beraberinde getirmiştir. Bilgi bakımından daha ileride olan bazı insanların, diğer insanlar üzerinde onun bilgisinden faydalanılması gereğini doğurmuştur. Bu üstünlüğü din alanında düşündüğümüzde, dini alanda bilgi sahibi olan insanlar , bu alanda yeterli bilgi sahibi olmayanlar ile bilgi paylaşımında bulunarak, bir şekilde bilgilerinin zekatlarını vermek durumundadırlar.
Bilgi paylaşımı maalesef bu şekilde yapılmamakta , bilgi sahibi olanlar ile, bilgi sahibi olmayanlar arasında derin bir uçurum oluşturularak , bir sınıf ihdas edilmiş ve insanlar "Din Adamları" olarak bildiğimiz bu sınıfa mahkum bir hale getirilmiştir. Toplumun önünde olan olan insanların , o topluma iyilik ve fazilette örnek olması açısından bazı vazifeleri bulunmaktadır. Çünkü onun arkasındaki insanlar , o kişiye saygın ve güvenilir bir kişi gözü ile bakarak , onu kendilerine önder edinerek , ondan gelecek olan sözler doğrultusunda hareket etmeyi kendilerine şiar edinmişlerdir.
"Kanaat Önderleri" veya "Din Adamları" olarak bildiğimiz sınıflara mensup olan insanların büyük çoğunluğu, halkın kendilerine verdiği önderlik vasfını fırsata çevirerek , insanları maddi ve manevi olarak sömürerek , etrafındaki bir avuç kişi ile büyük bir saadet zinciri oluşturmuşlardır.
Kur'an işte böyle bir arka plana sahip bir topluma nazil olmuş , ve Medine de nazil olan ayetler , özellikle Yahudi ve Hristiyan toplumundaki din adamlarının yaptığı yanlışlara dikkat çekmektedir. Toplumun önünde olan insanların o topluma müspet anlamda örnek olma zorunlulukları olmasına rağmen, bu görevlerini yapmamaktadırlar. Bu gerçeği şu ayetlerde görmekteyiz .
[005.062] Onlardan birçoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür!
[005.063] Rabb'a kul olanlar ve bilginler; onları günah söylemelerinden ve haram yemelerinden vazgeçirmeye çalışmalı değiller miydi? Yapmakta oldukları şey gerçekten ne kötü.
İnsanların yaptıkları yanlışları onlara ikaz etmek , onları kötülüklerden engellemeye çalışmak , bu yapılanların kötü olduğunu bilen insanların görevidir. Kötülükleri gördüğü halde bunlara engel olmaya çalışmamak bundan önceki zamanlarda toplumların helak olmasına sebep olmuş, bundan sonra da olacaktır.
Din adamları sınıfının insanlar üzerinde baskı ve hegemonya kurmak için kullandıkları yollardan birisi , kendilerinin Allah adına konuştuklarını söyleyerek yalan ve iftiralarına Allah'ı alet etmeleridir. Bu durumu Tevbe s. 31. ayeti şöyle beyan etmektedir.
[009.031] Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı ki, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur; O, onların ortak koştukları herşeyden münezzehtir.
Haham ve rahiplerin "Rab" olarak ittihaz edinilmesi , onların Allah c.c nin yetki alanına giren konularda, Allah'ı devre dışında bırakarak verdikleri hükümlere tabi olunması şeklinde gerçekleşmekte idi. İnsanları manevi yönden bu şekilde sömüren din adamları , sömürülerini maddi bakımdan da yaparak ceplerini doldurmakta idiler . Aynı surenin 34 ve 35. ayetleri , onların bu yaptıklarına dikkat çekerek cezalarının ne olacağını haber vermektedir.
[009.034] Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele.
[009.035] Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) «işte bu, kendileriniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın» (denilecek) .
Din adamları sınıfı , insanların kendilerine olan güvenlerini kötüye kullanarak , onların iyi niyetlerini istismar etmekte ve bu yolla maddi kazanç elde etme yoluna gitmektedirler.
Yukarıdaki ayetler ışığında din adamları sınıfının yaptıkları yanlışları sıralayacak olursak ;
1- İnsanları yaptıkları kötülüklerden onları sakındırmamak . ( Maide s. 63)
2-İnsanları manevi yönden sömürerek , onlar üzerinde rablık oluşturmak. (Tevbe s. 31)
3-İnsanları maddi yönden sömürerek , onların güvenlerini servete dönüştürmek . (Tevbe s. 34)
Yaptıkları bu yanlışlar sadece Yahudi ve Hristiyanlara has bir durum değil , tüm zamanlarda yaşamış ve yaşayacak olan ve insanları din adına kendilerine bağlayarak , din'i sömürü aracı olarak kullanan din adamlarının karakteristik özellikleridir.
Bu durumun aynısının İslam dünyasında da yaşandığı bir gerçektir. Kendisine Hoca , Alim , Şeyh , Gavs ,Kutup , Ayetullah v.s denilen insanların büyük çoğunluğunun ellerindeki imkanı maddi ve manevi yönden sömürü aracı olarak kullanarak , insanların dünya ve ahiretini berbat etme yolunda kullandıklarını görmekteyiz.
Biz burada bu kimselerin yaptıklarını uzun uzun yazarak, malumu yeniden tekrarlamak yerine , bu adamlardan kurtulmanın yolu üzerinde durmaya çalışacağız.
Müslümanları maddi ve manevi olarak sömüren bu kimselerin en büyük kozları , anlattıkları din'in Kur'an merkezli olmayışıdır. Kur'an dışı kaynaklardan oluşan bu din'de Allah c.c nin kullarına sunduğu kolaylıklar asla mevcut olmayıp , zorluklarla ve gereksiz teferruatlarla donatılmış bir din bulunmaktadır. Böyle bir din , bu kimselerin elinin güçlenmesine ve insanların bu kimselerin tasallutundan kurtulamamalarına sebep olmaktadır.
Ayakkabının ilk önce hangi ayağa giyileceği , tuvalete hangi ayakla girilmesi gerektiği , tırnak kesmenin , su içmenin , yemek yemenin , yatmanın ,oturmanın İslama göre nasıl olması gerektiğini soracak kadar cahil , ve bu gibi binlerce saçma sapan sorulara cevap yetiştirecek kadar kör cahil din adamlarının varlığını devam ettirmesinin sebebi , bu gibi soruların din ile alakası olduğunu , veya din denilince incir çekirdeğini doldurmayan meseleler aklına gelen cahil Müslümanlardır.
Kafalarında binlerce saçma sapan soruların din ile alakasını olduğunu zannederek , din adamlarının kapılarını aşındıran bu Müslümanların yeniden yapılanarak, din'i Kur'andan okumaya başlamaları , bu gibi soruların adedinin büyük ölçüde azalarak , bu kimselerin ekmek kapılarının kapanmasına sebep olacaktır.
Özellikle tasavvuf kesiminde yaygın olan kurtarıcılık müessesesi , bu sınıfa daha fazla bel bağlanılmasını beraberinde getirmektedir. Kendilerine Şeyh , Mürşit , Gavs , Evliya v.s gibi adlar yakıştırılmış olan insanları maddi ve manevi olarak ayakta tutan en büyük unsur, müritlerini ahirette kurtaracaklarına dair olan inançtır.
Kur'an , din adamları tarafından din adına uydurulmuş olan her türlü yalan ve iftiranın açığa çıkarıcısı , ve doğru olanı göstericisi olarak ismi gündeme geldiğinde , bu kitaba düşman olanlardan çok , dost olduğunu iddia eden din adamları sınıfına mensup büyük bir kesimin gürültü kopardığı bir kitaptır. Bunun sebebi ise , halkın sorularına bu kitap doğrultusunda cevap arama isteğinde bulunmaya başladıkları takdirde , maddi ve manevi sömürü kapılarının kapanması korkusudur.
Kur'an'ın anlaşılmaz bir kitap olduğu , din'in öğrenilme kaynağının Kur'an değil , hurafe , menkıbe ve rivayetler ile dolu olan kitaplar olduğu , din denildiğinde uçan kaçan şeyhlerin masallarının akla gelmediği, vaaz kürsülerinde anlatılan yalanlara kimsenin inanmamaya başladığında , bu kimselerin saltanatları artık yıkılmaya başlanacaktır.
Din dediğimiz şey , kuru bilgiler ve mistik inançlar manzumesi değildir. Var oluş amacına uygun olarak Allah c.c yi ilah ve rab olarak tanımak , ve bu doğrultuda bir hayat sürmek din'in ta kendisidir. Bu hayatı sürmek için , bu sınıfın öğretilerine kimse muhtaç değildir. Bu sınıf mükellef olmanın getirdiği sorumlulukları kendi hayatlarında uygulayarak , ancak insanlara örnek güzel olabilir.
Yüzlerce yıldır İslam dünyası içinde din olarak anlatılanlara, ve bunların halk arasında nasıl rağbet gördüğüne baktığımızda , din adamlarının saltanatı şu anda sallanmak şöyle dursun , daha sağlamlaşma yolunda ilerlemektedir.
Bugün Müslümanların en büyük sorunu , din olarak bildikleri şeylerin büyük çoğunluğunun din ile alakası olmayan konular olmasıdır. Gereksiz ayrıntılara boğulması nedeni ile gerçek din'in üzeri kalın bir örtü ile kaplı bulunmaktadır. Bu örtü kaldırıldığında , gerçek din'in insanların mutluluk ve huzur kaynağı olduğunu görenler , fevc fevc bu din'e atım atarak , sadece Allah'a kul olmak için gerekenleri yerine getirmeye çalışacak ve önlerindeki engelleri yıkacaklardır.
Sonuç olarak : Din adamlığı sınıfı , binlerce yıldır insanları maddi ve manevi olarak sömürmek için oluşturulmuş , insanlığın kadim bir sorunudur. Bu kadim soruna Kur'an parmak basarak , bu sınıfın yanlışlarını ortaya koymuş , ve onlardan sakınılması gereğini hatırlatmasına rağmen , bu sınıf İslam dünyası içinde daha şedid bir biçimde ortaya çıkarak , insanların kanlarını emen vampirlere dönüşmüştür.
Bu sınıfın tahakkümünden kurtulma yolu , insanların uyanması ile gerçekleşecektir. İnsanlar din adına bildikleri şeylerin ne kadar gereksiz , din adına cevaplarını aradıkları soruların ne kadar boş , din denilen şeyin mistik inançlar manzumesi olmadığını idrak etmeye başladıkları anda bu kurtuluş yolunun kapısı aralanmış olacaktır.
Kur'an bu kurtuluşun yegane reçetesi olarak din adamları sınıfının baş düşmanıdır. Bu sınıfın baş düşmanı olduğu yegane şey ise yine bu kitaptır. Kur'an'ın gündeme gelmesi konusu açıldığında elektrik çarpmışcasına irkilen bu sınıfa mensup olanlar , kendileri için en büyük tehlikenin bu kitaptan geleceğini çok iyi bilmektedirler.
İnsanlar Kur'an'ı hayatlarına aldıklarında , artık sorulacak soruların adedi azalacak , ve onların cevap yetiştirmek sureti ile elde ettikleri karizmatik yapı yerle bir olacaktır. Kur'an hayata girdiğinde bu din'in ne kadar kolay olduğu , bazı insanların elinde maddi ve manevi bir kazanç kapısı olmadığı , mistik ve hurafe bilgilerin bu din içinde yeri olmadığını göreceklerdir.
DİN ADAMLARI SINIFININ OLMADIĞI BİR DÜNYA ANCAK HERKESİN DİNİ KENDİSİNİN ÖĞRENMESİ İLE MÜMKÜN OLACAKTIR.
27 Ekim 2016 Perşembe
Tevbe s. 128 ve 129. Ayetlerinin Sahte Olduğuna Dair Getirilen Bir Hüccetin Değerlendirilmesi
1974 yılında Amerika'da Reşat Halife adında bir kişi tarafından ortaya atılan ve kısaca "19 Mucizesi" olarak bilinen , Kur'an'ın 19 sayısının katları ile korunmuş olduğu teorisine göre , Tevbe suresinin 128. ve 129. Ayetleri, bu sayı ile oluşturulmuş korunma şifresine uymadığı için "Sahte Ayetler" olarak değerlendirilerek , Kur'an'dan olmadığı kararına varılmıştır.
[009.128] Andolsun ki; size kendinizden bir resul gelmiştir. Sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelir. Sizin üzerinize düşkündür, mü'minlere RAUF ve RAHİM' dir.
[009.129] Eğer yüz çevirirlerse; de ki: Allah, bana yeter. O'ndan başka hiç bir ilah yoktur. Ben O'na tevekkül ettim ve O, büyük Arş'ın Rabbıdır.
Bu ayetlerin sahte olduğuna dair ortaya konan bir kaç delilden bir tanesi de, 128. ayette ki "Rauf" ve "Rahim" kelimelerinin , Allah c.c nin isimlerinden olduğu gerekçesi ile , ayette bu kelimelerin Muhammed a.s için kullanılmış olmasıdır. Yani Rauf ve Rahim kelimeleri, Allah c.c den başkası için kullanılamaz , eğer kullanılmış ise o ayet SAHTE AYETtir.
Yazımızın çerçevesi sadece Tevbe s. 128. ve 129 ayetlerinin sahte olduğuna dair getirilen bu delili değerlendirmek ile sınırlı olacaktır.
İddiamız şu dur ; Eğer Allah c.c den başkası için kullanılması yanlış olan bir kelime , içinde geçtiği ayetin "Sahte Ayet" olarak damga yemesini gerektiriyor ise , Kur'an'da Tevbe s. 128. ayetinde olduğu gibi , Esma ya dahil olan bazı isimler, başka surelerde de geçmekte ve bu isimler, Allah c.c dışındaki kimseler için kullanılarak ,"Sahte Ayet" damgasını yemeyi hak etmektedir.
Sahte Ayet !! olma ihtimali olan ayetler aşağıdadır.
[020.068] Korkma; muhakkak sen daha üstünsün (El - A'LA), dedik.
El- A'la bilindiği üzere Allah c.c nin esmasına dahil olan isimler olup Taha s. 68. ayetinde Musa a.s için kullanılmaktadır . Aynı isim , A'la s. 1. ayet ve Leyl s. 20. ayetinde Allah c.c nin ismi olarak kullanılmaktadır.
[012.043] Bir gün Hükümdar (EL-MELİKÜ) dedi ki: «Ben rüyamda yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Siz rüya tabir edebiliyorsanız benim bu rüyamın tabirini bana bildirin.»
[012.050] Hükümdar(EL-MELİKÜ) dedi ki: «Onu bana getirin.» Ona elçi geldiğinde (Yusuf:) «Efendine (Rabbine) dön de ona soruver: «Ellerini kesen o kadınların durumu neydi? Doğrusu benim Rabbim, onların hileli düzenlerini gerçekten bilendir.»
[012.054] Hükümdar: (EL-MELİKÜ)«Onu bana getirin, yanıma alayım» dedi. Onunla konuşunca: «Bugün senin yanımızda önemli bir yerin ve güvenilir bir durumun vardır.» dedi.
[012.072] «Hükümdarın(ELMELİKİ) su kabını kaybettik, onu getirene bir deve yükü mükafat verilecek, buna ben kefil oluyorum» dediler.
[012.076] Bunun üzerine kardeşinin kablarından evvel onlarınkini aramaya başladı. Sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte Biz, Yusuf için böyle bir tedbir kullandık. Yoksa o hükümdarın(EL-MELİKİ) dinine göre; kardeşini tutabilecek değildi. Meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde bir bilen vardır.
El-Melik, bilindiği üzere Allah c.c nin esmasına dahil olan isimlerden olup, bu ayetlerde Allah c.c için değil ,insan için kullanılmaktadır. El-Melik ismi aynı şekilde, başka ayetlerde Allah c.c için kullanılmaktadır. (20.114 - 23.116 - 59.23 - 62.1 - 114.2)
[012.030] Şehirdeki bazı kadınlar dediler ki: Azizin karısı(EL- AZİZİ), delikanlısının nefsinden murat almak istiyormuş; Yusuf'un sevdası onun kalbine işlemiş! Biz onu gerçekten açık bir sapıklık içinde görüyoruz.
[012.051] kadınlara dedi ki: «Mühim haliniz ne idi. O vakit ki, Yusuf'un nefsinden muradını almak istemiş idiniz?» Dediler ki: «Hâşâlillâh! Biz O'nun aleyhinde bir fenalık bilmiş değiliz.» Azîz'in karısı da (EL-AZİZİ) dedi ki: «Şimdi hak tebeyyün etti. O'nun nefsinden ben murad almak istemiştim ve şüphe yok ki, o elbette sâdıklardandır.»
[012.078] Dediler ki: Ey aziz! (EL-AZİZİ) Gerçekten onun çok yaşlı bir babası var. Onun yerine bizim birimizi alıkoy. Zira biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz.
[012.088] Yusuf'un yanına girdiklerinde dediler ki: Ey aziz! (EL-AZİZÜ) Bizi ve ailemizi kıtlık bastı ve biz değersiz bir sermaye ile geldik. Hakkımızı tam ölçerek ver. Ayrıca bize bağışta da bulun. Şüphesiz Allah sadaka verenleri mükâfatlandırır.
El-Aziz'de , Allah c.c nin esmasına dahil olan isimlerden olup , bu ayetlerde Allah c.c için değil , insan için kullanılmıştır. Bu isim başka ayetlerde Allah c.c için kullanılmaktadır. (Bakara s. 129-209-220-228-240-260 gibi daha onlarca ayette Allah c.c nin ismi olarak kullanılmaktadır)
[012.055] Dedi ki: «Beni ülke hazineleri üzerine memur et, çünkü ben iyi korur,(HAFİZUN) iyi bilirim! (ALİMUN)»
Yusuf s. 55. ayetinde geçen "Hafizun" kelimesi burada insan için kullanılmış olmasına karşın aynı kelime Hud s. 57 , Sebe s. 21 , Şura s. 6. ayetlerinde Allah c.c için kullanılmıştır.
[012.093] «Şu gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne sürün. Görücü bir hale gelir (BASİRAN). Ve bütün ailenizle beraber bana geliniz.»
[012.096] Müjdeci gelip de onu onun yüzüne sürdüğü zaman, gözü görür olarak (BASİRAN) dönüverdi. (Yakub) Dedi ki: «Ben, size bilmediğinizi Allah'tan gerçekten biliyorum demedim mi?»
[020.125] O zaman: «Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören (BASİRAN)bir kimseydim» der.
Yusuf s. 93 ve 96. , Taha s. 125. ayetlerinde kullanılan "Basiran" kelimesi bir insan için kullanılmasına karşın , başka ayetlerde Allah c.c için kullanılmaktadır. (4.58 . 134 / 17. 17-30 -96 / 20.35 / 25.20/ 33.9/ 35.45/ 48.24 / 84.15 )
[076.002] Hiç şüphesiz biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu denemekteyiz. Bundan dolayı onu işiten (SEMİAN) ve gören (BASİRAN) yaptık.
İnsan s. 2. ayetinde kullanılan "Semian" ve "Basiran" kelimeleri Allah c.c için değil insan için kullanılmıştır. Basiran kelimesinin Allah c.c kullanıldığı diğer ayetleri yukarıda vermiştik. "Semian" kelimesinin Allah c.c için kullanıldığı ayetler şunlardır (4.58 - 134 -148)
[044.049] Tad bakalım; hani güçlü olan (El- Aziz), kerim(El-Kerim) olan yalnız sendin?
Duhan s. 49. geçen esmaya dahil olan iki isim , bu ayette yine insan için için kullanılmaktadır. (82.6)
Yukarıda verdiğimiz ayetler , Tevbe s. 128. ayetinin içinde Allah c.c ye ait olan "Rauf" ve "Rahim" geçtiği için sahte ayet olarak damga yemesine gerekçe olarak gösterilen, Allah c.c ye ait olan ve sadece onun için kullanılması gerektiği düşünülen, diğer Esma-ül Hüsna'ya dahil olan isimlerin Allah c.c için değil , insan için kullanıldığı ayetlerdir. Eğer bir ayetin sahte ve Kur'an'a sonradan ilave edildiğinin delili Allah c.c ye ait olması gereken bir ismin , insan için kullanılmış olması ise, yukarıda verilen ayetlerin de Kur'an'a sonradan ilave edilmiş olması acaba mümkün müdür ?.
Sorduğumuz soruya büyük ihtimalle herkes hatta 19 taraftarları bile, "Hayır" cevabı vereceklerdir. Öyleyse bir ayetin sahte olarak damga yemesine, böyle bir delilin getirilmiş olması yanlıştır . Bu konuda yapılan hata, Allah c.c nin "Esma-ül Hüsna" olarak bildiğimiz isimlerin teşbih (benzetme) içermiş olduğunun bilinmemesidir. Allah c.c nin bu isimlerle kendisini bize tanıtmış olması , bu isimlerin onun dışında kimse için kullanılmasının yanlış olduğu anlamına gelmez. Eğer yanlış olsaydı, bu kelimeler Kur'an içinde Allah c.c dışında bazı kimseler için kullanılmazdı.
Kur'an ile ilgili olarak bilinmesi önem arz eden bir nokta , Allah c.c ile ilgili bilgilerin benzetme yolu ile anlatılmasıdır. Bu bilgiye sahip olmayan birisinin hataya düşerek , Allah c.c nin kendisini bizlere tanıttığı isimleri sadece ona has olması gerektiğini zannederek , başkası için kullanılmasından dolayı , hatalı düşüncelere düşebilir.
Ayrıca Kur'an ayetlerinin "Bağlam" veya "Siyak-Sibak" dediğimiz konu ile alakalı öncesi ve sonrası ayetleri bulunmaktadır. Siyak ve sibak, ayetlerin anlaşılmasında önemli bir etkendir. Tevbe s. 128 ve 129 ayetleri böyle bir bağlama sahip olan ayetlerdendir.
[009.124] Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: «Bu sizin hanginizin imanını artırdı?» İman edenlere gelince (bu sûre) onların imanlarını artırır ve onlar sevinirler.
[009.125] Kalblerinde hastalık olanların ise pisliklerine pislik katmıştır; onlar kafir olarak ölmüşlerdir.
[009.126] Onlar, yılda bir iki defa belaya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.
[009.127] Bir sure inince, «Sizi bir kimse görüyor mu?» diye birbirlerine bakarlar, sonra dönüp giderler. Anlamaz bir güruh olmalarına karşılık Allah onların kalblerini imandan döndürmüştür.
[009.128] Andolsun ki; size kendinizden bir resul gelmiştir. Sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelir. Sizin üzerinize düşkündür, mü'minlere rauf ve rahim' dir.
[009.129] Eğer onlar yüz çevirirlerse, de ki: «Bana Allah yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Ben O'na tevekkül ettim ve büyük arşın Rabbi O'dur.»
Tevbe s. 128-129. ayetleri bir bütünlük içinde okunduğunda,bu ayetlerin 124. ayetten başlayan bir bağlamı bulunmaktadır. Bu bağlamı dikkate almayarak sadece son iki ayetinin sonradan ilave edildiği düşüncesi tutarlı değildir. Eğer ret edilmesi gerekiyor ise , 124. ayetten başlayan bağlamı ile toptan 6 ayetin hepsinin birden ret edilmesi gerekmektedir. Çünkü son iki ayetin diğer ayetler ile olan bağlamı bulunmakta ve bu bağlam gözetilerek değerlendirme yapılması gerekmektedir.
Kur'an'daki bazı kelimelerin 19 sayısı ve katları ile uyum sağladığı bir gerçektir. Ancak bu gerçeğin Kur'an'ın korunmadığına dair bir düşünce üretmiş olması , olayın bir mucize olmasından çok bir proje olmasını düşündürmektedir. Bir kimse Kur'an'ın tahrif edildiğini direk olarak iddia etmiş olsa , bu iddiası büyük bir tepki toplayarak ret edilirdi . Fakat Samirice diyebileceğimiz bir taktik yapılan bu iddia, bazı Müslümanlar tarafından dahi kabul edilerek, ateşli bir biçimde savunulmaktadır.
Sonuç olarak : "19 Mucizesi" olarak bilinen ve Kur'an'ın bu sayının katları ile korunmuş olduğu iddiası , gerçekte korunmuşluğu ispat etmekten çok , korunMAmışlığı ispat etmeye çalışmak üzere ortaya atılmış bir proje olduğu görülmektedir. Yanlışları bir avuç doğru katarak insanlara empoze etmek , Samiri adlı kişiden miras kalan bir yol olup ,bu yol İslam dünyası içinde bazı kimseler tarafından sıkça kullanılmaktadır.
19 culuk olarak bilinen bu düşünce , böyle bir mirasın devamı olarak kendisini göstermektedir.
Tevbe s. 128 ve 129. ayetlerinin sonradan mushaf'a ilave edilmiş olduğu düşüncesi bu yol ile ispatlanmaya çalışılarak , Kur'an'ın tahrife uğradığı düşüncesi ortaya atılmış ve mushaf'ın tahrife uğramış olduğu düşüncesi kapısı açılarak , büyük bir fitne yayılmaya çalışılmaktadır.
İlgili ayetlerin bağlamı 124. ayetten başlamakta , ve ilave olduğu iddia edilen ayetler bu bağlamın bir parçasıdır.
128. ayet içinde geçen Allah c.c ye ait olan isimlerin Muhammed a.s için kullanıldığı gerekçesi ile, ilave ayet olduğuna dair bir delil olarak sunulması ise, cehalet değil ise tam bir ihanet örneğidir.
İşin daha garibi ise , bu böğüren buzağıya sahip çıkanların , Kur'anı açıp , Esma-ül Hüsna'ya dahil olan bazı isimlerin Allah c.c dışındaki kullanımlarından dahi habersiz olarak bu iddiayı savunmuş olmalarıdır. Kur'anı açıp okudukları takdirde , bu delilin yanlış bir delil olduğunu görecekler , en azından bu ayetlerin sahte !! olduğuna dair olan delillerini bu iddia üzerinden ortaya atmaktan vaz geçeceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
[009.128] Andolsun ki; size kendinizden bir resul gelmiştir. Sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelir. Sizin üzerinize düşkündür, mü'minlere RAUF ve RAHİM' dir.
[009.129] Eğer yüz çevirirlerse; de ki: Allah, bana yeter. O'ndan başka hiç bir ilah yoktur. Ben O'na tevekkül ettim ve O, büyük Arş'ın Rabbıdır.
Bu ayetlerin sahte olduğuna dair ortaya konan bir kaç delilden bir tanesi de, 128. ayette ki "Rauf" ve "Rahim" kelimelerinin , Allah c.c nin isimlerinden olduğu gerekçesi ile , ayette bu kelimelerin Muhammed a.s için kullanılmış olmasıdır. Yani Rauf ve Rahim kelimeleri, Allah c.c den başkası için kullanılamaz , eğer kullanılmış ise o ayet SAHTE AYETtir.
Yazımızın çerçevesi sadece Tevbe s. 128. ve 129 ayetlerinin sahte olduğuna dair getirilen bu delili değerlendirmek ile sınırlı olacaktır.
İddiamız şu dur ; Eğer Allah c.c den başkası için kullanılması yanlış olan bir kelime , içinde geçtiği ayetin "Sahte Ayet" olarak damga yemesini gerektiriyor ise , Kur'an'da Tevbe s. 128. ayetinde olduğu gibi , Esma ya dahil olan bazı isimler, başka surelerde de geçmekte ve bu isimler, Allah c.c dışındaki kimseler için kullanılarak ,"Sahte Ayet" damgasını yemeyi hak etmektedir.
Sahte Ayet !! olma ihtimali olan ayetler aşağıdadır.
[020.068] Korkma; muhakkak sen daha üstünsün (El - A'LA), dedik.
El- A'la bilindiği üzere Allah c.c nin esmasına dahil olan isimler olup Taha s. 68. ayetinde Musa a.s için kullanılmaktadır . Aynı isim , A'la s. 1. ayet ve Leyl s. 20. ayetinde Allah c.c nin ismi olarak kullanılmaktadır.
[012.043] Bir gün Hükümdar (EL-MELİKÜ) dedi ki: «Ben rüyamda yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Siz rüya tabir edebiliyorsanız benim bu rüyamın tabirini bana bildirin.»
[012.050] Hükümdar(EL-MELİKÜ) dedi ki: «Onu bana getirin.» Ona elçi geldiğinde (Yusuf:) «Efendine (Rabbine) dön de ona soruver: «Ellerini kesen o kadınların durumu neydi? Doğrusu benim Rabbim, onların hileli düzenlerini gerçekten bilendir.»
[012.054] Hükümdar: (EL-MELİKÜ)«Onu bana getirin, yanıma alayım» dedi. Onunla konuşunca: «Bugün senin yanımızda önemli bir yerin ve güvenilir bir durumun vardır.» dedi.
[012.072] «Hükümdarın(ELMELİKİ) su kabını kaybettik, onu getirene bir deve yükü mükafat verilecek, buna ben kefil oluyorum» dediler.
[012.076] Bunun üzerine kardeşinin kablarından evvel onlarınkini aramaya başladı. Sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte Biz, Yusuf için böyle bir tedbir kullandık. Yoksa o hükümdarın(EL-MELİKİ) dinine göre; kardeşini tutabilecek değildi. Meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde bir bilen vardır.
El-Melik, bilindiği üzere Allah c.c nin esmasına dahil olan isimlerden olup, bu ayetlerde Allah c.c için değil ,insan için kullanılmaktadır. El-Melik ismi aynı şekilde, başka ayetlerde Allah c.c için kullanılmaktadır. (20.114 - 23.116 - 59.23 - 62.1 - 114.2)
[012.030] Şehirdeki bazı kadınlar dediler ki: Azizin karısı(EL- AZİZİ), delikanlısının nefsinden murat almak istiyormuş; Yusuf'un sevdası onun kalbine işlemiş! Biz onu gerçekten açık bir sapıklık içinde görüyoruz.
[012.051] kadınlara dedi ki: «Mühim haliniz ne idi. O vakit ki, Yusuf'un nefsinden muradını almak istemiş idiniz?» Dediler ki: «Hâşâlillâh! Biz O'nun aleyhinde bir fenalık bilmiş değiliz.» Azîz'in karısı da (EL-AZİZİ) dedi ki: «Şimdi hak tebeyyün etti. O'nun nefsinden ben murad almak istemiştim ve şüphe yok ki, o elbette sâdıklardandır.»
[012.078] Dediler ki: Ey aziz! (EL-AZİZİ) Gerçekten onun çok yaşlı bir babası var. Onun yerine bizim birimizi alıkoy. Zira biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz.
[012.088] Yusuf'un yanına girdiklerinde dediler ki: Ey aziz! (EL-AZİZÜ) Bizi ve ailemizi kıtlık bastı ve biz değersiz bir sermaye ile geldik. Hakkımızı tam ölçerek ver. Ayrıca bize bağışta da bulun. Şüphesiz Allah sadaka verenleri mükâfatlandırır.
El-Aziz'de , Allah c.c nin esmasına dahil olan isimlerden olup , bu ayetlerde Allah c.c için değil , insan için kullanılmıştır. Bu isim başka ayetlerde Allah c.c için kullanılmaktadır. (Bakara s. 129-209-220-228-240-260 gibi daha onlarca ayette Allah c.c nin ismi olarak kullanılmaktadır)
[012.055] Dedi ki: «Beni ülke hazineleri üzerine memur et, çünkü ben iyi korur,(HAFİZUN) iyi bilirim! (ALİMUN)»
Yusuf s. 55. ayetinde geçen "Hafizun" kelimesi burada insan için kullanılmış olmasına karşın aynı kelime Hud s. 57 , Sebe s. 21 , Şura s. 6. ayetlerinde Allah c.c için kullanılmıştır.
[012.093] «Şu gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne sürün. Görücü bir hale gelir (BASİRAN). Ve bütün ailenizle beraber bana geliniz.»
[012.096] Müjdeci gelip de onu onun yüzüne sürdüğü zaman, gözü görür olarak (BASİRAN) dönüverdi. (Yakub) Dedi ki: «Ben, size bilmediğinizi Allah'tan gerçekten biliyorum demedim mi?»
[020.125] O zaman: «Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören (BASİRAN)bir kimseydim» der.
Yusuf s. 93 ve 96. , Taha s. 125. ayetlerinde kullanılan "Basiran" kelimesi bir insan için kullanılmasına karşın , başka ayetlerde Allah c.c için kullanılmaktadır. (4.58 . 134 / 17. 17-30 -96 / 20.35 / 25.20/ 33.9/ 35.45/ 48.24 / 84.15 )
[076.002] Hiç şüphesiz biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu denemekteyiz. Bundan dolayı onu işiten (SEMİAN) ve gören (BASİRAN) yaptık.
İnsan s. 2. ayetinde kullanılan "Semian" ve "Basiran" kelimeleri Allah c.c için değil insan için kullanılmıştır. Basiran kelimesinin Allah c.c kullanıldığı diğer ayetleri yukarıda vermiştik. "Semian" kelimesinin Allah c.c için kullanıldığı ayetler şunlardır (4.58 - 134 -148)
[044.049] Tad bakalım; hani güçlü olan (El- Aziz
Duhan s. 49. geçen esmaya dahil olan iki isim , bu ayette yine insan için için kullanılmaktadır. (82.6)
Yukarıda verdiğimiz ayetler , Tevbe s. 128. ayetinin içinde Allah c.c ye ait olan "Rauf" ve "Rahim" geçtiği için sahte ayet olarak damga yemesine gerekçe olarak gösterilen, Allah c.c ye ait olan ve sadece onun için kullanılması gerektiği düşünülen, diğer Esma-ül Hüsna'ya dahil olan isimlerin Allah c.c için değil , insan için kullanıldığı ayetlerdir. Eğer bir ayetin sahte ve Kur'an'a sonradan ilave edildiğinin delili Allah c.c ye ait olması gereken bir ismin , insan için kullanılmış olması ise, yukarıda verilen ayetlerin de Kur'an'a sonradan ilave edilmiş olması acaba mümkün müdür ?.
Sorduğumuz soruya büyük ihtimalle herkes hatta 19 taraftarları bile, "Hayır" cevabı vereceklerdir. Öyleyse bir ayetin sahte olarak damga yemesine, böyle bir delilin getirilmiş olması yanlıştır . Bu konuda yapılan hata, Allah c.c nin "Esma-ül Hüsna" olarak bildiğimiz isimlerin teşbih (benzetme) içermiş olduğunun bilinmemesidir. Allah c.c nin bu isimlerle kendisini bize tanıtmış olması , bu isimlerin onun dışında kimse için kullanılmasının yanlış olduğu anlamına gelmez. Eğer yanlış olsaydı, bu kelimeler Kur'an içinde Allah c.c dışında bazı kimseler için kullanılmazdı.
Kur'an ile ilgili olarak bilinmesi önem arz eden bir nokta , Allah c.c ile ilgili bilgilerin benzetme yolu ile anlatılmasıdır. Bu bilgiye sahip olmayan birisinin hataya düşerek , Allah c.c nin kendisini bizlere tanıttığı isimleri sadece ona has olması gerektiğini zannederek , başkası için kullanılmasından dolayı , hatalı düşüncelere düşebilir.
Ayrıca Kur'an ayetlerinin "Bağlam" veya "Siyak-Sibak" dediğimiz konu ile alakalı öncesi ve sonrası ayetleri bulunmaktadır. Siyak ve sibak, ayetlerin anlaşılmasında önemli bir etkendir. Tevbe s. 128 ve 129 ayetleri böyle bir bağlama sahip olan ayetlerdendir.
[009.124] Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: «Bu sizin hanginizin imanını artırdı?» İman edenlere gelince (bu sûre) onların imanlarını artırır ve onlar sevinirler.
[009.125] Kalblerinde hastalık olanların ise pisliklerine pislik katmıştır; onlar kafir olarak ölmüşlerdir.
[009.126] Onlar, yılda bir iki defa belaya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.
[009.127] Bir sure inince, «Sizi bir kimse görüyor mu?» diye birbirlerine bakarlar, sonra dönüp giderler. Anlamaz bir güruh olmalarına karşılık Allah onların kalblerini imandan döndürmüştür.
[009.128] Andolsun ki; size kendinizden bir resul gelmiştir. Sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelir. Sizin üzerinize düşkündür, mü'minlere rauf ve rahim' dir.
[009.129] Eğer onlar yüz çevirirlerse, de ki: «Bana Allah yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Ben O'na tevekkül ettim ve büyük arşın Rabbi O'dur.»
Tevbe s. 128-129. ayetleri bir bütünlük içinde okunduğunda,bu ayetlerin 124. ayetten başlayan bir bağlamı bulunmaktadır. Bu bağlamı dikkate almayarak sadece son iki ayetinin sonradan ilave edildiği düşüncesi tutarlı değildir. Eğer ret edilmesi gerekiyor ise , 124. ayetten başlayan bağlamı ile toptan 6 ayetin hepsinin birden ret edilmesi gerekmektedir. Çünkü son iki ayetin diğer ayetler ile olan bağlamı bulunmakta ve bu bağlam gözetilerek değerlendirme yapılması gerekmektedir.
Kur'an'daki bazı kelimelerin 19 sayısı ve katları ile uyum sağladığı bir gerçektir. Ancak bu gerçeğin Kur'an'ın korunmadığına dair bir düşünce üretmiş olması , olayın bir mucize olmasından çok bir proje olmasını düşündürmektedir. Bir kimse Kur'an'ın tahrif edildiğini direk olarak iddia etmiş olsa , bu iddiası büyük bir tepki toplayarak ret edilirdi . Fakat Samirice diyebileceğimiz bir taktik yapılan bu iddia, bazı Müslümanlar tarafından dahi kabul edilerek, ateşli bir biçimde savunulmaktadır.
Sonuç olarak : "19 Mucizesi" olarak bilinen ve Kur'an'ın bu sayının katları ile korunmuş olduğu iddiası , gerçekte korunmuşluğu ispat etmekten çok , korunMAmışlığı ispat etmeye çalışmak üzere ortaya atılmış bir proje olduğu görülmektedir. Yanlışları bir avuç doğru katarak insanlara empoze etmek , Samiri adlı kişiden miras kalan bir yol olup ,bu yol İslam dünyası içinde bazı kimseler tarafından sıkça kullanılmaktadır.
19 culuk olarak bilinen bu düşünce , böyle bir mirasın devamı olarak kendisini göstermektedir.
Tevbe s. 128 ve 129. ayetlerinin sonradan mushaf'a ilave edilmiş olduğu düşüncesi bu yol ile ispatlanmaya çalışılarak , Kur'an'ın tahrife uğradığı düşüncesi ortaya atılmış ve mushaf'ın tahrife uğramış olduğu düşüncesi kapısı açılarak , büyük bir fitne yayılmaya çalışılmaktadır.
İlgili ayetlerin bağlamı 124. ayetten başlamakta , ve ilave olduğu iddia edilen ayetler bu bağlamın bir parçasıdır.
128. ayet içinde geçen Allah c.c ye ait olan isimlerin Muhammed a.s için kullanıldığı gerekçesi ile, ilave ayet olduğuna dair bir delil olarak sunulması ise, cehalet değil ise tam bir ihanet örneğidir.
İşin daha garibi ise , bu böğüren buzağıya sahip çıkanların , Kur'anı açıp , Esma-ül Hüsna'ya dahil olan bazı isimlerin Allah c.c dışındaki kullanımlarından dahi habersiz olarak bu iddiayı savunmuş olmalarıdır. Kur'anı açıp okudukları takdirde , bu delilin yanlış bir delil olduğunu görecekler , en azından bu ayetlerin sahte !! olduğuna dair olan delillerini bu iddia üzerinden ortaya atmaktan vaz geçeceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
26 Ekim 2016 Çarşamba
Furkan s. 30. Ayeti : Muhammed a.s Kimleri Şikayet Edecek ?
"Resul dedi ki: «Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terk edilmiş olarak edindiler." mealindeki Furkan suresinin 30. ayeti , Kur'an merkezli düşünceye sahip olanların , rivayet merkezli düşünceye sahip olanlara karşı , onların Kur'anı merkeze almamaları nedeni ile, kıyamet günü Muhammed a.s tarafından Allah c.c ye şikayet edileceklerine dair ortaya koydukları bir ayettir.
Kur'an'ın rivayetlerin gerisinde bırakılarak "Mehcur" (terk edilmiş) bir halde bırakılması elbette kabul edilir bir şey değildir ve Kur'anın önüne kişi , kitap ,ideoloji v.s türünden hiç bir şey asla geçirilmemelidir. Kur'anın mehcur bırakılmaması gerektiği noktasındaki düşünceler doğrultusunda sözler söylenirken, delil ortaya konan bazı ayetlerin, yazımıza konu etmeye çalıştığımız Furkan s. 30. ayeti gibi maalesef doğru bir delil olarak görmediğimizi söylemek istiyoruz. şöyle ki :
Furkan suresi 30. ayetinde geçen konuşma, kıyamet sonrası meydana gelecek bir sahneyi anlatmaktadır. Muhammed a.s o sahnede "Kavminin Kur'an'ı mehcur bıraktığını" söylemektedir. Burada dikkat edilmesi gereken "Kavmim" kelimesidir. Muhammed a.s bütün ümmetini değil sadece içinde yaşadığı kavmini şikayet etmektedir. Ümmetini şikayet etmesi gibi bir durum zaten söz konusu olamaz.
Muhammed a.s ın şikayetçi olduğu kimseler , yaşayan bir elçi olarak , yaşadığı zaman ve mekan ile sınırlı olup , vefatı sonrası gelecek olanlar ile ile ilgili olarak herhangi şahitliği olamayacağı için , dolayısı ile şikayetçi de olamayacaktır.
Bu yazıyı yazma amacımız bir kaygımızı dile getirmeye çalışmak amaçlıdır şöyle ki : Muhammed a.s ın kıyamet günündeki şikayeti olan ayetin, bugün Kur'anı terk edenler için delil olarak sunulması , Muhammed a.s ın şahitliğinin kıyamete değin sürüyor olması iddiasını da beraberinde getirecektir. Böyle bir iddianın temelinde rivayet kültürünün ürettiği , onun ölmediği , kıyamete kadar hayatiyetinin devam ederek , ümmeti üzerinde gözcülüğünün devam edeceği düşüncesi yatmaktadır.
Kur'an merkezli düşünce sahipleri olarak , bugün Kur'anı terk edilmiş bırakanlara karşı bu ayeti delil olarak sunmak demek , bir bakıma rivayet kültürünün üretmiş olduğu , Muhammed a.s ın ölmediği düşüncesini kabul etmek anlamına gelecektir.
Bu kaygıya binaen , Kur'an merkezli düşünce sahiplerinin , bugün Kur'anı terk edilmiş bırakan insanlara karşı bu ayeti delil olarak sunmalarının yanlış olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Çünkü Muhammed a.s ın şikayet edeceği kimseler "Kavmim" olarak ifade ettiği insanlar olup , yaşadığı zaman ve mekan içinde muhatap olduğu kimselerdir.
Böyle bir düşünce serdetmiş olmamız , bizim tarihselcilik düşüncesine sahip olup olmadığımız sorusunu akıllara getirebilir. Tarihselcilik veya Evrenselcilik adlı ideolojilerin hiç birinin taraftarı olmadığımızı hatırlattıktan sonra , Kur'anın bazı ayetlerinin doğru anlaşılması ilk önce o ayetlerin tarihsel bağlamının anlaşılmasından geçtiğini söylemek isteriz. Tarihsel bağlamı göz önüne alındıktan sonra o ayetin bize dair bir mesajı olup olmadığı konusu üzerinde konuşulabilir.
Eğer bir ayet bugün bizim için herhangi bir mesaj içermiyor ise , o ayeti evrenselcilik adına illaki bugün içinde geçerli olması gibi zorlama te'vil içine sokmanın gereği de yoktur . Furkan s. 30. ayeti , Muhammed a.s ı yaşadığı hayat içinde muhatap olduğu ve Kur'ana iman etmeyen kişiler hakkında böyle bir şikayette bulunacaktır. Bu ayeti evrenselleştirmek adına, şikayetin tüm zamanlarda yaşayan Kur'anı terk edilmiş bırakanlara dair olacağı düşüncesi başka yanlışları beraberinde getirmesi gibi bir sakınca ortaya çıkardığı için , bu ayetin bugün rivayet kültürünü öncelleyen insanlara karşı bir silah olarak kullanılmasının yanlış bir delillendirme olacağını söylemek istiyoruz.
Sonuç olarak : Muhammed a.s ın kıyamet gününde , kavmini Kur'anı mehcur bıraktığı gerekçesi ile şikayet edeceğini beyan eden Furkan s. 30. ayetinin bugünkü tartışmalarda kullanılması bir takım problemleri beraberinde getirmektedir. Muhammed a.s ın şikayetinin evrensel bir zaman için geçerli olduğunu iddia etmek anlamına gelen bu ayetin bugün kullanılması , Muhammed a.s ın şahitliğinin bizleri de kapsadığını iddia etmek anlamına gelecektir.
Muhammed a.s ın şahitliğinin kıyamete değin olduğu düşüncesi , rivayet kültürünün üretmiş olduğu ve Kur'an'dan onay almayan bir düşüncesi olması nedeniyle , Kur'an merkezli düşünce sahipleri tarafından bu şahitliğin bizler içinde geçerli olduğu düşüncesini taşıması açısından , Furkan s. 30. ayetinin bazı kimselerin elinde silah olarak kullanılması, bu silahın geri teperek sahibini vurması anlamına gelecektir. Bu ayetteki şikayetin bugüne de şamil olduğunu düşünmek Muhammed a.s bizleri de gördüğü , işittiği anlamına gelecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
Kur'an'ın rivayetlerin gerisinde bırakılarak "Mehcur" (terk edilmiş) bir halde bırakılması elbette kabul edilir bir şey değildir ve Kur'anın önüne kişi , kitap ,ideoloji v.s türünden hiç bir şey asla geçirilmemelidir. Kur'anın mehcur bırakılmaması gerektiği noktasındaki düşünceler doğrultusunda sözler söylenirken, delil ortaya konan bazı ayetlerin, yazımıza konu etmeye çalıştığımız Furkan s. 30. ayeti gibi maalesef doğru bir delil olarak görmediğimizi söylemek istiyoruz. şöyle ki :
Furkan suresi 30. ayetinde geçen konuşma, kıyamet sonrası meydana gelecek bir sahneyi anlatmaktadır. Muhammed a.s o sahnede "Kavminin Kur'an'ı mehcur bıraktığını" söylemektedir. Burada dikkat edilmesi gereken "Kavmim" kelimesidir. Muhammed a.s bütün ümmetini değil sadece içinde yaşadığı kavmini şikayet etmektedir. Ümmetini şikayet etmesi gibi bir durum zaten söz konusu olamaz.
Muhammed a.s ın şikayetçi olduğu kimseler , yaşayan bir elçi olarak , yaşadığı zaman ve mekan ile sınırlı olup , vefatı sonrası gelecek olanlar ile ile ilgili olarak herhangi şahitliği olamayacağı için , dolayısı ile şikayetçi de olamayacaktır.
Bu yazıyı yazma amacımız bir kaygımızı dile getirmeye çalışmak amaçlıdır şöyle ki : Muhammed a.s ın kıyamet günündeki şikayeti olan ayetin, bugün Kur'anı terk edenler için delil olarak sunulması , Muhammed a.s ın şahitliğinin kıyamete değin sürüyor olması iddiasını da beraberinde getirecektir. Böyle bir iddianın temelinde rivayet kültürünün ürettiği , onun ölmediği , kıyamete kadar hayatiyetinin devam ederek , ümmeti üzerinde gözcülüğünün devam edeceği düşüncesi yatmaktadır.
Kur'an merkezli düşünce sahipleri olarak , bugün Kur'anı terk edilmiş bırakanlara karşı bu ayeti delil olarak sunmak demek , bir bakıma rivayet kültürünün üretmiş olduğu , Muhammed a.s ın ölmediği düşüncesini kabul etmek anlamına gelecektir.
Bu kaygıya binaen , Kur'an merkezli düşünce sahiplerinin , bugün Kur'anı terk edilmiş bırakan insanlara karşı bu ayeti delil olarak sunmalarının yanlış olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Çünkü Muhammed a.s ın şikayet edeceği kimseler "Kavmim" olarak ifade ettiği insanlar olup , yaşadığı zaman ve mekan içinde muhatap olduğu kimselerdir.
Böyle bir düşünce serdetmiş olmamız , bizim tarihselcilik düşüncesine sahip olup olmadığımız sorusunu akıllara getirebilir. Tarihselcilik veya Evrenselcilik adlı ideolojilerin hiç birinin taraftarı olmadığımızı hatırlattıktan sonra , Kur'anın bazı ayetlerinin doğru anlaşılması ilk önce o ayetlerin tarihsel bağlamının anlaşılmasından geçtiğini söylemek isteriz. Tarihsel bağlamı göz önüne alındıktan sonra o ayetin bize dair bir mesajı olup olmadığı konusu üzerinde konuşulabilir.
Eğer bir ayet bugün bizim için herhangi bir mesaj içermiyor ise , o ayeti evrenselcilik adına illaki bugün içinde geçerli olması gibi zorlama te'vil içine sokmanın gereği de yoktur . Furkan s. 30. ayeti , Muhammed a.s ı yaşadığı hayat içinde muhatap olduğu ve Kur'ana iman etmeyen kişiler hakkında böyle bir şikayette bulunacaktır. Bu ayeti evrenselleştirmek adına, şikayetin tüm zamanlarda yaşayan Kur'anı terk edilmiş bırakanlara dair olacağı düşüncesi başka yanlışları beraberinde getirmesi gibi bir sakınca ortaya çıkardığı için , bu ayetin bugün rivayet kültürünü öncelleyen insanlara karşı bir silah olarak kullanılmasının yanlış bir delillendirme olacağını söylemek istiyoruz.
Sonuç olarak : Muhammed a.s ın kıyamet gününde , kavmini Kur'anı mehcur bıraktığı gerekçesi ile şikayet edeceğini beyan eden Furkan s. 30. ayetinin bugünkü tartışmalarda kullanılması bir takım problemleri beraberinde getirmektedir. Muhammed a.s ın şikayetinin evrensel bir zaman için geçerli olduğunu iddia etmek anlamına gelen bu ayetin bugün kullanılması , Muhammed a.s ın şahitliğinin bizleri de kapsadığını iddia etmek anlamına gelecektir.
Muhammed a.s ın şahitliğinin kıyamete değin olduğu düşüncesi , rivayet kültürünün üretmiş olduğu ve Kur'an'dan onay almayan bir düşüncesi olması nedeniyle , Kur'an merkezli düşünce sahipleri tarafından bu şahitliğin bizler içinde geçerli olduğu düşüncesini taşıması açısından , Furkan s. 30. ayetinin bazı kimselerin elinde silah olarak kullanılması, bu silahın geri teperek sahibini vurması anlamına gelecektir. Bu ayetteki şikayetin bugüne de şamil olduğunu düşünmek Muhammed a.s bizleri de gördüğü , işittiği anlamına gelecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
25 Ekim 2016 Salı
SALATI iKAME ETMEK : Dünyanın Kurtuluşunun Reçetesi
Yaşadığımız dünyadaki insanların içinde bulunduğu ekonomik ,sosyal ve siyasal v.s bakımdan yaşamış oldukları sıkıntılı durumları hastalık olarak niteleyecek olursak , bu hastalığın reçetesi , kendisinden "Şifa" olarak bahsedilen Kur'an içinde mevcuttur. Ancak bu kitabın şifa olabilmesi , bu kitabı elinde bulunduranların , dünya üzerinde yaşayan insanların, bu gibi sorunlarını bilmesi , farkında olması ve bu sorunların çaresinin bu kitap içinde olduğu bilincine sahip olmasından geçmektedir. Sorunların farkında olmayan insanların , sorunlara çözüm araması gibi bir dertlerinin olamayacağı da muhakkaktır.
Ne acıdır ki , kendisini Kur'ana iman edenler olarak niteleyen insanların büyük çoğunluğu , ellerindekinin reçete olmasını, sadece o reçeteyi okumak olarak anladıkları için , hastalıkların çaresinin bazı ayetlerin hasta olanların üzerine okumak ile Kur'an'ın şifa olacağını ummaktadırlar. Sorunlara çözüm olmak şöyle dursun , çözüm üretmesi gereken bir topluluk olarak biz Müslümanların büyük çoğunluğu , din adına sahip olduğumuz bilgi ve düşünceler ile sorunun ta kendisi durumundayız.
Bugün dünyanın içinde bulunduğu her türlü bunalımın çaresi bu kitap içinde mevcut bulunmasına rağmen , "İnsanlar içinde çıkarılmış en hayırlı ümmet" (3.110) olarak , "İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak" ile görevli olan bizlerin omuzlarındaki yükün ağırlığı maalesef farkına varılmamakta , Kur'an denildiği zaman bir çoğumuzun aklına , Arapça metninin okunarak sevap kazanılacağı , abdestsiz el sürülemeyeceği , anladığımız dilden okumanın insanı saptıracağı gibi sapkın düşünceler ile aşılması güç duvarlar örülmüş bir kitap gelmektedir.
Biz Müslümanların önce kendimizin elinde olanın değerini anlamamız ve içindeki muhteviyatın , dünya gerçekleri ile olan ilişkisini kurarak , önce kendimizi yenilemek , sonra dünyayı yenilemek hareketi içinde girme zorunluluğumuz vardır. Kendimizi yenilemenin ilk basamağı , kitap içinde bir çok yerde geçen "Salatı ikame etmek" emrinin, önce ne anlama geldiğini öğrenmek , sonra bu anlamı hayata geçirmek mecburiyetindeyiz. Salatın dosdoğru ikame edildiği bir dünyada , şu anda yaşanan sıkıntıların yok denecek düzeye inmemesi mümkün değildir.
Salatı ikame etmenin ilk basamağı , Kur'an'da bu deyimin geçtiği ayetlerin çevirisinde yapılan yanlışın ortadan kaldırılması ile olması gerekmektedir. Salat , Kur'an'ın en önemli kavramı olmasına karşın , sadece namaza indirgenerek anlam buharlaştırılmasına uğramış bir kavramdır. Bu kavramı en geniş anlamı ile "KULLLARIN YAŞADIKLARI HAYAT İÇİNDEKİ SORUMLULUKLARINI YERİNE GETİRMESİ" olarak tarif ettiğimiz zaman , bu kavram belirli zaman ve mekana hapsedilmiş dar bir anlamdan kurtularak geniş bir anlama kavuşacaktır.
Elimizdeki Kur'an meallerinin büyük çoğunluğunda bu kelime "Namazı dosdoğru kılmak" olarak çevrilmiş , bu emirden kast edilen şeyin ise namazın şeklinin dosdoğru olması anlaşılarak , ciltlerce ilmihal kitapları yazılmıştır. Halbuki salatın sadece namaza indirgenmeyerek , daha geniş bir anlama sahip olduğu , bu anlamın ise insan olarak yapmamız gereken tüm vazifeler olduğu öğretilmiş olsaydı , bugün Müslümanların ve diğer dünya insanlarının bu zelil durum içinde olmaları mümkün değildi.
Din denildiği zaman , bir çok kimsenin aklına, tapınaklarda icra edilen bir takım ritüeller , din adamları denilen ve insanların dini onlardan öğrenmeleri gereken bir sınıf gelmektedir. Halbuki din denildiği zaman , Kur'an'da "İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak" şeklinde özetlenen fiiller gelmiş olsaydı , bu din ne tapınaklara sıkışmış ne de din adamlarının elinde oyuncak haline gelmiş bir sömürü aracı olmaya mahkum kalmazdı.
Kur'an yaşanan hayatlardan örnekler vererek yaşanacak olan hayatlara ve o hayatları yaşayan insanlara öğütler veren bir kitaptır. Bu gerçek maalesef algılanamadığı için , bu kitap sadece, dokunulmazlığa sahip bir "Kutsal Kitap" , herkesin anlayamayacağı , bazılarının anlatması ile anlaşılabilen bir kitap olarak muamele görmekte, ve hayatın gerçeklerine dair bir şeyler söylemiş olabileceği akla dahi gelmemektedir.
Dini özel kişilerin elinde bırakılması gereken teolojik bilgiler yığını olarak gören kesimler ile, dinin kendi ellerinde olmasını isteyen din adamları sınıfı var oldukça , orta çağ Avrupası'nda yaşanan ilkelliklerin bir benzeri İslam dünyasında yaşanmaya devam edecektir. Ayakkabısını bağlamaya hangi ayaktan başlanması gerektiğini soracak kadar cahil insanlar, bu sorulara cevap vermek için vaktini harcayan hocalar bu topraklarda var oldukça , insanlık bırakın düze çıkmayı , daha dibe doğru batacaktır.
Din adamları denen sınıf , binlerce yıldır hayatiyetini her dinin içinde bulunmak sureti ile, dünya yüzünde sürdürmektedir. Bu sınıf İslam dünyası içinde de bulunmakta , mutlu ve mesut bir halde, insanlar üzerindeki karizmatik yapılarını sürdürerek , onlar üzerinde maddi ve manevi faydalar elde etmeye devam etmekte , bir çok Müslüman ise kendilerini bu sınıfa mahkum olarak görerek, onların tahtlarını daha da sağlamlaştırmaktadırlar.
Bu sınıfın İslam dünyası içindeki yeri, diğer dinlerdeki din adamları sınıfından geri değildir. Özellikle tarikat yapılanmaları biçiminde kendisini gösteren oluşumlarla güçlenen bu sınıfın hegemonyası , insan üstülük yalanları ile daha da güçlenmiştir. Din büyükleri olarak bilinen bu kişilerin menkıbeleri , sohbetlerin ana konusu olup , dinin esas konuşulması gereken konuları gündeme bile getirilmeden hikaye , menkıbe ve masallarla insanlar uyutulmaktadır.
İslam dünyasının artık üzerindeki ölü toprağını atarak salatın ikamesinin gereklerini yerine getirmesi gerekmekte , İslamın da dünyanın gidişatına dair söyleyecekleri olduğunu öğrenmelidirler.
İnsanlara faydalı olmak , kimsenin hakkını gasp etmemek , yetim hakkı yememek , kimsenin can , mal , ırz ve namusuna göz dikmemek gibi insanlığa ait bütün artı değerleri yerine getirmek salatın ikamesi anlamına gelecektir. Bugün insanlığın içinde bulunduğu sıkıntıların kaynağı salatın zayi edilmesi sonucu ikame edilmemesinden kaynaklanmaktadır.
Hac s. 78. ayeti bizi bize tanıtan , ne olduğumuzu ve ne olmamız gerektiği öğreten , bize yol haritamızı gösteren bir ayetlerden bir tanesidir.
[022.078] Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim'in dininde (de böyleydi). Resul'un size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size «müslümanlar» adını verdi. Öyle ise salatı ikame edin; zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!
Din hususunda üzerimize hiç bir zorluk yüklemeyen Allah c.c ye karşı , Allah c.c adına konuştuğunu iddia eden din adamları , insanlara Müslüman olmak adına yüklediği zorluklar ile bu dini yaşanmaz hale getirmişlerdir.
Resul'ün şahitliğine yani onun dini yaşama örneğine baktığımızda , bugün din adamları sınıfının insanlara anlattığı din ile alakası olduğunu söylemek mümkün değildir. Resul'ün şahitliğini yaptığı din'de , zulme ve küfre karşı çıkmak , Allah c.c nin dışında hiç bir yaşam kuralı koyucusu tanımamak , haksız yere hiç bir cana kast etmemek , kimsenin ırz , namus ve malına göz koymamak, infak ,sadak , zekat gibi sosyal yardım kurumları gibi insan olmanın gereklerini yerine getirmek varken , din adamlarının dinin'de o peygamberin mucizeleri , menkıbeleri , sidiğinin , tükürüğünün şifa olduğu , Allah c.c ile ortak bir ilahlığı gibi yalan ve iftiralar bulunmaktadır.
Elçilerin tamamı , yerleşik sistem içindeki yanlışlara canları pahasına karşı çıkarak , cehennem ateşinden kurtulmak için , dünyada ateşlere atılmayı göze alırken , din adamları sınıfı yerleşik sistemler ile kol kola girerek, o sistemlerin ayakta kalması için her türlü fetvayı verebilecek , onlarla müdahene içine giren bir din anlayışını insanlara empoze ederek , dünya hayatlarında maddi ve manevi yönden inanılmaz bir güce sahip olmaktadırlar.
Bizler insanlara olan şahitliğimizi din adamları tarafından anlatılan sahte din ile değil , elçiler tarafından YAŞANAN ve ÖĞRETİLEN gerçek ile yapmak zorundayız. Elçilerin yaşadıkları ve öğrettikleri din'in özeti "Salatı ikame" deyimi içinde mevcuttur. Salatı ikame etmenin ne demek olduğu olayı sadece namaza indirgemiş (namazı ret ettiğimiz anlaşılmasın), meal veya hocalardan değil , elçilerin yaşantısının örneklerinin anlatıldığı kitabın içinden öğrenilecektir.
Musa a.s salatını , Firavuna karşı çıkmakla , İbrahim a.s salatını kavminin putlarını kırmakla , Şuayb a.s salatını ölçü ve tartıda haksızlığa karşı çıkmakla , Lut a.s salatını kavminin ahlaksızlığına karşı çıkmakla , Muhammed a.s salatını Mekke kodamanlarına karşı çıkmakla , hasılı bütün elçiler yaşadıkları toplum içindeki yanlışlara müdahele ederek, doğruları ikame etmeye çalışmak ile şahitliklerini yerine getirmişler , bizlere de şahitliğimizi nasıl yapmamız gerektiğini öğretmiştir.
Şair Sezai Karakoç'un dizelerinde yer aldığı gibi , bize mermer putların nasıl kırılacağını öğreten atamız İbrahim'in şahitliğini, yeşil sarıklı ulu hocalar öğretmeyerek , bizleri mermer putlar önünde secde etmenin cevazına dair fetvalarla şirklerine ortak etmişlerdir.
Sonuç olarak : Salatı ikame etmek , insan olarak gerekli olan bütün artı değerleri bünyesinde barındıran bir emirdir. Allah c.c bizleri "Hayırlı ümmet" olarak vasıflandırarak , insanlar arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğine dair bilgileri elçileri aracılığı öğretmiş , bizlere düşen elçilerin örnekliğinde bu şahitliği devam ettirmektir.
Dünyanın içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtuluş , zayi edilen salatın yeniden ayağa kaldırılması ile gerçekleşecektir. Ancak bu durumun gerçekleşmesi için , önce Müslümanların salatın anlamını doğru öğrenmeleri , bundan sonra bu anlamı hayatlarına ikame etmeleri ile mümkün olacaktır.
Teklif ettiğimiz yöntemin gerçekleşmesinin uzun bir süreç gerektirdiğini bilmekteyiz. Ancak kafirlerin bile yüzlerce yıl sonrası için planları bugünden yapmaları , insanlık için ortaya konulan projelerin kısa sürede gerçekleşmeyeceğini bildikleri içindir. Bizler de , insanlık adına yapmamız gereken şahitliği yerine getirebilmemiz için, zayi edilen salatın yeniden ayağa kalkması ve uzun bir sürenin geçmesi gerekiğini bilmekteyiz.
Teklif ettiğimiz şeyin örneğinin daha temeli bile atılmamış , fakat yapılması gereken yüzlerce katlı bir bina örneği gibi olduğunu bilmekteyiz. Bizler şu anda böyle bir binanın yapılması gerektiği düşünerek , sonraki gelecek olanlara binanın temelini atmak , daha sonrakilere ise birer tuğla koyarak binayı yükseltmek düşmektedir.
Herkes yaşadığı zaman içinde şahitliğinin gereğini hakkı ile yerine getirecek olduğu takdirde , dünyanın beklediği gerçek kurtuluş İslam ile gerçekleşecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
Ne acıdır ki , kendisini Kur'ana iman edenler olarak niteleyen insanların büyük çoğunluğu , ellerindekinin reçete olmasını, sadece o reçeteyi okumak olarak anladıkları için , hastalıkların çaresinin bazı ayetlerin hasta olanların üzerine okumak ile Kur'an'ın şifa olacağını ummaktadırlar. Sorunlara çözüm olmak şöyle dursun , çözüm üretmesi gereken bir topluluk olarak biz Müslümanların büyük çoğunluğu , din adına sahip olduğumuz bilgi ve düşünceler ile sorunun ta kendisi durumundayız.
Bugün dünyanın içinde bulunduğu her türlü bunalımın çaresi bu kitap içinde mevcut bulunmasına rağmen , "İnsanlar içinde çıkarılmış en hayırlı ümmet" (3.110) olarak , "İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak" ile görevli olan bizlerin omuzlarındaki yükün ağırlığı maalesef farkına varılmamakta , Kur'an denildiği zaman bir çoğumuzun aklına , Arapça metninin okunarak sevap kazanılacağı , abdestsiz el sürülemeyeceği , anladığımız dilden okumanın insanı saptıracağı gibi sapkın düşünceler ile aşılması güç duvarlar örülmüş bir kitap gelmektedir.
Biz Müslümanların önce kendimizin elinde olanın değerini anlamamız ve içindeki muhteviyatın , dünya gerçekleri ile olan ilişkisini kurarak , önce kendimizi yenilemek , sonra dünyayı yenilemek hareketi içinde girme zorunluluğumuz vardır. Kendimizi yenilemenin ilk basamağı , kitap içinde bir çok yerde geçen "Salatı ikame etmek" emrinin, önce ne anlama geldiğini öğrenmek , sonra bu anlamı hayata geçirmek mecburiyetindeyiz. Salatın dosdoğru ikame edildiği bir dünyada , şu anda yaşanan sıkıntıların yok denecek düzeye inmemesi mümkün değildir.
Salatı ikame etmenin ilk basamağı , Kur'an'da bu deyimin geçtiği ayetlerin çevirisinde yapılan yanlışın ortadan kaldırılması ile olması gerekmektedir. Salat , Kur'an'ın en önemli kavramı olmasına karşın , sadece namaza indirgenerek anlam buharlaştırılmasına uğramış bir kavramdır. Bu kavramı en geniş anlamı ile "KULLLARIN YAŞADIKLARI HAYAT İÇİNDEKİ SORUMLULUKLARINI YERİNE GETİRMESİ" olarak tarif ettiğimiz zaman , bu kavram belirli zaman ve mekana hapsedilmiş dar bir anlamdan kurtularak geniş bir anlama kavuşacaktır.
Elimizdeki Kur'an meallerinin büyük çoğunluğunda bu kelime "Namazı dosdoğru kılmak" olarak çevrilmiş , bu emirden kast edilen şeyin ise namazın şeklinin dosdoğru olması anlaşılarak , ciltlerce ilmihal kitapları yazılmıştır. Halbuki salatın sadece namaza indirgenmeyerek , daha geniş bir anlama sahip olduğu , bu anlamın ise insan olarak yapmamız gereken tüm vazifeler olduğu öğretilmiş olsaydı , bugün Müslümanların ve diğer dünya insanlarının bu zelil durum içinde olmaları mümkün değildi.
Din denildiği zaman , bir çok kimsenin aklına, tapınaklarda icra edilen bir takım ritüeller , din adamları denilen ve insanların dini onlardan öğrenmeleri gereken bir sınıf gelmektedir. Halbuki din denildiği zaman , Kur'an'da "İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak" şeklinde özetlenen fiiller gelmiş olsaydı , bu din ne tapınaklara sıkışmış ne de din adamlarının elinde oyuncak haline gelmiş bir sömürü aracı olmaya mahkum kalmazdı.
Kur'an yaşanan hayatlardan örnekler vererek yaşanacak olan hayatlara ve o hayatları yaşayan insanlara öğütler veren bir kitaptır. Bu gerçek maalesef algılanamadığı için , bu kitap sadece, dokunulmazlığa sahip bir "Kutsal Kitap" , herkesin anlayamayacağı , bazılarının anlatması ile anlaşılabilen bir kitap olarak muamele görmekte, ve hayatın gerçeklerine dair bir şeyler söylemiş olabileceği akla dahi gelmemektedir.
Dini özel kişilerin elinde bırakılması gereken teolojik bilgiler yığını olarak gören kesimler ile, dinin kendi ellerinde olmasını isteyen din adamları sınıfı var oldukça , orta çağ Avrupası'nda yaşanan ilkelliklerin bir benzeri İslam dünyasında yaşanmaya devam edecektir. Ayakkabısını bağlamaya hangi ayaktan başlanması gerektiğini soracak kadar cahil insanlar, bu sorulara cevap vermek için vaktini harcayan hocalar bu topraklarda var oldukça , insanlık bırakın düze çıkmayı , daha dibe doğru batacaktır.
Din adamları denen sınıf , binlerce yıldır hayatiyetini her dinin içinde bulunmak sureti ile, dünya yüzünde sürdürmektedir. Bu sınıf İslam dünyası içinde de bulunmakta , mutlu ve mesut bir halde, insanlar üzerindeki karizmatik yapılarını sürdürerek , onlar üzerinde maddi ve manevi faydalar elde etmeye devam etmekte , bir çok Müslüman ise kendilerini bu sınıfa mahkum olarak görerek, onların tahtlarını daha da sağlamlaştırmaktadırlar.
Bu sınıfın İslam dünyası içindeki yeri, diğer dinlerdeki din adamları sınıfından geri değildir. Özellikle tarikat yapılanmaları biçiminde kendisini gösteren oluşumlarla güçlenen bu sınıfın hegemonyası , insan üstülük yalanları ile daha da güçlenmiştir. Din büyükleri olarak bilinen bu kişilerin menkıbeleri , sohbetlerin ana konusu olup , dinin esas konuşulması gereken konuları gündeme bile getirilmeden hikaye , menkıbe ve masallarla insanlar uyutulmaktadır.
İslam dünyasının artık üzerindeki ölü toprağını atarak salatın ikamesinin gereklerini yerine getirmesi gerekmekte , İslamın da dünyanın gidişatına dair söyleyecekleri olduğunu öğrenmelidirler.
İnsanlara faydalı olmak , kimsenin hakkını gasp etmemek , yetim hakkı yememek , kimsenin can , mal , ırz ve namusuna göz dikmemek gibi insanlığa ait bütün artı değerleri yerine getirmek salatın ikamesi anlamına gelecektir. Bugün insanlığın içinde bulunduğu sıkıntıların kaynağı salatın zayi edilmesi sonucu ikame edilmemesinden kaynaklanmaktadır.
Hac s. 78. ayeti bizi bize tanıtan , ne olduğumuzu ve ne olmamız gerektiği öğreten , bize yol haritamızı gösteren bir ayetlerden bir tanesidir.
[022.078] Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim'in dininde (de böyleydi). Resul'un size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size «müslümanlar» adını verdi. Öyle ise salatı ikame edin; zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!
Din hususunda üzerimize hiç bir zorluk yüklemeyen Allah c.c ye karşı , Allah c.c adına konuştuğunu iddia eden din adamları , insanlara Müslüman olmak adına yüklediği zorluklar ile bu dini yaşanmaz hale getirmişlerdir.
Resul'ün şahitliğine yani onun dini yaşama örneğine baktığımızda , bugün din adamları sınıfının insanlara anlattığı din ile alakası olduğunu söylemek mümkün değildir. Resul'ün şahitliğini yaptığı din'de , zulme ve küfre karşı çıkmak , Allah c.c nin dışında hiç bir yaşam kuralı koyucusu tanımamak , haksız yere hiç bir cana kast etmemek , kimsenin ırz , namus ve malına göz koymamak, infak ,sadak , zekat gibi sosyal yardım kurumları gibi insan olmanın gereklerini yerine getirmek varken , din adamlarının dinin'de o peygamberin mucizeleri , menkıbeleri , sidiğinin , tükürüğünün şifa olduğu , Allah c.c ile ortak bir ilahlığı gibi yalan ve iftiralar bulunmaktadır.
Elçilerin tamamı , yerleşik sistem içindeki yanlışlara canları pahasına karşı çıkarak , cehennem ateşinden kurtulmak için , dünyada ateşlere atılmayı göze alırken , din adamları sınıfı yerleşik sistemler ile kol kola girerek, o sistemlerin ayakta kalması için her türlü fetvayı verebilecek , onlarla müdahene içine giren bir din anlayışını insanlara empoze ederek , dünya hayatlarında maddi ve manevi yönden inanılmaz bir güce sahip olmaktadırlar.
Bizler insanlara olan şahitliğimizi din adamları tarafından anlatılan sahte din ile değil , elçiler tarafından YAŞANAN ve ÖĞRETİLEN gerçek ile yapmak zorundayız. Elçilerin yaşadıkları ve öğrettikleri din'in özeti "Salatı ikame" deyimi içinde mevcuttur. Salatı ikame etmenin ne demek olduğu olayı sadece namaza indirgemiş (namazı ret ettiğimiz anlaşılmasın), meal veya hocalardan değil , elçilerin yaşantısının örneklerinin anlatıldığı kitabın içinden öğrenilecektir.
Musa a.s salatını , Firavuna karşı çıkmakla , İbrahim a.s salatını kavminin putlarını kırmakla , Şuayb a.s salatını ölçü ve tartıda haksızlığa karşı çıkmakla , Lut a.s salatını kavminin ahlaksızlığına karşı çıkmakla , Muhammed a.s salatını Mekke kodamanlarına karşı çıkmakla , hasılı bütün elçiler yaşadıkları toplum içindeki yanlışlara müdahele ederek, doğruları ikame etmeye çalışmak ile şahitliklerini yerine getirmişler , bizlere de şahitliğimizi nasıl yapmamız gerektiğini öğretmiştir.
Şair Sezai Karakoç'un dizelerinde yer aldığı gibi , bize mermer putların nasıl kırılacağını öğreten atamız İbrahim'in şahitliğini, yeşil sarıklı ulu hocalar öğretmeyerek , bizleri mermer putlar önünde secde etmenin cevazına dair fetvalarla şirklerine ortak etmişlerdir.
Sonuç olarak : Salatı ikame etmek , insan olarak gerekli olan bütün artı değerleri bünyesinde barındıran bir emirdir. Allah c.c bizleri "Hayırlı ümmet" olarak vasıflandırarak , insanlar arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğine dair bilgileri elçileri aracılığı öğretmiş , bizlere düşen elçilerin örnekliğinde bu şahitliği devam ettirmektir.
Dünyanın içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtuluş , zayi edilen salatın yeniden ayağa kaldırılması ile gerçekleşecektir. Ancak bu durumun gerçekleşmesi için , önce Müslümanların salatın anlamını doğru öğrenmeleri , bundan sonra bu anlamı hayatlarına ikame etmeleri ile mümkün olacaktır.
Teklif ettiğimiz yöntemin gerçekleşmesinin uzun bir süreç gerektirdiğini bilmekteyiz. Ancak kafirlerin bile yüzlerce yıl sonrası için planları bugünden yapmaları , insanlık için ortaya konulan projelerin kısa sürede gerçekleşmeyeceğini bildikleri içindir. Bizler de , insanlık adına yapmamız gereken şahitliği yerine getirebilmemiz için, zayi edilen salatın yeniden ayağa kalkması ve uzun bir sürenin geçmesi gerekiğini bilmekteyiz.
Teklif ettiğimiz şeyin örneğinin daha temeli bile atılmamış , fakat yapılması gereken yüzlerce katlı bir bina örneği gibi olduğunu bilmekteyiz. Bizler şu anda böyle bir binanın yapılması gerektiği düşünerek , sonraki gelecek olanlara binanın temelini atmak , daha sonrakilere ise birer tuğla koyarak binayı yükseltmek düşmektedir.
Herkes yaşadığı zaman içinde şahitliğinin gereğini hakkı ile yerine getirecek olduğu takdirde , dünyanın beklediği gerçek kurtuluş İslam ile gerçekleşecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
24 Ekim 2016 Pazartesi
Kur'an'da Namazın Kendisini ve Şeklini Aramak
"Kur'an'da namazı aramak" şeklindeki söylem , son yıllarda Kur'an'ın halk arasında daha fazla yaygınlaşması sonucunda ortaya çıkan "Kur'an Merkezli Din" anlayışının ortaya çıkardığı , rivayetlerin örttüğü din algısından kurtulmak isteyenlerin dilinde gezen bir söylemdir.
Bu söylem ağırlıklı olarak Kur'an merkezli din anlayışına sahip olan 2 farklı gurubun söylemi olarak karşımıza çıkmaktadır.
1- Kur'ana iman ettiğini söyleyen fakat namazın, bu kitap içinde abdestin tarif edildiği gibi edilmediğini delil olarak sunarak, böyle bir ibadetin olmadığını, hatta eda etmenin dahi , şirk olduğunu söyleyenler.
2- Namazın Kur'an'da olduğunu kabul eden , fakat şekli olarak bu ibadetin Kur'ana göre yeniden şekillenmesi gerektiğini düşünerek, namazların vakit ve rekatları konusunda düzenleme yapmaya çalışanlar.
Salat kavramının namazı da içine alan geniş bir anlamı olduğunu unutmamakla beraber , yazının çerçevesi salat kavramı değil , namaz hakkında farkı düşüncelere sahip olan 2 gurubun düşüncelerini değerlendirmek ile sınırlı olacaktır.
Kur'an'da namazın kendisini arayan , fakat bulamadıklarını söyledikleri için bu ibadeti eda etmediklerini , hatta bu ibadeti eda etmenin şirk , eda edenlerin ise müşrik olduğunu iddia edenlerin hataya düştükleri nokta şurasıdır:
Bir kimseye yapması gereken bir işin tarifi , eğer o işi daha önce hiç yapmamış , o iş ile ilgili olarak hiç bir şey görmemiş , okumamış , duymamış ise yapılır. Daha önce o konuda ön bilgisi olan bir kimseye , yapacağı işi yeniden tarif etmenin bir gereği yoktur. Bu kişi eğer bildiği işte bir eksikliği veya yanlışlığı varsa o eksiklik veya yanlışlık nerede yapılıyor ise, hatırlatılarak o yanlışı ve eksiği giderilmeye çalışılır.
Kur'an'da "Salat" adı ile , bizim dilimizde ise "Namaz" olarak bilinen şekilsel ibadet, ilk defa Kur'an ile hayat sahasına çıkarılmış ve emredilmiş bir ibadet değildir. Bu ibadet ne sadece Arapların , ne de sadece belirli bir ırk'ın ibadeti değil , binlerce yıllık insanlık tarihinin kadim bir ibadetidir.
Namaz kelimesinin Türkçe değil , farsça olduğu ve bu kelimenin "Ateş önünde eğilmek" anlamından dolayı, yapılan eylemin şirk olduğu , Kur'an'da namazı bulamadıklarını iddia edenlerin bir iddiasıdır. "Şöför" kelimesi , dilimize Fransızcadan geçmiş olduğu halde bu kelimeyi kimse inkar etmemekte , daha bir çok kelime yabancı dillerden dilimize geçmiş olduğu halde kullanmaya devam etmekteyiz. Kelimelerin nereden geldiği değil , duyulduğu anda zihinde neyi çağrıştırdığı önemlidir.
Namaz kelimesinin farsçadan dilimize geçmiş olması , bu ibadetin aslında kadim bir ibadet olduğunun göstergesidir. Farsların ateş önünde yaptıkları ritüelin adına "Namaste" demiş olmaları bu ibadetin insanlığın ortak hafızasının bir ürünü olduğunu göstermektedir. Bir ibadetin ateş önünde yapılmasından , o ibadetin ilk ihdas edildiği andan beri ateş önünde yapıldığını anlamak değil, sonradan aslı bozularak ateşin önünde yapılmaya başlanmış bir ibadet olarak anlamak gerektiğini düşünüyoruz.
Namaz ibadetin kadimliği , namazı şirk olarak görenlerin sundukları delillerden bir tanesi de, binlerce yıl öncesi yapılmış olan, namaz kılan insan heykel ve figürlerinin olduğu arkeolojik bulgulardır. Namaz ibadetini ret edenlerin , bu redlerinin kaynağı olarak gösterdiği arkeolojik bulgular , aslında namazın kadim bir ibadet olduğunun en büyük delilidir. Bu kimseler, arkeolojik bulguları delil olarak göstermek sureti ile namazı yok saymakla büyük bir hata yaparak, kendi delilleri ile kendileri kapana sıkışmakta ve, kurşunu karşı tarafa değil , kendi ayaklarına sıkmaktadırlar.
Kadim bir ibadet olması nedeniyle namaz, Kur'an öncesi bilinen ve uygulanan bir ibadet şekli olarak Mekke müşriklerinin de uyguladıkları bir ibadet şekli idi. Kur'an bundan dolayı bu ibadetin şeklini şemalini tarif etmek yerine , uygulamadaki yanlışların üzerinde durmuştur.
Uygulamadaki yanlışlıklar elbette şekli yanlışlıklar değil , bu namazın ifade ettiği yerine getirilmesi gerekli olan kulluk görevi anlamındaki yanlışlıklar idi . Kıyam - Rüku - Secde'den ibaret olan ve insanların "İlah" olarak tanımladıkları, her ne veya kim olursa olsun , onu ilah olarak kabullerinin şekli bir ifadesinin bir gösterisi olan Arapça ismi salat , dilimizdeki ismi namaz olarak bilinen ibadet , Mekkelilerin ilah olarak bildikleri Allah c.c dışındaki putlara has kılındığı için doğru bir şekil, fakat yanlış bir uygulama olarak ifa edilmekte idi.
Kur'an , doğru bir şekil, fakat yanlış bir uygulaması olan bu ibadeti, asli boyutuna çekmek amacı ile gelmiş, ve bir çok ayet , müşriklerin salat hakkındaki yanlış uygulamalarını eleştirmek ve doğruyu ikame etmek üzere inmiştir. Namaz, elbette sadece şekillerini uygulamak ile ifa edilen bir ibadet değildir. Namaz ,kulluğun kime yapıldığının bir dışa vurumu olan sonuçtur. İlah olarak tanınanlara karşı yapılan bu tazim gösterisi maalesef Müslüman hayatında sadece şekle indirilerek asli boyutundan uzaklaşmış bir hale , yani Mekke dönemi Kur'an öncesi durumuna düşmüştür.
Günümüzde bir çok Müslüman, namazı sadece şekli olarak eda etmekte , gerçekte ise Allah c.c dışında bir çok ilahlar edinerek , Allah c.c nin hayat içinde yaşam kuralı koyma yetkisini başkalarına vermiştir.
Yani namaz, ilah olarak kim tanınıyor ise , o tanımanın bir sonucu olarak yapılan bir ibadet şekli olup , namazın Kur'anda olmadığını iddia edenlerin delil olarak sundukları, binlerce yıl öncesi yapılmış olan heykel ve figürlerdeki rüku veya secde eden insanların putlara secde veya rüku etmelerine dayanarak , "Namaz bir müşrik ibadetidir"şeklindeki söylem çok yanlış olup , o heykel ve figürler , zaman içinde salatın asli boyutu olan, sadece Allah'a has kılınmasını bırakarak , tıpkı Mekke müşriklerinde olduğu gibi putları ilah olarak tanıyarak , salatlarını onlara has kılan insanların yaptıkları heykel ve figürlerdir.
Bu heykel ve figürler veya farsların ateş önündeki tapınmaları ,aslında namazın, insanlığın kadim bir ibadeti olduğuna dair bir delil olarak görülmesi ve asıl olan, namazın Allah c.c yi ilah olarak tanımak, ve ona has kılınması olduğunun bilincinde bir düşünceye sahip olunması gerektirirken , Kur'anın insanlık geçmişini dikkate alan bir arka planı olduğunun unutularak okunması sonucu , geçmişteki harici zihniyeti yeniden hortlamış , kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak tanımlayan bazı gurupların içinde yeniden neşvünema bularak , doğruları yanlış , yanlışları doğru görmek sureti ile kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir etmekten çekinmeyen bir cahil cesareti içine düşmüşlerdir.
Bu kimseler Kur'anı bir ilmihal kitabı olarak görerek , kılacakları namazın en ince ayrıntılarına kadar içinde yazması gerektiği gibi istek içindedirler. Bunları Kur'an içinde bulamadıkları için "Madem yazmıyor öyleyse yoktur" şeklinde bir mantıkla yaklaşarak binlerce yıllık gerçeği bir kalemde silebilmektedirler.
Kur'an namazın bilinmediği değil , yanlış olarak icra edildiği bir topluma inmiş olması nedeniyle , doğrulara dokunmadan yanlış olanı düzeltmek gibi bir amaca sahiptir. Bugün tartışılması gereken şey , bu ibadetin olup olmadığı değil , içinin yeniden nasıl Kur'ani bir biçimde doldurulması gerektiği olmalıdır.
Kur'an'ın isimlerinden bir tanesi de "Ezzikr" (hatırlatma) dır. Bu isim insanların bildiği, fakat zaman içinde bir şekilde unutularak yanlışa düşülen noktaları hatırlatarak , doğruları bildiren bir kitap anlamındadır.
Bu guruptaki insanların en başta gelen argümanı "Bir şey Kur'an'da yazmıyor ise demek ki yoktur" şeklindedir. Hatta konu ile alakası olmayan Enam s. 38. ayetini sadece o ayet içinde "Kitap" geçiyor diye , o kitabı Kur'an zannederek , "Bak Kur'anda hiç bir şey eksik değilmiş" diyerek delil olarak getirmektedirler. Enam s. 38. ayetinde geçen "Kitap" kelimesi , Kur'an anlamında değil , Allah c.c nin varlıklar üzerine koyduğu yasa anlamındadır. Yani her şeyin üzerine konul bir yasası vardır anlamındadır.
2. gurup ise , namazı kabul etmekte , fakat namazın yaygın olan rekat , vakit ve şekli konusunda yeniden bir takım düzenlemelerin içine girenlerdir.
Öncelikle şu noktayı itiraf etmekte yarar görmekteyiz. Namaz olarak bildiğimiz ibadet , bugün için asli boyutu terk edilmiş , sadece şekle indirgenmiş , ilmihal kitapları ile ayrıntıya boğulmuş bir vaziyettedir. Hiç bir kitap, namazın Kur'ani boyutunu öne çıkarmadan , elin , parmağın, belin , başın , ayağın alması gereken şeklin milimetrik hesapları ile uğraşarak , bir çok Müslümanın "Acaba doğru mu yapıyorum" , "Acaba namazım kabul oldu mu" şeklinde kuruntulara düşerek, onların psikiyatrik hastalıklar boğuşmasına sebep olmaktadır.
2. guruba mensup olanların, bu geleneksel yanlışlara karşı tepki olarak , namazı yeniden tarif etmeye çalışmak gibi bir düşünce içinde "Kur'an'da namazın şekli" başlığı altında bazı çalışmalara girdiklerine şahit olmaktayız.
Bu çalışmalarda yanlış olarak gördüğümüz nokta şu dur : Namazın vakti ve rekat adedi konusunda bir takım düşünceler içine girerek , vakit ve rekatların yeniden Kur'ana göre belirlenmesi konusu , bu guruptaki insanların en fazla ilgilendikleri konudur.
"Kur'an'da namaz vakitleri" başlığı altında yapılan çalışmalara baktığımızda Kur'ana göre çıkarılan namaz vakitlerinin 1-2-3-5-7 olarak yapıldığını görmekteyiz. Bu çıkarımları yapanların hepsi de , bu vakitleri Kur'an'dan çıkardıklarını iddia etmektedirler. Ortada bir tek Kur'an vardır, fakat bir çok farklı namaz vakti çıkarımı yapılmaktadır.
Kur'an hakkında bir ayet ile ilgili olarak kişiler tarafından farklı yorumlar yapılabilir. Bu yorumlar, kişilerin bilgi ve bakış açılarına göre değişkenlik arz edebilir. Bu yorumların yanlış ve doğru olma ihtimalleri her zaman bulunmaktadır. Ancak namaz vakti gibi belirli vakitlerde farz olarak yazılmış bir ibadetin (Nisa s. 103) kesin olarak bilinmesi ve örneğin domuz etinin haramlığı gibi hiç bir şekilde farklı bir görüşün çıkmaması gereken bir konuda , kişiler farklı çıkarımlarda bulunmaktadırlar.
Kur'anı en doğru anlayan kişi Muhammed a.s olduğuna , hayatta olduğu zamanda bu ibadetin şu anda vakit ve rekat sayısı ile aynı yapıldığını düşündüğümüz zaman , eğer bu konularda yapılan bir yanlış varsa , vahiy ile uyarılması gerektiğinden yola çıkarak, vakit ve rekat konusunda yapılan farklı çıkarım çalışmalarının vakit kaybı ve abesle iştigal olduğunu söyleyebiliriz.
Birisi kalkıp , "Namazın rekat ve vakit sayısı olarak bugün olduğu gibi Muhammed a.s dan beri aynen geldiğine dair kesin bilginiz nedir ?" şeklinde sorduğunda , şimdiye kadar her konuda ihtilaf halinde olan Müslümanların, ittifak ettikleri konuların başında namaz rekat ve vakitlerinin geldiğini , dolayısı ile bu ittifakın ameli tevatür olarak bizlere bu konuda bilgi verebileceğini söyleyebiliriz.
Namaz rekatları konusu , 2. guruptaki kimselerin ilgi alanı dahilinde olan konudur. Kur'an'da ".....namazı ....rekattır" şeklinde herhangi bir bilgi bulunmadığını söylemekle birlikte , Nisa s. 102. ayetini delil alarak , bütün namazların 2 rekat olması gerektiğini iddia etmenin tarafında da olmadığımızı söylemek istiyoruz.
İlmihal kitaplarında namazın rekatlarının farz olduğu konusuna katılmamakla birlikte , namazın birleştirici yönünün dikkate alınarak , şu ana kadar ameli tevatür şeklinde gelen rekat sayılarının Kur'ana zıt olan bir yönünün bulunmaması nedeniyle, bugün farz olarak halk arasında bilinen rekat sayılarının aynen korunarak namazın bu rekat adetleri ile eda edilmesinin daha doğru olacağını düşünmekteyiz.
Vakit konusu da aynı şekilde düşünülebilir. Kur'an'dan namaz vakitleri çıkarma çalışmalarının bu kadar farklı çıkarımlara yol açmasının bu konuda çalışma yapılan ayetlerin net bir çıkarıma izin vermemesidir. Ameli tevatür dediğimiz yüzlerce yıldır süregelen , ve Müslümanların bir çok konularda fikir ayrılığına düşmesi bir tarafa vakit ve rekat konularında ihtilafa düşmemiş olmaları bu konuda ameli tevatürün uygulanabileceğini gösterebilir.
Bugün Kur'an merkezli din söylemi adına yola çıkanların namaz hakkında yapması gereken çalışma , geleneğin ilmihal çalışmalarına alternatif ilmihal çalışmaları değil, namazın insan için ifade etmesi gereken Kur'ani anlamının ne olduğunun ve namazın toplum üzerinde olması gereken işlevinin öğrenilip anlatılmasıdır.
Çünkü bugün namaz , tıpkı Mekke toplumunun Kur'an öncesi yaptıkları kuru bir ritüele dönüşerek , Allah c.c yi tek olarak bilmenin gösterisi olması işlevini kaybetmiştir. Kur'anı tevhit merkezli bir okuma yöntemine tabi tuttuğumuzda namaz , Allah c.c dışındaki sahte ilahların ret edilerek , sadece onun kurallarının hakim olduğu bir toplumun yaptığı şuurlu bir tevhit gösterisi haline dönüşecektir.
Sonuç olarak : Kur'an'da namazın olmadığı iddia edilerek, bu ibadetin bir müşrik eylemi olduğuna dair getirilen deliller , aslında namazın kadim bir ibadet olduğunun açık bir delilidir. Namaz olarak bildiğimiz ibadet , kişinin ilah olarak kabul ettiği bir varlığa karşı yaptığı tazim gösterisidir. Bu tazimin asıl olması gereken mercii Allah c.c olması gerekir iken , tarih içinde gelişen olaylar , bu ibadetin yanlış kişilere has kılınmasını beraberinde getirmiştir. Farsların ateşin önünde secde etmeleri ve buna namaz demeleri , veya heykel ve figür şeklinde binlerce yıl öncesine ait bulunan eserler , bu namazın şirk' e dönüşmüş halinin resimli bir anlatımıdır.
Kur'an öncesi Mekke toplumu böyle bir arka plan dahilinde Kur'an ile tanışarak , yaptıklarının şirk olduğu kendilerine hatırlatılmış , olması gereken tevhidi boyutu Muhammed a.s örnekliğinde öğretilmiştir.
Namazın ilmihal boyutundan çok, bu ibadetin tevhidi yönüne dikkat çeken Kur'anın bu yönü , zaman içinde unutularak , namaz şekli bir ibadet haline getirilerek ciltler dolusu ilmihal bilgileri ile içi boşaltılmıştır. Kur'an merkezli düşünce söylemi etrafında toplanan bir kısım insanın , yeniden namazı keşfederek ilmihal çalışmalarına girmesi , alternatif ilmihal çalışmaları olmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Bugün namazın bize lazım olan önemli tarafı , bu namazın kişiler ve toplum boyutunda bir tevhit eylemi olduğunun yeniden hatırlanması olmalı ve bu önem etrafında çalışmalar yapılmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
Bu söylem ağırlıklı olarak Kur'an merkezli din anlayışına sahip olan 2 farklı gurubun söylemi olarak karşımıza çıkmaktadır.
1- Kur'ana iman ettiğini söyleyen fakat namazın, bu kitap içinde abdestin tarif edildiği gibi edilmediğini delil olarak sunarak, böyle bir ibadetin olmadığını, hatta eda etmenin dahi , şirk olduğunu söyleyenler.
2- Namazın Kur'an'da olduğunu kabul eden , fakat şekli olarak bu ibadetin Kur'ana göre yeniden şekillenmesi gerektiğini düşünerek, namazların vakit ve rekatları konusunda düzenleme yapmaya çalışanlar.
Salat kavramının namazı da içine alan geniş bir anlamı olduğunu unutmamakla beraber , yazının çerçevesi salat kavramı değil , namaz hakkında farkı düşüncelere sahip olan 2 gurubun düşüncelerini değerlendirmek ile sınırlı olacaktır.
Kur'an'da namazın kendisini arayan , fakat bulamadıklarını söyledikleri için bu ibadeti eda etmediklerini , hatta bu ibadeti eda etmenin şirk , eda edenlerin ise müşrik olduğunu iddia edenlerin hataya düştükleri nokta şurasıdır:
Bir kimseye yapması gereken bir işin tarifi , eğer o işi daha önce hiç yapmamış , o iş ile ilgili olarak hiç bir şey görmemiş , okumamış , duymamış ise yapılır. Daha önce o konuda ön bilgisi olan bir kimseye , yapacağı işi yeniden tarif etmenin bir gereği yoktur. Bu kişi eğer bildiği işte bir eksikliği veya yanlışlığı varsa o eksiklik veya yanlışlık nerede yapılıyor ise, hatırlatılarak o yanlışı ve eksiği giderilmeye çalışılır.
Kur'an'da "Salat" adı ile , bizim dilimizde ise "Namaz" olarak bilinen şekilsel ibadet, ilk defa Kur'an ile hayat sahasına çıkarılmış ve emredilmiş bir ibadet değildir. Bu ibadet ne sadece Arapların , ne de sadece belirli bir ırk'ın ibadeti değil , binlerce yıllık insanlık tarihinin kadim bir ibadetidir.
Namaz kelimesinin Türkçe değil , farsça olduğu ve bu kelimenin "Ateş önünde eğilmek" anlamından dolayı, yapılan eylemin şirk olduğu , Kur'an'da namazı bulamadıklarını iddia edenlerin bir iddiasıdır. "Şöför" kelimesi , dilimize Fransızcadan geçmiş olduğu halde bu kelimeyi kimse inkar etmemekte , daha bir çok kelime yabancı dillerden dilimize geçmiş olduğu halde kullanmaya devam etmekteyiz. Kelimelerin nereden geldiği değil , duyulduğu anda zihinde neyi çağrıştırdığı önemlidir.
Namaz kelimesinin farsçadan dilimize geçmiş olması , bu ibadetin aslında kadim bir ibadet olduğunun göstergesidir. Farsların ateş önünde yaptıkları ritüelin adına "Namaste" demiş olmaları bu ibadetin insanlığın ortak hafızasının bir ürünü olduğunu göstermektedir. Bir ibadetin ateş önünde yapılmasından , o ibadetin ilk ihdas edildiği andan beri ateş önünde yapıldığını anlamak değil, sonradan aslı bozularak ateşin önünde yapılmaya başlanmış bir ibadet olarak anlamak gerektiğini düşünüyoruz.
Namaz ibadetin kadimliği , namazı şirk olarak görenlerin sundukları delillerden bir tanesi de, binlerce yıl öncesi yapılmış olan, namaz kılan insan heykel ve figürlerinin olduğu arkeolojik bulgulardır. Namaz ibadetini ret edenlerin , bu redlerinin kaynağı olarak gösterdiği arkeolojik bulgular , aslında namazın kadim bir ibadet olduğunun en büyük delilidir. Bu kimseler, arkeolojik bulguları delil olarak göstermek sureti ile namazı yok saymakla büyük bir hata yaparak, kendi delilleri ile kendileri kapana sıkışmakta ve, kurşunu karşı tarafa değil , kendi ayaklarına sıkmaktadırlar.
Kadim bir ibadet olması nedeniyle namaz, Kur'an öncesi bilinen ve uygulanan bir ibadet şekli olarak Mekke müşriklerinin de uyguladıkları bir ibadet şekli idi. Kur'an bundan dolayı bu ibadetin şeklini şemalini tarif etmek yerine , uygulamadaki yanlışların üzerinde durmuştur.
Uygulamadaki yanlışlıklar elbette şekli yanlışlıklar değil , bu namazın ifade ettiği yerine getirilmesi gerekli olan kulluk görevi anlamındaki yanlışlıklar idi . Kıyam - Rüku - Secde'den ibaret olan ve insanların "İlah" olarak tanımladıkları, her ne veya kim olursa olsun , onu ilah olarak kabullerinin şekli bir ifadesinin bir gösterisi olan Arapça ismi salat , dilimizdeki ismi namaz olarak bilinen ibadet , Mekkelilerin ilah olarak bildikleri Allah c.c dışındaki putlara has kılındığı için doğru bir şekil, fakat yanlış bir uygulama olarak ifa edilmekte idi.
Kur'an , doğru bir şekil, fakat yanlış bir uygulaması olan bu ibadeti, asli boyutuna çekmek amacı ile gelmiş, ve bir çok ayet , müşriklerin salat hakkındaki yanlış uygulamalarını eleştirmek ve doğruyu ikame etmek üzere inmiştir. Namaz, elbette sadece şekillerini uygulamak ile ifa edilen bir ibadet değildir. Namaz ,kulluğun kime yapıldığının bir dışa vurumu olan sonuçtur. İlah olarak tanınanlara karşı yapılan bu tazim gösterisi maalesef Müslüman hayatında sadece şekle indirilerek asli boyutundan uzaklaşmış bir hale , yani Mekke dönemi Kur'an öncesi durumuna düşmüştür.
Günümüzde bir çok Müslüman, namazı sadece şekli olarak eda etmekte , gerçekte ise Allah c.c dışında bir çok ilahlar edinerek , Allah c.c nin hayat içinde yaşam kuralı koyma yetkisini başkalarına vermiştir.
Yani namaz, ilah olarak kim tanınıyor ise , o tanımanın bir sonucu olarak yapılan bir ibadet şekli olup , namazın Kur'anda olmadığını iddia edenlerin delil olarak sundukları, binlerce yıl öncesi yapılmış olan heykel ve figürlerdeki rüku veya secde eden insanların putlara secde veya rüku etmelerine dayanarak , "Namaz bir müşrik ibadetidir"şeklindeki söylem çok yanlış olup , o heykel ve figürler , zaman içinde salatın asli boyutu olan, sadece Allah'a has kılınmasını bırakarak , tıpkı Mekke müşriklerinde olduğu gibi putları ilah olarak tanıyarak , salatlarını onlara has kılan insanların yaptıkları heykel ve figürlerdir.
Bu heykel ve figürler veya farsların ateş önündeki tapınmaları ,aslında namazın, insanlığın kadim bir ibadeti olduğuna dair bir delil olarak görülmesi ve asıl olan, namazın Allah c.c yi ilah olarak tanımak, ve ona has kılınması olduğunun bilincinde bir düşünceye sahip olunması gerektirirken , Kur'anın insanlık geçmişini dikkate alan bir arka planı olduğunun unutularak okunması sonucu , geçmişteki harici zihniyeti yeniden hortlamış , kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak tanımlayan bazı gurupların içinde yeniden neşvünema bularak , doğruları yanlış , yanlışları doğru görmek sureti ile kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir etmekten çekinmeyen bir cahil cesareti içine düşmüşlerdir.
Bu kimseler Kur'anı bir ilmihal kitabı olarak görerek , kılacakları namazın en ince ayrıntılarına kadar içinde yazması gerektiği gibi istek içindedirler. Bunları Kur'an içinde bulamadıkları için "Madem yazmıyor öyleyse yoktur" şeklinde bir mantıkla yaklaşarak binlerce yıllık gerçeği bir kalemde silebilmektedirler.
Kur'an namazın bilinmediği değil , yanlış olarak icra edildiği bir topluma inmiş olması nedeniyle , doğrulara dokunmadan yanlış olanı düzeltmek gibi bir amaca sahiptir. Bugün tartışılması gereken şey , bu ibadetin olup olmadığı değil , içinin yeniden nasıl Kur'ani bir biçimde doldurulması gerektiği olmalıdır.
Kur'an'ın isimlerinden bir tanesi de "Ezzikr" (hatırlatma) dır. Bu isim insanların bildiği, fakat zaman içinde bir şekilde unutularak yanlışa düşülen noktaları hatırlatarak , doğruları bildiren bir kitap anlamındadır.
Bu guruptaki insanların en başta gelen argümanı "Bir şey Kur'an'da yazmıyor ise demek ki yoktur" şeklindedir. Hatta konu ile alakası olmayan Enam s. 38. ayetini sadece o ayet içinde "Kitap" geçiyor diye , o kitabı Kur'an zannederek , "Bak Kur'anda hiç bir şey eksik değilmiş" diyerek delil olarak getirmektedirler. Enam s. 38. ayetinde geçen "Kitap" kelimesi , Kur'an anlamında değil , Allah c.c nin varlıklar üzerine koyduğu yasa anlamındadır. Yani her şeyin üzerine konul bir yasası vardır anlamındadır.
2. gurup ise , namazı kabul etmekte , fakat namazın yaygın olan rekat , vakit ve şekli konusunda yeniden bir takım düzenlemelerin içine girenlerdir.
Öncelikle şu noktayı itiraf etmekte yarar görmekteyiz. Namaz olarak bildiğimiz ibadet , bugün için asli boyutu terk edilmiş , sadece şekle indirgenmiş , ilmihal kitapları ile ayrıntıya boğulmuş bir vaziyettedir. Hiç bir kitap, namazın Kur'ani boyutunu öne çıkarmadan , elin , parmağın, belin , başın , ayağın alması gereken şeklin milimetrik hesapları ile uğraşarak , bir çok Müslümanın "Acaba doğru mu yapıyorum" , "Acaba namazım kabul oldu mu" şeklinde kuruntulara düşerek, onların psikiyatrik hastalıklar boğuşmasına sebep olmaktadır.
2. guruba mensup olanların, bu geleneksel yanlışlara karşı tepki olarak , namazı yeniden tarif etmeye çalışmak gibi bir düşünce içinde "Kur'an'da namazın şekli" başlığı altında bazı çalışmalara girdiklerine şahit olmaktayız.
Bu çalışmalarda yanlış olarak gördüğümüz nokta şu dur : Namazın vakti ve rekat adedi konusunda bir takım düşünceler içine girerek , vakit ve rekatların yeniden Kur'ana göre belirlenmesi konusu , bu guruptaki insanların en fazla ilgilendikleri konudur.
"Kur'an'da namaz vakitleri" başlığı altında yapılan çalışmalara baktığımızda Kur'ana göre çıkarılan namaz vakitlerinin 1-2-3-5-7 olarak yapıldığını görmekteyiz. Bu çıkarımları yapanların hepsi de , bu vakitleri Kur'an'dan çıkardıklarını iddia etmektedirler. Ortada bir tek Kur'an vardır, fakat bir çok farklı namaz vakti çıkarımı yapılmaktadır.
Kur'an hakkında bir ayet ile ilgili olarak kişiler tarafından farklı yorumlar yapılabilir. Bu yorumlar, kişilerin bilgi ve bakış açılarına göre değişkenlik arz edebilir. Bu yorumların yanlış ve doğru olma ihtimalleri her zaman bulunmaktadır. Ancak namaz vakti gibi belirli vakitlerde farz olarak yazılmış bir ibadetin (Nisa s. 103) kesin olarak bilinmesi ve örneğin domuz etinin haramlığı gibi hiç bir şekilde farklı bir görüşün çıkmaması gereken bir konuda , kişiler farklı çıkarımlarda bulunmaktadırlar.
Kur'anı en doğru anlayan kişi Muhammed a.s olduğuna , hayatta olduğu zamanda bu ibadetin şu anda vakit ve rekat sayısı ile aynı yapıldığını düşündüğümüz zaman , eğer bu konularda yapılan bir yanlış varsa , vahiy ile uyarılması gerektiğinden yola çıkarak, vakit ve rekat konusunda yapılan farklı çıkarım çalışmalarının vakit kaybı ve abesle iştigal olduğunu söyleyebiliriz.
Birisi kalkıp , "Namazın rekat ve vakit sayısı olarak bugün olduğu gibi Muhammed a.s dan beri aynen geldiğine dair kesin bilginiz nedir ?" şeklinde sorduğunda , şimdiye kadar her konuda ihtilaf halinde olan Müslümanların, ittifak ettikleri konuların başında namaz rekat ve vakitlerinin geldiğini , dolayısı ile bu ittifakın ameli tevatür olarak bizlere bu konuda bilgi verebileceğini söyleyebiliriz.
Namaz rekatları konusu , 2. guruptaki kimselerin ilgi alanı dahilinde olan konudur. Kur'an'da ".....namazı ....rekattır" şeklinde herhangi bir bilgi bulunmadığını söylemekle birlikte , Nisa s. 102. ayetini delil alarak , bütün namazların 2 rekat olması gerektiğini iddia etmenin tarafında da olmadığımızı söylemek istiyoruz.
İlmihal kitaplarında namazın rekatlarının farz olduğu konusuna katılmamakla birlikte , namazın birleştirici yönünün dikkate alınarak , şu ana kadar ameli tevatür şeklinde gelen rekat sayılarının Kur'ana zıt olan bir yönünün bulunmaması nedeniyle, bugün farz olarak halk arasında bilinen rekat sayılarının aynen korunarak namazın bu rekat adetleri ile eda edilmesinin daha doğru olacağını düşünmekteyiz.
Vakit konusu da aynı şekilde düşünülebilir. Kur'an'dan namaz vakitleri çıkarma çalışmalarının bu kadar farklı çıkarımlara yol açmasının bu konuda çalışma yapılan ayetlerin net bir çıkarıma izin vermemesidir. Ameli tevatür dediğimiz yüzlerce yıldır süregelen , ve Müslümanların bir çok konularda fikir ayrılığına düşmesi bir tarafa vakit ve rekat konularında ihtilafa düşmemiş olmaları bu konuda ameli tevatürün uygulanabileceğini gösterebilir.
Bugün Kur'an merkezli din söylemi adına yola çıkanların namaz hakkında yapması gereken çalışma , geleneğin ilmihal çalışmalarına alternatif ilmihal çalışmaları değil, namazın insan için ifade etmesi gereken Kur'ani anlamının ne olduğunun ve namazın toplum üzerinde olması gereken işlevinin öğrenilip anlatılmasıdır.
Çünkü bugün namaz , tıpkı Mekke toplumunun Kur'an öncesi yaptıkları kuru bir ritüele dönüşerek , Allah c.c yi tek olarak bilmenin gösterisi olması işlevini kaybetmiştir. Kur'anı tevhit merkezli bir okuma yöntemine tabi tuttuğumuzda namaz , Allah c.c dışındaki sahte ilahların ret edilerek , sadece onun kurallarının hakim olduğu bir toplumun yaptığı şuurlu bir tevhit gösterisi haline dönüşecektir.
Sonuç olarak : Kur'an'da namazın olmadığı iddia edilerek, bu ibadetin bir müşrik eylemi olduğuna dair getirilen deliller , aslında namazın kadim bir ibadet olduğunun açık bir delilidir. Namaz olarak bildiğimiz ibadet , kişinin ilah olarak kabul ettiği bir varlığa karşı yaptığı tazim gösterisidir. Bu tazimin asıl olması gereken mercii Allah c.c olması gerekir iken , tarih içinde gelişen olaylar , bu ibadetin yanlış kişilere has kılınmasını beraberinde getirmiştir. Farsların ateşin önünde secde etmeleri ve buna namaz demeleri , veya heykel ve figür şeklinde binlerce yıl öncesine ait bulunan eserler , bu namazın şirk' e dönüşmüş halinin resimli bir anlatımıdır.
Kur'an öncesi Mekke toplumu böyle bir arka plan dahilinde Kur'an ile tanışarak , yaptıklarının şirk olduğu kendilerine hatırlatılmış , olması gereken tevhidi boyutu Muhammed a.s örnekliğinde öğretilmiştir.
Namazın ilmihal boyutundan çok, bu ibadetin tevhidi yönüne dikkat çeken Kur'anın bu yönü , zaman içinde unutularak , namaz şekli bir ibadet haline getirilerek ciltler dolusu ilmihal bilgileri ile içi boşaltılmıştır. Kur'an merkezli düşünce söylemi etrafında toplanan bir kısım insanın , yeniden namazı keşfederek ilmihal çalışmalarına girmesi , alternatif ilmihal çalışmaları olmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Bugün namazın bize lazım olan önemli tarafı , bu namazın kişiler ve toplum boyutunda bir tevhit eylemi olduğunun yeniden hatırlanması olmalı ve bu önem etrafında çalışmalar yapılmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
23 Ekim 2016 Pazar
Nisa s. 64. Ayeti : Muhammed a.s Bizim İçin Bağışlanma İsteyebilir mi ?
Hristiyanların İsa a.s hakkında uydurdukları yalan ve iftiraların bir benzeri ne yazık ki, İslam düşüncesi içinde de neşvünema bularak , Muhammed a.s insan üstü bir seviyeye çıkarılmış , onun insan üstülüğü merkeze alınarak ,hakkında bir çok yalan ve iftiralar üretilmiştir. Üretilen yalan ve iftiralardan bir tanesi , onun ölmediği , kabrinde diri olduğu hatta namaz dahi kıldığı gibi daha bir çok yalan ve iftira, özellikle rivayet kültürünün hakim olduğu din algısına sahip olan kesim tarafından kabul edilmektedir.
Onun ölmediğine dair bazı ayetlerin delil olarak sunulması, daha feci bir durumdur. Herhangi bir konuda delil getirmek için ön kabullerden sıyrılınması gerektiğinin , rivayetler kanalı ile dine sokulmuş olan bazı fikirlerin desteğinin, Kur'andan aranması çalışmalarını gördüğümüzde, ne kadar önemli olduğu bir kere daha ortaya çıkmaktadır.
Konumuz ile ilgili ayetin meali şöyledir :
[004.064] Biz resulden hiç kimseyi ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah'tan bağışlama dileselerdi ve resul de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah'ı tevbeleri kabul eden, esirgeyen olarak bulurlardı.
Bu ayetin Nisa s. 60. ayetinden başlayan bir bağlamı bulunmaktadır. İman ettiğini iddia ettikleri halde , imanlarının gereğini yerine getirmeyen münafıkların yaptıklarını konu alan bu ayetlerin 64. de , o münafıkların yaptıklarından pişman olarak Muhammed a.s a gelip , pişman olduklarını Allah c.c ye tevbe ederek beyan ettiklerinde , bu tevbelerine karşılık , Muhammed a.s ın da onlar için Allah c.c den bağışlama istediği takdirde Allah'ın onları af edeceği bildirilmektedir.
Bir kimsenin yaşayan bir kimseden kendisi için dua istemesi veya dua etmesi ,yanlış bir şey değildir. Böyle bir dua istediğini , Yakup a.s ın oğulları babalarından istemekte ve babaları oğullarının bu isteğini kabul etmektedir. Yine bir çok ayet Muhammed a.s a iman edenler için istiğfar etmesini öğütlemektedir.
[012.097] (Çocukları da:) «Ey babamız, bizim için günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten hataya düşenler idik» dediler.
[012.098] O şöyle cevap verdi: «Sizin için Rabbimden af dileyeceğim. Gerçekten O gafurdur, rahîmdir.»
[047.19 ] Şimdi şunu bil ki, Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. Bil de günahına, inanan erkeklere ve inanan kadınlara bağışlanma dile. Allah, dolaştığınız yeri de bilir, durduğunuz yeri de.
Dirinin bir diğer diriden dua istemesinin ,Kur'ani delili mevcut iken , dirinin ölü olan birisinden dua istemesinin onu işitmemesi nedeni ile ,Kur'ani bir delili maalesef bulunmamakta , dahası böyle bir isteğin aracılık kurumunun devreye girmesi anlamına gelmesi demek olup , bu yola tevessül edenleri şirk içine dahi düşürmektedir.
Muhammed a.s ın şu anda bile onu vesile kılarak , bizler için bağışlanma isteyebileceği düşüncesi, Nisa s. 64. ayetinin evrensel bir hükmü olduğunu düşünmenin de bir sonucudur. Biz bu ayetten , ölmüş olan birisini vesile kılarak , Allah c.c ye olan hacetimizi ulaştırmanın delilini değil , diri olan birisini vesile kılarak bizim için onun Allah'a dua edebileceğinin delilini , Yakub a.s ile ve diğer ilgili ayetler ile bağını kurarak çıkarabiliriz
Çünkü diri olan kişi bizim isteğimizi duyarak , bizim için Allah'a dua edebilir. Fakat ölü olan birisinin türbesine veya onu vesile kılarak ondan dua etmesini istediğimizde , bu kimsenin bizim isteğimizi duyması mümkün değildir. Ölü olan birisinin işiten ve gören olduğunu düşünmek ve bu suretle onu aracı kılarak dua etmek , kişilerin itikadında derin yaralar açacaktır.
Kur'anın Mekke müşriklerinin yaptıklarını şirk olarak bildirmesi , onların işitmek ve görmekten yoksun olan putları Allah'a aracı kıldıkları içindir.
[010.018] Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»
[039.003] İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
Mekke müşriklerinin işitmeyen ve görmeyen cansız putlara tapmanın , Müslüman cenahtaki versiyonu , işitmeyen ve görmeyen kabirlerdeki ölüleri aracı kılarak Allah'tan istemek şeklinde gerçekleşmektedir. Muhammed a.s ın bu noktada ayrıcalığı bulunmamakta , onun da kabrinde kendisine seslenildiğinde duyması gibi bir durumu asla bulunmamaktadır.
Maide s. 117. ayetindeki İsa a.s ın sorgulanma sahnesindeki söylediği sözler , bir elçinin öldükten sonra, artık yaşayanlar ile ilgisinin kesilmiş olduğuna dair vermiş olduğu bilgi , bu konuda yeterli olacaktır. Ancak dinlerini Kur'an ayetlerinin değil rivayetlerin belirleyiciliği üzerine kuranlar için bu maalesef böyle olmamaktadır. Ayetlerin üzerine yığılmış olan rivayet , yalan ve hurafe bulutları, maalesef Kur'an gerçeğini örterek, kişilerin yanlış bilgiler sahibi olmasına sebep olmaktadır.
"Sorularla İslamiyet" adlı siteden bir alıntı yaparak , o sitede sorulan bir soruya konumuz ile ilgili olan ayetin delil gösterilerek rivayetlerin belirleyici kılınmak sureti ile nasıl cevap verildiğini görelim:
Soru= Nisa suresi 64. ayete göre , Efendimiz (asv) den dua istemek onun vefatından sonra da geçerli midir ? Konuyla ilgili anlatılan Arabi kıssası doğru mudur?.
Soruya verilen cevabın Arabi kıssası ile ilgili bölümü şöyledir :
Ehl-i sünnet alimlerine göre, vefatından sonra da Peygamber Efendimiz (asv)'den himmet beklemek, onu duasına şefaatçi yapmak caizdir. Tevessül konusunda alimler özel kitaplar yazmışlardır. İbn Teymiye çizgisinde olanlar dışındaki alimler“Resulullah hakkı için” gibi ifadeler kullanmayı caiz görürler ve kullanırlar.
Arabînin ilgili kıssası el-Utbî’den nakledilmiştir. Bu zat şöyle diyor:
“Ben Resulullah (a.s.m)’ın kabrinin yanında oturuyordum, bir Arabî geldi ve şöyle dedi:
"Ya Rasulallah! Ben Allah’tan şunları duydum: ‘Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah’tan af dileselerdi sen de resul olarak onların affedilmesini dileseydin elbette Allah’ı tevbeleri kabul eden pek merhametli bulacaklardı.’ Bu sebeple günahlarımın bağışlanması, seni Rabbimin katında şefaatçi yapmak için sana gelmiş bulunuyorum.”Daha sonra Resulullah’ı öven bir şiir söyledi ve dönüp gitti. O gittikten sonra gözlerime uyku bastı, rüyamda Resulullah (a.s.m)’ı gördüm, bana şöyle emretti. “Ya Utbî! Git Arabîye ulaş ve Allah’ın kendisini bağışladığını müjdele.”(bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri; Nevevî, el-Mecmu’, 8/274).
Sorulan bir sorunun cevabına , "Ehli sünnet alimlerine göre" diye başlanıldığında akan suların durması misali , bu sözün üzerine sözün olmayacağını düşünen bir kafa yapısına sahip olan birisi için bu cevaba Kur'an ayetini delil getirseniz dahi karşınızdaki insana kabul ettirmeniz pek mümkün değildir.
Türbelerden medet ummayı dinin bir gereği haline getiren bu insanlar verdikleri yanlış cevaplar ile , kendilerinin olduğu gibi bir çok insanın da şirk bataklığında boğulmasına sebep olmaktadır. Allah ile aralarına aracılar koyan Mekke müşriklerinin bu inançlarını düzeltmek için gönderilmiş olan bir elçinin ümmeti olarak, bugün Mekke müşriklerini dahi geride bırakın bir şirk batağının içinde boğuluyor olmak , hele bu batağa Kur'an ayetlerini delil olarak sunmaya çalışmak ne kadar acı bir şeydir.
Menkibeler ile insanlara din anlatmanın bir örneği olan yukarıdaki satırları doğru olarak kabul edenlerin bir çoğuna , bu satırların yanlış olduğunu gösteren ayetler sunacak olsak alacağımız cevap "Siz o alimlerden daha mı doğru biliyorsunuz" şeklinde olacaktır.
Aracılık kurumunun kapısının Muhammed a.s ın aracı yapılarak açılması sonucunda bu kapı, tasavvuf merkezli din anlayışına sahip olanların maddi ve manevi olarak cahil insanları sömürdüğü bir kapı haline gelmiştir. Allah c.c ye yapılan tevbelerin bu din baronlarının aracılığı ile kabul olacağına inanan binlerce cahil insan , bu insanların kapılarında kul köle olmayı kendilerine farz bir ibadet olarak telakki ederek , o şirk yuvalarına hem maddi hem de manevi olarak destek olmaktadırlar.
Sonuç olarak : Nisa s. 64. ayetinde Muhammed a.s ın başkaları için bağışlanma talep etmesi onun yaşadığı zaman ile alakalı olup , vefatı sonrası böyle bir istekte bulunması mümkün değildir. Vefat ettikten sonra diğer insanlar gibi dünya ile ilişiği kesilen birisinden böyle bir istekte bulunmak , Mekkeli müşriklerin putlarının yerine , Müslümanların Muhammed a.s ın ikame edilmesi anlamına gelecektir.
Nisa s. 64. ayetinde Muhammed a.s ın bağışlama talebinde bulunması , bugün için geçerliğini yitirmiş bir durum olup , ölü birisinin kimseyi duyması bu elçi olmuş olsa da asla mümkün değildir. Bu ayetten delil olarak ancak , yaşayan birisinin bir başka yaşayan birisinden kendisi için dua etmesinin doğru olduğu delili çıkabilir.
Biz Müslümanların , Ölülerden medet umulan, onların menkibelerinin ayetlerden daha değerli olduğu , yalan ve hurafelerden kurtularak aklımızı vahye bağlamadığımız müddetçe, üzerimize pislik yağmaya devam etmekten kurtulmamız asla mümkün olmayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
Onun ölmediğine dair bazı ayetlerin delil olarak sunulması, daha feci bir durumdur. Herhangi bir konuda delil getirmek için ön kabullerden sıyrılınması gerektiğinin , rivayetler kanalı ile dine sokulmuş olan bazı fikirlerin desteğinin, Kur'andan aranması çalışmalarını gördüğümüzde, ne kadar önemli olduğu bir kere daha ortaya çıkmaktadır.
Konumuz ile ilgili ayetin meali şöyledir :
[004.064] Biz resulden hiç kimseyi ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah'tan bağışlama dileselerdi ve resul de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah'ı tevbeleri kabul eden, esirgeyen olarak bulurlardı.
Bu ayetin Nisa s. 60. ayetinden başlayan bir bağlamı bulunmaktadır. İman ettiğini iddia ettikleri halde , imanlarının gereğini yerine getirmeyen münafıkların yaptıklarını konu alan bu ayetlerin 64. de , o münafıkların yaptıklarından pişman olarak Muhammed a.s a gelip , pişman olduklarını Allah c.c ye tevbe ederek beyan ettiklerinde , bu tevbelerine karşılık , Muhammed a.s ın da onlar için Allah c.c den bağışlama istediği takdirde Allah'ın onları af edeceği bildirilmektedir.
Bir kimsenin yaşayan bir kimseden kendisi için dua istemesi veya dua etmesi ,yanlış bir şey değildir. Böyle bir dua istediğini , Yakup a.s ın oğulları babalarından istemekte ve babaları oğullarının bu isteğini kabul etmektedir. Yine bir çok ayet Muhammed a.s a iman edenler için istiğfar etmesini öğütlemektedir.
[012.097] (Çocukları da:) «Ey babamız, bizim için günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten hataya düşenler idik» dediler.
[012.098] O şöyle cevap verdi: «Sizin için Rabbimden af dileyeceğim. Gerçekten O gafurdur, rahîmdir.»
[047.19 ] Şimdi şunu bil ki, Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. Bil de günahına, inanan erkeklere ve inanan kadınlara bağışlanma dile. Allah, dolaştığınız yeri de bilir, durduğunuz yeri de.
Muhammed a.s ın şu anda bile onu vesile kılarak , bizler için bağışlanma isteyebileceği düşüncesi, Nisa s. 64. ayetinin evrensel bir hükmü olduğunu düşünmenin de bir sonucudur. Biz bu ayetten , ölmüş olan birisini vesile kılarak , Allah c.c ye olan hacetimizi ulaştırmanın delilini değil , diri olan birisini vesile kılarak bizim için onun Allah'a dua edebileceğinin delilini , Yakub a.s ile ve diğer ilgili ayetler ile bağını kurarak çıkarabiliriz
Çünkü diri olan kişi bizim isteğimizi duyarak , bizim için Allah'a dua edebilir. Fakat ölü olan birisinin türbesine veya onu vesile kılarak ondan dua etmesini istediğimizde , bu kimsenin bizim isteğimizi duyması mümkün değildir. Ölü olan birisinin işiten ve gören olduğunu düşünmek ve bu suretle onu aracı kılarak dua etmek , kişilerin itikadında derin yaralar açacaktır.
Kur'anın Mekke müşriklerinin yaptıklarını şirk olarak bildirmesi , onların işitmek ve görmekten yoksun olan putları Allah'a aracı kıldıkları içindir.
[010.018] Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»
[039.003] İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
Mekke müşriklerinin işitmeyen ve görmeyen cansız putlara tapmanın , Müslüman cenahtaki versiyonu , işitmeyen ve görmeyen kabirlerdeki ölüleri aracı kılarak Allah'tan istemek şeklinde gerçekleşmektedir. Muhammed a.s ın bu noktada ayrıcalığı bulunmamakta , onun da kabrinde kendisine seslenildiğinde duyması gibi bir durumu asla bulunmamaktadır.
Maide s. 117. ayetindeki İsa a.s ın sorgulanma sahnesindeki söylediği sözler , bir elçinin öldükten sonra, artık yaşayanlar ile ilgisinin kesilmiş olduğuna dair vermiş olduğu bilgi , bu konuda yeterli olacaktır. Ancak dinlerini Kur'an ayetlerinin değil rivayetlerin belirleyiciliği üzerine kuranlar için bu maalesef böyle olmamaktadır. Ayetlerin üzerine yığılmış olan rivayet , yalan ve hurafe bulutları, maalesef Kur'an gerçeğini örterek, kişilerin yanlış bilgiler sahibi olmasına sebep olmaktadır.
"Sorularla İslamiyet" adlı siteden bir alıntı yaparak , o sitede sorulan bir soruya konumuz ile ilgili olan ayetin delil gösterilerek rivayetlerin belirleyici kılınmak sureti ile nasıl cevap verildiğini görelim:
Soru= Nisa suresi 64. ayete göre , Efendimiz (asv) den dua istemek onun vefatından sonra da geçerli midir ? Konuyla ilgili anlatılan Arabi kıssası doğru mudur?.
Soruya verilen cevabın Arabi kıssası ile ilgili bölümü şöyledir :
Ehl-i sünnet alimlerine göre, vefatından sonra da Peygamber Efendimiz (asv)'den himmet beklemek, onu duasına şefaatçi yapmak caizdir. Tevessül konusunda alimler özel kitaplar yazmışlardır. İbn Teymiye çizgisinde olanlar dışındaki alimler“Resulullah hakkı için” gibi ifadeler kullanmayı caiz görürler ve kullanırlar.
Arabînin ilgili kıssası el-Utbî’den nakledilmiştir. Bu zat şöyle diyor:
“Ben Resulullah (a.s.m)’ın kabrinin yanında oturuyordum, bir Arabî geldi ve şöyle dedi:
"Ya Rasulallah! Ben Allah’tan şunları duydum: ‘Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah’tan af dileselerdi sen de resul olarak onların affedilmesini dileseydin elbette Allah’ı tevbeleri kabul eden pek merhametli bulacaklardı.’ Bu sebeple günahlarımın bağışlanması, seni Rabbimin katında şefaatçi yapmak için sana gelmiş bulunuyorum.”Daha sonra Resulullah’ı öven bir şiir söyledi ve dönüp gitti. O gittikten sonra gözlerime uyku bastı, rüyamda Resulullah (a.s.m)’ı gördüm, bana şöyle emretti. “Ya Utbî! Git Arabîye ulaş ve Allah’ın kendisini bağışladığını müjdele.”(bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri; Nevevî, el-Mecmu’, 8/274).
Sorulan bir sorunun cevabına , "Ehli sünnet alimlerine göre" diye başlanıldığında akan suların durması misali , bu sözün üzerine sözün olmayacağını düşünen bir kafa yapısına sahip olan birisi için bu cevaba Kur'an ayetini delil getirseniz dahi karşınızdaki insana kabul ettirmeniz pek mümkün değildir.
Türbelerden medet ummayı dinin bir gereği haline getiren bu insanlar verdikleri yanlış cevaplar ile , kendilerinin olduğu gibi bir çok insanın da şirk bataklığında boğulmasına sebep olmaktadır. Allah ile aralarına aracılar koyan Mekke müşriklerinin bu inançlarını düzeltmek için gönderilmiş olan bir elçinin ümmeti olarak, bugün Mekke müşriklerini dahi geride bırakın bir şirk batağının içinde boğuluyor olmak , hele bu batağa Kur'an ayetlerini delil olarak sunmaya çalışmak ne kadar acı bir şeydir.
Menkibeler ile insanlara din anlatmanın bir örneği olan yukarıdaki satırları doğru olarak kabul edenlerin bir çoğuna , bu satırların yanlış olduğunu gösteren ayetler sunacak olsak alacağımız cevap "Siz o alimlerden daha mı doğru biliyorsunuz" şeklinde olacaktır.
Aracılık kurumunun kapısının Muhammed a.s ın aracı yapılarak açılması sonucunda bu kapı, tasavvuf merkezli din anlayışına sahip olanların maddi ve manevi olarak cahil insanları sömürdüğü bir kapı haline gelmiştir. Allah c.c ye yapılan tevbelerin bu din baronlarının aracılığı ile kabul olacağına inanan binlerce cahil insan , bu insanların kapılarında kul köle olmayı kendilerine farz bir ibadet olarak telakki ederek , o şirk yuvalarına hem maddi hem de manevi olarak destek olmaktadırlar.
Sonuç olarak : Nisa s. 64. ayetinde Muhammed a.s ın başkaları için bağışlanma talep etmesi onun yaşadığı zaman ile alakalı olup , vefatı sonrası böyle bir istekte bulunması mümkün değildir. Vefat ettikten sonra diğer insanlar gibi dünya ile ilişiği kesilen birisinden böyle bir istekte bulunmak , Mekkeli müşriklerin putlarının yerine , Müslümanların Muhammed a.s ın ikame edilmesi anlamına gelecektir.
Nisa s. 64. ayetinde Muhammed a.s ın bağışlama talebinde bulunması , bugün için geçerliğini yitirmiş bir durum olup , ölü birisinin kimseyi duyması bu elçi olmuş olsa da asla mümkün değildir. Bu ayetten delil olarak ancak , yaşayan birisinin bir başka yaşayan birisinden kendisi için dua etmesinin doğru olduğu delili çıkabilir.
Biz Müslümanların , Ölülerden medet umulan, onların menkibelerinin ayetlerden daha değerli olduğu , yalan ve hurafelerden kurtularak aklımızı vahye bağlamadığımız müddetçe, üzerimize pislik yağmaya devam etmekten kurtulmamız asla mümkün olmayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)