Yunus s. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yunus s. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Aralık 2017 Cuma

Yunus s. 83. Ayetinin Çevirileri Üzerine Bir Mülahaza

Yunus s. 75. ve 93. ayetleri arasında geçen Musa (a.s) kıssasının 83. ayetinde Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır.

فَمَا آمَنَ لِمُوسَىٰ إِلَّا ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِهِ عَلَىٰ خَوْفٍ مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِمْ أَنْ يَفْتِنَهُمْ ۚ وَإِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْأَرْضِ وَإِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفِينَ

Bu ayetin yapılan çevirileri genellikle şu şekildedir:

[Yunus s. 83] Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir gurup gençten başka kimse Musa’ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi.

Bu çeviriye göre Musa (a.s) a İsrailoğullarından küçük bir gurup iman ediyor, geri kalanları ise Firavun korkusundan dolayı Musa (a.s) a iman etmiyor. Ayetin bu şekilde yapılmış çevirilerinde, korkan tarafın iman eden küçük gurup değil, iman etmeyen geri kalan gurubun olduğu anlaşılmaktadır. Fakat ayetin Arapça metnini dikkatli okuduğumuzda, böyle bir çeviri yapmanın uygun olmadığı görülecektir.

Bizim iddiamız, Ayetin çevirisinde hata yapılmış olduğudur. Ayetin kelime kelime çevirisini yaptığımızda, yapılan hata ortaya çıkacaktır.

فَمَا آمَنَ لِمُوسَىٰ Musa'ya  iman eden olmadı.
إِلَّا               ancak imân etti
ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِهِ  kendi kavminden bir zürriyet
عَلَىٰ خَوْفٍ      korku üzerinde oldukları halde
مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِمْ Firavun ve melesinin
أَنْ يَفْتِنَهُمْ ۚ       onları fitneye düşürmesinden, onları işkenceye uğratmasından
وَإِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْأَرْضِ Firavun, yeryüzünde çok ululanan
وَإِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفِينَ ve çok aşırı giden müsriflerden idi.

"Musa'ya  iman eden olmadı. ancak kendi kavminden bir zürriyet, Firavun ve melesinin onları fitneye düşürmesinden korku üzerinde oldukları halde imân etti. Firavun, yeryüzünde çok ululanan   ve çok aşırı giden müsriflerden idi.

Bu çeviriye bakıldığında ise, korkan tarafın iman eden küçük gurup olduğu anlaşılmaktadır. Yani İsrailoğullarından iman eden küçük gurup, Firavun'un zalim bir kişi olmasından korkmalarına rağmen Musa (a.s) a iman etmişlerdir. Ayet içindeki Ala havfin ( korku üzerinde oldukları halde) ibaresi, iman eden gurubun halini ifade etmektedir. Halbuki çeviriler bu ibareyi diğer guruba atfeden bir çeviri yapmışlardır.

84. ve 86ayetleri okuduğumuzda konu daha net olarak anlaşılacaktır. 

[Yunus s.84] Musa dedi ki; «Ey kavmim eğer Allah'a inandıysanız, eğer O'na teslim olmuşsanız, O'na dayanınız.
[Yunus s. 85] Onlar da dediler ki: «Allah’a dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o zalimler topluluğu için fitne konusu kılma!
[Yunus s.86] Ve bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan kurtar!»

Yunus s. 84. ayetinde Musa (a.s) kendisine iman edenlere hitaben, böyle bir korkunun gereksizliğini hatırlatmakta, 85. ve 86.ayetlerde ise, kendisine iman edenler onu bu hatırlatmalarına karşı olumlu cevap vermektedirler. 

Tetkik etme imkanı bulduğumuz çevirilerde, Yunus s. 83. ayetine Ömer Nasuhi Bilmen tarafından verilmiş olan anlamın doğru olduğunu söyleyebiliriz. 

 (Yunus s. 83) Artık Mûsa'ya imân etmedi, ancak kavminden bir zürriyet kendilerinin Fir'avun'dan ve onların cemaatinden bir belaya uğrayacaklarından korkar oldukları halde imân etmiş oldular. Fir'avun ise muhakkak ki, o yerde yüksek idi ve şüphe yok ki, o haddi tecavüz edenlerden idi. (Ömer Nasuhi Bilmen)

Ömer Nasuhi Bilmen tarafından yapılan Yunus s. 83. ayetinin çevirisinde, korkan tarafın iman eden taraf olduğu şeklinde bir çeviri yapıldığı, ve bu çevirinin diğer çevirilerden farklı olduğu görülmektedir. Ömer Nasuhi Bilmen, yazmış olduğu tefsirinde bu ayet ile ilgili olarak şunları söylemektedir:


"Şöyle ki: Peygamber Efendimiz, kavminden birçoklarının İslâmiyetî kabul etmeyip küfr üzere sebat ettiklerini gördükçe üzülüyor, hüzn ve keder içinde kalıyordu. Cenâb-ı Hak ise Rasûlü Ekrem'ine bu gibi âyetlerle teselli veriyor, Hz. Musa ile kavminin hallerini bildiriyor. Evet... Hz. Musa, o kadar mucizeler gösterdiği halde kavminden pek az kimse imân etmiş idi, diğerleri küfrlerinde devam edip durmuşlardı. Evet., (artık Musa'ya) O Yüce Peygambere, hak dine davet ettiği kimseler (imân etmedi) dinsizliklerinde sebat ettiler (ancak kavminden) Hz. Musa'nın kavmi alan İsrail oğullarından (bir zürriyet) bir taife, bir takım gençler (kendilerinin Firavun'dan ve onların cemaatinden) o Firavun ile onun kavminin ileri gelenleri tarafından (bir belâya) bir imtihana (uğrayacaklarından korkar oldukları halde) yine metanet göstererek (imân etmiş oldular) nice kimselerde bu korku sebebiyle imândan mahrum kalmışlardı. (Firavun ise muhakkak ki, o yerde) Mısır diyarında (ululuk taslayan biri idi) kendini beğenmiş bir diktatör idi. (Ve şüphe yok ki, o) lanete uğramış Firavun (haddi aşanlardan idi) ancak bir kul olduğu halde rablık iddiasında bulunuyordu. Beni İsrail'den nice kimseleri öldürmüş, yeryüzünde ne bozguncu hareketlerde bulunmuştu."

Bu ayetin yapılan çevirilerinin bir çoğunun hatalı şekilde yapılmış olmasını iddia etmemiz, bizim doğru olduğunu iddia ettiğimiz çevirinin doğru olup olmadığı sorusunu da beraberinde getirecektir. Yapılan meallerin birbirinin kopyası olması, kopya edilen meallerin herhangi bir yanlışa düşmüş olabileceği üzerinde fikir yürütülmemesi, Arapça bilmekten daha önemli olan ayet, sure Kur'an bütünlüğüne dikkat edilmemesi, bu hataları körükleyen sebeplerdendir. Bu ayetin yapılmış çevirileri hakkında herhangi bir bilgisi olmayan kişi, bu ayeti çevirmeye kalktığında, mutlaka Ömer Nasuhi Bilmen tarafından yapılan çevirisinin benzerini yapacaktır. 

Sonuç olarak: Yunus s. 83. ayetine Türkçe meallerde verilen "Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir gurup gençten başka kimse Musa’ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi." şeklindeki anlamın doğru olmadığını düşünmekteyiz. Ayet içindeki anahtar durumda olan Ala havfin ibaresinin, Musa (a.s) a iman etmeyen gurup için kullanılmış olması hatanın sebebini oluşturmaktadır. Bu ibarenin halbuki Musa (a.s) a iman eden gurup için kullanılması gerekirdi. Ayetlerin bağlamına dikkat ettiğimizde, doğru olduğunu düşündüğümüz anlamın, sadece Ömer Nasuhi Bilmen tarafından verildiğini gördük.

                                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

28 Kasım 2016 Pazartesi

Yunus s. 18. Ayeti : "Bunlar Bizim Allah Katında Şefaatçilerimiz" Diyen Müslümanlar

Allah (c.c) tarih boyunca indirdiği kitap ve gönderdiği elçiler ile , insanların sadece kendisini ilah ve rab olarak tanımaları gerektiğini ve yaşamlarını bu  esas üzerine temellendirmeleri gerektiğini bildirmiştir. Son kitabın indiği Mekke  bilindiği üzere , Allah (c.c) nin "Şirk" olarak tanımladığı bir çok inanç ve ameli işleyen insanların oluşturduğu bir şehir idi. Bu şehirde yaşayan insanların bir çoğu, "Put" olarak tanımlanan, kimseye herhangi bir zarar veya faydası olmayan şeylere kulluk etmekte,  bunları Allah ile aralarında aracı olarak görmekte idiler. Onların "Şirk" olarak tanımlanan bu düşünceleri ,Yunus s. 18. ayetinde şu şekilde haber verilmektedir. 

[010.018]  Allah'ın aşağısından olan, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek şeylere kulluk ediyorlar ve «Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir.» diyorlar. De ki, «Siz Allah'a göklerde ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?» Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.

Mekke müşrikleri , kulluk etmiş oldukları putlarına tapma gerekçelerini "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" diyerek açıklamaktadırlar. Bu açıklama, Allah (c.c) ile direk irtibat kurulamayacağı , onunla irtibat kurmak için bir takım aracıların olması gerektiğine dayanan bir düşüncenin eseri olup , bu düşünce Allah tarafından ret edilmektedir. 

Şefaat ; "Bir işte aracılık ve kayırıcılık etmek" anlamına gelen bir kelime olup , bu kelimenin geçtiği ayetleri alt alta koyup okuduğumuz zaman , Allah ile aralarına aracılar koyan Mekke müşriklerinin bu inançlarının yanlışlığının merkeze alındığı ve bu yanlışlığı izale etmek babından bilgiler olduğu görülecektir.

Kur'an'ın müşrik inancı olarak ret ettiği, ve konu ile ilgili bütün ayetlerinin bu inancı ret ederek , yerine doğruyu koymak amaçlı olmasına rağmen , şefaat inancı İslam düşüncesi içinde yer almış , almamakla kalmamış neredeyse imanın şartı haline gelmiştir. Bu konu ile ilgili Kur'an ayetleri, müşrik inancı olan bu düşünceyi ret ettiği düşüncesi ile değil , Allah (c.c) nin bazı kullarına böyle bir yetki vereceği düşüncesi etrafında okunmuş , bu okumaya rivayetler ile destek bulunmuş , ve konu ile ilgili ayetler bu düşünce doğrultusunda tevil edilerek bugüne gelinmiştir.

Şefaat düşüncesinin altında karşılıklı menfaatler yattığı için , insanları sömürmenin en kolay yollarından birisi olan dini alanda hayli rağbet görmektedir. Şefaat edileceğine inanan kişi, kendisine Allah katında birisinin aracı olacağına inanmakla, ahiretini garanti altına aldığını düşünerek ömrünü rahat bir biçimde geçirmekte , şefaat edeceğine inanan kimse ise , kendisinden şefaat bekleyenler sayesinde , onların sırtlarından hem maddi , hem de manevi olarak kazanç sağlayarak ömrünü rahat bir biçimde geçirmektedir. "Alan memnun satan memnun" esasına dayanan bu sektörün alıcı ve satıcıları İslam dünyası içinde büyük bir yer kaplamaktadır.

Şefaat inancının Mekke versiyonu ile İslam dünyasındaki versiyonunu mukayese ettiğimizde , Mekke'deki cansız putların yerini İslam dünyasında, yaşayan tarikat şeyhleri , ölmüş ve görkemli türbelerde yatan ölü şeyhler almıştır. Dün Mekke müşriklerinin puta tapma gerekçesi olarak söyledikleri " Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" sözü hiç değişime uğramadan aynı şekilde dillendirilerek, şefaat inancına sahip olanların ağızlarında dolaşmaktadır.

Allah (c.c) nin şirk olarak beyan ettiği bu düşünce , Mekke'deki taştan tahtadan putların yerine , kerameti müritlerinden menkul din baronlarının veya onların yattığı türbelerin geçirilmesi ile asla meşruiyet kazanmaz. 

[039.003] Dikkat edin, halis din Allah'ındır; O'nun aşağısından olanları veli edinenler: «Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz» derler. Doğrusu Allah ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah şüphesiz yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola eriştirmez.

Şefaat düşüncesine sahip olan bir kimseye " Bu yaptığınızın adı İslam literatüründeki adı şirk'tir" denildiği zaman , "Mekke'deki putlar ile bizim alimlerimizi aynı kefeye mi koyuyorsunuz?" şeklinde bir itiraz gelmektedir. 

Bu tür itirazın bir benzerinin , Tevbe s. 31. ayeti nazil olduğunda yapıldığını görmekteyiz. "Onlar Allah'ın aşağısından olan hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler" cümlesine , önceden Hristiyan olan bir sahabenin, böyle bir şey yapmadıkları yönündeki itirazı üzerine Muhammed (a.s) ,  rahipleri rab edinmenin onları helal ve haram koyucu olarak kabul etmek anlamında olduğunu söylediğine dair rivayetler bulunmaktadır.

Şefaat inancına sahip olanlara eğer "Siz alimleriniz ve türbelerde yatan ölmüşleriniz için "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" veya "Onlar, bizi Allah'a yaklaştırıyorlar" şeklinde bir ifade kullanıyormusunuz?" şeklinde bir soru sorulduğunda, onlardan alınacak cevap kocaman bir EVET olacaktır. 

İşte Mekkelilerin taştan tahtadan yapılmış olan putlardan bekelntileri ile ,  kendilerine "Ben Müslümanım" diyerek şefaat inancına sahip olanların ,  etten kemikten meydana gelmiş olan insanlardan olan beklentileri aynıdır. Kısacası , dün Mekke'de yaşanan putları şefaatçi olarak görmek sureti ile düşülen şirk batağının , bugün İslam dünyasında yaşanan şefaat inancı etrafındaki şirk batağı arasındaki farkı sadece aktörlerin değişmesi olup , içerek olarak zerre kadar bir farklılık arz etmemektedir.

Olayın daha vahim boyutu ise , bu düşüncenin imanın şartı gibi görülerek , bu düşünceye karşı çıkarak yanlış olduğunu dile getirenlere, "Sapık , Kafir , Zındık , Hadis Sünnet inkarcısı" gibi yaftalar takılarak söylediklerinin göz ardı edilmesidir.

[002.186] Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara YAKINIM. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.

[050.016]  And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz; Biz ona şah damarından daha YAKINIZ.

Kullarına YAKIN olduğunu beyan ederek, araya yakınlaştırıcılar koyulmasını istemeyen Allah (c.c) nin beyanının aksine, onun bize uzak olduğunu düşünerek , yakınlaştırıcı olduğu iddia edilen kimseler ile ona yaklaşmaya çalışmak, açık ve net Şirk inancından başka bir şey değildir.

[002.281] Allah'a döneceğiniz ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının kendisine eksiksiz verileceği günden korkunuz.
[003.025]  Geleceğinden şüphe olmayan günde, onları topladığımız ve haksızlık yapılmayarak herkese kazandığı eksiksiz verildiği zaman, nasıl olacak?
[004.124] Erkek veya kadın, mümin olarak, kim yararlı işler işlerse, işte onlar cennete girerler, kendilerine zerre kadar zulmedilmez.
[006.160]  Kim ortaya bir iyilik koyarsa ona on katı verilir; ortaya bir kötülük koyan ise ancak misliyle cezalandırılır; onlara haksızlık yapılmaz.
[010.054]  Haksızlık etmiş olan her kişi, yeryüzünde olan her şeye sahip olsa, onu azabın fidyesi olarak verirdi. Azabı görünce pişmanlık gösterdiler. Haksızlığa uğratılmadan aralarında adaletle hükmolunmuştur.
[016.111]  O gün, herkesin kendi derdine düşüp çabalayacağı ve herkesin işlediğinin haksızlığa uğratılmadan kendisine ödeneceği bir gündür.
[017.071]  Bir gün bütün insanları önderleriyle beraber çağırırız. O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar kitablarını okurlar. Onlara kıl kadar haksizlik edilmez.
[023.062]  Biz herkese ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz. Katımızda gerçeği söyleyen bir kitap vardır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.
[039.069] Yer; Rabbının nuru ile aydınlandı, kitab konuldu, peygamberler ve şahidler getirildi. Onlara haksızlık yapılmadan aralarında hak ile hükmolundu.

Birçok ayet , insanların dünya hayatlarında yaptıklarının en küçük bir haksızlık yapılmadan karşılığının verileceğini, onlara zerre kadar zulmedilmeyeceğini beyan etmesine rağmen , şefaat inancının temelini oluşturan kayırıcılık , araya girme düşüncesi , Allah (c.c) nin bir kul hakkında verdiği kararın yanlış olduğunu, ve bu kararından dönmesi için bir nevi avukatlık yapması anlamına gelmektedir. 

Rivayetlerde yer alan bilgilerde , Muhammed (a.s) ın hesap gününde secdeden başını kaldırmayarak "Ümmetim , ümmetim" diyerek yalvarmasına karşılık olarak Allah (c.c) nin ona "Sana ümmetini bağışladım" demesi , haşa Allah'ın merhametsiz , kulunun ondan daha merhametli olduğu gibi bir yanlışa sevk etmektedir.  

Allah (c.c) dışında şefaatçiler edinmek , şefaatçi edinilen kimseleri ona denk saymak anlamına gelmektedir. Ahiret gününde onun vermiş olduğu kararı değiştirmesi için birilerinin araya gireceğini düşünmek , ondan daha merhametli olan birilerinin olduğunu iddia etmek olacaktır. 

Hesap gününde şefaatçilerin olmayacağını yine bir çok ayette beyan edilmesine rağmen , elçilerden başka insanlar için garanti olmayan cennetin , Şeyh , Gavs , Kutup v.s gibi adlarla anılan kimseler için garanti olduğunu düşünülerek onları şefaatçi olarak görmenin ne kadar büyük bir yanılgı olduğu görüldüğü zaman çok geç olacak, ve dünyaya geriye dönerek salih ameller işleme imkanı olmayacaktır.  

Bu noktada şefaati izne bağlayan ayetler gurubu ile ilgili olarak kısa bir hatırlatma yerinde olacaktır. Şefaat konusunda bazı ayetler şefaati kesinlikle ret etmesine karşın , bazı ayetler ise şefaati izne bağlamaktadır. Bu ayetler, sanki şefaatin Allah dışında bazı kimselere verileceği gibi bir algı oluşmasına sebep olmaktadır. Bir ayette şefaati ret , diğer bir ayette şefaati izne bağlayarak bazı kimselere şefaat izni verileceği gibi bir çelişkinin Allah'ın kitabında olması asla söz konusu olamaz. 

Öyleyse bu ayetleri , müşriklerin kendi yanlarından oluşturdukları şefaat düşüncesinin ret edilmiş olması bağlamında düşünerek , onların kendi yanlarından çıkardıkları bu düşüncenin Allah katından bir izni olması gerektiği , kimsenin Allah'a rağmen böyle bir inanç oluşturamayacağını , izin konusunun şefaatin imkanını değil , imkansızlığını ifade ettiği çerçevesinde okumak gerekmektedir.

Şefaat konusunda daha önceden "Şefaat Ayetlerini Birde Bu Sıra İle Okuyalım" başlıklı bir yazıda bu konudaki bütün ayetleri ele almaya çalıştığımız için bu yazıda sadece Yunus s. 18. ayeti üzerinden bu düşünceyi ele almaya çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.

Şefaat düşüncesi İslam dünyasının ve Müslümanların gelişmesi yolunda engel olan düşüncelerin başında gelmektedir. Şefaat edeceğine inanılan kimselerin akla hayale gelmez yalanları ile doldurulmuş kitapları okuyarak , dünyanın gerçeklerinden kopuk bir yaşam sürmek , Müslümanların her konuda geri kalmasına sebep olmaktadır. Şefaatten mahrum kalmamak için , Şeyh , Gavs v.s gibi adlarla anılan kimselerin eteklerinin dibinden ayrılmayan bu insanlar , dini sadece ruhbanlık olarak görmek sureti ile dünya ile alakalarını keserek , meydanın başkaları tarafından doldurulmasına sebep olmaktadırlar.  

Müslümanların her alanda gelişmeleri , "Din Adamları" denilen bu sınıfın hakimiyetinin ortadan kalkarak  herkesin kendi dininin adamı olması ile mümkün olacaktır. Bu adamları nimetten sayarak onlara verilen değer , onların insanları daha kolay sömürmesine ve onların sırtlarından bir servet imparatorluğu kurmalarına sebep olmaktadır. 

Ellerinde en büyük koz olarak bulundurdukları, insanları hesap gününde kurtaracaklarına dair olan inanç yıkılarak, Allah'tan başka şefaatçiler olmadığı inancı Müslümanların arasında hakim olduğu gün , bu adamlar ortada tek başına kalarak yüzüne dahi bakılmayacak kimseler olduğu anlaşılacaktır.

Sonuç olarak : Müşriklerin şirk inançları arasında sayılan ve Kur'an tarafından ret edilen şefaat inancı , zaman içinde Müslümanların baş tacı haline gelerek , insanları maddi ve manevi yönden sömürmenin aracı haline gelmiştir. Bu inanç etrafında oluşturulan sektör sayesinde bir çok Müslümanın ayağı bağlanmış , kendilerini ahirette kurtarmak vaadi ile , kerameti müritlerinden menkul olan şeyhlerin kucaklarına düşmüştür.

Müslümanların her alanda ilerlemelerine engel olan ve din adamları sınıfının elinde esir durumuna düşerek onların elinde oyuncak haline gelmesine sebep olan bu inanç , yanlış ve şirk inancı olduğu, geniş kitleler tarafından anlaşılmaya başlandığı an İslam dünyasından büyük bir değişim başlayacaktır. 

Kendilerine oluşturdukları küçük dünyalarında uçtu kaçtı masalları ile Müslümanları oyalayarak onları maddi ve manevi olarak sömürerek , her yönden geri kalmasına sebep olan bu adamlar artık tarihin tozlu sayfalarında yerlerini alarak , ortadan kaldırılmalıdır.

Kendilerini din adamlarının tasallutundan kurtarmaya başlayan Müslümanlar , kendi dinlerinin adamı olarak kişilere bağımlı olmaktan kurtulacaklar ve dünya gerçeklerini daha kolay anlamaya başlayacaklardır.  

Tarikat şeyhlerinin hakimiyetinin bittiği bir İslam dünyası, tüm Müslümanların özlemi olmalıdır. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

17 Ekim 2014 Cuma

YUNUS 87 Ayeti ve Firavunlarla Mücadele Yöntemi

Kur’an kıssaları ile ilgili her yazımızda, kıssaların bizlere anlatılma sebebinin yaşanmış olayların bize dönük mesajını kavramak ve hayata aktarmak olduğunu yine vurgulayarak yazıya başlamak istiyoruz. Musa(a.s)’nın Firavun ile olan mücadelesinin bizlere anlatılma sebebi; her zaman ve mekanda ortaya çıkacak olan Firavun ve avanesi ile nasıl bir mücadele yöntemi takip edilmesi gerektiği olup, YUNUS 87 ayeti bu yöntemin ipuçlarını veren bir ayettir; 

Bu Ayeti okumaya başlamadan önce Musa (a.s) ve kavminin, Yunus s. 85.ve 86. Ayetlerindeki duasını anlamak zorundayız. O Ayetlerde Musa (a.s) ve kavmi Rablerine , "Biz de Allah’a dayanıp güvendik. Ey Rabbimiz! Bizi o zalim kimselerin işkenceleri ile imtihan etme ve rahmetinle  o kâfirler güruhundan bizi kurtar" şeklindeki dualarının nasıl kabule şayan olacağı beyan edilmektedir. Allah (c.c) kullarının duasına icabet edeceğine dair olan vaadinin yerine gelme şartı sadece el açıp yalvarmak değil , öncelikle istenilen şeyin kullar tarafından fiili olarak yerine getirilmeye çalışılmasıdır. Allah (c.c) hiç kimseye yattığı yerden ettiği duanın karşılığını vermez.

[012:087] Mûsa'ya ve kardeşine şunu vahyettik: Kavminiz için kendilerini yerleştirmek üzere Mısır'da evler hazırlayın. Evlerinizi kıble yapın/karşılıklı yapın ve salatı ikame edin. İnananlara müjde ver.

Bu ayet içinde 3 tane emir geçmektedir;
  1. Evler hazırlamak,
  2. Evleri kıble edinmek,
  3. Salatı ikame etmek.
Üç emir sonunda gelen müjde; bu emirlerin doğru olarak yerine getirildikten sonra kurtuluşun geleceği müjdesidir. Bu müjde Allah(c.c)’ın değişmez bir sünneti olarak kıyamete kadar geçerlidir. Bizler Kur’an kıssalarını "eskilerin masalları" olarak okumayıp, "bize dönük evrensel mesajlar" olarak okuduğumuz takdirde; her devirde peydâ olan Firavunların nasıl yıkılacağının ipuçlarını bu ayet içinde görmekteyiz.

Ayet içinde geçen "tebevvea" kelimesi; “bir mekandaki cüzlerin birbirine eşit olması" anlamında kullanılan bir kelimedir. Evlerin bu hale getirilmesinin vahyedilmesinden anlaşılması gereken; bütün İsrailoğulları evlerinin aynı amaç için şuurlanmasının gerektiğidir.

"Evlerin kıble edinilmesi"nin ne anlama geldiği üzerinde de durulması gerekmektedir. "Kıble" kelimesi; "yönelinen ve yüzün dönüldüğü yer" anlamında bir kelimedir. 

İsrailoğulları evlerinin; aynı amaç olan Firavun zulmünden kurtulmak şuuru üzerine tesis edilerek o evlerde yaşayanların, "yüzlerinin birbirlerine dönük olması"nın ne anlama gelmesi gerektiğini, bu deyimin tersi olan "sırtın birbirine dönük olması"nın ne anlama geldiğini bularak anlayabiliriz.
 "Sırtın birbirine dönük olması”; insanların birbirleri ile anlaşmazlık, ihtilaf, düşmanlık şeklinde başgösteren sorunların anlatıldığı bir deyimdir. Bunun tersi olan “yüzün birbirlerine dönük olması”; anlaşmazlık, ihtilaf, düşmanlık gibi sorunların olmamasını anlatan bir deyimdir.

Alemlerin Rabbi olan Allah(c.c); Firavun zulmü altında inleyen İsrailoğulları’na bu zulümden kurtulabilmeleri için gerekli olan mücadele yönteminin nasıl olmasını gerektiğini beyan etmektedir. Bu yöntem; öncelikle bütün bireylerin tek bir amaç etrafında şuurlanmaları, sonra da bu amaç etrafında kenetlenerek aralarında olan her türlü ayrışmaları ortadan kaldırmaları ve sırtlarını değil, yüzlerini birbirlerine dönmeleri şeklinde olacaktır.

Musa(a.s) kıssasını hatırlayacak olursak; onun Firavun'un sihirbazları yapmış olduğu düello sonucunda sihirbazların yenilerek iman etmeleri sonucunda yeniden bir soykırıma başlayan Firavun zülmüne karşı koymaya güç yetiremeyenlerin Musa(a.s)’ya şunları söylediğini görmekteyiz;

[007.127] Firavun kavminin ileri gelenleri dediler ki: «Seni ve ilâhlarını terketsinler de yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi Musa'yı ve kavmini serbest bırakacaksın?» Firavun da dedi ki: «Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve onlar üzerinde kahredici bir üstünlüğe sahibiz.»

[007.128] Musa, kavmine dedi ki: «Allah'ın yardımını ve lütfunu isteyin ve sabır gösterin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Sonunda kurtuluş müttakilerindir.»
[007.129]  Kavmi de dediler ki: «Sen bize gelmeden önce de eziyet gördük, sen geldikten sonra da.» Musa dedi ki: «Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı helak edip de sizi yeryüzünde halife kılacaktır ve sizin nasıl işler yaptığınıza bakacaktır.»

Mücadele süreci içinde, bütün insanların aynı kararlılığı göstermesi beklenemez. İnsanların dayanıklılık açısından birbirleri ile farklılık göstermesi; onların yapılarının bir sonucudur. Medine’de inen ayetleri dikkatli okuyacak olursak, özellikle savaşların zikredildiği ayetlerdeki insan tipleri, bizlere bu durumun sadece belli bir ırka has durum değil, genel olarak insana has bir durum olduğunu göstermektedir.

Mücadele sürecinin bazı sıkıntılarına katlanmakta zorlanan insanları dışlamak yerine, onları sürece kazandırmanın yollarını aramanın daha doğru olduğu ARAF 128 ayetinin mesajından anlaşılmaktadır.
 Musa(a.s) kıssasının özellikle sihirbazların imanından sonra, denizin kıyısına varmalarına kadar olan süreci anlatan ayetlerin; masal tadında değil ibret tadında okunması gerekmektedir ki Allah(c.c)’ın câri olan sünnetinin nasıl işlediği anlaşılsın. Denizin yarılma hadisesi noktasında, bu yarılmanın nasıllığından ziyade böyle bir olayın meydana gelmesini gerektirecek olan bir mücadele sürecini başaran İsrailoğulları’nın bu çalışmalarının okunması gerekmektedir ki o olay bizlere ibret mesajı olabilsin.

Allah(c.c); Kitabı’nda "inananlara yardım etmeyi kendi üzerine borç olarak yazdığını" beyan etmektedir. Ancak bu yardımın asla, inananların yatarak, çalışmadan, herhangi bir mücadele göstermeden olmayacağınıda haber vermektedir.

İsrailoğulları ile ilgili ayetlere baktığımızda; Sünnetullah’ın yeryüzünde nasıl pratiğe geçtiğinin anlatıldığı ayetler olarak gözümüze çarpmaktadır. İsrailoğulları’nın olumlu veya olumsuz davranışlarının, Sünnetullah’ı nasıl çalıştırdığının canlı olarak görülmesi bakımından önemli mesajlar taşımaktadır.

Firavun ile olan mücadele sürecinde Sünnetullah’ın yardım için gerekli kurallarını yerine getiren İsrailoğulları için Allah(c.c)’ın yardımı "artık bittik" dedikleri zaman gelmiştir. Yardım zamanı da işte bu andır; kulların var güçleri ile çalışıp artık son hadde gelindiğinde Allah(c.c)’ın yardımı gelir.

[002.214] Yoksa siz, sizden önce geçenlerin örnek olmuş durumları hiç başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onların başına öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zaruretler geldi ve öylesine sarsıldılar ki, resul ve beraberindeki iman edenler: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyeceklerdi. Bak işte, Allah'ın yardımı yakındır.

BAKARA 214 ayeti yardımın zamanının ve şartının anlatıldığı bir ayet olup, yardımı hakediş dediğimiz zamanı anlatarak bu hakediş zamanına kadar sabır gösterilmesi, azimle mücadeleye devam edilmesinin gerektiğini bildirmektedir.

İsrailoğulları’nın Firavun ile olan mücadele sürecini Allah(c.c)’ın Kitabı’ndan okuyarak, bugün veya yarın tâ kıyamete kadar biz Mü'minlerin, bizlere musallat olan Firavunlar’ın nasıl yıkılacağının ipuçlarını görmekteyiz. Bu ipuçlarını YUNUS 87 ayetindeki üç emri biraz açarak görebiliriz.
 1- EVLER HAZIRLAMAK

"Tebevvea" kelimesi ile ifade edilen bu durum, "evleri aynı seviyeye getirmek" anlamındadır. Evleri aynı duruma getirmek demek; içinde bulunulan durumun farkına varılması ve bu durumun ortadan kaldırılması için ortak bir hareket noktası belirlenmesi demektir.

Bugün kendilerini “müslümanlar" olarak gören insanların, yaşadıkları topraklar üzerindeki yönetimlere ve yöneticilere baktığımız zaman; Firavunvâri bir yönetim ve yöneticilerin işbaşında olduğunu görmekteyiz. Firavun bilindiği gibi kendisini "İlah ve Rab" ilan ederek Mısır halkı üzerinde tasarruf hakkı olduğunu iddia etmekteydi. Halbuki insanlar üzerinde tasarruf etme hakkı sadece ve sadece onları yaratan Allah’a ait bir haktı ve bu hakkı Firavun gasp etmişti. Bu gasp edişin adı "TUĞYAN” idi; buna "sınırı aşmak" deniyor ve bu sınırı aşanların ortak adı "TAĞUT" oluyordu.

Allah(c.c) NAHL 36 ayetinde mealen "Andolsun ki: Biz, her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve Tağuttan sakının!» diye uyaran bir resul gönderdik. Sonra içlerinden kimine Allah hidayet nasip etti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde bir dolaşın da peygamberlere yalancı diyenlerin sonunun ne olduğunu görün!" buyurarak gönderdiği elçilerin gönderiliş amacını beyan etmektedir.

Tağutu ve Tuğyanı red ederek, dini sadece Allah’a has kılmak gibi bir vazifemiz olduğu zaman içinde unutularak tıpkı "Stocholm sendromu" misali bir durum içinde girerek, celladına aşık bir topluluk oluşmuş ve içinde bulunulan durumdan bırakın rahatsızlık duymayı, memnuniyet duyan bir topluluk oluşmuştur.

Türkiye örneğine baktığımız zaman; iktidarda muhafazakar bir partinin olması, bazı Kur'an kavramlarının üzerinin örtülmesi gerektiği zannına götürmüştür. Halbuki böyle olmamalıydı; Allah(c.c)’ın dini üzerine kurulu bir sistem için mücadele etmenin, var oluşumuzun ana gayesi olduğu unutulmamalıydı.

Türkiye Müslümanlarının bir çoğunun; Allah, Din, İbadet, Tağut, Müstekbir, Mele gibi kelimeler ile ifade edilen şeylerin ne olması gerektiği yolunda her hangi bir düşünceye bile sahip olmaması; içinde bulunduğumuz durumun ne kadar çukurda olduğunu göstermesi bakımından ibret vericidir.

Yapılacak ilk iş; yukarda verdiğimiz kelimelerin içlerinin Kur’an'î anlamda doldurularak, insanların şuurlandırılması ve her Müslümanın aynı seviyeye (Tebevvea) getirilerek Firavun sisteminden rahatsız olmalarını sağlamak olacaktır.
 2- EVLERİ KIBLE EDİNMEK

Evler aynı şuurda olan insanlarla oluşturulduktan sonra, o insanların aralarındaki farklı fikirler yüzünden birbirlerinden ayrılmalarının önüne geçilmesi gerekmektedir. Kıble kelimesinin "yüzünü dönmek” anlamı; bize evlerin kıble edinilmesinin ne anlama gelmesi gerektiğini açıklamaktadır. Her ev ferdinin diğer ev ferdinden haberdar olması, bir ev ferdinin diğer ev ferdi ile arasındaki ihtilafı ortadan kaldırarak sadece tek amaç olan Firavunları ortadan kaldırma mücadelesine yönelmesi gerekmektedir.

[028.004] Firavun memleketin başına geçti ve halkını fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınları sağ bırakıyordu; çünkü o, bozguncunun biriydi.

KASAS 4 ayetinde; Firavun'un halkı fırkalara ayırarak onları güçsüz bırakması evrensel bir taktikti ve "böl-parçala-yönet" olarak bilinen taktiği halkına uygulayan bir yöneticiydi. Zalim yöneticilerin en büyük kozları; halkın tek bir yumruk olmasını engelleyerek aralarında sûni ayrılıklar çıkararak onların gücünü kırma yöntemidir. Firavunların tasallutundan kurtulmak isteyen Müstazaflar (zayıflatılmışlar), aralarındaki ihtilafları sıfıra indirerek tek bir amaç olan Müstekbirleri (kibirlenenler, büyüklenenler, Allah’a karşı büyüklenen kafirler) yıkmak üzere olan amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmak zorundadırlar.

Allah(c.c)’ın kendileri için layık gördüğü MÜSLÜMAN ismini az görüp önüne veya arkasına ilave isimler ekleyenlerin bırakın müstekbirlere karşı koyabilmeyi, farklı isimler altında toplanmanın onların elinde oyuncak olmaktan başka bir şeye yaramayacağını bilmek zorundadırlar.

3- SALATI İKAME ETMEK

Meallerde "namaz kılmak" şeklinde verilen bu kelimenin ifade ettiği anlam; namazı da kapsayan daha geniş bir anlam örgüsüne sahiptir. Salat kelimesi; "kulun İlahı’na yönelimi, O’nun dinine desteği" anlamına gelen bir kelime olup, Firavunların yeryüzündeki iktidarına son vermeye çalışmakta "SALATIN İKAMESİ”nin içine dahil olan eylemlerdendir. Bu salatın nasıl ikame edileceğini ise birinci ve ikinci şıklardaki emirlerin yerine getirlmesi ile mümkün olacaktır.

MÜ'MİNLERİ MÜJDELE

Sabır ile yapılan mücadelenin sonu mutlaka zafer ile sonuçlanacak olup; bu Allah(c.c)’ın kullarına olan vaadidir. Musa(a.s) örneğinde bu durum canlı olarak yaşanmış ve bizlere kıssa yolu ile ibret almamız için Kur’an vasıtası ile iletilmiştir. Tarihin herhangi bir anında, arzın herhangi bir bölgesinde müstazaflar müstekbirlere karşı YUNUS 87 ayetinde bildirilen yöntemle mücadele ettiği takdirde başarıya ulaşmaları Allah’ın bir vaadidir ve Allah vaadinden asla dönmez.


Sonuç olarak; kıssa yollu anlatımların bizlere örnek olması gerektiği vurgusundan hareketle,YUNUS 87 ayetinden Musa(a.s) ve kardeşi Harun(a.s)’a vahyedilen mücedele yöntemi sonunda nasıl başarı geldiyse; Sünnetullah gereği kıyamete kadar bu tür yöntemlerle yapılan mücadeleler her zaman başarıya ulaşacak olup, Musa(a.s) kıssası bu başarının canlı örneğini vermektedir. Kıssaları masal değil örnek olarak okuma gereğine binaen, biz inananlar eğer çağdaş Firavunların zulmünden kurtulmak istiyorsan bu örnekliği uygulamak zorundayız.

En doğrusunu Allah(c.c) bilir.