yöntemi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yöntemi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Temmuz 2017 Salı

Süleymaniye Vakfı'nın Kur'an'ı Anlama Yöntemi, Bu Yöntemin Adetli Kadının Namazı İle İlgili Görüşlerindeki Değişimi Üzerinden Eleştirisi

Süleymaniye Vakfı  sitesinde, sayın Erdem Uygan tarafından kaleme alınan, Kur'an Üzerinde Bireysel Olarak Çalışmanın Yanlışlığı isimli makalede, sayın Mehmet Okuyan hocanın Ademe secde edilmesi ile ilgili ayetlerin çevirisi konusundaki görüşleri eleştirilerek, Okuyan hocanın böyle bir hataya düşmesinin sebebi ortaya konulmaktadır.

Sayın Uygan'ın, Okuyan hocanın Üscudu li Ademe ibaresinin Ademe secde ediniz şeklinde çevrilmesinin yanlış olduğu, bu ibarenin Adem için secde ediniz şeklinde olması gerektiğine dair görüşüne karşı getirdiği eleştirinin haklı olduğunu öncelikle söylemek istiyor, ve Uygan'ın bu konudaki düşüncelerine katıldığımızı belirtiyoruz. Sayın Okuyan hocanın ortaya koyduğu bazı düşüncelerini tek ve nihai doğrular olarak sunmasının, aynı konudaki kendi görüşünün haricinde olan farklı görüşleri mahkum eden bir üsluba sahip olmasının hatalı bir davranış olduğu, bu düşüncesini ortaya koyduğu bazı konular hakkında yazmaya çalıştığımız bazı yazılarımızda dile getirmiştik. 

Ancak bizim yazımızda merkeze alacağımız konu, sayın Uygan tarafından ortaya konulan Okuyan hocanın düştüğü hatanın sebebi üzerinde olup, Uygan tarafından dile getirilen Kur'an'ı anlama yönteminin, Süleymaniye Vakfı'nın önerdiği Kur'an'ı anlama yöntemi ile örtüşmesi nedeniyle, vakfın bu söyleminin içerdiği bazı hatalara dikkat çekmeye çalışmak olacaktır. 

Sayın Uygan yazısına ilahiyat camiasındaki bir çok akademisyenin Kur'an'ı tek başına anlama yoluna gittiklerini, bu yöntemin ise yanlış olduğunu söyleyerek başlamakta, Kur'an'ı tek başına anlamanın yanlışlığına, Hud s. 1. ve 2. ayetlerini delil olarak sunarak, Allah'ın böyle bir çalışmaya cevaz vermediğini iddia etmektedir.

Yazısına Kur'an'ı anlama çalışmasının ekip halinde yapılması gerektiğini öne sürerek devam eden Uygan, bu iddialarını Kur'an ayetleri ile delillendirmekte, Müzzemmil suresi ilk ve son ayetlerini bu iddiasına dayanak yapmaktadır.

"Bu ayetlerdeki emri bir ekiple çalışarak yerine getirdiğini aynı surenin son ayetinden öğreniyoruz" 
diyerek "Senin ve seninle beraber olanlardan bir kısmının, gecenin üçte ikisine yakınını, yarısını ve üçte birini uyanık geçirdiğini Rabbin elbette biliyor"  şeklindeki Müzzemmil suresi 20. ayetinin bir kısmını vermek sureti ile Muhammed (a.s) ın ekibi ile birlikte Kur'an'ı anlama çalışması yaptığını söylemektedir. 

Ancak Uygan'ın bu konuda kaçırdığını veya hesaba katmadığını düşündüğümüz, aynı ayetin devam eden bir cümlesi daha vardır.

"Gece ile gündüzün ölçüsünü koyan Allah’tır. Sizin bunu tam başaramayacağınızı bildiği için yüzünüze baktı (da işinizi kolaylaştırdı). Artık Kur'ân’ı kolayınıza geldiği zaman[*] okuyun"

Müzzemmil s. 20. ayetinin bu cümlesi, Uygan'ın Muhammed (a.s) ın Kur'an'dan hikmeti çıkarmak için ekip halinde çalışması gerektiğine dair bir emir olduğunu iddia ettiği ilk ayetlerdeki emrin hafifletilmesi ile alakalıdır. Sayın Uygan sadece ayetin kendi işine yaradığını düşündüğü kısmını alarak, bir nevi Bektaşi okuması yapmıştır Şöyle ki;

Yukarıda mealini verdiğimiz Müzzemmil s. 20. ayetinin cümlesi, aynı surenin ilk ayetlerinde Muhammed (a.s) a verilen "Ey içine kapanan kişi! Az bir kısmı dışında gece kalk! Ya gecenin yarısı kadar ya yarısından biraz az, ya da yarısından fazla bir süre kalk da Kur'ân'ı yavaş yavaş ve düşünerek oku!"  şeklindeki emirden onu muaf hale getirmektedir. 

Bu ayete Uygan'ın gözlüğü ile baktığımız zaman, Muhammed (a.s) ekip çalışmasından muaf tutulmakta veya Kur'an'ı anlama çalışmasında kendisine eskiye nazaran biraz daha kolaylıklar tanınmaktadır. Fakat Uygan, ortaya koyduğu iddiasını çürütebilecek olan ayet cümlesini makalesine almamak sureti ile parçacı bir okuma yöntemi ortaya koymuştur. 

Kur'an'ın ekip çalışması ile daha iyi ve güzel anlaşılacağı iddialarına katılmakla beraber, bu ekip çalışmasının Kur'an ayetleri ile desteklenmeye çalışılarak Allah'ın emri olduğu, tek başına yapılan çalışmaların ise Allah'ın onaylamadığı bir yöntem olduğu iddialarına katılmadığımızı hatırlatmak isteriz. Çünkü Uygan'ın ortaya koyduğu iddialarına mesnet olarak getirdiği ayetler, kendisi tarafından yorumlanmak sureti ile ortaya konmuş ayetler olup, bir başkası çıkıp o ayetleri başka bir şekilde yorumlayarak ekip çalışması ile alakası olmadığını iddia edebilir. Yoruma açık olan ayetler üzerinden yapılan çıkarımları mutlaklaştırmak sureti ile nihai sonuca vardığını iddia etmek, maalesef Kur'an ile hemhal olduğunu iddia eden birçok kimsenin sorunudur.

Sayın Uygan makalesine Okuyan hocanın düştüğü hatanın sebebini anlatarak devam etmektedir. 

"Kanaatimizce çok sevdiğimiz ve ilmine güvenip değer verdiğimiz, Kur’an üzerine yaptığı çalışmalarından her vesile ile istifade ederek bu uğurdaki cihadını her şekilde desteklediğimiz değerli hocamızın bazı konularda Kur’an’dan onay almayacak sonuçlara ulaşmış olması tek başına çalışmayı tercih etmesinden kaynaklanmaktadır. Bu şekilde Allah’ın Kur’an’ı anlama metodunu doğru uygulayabilmesi, çok istese de mümkün olamaz. Çünkü doğru olduğunu düşündüğü bir konuda kendisine itiraz edecek, uyaracak ya da onun göremediği bir başka açıdan, bir başka ayetle konuya bakmasını sağlayacak bir ekibi bulunmamaktadır"

Uygan, Okuyan hocanın hataya düşme sebebini tek başına çalışmaya bağlamaktadır. Uygan'ın ekip çalışması ile Kur'an'ın anlaşılması gerektiği iddiası kişisel bir iddia olmaktan çok, Abdülaziz Bayındır hoca ve Süleymaniye vakfının yıllardır dile getirdiği bir anlama yöntemi olarak bilinmektedir. 






Yukarıdaki iki videonun birisinde sayın Bayındır hoca, adetli kadının namaz kılamayacağını söylerken, diğer videoda adetli kadının namaz kılabileceğini söylemektedir. Yani Bayındır hoca zaman içinde adetli kadının namaz kılamayacağı görüşünden geri dönerek, adetli kadının namaz kılabileceğini iddia etmektedir.

Ekip çalışması yöntemi ile çalışarak Kur'an'ın doğru biçimde anlaşıldığını iddia etmek demek, Kur'an'dan çıkarılan hükümlerin Allah'ın muradı olduğunu iddia etmek anlamına da gelmektedir. Süleymaniye vakfının, Allah'ın emrettiği yöntem olduğunu iddia ettiği ekip çalışması yaparak adetli kadının namaz kılamayacağını yıllar boyunca dile getirmelerinin ardından, bu görüşlerini değiştirerek adetli kadının namaz kılabileceğini iddia etmesi, ekip çalışması ile yapılan Kur'an araştırmalarından çıkan sonuçların ne derece sağlıklı olabileceğini de göstermesi açısından ilginçtir.

Burada şu noktayı önemle hatırlatmak isteriz ki, Bayındır hoca ve Süleymaniye Vakfı'nın adetli kadının namaz kılamayacağı yönündeki yanlış görüşünden dönerek, adetli kadının namaz kılabileceğini iddia etmeleri, her alimde görmek istediğimiz fakat göremediğimiz, takdir edilecek olumlu bir davranıştır. Bizim Bayındır hoca ve vakfı eleştirme sebebimiz eski görüşlerinden neden döndükleri değil, ekip çalışması ile en doğru hükmü bulduklarını iddia ettikleri halde, aynı konuda aynı ekibin zaman içinde taban tabana zıt çıkarımda bulunabilmeleridir.

Yıllar önce adetli kadının namaz kılıp kılamayacağı konusunda yaptıkları ekip çalışmasında, adetli kadının namaz kılamayacağı hükmünü çıkaran sayın vakıf, yıllar sonra aynı ekip ve ekip çalışması ile, adetli kadının namaz kılabileceği hükmünü çıkarabilmiştir. Okudukları Kur'an aynı oldukları halde o Kur'an'ın yıllarca adetli kadının namaz kılamayacağını söylediğini iddia edenler, yıllar sonra yine aynı kitabın adetli kadının namaz kılabileceğini söylediğini iddia etmeleri, Allah'ın emri olduğunu iddia ettikleri ekip çalışması yönteminin doğru hüküm çıkarma konusunda pek para etmediğini göstermektedir. 

Çünkü aynı kitabı ekip olarak değil de, tek başına okuyarak adetli kadının namaz kılabileceği hükmünü çıkaranların sayısı bilindiği üzere az değildir. Hatta bu kimselerin bazıları Bayındır hocaya sahip olduğu bu görüşünden dolayı yaptıkları itirazlarda hocadan azar dahi işitebilmiştir.

Mesele demek ki Kur'an'ı ekip çalışması ile okumak değil, ekip veya ferdi çalışma ile olsa da Kur'an mantığını doğru kavrayabilmek, kişilerin din adına ortaya attığı görüşlerinde hata veya kesiklik payı bırakabilmesidir. Bayındır hoca neden sahip olduğu görüşünden döndüğü konusunda kendisine sorulan soruya cevap olarak,  her zaman bu konudaki çalışmalarını sürdürdüklerini söylediğini, yani nihai görüşünün bu yönde olmadığını söylediğini ifade etmektedir.

Sayın Bayındır hocanın net olarak Biz bu konuda hata yaptık şimdi hatamızdan dönüyoruz demek yerine, lafı döndürüp dolaştırmaya çalışması, başka konularda net ve kesin ifadeler kullanarak, Ben demiyorum Allah böyle diyor dediğini hatırlayan kimseler pek için inandırıcı olmayacaktır.

Uygan makalesinin devamında, Kur'an'ın kişisel yorumlara açık olmadığını, hiç kimsenin Kur'an'ı yorumlama yetkisi olmadığını şu şekilde dile getirmektedir; 

"Hikmet doğru hüküm anlamına gelir. Bir konuda sadece bir adet doğru sonuç olabilir. Allah’ın gösterdiği Kur’an’ı anlama metodu, her konuda işte bu tek doğru sonuca varmak için uygulanmak zorundadır. Bu da Kur’an’ın kişisel yorumlara açık olmadığı anlamına gelir. Diğer bir deyişle ilmimiz, ünvanımız, kariyerimiz, mevkimiz ne olursa olsun hiç birimizin Kur’an ayetlerini yorumlama yetkimiz yoktur."

Sayın Uygan'ın makalesindeki "Bir konuda sadece bir adet doğru sonuç olabilir cümlesini, vakfın adetli kadının namazı konusundaki düşünce değişimi çerçevesinde düşündüğümüzde, Doğru sonuç diye sunulan veya iddia edilen bir şeyin asla olamayacağı, olsa olsa DOĞRU OLDUĞU DÜŞÜNÜLEN, VEYA DOĞRU OLDUĞU İDDİA EDİLEN SONUÇ olabileceği anlaşılmaktadır. 

Çünkü dün doğru sonuç olarak sunulan adetli kadının namaz kılamayacağı düşüncesi, bugün yanlış sonuç haline gelmiş, dün yanlış sonuç olarak görülen adetli kadının namaz kılabileceği düşüncesi ise, bugün doğru sonuç haline gelmiştir. 

Şayet Uygan'ın iddia ettiği gibi bir konuda sadece bir adet doğru sonuç olabilir ise, vakfın aynı konuda birbirine taban tabana zıt görüşleri farklı zamanlarda DOĞRU olarak serdetmiş olması nasıl izah edilebilir?. Uygan böyle bir cümle sarf etmekle vakfın adetli kadının namazı konusunda yaptığı çıkarımları hiç dikkate almadığını göstererek, bir nevi vakfın ayağına kurşun sıkmaktadır. Uygan şayet vakfın adetli kadının namazı konusundaki değişimlerini dikkate almış olsaydı, böyle bir cümleyi asla sarf edemezdi.

Uygan'ın yukarıdaki paragraftaki ortaya attığı 2 iddianın üzerinde durmak istiyoruz. 

1-  Kur'an kişisel yorumlara açık değildir.
2- Hiç kimsenin Kur'an ayetlerini yorumlama yetkisi yoktur. 

Sayın Uygan ortaya attığı bu iki iddiayı kendisi bile çiğneyerek makalesinin başında verdiği ayetleri ekip çalışmasının farziyetine delil olarak sunmak sureti ile yorumlayarak kendisi ile çelişkiye düşmüştür. 

Bir ayetin kişisel yorum olarak görülmemesi için, kişinin o ayet hakkındaki görüşünün doğruluğu hakkında Allah'tan bir vahiy alması gerekmektedir ki kişi, Ben demiyorum Allah böyle diyor diyebilsin, hiç bir beşerin artık böyle bir imkanı olamayacağına göre, Uygan da dahil herkesin ayetler hakkında öne süreceği görüşleri kendi indi görüşleridir, ve bu görüşlerin doğru veya yanlış olma ihtimali her zaman mevcuttur.

Yukarıdaki 2 iddiayı yine adetli kadının namazı konusu üzerinden düşündüğümüzde, ortaya çıkan manzara gerçekten akıllara zarardır. Kişisel yoruma açık olmayan ve kimsenin ayetlerini yorumlamaya yetkisi olmadığı iddia edilen kitabın bir ayeti üzerinden taban tabana zıt çıkarımlar yapmanın adının ne olduğunu, Uygan ve Süleymaniye Vakfı ekibine soracak olursak acaba nasıl bir cevap alabileceğiz.

Şayet Kur'an Uygan'ın iddia ettiği gibi kişisel yorumlara açık olmayan bir kitap ise neden Süleymaniye vakfı bir konuda farklı zamanlarda iki farklı iddia ortaya atabilmektedir?. Adetli kadının namaz kılamayacağı ve kılabileceği konusunda farklı hükümler çıkaran vakıf, bu farklı hükümleri neye göre vermiştir?.

Şayet Kur'an kişisel yorumlara açık değilse neden Süleymaniye vakfı adetli kadının namazı konusunda neden birbiri ile zıt iki farklı hüküm ortaya atabilmiştir?.

Süleymaniye vakfı adetli kadının namazı konusunda bal gibi de kişisel yorumlarını ortaya koyarak birbirine zıt iki hüküm meydana çıkarabilmiş. Eğer bu hükümlerden herhangi birisinin Allah'ın hükmü olduğunu iddia edecek olurlar ise, adetli kadının namaz kılabileceği veya kılamayacağı konusunda hangisinin Allah'ın hükmü olduğunu bize söylemelidirler.

Uygan tarafından ortaya atılan bu iddialar Uygan'ı ve bunu destekleyenleri şu noktaya getirmesi açısından korkunç neticeleri olan bir iddiadır. 

 BİZİM HERHANGİ BİR KUR'AN AYETİ HAKKINDA ORTAYA ATTIĞIMIZ DÜŞÜNCE BİZİM ŞAHSİ YORUMUMUZ OLMAYIP, ALLAH'IN BU KONUDAKİ MURADIDIR.

Böyle bir iddia ortaya atmak, veya bu iddiayı çağrıştıracak bir iddia ortaya atmaya kalkmak, hiç kimsenin haddi değildir.

Sayın Uygan ve Süleymaniye Vakfı ekibine bu noktada bazı hatırlatmalarımız olacaktır. 

Kur'an ayetleri hakkında yaptığınız çıkarımlar ve ortaya attığınız düşünceler, tek ve nihai doğrular asla değildir. Herhangi bir ayet ve konu hakkında yaptığınız çıkarım ile ilgili olarak söyleyebileceğiniz tek söz ancak, Bu konudaki bizim düşüncemiz bu dur şeklinde olabilir. Adetli kadının namazı konusunda düştüğünüz yanılgı sizler için bir tecrübe olmalıdır. Çünkü bugün doğru olarak gördüğünüz bir konu, sizin için yarın yanlış olarak görülebilir. Ortaya attığınız görüşleri tek ve en doğru olarak gördüğünüz, şayet yarın o görüşlerinizden geri dönmek zorunda kaldığınız takdirde, bunu izah etmeniz mümkün olmayacaktır.

Ayrıca yaptığınız çıkarımları tek ve nihai doğrular olarak sunmanız, sizi Allah adına konuşan kişiler haline getirir ki bu yetki sadece elçilere verilmiş Muhammed (a.s) ile son bulmuş, ondan sonra da Allah adına konuşan bir başka kimse gönderilmeyecektir. Elçi Muhammed (a.s) şayet hata yapacak olursa onun bu hatası vahiy ile uyarılmakta idi. Sizin yapabileceğiniz bir hata size vahiy inerek uyarılmayacak, dolayısı ile muhtemel bir hatanızı insanlara Allah'ın bu konudaki hükmü olarak sunarak vebal altına gireceksiniz.

Ortaya attığınız Kur'an'i çıkarımlarda daha esnek ve daha mütevazi davranmaya çalışmanız, sizleri insanların gözünde daha saygın bir kişi kurum olarak görülmesine vesile olacaktır. Ortaya attığınız Kur'an'i çıkarımları Alem buysa kral biziz tarzında sunmaya çalışmanız ise, sizleri insanların gözünde itibarsız bir duruma düşürecektir.


9 Mayıs 2017 Salı

Kur'an'da Başörtüsü Var mı Yok mu Tartışmaları Çerçevesinde Kur'an'ı Anlama Yöntemi Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an'ın Türkiye genelinde son yıllarda daha fazla gündeme gelmesi, bu kitabın bizlere neler emrettiği veya emretmediği konusunda, bazı tartışmaların açılmasına yol açmıştır. Bu tartışmalardan bir tanesi de, başörtüsünün Allah (c.c) tarafından emredilip emredilmediği konusunda yapılmaktadır. Kur'an'da kadınlara başörtüsünün emredilip emredilmediği ile ilgili yapılan bazı tartışmalarda, başörtüsünün Kur'an'da olmadığı şeklinde bazı iddialara rastlamaktayız. 

Yazımızın amacı, Kur'an'da başörtüsünü ispatlamaya çalışmak değil, bu tartışmalarda yapılan yöntem yanlışlığına dikkat çekmeye çalışmak, Kur'an'ın bizlere dair olan mesajının anlaşılmasında nasıl bir yol izlenerek, daha sağlıklı bir çıkarım yapılabileceği üzerinde olacaktır.

Kur'an'da başörtüsü yoktur şeklinde yapılan bir iddia, öncelikle bir konuda kesin bir hüküm vermek anlamına geleceğinden ötürü, bu tür kesin iddialar ile bu konuya yaklaşılmaması, doğru düşünmenin ilk basamağı olacağını düşünmekteyiz. Kur'an okuduğunu iddia eden kimselerin, Kur'an hakkında konuşurken, herhangi bir konuda kesin hüküm vermeye soyunmaya dikkat etmesi önemli bir konudur. 

Kur'an'ın mealini bir kaç defa okumak sureti ile Kur'an'ı anladığını zanneden bazı kimselerin, bazı konularda müçtehitliğe soyunmaları, kendilerini maalesef gülünç duruma düşürmekte, bu durum ise Kur'an'ı öncelleyen insanlara karşı olan muhalefet konusunda bazı kimselerin elini güçlendirmektedir. 

Kur'an okuyan bir kimse, öncelikle bu kitabın yaşanan bir hayatın içine indirildiğini bilmesi gerekmektedir. Yaklaşık 1500 sene önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara inen bu kitap, o insanların yaşadığı hayat içinde yaptıkları bazı yanlışları ret etmekte, bazı doğruları ise tasdiklemektedir. Bu kitabın, İlk Muhataplar olarak bildiğimiz bu topluluklara ne dediği anlaşılmadan, bize dair neler demiş olabileceği konusunda yürütülen fikirlerde isabet etme imkanı az olacaktır.

Kur'an mealini okuyarak bazı konularda Kur'an'da şu yoktur bu yoktur şeklinde çıkarımlar yapmaya soyunan kimselerdeki en büyük eksiklik, bu kitabın nüzul ortamındaki sosyokültürel şartları dikkate almayarak, bu kitap sanki bugün dağ başına indirilmiş gibi bir okuma yöntemi takip etmeleri, kitap içindeki bazı kelimeleri, bağlı bulunduğu cümleden çekip çıkartarak tek başına anlamlandırmaya çalışmaları, nuzül ortamında yaşayan insanların o kelimeye nasıl anlam verdiklerini hiçe saymalarıdır.

Kur'an okumalarında ön yargılı yaklaşımlar sonucunda varılan neticenin yanlış olma ihtimalinin daha yüksek olacağı unutulmamalıdır. Yaşadığı hayat ile Kur'an arasında çelişki olduğunu gören bazı Kur'an okuyucularının, kendilerini Kur'an'a uydurmak yerine, Kur'an'ı kendilerine uydurmaya çalıştıkları, veya bu konuda yapılan çalışmalara destek verdiğini görmekteyiz. 

Örneğin; Faiz karşılığında kredi almak zorunda kalan bir kimse, kendisini temize çıkarmak için, faiz konusunda haram olan noktanın faiz almak olduğu, faiz vermenin haram olmadığı, veya bankalardan alınan kredilerin haram olmadığı gibi bir düşünce içine girebilmekte, veya bu türden düşüncelere destek çıkarak, haramdan kurtulduğunu zannedebilmektedir.

Nefsine ağır gelmesinden, aile, çevre, çalıştığı ortam gibi etkenlerden ötürü, başını örtmek konusunda zorlanan bazı kimseler ise, Kur'an'da başörtüsünün olmadığı, başı örtmenin değil göğsü örtmenin emredildiğini öne sürerek, başörtüsü konusunda yapılan bazı önyargılı yorumlara can simidi gibi yaklaşmaktadır. Bu konuda da nuzül ortamı dikkate alınarak yapılacak olan bir anlama çalışması, bizleri daha doğru sonuçlara götürecektir.

Kur'an'da kadınların örtünmesi ile ilgili olarak Ahzab s. 59. ve Nur s. 31. olmak üzere iki ayet bulunmaktadır. Kur'an'da başörtüsünün emredilmediğini savunan bazı kimselerin sadece Nur s. 31. ayeti üzerinden bir sonuca varmaya çalışarak, diğer ayet olan Ahzab s. 59. ayetini hiç gündeme getirmemeleri, bu konuda önyargılı bir sonuca varmaya yönelik çalışmalar olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bir konuda Kur'an'ın ne dediği öğrenilmek isteniliyor ise, o konu ile ilgili ayetlerin tamamının ve Kur'an bütünlüğünün dikkate alınması gerekmektedir.

Başörtüsünün Kur'an'da olmadığı konusundaki yaklaşımlarda yapılan yanlış, bu kitabın binlerce yıllık insanlık tarihinin bireyleri olan ve o tarihin getirdiği sosyokültürel birikimleri ile hayatlarını sürdüren insanlara indiğini dikkate almamaktan kaynaklanmaktadır. Kadının ve erkeğin örtünmesinin fıtrattan gelen bir özellik olduğu hesaba katılarak yapılmaya çalışılan yaklaşımlar, bizleri daha doğru sonuca götürecektir.

Kur'an hayat sahasına ilk defa inen, yaşadığı dünyada ne yapacağından, nasıl yaşayacağından habersiz bir topluma inmemiştir. Örtünmenin insan fıtratından gelen bir özellik olduğunu bilen, kadını ve erkeği ile örtülü gezen bir topluma inmiştir. Bu toplumun kadınları da Arap dilinde Hımar olarak isimlendiren bir örtü kullanarak başlarını örtmekteydiler. Bu durumu Nur s 31. ayetinden anlamak mümkündür. Çünkü bu ayet kadınlara başlarını örtmelerini değil, başlarını örtmekte kullandıkları kumaşı nasıl kullanmaları gerektiği yönünde hatırlatmada bulunmaktadır.

Nur s. 31. ayetinde geçen Humurihinne kelimesinin kökü olan El Hamru, Bir nesneyi örtmek gizlemek, saklamak anlamındadır. Hımar, örtünmede ve gizlemede kullanılan bir şeye verilen isim olarak kadınların başlarını örtme ve gizlemede kullandıkları örtünün ismi olmuştur. Nur s. 31. ayetindeki, Baş örtülerini yakalarının üzerine koysunlar şeklindeki emirden, bu emre muhatap olan kadınların başlarının örtülü olduğu, veya başlarını örtmek için kullandıkları objeye bu ismi verdiklerini anlayabiliriz.

Kur'an'ın böyle bir arka plan dahilinde, zaten başlarını örten kadınlara, Başınızı örtün şeklinde bir emir vermesi beklenemez. Kur'an'da başı örtme emri bulamadıklarını iddia edenler, eğer bu durumu dikkate almış olsalardı, böyle bir emrin olmasının zaten gerekmediğini anlayabilir, kadınların başlarını örtmelerinin, fıtratlarının gereği olduğunu, bu konudaki ayetin ise, var olan ve bilinen başörtüsü konusunda bir hatırlatma yapmış olduğunu düşünebilirlerdi.

Örtünmenin fıtri olduğu, çıplaklığın arızi olduğu ilk insandan beri bilinmektedir. Kur'an'ın insanlara Çıplak gezmeyin , giyinik gezin şeklinde bir emir vermemesinin sebebi, insanların zaten giyinik gezmelerindendir. Kur'an'da başörtüsü emri olmadığını ileri süren kadın veya erkekler, acaba giyinik gezmeleri gerektiğine dair olan emri Kur'an'ın hangi ayetinden almaktadırlar?.

Bu yazıyı yazma amacımız, başta söylediğimiz gibi, başörtüsünü ispatlamaya çalışmak değil, bu konuda yapılan yöntem yanlışlığına dikkat çekmek idi. Kişisel kanaat olarak, Ahzab s. 59. ayetini dikkate alan bir okuma yaptığımızda, kadınların ev içindeki kıyafetleri ile dışarı çıkmamaları gerektiği, dışarı çıkarken Arapların Cilbab olarak bildikleri, yabancı bakışların dikkat çekmediği başı da örten dış elbiselerini almalarının gerekli olduğunu düşünmekteyiz.

Kimseyi başını örtmediği gerekçesi ile kınama veya tahkir amacımız olmadığını hatırlatarak, başını örtmeyen kimselerin ise gerekçe olarak Kur'an'ın böyle bir emri olmadığını iddialarını yeniden gözden geçirmelerini tavsiye ederiz. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

17 Ekim 2014 Cuma

YUNUS 87 Ayeti ve Firavunlarla Mücadele Yöntemi

Kur’an kıssaları ile ilgili her yazımızda, kıssaların bizlere anlatılma sebebinin yaşanmış olayların bize dönük mesajını kavramak ve hayata aktarmak olduğunu yine vurgulayarak yazıya başlamak istiyoruz. Musa(a.s)’nın Firavun ile olan mücadelesinin bizlere anlatılma sebebi; her zaman ve mekanda ortaya çıkacak olan Firavun ve avanesi ile nasıl bir mücadele yöntemi takip edilmesi gerektiği olup, YUNUS 87 ayeti bu yöntemin ipuçlarını veren bir ayettir; 

Bu Ayeti okumaya başlamadan önce Musa (a.s) ve kavminin, Yunus s. 85.ve 86. Ayetlerindeki duasını anlamak zorundayız. O Ayetlerde Musa (a.s) ve kavmi Rablerine , "Biz de Allah’a dayanıp güvendik. Ey Rabbimiz! Bizi o zalim kimselerin işkenceleri ile imtihan etme ve rahmetinle  o kâfirler güruhundan bizi kurtar" şeklindeki dualarının nasıl kabule şayan olacağı beyan edilmektedir. Allah (c.c) kullarının duasına icabet edeceğine dair olan vaadinin yerine gelme şartı sadece el açıp yalvarmak değil , öncelikle istenilen şeyin kullar tarafından fiili olarak yerine getirilmeye çalışılmasıdır. Allah (c.c) hiç kimseye yattığı yerden ettiği duanın karşılığını vermez.

[012:087] Mûsa'ya ve kardeşine şunu vahyettik: Kavminiz için kendilerini yerleştirmek üzere Mısır'da evler hazırlayın. Evlerinizi kıble yapın/karşılıklı yapın ve salatı ikame edin. İnananlara müjde ver.

Bu ayet içinde 3 tane emir geçmektedir;
  1. Evler hazırlamak,
  2. Evleri kıble edinmek,
  3. Salatı ikame etmek.
Üç emir sonunda gelen müjde; bu emirlerin doğru olarak yerine getirildikten sonra kurtuluşun geleceği müjdesidir. Bu müjde Allah(c.c)’ın değişmez bir sünneti olarak kıyamete kadar geçerlidir. Bizler Kur’an kıssalarını "eskilerin masalları" olarak okumayıp, "bize dönük evrensel mesajlar" olarak okuduğumuz takdirde; her devirde peydâ olan Firavunların nasıl yıkılacağının ipuçlarını bu ayet içinde görmekteyiz.

Ayet içinde geçen "tebevvea" kelimesi; “bir mekandaki cüzlerin birbirine eşit olması" anlamında kullanılan bir kelimedir. Evlerin bu hale getirilmesinin vahyedilmesinden anlaşılması gereken; bütün İsrailoğulları evlerinin aynı amaç için şuurlanmasının gerektiğidir.

"Evlerin kıble edinilmesi"nin ne anlama geldiği üzerinde de durulması gerekmektedir. "Kıble" kelimesi; "yönelinen ve yüzün dönüldüğü yer" anlamında bir kelimedir. 

İsrailoğulları evlerinin; aynı amaç olan Firavun zulmünden kurtulmak şuuru üzerine tesis edilerek o evlerde yaşayanların, "yüzlerinin birbirlerine dönük olması"nın ne anlama gelmesi gerektiğini, bu deyimin tersi olan "sırtın birbirine dönük olması"nın ne anlama geldiğini bularak anlayabiliriz.
 "Sırtın birbirine dönük olması”; insanların birbirleri ile anlaşmazlık, ihtilaf, düşmanlık şeklinde başgösteren sorunların anlatıldığı bir deyimdir. Bunun tersi olan “yüzün birbirlerine dönük olması”; anlaşmazlık, ihtilaf, düşmanlık gibi sorunların olmamasını anlatan bir deyimdir.

Alemlerin Rabbi olan Allah(c.c); Firavun zulmü altında inleyen İsrailoğulları’na bu zulümden kurtulabilmeleri için gerekli olan mücadele yönteminin nasıl olmasını gerektiğini beyan etmektedir. Bu yöntem; öncelikle bütün bireylerin tek bir amaç etrafında şuurlanmaları, sonra da bu amaç etrafında kenetlenerek aralarında olan her türlü ayrışmaları ortadan kaldırmaları ve sırtlarını değil, yüzlerini birbirlerine dönmeleri şeklinde olacaktır.

Musa(a.s) kıssasını hatırlayacak olursak; onun Firavun'un sihirbazları yapmış olduğu düello sonucunda sihirbazların yenilerek iman etmeleri sonucunda yeniden bir soykırıma başlayan Firavun zülmüne karşı koymaya güç yetiremeyenlerin Musa(a.s)’ya şunları söylediğini görmekteyiz;

[007.127] Firavun kavminin ileri gelenleri dediler ki: «Seni ve ilâhlarını terketsinler de yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi Musa'yı ve kavmini serbest bırakacaksın?» Firavun da dedi ki: «Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve onlar üzerinde kahredici bir üstünlüğe sahibiz.»

[007.128] Musa, kavmine dedi ki: «Allah'ın yardımını ve lütfunu isteyin ve sabır gösterin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Sonunda kurtuluş müttakilerindir.»
[007.129]  Kavmi de dediler ki: «Sen bize gelmeden önce de eziyet gördük, sen geldikten sonra da.» Musa dedi ki: «Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı helak edip de sizi yeryüzünde halife kılacaktır ve sizin nasıl işler yaptığınıza bakacaktır.»

Mücadele süreci içinde, bütün insanların aynı kararlılığı göstermesi beklenemez. İnsanların dayanıklılık açısından birbirleri ile farklılık göstermesi; onların yapılarının bir sonucudur. Medine’de inen ayetleri dikkatli okuyacak olursak, özellikle savaşların zikredildiği ayetlerdeki insan tipleri, bizlere bu durumun sadece belli bir ırka has durum değil, genel olarak insana has bir durum olduğunu göstermektedir.

Mücadele sürecinin bazı sıkıntılarına katlanmakta zorlanan insanları dışlamak yerine, onları sürece kazandırmanın yollarını aramanın daha doğru olduğu ARAF 128 ayetinin mesajından anlaşılmaktadır.
 Musa(a.s) kıssasının özellikle sihirbazların imanından sonra, denizin kıyısına varmalarına kadar olan süreci anlatan ayetlerin; masal tadında değil ibret tadında okunması gerekmektedir ki Allah(c.c)’ın câri olan sünnetinin nasıl işlediği anlaşılsın. Denizin yarılma hadisesi noktasında, bu yarılmanın nasıllığından ziyade böyle bir olayın meydana gelmesini gerektirecek olan bir mücadele sürecini başaran İsrailoğulları’nın bu çalışmalarının okunması gerekmektedir ki o olay bizlere ibret mesajı olabilsin.

Allah(c.c); Kitabı’nda "inananlara yardım etmeyi kendi üzerine borç olarak yazdığını" beyan etmektedir. Ancak bu yardımın asla, inananların yatarak, çalışmadan, herhangi bir mücadele göstermeden olmayacağınıda haber vermektedir.

İsrailoğulları ile ilgili ayetlere baktığımızda; Sünnetullah’ın yeryüzünde nasıl pratiğe geçtiğinin anlatıldığı ayetler olarak gözümüze çarpmaktadır. İsrailoğulları’nın olumlu veya olumsuz davranışlarının, Sünnetullah’ı nasıl çalıştırdığının canlı olarak görülmesi bakımından önemli mesajlar taşımaktadır.

Firavun ile olan mücadele sürecinde Sünnetullah’ın yardım için gerekli kurallarını yerine getiren İsrailoğulları için Allah(c.c)’ın yardımı "artık bittik" dedikleri zaman gelmiştir. Yardım zamanı da işte bu andır; kulların var güçleri ile çalışıp artık son hadde gelindiğinde Allah(c.c)’ın yardımı gelir.

[002.214] Yoksa siz, sizden önce geçenlerin örnek olmuş durumları hiç başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onların başına öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zaruretler geldi ve öylesine sarsıldılar ki, resul ve beraberindeki iman edenler: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyeceklerdi. Bak işte, Allah'ın yardımı yakındır.

BAKARA 214 ayeti yardımın zamanının ve şartının anlatıldığı bir ayet olup, yardımı hakediş dediğimiz zamanı anlatarak bu hakediş zamanına kadar sabır gösterilmesi, azimle mücadeleye devam edilmesinin gerektiğini bildirmektedir.

İsrailoğulları’nın Firavun ile olan mücadele sürecini Allah(c.c)’ın Kitabı’ndan okuyarak, bugün veya yarın tâ kıyamete kadar biz Mü'minlerin, bizlere musallat olan Firavunlar’ın nasıl yıkılacağının ipuçlarını görmekteyiz. Bu ipuçlarını YUNUS 87 ayetindeki üç emri biraz açarak görebiliriz.
 1- EVLER HAZIRLAMAK

"Tebevvea" kelimesi ile ifade edilen bu durum, "evleri aynı seviyeye getirmek" anlamındadır. Evleri aynı duruma getirmek demek; içinde bulunulan durumun farkına varılması ve bu durumun ortadan kaldırılması için ortak bir hareket noktası belirlenmesi demektir.

Bugün kendilerini “müslümanlar" olarak gören insanların, yaşadıkları topraklar üzerindeki yönetimlere ve yöneticilere baktığımız zaman; Firavunvâri bir yönetim ve yöneticilerin işbaşında olduğunu görmekteyiz. Firavun bilindiği gibi kendisini "İlah ve Rab" ilan ederek Mısır halkı üzerinde tasarruf hakkı olduğunu iddia etmekteydi. Halbuki insanlar üzerinde tasarruf etme hakkı sadece ve sadece onları yaratan Allah’a ait bir haktı ve bu hakkı Firavun gasp etmişti. Bu gasp edişin adı "TUĞYAN” idi; buna "sınırı aşmak" deniyor ve bu sınırı aşanların ortak adı "TAĞUT" oluyordu.

Allah(c.c) NAHL 36 ayetinde mealen "Andolsun ki: Biz, her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve Tağuttan sakının!» diye uyaran bir resul gönderdik. Sonra içlerinden kimine Allah hidayet nasip etti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde bir dolaşın da peygamberlere yalancı diyenlerin sonunun ne olduğunu görün!" buyurarak gönderdiği elçilerin gönderiliş amacını beyan etmektedir.

Tağutu ve Tuğyanı red ederek, dini sadece Allah’a has kılmak gibi bir vazifemiz olduğu zaman içinde unutularak tıpkı "Stocholm sendromu" misali bir durum içinde girerek, celladına aşık bir topluluk oluşmuş ve içinde bulunulan durumdan bırakın rahatsızlık duymayı, memnuniyet duyan bir topluluk oluşmuştur.

Türkiye örneğine baktığımız zaman; iktidarda muhafazakar bir partinin olması, bazı Kur'an kavramlarının üzerinin örtülmesi gerektiği zannına götürmüştür. Halbuki böyle olmamalıydı; Allah(c.c)’ın dini üzerine kurulu bir sistem için mücadele etmenin, var oluşumuzun ana gayesi olduğu unutulmamalıydı.

Türkiye Müslümanlarının bir çoğunun; Allah, Din, İbadet, Tağut, Müstekbir, Mele gibi kelimeler ile ifade edilen şeylerin ne olması gerektiği yolunda her hangi bir düşünceye bile sahip olmaması; içinde bulunduğumuz durumun ne kadar çukurda olduğunu göstermesi bakımından ibret vericidir.

Yapılacak ilk iş; yukarda verdiğimiz kelimelerin içlerinin Kur’an'î anlamda doldurularak, insanların şuurlandırılması ve her Müslümanın aynı seviyeye (Tebevvea) getirilerek Firavun sisteminden rahatsız olmalarını sağlamak olacaktır.
 2- EVLERİ KIBLE EDİNMEK

Evler aynı şuurda olan insanlarla oluşturulduktan sonra, o insanların aralarındaki farklı fikirler yüzünden birbirlerinden ayrılmalarının önüne geçilmesi gerekmektedir. Kıble kelimesinin "yüzünü dönmek” anlamı; bize evlerin kıble edinilmesinin ne anlama gelmesi gerektiğini açıklamaktadır. Her ev ferdinin diğer ev ferdinden haberdar olması, bir ev ferdinin diğer ev ferdi ile arasındaki ihtilafı ortadan kaldırarak sadece tek amaç olan Firavunları ortadan kaldırma mücadelesine yönelmesi gerekmektedir.

[028.004] Firavun memleketin başına geçti ve halkını fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınları sağ bırakıyordu; çünkü o, bozguncunun biriydi.

KASAS 4 ayetinde; Firavun'un halkı fırkalara ayırarak onları güçsüz bırakması evrensel bir taktikti ve "böl-parçala-yönet" olarak bilinen taktiği halkına uygulayan bir yöneticiydi. Zalim yöneticilerin en büyük kozları; halkın tek bir yumruk olmasını engelleyerek aralarında sûni ayrılıklar çıkararak onların gücünü kırma yöntemidir. Firavunların tasallutundan kurtulmak isteyen Müstazaflar (zayıflatılmışlar), aralarındaki ihtilafları sıfıra indirerek tek bir amaç olan Müstekbirleri (kibirlenenler, büyüklenenler, Allah’a karşı büyüklenen kafirler) yıkmak üzere olan amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmak zorundadırlar.

Allah(c.c)’ın kendileri için layık gördüğü MÜSLÜMAN ismini az görüp önüne veya arkasına ilave isimler ekleyenlerin bırakın müstekbirlere karşı koyabilmeyi, farklı isimler altında toplanmanın onların elinde oyuncak olmaktan başka bir şeye yaramayacağını bilmek zorundadırlar.

3- SALATI İKAME ETMEK

Meallerde "namaz kılmak" şeklinde verilen bu kelimenin ifade ettiği anlam; namazı da kapsayan daha geniş bir anlam örgüsüne sahiptir. Salat kelimesi; "kulun İlahı’na yönelimi, O’nun dinine desteği" anlamına gelen bir kelime olup, Firavunların yeryüzündeki iktidarına son vermeye çalışmakta "SALATIN İKAMESİ”nin içine dahil olan eylemlerdendir. Bu salatın nasıl ikame edileceğini ise birinci ve ikinci şıklardaki emirlerin yerine getirlmesi ile mümkün olacaktır.

MÜ'MİNLERİ MÜJDELE

Sabır ile yapılan mücadelenin sonu mutlaka zafer ile sonuçlanacak olup; bu Allah(c.c)’ın kullarına olan vaadidir. Musa(a.s) örneğinde bu durum canlı olarak yaşanmış ve bizlere kıssa yolu ile ibret almamız için Kur’an vasıtası ile iletilmiştir. Tarihin herhangi bir anında, arzın herhangi bir bölgesinde müstazaflar müstekbirlere karşı YUNUS 87 ayetinde bildirilen yöntemle mücadele ettiği takdirde başarıya ulaşmaları Allah’ın bir vaadidir ve Allah vaadinden asla dönmez.


Sonuç olarak; kıssa yollu anlatımların bizlere örnek olması gerektiği vurgusundan hareketle,YUNUS 87 ayetinden Musa(a.s) ve kardeşi Harun(a.s)’a vahyedilen mücedele yöntemi sonunda nasıl başarı geldiyse; Sünnetullah gereği kıyamete kadar bu tür yöntemlerle yapılan mücadeleler her zaman başarıya ulaşacak olup, Musa(a.s) kıssası bu başarının canlı örneğini vermektedir. Kıssaları masal değil örnek olarak okuma gereğine binaen, biz inananlar eğer çağdaş Firavunların zulmünden kurtulmak istiyorsan bu örnekliği uygulamak zorundayız.

En doğrusunu Allah(c.c) bilir.