"Abd" ve "İbadet" , Kur'anın üzerine bina edildiği kelimelerden olup, Kitab'ın doğru anlaşılmasında önemli rol oynamaktadır. Kur'an, nazil olduğu ortam gözetilerek indirilmiş bir Kitap , kelimeleri ise muhatapların anlamadığı dilden olmayıp aşinası oldukları dil ve bilinen anlamları üzerine indirilmiştir. Arapların günlük dilde kullandığı bazı kelimeler nuzül süreci içinde kavramlaşmış olup yazımıza konu başlığı olarak seçtiğimiz kelimeler buna örnektir.
"Abd" kelimesi sözlükte; kul ,köle anlamına , "İbadet" kelimesi ; kulluk ve kölelik anlamına gelmektedir. Kelimenin Kur'anda sözlük anlamında geçtiği ayetler şunlardır.
[026.022] (Musa) «O başıma kaktığın nimet de (aslında) İsrail oğullarını kendine
köle(abbedte) edinmiş olmandır.»
[002.178] Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı.
Hüre hür, köleye köle,(vel abdü bil abdi) kadına kadın (öldürülür). Ancak her kimin cezası, kardeşi
(öldürülenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar)
hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu
söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi
aşarsa muhakkak onun için elem verici bir azap vardır.
[002.221] Müşrik kadınları, iman etmedikçe nikâhlamayın. Bir müşrik kadın,
sizin hoşunuza gitse bile, iman etmiş olan bir cariye herhalde ondan daha
hayırlıdır. Müşrik erkeklere de mümin kadınları nikâh ettirmeyin. Bir müşrik,
sizin hoşunuza gitse bile, mümin bir köle(vel abdü) elbette ondan daha hayırlıdır. Onlar
sizi ateşe davet ederler, Allah ise, kendi izniyle cennete ve mağfirete davet
ediyor ve âyetlerini insanlara açıklıyor. Umulur ki onlar hatırda tutup, öğüt
alırlar.
[016.075] Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle(abden)
ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak harcayan
(hür) bir kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı? Doğrusu hamd Allah'a
mahsustur. Fakat onların çoğu (bunu) bilmezler.
[024.032] İçinizdeki bekarları, kölelerinizden(ibadiküm) ve cariyelerinizden iyi
olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfü ile zenginleştirir.
Allah lütfü bol olandır, bilendir.
Zariyat s. 56. ayetinde "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." buyuran Rabbimiz yaratılmış olanların yaşadıkları hayat içinde nasıl bir yol tutmaları gerektiğini beyan etmiştir. İbadet kelimesinin günümüzde Müslümanlar tarafından anlam daraltılmasına uğratılmış olması, bu kelime ile ifade edilmek istenen şeylerin sadece belirli zaman ve mekanlarda yapılan ritüeller (namaz ihacc ,oruç gibi)olduğu zannına götürmüştür.
Kelimenin sözlük anlamına baktığımız zaman "abd" kelimesi, bazı durumlarda efendisine bağlı, bazı durumlarda kendi başına buyruk kararlar alabilen kimse için asla kullanılmayıp, efendisinin sözünden asla çıkması mümkün olmayan , efendisinin mülkü olduğu müddet içinde onun emirlerinden asla çıkamayan kişi için kullanılır.
"Allahın abd'i" olmak ise yaşadığımız zaman zarfı içinde, onun mülkü altında olmamız hasebi ile onun bizim ile ilgili olarak belirlemiş olduğu kuralların tamamına uymak gerektiği anlamına gelir. Kişi , belirlenen bu kuralların "bir kısmına uyarım , bir kısmına uymam" şeklinde bir itirazda asla bulunamaz , şayet bulunduğu takdirde bu itirazının sonuçlarına hesap günü katlanacaktır.
Kıyamet s. 36. ayetinde " İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!" buyurularak İnsanın sorumluluk sahibi olduğu hatırlatılmaktadır. Şeytan kıyamete kadar İnsana , Rabbine karşı olan bu sorumluluğunu unutturarak ondan başkasına sorumlu olduğunu vahyederek onları yoldan çıkaracağına dair bir söz vermiş olup bu söz bütün insanlar için geçerlidir.
[007.016-7] «Öyle ise» dedi, «Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben
de onları gözetlemek üzere Senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım.»
«Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh
sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, Sen de onların ekserisini
şükreden kullar bulmayacaksın!»
[015.039-40] İblis dedi ki: «Ya Rabbî! Beni azdırmana karşılık, yemin
ederim ki ben de dünyada onlara günahları süsleyeceğim ve ancak senin ihlasa
erdirdiğin kulların müstesna, onların hepsini azdıracağım»
[038.082-3] İblis: «Öyle ise» dedi, «senin izzetine yemin ederim ki ben de
onların hepsini şaşırtacağım. Ancak Senin ihlasa erdirdiğin kullar bundan
müstesnadır.»
Allah (c.c) yarattığı İnsana sadece kendisine kul olmasını hatırlatan Elçiler ve Kitaplar göndererek başıboş olmadığını ve kimin kulu olması gerektiğini hatırlatmıştır.
[016.036] Andolsun ki: Biz, her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve Tağuttan
sakının!» diye uyaran bir peygamber gönderdik. Sonra içlerinden kimine Allah
hidayet nasip etti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde bir dolaşın da
peygamberlere yalancı diyenlerin sonunun ne olduğunu görün!
[003.164] Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan,
(kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti
öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta
bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.
[023.032] Onlara da «Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilahınız
yoktur, Allah'dan korkmaz mısınız» diyen kendilerinden bir peygamber
gönderdik.
[005.117] Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim,
sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe
onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine
gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin.
[007.059] Andolsun ki, Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdik. O da
varıp: «Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur.
Gerçekten ben, üzerinize büyük bir günün azabının inmesinden korkuyorum.»
dedi.
[007.065] Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u (peygamber gönderdik) Dedi ki: «Ey
kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Hâlâ
sakınmayacak mısınız?»
[007.073] Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Salih onlara: «Ey
kavmim, Allah'a kulluk edin, ondan başka hiçbir ilahınız yoktur. İşte size
Rabbinizden açık bir mucize geldi. Bu size bir delil olmak üzere Allah'ın dişi
devesidir, bırakın Allah'ı toprağında otlasın, ona bir fenalıkla dokunmayın;
yoksa acı bir azaba uğrarsınız!» dedi.
[007.085] Medyen kavmine de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik: «Ey kavmim
Allah'a kulluk edin, O'ndan başka hiçbir tanrınız yoktur. İşte size Rabbinizden
açık bir delil geldi; artık ölçeği ve teraziyi tam tutun, insanların eşyasına
haksızlık etmeyin, yeryüzünde, düzeni sağlandıktan sonra, yine bozgunculuk
etmeyin! Eğer bana inanırsanız bu söylediklerim sizin için hayırlıdır.
Allah (c.c) Adem (a.s) dan Muhammed (a.s) a kadar geçen zaman içinde sayısını sadece kendisinin bildiği sayıda Elçiler göndererek kullarına yaşadıkları hayat içinde uyması gereken kurallarını beyan etmiştir. Sadece kendisinin İlah ve Rab olarak tanınmasını onun dışındaki sahte İlah veRabların red edilmesine dayalı bir hayat nizamı sunarak buna göre yaşanmasını istemiştir.
Kendisinin dışında bir yönelimin tamamını "ŞİRK" kavramı içinde değerlendiren Rabbimiz tek İlahın gereğini bizlere şu misalle anlatmaktadır.
[039.029] Allah, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam
(köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi
eşit midir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler.
[030.028] O, size kendi nefislerinizden bir misal verdi: Size verdiğimiz
rızıklarda sağ ellerinizin malik olduklarından ortaklarınız olmasını ister de
onlarla, eşit olur ve birbirinizi saydığınız gibi bunları da sayar mısınız? İşte
Biz, akleden bir kavim için ayetleri böyle açıklarız.
Yaratmış olduğu kullarının bile ast -üst ilişkisi içinde olduklarını hatırlatarak , insanların böyle bir durumu hazmedememelerine karşın, Allah (c.c) kendisinden aşağıda bulunan birisi ile hükümde ortaklık yapmasının mümkün olmadığını bildirmektedir.
Tarih boyunca ibadet kavramı, hayatın kime göre belirlenmesi gerektiği çerçevesinde süregelen bir mücadele olmuştur, ancak bugün bu kavram kendilerinin sadece Allaha kul olduğunu deklere eden insanların büyük çoğunluğu tarafından içi boşalmış bir duruma düşürülmüştür.
Tarih boyunca gelen Elçiler muhataplarını sadece Allaha kul olmaya diğer sahte İlahları red etmeye çağırmış olup , son Elçi Muhammed (a.s) da aynı çağrıyı muhataplarına yapmıştır. İlerleyen zaman içinde bu Elçiye iman ettiğini iddia eden insanlar İbadet ve Kulluk kelimelerinin içini boşaltarak sahte İlahlara pirim vermeye başlamışlardır.
İnsanların yaşadıkları hayat içinde , ahiret hayatlarının sonucunu etkileyen onları Cennet veya Cehenneme gitmelerine sebeb olan uydukları kuralların genel adını "DİN" olarak tarif edebiliriz. Allah (c.c) Dinin sadece kendisine has kılınmasını , yani sadece kendi koyduğu kuralların hakim olmasını isteyerek bu konuda asla bir başkasının Dininin hayata geçirilmemesini bizlere emretmektedir.
[039.002] Biz sana Kitap'ı gerçekle indirdik. Öyle ise dini Allah için
halis kılarak O'na kulluk et.[039.011] De ki: «Dini Allah'a halis kılarak O'na kulluk etmekle
emrolundum.»[039.014] De ki: «Ben, dinimi Allah'a halis kılarak O'na kulluk ederim;
Allah (c.c) nin bizler için seçtiği Dinin adı İSLAM olup bunun dışında bir Dine tabi olmanın asla kabul edilmeyeceğini bizlere beyan etmektedir.
[003.085] Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle
bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.
[005.003] Size şunlar haram kılındı: Kendiliğinden ölen hayvan, kan, domuz
eti, Allah’tan başkasının adına kesilen, henüz canı çıkmadan yetişip şartına
uygun tarzda kestikleriniz müstesna; boğulmuş, bir şey vurularak öldürülmüş,
yukarıdan yuvarlanmış, boynuzlanmış yahut canavar tarafından parçalanmış olup da
ölen hayvanların etleri, putlara ait sunaklarda kesilen hayvanların etleri ve
zar atarak, kumar oynayarak elde edilen etler. Bütün bunlar itaat dışına
çıkıştır. Artık bugün kâfirler dininizi söndürmekten ümitlerini kestiler.
Öyleyse onlardan korkmayın, Benden çekinin. İşte bugün sizin dininizi kemâle
erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâmı
beğendim. Kim günaha meyletmeksizin açlıktan bunalıp çaresiz kalırsa, haram olan
etlerden yiyebilir. Çünkü Allah gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti
boldur).
[048.028] Bütün dinlere üstün kılmak için resulünü hidâyet ve hak dinle
gönderen O’dur. Buna şahit olarak Allah yeter.
[009.033] Dinini bütün dinlere üstün kılmak için; Rasulünü hidayet ve hak
din ile gönderen O'dur. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar.
Günümüzde Müslüman yani Allaha teslim olduğunu iddia edenlerin bir çoğu bu kelimenin ne demek olduğu konusunda fikir sahibi bile değildir. "İslam Dini" adı altında Rabbimiz bizlere Dünya hayatında uymamız gerekli olan kuralları sadece kendisinin belirleme yetkisi olduğunu , yarattıklarından hiçbirisinin böyle bir yetkiye sahip olamayacağını bildirmektedir.
"İslam Dini" denildiği zaman bir çok kişinin aklına sadece namaz , hacc , oruç gibi belli bir vakit içinde eda edilmesi gereken ritüeller akla gelmekte , diğer zamanlarda Allah (c.c) nin hayata hakim olması gerektiği bir düşünce akla bile gelmemektedir. "Laik Müslüman" portresi çizen Müslümanlar hayatlarından memnun bir şekilde öldükleri zaman kavuşacakları Cennet hayali ile yanıp tutuşmaktadırlar.
"Şirk" , "Put", "Müşrik" denildiği zaman hemen nuzül dönemi Mekke şehrinde olanlar ve yaşananlar akla gelmekte , bu kelimeler ile ifade edilen şeylerin Mekkenin fethi ile bittiği zannedilmektedir.
Halbuki bu 3 kelimenin çağrıştırdığı anlamlar evrensel anlamlar olup Allah (c.c) nin Dinine alternatif olarak sunulan her düşünce bu 3 kelime etrafında mütalaa edilebilir. Allah (c.c) nin Rab olması , bizim onun mülkü altında olan kullar olmuş olmamız , kul -efendi ilişkisinin gereği olan , sadece efendiye itaat etmeyi gerektirmektedir.
Kulun Allahın dışında başka efendilere itaat etmesi "ŞİRK" , bu efendilere verilen ortak isim " TAĞUT" tur. Tağut kelimesi "sınırı aşmak" anlamında bir kelime olup Kur'anın özel anlam yüklediği kelimelerdendir. Bir çok ayet bizleri bu konuda uyarmaktadır.
[002.256] Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden
ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa
yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.
[002.257] Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa
çıkarır. İnkar edenlerin ise dostları tağuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara
sürüklerler. İşte onlar cehennemliklerdir, onlar orada temelli
kalacaklardır.
[004.076] İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkar edenler ise tağut
yolunda harbederler. Şeytanın dostlarıyla savaşın, esasen şeytanın hilesi
zayıftır.
[016.036] Andolsun ki biz, «Allah'a kulluk edin ve Tâğut'tan sakının» diye
(emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir
kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler.
Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!
[039.017] Tağut'a tapmaktan kaçınıp Allah'a yönelenlere; işte onlara müjde
vardır. Öyleyse kullarımı müjdele.
Müslümanların bugün ibadet adı altında yapmış oldukları bir takım ameller , bu kavramın sadece bir cüzü olup bu kavram daha geniş bir anlam alanına sahiptir. İbadet denildiği zaman hayatın her anını Allahın koyduğu kurallara göre yaşamak anlaşılmalı onun koyduğu kuralların dışında yaşamak ise İbadeti başkalarına yapmak olduğu bilinmelidir.
Sonuç olarak; Kur'anın özel anlam yüklediği "abd" kelimesi yaşanan hayat içindeki efendi -köle ilişkisinin bilinirliği üzerinden örneklendirilip, yaratılmış olan insanların bile kendisinden statü bakımından düşük olan insanlarla yetki paylaşımında bulunmaktan nasıl imtina ediyorsa , Alemlerin Rabbi olan Allahın da , yarattığı insanlarla yetki paylaşımı gibi bir durum içine asla girmeyeceği bizlere beyan edilmektedir. İbadet denilince akla gelmesi gereken şey , yaşanılan hayat içinde bütün zamanların onun emirleri doğrultusunda yaşamak olduğu , "Laik Müslüman" tipinin İslam olmanın gereği olan bir tip olmadığı , olması gerekenin sadece belirli ritüellerin değil bütün hayatın Allah için yaşanması gerektiğidir.
Kendisine "Müslüman" diyen bir kişinin yapması gereken şey , kime neden kul olduğumuzu , nasıl kul olmamız gerektiğini onun Kitabından okuyarak öğrenmek onun dışındakilere ibadet etmenin şirk olduğunu öğrenecek , onun dışındaki ilahları red edecek onun "abd" i olarak bizden istenen bu olup Dünya hayatında onun Dini üzere bir hayat yaşayanlara veya yaşamayanlara vaad ettikleri asla hatırdan çıkarılmadan yaşanan bir hayat bizden istenmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
20 Ekim 2014 Pazartesi
17 Ekim 2014 Cuma
YUNUS 87 Ayeti ve Firavunlarla Mücadele Yöntemi
Bu Ayeti okumaya başlamadan önce Musa (a.s) ve kavminin, Yunus s. 85.ve 86. Ayetlerindeki duasını anlamak zorundayız. O Ayetlerde Musa (a.s) ve kavmi Rablerine , "Biz de Allah’a dayanıp güvendik. Ey Rabbimiz! Bizi o zalim kimselerin işkenceleri ile imtihan etme ve rahmetinle o kâfirler güruhundan bizi kurtar" şeklindeki dualarının nasıl kabule şayan olacağı beyan edilmektedir. Allah (c.c) kullarının duasına icabet edeceğine dair olan vaadinin yerine gelme şartı sadece el açıp yalvarmak değil , öncelikle istenilen şeyin kullar tarafından fiili olarak yerine getirilmeye çalışılmasıdır. Allah (c.c) hiç kimseye yattığı yerden ettiği duanın karşılığını vermez.
[012:087] Mûsa'ya ve kardeşine şunu vahyettik: Kavminiz için kendilerini yerleştirmek üzere Mısır'da evler hazırlayın. Evlerinizi kıble yapın/karşılıklı yapın ve salatı ikame edin. İnananlara müjde ver.
Bu ayet içinde 3 tane emir geçmektedir;
- Evler hazırlamak,
- Evleri kıble edinmek,
- Salatı ikame etmek.
Üç
emir sonunda gelen müjde; bu emirlerin doğru olarak yerine
getirildikten sonra kurtuluşun geleceği müjdesidir. Bu müjde
Allah(c.c)’ın değişmez bir sünneti olarak kıyamete kadar geçerlidir.
Bizler Kur’an kıssalarını "eskilerin masalları" olarak okumayıp, "bize dönük evrensel mesajlar" olarak okuduğumuz takdirde; her devirde peydâ olan Firavunların nasıl yıkılacağının ipuçlarını bu ayet içinde görmekteyiz.
Ayet içinde geçen "tebevvea" kelimesi; “bir mekandaki cüzlerin birbirine eşit olması" anlamında kullanılan bir kelimedir. Evlerin bu hale getirilmesinin vahyedilmesinden anlaşılması gereken; bütün İsrailoğulları evlerinin aynı amaç için şuurlanmasının gerektiğidir.
"Evlerin kıble edinilmesi"nin ne anlama geldiği üzerinde de durulması gerekmektedir. "Kıble" kelimesi; "yönelinen ve yüzün dönüldüğü yer" anlamında bir kelimedir.
İsrailoğulları evlerinin; aynı amaç olan Firavun zulmünden kurtulmak şuuru üzerine tesis edilerek o evlerde yaşayanların, "yüzlerinin birbirlerine dönük olması"nın ne anlama gelmesi gerektiğini, bu deyimin tersi olan "sırtın birbirine dönük olması"nın ne anlama geldiğini bularak anlayabiliriz.
"Sırtın birbirine dönük olması”;
insanların birbirleri ile anlaşmazlık, ihtilaf, düşmanlık şeklinde
başgösteren sorunların anlatıldığı bir deyimdir. Bunun tersi olan “yüzün birbirlerine dönük olması”; anlaşmazlık, ihtilaf, düşmanlık gibi sorunların olmamasını anlatan bir deyimdir.
Alemlerin Rabbi olan Allah(c.c); Firavun zulmü altında inleyen İsrailoğulları’na bu zulümden kurtulabilmeleri için gerekli olan mücadele yönteminin nasıl olmasını gerektiğini beyan etmektedir. Bu yöntem; öncelikle bütün bireylerin tek bir amaç etrafında şuurlanmaları, sonra da bu amaç etrafında kenetlenerek aralarında olan her türlü ayrışmaları ortadan kaldırmaları ve sırtlarını değil, yüzlerini birbirlerine dönmeleri şeklinde olacaktır.
Musa(a.s) kıssasını hatırlayacak olursak; onun Firavun'un sihirbazları yapmış olduğu düello sonucunda sihirbazların yenilerek iman etmeleri sonucunda yeniden bir soykırıma başlayan Firavun zülmüne karşı koymaya güç yetiremeyenlerin Musa(a.s)’ya şunları söylediğini görmekteyiz;
[007.127] Firavun kavminin ileri gelenleri dediler ki: «Seni ve ilâhlarını terketsinler de yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi Musa'yı ve kavmini serbest bırakacaksın?» Firavun da dedi ki: «Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve onlar üzerinde kahredici bir üstünlüğe sahibiz.»
Sabır ile yapılan mücadelenin sonu mutlaka zafer ile sonuçlanacak olup; bu Allah(c.c)’ın kullarına olan vaadidir. Musa(a.s) örneğinde bu durum canlı olarak yaşanmış ve bizlere kıssa yolu ile ibret almamız için Kur’an vasıtası ile iletilmiştir. Tarihin herhangi bir anında, arzın herhangi bir bölgesinde müstazaflar müstekbirlere karşı YUNUS 87 ayetinde bildirilen yöntemle mücadele ettiği takdirde başarıya ulaşmaları Allah’ın bir vaadidir ve Allah vaadinden asla dönmez.
Sonuç olarak; kıssa yollu anlatımların bizlere örnek olması gerektiği vurgusundan hareketle,YUNUS 87 ayetinden Musa(a.s) ve kardeşi Harun(a.s)’a vahyedilen mücedele yöntemi sonunda nasıl başarı geldiyse; Sünnetullah gereği kıyamete kadar bu tür yöntemlerle yapılan mücadeleler her zaman başarıya ulaşacak olup, Musa(a.s) kıssası bu başarının canlı örneğini vermektedir. Kıssaları masal değil örnek olarak okuma gereğine binaen, biz inananlar eğer çağdaş Firavunların zulmünden kurtulmak istiyorsan bu örnekliği uygulamak zorundayız.
Alemlerin Rabbi olan Allah(c.c); Firavun zulmü altında inleyen İsrailoğulları’na bu zulümden kurtulabilmeleri için gerekli olan mücadele yönteminin nasıl olmasını gerektiğini beyan etmektedir. Bu yöntem; öncelikle bütün bireylerin tek bir amaç etrafında şuurlanmaları, sonra da bu amaç etrafında kenetlenerek aralarında olan her türlü ayrışmaları ortadan kaldırmaları ve sırtlarını değil, yüzlerini birbirlerine dönmeleri şeklinde olacaktır.
Musa(a.s) kıssasını hatırlayacak olursak; onun Firavun'un sihirbazları yapmış olduğu düello sonucunda sihirbazların yenilerek iman etmeleri sonucunda yeniden bir soykırıma başlayan Firavun zülmüne karşı koymaya güç yetiremeyenlerin Musa(a.s)’ya şunları söylediğini görmekteyiz;
[007.127] Firavun kavminin ileri gelenleri dediler ki: «Seni ve ilâhlarını terketsinler de yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi Musa'yı ve kavmini serbest bırakacaksın?» Firavun da dedi ki: «Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve onlar üzerinde kahredici bir üstünlüğe sahibiz.»
[007.128]
Musa, kavmine dedi ki: «Allah'ın yardımını ve lütfunu isteyin ve sabır
gösterin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona
mirasçı kılar. Sonunda kurtuluş müttakilerindir.»
[007.129]
Kavmi de dediler ki: «Sen bize gelmeden önce de eziyet gördük, sen
geldikten sonra da.» Musa dedi ki: «Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı
helak edip de sizi yeryüzünde halife kılacaktır ve sizin nasıl işler
yaptığınıza bakacaktır.»
Mücadele süreci içinde, bütün insanların aynı kararlılığı göstermesi beklenemez. İnsanların dayanıklılık açısından birbirleri ile farklılık göstermesi; onların yapılarının bir sonucudur. Medine’de inen ayetleri dikkatli okuyacak olursak, özellikle savaşların zikredildiği ayetlerdeki insan tipleri, bizlere bu durumun sadece belli bir ırka has durum değil, genel olarak insana has bir durum olduğunu göstermektedir.
Mücadele sürecinin bazı sıkıntılarına katlanmakta zorlanan insanları dışlamak yerine, onları sürece kazandırmanın yollarını aramanın daha doğru olduğu ARAF 128 ayetinin mesajından anlaşılmaktadır.
Mücadele süreci içinde, bütün insanların aynı kararlılığı göstermesi beklenemez. İnsanların dayanıklılık açısından birbirleri ile farklılık göstermesi; onların yapılarının bir sonucudur. Medine’de inen ayetleri dikkatli okuyacak olursak, özellikle savaşların zikredildiği ayetlerdeki insan tipleri, bizlere bu durumun sadece belli bir ırka has durum değil, genel olarak insana has bir durum olduğunu göstermektedir.
Mücadele sürecinin bazı sıkıntılarına katlanmakta zorlanan insanları dışlamak yerine, onları sürece kazandırmanın yollarını aramanın daha doğru olduğu ARAF 128 ayetinin mesajından anlaşılmaktadır.
Musa(a.s) kıssasının özellikle
sihirbazların imanından sonra, denizin kıyısına varmalarına kadar olan
süreci anlatan ayetlerin; masal tadında değil ibret tadında okunması
gerekmektedir ki Allah(c.c)’ın câri olan sünnetinin nasıl
işlediği anlaşılsın. Denizin yarılma hadisesi noktasında, bu yarılmanın
nasıllığından ziyade böyle bir olayın meydana gelmesini gerektirecek
olan bir mücadele sürecini başaran İsrailoğulları’nın bu çalışmalarının
okunması gerekmektedir ki o olay bizlere ibret mesajı olabilsin.
Allah(c.c); Kitabı’nda "inananlara yardım etmeyi kendi üzerine borç olarak yazdığını" beyan etmektedir. Ancak bu yardımın asla, inananların yatarak, çalışmadan, herhangi bir mücadele göstermeden olmayacağınıda haber vermektedir.
İsrailoğulları ile ilgili ayetlere baktığımızda; Sünnetullah’ın yeryüzünde nasıl pratiğe geçtiğinin anlatıldığı ayetler olarak gözümüze çarpmaktadır. İsrailoğulları’nın olumlu veya olumsuz davranışlarının, Sünnetullah’ı nasıl çalıştırdığının canlı olarak görülmesi bakımından önemli mesajlar taşımaktadır.
Firavun ile olan mücadele sürecinde Sünnetullah’ın yardım için gerekli kurallarını yerine getiren İsrailoğulları için Allah(c.c)’ın yardımı "artık bittik" dedikleri zaman gelmiştir. Yardım zamanı da işte bu andır; kulların var güçleri ile çalışıp artık son hadde gelindiğinde Allah(c.c)’ın yardımı gelir.
[002.214] Yoksa siz, sizden önce geçenlerin örnek olmuş durumları hiç başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onların başına öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zaruretler geldi ve öylesine sarsıldılar ki, resul ve beraberindeki iman edenler: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyeceklerdi. Bak işte, Allah'ın yardımı yakındır.
BAKARA 214 ayeti yardımın zamanının ve şartının anlatıldığı bir ayet olup, yardımı hakediş dediğimiz zamanı anlatarak bu hakediş zamanına kadar sabır gösterilmesi, azimle mücadeleye devam edilmesinin gerektiğini bildirmektedir.
İsrailoğulları’nın Firavun ile olan mücadele sürecini Allah(c.c)’ın Kitabı’ndan okuyarak, bugün veya yarın tâ kıyamete kadar biz Mü'minlerin, bizlere musallat olan Firavunlar’ın nasıl yıkılacağının ipuçlarını görmekteyiz. Bu ipuçlarını YUNUS 87 ayetindeki üç emri biraz açarak görebiliriz.
Allah(c.c); Kitabı’nda "inananlara yardım etmeyi kendi üzerine borç olarak yazdığını" beyan etmektedir. Ancak bu yardımın asla, inananların yatarak, çalışmadan, herhangi bir mücadele göstermeden olmayacağınıda haber vermektedir.
İsrailoğulları ile ilgili ayetlere baktığımızda; Sünnetullah’ın yeryüzünde nasıl pratiğe geçtiğinin anlatıldığı ayetler olarak gözümüze çarpmaktadır. İsrailoğulları’nın olumlu veya olumsuz davranışlarının, Sünnetullah’ı nasıl çalıştırdığının canlı olarak görülmesi bakımından önemli mesajlar taşımaktadır.
Firavun ile olan mücadele sürecinde Sünnetullah’ın yardım için gerekli kurallarını yerine getiren İsrailoğulları için Allah(c.c)’ın yardımı "artık bittik" dedikleri zaman gelmiştir. Yardım zamanı da işte bu andır; kulların var güçleri ile çalışıp artık son hadde gelindiğinde Allah(c.c)’ın yardımı gelir.
[002.214] Yoksa siz, sizden önce geçenlerin örnek olmuş durumları hiç başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onların başına öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zaruretler geldi ve öylesine sarsıldılar ki, resul ve beraberindeki iman edenler: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyeceklerdi. Bak işte, Allah'ın yardımı yakındır.
BAKARA 214 ayeti yardımın zamanının ve şartının anlatıldığı bir ayet olup, yardımı hakediş dediğimiz zamanı anlatarak bu hakediş zamanına kadar sabır gösterilmesi, azimle mücadeleye devam edilmesinin gerektiğini bildirmektedir.
İsrailoğulları’nın Firavun ile olan mücadele sürecini Allah(c.c)’ın Kitabı’ndan okuyarak, bugün veya yarın tâ kıyamete kadar biz Mü'minlerin, bizlere musallat olan Firavunlar’ın nasıl yıkılacağının ipuçlarını görmekteyiz. Bu ipuçlarını YUNUS 87 ayetindeki üç emri biraz açarak görebiliriz.
1- EVLER HAZIRLAMAK
"Tebevvea" kelimesi ile ifade edilen bu durum, "evleri aynı seviyeye getirmek" anlamındadır. Evleri aynı duruma getirmek demek; içinde bulunulan durumun farkına varılması ve bu durumun ortadan kaldırılması için ortak bir hareket noktası belirlenmesi demektir.
Bugün kendilerini “müslümanlar" olarak gören insanların, yaşadıkları topraklar üzerindeki yönetimlere ve yöneticilere baktığımız zaman; Firavunvâri bir yönetim ve yöneticilerin işbaşında olduğunu görmekteyiz. Firavun bilindiği gibi kendisini "İlah ve Rab" ilan ederek Mısır halkı üzerinde tasarruf hakkı olduğunu iddia etmekteydi. Halbuki insanlar üzerinde tasarruf etme hakkı sadece ve sadece onları yaratan Allah’a ait bir haktı ve bu hakkı Firavun gasp etmişti. Bu gasp edişin adı "TUĞYAN” idi; buna "sınırı aşmak" deniyor ve bu sınırı aşanların ortak adı "TAĞUT" oluyordu.
Allah(c.c) NAHL 36 ayetinde mealen "Andolsun ki: Biz, her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve Tağuttan sakının!» diye uyaran bir resul gönderdik. Sonra içlerinden kimine Allah hidayet nasip etti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde bir dolaşın da peygamberlere yalancı diyenlerin sonunun ne olduğunu görün!" buyurarak gönderdiği elçilerin gönderiliş amacını beyan etmektedir.
Tağutu ve Tuğyanı red ederek, dini sadece Allah’a has kılmak gibi bir vazifemiz olduğu zaman içinde unutularak tıpkı "Stocholm sendromu" misali bir durum içinde girerek, celladına aşık bir topluluk oluşmuş ve içinde bulunulan durumdan bırakın rahatsızlık duymayı, memnuniyet duyan bir topluluk oluşmuştur.
Türkiye örneğine baktığımız zaman; iktidarda muhafazakar bir partinin olması, bazı Kur'an kavramlarının üzerinin örtülmesi gerektiği zannına götürmüştür. Halbuki böyle olmamalıydı; Allah(c.c)’ın dini üzerine kurulu bir sistem için mücadele etmenin, var oluşumuzun ana gayesi olduğu unutulmamalıydı.
Türkiye Müslümanlarının bir çoğunun; Allah, Din, İbadet, Tağut, Müstekbir, Mele gibi kelimeler ile ifade edilen şeylerin ne olması gerektiği yolunda her hangi bir düşünceye bile sahip olmaması; içinde bulunduğumuz durumun ne kadar çukurda olduğunu göstermesi bakımından ibret vericidir.
Yapılacak ilk iş; yukarda verdiğimiz kelimelerin içlerinin Kur’an'î anlamda doldurularak, insanların şuurlandırılması ve her Müslümanın aynı seviyeye (Tebevvea) getirilerek Firavun sisteminden rahatsız olmalarını sağlamak olacaktır.
"Tebevvea" kelimesi ile ifade edilen bu durum, "evleri aynı seviyeye getirmek" anlamındadır. Evleri aynı duruma getirmek demek; içinde bulunulan durumun farkına varılması ve bu durumun ortadan kaldırılması için ortak bir hareket noktası belirlenmesi demektir.
Bugün kendilerini “müslümanlar" olarak gören insanların, yaşadıkları topraklar üzerindeki yönetimlere ve yöneticilere baktığımız zaman; Firavunvâri bir yönetim ve yöneticilerin işbaşında olduğunu görmekteyiz. Firavun bilindiği gibi kendisini "İlah ve Rab" ilan ederek Mısır halkı üzerinde tasarruf hakkı olduğunu iddia etmekteydi. Halbuki insanlar üzerinde tasarruf etme hakkı sadece ve sadece onları yaratan Allah’a ait bir haktı ve bu hakkı Firavun gasp etmişti. Bu gasp edişin adı "TUĞYAN” idi; buna "sınırı aşmak" deniyor ve bu sınırı aşanların ortak adı "TAĞUT" oluyordu.
Allah(c.c) NAHL 36 ayetinde mealen "Andolsun ki: Biz, her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve Tağuttan sakının!» diye uyaran bir resul gönderdik. Sonra içlerinden kimine Allah hidayet nasip etti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde bir dolaşın da peygamberlere yalancı diyenlerin sonunun ne olduğunu görün!" buyurarak gönderdiği elçilerin gönderiliş amacını beyan etmektedir.
Tağutu ve Tuğyanı red ederek, dini sadece Allah’a has kılmak gibi bir vazifemiz olduğu zaman içinde unutularak tıpkı "Stocholm sendromu" misali bir durum içinde girerek, celladına aşık bir topluluk oluşmuş ve içinde bulunulan durumdan bırakın rahatsızlık duymayı, memnuniyet duyan bir topluluk oluşmuştur.
Türkiye örneğine baktığımız zaman; iktidarda muhafazakar bir partinin olması, bazı Kur'an kavramlarının üzerinin örtülmesi gerektiği zannına götürmüştür. Halbuki böyle olmamalıydı; Allah(c.c)’ın dini üzerine kurulu bir sistem için mücadele etmenin, var oluşumuzun ana gayesi olduğu unutulmamalıydı.
Türkiye Müslümanlarının bir çoğunun; Allah, Din, İbadet, Tağut, Müstekbir, Mele gibi kelimeler ile ifade edilen şeylerin ne olması gerektiği yolunda her hangi bir düşünceye bile sahip olmaması; içinde bulunduğumuz durumun ne kadar çukurda olduğunu göstermesi bakımından ibret vericidir.
Yapılacak ilk iş; yukarda verdiğimiz kelimelerin içlerinin Kur’an'î anlamda doldurularak, insanların şuurlandırılması ve her Müslümanın aynı seviyeye (Tebevvea) getirilerek Firavun sisteminden rahatsız olmalarını sağlamak olacaktır.
2- EVLERİ KIBLE EDİNMEK
Evler aynı şuurda olan insanlarla oluşturulduktan sonra, o insanların aralarındaki farklı fikirler yüzünden birbirlerinden ayrılmalarının önüne geçilmesi gerekmektedir. Kıble kelimesinin "yüzünü dönmek” anlamı; bize evlerin kıble edinilmesinin ne anlama gelmesi gerektiğini açıklamaktadır. Her ev ferdinin diğer ev ferdinden haberdar olması, bir ev ferdinin diğer ev ferdi ile arasındaki ihtilafı ortadan kaldırarak sadece tek amaç olan Firavunları ortadan kaldırma mücadelesine yönelmesi gerekmektedir.
[028.004] Firavun memleketin başına geçti ve halkını fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınları sağ bırakıyordu; çünkü o, bozguncunun biriydi.
KASAS 4 ayetinde; Firavun'un halkı fırkalara ayırarak onları güçsüz bırakması evrensel bir taktikti ve "böl-parçala-yönet" olarak bilinen taktiği halkına uygulayan bir yöneticiydi. Zalim yöneticilerin en büyük kozları; halkın tek bir yumruk olmasını engelleyerek aralarında sûni ayrılıklar çıkararak onların gücünü kırma yöntemidir. Firavunların tasallutundan kurtulmak isteyen Müstazaflar (zayıflatılmışlar), aralarındaki ihtilafları sıfıra indirerek tek bir amaç olan Müstekbirleri (kibirlenenler, büyüklenenler, Allah’a karşı büyüklenen kafirler) yıkmak üzere olan amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmak zorundadırlar.
Allah(c.c)’ın kendileri için layık gördüğü MÜSLÜMAN ismini az görüp önüne veya arkasına ilave isimler ekleyenlerin bırakın müstekbirlere karşı koyabilmeyi, farklı isimler altında toplanmanın onların elinde oyuncak olmaktan başka bir şeye yaramayacağını bilmek zorundadırlar.
Evler aynı şuurda olan insanlarla oluşturulduktan sonra, o insanların aralarındaki farklı fikirler yüzünden birbirlerinden ayrılmalarının önüne geçilmesi gerekmektedir. Kıble kelimesinin "yüzünü dönmek” anlamı; bize evlerin kıble edinilmesinin ne anlama gelmesi gerektiğini açıklamaktadır. Her ev ferdinin diğer ev ferdinden haberdar olması, bir ev ferdinin diğer ev ferdi ile arasındaki ihtilafı ortadan kaldırarak sadece tek amaç olan Firavunları ortadan kaldırma mücadelesine yönelmesi gerekmektedir.
[028.004] Firavun memleketin başına geçti ve halkını fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınları sağ bırakıyordu; çünkü o, bozguncunun biriydi.
KASAS 4 ayetinde; Firavun'un halkı fırkalara ayırarak onları güçsüz bırakması evrensel bir taktikti ve "böl-parçala-yönet" olarak bilinen taktiği halkına uygulayan bir yöneticiydi. Zalim yöneticilerin en büyük kozları; halkın tek bir yumruk olmasını engelleyerek aralarında sûni ayrılıklar çıkararak onların gücünü kırma yöntemidir. Firavunların tasallutundan kurtulmak isteyen Müstazaflar (zayıflatılmışlar), aralarındaki ihtilafları sıfıra indirerek tek bir amaç olan Müstekbirleri (kibirlenenler, büyüklenenler, Allah’a karşı büyüklenen kafirler) yıkmak üzere olan amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmak zorundadırlar.
Allah(c.c)’ın kendileri için layık gördüğü MÜSLÜMAN ismini az görüp önüne veya arkasına ilave isimler ekleyenlerin bırakın müstekbirlere karşı koyabilmeyi, farklı isimler altında toplanmanın onların elinde oyuncak olmaktan başka bir şeye yaramayacağını bilmek zorundadırlar.
3- SALATI İKAME ETMEK
Meallerde "namaz kılmak" şeklinde verilen bu kelimenin ifade ettiği anlam; namazı da kapsayan daha geniş bir anlam örgüsüne sahiptir. Salat kelimesi; "kulun İlahı’na yönelimi, O’nun dinine desteği" anlamına gelen bir kelime olup, Firavunların yeryüzündeki iktidarına son vermeye çalışmakta "SALATIN İKAMESİ”nin içine dahil olan eylemlerdendir. Bu salatın nasıl ikame edileceğini ise birinci ve ikinci şıklardaki emirlerin yerine getirlmesi ile mümkün olacaktır.
MÜ'MİNLERİ MÜJDELE
Meallerde "namaz kılmak" şeklinde verilen bu kelimenin ifade ettiği anlam; namazı da kapsayan daha geniş bir anlam örgüsüne sahiptir. Salat kelimesi; "kulun İlahı’na yönelimi, O’nun dinine desteği" anlamına gelen bir kelime olup, Firavunların yeryüzündeki iktidarına son vermeye çalışmakta "SALATIN İKAMESİ”nin içine dahil olan eylemlerdendir. Bu salatın nasıl ikame edileceğini ise birinci ve ikinci şıklardaki emirlerin yerine getirlmesi ile mümkün olacaktır.
MÜ'MİNLERİ MÜJDELE
Sabır ile yapılan mücadelenin sonu mutlaka zafer ile sonuçlanacak olup; bu Allah(c.c)’ın kullarına olan vaadidir. Musa(a.s) örneğinde bu durum canlı olarak yaşanmış ve bizlere kıssa yolu ile ibret almamız için Kur’an vasıtası ile iletilmiştir. Tarihin herhangi bir anında, arzın herhangi bir bölgesinde müstazaflar müstekbirlere karşı YUNUS 87 ayetinde bildirilen yöntemle mücadele ettiği takdirde başarıya ulaşmaları Allah’ın bir vaadidir ve Allah vaadinden asla dönmez.
Sonuç olarak; kıssa yollu anlatımların bizlere örnek olması gerektiği vurgusundan hareketle,YUNUS 87 ayetinden Musa(a.s) ve kardeşi Harun(a.s)’a vahyedilen mücedele yöntemi sonunda nasıl başarı geldiyse; Sünnetullah gereği kıyamete kadar bu tür yöntemlerle yapılan mücadeleler her zaman başarıya ulaşacak olup, Musa(a.s) kıssası bu başarının canlı örneğini vermektedir. Kıssaları masal değil örnek olarak okuma gereğine binaen, biz inananlar eğer çağdaş Firavunların zulmünden kurtulmak istiyorsan bu örnekliği uygulamak zorundayız.
En doğrusunu Allah(c.c) bilir.
15 Ekim 2014 Çarşamba
Kur'an -Hadis -Sünnet
Yazımıza başlık olarak seçtiğimiz bu 3 kelime , İslam denilince en önce akla gelen kelimelerden biridir. Bu 3 kelimeyi kısaca özetleyecek olursak ;
1- Kur'an , Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) 23 senede zarfında indirdiği vahy'in toplanmış olduğu kitabın adı.
2- Hadis , Muhammed (a.s) ın 23 yıllık elçiliği içinde söylediği rivayet edilen sözlere verilen ad.
3-Sünnet , Muhammed(a.s) ın 23 yıllık elçiliği içindeki fiilleri olarak söyleyebiliriz.
Müslümanlar arasındaki ihtilafların , bu 3 kelimenin ifade ettiği malzemelerin doğru anlaşılamamasından kaynaklandığınıda üzülerek ifade edelim ,bu ihtilafın tarihini kısaca özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz.
Muhammed (a.s) daha hayatta iken , onun söz ve fiilerini anlama konusunda ,Sahabe arasında 2 farklı yaklaşım olduğunu görmekteyiz. 1. gurup sahabe onun her yaptığını taklit etme gibi bir seçim içine girmiş (Abdullah ibni ömer , Ebu hureyre r.a gibi sahabeler) 2. gurup sahabe ise onu yaptıkları ve söyledikleri konusunda ,sorgulayıcı bir tutum içinde girerek , ne ,niçin ,nerede,nasıl,ne zaman ve kime sorularının cevabını aramak şeklinde bir tutum içinde girmiş (Ömer ve Aişe r.a validemiz gibi) olanlar şeklinde ayırmak mümkündür. Zaman içinde bu iki akım fırkalaşarak "Ehli hadis" ve "Ehli rey" olarak kendini göstermiş ve bu güne kadar bu 2 ana ayrışım süregelmiştir.
"Ehli hadis" fırkasının genel anlayışı , adından da anlaşılacağı üzere hadise karşı bir ilgi şeklinde kendini göstermiş (bu anlayışa İmam Şafii ,Ahmed İbni Hanbel gibi kişileri örnek verebiliriz), "Ehli rey" fırkasının genel anlayışı ise hadislere karşı daha sorgulayıcı , daha seçici bir yaklaşım olarak kendisini göstermiştir (bu anlayışa örnek Ebu Hanifeyi gösterebiliriz)
Ehli hadis fırkasına mensup olan İmam Şafii nin ilk olarak ortaya koyduğu , "Gayri metluv vahiy" teorisi ve "Sünnetin vahiy olması" konusu Müslümanlar arasındaki , belkide kıyamete kadar sürecek olan ihtilafın kaynağını oluşturmaktadır.
Allah (c.c) nin Elçisine indirmiş olduğu vahyi ikiye ayırarak , Kur'anı "Metluv vahiy" yani namazlarda okunan vahiy olarak , Hadis ve Sünneti de "Gayri metluv vahiy", yani namazlarda okunmayan vahiy olarak kategorize ederek elçiyi sadece bir robot konumuna indiren anlayış İslama vurulmuş en büyük darbebir diyebiliriz.
Sünnetin veya Hadisin vahiy olması bizlere Kur'anın verdiği bir bilgi olmayıp , İmam Şafiinin ortaya attığı düşüncedir , bu düşünceyi kur'andan delillendirmek amacı ile Necm suresinin ilk ayetleri Bektaşi misali üzeri örtülerek okunmuş ve "al sana işte ayet" diyerek bizlere sunulmuştur. İsteğe göre ayet arama yöntemi ile yapılan ayet aramalarında amaç ayetin verdiği mesaj olmayıp , oluşturulan inancın Kur'andan delilini aramak şeklinde yapılan bir işlem olması nedeniyle zorlama te'viller yapılarak, gerekirse ayet tahrif edilerek bu tür çıkarımlar yapılmakta olduğuna , Kuranda olmayan bir çok konuyu Kur'andanmış gibi göstermek sureti ile insanlara kabul ettirilmeye çalışıldığı herkesin malumudur.
Ehli rey fırkasının başını çeken Ebu Hanife ve onun çizgisinde olanlar , özellikle Hadis konusunda daha seçici davranarak kur'ana arz metodunu seçtiklerini görmekteyiz. Bu tarz bir hadis anlayışının özellikle Ehli Hadis yanlısı olan İmam Buhari tarafından çok şiddetli bir biçimde eleştirildiği , hatta Ebu Hanifenin kafir olduğu gerekçesi ile tevbeye davet edildiği bazı eserlerde yer almaktadır.
Ehli Hadis fırkası , kendilerine gelen bir hadisi , o hadisin senet zincirindeki ravilerin cerh ve ta'dil metodu ile seçime tabi tutulması sonucunda elde edilen verilerle değerlendirmekte olup , Ehli rey fırkası ise senet zincirine ek olarak ( senet zincirini tamamen red etmemektedir) Kur'ana arz metodu ile değerlendirmektedir.
Ehli Hadis'in tercih ettiği "Cerh ve Ta'dil" denilen bu metoda göre Hadis zincirinde ismi geçen şahısların elemeleri yapılarak elekten geçmek yada geçememek durumuna göre hadis derecelendirilmektedir. Kişisel tercihlerin önde olduğu bu metoda göre A hadisçisine göre sağlam olan bir ravi , B hadisçisine göre sağlam olmayabilmektedir, böylesine kaypak bir zeminde yapılan hadis tahlilinin, o hadisin sahihliği hakkında ne kadar doğru bir bilgi verebileceği düşündürücüdür.
Bugün elimizde olan "Kütübü sitte" adı ile maruf olan kitaplar veya onun dışındaki hadis kitaplarının içindeki hadislerin tamamı Ehli hadis'in tenkit metodu olan sened tenkidi ile ortaya konan hadisler olup , Kur'ana arz edildiğinde Kur'an ile uyuşmayan bir çok rivayet mevcuttur. Zaman içinde bu eserlere bindirilen aşırı değer sonucu bu eserler artık sorgulanamaz , la yus'el bir konuma geçirilerek dokunulmazlık zırhına büründürülmüştür.
Bu durum bu güne kadar böyle olup bugün bile "Buhari hadisi" veya "Müslim hadisi" denildimi akan sular durmakta olup herhangi birisi bu eserlerdeki hadislere yan gözle bakmak cüretinde bulunduğu zaman yediği damga "KAFİR" damgasıdır.
Ehli Hadis düşüncesinin bu tasallutundan kurtulmak isteyen düşünce sahipleri her devirde ortaya çıkmış olup yeni bir düşünce olarak ortaya atılmış değildir. Ehli Hadis olan İbni Kuteybe'nin türkçeyede çevrilmiş olan "Hadis Müdafaası" adlı eserinin "Zina edenin recmedilmesini red edenler" ile ilgili açmış olduğu bölüm bizlere , daha 1000 kusur sene öncesi Kur'anı kendisine rehber edinmek isteyenler ile buna karşı çıkanların aralarındaki atışmaların var olduğunu göstermektedir. İbni Kuteybe bu başlık altında , zina edenlerin recm edilmesine karşı çıkanların ortaya koyduğu delillere karşı bir nevi kıvırma harekatında bulunmaktadır.
Bugün Ehli rey düşüncesinin başını çeken Ebu Hanife'nin mezhebine bağlı olduklarını iddia edenlerin , Ebu Hanife nin baş düşmanı diyebileceğimiz , İmam Buharinin eserine toz kondurmamaları geldiğimiz noktanın çelişkilerini görmek açısından manidardır.
Şu ana kadar yazdıklarımızı özetleyecek olursak ; Müslümanların en büyük sıkıntısı Kur'an , Hadis ve Sünnet'in nereye ve nasıl bir konuma sahip olarak görülmesi noktasından kaynaklanmaktadır diyebiliriz. Peki bu sıkıntıya karşı nasıl bir teklif sunabiliriz veya bu 3 kelime ile ifade edilen şeyleri nasıl bir konuma koyabiliriz?.
Kur'an , Allah (c.c) indirmiş olduğu vahiy kitabı olması itibarı ile bilgi kaynağı ve bize gelen bilgileri onunla değerlendirmeye tabi tutmamız gereken tek kaynaktır. Maaleseftirki geleneksel İslam düşüncesinin oluşturduğu düşünce sisteminde Kur'an, "adı var kendisi yok" mesabesinde bırakılmış hatta " Mütevatir Sünnetin Kur'anı nesh edebileceği" gibi bir teori ihdas edilerek, Kur'an otomatikman arka plana atılmış bunun yerine Sünnet ve Hadis Kur'anın önüne geçen bilgi kaynağı olarak işlem görmeye başlamıştır.
Bu şekil bir anlayış şöyle bir durumu beraberinde getirmiştir; Bilgi kaynağı olarak tepe noktada "Sünnet ve Hadis" olunca , özellikle Hadisler "Ehli Hadis" fırkasının anlayışına göre sahih olup olmadığı tesbit edildiği ve Kur'ana uygun olup olmadığı herhangi bir önem arzetmeyince ,Kur'an artık Hadise vurularak anlaşılmaya çalışılan bir kitap haline gelmiştir.
Kur'anın arkaya atılarak rivayetlerin öne geçmesi ile zina cezası evli , bekar ayrımı yapılarak evlinin cezası Kur'anda böyle bir hüküm olmamasına rağmen taşlanarak öldürülür , İsa (a.s) kıyamete yakın bir zamanda yeniden Dünyaya gönderilir , Mushafa abdest almadan el sürmek haram olur , kabir azabı adı altında bir çok rivayet inanç meselesi haline gelir.
Bu hale gelen bir kitabın ayetleri, Hadislere uygun olması için gerekli olan tahrifata uğratılarak okunmaya başlar ve elimizdeki mevcut din anlayışı Kur'an merkezli değil , Hadis merkezli bir din olur. Burada Hadis kelimesinin bize ne ifade ettiği üzerinde durmanın gerektiğini düşünmekteyiz.
Hadis adı verilen sözler , Muhammed (a.s) ın söylemiş olduğu rivayet edlen sözler olup onun Kur'an aykırı olarak bir söz ve icraat yapması asla mümkün değildir. Bir çok Kur'an ayeti onun sadece kendisine vahyedilen uymasını ve uyduğunu , kendisine vahyedilene aykırı bir söz söylediğinde ona ne yapılacağını Hakka suresi ayetlerinden okuyan birisinin rivayet kitaplarında mevcut olan sözlerin bir çoğunun söylemesinin imkansız olduğunu göstermektedir.
Kur'ana aykırı söz ve fiilde bulunması imkansız olan bir elçinin ,Kur'ana aykırı olarak yaptığı ve söylediği rivayet edilen bütün fiil ve sözlerin olması gereken yeri rivayet kitapları değil çöp tenekesidir.
Düşüncemiz o durki , Kur'anın önüne geçen her düşünce , her kitap Allah (c.c) ye ortak koşmak anlamına gelmekte olup bu 3 kelimenin asla aynı seviyede olarak görülmesi , düşünülmesi , ona uygun bir anlayış geliştirilmesi ancak Allaha şirk koşulması anlamına gelmektedir.
"Şirk" kelimesini , Allah (c.c) nin hakkı olan konularda onun yerine yaratmış olduklarının konuşması şeklinde özetlemek mümkündür.
Allah (c.c) Alemlerin yegane Rabbi ve İlahı olarak sadece kendisinin bilinmesi için tarih boyunca göndermiş olduğu elçilerini kendisinin yanında herhangi bir hüküm koyucu vasfına sahip olarak göndermemiştir. Muhammed (a.s) elçilerin son halkası olup bu konuda onunda diğer elçilerden herhangi bir ayrıcalığı bulunmamaktadır.
Hırıstiyanların İsa (a.s) a yükledikleri misyonun bir benzeri Muhammed (a.s) a yüklenerek , onunda Allah (c.c) gibi haram helal beyan etme yetkisi olduğu yönündeki düşünceler, geleneksel düşünce içinde kemikleşmiş bir vaziyet almıştır.
Allah (c.c) nin yanına konulan her şahıs , her düşünce , nasıl şirk ise , onun kitabının yanına konulup onun kitabı ile eş değer görülen her kitab ta ona şirk koşulması anlamına gelmektedir.
Allah -Muhammed gibi ikilemelerin camilerde bile bulunması , bu tür şirkin içselleşmesine yol açmış olmasından kaynaklananan bir yansımadır. Allah (c.c) nin bu elçisi Muhammed (a.s) olsa dahi , Kur'anın yanına adı Buhari , Müslim v.s olsa dahi hiç bir surette bir ikilemede bulunulamaz bu şekil bir ikileme Hıristiyanların Baba -Oğul -Ruhulkudüs şeklindeki teslis akidesinden herhangi bir farkı yoktur.
"Kur'an - Sünnet" veya "Kur'an-Hadis" şeklinde yapılan ikilemeler Kur'anın yanına eş bilgi kaynakları koymak ameliyesi olması itibarı ile şirk içeren düşünceler olup Kur'anın yanına hiç bir surette ek kaynak konulması gibi bir duruma ihtiyaç olduğunu iddia etmek , Allah (c.c) nin kitabına eksiklik izafe edip bu eksiği Hadis ve Sünnet'in kapattığını iddia etmek anlamına gelir.
Bu sefer Kur'anın yanına konulan bu iki kaynağın nasıl bir değer ve nasıl bir konumda olması gerektiği gündeme gelecektir.
Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki Hadis ve Sünnet Muhammed (a.s) ın elçilik vazifesi dahilinde yaptıkları ve söylediklerinin genel bir adı olup ne geleneksel anlayış içinde toptan kabul , ne de modernist anlayış içinde toptan red edilebilecek bilgi kaynaklarıdır.
Kur'anın tek belirleyiciliği çerçevesinde, bu bilgi kaynaklarının sahih olup olmadığı şeklinde yapılan tasnifler sonucunda sahih olanlarının kabul edilebileceğini belirtmek isteriz. Sünnet olarak bize gelen, zina yapan evlilerin recm edilmesi şeklindeki ceza kur'ana uyup uymadığı noktasında yapılan işlem sonucunda doğru bir cezalandırma olmadığı sabittir.
Geleneksel İslam hukukunda "Mütevatir sünnetin Kur'an ayetini neshetmesi" gibi bir durum, sadece bu cezanın oturtulması amacı yapılmış bir Kur'anı öteleme işlemidir. Ayetlerin açık beyanı ortada olduğu halde rivayetler ile bunu dinin esası haline getirerek red edeni kafir damgası vuran zihniyet , asıl kafirliğin bu tür meselelerde açık beyana rağmen kitabı ötelemek olduğunu bilmelidir.
Bu 3 kelime ile ifade edilen kaynakların modernist anlayış olarak ifade edebileceğimiz düşüncedede doğru bir zemine oturtulmadığını görmekteyiz. Geleneksel anlayışa tepki olarak doğan bu anlayışta Kur'an tek kaynak olarak görülmekte fakat Allah (c.c) nin tarih boyunca Elçi ve Kitap gönderme gerekçesi olan onun tek İlah olarak bilinmesine dayalı bir sistem içinde yaşama düşüncesi modernist düşünce içinde pek rağbet görmemektedir. Kıssalar yolu ile anlatılan Tevhid mücadelesinin yaşanmışlığı göz ardı edilerek o yaşanmışlık içindeki bazı sıradışı olayların (mucize olarak bildiğimiz) olup olmadığı tartışmaları ile vakit geçirtilerek vakit kaybedilmesi amaçlanmış ve maalesef başarılı olunduğuda gözlenmektedir.
Muhammed (a.s) ın 23 yıllık elçiliği içinde söylediği sözler veya fiilleri yok sayılarak geçmiş tamamen sıfırlanmak istenmekte ve Kitap sanki bugün inmiş gibi okunarak binlerce yıldır gelen örneklikler hiçe sayılmak istenmektedir. Muhammed (a.s) diye birisi hiç yaşamamış yokmuş gibi okunan bir Kitab ütopik , hayata dair bir mesajı olmayan , yaşanmışlık diye bir geçmişi olmayan entel toplantıların çerezi haline gelmiştir.
Sonuç olarak ; Kur'an , Hadis ve Sünnet'in konum itibarı ile yanlış yerlere oturtulmuş olması , Müslümanlar arasındaki ihtilafların baş müsebbibi olarak görülmektedir. İhtilafların en aza indirilmesi bu 3 kelime ile ifade edilen kaynakların olması gereken yerlerine oturtularak Kur'ana eş değer hatta, Kur'andan üstün görülmesinin önüne geçilmesi ile mümkün olacaktır. Aksi takdirde geleneksel anlayış devam ettirildiği müddetçe ihtilafların bırakın azalması , artarak büyümesinin önü alınamayacaktır.Modernist anlayış şayet Kur'anı doğru bir anlama metodu ile okuyarak geçmişi silmek gibi bir düşünceyi terkederek Tevhidi bir anlayış ile Kur'ana yaklaştığı takdirde geleneksel anlayıştaki yanlışları tekrarlamak durumundan kurtulacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
1- Kur'an , Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) 23 senede zarfında indirdiği vahy'in toplanmış olduğu kitabın adı.
2- Hadis , Muhammed (a.s) ın 23 yıllık elçiliği içinde söylediği rivayet edilen sözlere verilen ad.
3-Sünnet , Muhammed(a.s) ın 23 yıllık elçiliği içindeki fiilleri olarak söyleyebiliriz.
Müslümanlar arasındaki ihtilafların , bu 3 kelimenin ifade ettiği malzemelerin doğru anlaşılamamasından kaynaklandığınıda üzülerek ifade edelim ,bu ihtilafın tarihini kısaca özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz.
Muhammed (a.s) daha hayatta iken , onun söz ve fiilerini anlama konusunda ,Sahabe arasında 2 farklı yaklaşım olduğunu görmekteyiz. 1. gurup sahabe onun her yaptığını taklit etme gibi bir seçim içine girmiş (Abdullah ibni ömer , Ebu hureyre r.a gibi sahabeler) 2. gurup sahabe ise onu yaptıkları ve söyledikleri konusunda ,sorgulayıcı bir tutum içinde girerek , ne ,niçin ,nerede,nasıl,ne zaman ve kime sorularının cevabını aramak şeklinde bir tutum içinde girmiş (Ömer ve Aişe r.a validemiz gibi) olanlar şeklinde ayırmak mümkündür. Zaman içinde bu iki akım fırkalaşarak "Ehli hadis" ve "Ehli rey" olarak kendini göstermiş ve bu güne kadar bu 2 ana ayrışım süregelmiştir.
"Ehli hadis" fırkasının genel anlayışı , adından da anlaşılacağı üzere hadise karşı bir ilgi şeklinde kendini göstermiş (bu anlayışa İmam Şafii ,Ahmed İbni Hanbel gibi kişileri örnek verebiliriz), "Ehli rey" fırkasının genel anlayışı ise hadislere karşı daha sorgulayıcı , daha seçici bir yaklaşım olarak kendisini göstermiştir (bu anlayışa örnek Ebu Hanifeyi gösterebiliriz)
Ehli hadis fırkasına mensup olan İmam Şafii nin ilk olarak ortaya koyduğu , "Gayri metluv vahiy" teorisi ve "Sünnetin vahiy olması" konusu Müslümanlar arasındaki , belkide kıyamete kadar sürecek olan ihtilafın kaynağını oluşturmaktadır.
Allah (c.c) nin Elçisine indirmiş olduğu vahyi ikiye ayırarak , Kur'anı "Metluv vahiy" yani namazlarda okunan vahiy olarak , Hadis ve Sünneti de "Gayri metluv vahiy", yani namazlarda okunmayan vahiy olarak kategorize ederek elçiyi sadece bir robot konumuna indiren anlayış İslama vurulmuş en büyük darbebir diyebiliriz.
Sünnetin veya Hadisin vahiy olması bizlere Kur'anın verdiği bir bilgi olmayıp , İmam Şafiinin ortaya attığı düşüncedir , bu düşünceyi kur'andan delillendirmek amacı ile Necm suresinin ilk ayetleri Bektaşi misali üzeri örtülerek okunmuş ve "al sana işte ayet" diyerek bizlere sunulmuştur. İsteğe göre ayet arama yöntemi ile yapılan ayet aramalarında amaç ayetin verdiği mesaj olmayıp , oluşturulan inancın Kur'andan delilini aramak şeklinde yapılan bir işlem olması nedeniyle zorlama te'viller yapılarak, gerekirse ayet tahrif edilerek bu tür çıkarımlar yapılmakta olduğuna , Kuranda olmayan bir çok konuyu Kur'andanmış gibi göstermek sureti ile insanlara kabul ettirilmeye çalışıldığı herkesin malumudur.
Ehli rey fırkasının başını çeken Ebu Hanife ve onun çizgisinde olanlar , özellikle Hadis konusunda daha seçici davranarak kur'ana arz metodunu seçtiklerini görmekteyiz. Bu tarz bir hadis anlayışının özellikle Ehli Hadis yanlısı olan İmam Buhari tarafından çok şiddetli bir biçimde eleştirildiği , hatta Ebu Hanifenin kafir olduğu gerekçesi ile tevbeye davet edildiği bazı eserlerde yer almaktadır.
Ehli Hadis fırkası , kendilerine gelen bir hadisi , o hadisin senet zincirindeki ravilerin cerh ve ta'dil metodu ile seçime tabi tutulması sonucunda elde edilen verilerle değerlendirmekte olup , Ehli rey fırkası ise senet zincirine ek olarak ( senet zincirini tamamen red etmemektedir) Kur'ana arz metodu ile değerlendirmektedir.
Ehli Hadis'in tercih ettiği "Cerh ve Ta'dil" denilen bu metoda göre Hadis zincirinde ismi geçen şahısların elemeleri yapılarak elekten geçmek yada geçememek durumuna göre hadis derecelendirilmektedir. Kişisel tercihlerin önde olduğu bu metoda göre A hadisçisine göre sağlam olan bir ravi , B hadisçisine göre sağlam olmayabilmektedir, böylesine kaypak bir zeminde yapılan hadis tahlilinin, o hadisin sahihliği hakkında ne kadar doğru bir bilgi verebileceği düşündürücüdür.
Bugün elimizde olan "Kütübü sitte" adı ile maruf olan kitaplar veya onun dışındaki hadis kitaplarının içindeki hadislerin tamamı Ehli hadis'in tenkit metodu olan sened tenkidi ile ortaya konan hadisler olup , Kur'ana arz edildiğinde Kur'an ile uyuşmayan bir çok rivayet mevcuttur. Zaman içinde bu eserlere bindirilen aşırı değer sonucu bu eserler artık sorgulanamaz , la yus'el bir konuma geçirilerek dokunulmazlık zırhına büründürülmüştür.
Bu durum bu güne kadar böyle olup bugün bile "Buhari hadisi" veya "Müslim hadisi" denildimi akan sular durmakta olup herhangi birisi bu eserlerdeki hadislere yan gözle bakmak cüretinde bulunduğu zaman yediği damga "KAFİR" damgasıdır.
Ehli Hadis düşüncesinin bu tasallutundan kurtulmak isteyen düşünce sahipleri her devirde ortaya çıkmış olup yeni bir düşünce olarak ortaya atılmış değildir. Ehli Hadis olan İbni Kuteybe'nin türkçeyede çevrilmiş olan "Hadis Müdafaası" adlı eserinin "Zina edenin recmedilmesini red edenler" ile ilgili açmış olduğu bölüm bizlere , daha 1000 kusur sene öncesi Kur'anı kendisine rehber edinmek isteyenler ile buna karşı çıkanların aralarındaki atışmaların var olduğunu göstermektedir. İbni Kuteybe bu başlık altında , zina edenlerin recm edilmesine karşı çıkanların ortaya koyduğu delillere karşı bir nevi kıvırma harekatında bulunmaktadır.
Bugün Ehli rey düşüncesinin başını çeken Ebu Hanife'nin mezhebine bağlı olduklarını iddia edenlerin , Ebu Hanife nin baş düşmanı diyebileceğimiz , İmam Buharinin eserine toz kondurmamaları geldiğimiz noktanın çelişkilerini görmek açısından manidardır.
Şu ana kadar yazdıklarımızı özetleyecek olursak ; Müslümanların en büyük sıkıntısı Kur'an , Hadis ve Sünnet'in nereye ve nasıl bir konuma sahip olarak görülmesi noktasından kaynaklanmaktadır diyebiliriz. Peki bu sıkıntıya karşı nasıl bir teklif sunabiliriz veya bu 3 kelime ile ifade edilen şeyleri nasıl bir konuma koyabiliriz?.
Kur'an , Allah (c.c) indirmiş olduğu vahiy kitabı olması itibarı ile bilgi kaynağı ve bize gelen bilgileri onunla değerlendirmeye tabi tutmamız gereken tek kaynaktır. Maaleseftirki geleneksel İslam düşüncesinin oluşturduğu düşünce sisteminde Kur'an, "adı var kendisi yok" mesabesinde bırakılmış hatta " Mütevatir Sünnetin Kur'anı nesh edebileceği" gibi bir teori ihdas edilerek, Kur'an otomatikman arka plana atılmış bunun yerine Sünnet ve Hadis Kur'anın önüne geçen bilgi kaynağı olarak işlem görmeye başlamıştır.
Bu şekil bir anlayış şöyle bir durumu beraberinde getirmiştir; Bilgi kaynağı olarak tepe noktada "Sünnet ve Hadis" olunca , özellikle Hadisler "Ehli Hadis" fırkasının anlayışına göre sahih olup olmadığı tesbit edildiği ve Kur'ana uygun olup olmadığı herhangi bir önem arzetmeyince ,Kur'an artık Hadise vurularak anlaşılmaya çalışılan bir kitap haline gelmiştir.
Kur'anın arkaya atılarak rivayetlerin öne geçmesi ile zina cezası evli , bekar ayrımı yapılarak evlinin cezası Kur'anda böyle bir hüküm olmamasına rağmen taşlanarak öldürülür , İsa (a.s) kıyamete yakın bir zamanda yeniden Dünyaya gönderilir , Mushafa abdest almadan el sürmek haram olur , kabir azabı adı altında bir çok rivayet inanç meselesi haline gelir.
Bu hale gelen bir kitabın ayetleri, Hadislere uygun olması için gerekli olan tahrifata uğratılarak okunmaya başlar ve elimizdeki mevcut din anlayışı Kur'an merkezli değil , Hadis merkezli bir din olur. Burada Hadis kelimesinin bize ne ifade ettiği üzerinde durmanın gerektiğini düşünmekteyiz.
Hadis adı verilen sözler , Muhammed (a.s) ın söylemiş olduğu rivayet edlen sözler olup onun Kur'an aykırı olarak bir söz ve icraat yapması asla mümkün değildir. Bir çok Kur'an ayeti onun sadece kendisine vahyedilen uymasını ve uyduğunu , kendisine vahyedilene aykırı bir söz söylediğinde ona ne yapılacağını Hakka suresi ayetlerinden okuyan birisinin rivayet kitaplarında mevcut olan sözlerin bir çoğunun söylemesinin imkansız olduğunu göstermektedir.
Kur'ana aykırı söz ve fiilde bulunması imkansız olan bir elçinin ,Kur'ana aykırı olarak yaptığı ve söylediği rivayet edilen bütün fiil ve sözlerin olması gereken yeri rivayet kitapları değil çöp tenekesidir.
Düşüncemiz o durki , Kur'anın önüne geçen her düşünce , her kitap Allah (c.c) ye ortak koşmak anlamına gelmekte olup bu 3 kelimenin asla aynı seviyede olarak görülmesi , düşünülmesi , ona uygun bir anlayış geliştirilmesi ancak Allaha şirk koşulması anlamına gelmektedir.
"Şirk" kelimesini , Allah (c.c) nin hakkı olan konularda onun yerine yaratmış olduklarının konuşması şeklinde özetlemek mümkündür.
Allah (c.c) Alemlerin yegane Rabbi ve İlahı olarak sadece kendisinin bilinmesi için tarih boyunca göndermiş olduğu elçilerini kendisinin yanında herhangi bir hüküm koyucu vasfına sahip olarak göndermemiştir. Muhammed (a.s) elçilerin son halkası olup bu konuda onunda diğer elçilerden herhangi bir ayrıcalığı bulunmamaktadır.
Hırıstiyanların İsa (a.s) a yükledikleri misyonun bir benzeri Muhammed (a.s) a yüklenerek , onunda Allah (c.c) gibi haram helal beyan etme yetkisi olduğu yönündeki düşünceler, geleneksel düşünce içinde kemikleşmiş bir vaziyet almıştır.
Allah (c.c) nin yanına konulan her şahıs , her düşünce , nasıl şirk ise , onun kitabının yanına konulup onun kitabı ile eş değer görülen her kitab ta ona şirk koşulması anlamına gelmektedir.
Allah -Muhammed gibi ikilemelerin camilerde bile bulunması , bu tür şirkin içselleşmesine yol açmış olmasından kaynaklananan bir yansımadır. Allah (c.c) nin bu elçisi Muhammed (a.s) olsa dahi , Kur'anın yanına adı Buhari , Müslim v.s olsa dahi hiç bir surette bir ikilemede bulunulamaz bu şekil bir ikileme Hıristiyanların Baba -Oğul -Ruhulkudüs şeklindeki teslis akidesinden herhangi bir farkı yoktur.
"Kur'an - Sünnet" veya "Kur'an-Hadis" şeklinde yapılan ikilemeler Kur'anın yanına eş bilgi kaynakları koymak ameliyesi olması itibarı ile şirk içeren düşünceler olup Kur'anın yanına hiç bir surette ek kaynak konulması gibi bir duruma ihtiyaç olduğunu iddia etmek , Allah (c.c) nin kitabına eksiklik izafe edip bu eksiği Hadis ve Sünnet'in kapattığını iddia etmek anlamına gelir.
Bu sefer Kur'anın yanına konulan bu iki kaynağın nasıl bir değer ve nasıl bir konumda olması gerektiği gündeme gelecektir.
Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki Hadis ve Sünnet Muhammed (a.s) ın elçilik vazifesi dahilinde yaptıkları ve söylediklerinin genel bir adı olup ne geleneksel anlayış içinde toptan kabul , ne de modernist anlayış içinde toptan red edilebilecek bilgi kaynaklarıdır.
Kur'anın tek belirleyiciliği çerçevesinde, bu bilgi kaynaklarının sahih olup olmadığı şeklinde yapılan tasnifler sonucunda sahih olanlarının kabul edilebileceğini belirtmek isteriz. Sünnet olarak bize gelen, zina yapan evlilerin recm edilmesi şeklindeki ceza kur'ana uyup uymadığı noktasında yapılan işlem sonucunda doğru bir cezalandırma olmadığı sabittir.
Geleneksel İslam hukukunda "Mütevatir sünnetin Kur'an ayetini neshetmesi" gibi bir durum, sadece bu cezanın oturtulması amacı yapılmış bir Kur'anı öteleme işlemidir. Ayetlerin açık beyanı ortada olduğu halde rivayetler ile bunu dinin esası haline getirerek red edeni kafir damgası vuran zihniyet , asıl kafirliğin bu tür meselelerde açık beyana rağmen kitabı ötelemek olduğunu bilmelidir.
Bu 3 kelime ile ifade edilen kaynakların modernist anlayış olarak ifade edebileceğimiz düşüncedede doğru bir zemine oturtulmadığını görmekteyiz. Geleneksel anlayışa tepki olarak doğan bu anlayışta Kur'an tek kaynak olarak görülmekte fakat Allah (c.c) nin tarih boyunca Elçi ve Kitap gönderme gerekçesi olan onun tek İlah olarak bilinmesine dayalı bir sistem içinde yaşama düşüncesi modernist düşünce içinde pek rağbet görmemektedir. Kıssalar yolu ile anlatılan Tevhid mücadelesinin yaşanmışlığı göz ardı edilerek o yaşanmışlık içindeki bazı sıradışı olayların (mucize olarak bildiğimiz) olup olmadığı tartışmaları ile vakit geçirtilerek vakit kaybedilmesi amaçlanmış ve maalesef başarılı olunduğuda gözlenmektedir.
Muhammed (a.s) ın 23 yıllık elçiliği içinde söylediği sözler veya fiilleri yok sayılarak geçmiş tamamen sıfırlanmak istenmekte ve Kitap sanki bugün inmiş gibi okunarak binlerce yıldır gelen örneklikler hiçe sayılmak istenmektedir. Muhammed (a.s) diye birisi hiç yaşamamış yokmuş gibi okunan bir Kitab ütopik , hayata dair bir mesajı olmayan , yaşanmışlık diye bir geçmişi olmayan entel toplantıların çerezi haline gelmiştir.
Sonuç olarak ; Kur'an , Hadis ve Sünnet'in konum itibarı ile yanlış yerlere oturtulmuş olması , Müslümanlar arasındaki ihtilafların baş müsebbibi olarak görülmektedir. İhtilafların en aza indirilmesi bu 3 kelime ile ifade edilen kaynakların olması gereken yerlerine oturtularak Kur'ana eş değer hatta, Kur'andan üstün görülmesinin önüne geçilmesi ile mümkün olacaktır. Aksi takdirde geleneksel anlayış devam ettirildiği müddetçe ihtilafların bırakın azalması , artarak büyümesinin önü alınamayacaktır.Modernist anlayış şayet Kur'anı doğru bir anlama metodu ile okuyarak geçmişi silmek gibi bir düşünceyi terkederek Tevhidi bir anlayış ile Kur'ana yaklaştığı takdirde geleneksel anlayıştaki yanlışları tekrarlamak durumundan kurtulacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
10 Ekim 2014 Cuma
İbrahim(a.s) Örnekliğinde Anne ve Babaya İtaatın Sınırı
Alemlerin
Rabbi olan Allah(c.c)’ın kulu ve elçisi Muhammed(a.s)'a indirmiş olduğu
Kitap; anne ve babaya iyiliği emreden ayetler içermektedir;
[2.83]
İsrailoğullarından, «Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anne babaya,
yakınlara, yetimlere, düşkünlere iyilik edin, insanlarla güzel güzel
konuşun, namazı kılın, zekatı verin» diye söz almıştık. Sonra siz pek
azınız müstesna, döndünüz; hala da yüz çevirip duruyorsunuz.
[2.215]
Sana, ne sarfedeceklerini sorarlar, de ki: «Sarfedeceğiniz mal, ana
baba, yakınlar, yetimler, düşkünler, yolcular içindir. Yaptığınız her
iyiliği Allah şüphesiz bilir».
[4.36]
Allah'a kulluk edin, O'na bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya,
yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya,
yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunan kimselere
iyilik edin. Allah, kendini beğenip öğünenleri elbette sevmez.
[6.151]
De ki: «Gelin size Rabbinizin haram kıldığı şeyleri söyleyeyim: O'na
hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya babaya iyilik yapın, yoksulluk
korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, sizin ve onların rızkını veren
Biziz, gizli ve açık kötülüklere yaklaşmayın, Allah'ın haram kıldığı
cana haksız yere kıymayın. Allah bunları size düşünesiniz diye
buyurmaktadır.»
[17.23]
Rabbin şöyle buyurdu: Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Anneye ve
babaya güzel muamele edin. Şayet onlardan her ikisi veya birisi
yaşlanmış olarak senin yanında bulunursa sakın onlara hizmetten
yüksünme, «öff!» bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve gönül alıcı
sözler söyle.
[46.17]
Ana ve babasına: «Öf size! siz bana öldükten sonra tekrar dirilip
kabrimden çıkarılacağımı mı vaad ediyorsunuz? Oysa benden önce nice
nesiller gelip geçmiştir.» diyen kimseye ana ve babası Allah'a sığınarak
«Yazıklar olsun sana! Gel iman et, şüphesiz ki, Allah'ın vaadi
gerçektir.» dediklerinde o: «Bu Kur'ân öncekilerin masallarından başka
bir şey değildir» diyordu.
[31.14]
Biz insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir.
Annesi onu, güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı.
Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve ana babana şükret
diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş Bana'dır.
[19.12-4]
«Yahya! Kitaba var kuvvetinle sarıl» dedik ve henüz çocuk iken ona
hikmet verdik. Tarafımızdan bir merhamet, arı duru bir gönül de ihsan
ettik. O haramlardan çok sakınan bir insandı. Anne ve babasına iyi
davranan hayırlı bir evlattı, asla zorba ve isyankâr biri değildi.
[19.00-3]
(Çocuk): «Ben şüphesiz Allah'ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni
peygamber yaptı, nerede olursam olayım beni mübarek kıldı. Yaşadığım
müddetçe namaz kılmamı, zekat vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti.
Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde,
dirileceğim günde bana selam olsun» dedi.
[46.15]
Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu
zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi,
otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der
ki: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı
olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de
iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben
müslümanlardanım.
Anne ve babaya itaat ve iyilik emreden Rabbimiz, itaatı kayıtsız şartsız olarak emretmeyip bir sınır dahilinde emretmiştir;
[29.8]
Biz insana, ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer
onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak
koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak banadır. O
zaman, size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.
[31.15]
Şayet onlar seni körü körüne Bana şirk koşman için zorlarsa; onlara
itaat etme ve dünya işlerinde onlarla iyi geçin Bana dönenlerin yoluna
uy. Sonra dönüşünüz yine Bana'dır. O zaman Ben, size yaptıklarınızı
bildiririm.
Allah(c.c)
anne ve babaya itaati; eğer onlar kendisine şirk koşmayı çocuklarına
emrederlerse, bu şekil bir itaatın olamayacağını ve onlara itaat
edilmemesini emretmektedir.
Lokman(a.s)'ın oğluna yaptığı ilk tavsiye, örnek ebeveyn olmanın bir tezahürünü göstermesi bakımından dikkate değerdir;
[31.13]
Hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek demişti ki: «Yavrucuğum!
Allah'a ortak koşma, çünkü Allah'a ortak koşmak (şirk), elbette büyük
bir zulümdür.»
Anne
ve babanın ilk vazifesi; çocuğun mü'min bir kul olarak yetişmesini
sağlayacak olan bilgileri vermektir. Ancak çocuk bu bilgileri red etmek
isterse, anne ve babanın yapacağı bir şey maalesef yoktur;
[46.17]
Ana ve babasına: «Öf size! siz bana öldükten sonra tekrar dirilip
kabrimden çıkarılacağımı mı vaad ediyorsunuz? Oysa benden önce nice
nesiller gelip geçmiştir.» diyen kimseye ana ve babası Allah'a sığınarak
«Yazıklar olsun sana! Gel iman et, şüphesiz ki, Allah'ın vaadi
gerçektir.»
[11.42]
Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden
uzakta bulunan oğluna: Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin,
kâfirlerle beraber olma! diye seslendi.
[11.43]
O: « Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.» dedi. Nuh: «
Bugün Allah'ın emrinden koruyacak yok; meğer ki O rahmet ede!» dedi,
derken dalga aralarına giriverdi ve o da boğulanlardan oldu.»
Yukarda
verdiğimiz AHKAF ve HUD Sureleri ayetlerinde; mü'min olan ebeveynine
karşı çıkan bir çocuğu ve babası Elçi olduğu halde babasına iman etmeyen
bir çocuğu görmekteyiz. Anne ve baba; Allah(c.c)'nin kendilerine
yüklemiş olduğu görev çerçevesinde çocuklarına gerekli eğitimi vermek
zorundadırlar fakat çocukları bu eğitimi red ederek küfrü seçtiği
takdirde, zorlayarak çocuklarını imana döndürmek gibi bir vazifeleri de
yoktur.
Elçilerin
yaşadıkları zaman içinde yapmış oldukları tebliğ görevleri, bizlere
birer örneklik olarak Kur’an’da anlatılmaktadır. MÜMTEHİNE 4 ayetinde "İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için örnekler vardır”
buyurulması; onun müşrik olan babasına karşı olan tavrının bile bize
örnek olması gerektiği anlatmaktadır. Anne ve babaya itaati; şirki
istisna ederek emreden Rabbimizin, Elçisi İbrahim(a.s)'ın babası ile
olan diyalogları bu istisnanın nasıl olması gerektiğini beyan
etmektedir.
[006.074]
Ve bir vakit ki, İbrahim babası Azer'e demişti ki: «Sen putları
ilâhlar mı ittihaz ediyorsun! Ben şüphe yok seni ve kavmini apaçık bir
dalâlet içinde görüyorum»
[19.41-47]
Kitabda İbrahimi de an, çünki o bir sıddık, bir Nebi idi. Babasına
şöyle demişti: «Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası
olmayan şeylere niçin tapıyorsun?»«Babacığım! Doğrusu sana gelmeyen bir
ilim bana geldi. Bana uy, seni doğru yola eriştireyim.»Ey babacığım,
sakın şeytana kul olma; çünkü o, rahmeti bol olan Allah'a baş
kaldırmıştır.«Babacığım! Doğrusu sana Rahman katından bir azabın
gelmesinden korkuyorum ki böylece şeytanın dostu olarak
kalırsın.»Babası: «Sen benim ilahlarımdan geçmek mi istiyorsun ey
İbrahim? Yemin ederim ki, eğer vazgeçmezsen, seni muhakkak taşlarım;
beni sen uzun bir süre bırak git!» dedi.(İbrahim:) «Selam üzerine olsun,
senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim, çünkü, O bana pek
lütufkârdır» dedi.
[21.52-54]
Hani babasına ve kavmine demişti ki: «Sizin, karşılarında bel büküp
eğilmekte olduğunuz bu temsili heykeller nedir?»«Babalarımızı onlara
tapar bulduk» demişlerdi.Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir
sapıklık içindesiniz, dedi.
[26.69-74]
Onlara İbrahim'in haberini oku. Hani, babasına ve kavmine: «Siz neye
kulluk ediyorsunuz?» demişti. Demişlerdi ki: «Putlara tapıyoruz, bunun
için sürekli onların önünde bel büküp eğiliyoruz.» «Peki» dedi, «Siz
kendilerine dua ettiğinizde onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut
taptığınızda size fayda veya tapmadığınızda size zarar verebiliyorlar
mı? Hayır, biz atalarımızı böyle yaparken bulduk. dediler.
[37.85-87]
Babasına ve halkına şöyle dedi: «Nedir bu tapındığınız nesneler? İlle
de bir iftira, bir yalan olsun diye mi Allah’tan başka mâbud
arıyorsunuz! Siz Rabbülâlemin’i ne zannediyorsunuz?
[43.26-27]
Bir vakit İbrâhim babasına ve halkına şöyle dedi: «Bilin ki ben sizin
taptıklarınızla her türlü ilişiği kestim. Ben ancak beni yaratana ibadet
ederim. O bana yol gösterecektir.»
Müşriklikte ısrar eden babası ile olan ilişkisinin nasıl olduğunu ayetlerden öğrendiğimiz İbrahim(a.s), müşrik babasına karşı "öff"
bile demeden yolunun yanlışlığını ona ve kavmine anlatmış ancak
İbrahim(a.s)'ın bu tebliği babası tarafından şiddetli bir biçimde red
edilmiştir. Babasına karşı en ufak incitici bir söz etmeyen
İbrahim(a.s), babasına "Sana selam olsun. Senin için Rabbim'den mağfiret dileyeceğim, çünkü O, bana karşı çok lütufkardır." diyerek ondan ayrılmıştır.
Lokman(a.s)
örneğinde, bir babanın çocuğuna karşı olan vazifesinin; onu sadece
Allah'a kul olan bir fert olarak yetiştirmek olduğunu görmekteyiz.
İbrahim(a.s)'ın örneğinde müşriklikte ısrar eden babaya karşı çocuğun
nasıl davranması gerektiğini görmekteyiz.
Sonuç
olarak; hayata dokunan bir kitap olan Kur’an, bizlere hayat içinde
karşılaşacağımız sorunlara karşı nasıl bir yol izlememiz gerektiğini
öğretmektedir. Bu öğretim çerçevesi içinde anne ve babaya iyilikle
davranmak, onlara "öff" bile dememek ve onlara itaat etmek
bizlere emredilmiştir. Rabbimiz itaate sınır koyarak; çocuklarına şirk
baskısı yapması sonucunda onlara itaat edilmemesi gerektiğini atamız
İbrahim(a.s) örneğinde bizlere öğretmektedir. Şirk veya tevhidi tercih
etmek noktasında kalan bir kişi için, bu şirki ona empoze etmeye çalışan
anne ve babası olsa dahi onlara itaat edilmemesi gerektiğini, anne ve
babanın çocuğu üzerinde haklarını bir çok ayetinde beyan ederek onlara
itaat edilmesini gerektiğini bizlere emreden Rabbimiz, ortada şirk
baskısı olduğu zaman sadece kendisine itaat edilmesi gerektiğini bizlere
emretmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
2 Ekim 2014 Perşembe
İnsanlığın Kadim Kültürü "Yevmüzzinet" (Bayram Günleri)
İnsan fıtrat itibarı ile birlikte yaşamaya ihtiyaç duyan bir varlıktır. Kadın ve erkek cinsinin birbirlerine olan karşılıklı duyguları bu ihtiyaçtan kaynaklanmakta ve Allah (c.c) nin ayetlerindendir. Kadın ve erkeklerin oluşturduğu şehirler birlikte yaşama ihtiyacından doğan bir sonuç olup insanlık tarihi kadar eskidir.
Aynı insan yine fıtrat itibarı ile adına ,"Din" denilen yaşama biçimine ihtiyaç duyarak hayatını onun üzerine ikame eder. İnsanları birbirine bağlayan esasları , aile , kavim , ırk ,din olarak sıralayabiliriz. Din, yani inanç bağı en üstteki bağ olarak öne çıkan ve farklı kavim ve ırklarıda çatısı altında toplayan kadim bir inançtır.
İnsanlık tarihini kısaca, Dinler savaşı olarak özetlemek mümkündür ,Allah (c.c) insanlara kendi dinini tebliğ etmesi için elçiler göndermiş , bu elçilere inananlar ve inanmayanlar arasındaki mücade bu güne kadar devam etmiş , kıyamete kadar da devam edecektir.
Allah (c.c) dini ile , ona karşı oluşturulan dinlerin ortak yanı , hangi dine mensup olurlarsa olsunlar , dindaşları ile ortak bir paydada buluştuklarının göstergesi olarak belirli günlerde "CEM" olmaları yani toplanmalarıdır.
Allah (c.c) Hacc suresi 34. ve 67. ayetlerde bu duruma işaret ederek "MENSEK" yani zamanlı ve mekanlı ibdetler ihdas ettiğini bizlere beyan etmektedir. Hacc , Bakara ,İbrahim surelerinde adına HACC denilen Mekke deki BEYTULLAHIN ziyaret edilerek belli ritüellerin yapılması şeklinde cereyan eden olaylar onun dinine mensup olduğunu iddia eden insanların , bir araya gelerek görüşmesi ,tanışması , kaynaşması esasına dayalı bir ibadet tarzıdır.
Diğer inanç sistemlerinde de aynı durum göze çarpmakta olup onlarında aynı amaç etrafında belirli gün ve zamanlarda toplanarak , İlahlarına olan saygılarını belirli ritüeller ile ortaya koymaları şeklinde gerçekleşen günleri vardır.
Bilindiği üzere Firavun, kendisini Mısır halkının İlahı ve Rabbi olarak sunarak onların yaşam biçimlerini tayin etme hakkına sahip olduğunu söyleyen birisi idi. Musa ve kardeşi Harun (a.s) lar onun bu tür bir hakka sahip olmadığını , bu hakkın sadece "Alemlerin rabbi" olan Allah' a ait olduğunu ona tebliğ etmek için gönderilen iki elçiydi.
Firavun ve melesi onları red ederek , ülkenin en bilgili sihirbazlarını belli bir günde Musa (a.s) ın karşısına çıkarmıştır. Bu olay Taha s. 59. ayetinde şöyle anlatılmaktadır.
[020.058-59] Şimdi biz de seninkine benzer bir sihir göstereceğiz sana. Bizimle senin aranda bir buluşma zamanı ve yeri tayin et ki; sen de, biz de düz bir yerde bulunalım, caymayalım.(Musa) Dedi ki: «Buluşma-zamanımız, bayram günü(YEVMÜZZİNET) ve insanların toplanacağı kuşluk vakti (olsun) .»
Ayete dikkat ettiğimiz zaman , buluşma günü insanların bir araya geldikleri gün olarak belirlenmektedir. Bu gün de ülkenin her tarafından insanlar "Yevmüzzinet" günü yani "Bayram günü" olması dolayısı ile toplanmaktadırlar. Bu ayeti ,"Bayram günleri" kültürünün tarihinin ne kadar eskiye dayandığının bir göstergesi olarak'ta okumak mümkündür.
Türkiyeye baktığımızda bu durum kendisini göstermekte ihdas edilen "Milli bayramlar" vesilesi ile T.C nin kurucusunun anılması , ve onun Dininin anlaşılması için gerekli ritüeller (saygı duruşları) ifa edilmektedir.
Hacc ibadeti ve onun içinde yapılan riüeller , yegane İlah olan olan Allah (c.c) nin bizler için ihdas ettiği kulluk yöntemleri olup Mekke şehri içindeki KABE bu yöntemin ana merkezidir. Yılın belirli zamanlarında kendisini Allah a kul olarak gören insanlar oraya akın ederek bu kulluklarını herkesle birlikte ifa ederler (her ne kadar bu şuurdan yoksun olsalarda olması gereken bu dur)
[62.9] Ey iman edenler, Cuma günü salat için çağrı yapıldığında hemen Allah'ın zikrine (anılmasına) koşun ve alım satımı bırakın; eğer bilirseniz, o sizin için daha hayırlıdır.
Cuma suresinin bu ayeti , insanların birlikte yaşamasının bir gerçeğinden yola çıkılarak , aynı inancı paylaştıklarına dair bir gövde gösterisi , tanışma , görüşme vesilesi olması açısından , mü'minleri haftada bir gün böyle bir toplantı düzenlemeye çağırmaktadır.
"Mescid" kelimesi " secde edilen mekan" anlamına gelmekte olup , mü'minlerin hayatların önemli yer tutması gereken bir kelimedir. Mescidler sadece , salatın bir rüknü olan namazın ifa edilip sonrada dağınıldığı bir mekan değildir. Asrı saadete baktığımız zaman Mescid hayatın merkezidir , ve olması gereken bir şekilde kullanılmıştır.
[007.031] Ey âdemoğulları! Her mescid yerinde ziynetinizi alıveriniz ve yiyiniz ve içiniz, israf da etmeyiniz. Şüphe yok ki O, israf edenleri sevmez.
Araf s. 31. ayetinde geçen "Mescid" ve "Zinet" kelimesi bize önemli ipuçları vermektedir. Mescid kelimesinin , Mü'minler için toplanma mekanı olması gerektiğinden hareketle bu mescidlerin sadece namaz kılınan yerler olmadığı anlaşılmaktadır. Zinet kelimesinin daha önce Taha s. 59. ayetindeki kullanılışı ile Araf s. 31. ayetindeki kullanılışının , sosyal bir olguyu ifade etmesi açısından bir bağı olduğunu düşünmekteyiz.
Taha s. 59. ayetinde gördüğümüz "Zinet günü" yani insanların toplandıkları bayram gününün bu kültürün ne kadar eski olduğunu anlamak açısından okuduğumuzda , Araf s. 31. ayeti içinde insanların zinetlerini takınmasının bugün bile özel günlerde olmasından hareketle , "Mescid" adı verilen mekanların biz Mü'minler için toplanma mekanları olması gerektiği anlaşılarak kelimenin ifade ettiği "Secde mekanı" anlamından hareketle her türlü kulluk gösterisinin yapıladığı alanlar olarak ihdas edilme gereği anlaşılır sadece namaz vakitleri ve namaz ile sınırlı olmayan bir mekan olması gereken Mescidlerin gerçek işlevi Medinedeki gibi anlaşıldığı takdirde Müslümanların durumu daha iyiye gidecektir.
İnsanlar tabii ihtiyacı olan yemek ve içmek gibi eylemleri bir araya geldiklerinde icra ederek bu eylemler vasıtası ile kaynaşmaya vesile aramaları herkesin bildiği bir durumdur. Bu kaynaşma icraatlerı "Mescid" denilen sosyal mekanlarda ve çevresinde gerçekleştirilerek bir nevi "Bayram günleri" ihdas edilmiş olur. Hacc ibadeti bu durumun en belirgin bir göstergesi olup , bu mekan etrafında ritüeller harici her türlü sosyal ihtiyaçlar karşılanmaktadır .
Namaz adı verilen ibadetin toplu halde ifa edilmesinden hasıl olması gereken durum , İnsanların birlikte düşündüklerinin , ortak inanca sahip olduklarının , bu ortak inancın sadece ve sadece Allah (c.c) kul olmak şeklinde gerçekleştiğinin , diğer dini ve ilahı red etttiklerinin dışa vurumu olan bir ibadettir. Bayram günleri'nin mü'minler için bu durumu hatırlamanın bir vesilesi olması gerektiğinden hareketle bu bayram günlerinde topluca kılınan namaz bu durumu göstermenin bir işaretidir.
Sonuç olarak; insanların fıtratları gereği olan birlikte yaşama ihtiyacının bir sonucu olarak , aynı inancı paylaştıklarını, belirli günlerde ve mekanlarda göstermek sureti ile ifade edilen bir takım ritüeller , Müslüman veya Kafir inanca sahip olanlarda aynıdır. Müslümanlar kendi ialhlarına olan bağlılıklarını , kafirler ise kendi ilahlarına olan bağlılıklarını göstermek amacı ile "Bayram günleri" adı altında bir takım etkinlikler yaparak birbirleri ile kaynaşmayı amaçlarlar.
Allah (c.c) iman edenlere bu tür etkinlik günleri ihdas ederek onu anlamalarını sağlamıştır. Cuma günü bu anmanın topluca yapılarak görüşme ve kaynaşma vesilesi olan bir gün olup , Hacc günleri olarak ihdas edilen günlerde , uzak diyarlardan gelen mü'minler , her türlü sosyal aktivite ile birlikte bir takım ritüeller icra ederek Allah (c.c) ye karşı olan kullukları topluca ifa ederek bir nevi , güçlerini başkalarına karşı gösterirler. Bu gün bu şuurdan uzak olarak yapılan bu ibadetler , asıl amacına uygun olarak yapılmaya başladığı zaman , Müslümanların Dünyada söz sahibi olmaya başlayacakları günler gelecektir. İslam düşmanları bu tehlikenin farkında olarak , bizleri bu şuurdan uzaklaştırmak için içimize sürdükleri truva atları ile bu ibadetlerin Kur'anda olmadığı gibi düşünceler ortaya atarak kendi yıkılışlarını geciktirmeye çalıştıkları unutulmamalıdır.
Bizler bu günleri amacına uygun olarak değerlendirerek , sadece Allaha kul olduğumuzu , diğer ilahları red ettiğimizi , mü'min kardeşlerimiz ile birlik beraberlik içinde olduğumuzu bu ibadetlere daha sıkı yapışarak göstermek mecburiyetindeyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Aynı insan yine fıtrat itibarı ile adına ,"Din" denilen yaşama biçimine ihtiyaç duyarak hayatını onun üzerine ikame eder. İnsanları birbirine bağlayan esasları , aile , kavim , ırk ,din olarak sıralayabiliriz. Din, yani inanç bağı en üstteki bağ olarak öne çıkan ve farklı kavim ve ırklarıda çatısı altında toplayan kadim bir inançtır.
İnsanlık tarihini kısaca, Dinler savaşı olarak özetlemek mümkündür ,Allah (c.c) insanlara kendi dinini tebliğ etmesi için elçiler göndermiş , bu elçilere inananlar ve inanmayanlar arasındaki mücade bu güne kadar devam etmiş , kıyamete kadar da devam edecektir.
Allah (c.c) dini ile , ona karşı oluşturulan dinlerin ortak yanı , hangi dine mensup olurlarsa olsunlar , dindaşları ile ortak bir paydada buluştuklarının göstergesi olarak belirli günlerde "CEM" olmaları yani toplanmalarıdır.
Allah (c.c) Hacc suresi 34. ve 67. ayetlerde bu duruma işaret ederek "MENSEK" yani zamanlı ve mekanlı ibdetler ihdas ettiğini bizlere beyan etmektedir. Hacc , Bakara ,İbrahim surelerinde adına HACC denilen Mekke deki BEYTULLAHIN ziyaret edilerek belli ritüellerin yapılması şeklinde cereyan eden olaylar onun dinine mensup olduğunu iddia eden insanların , bir araya gelerek görüşmesi ,tanışması , kaynaşması esasına dayalı bir ibadet tarzıdır.
Diğer inanç sistemlerinde de aynı durum göze çarpmakta olup onlarında aynı amaç etrafında belirli gün ve zamanlarda toplanarak , İlahlarına olan saygılarını belirli ritüeller ile ortaya koymaları şeklinde gerçekleşen günleri vardır.
Bilindiği üzere Firavun, kendisini Mısır halkının İlahı ve Rabbi olarak sunarak onların yaşam biçimlerini tayin etme hakkına sahip olduğunu söyleyen birisi idi. Musa ve kardeşi Harun (a.s) lar onun bu tür bir hakka sahip olmadığını , bu hakkın sadece "Alemlerin rabbi" olan Allah' a ait olduğunu ona tebliğ etmek için gönderilen iki elçiydi.
Firavun ve melesi onları red ederek , ülkenin en bilgili sihirbazlarını belli bir günde Musa (a.s) ın karşısına çıkarmıştır. Bu olay Taha s. 59. ayetinde şöyle anlatılmaktadır.
[020.058-59] Şimdi biz de seninkine benzer bir sihir göstereceğiz sana. Bizimle senin aranda bir buluşma zamanı ve yeri tayin et ki; sen de, biz de düz bir yerde bulunalım, caymayalım.(Musa) Dedi ki: «Buluşma-zamanımız, bayram günü(YEVMÜZZİNET) ve insanların toplanacağı kuşluk vakti (olsun) .»
Ayete dikkat ettiğimiz zaman , buluşma günü insanların bir araya geldikleri gün olarak belirlenmektedir. Bu gün de ülkenin her tarafından insanlar "Yevmüzzinet" günü yani "Bayram günü" olması dolayısı ile toplanmaktadırlar. Bu ayeti ,"Bayram günleri" kültürünün tarihinin ne kadar eskiye dayandığının bir göstergesi olarak'ta okumak mümkündür.
Türkiyeye baktığımızda bu durum kendisini göstermekte ihdas edilen "Milli bayramlar" vesilesi ile T.C nin kurucusunun anılması , ve onun Dininin anlaşılması için gerekli ritüeller (saygı duruşları) ifa edilmektedir.
Hacc ibadeti ve onun içinde yapılan riüeller , yegane İlah olan olan Allah (c.c) nin bizler için ihdas ettiği kulluk yöntemleri olup Mekke şehri içindeki KABE bu yöntemin ana merkezidir. Yılın belirli zamanlarında kendisini Allah a kul olarak gören insanlar oraya akın ederek bu kulluklarını herkesle birlikte ifa ederler (her ne kadar bu şuurdan yoksun olsalarda olması gereken bu dur)
[62.9] Ey iman edenler, Cuma günü salat için çağrı yapıldığında hemen Allah'ın zikrine (anılmasına) koşun ve alım satımı bırakın; eğer bilirseniz, o sizin için daha hayırlıdır.
Cuma suresinin bu ayeti , insanların birlikte yaşamasının bir gerçeğinden yola çıkılarak , aynı inancı paylaştıklarına dair bir gövde gösterisi , tanışma , görüşme vesilesi olması açısından , mü'minleri haftada bir gün böyle bir toplantı düzenlemeye çağırmaktadır.
"Mescid" kelimesi " secde edilen mekan" anlamına gelmekte olup , mü'minlerin hayatların önemli yer tutması gereken bir kelimedir. Mescidler sadece , salatın bir rüknü olan namazın ifa edilip sonrada dağınıldığı bir mekan değildir. Asrı saadete baktığımız zaman Mescid hayatın merkezidir , ve olması gereken bir şekilde kullanılmıştır.
[007.031] Ey âdemoğulları! Her mescid yerinde ziynetinizi alıveriniz ve yiyiniz ve içiniz, israf da etmeyiniz. Şüphe yok ki O, israf edenleri sevmez.
Araf s. 31. ayetinde geçen "Mescid" ve "Zinet" kelimesi bize önemli ipuçları vermektedir. Mescid kelimesinin , Mü'minler için toplanma mekanı olması gerektiğinden hareketle bu mescidlerin sadece namaz kılınan yerler olmadığı anlaşılmaktadır. Zinet kelimesinin daha önce Taha s. 59. ayetindeki kullanılışı ile Araf s. 31. ayetindeki kullanılışının , sosyal bir olguyu ifade etmesi açısından bir bağı olduğunu düşünmekteyiz.
Taha s. 59. ayetinde gördüğümüz "Zinet günü" yani insanların toplandıkları bayram gününün bu kültürün ne kadar eski olduğunu anlamak açısından okuduğumuzda , Araf s. 31. ayeti içinde insanların zinetlerini takınmasının bugün bile özel günlerde olmasından hareketle , "Mescid" adı verilen mekanların biz Mü'minler için toplanma mekanları olması gerektiği anlaşılarak kelimenin ifade ettiği "Secde mekanı" anlamından hareketle her türlü kulluk gösterisinin yapıladığı alanlar olarak ihdas edilme gereği anlaşılır sadece namaz vakitleri ve namaz ile sınırlı olmayan bir mekan olması gereken Mescidlerin gerçek işlevi Medinedeki gibi anlaşıldığı takdirde Müslümanların durumu daha iyiye gidecektir.
İnsanlar tabii ihtiyacı olan yemek ve içmek gibi eylemleri bir araya geldiklerinde icra ederek bu eylemler vasıtası ile kaynaşmaya vesile aramaları herkesin bildiği bir durumdur. Bu kaynaşma icraatlerı "Mescid" denilen sosyal mekanlarda ve çevresinde gerçekleştirilerek bir nevi "Bayram günleri" ihdas edilmiş olur. Hacc ibadeti bu durumun en belirgin bir göstergesi olup , bu mekan etrafında ritüeller harici her türlü sosyal ihtiyaçlar karşılanmaktadır .
Namaz adı verilen ibadetin toplu halde ifa edilmesinden hasıl olması gereken durum , İnsanların birlikte düşündüklerinin , ortak inanca sahip olduklarının , bu ortak inancın sadece ve sadece Allah (c.c) kul olmak şeklinde gerçekleştiğinin , diğer dini ve ilahı red etttiklerinin dışa vurumu olan bir ibadettir. Bayram günleri'nin mü'minler için bu durumu hatırlamanın bir vesilesi olması gerektiğinden hareketle bu bayram günlerinde topluca kılınan namaz bu durumu göstermenin bir işaretidir.
Sonuç olarak; insanların fıtratları gereği olan birlikte yaşama ihtiyacının bir sonucu olarak , aynı inancı paylaştıklarını, belirli günlerde ve mekanlarda göstermek sureti ile ifade edilen bir takım ritüeller , Müslüman veya Kafir inanca sahip olanlarda aynıdır. Müslümanlar kendi ialhlarına olan bağlılıklarını , kafirler ise kendi ilahlarına olan bağlılıklarını göstermek amacı ile "Bayram günleri" adı altında bir takım etkinlikler yaparak birbirleri ile kaynaşmayı amaçlarlar.
Allah (c.c) iman edenlere bu tür etkinlik günleri ihdas ederek onu anlamalarını sağlamıştır. Cuma günü bu anmanın topluca yapılarak görüşme ve kaynaşma vesilesi olan bir gün olup , Hacc günleri olarak ihdas edilen günlerde , uzak diyarlardan gelen mü'minler , her türlü sosyal aktivite ile birlikte bir takım ritüeller icra ederek Allah (c.c) ye karşı olan kullukları topluca ifa ederek bir nevi , güçlerini başkalarına karşı gösterirler. Bu gün bu şuurdan uzak olarak yapılan bu ibadetler , asıl amacına uygun olarak yapılmaya başladığı zaman , Müslümanların Dünyada söz sahibi olmaya başlayacakları günler gelecektir. İslam düşmanları bu tehlikenin farkında olarak , bizleri bu şuurdan uzaklaştırmak için içimize sürdükleri truva atları ile bu ibadetlerin Kur'anda olmadığı gibi düşünceler ortaya atarak kendi yıkılışlarını geciktirmeye çalıştıkları unutulmamalıdır.
Bizler bu günleri amacına uygun olarak değerlendirerek , sadece Allaha kul olduğumuzu , diğer ilahları red ettiğimizi , mü'min kardeşlerimiz ile birlik beraberlik içinde olduğumuzu bu ibadetlere daha sıkı yapışarak göstermek mecburiyetindeyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
29 Eylül 2014 Pazartesi
Şeytan Kavramının İblis Üzerinden Müşahhaslaştırılarak Anlatılması
Şeytan kelimesi sözlükte; "uzaklaştı" anlamına gelen "şa-ta-ne"
kökünden türemiştir. Bu kelime çerçevesinde yapılan anlatımlar, insan
hayatını derinden etkileyen ve onun Cehennem ile cezalandırılmasına
sebep olan bir durum meydana getirmesi açısından bakıldığında; Kur’an’ın
odak kavramlarından biri olduğu görülür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH(C.C) BİLİR
Kur’an’ın anlatım metodlarından birisi; vermek istediği mesajı görsel bir olay şekline sokarak anlatması olup, bu metodu "Adem ve İblis"
kıssasında görmekteyiz. Bu kıssayı sadece yaşandığı zaman ve mekan
içinde değerlendirmeye kalktığımız zaman, verilmek istenen mesaj mâlesef
güme giderek "kıssa içinde dönüp dolaşmak" tâbir ettiğimiz bir
kısır döngü etrafından çıkılamayacaktır. Adem ve İblis kıssasının,
öncelikle Kur’an’ın görselleştirerek anlatma uslubu içinde bir anlatım
yapmış olduğu kavranarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz.
İblis; Adem kıssasında ortaya çıkan bir aktör olup Şeytan
adını almasına sebep olan olayın ve olay akabinde onun dili üzerinden
yapılan anlatımların çok iyi okunarak, bu düşmanlığın nasıl ve ne
şekilde cereyan ettiği ve bizlere karşı nasıl cereyen edeceği, Adem'in
kandırılması sonucu başlarına gelenler ile kendimiz arasında ortak bir
bağ kurmak gerekmektedir.
Şeytan
kavramının anlaşılması için; İblis karakteri üzerinden verilen
mesajların dikkate alınmasının öncelikli olduğunu düşünmekteyiz. Bu konu
ile ilgili ayetleri sıralayarak "Şeytanlaşma" sürecine giden yola nasıl
ulaşıldığını görelim.
Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs (iblîse), ebâ vestekbere ve kâne minel kâfirîn (kâfirîne).
[002.034]
Hani meleklere: Adem'e secde edin demiştik de onlar hemen secde
edivermişlerdi. Sadece iblis kaçınmış, büyüklük taslamış ve kafirlerden
olmuştu.
BAKARA 34 ayetine baktığımız zaman, İblis'in secde etmeme sebebi "vestekbere" (büyüklenmek) olarak ifade edilmektedir. “EL-KEBİR";
Allah(c.c)’ın esmâsına dahil olan isimlerden biri olması sebebi ile
İblis'in büyüklenmesi demek; Allah'ın isimlerinden birini üzerine almak
istemesi anlamına gelmesi ve bu durumun şeytanlaşması yolunda atılmış
bir adım olduğunu anlamaktayız.
Kur’an’da
bu kelimenin Allah(c.c)’ın dışındakiler için kullanılmış olması;
büyüklenmek sadece ve sadece Allah(c.c)’ın hakkı olmasına rağmen onun
hakkını gasp etmek isteyenlerin, onun esmâsından rol çalmaya
oynadıkları, dolayısı ile "ŞEYTAN" vasfını aldıkları anlaşılır.
1- Şeytanlaşmaya giden yol; "el-kebir"
ismini, Allah(c.c)’ın dışında olan kişi, kurum, kuruluş v.s’nin
sahiplenerek ilahlaşmaya çalışmasından yani "MÜSTEKBİR"leşmesinden
geçer.
Kâle mâ meneake ellâ tescude iz emertuk(emertuke), kâle ene hayrun minh(minhu), halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn(tînin).
[007.012]
(Allah) Dedi: «Sana emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen
neydi?» (İblis) Dedi ki: «Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın,
onu ise çamurdan yarattın.»
Kıssanın
ARAF Suresi içindeki bölümüne baktığımız zaman; İblis'in secde etmeme
gerekçesinin 12. ayet içinde kendisinin Adem'den hayırlı olduğu ve
yaratılış farkını öne sürdüğü görülmektedir.
Allah(c.c)’ın
yaratmış oldukları üzerinde yegâne hâkim olduğunu düşünecek olursak,
onun kullarına "yapın" veya "yapmayın" şeklindeki bir emrinin, bu emre
muhatap olanlar tarafından herhangi bir yoruma tabi tutularak red
edilmesi yerine "işittik ve itaat ettik" denilerek kayıtsız şartsız yerine getirilme mecburiyeti vardır.
2-
Şeytanlaşmaya giden yol; kendi yanından çıkardığı bir gerekçeye
dayanarak, Allah(c.c)’ın ona karşı olan herhangi bir emrini geçersiz
sayarak kendi doğrusunu Allah(c.c)'a sunmak.
Kâle lem ekun li escude li beşerin halaktehu min salsâlin min hamein mesnûn(mesnûnin).
[015.033] Dedi ki: «Kuru bir çamurdan, sûretlenmiş bir balçıktan yaratmış olduğun bir insana ben secde etmek için olmadım.»
HİCR
33 ayetinde; secde etmeme gerekçesi olarak yaratılış gayesinin bu
olmadığı gerekçesini ileri sürmektedir. Halbuki Allah(c.c)
yarattıklarını sadece kendisine ibadet etmek için yarattığını beyan
etmektedir. Allah'a ibadet demek; yaratılış amacına uygun ameller
işlemek demek olduğuna göre, İblis bu amacı red ederek isyan edenlerden
olmaktadır.
3-
Şeytanlaşmaya giden yol; yaratılış amacının unutularak kulun kendisinin
bir yaratılış amacı uydurması ve o amaç yolunda çaba sarfetmesi.
Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâle e escudu li men halakte tînâ(tînen).
[017.061]
Meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik, İblis'ten başka hepsi secde
etmiş, o ise: «çamurdan yarattığına mı secde edeceğim?» demişti.
İSRÂ 61. ayette; diğer ayetlerde gördüğümüz, gerekçe olmadan resmen kafa tutar bir tavır ile emre karşı gelinmektedir.
4- Şeytanlığa giden yol; yaratıcısını hiçe sayarak gerekçe bile göstermeye tenezzül etmeden ona kafa tutmak.
Ve
iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâne
minel cinni fe feseka an emri rabbih(rabbihî), e fe tettehızûnehu ve
zurriyyetehû evliyâe min dûnî ve hum lekum aduvv(aduvvun), bi'se liz
zâlimîne bedelâ(bedelen).
[018.050]
Hani meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik; İblis'in dışında secde
etmişlerdi. O cinlerden oldu, böylelikle Rabbinin emrinden dışarı
çıkmıştı. Bu durumda Beni bırakıp onu ve onun soyunu veliler mi
edineceksiniz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır. Zalimler için ne
kadar kötü bir değiştirmedir.
KEHF 50 ayetinde; İblis'in secde etmeyerek "Fasık"lardan
olduğu bildirilmektedir. Ayet içinde geçen bu kelimenin; Kur'an
bütünlüğünde geçişleri dikkate alınarak bu kelime ile ifade edilen
durumun ne olduğu ve bu duruma düşünlerin akıbeti öğrenilebilir.
5- Şeytanlığa giden yol; imân dairesine girmeyi kabul ettikten sonra, o dairenin dışında bir yol tutmak istemek (fısk).
Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), ebâ.
[020.116] Hani biz meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik, İblis'in dışında (diğerleri) secde etmişlerdi, o, ayak diretmişti.
TAHA 116 ayetinde; İblis'in secde etmemesi "Ebaa" kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu kelimeyi BAKARA ve HİCR Sureleri içinde anlatılan kıssada da görmekteyiz. Bu kelime, "aşırı derecede kendini uzak tutma, çekinme, ayak direme" anlamına gelmektedir.
6- Şeytanlığa giden yol; kendisine yaratıcısı tarafından verilen bir emre karşı ayak diretmek.
İllâ iblîs(iblîse), istekbere ve kâne minel kâfirîn(kâfirîne).
[038.074] Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.
BAKARA Suresi içindeki kıssada gördüğümüz “İstikbar" (büyüklenme) hali, SAD 74 ayetinde de karşımıza çıkmaktadır.
İblis'in secde etmeyerek "Şeytan" vasfını almasına sebep olan gerekçelerini özetleyecek olursak;
1- Allah'tan rol çalmaya çalışması,
2-
Kendi yanından çıkardığı bir gerekçeye dayanarak Allah(c.c)’ın ona
karşı olan herhangi bir emrini geçersiz sayarak kendi doğrusunu
Allah(c.c)’a sunması,
3- Yaratılış amacının unutularak kulun kendisinin bir yaratılış amacı uydurması ve o amaç yolunda çaba sarfetmesi,
4- Yaratıcısını hiçe sayarak gerekçe bile göstermeye tenezzül etmeden ona kafa tutması,
5- İmân dairesine girmeyi kabul ettikten sonra o dairenin dışında bir yol tutmak istemek (fısk) olarak anlayabiliriz.
Burada İblis adlı bir varlık üzerinden müşahhaslaştırılan "Şeytan”lığın, yine onun üzerinden nasıl tezahür edebileceği kendi sözleri üzerinden bizlere hatırlatılarak beyan edilmektedir.
[007.016] İblis dedi ki: «Öyle
ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak
için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara
önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen,
onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.
ARAF
16. ve 17. ayetlerde; kullarını nasıl saptırcağının haberini veren
İblis, bu sözlerini nasıl pratiğe geçirdiğini, Adem ile eşini
bulundukları makamdan çıkarılmalarına sebeb olarak göstermektedir.
[7.20-22]
Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek
için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek
olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi.
«Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim» diye ikisine yemin etti. Böylece
onların yanılmalarını sağladı. Ağaçtan meyve tattıklarında kendilerine
ayıp yerleri göründü, cennet yapraklarından oralarına örtmeğe
koyuldular. Rableri onlara, «Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim?
Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?» diye
seslendi.
Adem ile eşine "size düşmandır"
diyerek haber veren Allah(c.c)’ın bu haberi, Adem ve eşi tarafından
unutulmuş ve Şeytan’ın onlara güzel sözler ile verdiği vesvesenin
kurbanı olarak Şeytan’a uymuşlar ve sonucunda bulundukları makamdan
çıkarılmışlardır.
[007.027]
Ey Âdem oğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine
göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de
aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden
sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.
ARAF
16 ve 17 ayetlerinde saptırmanın nasıl olacağını, 20. ve 22. ayetler
arası pratiğini bizlere göstererek bu tür taktiklerle bizim sapmamıza
sebeb olacak her türlü unsurdan uzak durmamız öğütlenmektedir.
[004.117-121]
Onlar Allah'ı bırakıp dişilere taparlar ve: «Elbette senin kullarından
belli bir takımı alıp onları saptıracağım, onlara kuruntu kurduracağım,
develerin kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah'ın yarattığını
değiştirmelerini emredeceğim» diyen, Allah'ın lanet ettiği azgın şeytana
taparlar. Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinen şüphesiz açıktan açığa
kayba uğramıştır. (Şeytan) Onlara vaidler ediyor, onları en olmadık
kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey
va’detmez. Onların barınma yerleri cehennemdir, ondan kaçacak bir yer de
bulamayacaklardır.
[015.039-40]
«Rabbim! Beni saptırdığın için, and olsun ki yeryüzünde fenalıkları
onlara güzel göstereceğim; halis kıldığın kulların bir yana, onların
hepsini saptıracağım» dedi.
[017.062-65]
«Benden üstün kıldığını görüyor musun? Kıyamet gününe kadar beni
ertelersen, and olsun ki, azı bir yana, onun soyunu kendi buyruğum
altına alacağım» demişti. Demişti ki: «Git, onlardan kim sana uyarsa,
şüphesiz sizin cezanız cehennemdir; eksiksiz bir ceza.» «Sesinle,
gücünün yettiğini yerinden oynat, onlara karşı yaya ve atlılarınla
haykırarak yürü, mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara vaadlerde
bulun ama şeytan sadece onları aldatmak için vaadeder. Doğrusu Benim
mümin kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin olamaz. Rabbin vekil
olarak yeter.»
[020.120-122]
Ama şeytan ona vesvese verip: «Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve
çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?» dedi. Nihayet ondan
yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini
cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. (Bu suretle) Âdem Rabbine âsi
olup yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tevbesini kabul etti
ve doğru yola yöneltti.
[038.82-85]
(İblis): «Öyle ise yüceliğine yemin ederim ki, ben onların hepsini
mutlaka aldatıp saptırırım. «Ancak onlardan, muhlis olan kulların
hariç.» Allah buyurdu: «İşte bu doğru! Ben de şu hakikati söyleyeyim ki
cehennemi, gerek senin cinsinden, gerek insanlardan sana uyanlarla
dolduracağım.»
Şeytan
kavramının, İblis ismi üzerinden müşahhaslaştırılarak bizlere
anlatılması, bu ismin anlamı üzerinde durmayı gerektirdiğini
düşünmekteyiz. Bu kelime; "aşırı ümitsizlikten kaynaklanan hüzün, keder, tasa" anlamındadır. Bu kelimenin türevleri Kur’an’da şu şekilde geçmektedir.
[030.012] Kıyamet koptuğu gün suçlular umutsuz kalıverirler (yublisu).
[006.044]
Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını
açtık; kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da
umutsuz kalıverdiler (müblisune).
[023.077] Sonunda onlara şiddetli bir azap kapısı açtığımız zaman ümitsiz kalıverdiler (müblisune).
[043.075] Azaba hiç ara verilmez, onlar orada tamamen umutsuzdurlar (müblisune).
[030.049] Oysa onlar, daha önce, üzerlerine yağmur yağdırılmasından iyice ümitlerini kesmişlerdi (müblisine).
Burada şöyle bir soru akla gelecektir; "Allah(c.c)
adını «ümitsiz kalmış» olarak verdiği bir varlığı neden yaratmıştır? O
varlık O’na «Ey Rabbim, beni neden ümitsiz bir varlık olarak
yarattın?» diye sorsa ne cevap verirdi?"
Bu
soruların sorulmasını gerektirebilecek durum, İblis adının ontolojik
bir mahiyeti olduğundan yola çıkılarak sorulmuş sorulardır. Allah(c.c),
Cennet veya Cehennem ile cezalandıracağı bir kulunu önceden Cehennemi
garantilemiş olarak yaratmaz. Ona iki yol göstererek hangisine gideceği
konusunda iradesine baskı yapmaz, sadece hangisine giderse o gittiği
yolun neticesini ona haber verip tercihi kuluna bırakır.
İblis
adı ile Adem'in karşısında olan şey ontolojik varlığı olan birisi
olmayan, Şeytan amellerini işleyip, tevbe etmediği takdirde Ahiretteki
sonunun "ümitsiz kalan" yani Cehennem’i hak eden her kişinin adıdır.
Kelimenin geçtiği ayetlere dikkat edecek olursak; Cehennem’i hak edenler
için kullanılmış olması, o hak edenlerin yapmış olduğu ameller ile Adem
kıssası içinde geçen İblis isminin yaptığı ameller ortak olup hak
ettikleri yerin neresi olacağı haber verilmektedir.
Şeytan
kavramı; Kur’an’ın odak kavramlarından birisi olup, kulun yaratıcısına
karşı olan kulluğunu engelleyen her şeye verilebilecek bir isimdir.
İBRAHİM 22 ayeti bu iğvaları yapanların ve kapılanların hallerini tasvir
eden bir çok ayetten biridir.
[014.022]
İş bitince şeytan onlara şöyle diyecek: «Şüphesiz ki Allah size gerçek
olanı vaad etti, ben de size vaad ettim, ama sonra caydım! Zaten benim
size karşı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi (küfür ve isyana) çağırdım,
siz de geldiniz. O halde beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ne ben
sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Ben, önceden
beni Allah'a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim.» Doğrusu zalimler için
acı bir azab vardır!.
ENFAL 48 ayeti; onun insanı kandırma yolunu Bedir harbi örneğinde vererek bizlere anlatmaktadır.
[008.048]
Şeytan onlara işlediklerini güzel gösterdi ve «Bugün insanlardan sizi
yenecek kimse yoktur; doğrusu ben de size yardımcıyım» dedi. İki ordu
karşılaşınca da, geri dönüp, «Benim sizinle ilgim yok; doğrusu sizin
görmediğinizi ben görüyorum ve şüphesiz Allah'tan korkuyorum, Allah'ın
azabı şiddetlidir» dedi.
Adem
ve İblis kıssasındaki yukarda verilen ayetlere tekrar göz atacak
olursak; Şeytan’ın insanlara vaadler vererek aldatacağını söylediği
görülür. Bedir harbindeki Müşrik tarafa böyle bir vaadde bulunarak
onları Müslümanların üzerine kışkırtmış, fakat Şeytanın kışkırttığı bu
ordu darmadağın olmuştu. Bunu yaparken Müşrik ordusunun karşısına etten
kemikten oluşan canlı biri olarak çıkmamış, onlara vesvese yolu ile Adem
ile eşine yaptığını tekrarlamıştır. Geri dönüp söylediklerinin bizlere
yönelik mesajının şu şekilde okunması gerektiğini düşünmekteyiz; "Ey
insanlar, size vaadler vererek yaptığınızı güzel gösteren Şeytan, bu
amacına ulaştıktan sonra sizi aldatmış olduğunu kendisi itiraf
etmektedir. Siz aklınızı kullanın, kendinizi Şeytan’a kullandırarak
yarın kıyamet günü cehennem ile cezalandırılmayın".
Sonuç olarak; Kur’an’ın bir çok
ayetinde bize düşman olduğu beyan edilen Şeytan'ın bizi nasıl bir yolla
kandırabileceği, Adem ve İblis kıssası olarak görselleştirilmiştir.
Şeytan, İblis ismi üzerinden müşahhaslaştırılarak muhatapların zihninde
kalıcılık sağlaması ve daha uzun yer etmesi amacı sağlanmaya
çalışılmıştır. Adem ve İblis kıssası olarak Kur’an'ın yedi ayrı
Suresi’nde anlatılan bu kıssadaki baş rol kahramanları, kıyamete kadar
gelecek olan insanların başlarından geçecek olan bir kıssa olup, bu
kıssada bir kısım insan Adem rolünde, bir kısım insan Şeytan rolünde
olacaktır.
Adem
rolündekiler hayatlarının herhangi bir anında Şeytan’a uyup hata
yapabilirler. Eğer hatasını anlayıp tevbe edip dönerlerse Adem olarak
kalırlar, hata edip hatada İblis gibi ısrar ederlerse onlar da
kendilerini ayartan Şeytan’ın ordusunun bir neferi olarak hep birlikte
Cehennemi boylarlar.
Bu
kıssada şahısların kimliklerinden çok, kimlikler üzerinden verilmek
istenen mesajın okunmaya çalışılması gerektiğini, özellikle İblis adı
ile anlatılanın kim olduğundan çok, insan üzerindeki düşmanlık
planlarının okunması ve bu tür düşmanlıkları yapanların ortak adının
"Şeytan" olduğu, bu Şeytanların ve onların yardakçılarının kıyamet günü
"Müblisin"den yani ümidi kesenlerden olacağının bizlere
anlatılmış olduğu bilinmelidir. Bize düşen vazife; Şeytan’ı sadece
Kur'an içinde anlatılan Adem ve İblis kıssası içinde değil, hayatımıza
yön vermek isteyen Müstekbirler’de arayarak, onların düşmanlıklarına
karşı gerekli hazırlıkları yapmaktır.
27 Eylül 2014 Cumartesi
KASAS 57 Ayeti ve Dünya Hayatını Ahiret'e Tercih Etmek
Allah(c.c) sadece kendisine kul olmak için yarattığı insanı geçici bir süre için dünya
adını verdiği yer üzerinde imtihana tabi tutarak, ölümsüzlük diyarı
olan Ahiret'teki yerini hazırlama imkanı vermiştir. İmtihan dediğimiz
olay; adından da anlaşılacağı üzere kolay bir şey olmayıp hayat içinde
zorlu bir süreç anlamına gelmektedir.
Bu
zorlu süreç, kişinin dünya hayatında kendisine verilen geçici meta ile
imtihan edilmesini kapsamakta olup, soruları en zor imtihan sayılabilir.
[003.014]
Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve
develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel
gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek
yerin güzeli Allah katındadır.
Bu ve
benzeri bir çok ayet; dünya hayatının geçici olduğunu, esas kalıcı
hayatın Ahiret hayatı olduğunu, geçici olanın tercih edilmeyerek kalıcı
olanın tercih edilmesi ve dünya hayatında yapılan amellerin Ahiret
endeksli olması gerektiğini bizlere haber vermektedir.
Allah(cc) kendisine kul olması için yarattığı insanın, başka ilahlara kul olmaya yöneldiği zamanlarda, onlara elçiler
göndererek tek İlah olarak kendisinin tanınmasını istemiştir. Elçilerin
bunu tebliğ etmelerinin akabinde, kabul edenler ve etmeyenler olarak
iki gruba ayrılmaları yine Kur'an kıssalarından öğrenilmektedir.
Allah(cc)'ın ilahlığını kabul etmeyenlerın, sahte ilahlarının ortadan kalkmaması için var güçleri ile mü'minlere
saldırarak, onları sindirmek amaçlı her türlü baskıyı yaptıkları da
yine kıssalar vasıtası ile bizlere anlatılmaktadır. Bu durum tâ
Muhammed(as)'in elçi olarak gönderilmesine kadar devam ederek, aynı
şekil baskı ve zulüm Mekkeliler tarafından da icra edilmeye devam
edilmiştir.
İnanmayanların, inananlara karşı her türlü ekonomik ve sosyal baskıyı uygulayarak onları yalnız bırakma yolunu seçmiş olmaları "Mekke boykotu" veya "hüzün yılları" başlıkları altında siyer kitaplarında yerini almıştır.
Hicret adı verilen olgunun, "bir kimsenin herhangi bir ihtiyacını temin etmek için bulunduğu konumu değiştirmesi" anlamı üzerinden hareket edecek olursak; tarih boyunca elçiler ve onlarla birlikte olanlar inandıkları dini yaşayabilmek için müşrik kavimlerini terkederek o beldeden hicret etmişlerdir.
Hicret
olgusu; Muhammed(as) ve ona iman edenler içinde geçerli olup, bunu
Mekke'den Medine'ye giderek yaşamışlardır. Bu şekil bir terketme; mal,
mülk, evlat ve eşten ayrılmak anlamına geldiği için ve "mü'min oldum" demenin bu terki gerektirecek potansiyele sahip olan bir şehirde mutlaka gerçekleşeceği bilinmekteydi.
Mekke'de
inen ayetlerde; belli bir safhadan sonra artık o şehri terketmenin
zamanının gelmeye başladığına dair beyanlar bulunmaktadır. Medine'de
inen ayetlerde ise hicretin artık bir mecburiyet haline gelmesi,
mümin olduğunu beyan edenlerin hicret etmedikleri takdirde mes'ul duruma
düşecekleri beyanı vardır.
[029.056] Ey iman etmekte olan kullarım, hiç şüphesiz benim arzım geniştir; artık yalnızca bana ibadet edin.
[039.010]
De ki: Ey iman eden kullarım, Rabbınızdan korkun. Bu dünyada iyilik
yapanlara, iyilik vardır. Ve Allah'ın arzı geniştir. Yalnız sabredenlere
ecirleri, hesapsız ödenecektir.
[004.097-100]
Kendilerine yazık edenlerin melekler canlarını aldıkları zaman onlara:
«Ne yaptınız bakalım?» deyince, «Biz yeryüzünde zavallı kimselerdik»
diyecekler, melekler de: «Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret
etseydiniz ya!» cevabını verecekler. Onların varacakları yer
cehennemdir. Orası ne kötü dönülecek yerdir! Çaresiz kalan, yol
bulamayan zavallı erkek, kadın ve çocuklar müstesnadırlar.İşte Allah'ın
bunları affetmesi umulur. Allah Affedendir, Bağışlayan'dır.Allah yolunda
hicret eden kişi, yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur.
Evinden, Allah'a ve Peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm
gelirse, onun ecrini vermek Allah'a düşer. Allah bağışlar ve merhamet
eder.
AL-İ İMRAN 14 ayetinde beyan edildiği
üzere; geçici hayatın metaını terketmek, Mekke'deki bazı insanlara zor
geliyordu. Bu insanlar vahye direk olarak karşı çıkmak yerine, iman
ettikleri takdirde başlarına gelecek olan sıkıntıları bahene ederek iman
etmiyorlardı. KASAS 57 ayeti onların bu durumunu anlatmaktadır.
[028.057]
Dediler ki: Seninle beraber hidayete uyacak olursak, yerimizden oluruz.
Halbuki onları katımızdan bir rızık olarak her şeyin mahsulünün
toplandığı emin bir haremde yerleştirmedik mi? Ama onların çoğu
bilmezler.
Bir sonraki ayet; bu sözü söyleyenlere karşı müthiş bir tehdit olup, kimsenin servetinin kalıcı olmadı hatırlatılmaktadır.
[028.058]
Nimet ve refaha karşı nankörlük eden nice şehri yok etmişizdir. İşte
yerleri! Kendilerinden sonra pek az kimseler oturabilmiştir. Oralara Biz
varis olmuşuzdur.
TEVBE 24 ayeti;
ültimatom niteliğinde bir ayet olup dünya malı ile Ahiret arasında kesin
bir tercih yapılması gerektiğini haber vermektedir.
[009.024]
De ki «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız,
elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza
giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan
daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık
kimseleri doğru yola eriştirmez.»
Kur'an ayetleri sadece indiği zaman ve mekana has olmadığına göre, "bugün için bu ayetler bizlere nasıl bir mesaj vermektedir?" sorusu gündeme gelecektir.
İnsan
fıtratı, mala ve servete karşı meyyal olma niteliğinde yaratıldığı
için; dün, bugün ve yarın aynı şekilde mala karşı zaafı her zaman
olacaktır. İmtihan dediğimiz olgu aynı şekilde devam ederek, sadece
Allah(cc)'a kul olma noktasında denemeye tutulmak kıyamete değin
sürecektir. Allah(cc)'ın dinine karşı olanlar da aynı şekilde dün, bügün
ve yarın inananlara karşı baskı ve zulümde bulunarak onları yerlerinden
etmeye devam edeceklerdir.
İman iddiasında
bulunan bizler bu tür baskılar karşısında Muhammed(as) ve ona
inananların yaptığı gibi; yerimizi, yurdumuzu, servetimizi, evladımızı,
kısaca herşeyimizi feda etmek zorunda kalabiliriz. Denenmenin bir çeşidi
olan bu hicret etme zorunluluğu karşısında eğer KASAS 57 ayetindeki
gibi bir bahanemiz olacak olursa, TEVBE 24 ayeti suratımıza tokat gibi
yapışacaktır.
Dün sokaklarda, dergilerde, gazetelerde "kahrolsun kafir sistem"
türünden sloganlar ile tevhidî bir mücadele peşinde koşan bir kısım
kardeşlerimiz, bugün mevcut iktidarın kendilerine sağladığı bazı
avantajları kullanarak, terketmesi çok zor olacak mal ve servete sahip
oldukları görülmekte olup, servetlerine servet eklemekten başka bir
cihad(!) yapmamaktalar ve eskiden yapmış oldukları mücadeleleri anılarda
kalmış ve torunlarına bile anlamaktan çekindikleri şeyler olmuştur. Bu
satırları yazan kişi kendisi bu tür bir servete kavuşamadığı için
eskileri eleştirmemekte; eğer o da böyle bir mal edinmeye başkoysaydı
mutlaka hatırı sayılır bir mal sahibi olurdu.
Sonuç olarak; iman etmek
demenin sadece dilde olmadığı, bu iddianın ispat isteyeceği ve bu
ispatın, en zor olan mal ve can ile verilebileceği müteaddit Kur'an
ayetlerinde bizlere beyan edilmiştir. Sadece mal ve servete zarar
geleceği kaygısı ile Allah(cc)'ın bizler üzerindeki bir takım
emirlerinin göz ardı edilerek, tatlı su müslümanlığının bizlere
Ahiret hayatında hayırlı sonuçlar sağlamayacağı bilinmelidir.
Müslümanlar olarak geçici dünya hayatına olan sevgimiz, bizleri hiç bir
zaman Ahiret hayatını terk ettirmemelidir. Böyle bir terk edişin hesabı
yine bir çok Kur'an ayetinde bizlere haber verilmiştir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)