etmek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
etmek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mayıs 2017 Cumartesi

Tevbe s. 41. Ayetindeki Hifafen ve Sikalen Kelimelerinin Anlamını Bağlamından Tesbit Etmek

Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de bir kelimenin birden fazla anlama, birden fazla kelimenin ise tek anlama gelmesi söz konusudur. Tefsir de bu duruma Vücuh ve Nezair  adı verilmekte, ve bu türden örnekler Kur'an içinde bulunmaktadır. Birden fazla anlama sahip olan bir kelimenin hangi anlamda kullanılmış olabileceği ise, ayetin sahip olduğu bağlama dikkat edilerek anlaşılabilir. 

Tevbe s. 41. ayetine baktığımızda, bu ayet içinde geçen Hifafen ve Sikalen kelimelerinin birbirinden farklı anlamlarda çevrildiği görülecektir. Yapılan bu çevirilerden hangisinin daha doğru olabileceği ise, ayetin sahip olduğu bağlam dikkate alınarak tespit edilebilir.

İnfirû hıfâfen ve sikâlen ve câhidû bi emvâlikum ve enfusikum fî sebîlillâh(sebîlillâhi), zâlikum hayrun lekum in kuntum ta´lemûn(ta´lemûne).

Bu ayetin çevirilerine baktığımızda şu şekilde çevrildiğini görmekteyiz;

[009.041] [DI] İsteyen, istemeyen, hepiniz savaşa çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihat edin. Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır.

[009.041] [FK] Kolayınıza da gelse zorunuza da gitse mutlaka sefere çıkınız, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.

[009.041] [DV] (Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.

[009.041] [E0] Sizler gerek sebükbar ve gerek ağırlıklı olarak seferber olunuz ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihâd ediniz, eğer bilir takımdan iseniz bu sizin için hayırdır.

Bu ayetin böyle farklı çevirilere sahip olmasına sebep olan kelime, ayet içindeki Hifafen ve Sikalen kelimeleridir. Bu kelimelerin çevirilerinin hangisinin daha isabetli olabileceğini ise, Tevde s. 38. ayetinden itibaren okumaya başladığımızda anlamak mümkündür. 


Yâ eyyuhellezîne âmenû mâ lekum izâ kîle lekumunfirû fî sebîlillâhissâkaltum ilel ard(ardi), e radîtum bil hayâtid dunyâ minel âhireh(âhireti), fe mâ metâul hayâtid dunyâ fîl âhireti illâ kalîl(kalîlun).

[009.038] Ey iman edenler! Size ne oldu ki, «Allah yolunda savaşa çıkın!» denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır.

Sekale; Ağırlık anlamında kullanılan bir kelimedir. Kişinin bir işi yapmaktaki isteksizliği de bu kelime ile ifade edilmektedir. Bu kelimenin karşıtı ise Hiffetün olup, bir işi yapmaktaki isteklilik te bu kelime ile ifade edilmektedir.

Tevbe s. 41. ayetinde geçen Sikalen  kelimesinden türeyen bir başka kelime, 38. ayet içinde de geçmektedir. 38. ayet içinde bu kelime, bir işi yapmaktaki isteksizlik yani savaşa gitmekten hoşlanmamak, dünya hayatına meyletmek anlamında kullanmaktadır. 41. ayet içinde geçen kelimenin anlamı, bu ayet içindeki anlam ile yakından alakalıdır.

[009.039] Eğer savaşa çıkmazsanız Allah sizi acıklı bir azaba uğratarak yerinize başka bir toplum getirir. Siz Allah'a hiç bir zarar dokunduramazsınız. Çünkü Allah'ın gücü her şeyi yapmaya yeter.
[009.040]  Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikinicisydi. Hani onlar mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

Ayetleri bağlamı dikkate alarak okuduğumuzda, 41. ayet içinde geçen iki kelimeye anlam isabetli bir verilmesi için, 38. ayette geçen anlamın dikkate alınması gerekmektedir. 38. ayet içinde bu kelimenin, bir işi yapmakta isteksiz olmak anlamında kullanılması, ikinci kelimenin de onun karşıt anlamlısı olduğu dikkate alınarak, bir işi yapmakta istekli olmak anlamında kullanılmasını gerektirdiğini söyleyebiliriz.

Buna göre Tevbe s. 41. ayetinde geçen Hifafen, bir işi yapmakta istekli olmayı, Sikalen ise bir işi yapmakta istekli olmamayı ifade etmek olarak çevrilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.

[009.041] [DI] İsteyen, istemeyen, hepiniz savaşa çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihat edin. Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır.

[009.041] [FK] Kolayınıza da gelse zorunuza da gitse mutlaka sefere çıkınız, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.

Yukarıda verdiğimiz ayet çevirilerinin bağlam gözetilerek, isteklilik ve isteksizliği ifade eden bir anlam verilerek çevrildiğini, dolayısı ile bu anlamı dikkate alan çevirilerin daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

24 Şubat 2015 Salı

Recm Cezasını Red Etmek Değil, Kabul Etmek Küfürdür

Müslümanların , kendi aralarında olan farklı düşüncelerin hangisinin doğru olduğu kararını, Kur'anın değil rivayetlerin belirleyiciliği ışığında yapmak gibi bir usullerinin var olduğu herkesin malumudur. Farklı düşüncede olan insanların birbirlerini tekfir etmelerine kadar varan sonuçlara sebeb olan , belirleyici bir Kitap üzerinden yapılmayan bu tartışmalara verebileceğimiz bir örnek konu , "Recm" cezası konusudur. 

Bu cezanın var olduğunu kabul edenler , bu cezanın olmadığını iddia edenleri "Kafir - Hadis ve Sünnet inkarcısı" gibi suçlamalarla tekfir etmektedirler. Bu yazımızda illaki birilerini tekfir etmek gerekiyorsa, bu cezayı red edenlerin değil , kabul edenlerin tekfir edilmesi gerektiğini iddia ederek, bu iddiamızın Kur'an temelli olarak delillendirmeye çalışacağız.

 Klasik İslam hukukunda , evli Kadın veya Erkeğin zina yapması halinde ona uygulanacak olan
ceza, onların  taşlanarak öldürülmesi yani "Recm" edilmesi olarak belirlenmiştir. Bu belirlenme, Kur'anın bu konudaki emri göz ardı edilerek yapılmış ve bu cezanın yerleşmesi için akıllara zarar düşünceler ortaya atılarak , Ehli Sünnet akaidi nin amentüsü haline getirilmiştir, bu düşünceler kısaca şöyledir. 

Evli Kadın veya Erkek zina ettikleri zaman ,onların recm edilerek öldürülmeleri gerektiğine dair  bir Ayetin aslında indiği , ancak bu Ayetin Muhammed (a.s) ın vefatı sırasında Aişe validemizin odasına giren bir keçi tarafından yenildiği !!! , ve bu yenilen Ayetin Mushafa alınmamış olması onun hükmünün geçerli olmaMAsı gerektiği düşüncesini geliştirmiş ve ayrı bir garibet olan "Nasih Mensuh" teorisi altında , "Hükmü baki metni mensuh" şeklinde alt kategori ihdas edilerek İslam düşüncesine sokulmuştur. 

Bu iftiranın güçlendirilmesi için gerekli uydurma rivayetler , Vahiy olduğu iddia edilen Hadis Kitaplarına sokularak red edilmesi güç bir duruma büründürülmüştür. Bu konu "Mahalle Baskısı" diyebileceğimiz bir hale getirilmiş karşı çıkan birisi ne " Sen Buhari veya Müslim Hadisini mi red ediyorsun?" şeklinde bir itiraz getirilerek , bu kitaplarda yazanların kesin doğru hükümler olduğu zannı oturtulmuştur.

"Mütevatir Sünnet Kur'an Ayetini nesh eder" şeklinde ayrı bir düşünce geliştirilerek ,Kur'anın belirleyici olmaması sağlanmış , belirleyicilik rivayetlere verilmiş ve recm rivayetleri, Kur'anın önüne geçerek Dinin olmazsa olmaz düşünceleri arasına girmiştir. Yazımızda Kur'anın , zina eden evli Kadın ve Erkeğin cezasını belirlediği iddiasını delillendirmeye , Allaha ve Elçisine nasıl bir iftira atılarak nasıl KÜFRE düşüldüğünü ortaya koymaya çalışacağız.

Ez zâniyetu vez zânî feclidû kulle vâhıdin min humâ miete celdetin ve lâ te’huzkum bi himâ ra’fetun fî dînillâhi in kuntum tu’minûne billâhi vel yevmil âhır(âhırı), vel yeşhed AZABEHUMA tâifetun minel mu’minîn(mu’minîne).

[024.002]  Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dini hususunda bir acıma tutmasın. Mü'minlerden bir grup da bunların AZABINA şahid olsun.

Nur s. 2. Ayeti, zina eden Erkek ve Kadının her birine 100 değnek cezası vurulmasını emretmektedir. Geleneksel İslam düşüncesinde , bu cezanın bekarlar için olduğu , evliler için Kur'an herhangi bir ceza belirlemediği , evlilere uygulanacak olan cezanın Sünnetle sabit olduğu ve bu cezanın "Recm" olduğu iddiası herkesin malumudur. 

Bu iddianın ne kadar yanlış olduğu , yanlış olduğu kadar Allaha ve Elçisine İFTİRA olduğunu aynı surenin 6-9. Ayetler arasında beyan edilen, şahidi olmayan zina iddiası ile ilgili hükümler içinde  açık ve net bir biçimde görmekteyiz.

Okuyucularımızın , Nur s. 2. Ayetinde büyük harfle vurguladığımız "AZAB" kelimesini hatırında iyice tutmasının gerektiğinin altını çizmek istiyoruz. Bu kelime, konumuzun anahtar kelimesi olup , zina eden Kadın ve Erkeğe vurulan 100 değnek cezasını "AZAB" olarak ifade etmektedir.

Vellezîne yermûne ezvâcehum ve lem yekun lehum şuhedâu illâ enfusuhum fe şehâdetu ehadihim erbeû şehâdâtin billâhi innehû le mines sâdıkîn(sâdıkîne).
 [024.006] Eşlerine zina isnad edip de kendilerinden başka şahidleri olmayanların şahidliği; kendisinin doğru sözlülerden olduğuna dair Allah'ı dört defa şahid tutmasıdır.

Vel hâmisetu enne la’netallâhi aleyhi in kâne minel kâzibîn(kâzibîne).
[024.007] Beşinci defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir.

Ve yedraû anhel AZABE en teşhede erbea şehâdâtin billâhi innehu le minel kâzibîn(kâzibîne).
[024.008]  Kocasının yalancılardan olduğuna dair dört defa Allah'ı şahid tutması kadından AZABI savar.

Vel hâmisete enne gadaballâhi aleyhâ in kâne mines sâdikîn(sâdikîne).
[024.009]  Beşincisinde ise, eğer o (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını ister.

Yukarıda verdiğimiz Ayetlerde , Karısının zina ettiğini iddia eden fakat bu iddiasını şahitlendirecek 4 kişi bulamayan Erkeğin nasıl bir yol izleyeceği , kendisine zina yaptığı iddia edilen Kadının zina yapmadığını iddia etmesi halinde, onun nasıl bir yol izleyeceği yani "Lanetleşme" nin nasıl olacağı anlatılmaktadır.

Bu Ayetler içinde, evli Kadının zina cezasını bulmaktayız şöyle ki ; Kocasının , kendisinin zina yaptığı iddiası ile şikayet edilen Kadının , bu fiili işlemediğini yemin ile ifade etmiş olması , 8. Ayet te beyan edildiği üzere AZABI ondan savmaktadır . Kadın eğer zina fiilini izlediğini kabul etmiş olsaydı bu sefer AZAB, o Kadın dan savılmayacak ve uygulanacaktı. 

Şimdi biraz düşünelim , bu AZAB nasıl bir AZAB tır ?. 

Bunun cevabı daha önce işaret ettiğimiz üzere Nur s. 2. Ayetinde dir. Nur s. 2. Ayetin de zina eden Kadın ve Erkeğin herbirine vurulan 100 değnek cezası "AZAB" olarak ifade edilmektedir. Kocası tarafından zina fiilini işlediği iddiası şikayet edilen Kadının bu fiili işlemediğini yemin ile ifade etmesi ondan savılacak olan AZABIN  100 değnek olmasından hareketle , şayet Kadın bu fiili işlediğini kabul etseydi ona uygulanacak olan ceza 100 değnek olması gerekmez mi ?.

ŞİMDİ SORUYORUZ ; HANİ KUR'ANDA EVLİLERİN CEZASI YOKTU ? . HANİ EVLİLERİN CEZASINI SÜNNET BELİRLİYORDU ?. BU AYETLER ZİNA EDEN EVLİ KADINA UYGULANACAK OLAN HAD CEZASININ 100 DEĞNEK OLDUĞUNU İFADE ETMİYOR MU ?.

Bu olayın tersini düşünerek , Karısı tarafından zina ettiği gerekçesi ile şikayet edilen , fakat şahitlendirilmeyen durumlarda , Kadının Kocası da zina iddiasını red ederse 100 değnek cezasından kurtulmakta , şayet kabul ederse ona da 100 değnek cezası uygulanacaktır.

Bu açık ve net Ayetlere rağmen hala bu cezayı Muhammed (a.s) ın Sünneti olarak uygulanması gerekir şeklinde bir iddia da bulunanlara sözümüz şu dur; Bir çok Ayette kendisinin sadece kendisine vahy edilen uymakla görevli olduğunu , vahye aykırı bir hareketinde onun cezalandırılacağını beyan eden Ayetlerin tersine böyle bir icraatta bulunduğunu iddia etmek Allaha ve Elçisine İFTİRA atmak değil de nedir ?.

Ayrıca Nisa s. 25. Ayetinde "Meleket Eymanukum" olarak ifade edilen ve bildiğimiz anlamı ile "Cariye" statüsünde olan Kadınların, evlendikten sonra zina ettikleri takdirde onlara verilecek olan  cezanın, "Muhsanat" statüsünde olan kadınlara uygulanacak olan cezanın yarısı olduğu beyan edilmektedir.

Şimdi soruyoruz ; Eğer evli Kadının cezası recm edilerek öldürülme olsaydı , Cariyenin cezası olan yarı uygulamanın şekli nasıl olacaktı ?. Buradan da recm edilerek öldürülme şeklinde bir cezanın asla olmadığı çıkmaktadır. 

Bu konuda yapılan yanlış bir iddiayı da burada dile getirmekte fayda görmekteyiz. Recm cezasının Kur'an da olmadığı , ancak bu cezanın Tevrat ta olduğu , Muhammed (a.s) ın uyguladığı rivayet bu cezayı Tevrat ın bir hükmü olarak uyguladığı düşüncesi mevcuttur. Bu düşüncenin doğru bir düşünce olmadığını , Nisa s. 26. Ayetinde , "Allah size açıklamak ve sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek ister. Allah Bilen'dir, Hakim'dir." şeklinde buyurulması, önceki Ayetler olan 22-23-24-25 . Ayetlerdeki hükümlerin öncekiler içinde geçerli olduğu vurugulanmaktadır.

Nisa s. 25. Ayeti içinde ki  cümle de  , "Eğer evli iken zina islerler ise kendilerine özgür kadınlara verilecek cezanın yarısını uygulayınız." buyurulmuş olması bu cezanın öncekiler için "Recm" olması düşüncesinin yanlış olduğunu göstermektedir.

"Recm" cezası, bazı kafalarda öyle kemikleşmiş bir cezadır ki karşı cevap olarak hemen " Sen filanca alimden daha mı iyi biliyorsun şimdiye kadar bunu kimse red etmedi de sen mi ediyorsun?" şeklinde gayet ilmi!!! cevapların gelebileceğini bilmekteyiz. Bu cevaplara karnımızın tok olduğunu belirtmek isteriz.

"İbni Kuteybe" adı ile bildiğimiz hadis alimi bundan yaklaşık 1200 sene önce yaşamış birisi olup onun türkçeye ,"Hadis Müdafaası" adı ile çevrilmiş bir eseri vardır. Bu eser içinde dikkati çeken "Recm cezasını red edenler" başlıklı bir bölüm vardır ki, bu bölüm altında bu cezayı red edenlere karşı çıkarak "Muhsanat" kelimesini evirip çevirerek recm cezasını savunmaktadır. 

İbni Kuteybe nin bu müdafaası, bize şunu göstermektedir ; Recm cezasının yanlış olduğu düşüncesi, daha dün ortaya atılan bir düşünce olmayıp bundan 1200 yıl önce yaşayan birinin Kitabına konu başlığı oluyorsa, demek ki 1200 yıl önce bile recm cezasının yanlış olduğunu savunan alimler bulunmaktaymış , Allah (c.c) onlara rahmet etsin ve onlara selam olsun.

Sonuç olarak ; Recm cezası örneği ,Kur'anın Din de belirleyici bir Kitap olmaktan çıkarılmasına çok acı bir örnek olarak önümüzde durmaktadır. Bu cezanın var olduğunu savunanlar , bu cezanın yanlış olduğunu savunanlara KAFİR damgası vurarak tekfir etmekte ve onları suçlamaktadırlar. Kur'an bizim için Dinde ortak bir belirleyici Kitap ise esas KAFİR , bu cezayı Muhammed (a.s) ın uyguladığı , Bu ceza ile ilgili Ayetin olduğunu fakat keçinin yediği , Sünnetin Kur'anı nesh edebileceği iddiası ile recm cezasının Kur'anda olmasa dahi Sünnet ile sabit olduğu gibi iftiraları atanların ta kendileridir. 

KAFİR  damgasını vurmayı gerektirecek bir tayfa var ise bu tür iddiaları red edenler değil , bu iddiaları kabul ederek Dinin bir kuralı haline getirenlerdir. Bu cezayı kabul edenlerin koca koca alimler olmuş olması bizim onları kabul etmemiz gerektiği gibi bir mecburiyet içinde asla bırakmaz. Kur'anın "Atalar Dini" olarak red ettiği yolun takipçilerinin bu günkü devam ettiricleri olan KUR'AN İNKARCILARI , başkalarını Hadis İnkarcılığı ile suçlayıp, Allah (c.c) ye Muhammed (a.s) a attıkları bu iftiraların hesabını verecektir. Bu konuda savunma durumunda kalarak onların hakaretleri altında ezilmekten çok , bizim onları işledikleri cürümün ağırlığını anlatarak , illaki kafir aranacaksa , kafirliği başkalarında değel önce kendilerinde aramaları gerektiğini hatırlatmaktır. 

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


21 Ocak 2015 Çarşamba

Kabir Azabını Kabul etmemek Değil Kabul Etmek Sapıklıktır.

Müslümanlar arasında bir çok konuda görüş ayrılıkları olduğu bilinen bir gerçektir. Birbirleri ile görüş ayrılığına düşen iki Müslümanın bir diğerine "Sapık" damgası vurduğu da bilinen bir gerçektir. Kur'anın bazı inasanlara bu damgayı vurduğunu bir çok Ayet içinde görmekle birlikte bu damgayı hak edenlerin, Ayetlerin beyanının aksine hareket etmeleri sonucu buna  hak kazandıklarını bilmekteyiz. 

Ancak Müslümanların birbirine bu damgayı vurmaları ,ellerindeki "Hüden" ( Yol gösterici) ,"Münir"(Aydınlatıcı) Kur'an ile değil ,bu vasıfları yükledikleri başka kitapların yol göstericiliği ile olmaktadır. Kur'an dışı her hangi bir bilgi kaynağını Hüden ve Münir olarak gören bir kısım Müslümanlar bu kitaplardaki düşüncelerin aksini iddia edenleri "Sapık" , "Kafir" , "Hadis ve Sünnet inkarcısı" gibi yaftalarla itham etmektedir. 

Kur'anın her konuda belirleyici bir Kitap olduğu için, bize gelen bilgileri bu Kitabın verileri ile ölçer tartar ona göre kabul veya red ederiz , olması gereken bu dur. Eğer birisine "Kafir" demek gerekirse bu Kitabın aksine bir iddiada bulunduğu için deriz , başka kitaplara aykırı söz söylediği için birisine böyle iddia da bulunmak silahın geri dönmesi misali sahibine döner. 

"Tekfirnikof" marka tüfeği alarak önüne gelen ateş açan bir kısım insanlar bu tüfeğin namlusunun onlara yönelik  , tekfir edilmeleri asıl gereken kendileri olduğunu bilmelidirler. Onların tekfir ettikleri insanların düşünceleri Kur'anın doğruları olup , kendi yanlışlarını doğru , doğruları yanlış gördükleri için önüne geleni tekfir etmeyi maharet sayan kesim aslında kendilerinin buna daha layık olduklarını aşağıda ele almaya çalışacağımız "Kabir azabı" konusu üzerinden göreceklerdir.

"Kabir azabı" konusu , Kur'anın bu konuda herhangi bir beyanı olmamasına rağmen bir takım rivayetler aracılığı ile inanç konuları arasına sokularak, bir nevi imanın şartı haline getirilmiştir. "Kabir azabı yoktur" şeklinde bir iddia da bulunan, sanki Kur'ana ters bir iddiada bulunmuş gibi muamale görerek , "Kafir , Sapık , Hadis inkarcısı v.s" gibi sözlerle itham edilmektedir. 

Yazımızda , Kabir azabı konusunun tarihi temellerini ortaya koyarak bu düşüncenin nereden geldiği ve bu düşüncenin nasıl Kur'ana aykırı bir düşünce olduğu , SAPIK vey KAFİR damgası vurulması şart ise RED EDENLERİN değil, KABUL EDENLERİN  bu damgayı yemesi gerektiği üzerinde olacaktır.

Kabir azabı düşüncesinde en önemli konu , azab görenin beden değil RUH olduğudur , fakat Kur'an insanı böyle bir ayrıma yani BEDEN-RUH ayrımına tabi tutmaz. Kur'an, ölen insanın bedeninin çürüdüğü ve çürümüş kemiklerin bir araya getirilerek yeniden yaratılacağını beyan eder. Aynı Kur'an , insanda RUH diye ölmeyen bir şey olduğu konusunda en ufak bir bilgi kırıntısı dahi vermez. Hal böyle iken Kabir azabı ile ilgili düşünce de , azab gören şeyin beden değil ruh olduğu ve ruhun asla ölmediği iddiası vardır.

Peki Kur'anda olmayan BEDEN-RUH ayrımı İslam düşüncesine nasıl girdi ve neredeyse imanın şartı haline geldi ?. 

Beden-ruh ayrımı , Yunan felsefecilerinin savunduğu bir düşünce olup (burada Eflatun u zikredebiliriz), ruhun ölmeyip başka bedenlere girerek yaşadığı düşüncesi yani "Reenkarnasyon" bu tür düşüncelerin bir uzantısıdır. Şia nın aşırı kollarından olan  ve bu gün Suriye de yaşayan Nusayrilik te bu düşünce etkin bir rol oynamaktadır.   

Yunan felsefecilerinden etkilenin, İslam felsefecileri aracılığı  ile  beden -ruh ayrımı İslam düşüncesi içine girmiştir. Temeli Yunan felsefesi olan "Ruhun ölümsüzlüğü" meselesi , İslam düşüncesi ile harmanlanarak " Madem ruhlar ölmez öyleyse ruhlar dünyada yaptıkları işlerin karşılığını kıyamet gününe kadar görürler" şeklinde bir iddia ile "Kabirlerin Cennet bahçelerinden bir bahçe" veya "Cehennem çukurlarında bir çukur" olacağı düşüncesi Yunan felsefecilerinin etkisi ile içimize girmiştir.

 Ancak burada bir kaç yönden çelişki ve arızalı durumlar ortaya çıkmaktadır; 

Öncelikle kökü dışardan ithal bir fikir olan "Ruhun ölümsüzlüğü" ilkesi Kur'an ile çelişen bir düşüncedir. Siz Yunan dan bir düşünce ithal ederek bunu İslam düşüncesindeki , yaptıklarının karşılığını öldükten sonra almak ile harmanlarsanız ortaya hilkat garibesi bir düşünce ortaya çıkar. 

Eğer bu düşünceyi kabul edecek olursak şunu da kabul etmemiz gerekmektedir; Madem ruhlar ölümsüz öyleyse kıyamet günü yeniden diriliş olayı bedenen olmaması gerekir , ölmeyen bir şeyin yeniden dirilmesi söz konusu olamaz. Bu düşünceden hareketle Yunan felsefesi etkisinde kalan İslam felsefecileri , "Cismani haşir yoktur ruhani haşir vardır" diyerek bedenen haşri red etmişlerdir. Halbuki bir çok Kur'an Ayeti yeniden dirilişin BEDENEN olacağını beyan etmiştir, bu düşüncenin İslam literatüründeki adı KÜFR dür. 

Bu şekilde İslam düşüncesine giren "Kabir azabı" konusu rivayetler desteği ile dini bir temele!! oturtulmaya çalışılmıştır. Halbuki Kur'an da bir çok Ayet, ölüm ile yeniden diriliş arasında geçen zamanı , yeniden dirilenlerin kendi aralarında yapacakları konuşma üzerinden vermektedir . 

[036.052]  Dediler; «vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? İşte Rahman'ın vadettiği şey budur. Demek peygamber doğru söylemiş.»

Yasin s. 52. Ayetinde gördüğümüz sözün sahipleri eğer kabirlerinde azap görür bir halde kalmış olsalardı bu gib bir söz edecekler bizlere haber verilirmiydi?.

Bu ve benzeri Ayetlerin, Kur'anda yer almış olmasına rağmen hala bazılarımızın "Ayet var diyorsun ama Hadis var kardeşim" şeklindeki itirazlarını duyar gibi olmaktayız. Bağlamından kopartılmış Ayetleri kullanarak (Mü'min s. 46) bu ithal düşünceye dayanak yapmaya çalışmak işin ayrı bir yanlış tarafıdır.

Hem kabir azabını kabul etmek , hem de bedenen dirilişi kabul etmek çelişkili bir durum arz edeceği için , ya kabir azabını kabul etmekle birlikte cismani haşri red edeceğiz , ya da kabir azabı diye bir şey yoktur diyerek bedenen haşri kabul edeceğiz. 

Hem kabir azabını kabul etmek , hemde cismani haşri kabul etmek çelişkili bir durumdur. Bir çok Ayet , kıyamet sonrası dirilen insanların hesaplarının görüldükten sonra Cennet veya Cehenneme sevk edileceğini beyan etmesine rağmen hesap gününden önce böyle bir karşılığın olacağını söylemek Kur'an ile çelişir.

Kabir azabı konusunu kabul etmenin beraberinde getirdiği problemleri sıralayacak olursak ; 

1- Kur'anın Beden - Ruh şeklinde bir ayrım yapmış olmamasına rağmen böyle bir ayrımı kabul etmek. 
2- Bir çok Kur'an ayeti Kıyamet sonrası kurulacak olan mahkeme de herkesin sorguya çekileceğini beyan ederken , kişinin ölür ölmez hesaba çekilerek kabirde Cenneti veya Cehennemi yaşayacağı Kur'anla çelişmektedir. 
3- Şayet ruh ölümsüz ise yeniden dirilişin bedenen olacağını kabul etmek çelişkili bir durumdur.
4-Kur'anın böyle bir haberi yok iken , Yunan felsefesinden ithal edilen fikirleri İslam düşüncesine sokmak. 
5-Ön kabul olarak ortaya bir konunun meşruiyetini Kur'an Ayetlerine kabul ettirmeye çalışmak.

Şimdi soruyoruz ; Evet ortada yanlış olan bir durum vardır ama bu durum KABİR AZABINI RED ETMEK MİDİR ? YOKSA KABUL ETMEK MİDİR?

Şimdi soruyoruz; Ortada sapkın olan bir durum vardır , BU SAPKINLIK KABİR AZABINI RED ETMEK Mİ DİR YOKSA KABUL ETMEK Mİ DİR?.

Şimdi ellerine "Tekfirnikof" marka tüfekleri alarak sağa sola rast gele ateş açan "Din Magandaları" bu tüfeğin namlusunun kendilerine yönelik olduğunu görmelidirler. Kendi sapkun düşüncelerine bakmadan başkalarını kabir azabını red ettikleri  gerekçesi ile tekfir edenler asıl sapık olanların kendileri olduğunu bilmelidirler. 

Bizlere "Vay sen kabir azabını redmi ediyorsun?" diye soranlara asıl bizler , " Yoksa sen kabir azabını kabul mu ediyorsun?" diye sorarak bu tür düşüncelerin sapkınlık olduğunu hatırlatmalıyız.Bu konuda savunma yapmaları gerekenler Kur'ana rağmen böyle bir inanç içinde olanlardır.

Sonuç olarak; İslam düşüncesine ithal fikirler ile sokulan beden-ruh ayrımının sonucu işin nereye vardığı görülmektedir. Her konuda belirleyici olması gereken Kur'anın yerine Yunan felsefesinin belirleyici olduğu "Ruh" kavramı insan ile özdeşleştirilmiş ve "Ruhun ölümsüzlüğü" prensibi yerleştirilmiştir. Temeli bu şekilde atılan düşünceye İslam düşüncesinde olan Dünyada iken yapılanların karşılığını ölümden sonra alma konusu da kıyamet sonrası için değil ölüm sonrası kabre konulduktan sonra başlatılmıştır. Hal böyle iken, temeli Yunan felsefesine dayanan "Kabir azabı" meselesi İslam düşüncesi içine sokularak Dinleştirilmiş ve red edenin sapık olarak damga yediği bir mesele haline gelmiştir. Ortada eğer bir sapkınlık varsa bu sapkınlık kabir azabını red edene değil kabul edene ait olmalıdır.Bizler Müslüman olarak Kur'anın bize din olarak verdiği bilgilere itibar etmekle , bunun dışındaki ithal edilmiş düşüncelere itibar etmemekle mükellefiz bunun gerisi lafu güzaf tır.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

27 Eylül 2014 Cumartesi

KASAS 57 Ayeti ve Dünya Hayatını Ahiret'e Tercih Etmek

Allah(c.c) sadece kendisine kul olmak için yarattığı insanı geçici bir süre için dünya adını verdiği yer üzerinde imtihana tabi tutarak, ölümsüzlük diyarı olan Ahiret'teki yerini hazırlama imkanı vermiştir. İmtihan dediğimiz olay; adından da anlaşılacağı üzere kolay bir şey olmayıp hayat içinde zorlu bir süreç anlamına gelmektedir.

Bu zorlu süreç, kişinin dünya hayatında kendisine verilen geçici meta ile imtihan edilmesini kapsamakta olup, soruları en zor imtihan sayılabilir.

[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

Bu ve benzeri bir çok ayet; dünya hayatının geçici olduğunu, esas kalıcı hayatın Ahiret hayatı olduğunu, geçici olanın tercih edilmeyerek kalıcı olanın tercih edilmesi ve dünya hayatında yapılan amellerin Ahiret endeksli olması gerektiğini bizlere haber vermektedir.

Allah(cc) kendisine kul olması için yarattığı insanın, başka ilahlara kul olmaya yöneldiği zamanlarda, onlara elçiler göndererek tek İlah olarak kendisinin tanınmasını istemiştir. Elçilerin bunu tebliğ etmelerinin akabinde, kabul edenler ve etmeyenler olarak iki gruba ayrılmaları yine Kur'an kıssalarından öğrenilmektedir.

Allah(cc)'ın ilahlığını kabul etmeyenlerın, sahte ilahlarının ortadan kalkmaması için var güçleri ile mü'minlere saldırarak, onları sindirmek amaçlı her türlü baskıyı yaptıkları da yine kıssalar vasıtası ile bizlere anlatılmaktadır. Bu durum tâ Muhammed(as)'in elçi olarak gönderilmesine kadar devam ederek, aynı şekil baskı ve zulüm Mekkeliler tarafından da icra edilmeye devam edilmiştir.

İnanmayanların, inananlara karşı her türlü ekonomik ve sosyal baskıyı uygulayarak onları yalnız bırakma yolunu seçmiş olmaları "Mekke boykotu" veya "hüzün yılları" başlıkları altında siyer kitaplarında yerini almıştır.

Hicret adı verilen olgunun, "bir kimsenin herhangi bir ihtiyacını temin etmek için bulunduğu konumu değiştirmesi" anlamı üzerinden hareket edecek olursak; tarih boyunca elçiler ve onlarla birlikte olanlar inandıkları dini yaşayabilmek için müşrik kavimlerini terkederek o beldeden hicret etmişlerdir.

Hicret olgusu; Muhammed(as) ve ona iman edenler içinde geçerli olup, bunu Mekke'den Medine'ye giderek yaşamışlardır. Bu şekil bir terketme; mal, mülk, evlat ve eşten ayrılmak anlamına geldiği için ve "mü'min oldum" demenin bu terki gerektirecek potansiyele sahip olan bir şehirde mutlaka gerçekleşeceği bilinmekteydi.

Mekke'de inen ayetlerde; belli bir safhadan sonra artık o şehri terketmenin zamanının gelmeye başladığına dair beyanlar bulunmaktadır. Medine'de inen ayetlerde ise hicretin artık bir mecburiyet haline gelmesi, mümin olduğunu beyan edenlerin hicret etmedikleri takdirde mes'ul duruma düşecekleri beyanı vardır.

[029.056] Ey iman etmekte olan kullarım, hiç şüphesiz benim arzım geniştir; artık yalnızca bana ibadet edin.

[039.010] De ki: Ey iman eden kullarım, Rabbınızdan korkun. Bu dünyada iyilik yapanlara, iyilik vardır. Ve Allah'ın arzı geniştir. Yalnız sabredenlere ecirleri, hesapsız ödenecektir.

[004.097-100] Kendilerine yazık edenlerin melekler canlarını aldıkları zaman onlara: «Ne yaptınız bakalım?» deyince, «Biz yeryüzünde zavallı kimselerdik» diyecekler, melekler de: «Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!» cevabını verecekler. Onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü dönülecek yerdir! Çaresiz kalan, yol bulamayan zavallı erkek, kadın ve çocuklar müstesnadırlar.İşte Allah'ın bunları affetmesi umulur. Allah Affedendir, Bağışlayan'dır.Allah yolunda hicret eden kişi, yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur. Evinden, Allah'a ve Peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah'a düşer. Allah bağışlar ve merhamet eder.

AL-İ İMRAN 14 ayetinde beyan edildiği üzere; geçici hayatın metaını terketmek, Mekke'deki bazı insanlara zor geliyordu. Bu insanlar vahye direk olarak karşı çıkmak yerine, iman ettikleri takdirde başlarına gelecek olan sıkıntıları bahene ederek iman etmiyorlardı. KASAS 57 ayeti onların bu durumunu anlatmaktadır.

[028.057] Dediler ki: Seninle beraber hidayete uyacak olursak, yerimizden oluruz. Halbuki onları katımızdan bir rızık olarak her şeyin mahsulünün toplandığı emin bir haremde yerleştirmedik mi? Ama onların çoğu bilmezler.

Bir sonraki ayet; bu sözü söyleyenlere karşı müthiş bir tehdit olup, kimsenin servetinin kalıcı olmadı hatırlatılmaktadır.

[028.058] Nimet ve refaha karşı nankörlük eden nice şehri yok etmişizdir. İşte yerleri! Kendilerinden sonra pek az kimseler oturabilmiştir. Oralara Biz varis olmuşuzdur.

TEVBE 24 ayeti; ültimatom niteliğinde bir ayet olup dünya malı ile Ahiret arasında kesin bir tercih yapılması gerektiğini haber vermektedir.

[009.024] De ki «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez.»

Kur'an ayetleri sadece indiği zaman ve mekana has olmadığına göre, "bugün için bu ayetler bizlere nasıl bir mesaj vermektedir?" sorusu gündeme gelecektir.

İnsan fıtratı, mala ve servete karşı meyyal olma niteliğinde yaratıldığı için; dün, bugün ve yarın aynı şekilde mala karşı zaafı her zaman olacaktır. İmtihan dediğimiz olgu aynı şekilde devam ederek, sadece Allah(cc)'a kul olma noktasında denemeye tutulmak kıyamete değin sürecektir. Allah(cc)'ın dinine karşı olanlar da aynı şekilde dün, bügün ve yarın inananlara karşı baskı ve zulümde bulunarak onları yerlerinden etmeye devam edeceklerdir.

İman iddiasında bulunan bizler bu tür baskılar karşısında Muhammed(as) ve ona inananların yaptığı gibi; yerimizi, yurdumuzu, servetimizi, evladımızı, kısaca herşeyimizi feda etmek zorunda kalabiliriz. Denenmenin bir çeşidi olan bu hicret etme zorunluluğu karşısında eğer KASAS 57 ayetindeki gibi bir bahanemiz olacak olursa, TEVBE 24 ayeti suratımıza tokat gibi yapışacaktır.

Dün sokaklarda, dergilerde, gazetelerde "kahrolsun kafir sistem" türünden sloganlar ile tevhidî bir mücadele peşinde koşan bir kısım kardeşlerimiz, bugün mevcut iktidarın kendilerine sağladığı bazı avantajları kullanarak, terketmesi çok zor olacak mal ve servete sahip oldukları görülmekte olup, servetlerine servet eklemekten başka bir cihad(!) yapmamaktalar ve eskiden yapmış oldukları mücadeleleri anılarda kalmış ve torunlarına bile anlamaktan çekindikleri şeyler olmuştur. Bu satırları yazan kişi kendisi bu tür bir servete kavuşamadığı için eskileri eleştirmemekte; eğer o da böyle bir mal edinmeye başkoysaydı mutlaka hatırı sayılır bir mal sahibi olurdu.

Sonuç olarak; iman etmek demenin sadece dilde olmadığı, bu iddianın ispat isteyeceği ve bu ispatın, en zor olan mal ve can ile verilebileceği müteaddit Kur'an ayetlerinde bizlere beyan edilmiştir. Sadece mal ve servete zarar geleceği kaygısı ile Allah(cc)'ın bizler üzerindeki bir takım emirlerinin göz ardı edilerek, tatlı su müslümanlığının bizlere Ahiret hayatında hayırlı sonuçlar sağlamayacağı bilinmelidir. Müslümanlar olarak geçici dünya hayatına olan sevgimiz, bizleri hiç bir zaman Ahiret hayatını terk ettirmemelidir. Böyle bir terk edişin hesabı yine bir çok Kur'an ayetinde bizlere haber verilmiştir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

8 Eylül 2011 Perşembe

MUHAMMED (a.s) DUAYA ORTAK ETMEK ve "SALAT-I TEFRİCİYYE"

Allah cc adem as dan muhammed as a kadar gönderdiği bütün resul ve kitapların ortak çağrısı insanların Allahtan başkasına kulluk etmeyi bırakıp sadece kendisine kuluk etmelerini sağlamaktır. Şirk dediğimiz şey , insanların Allaha ibadet etmeyi bırakıp bir takım taştan heykellere tapması şeklinde gerçekleşmez .Bu yazımızda kendini islama nisbet eden kişilerin ağızlarında çokça dolaşan ve  şirk unsurlarını kendisinde barındıran bazı sözler üzerinde durarak bu sözlerin nasıl bir şirk unsuru içerdiğini  orataya koymaya gayret edeceğiz.

Kur'an Muhammed sav in sadece bir  beşer olduğu,kendisine vahyedilen uyduğu,kendisine herhangi bir fayda veya zarar vermeye muktedir olmadığı,vahye uymadığı takdirde şah damarının kesileceği gibi bir çok uyarıları taşımasına rağmen hıristiyanların isa as a verdiği aşırı yüceltici düşüncelerin etkisinde kalarak "sizin varda bizim yokmu" gibi bir düşüncenin eseri olarak "sizde ne varsa bizde daha iyisi var" rekabetine girilmiş iş  maalesef resuller arası bir rekabete dönüştürülmüştür. Allahın gönderdiği bütün resullerin bizim resullerimiz olduğu inancı bir tarafa bırakılarak  muhammed sav için " bizim resulumuz" tabiri dillerde pelesenk olmuştur. Muhammed as ne kadar bizim peygamberimiz ise isa , musa diğer bütün resuller salat ve selam onlara olsun bizim resullerimizdir. Ancak muhammed sav e bazı müslümanlar tarafından kur'ana rağmen verilmek istenen görev ne onun istediği nede Allah cc nin kullarının istediğidir. Maalesef adına "ilahi" denilen bazı müzik eserlerinde muhammed sav e nerede ise yarı ilahlık  payesi verilerek Allahın yanına ortak koşulmaya çalışılmaktadır. 

"Arafat dağı yüce bir dağdır inanın muhammed ölmedi sağdır" veya " mahşerde nebiler bile senden medet ister" şeklindeki sözler kur'ana iftira mahiyetinde olup sahibini şirke sürükleyen sözlerdir. Kur'an " her nefsin ölümü tadacağı", muhammed sav inde öleceği (zümer 30,enbiya 34) gibi ayetlere rağmen onun ölmediği hatta kerameti kendinden din baronları ile arkadaşlık yaptığı, kabrinde namaz kıldığı ve kendilerini ziyarete gelenleri gördüklerine ve buna benzer bir sürü iftiralara maruz bırakılmışlardır. Ahirette herhangi bir kayırmanın olmadığını bildiren bir sürü ayete rağmen bırakın normal kulları nebilere dahi  yardım edeceği dillerde şarkı olmuştur. Bu  tür iftiralar bir tarafa  adına "salatı tefriciyye" denen ve faydaları hakkında bir sürü yalanlar uydurulan ve olmazsa olmaz adedi olan" 4444" olan iftiraların sözleri üzerinde durmak istiyoruz.

“Allâhumme salli salâten kâmileten ve sellim selâmen tâmmen alâ Seyyidinâ Muhammedinillezî tenhallü bihil ukadü ve tenfericu bihil-kürebü ve tukdâ bihil-havâicu ve tünâlü bihir-reğâibü ve hüsnül-havâtimi ve yustaskal ğamâmu bivechihil Kerîm ve alâ âlihî ve sahbihi fî külli lemhatin ve nefesin bi adedi külli ma’lûmin lek.”

“Allahım! Bizim Efendimiz Muhammed’e (sav) kusursuz bir salât ve rahmet, mükemmel bir selâm ve selâmet vermeni diliyoruz. O Peygamber ki, onun hürmetine düğümler çözülür, sıkıntılar ve belalar onun hürmetine açılıp dağılır, hacet ve ihtiyaçlar onun hürmetine yerine getirilir. Maksatlara O’nun hürmetine ulaşılır, güzel sonuçlar O’nun hürmetine elde edilir. O’nun şerefli yüzü hürmetine bulutlardaki yağmur istenilir, Allah’ım, onun ehl-i beytine, ashabına da her göz kırpacak kadar zamanda (her an, saniye) her nefes alacak zamanda sana malum olan varlıklar sayısınca salât et.”

İmamı Kurtubî Hazretleri şöyle buyurmuş: “Bir kimse, çok önemli bir işinin veya önemli bir dileğinin gerçekleşmesini, ya da üzerinde devam edip duran büyük bir belanın üzerinden çekilip gitmesi (kalkması) için “Salât-i Tefriciye”yi (4444) defa okuyup, bu mübarek Salâtü Selâm ile Yüce Peygamberimizi vesile edinse, hiç şüphe ve tereddüt yoktur ki, Yüce Allah, o kulunun istek ve muradının olması için hayırlı bir sebeb yaratır ve ona muradını verir.”

Burada öncelikle " vesile edinmek" tabiri üzerinde durmak istiyoruz. Kur'anda ölü olan birini vesile ederek " onun yüzü hürmetine" şeklinde bir aracı edinme emri yoktur. Ancak hayatta olan kişiler birbirlerine dua edebilirler oda hiç bir kimseyi aracı edinmemek şartı iledir. Bu vesile edinme konusu maide suresinde "Ey iman edenler, Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya vesile arayın, O'nun yolunda cihad edin ki, mutluluğa erebilesiniz." mealindeki ayete dayandırılarak sanki o ayet "ölü olanları dua için aracı kılın" şeklinde anlaşılmış vesilenin "onun yolunda cihad etmek" olduğu üstü kapatılarak maalesef bazılarının ekmeğine yağ ve bal olmuştur.

Tefriciyyenin sözlerine gelecek olursak " onun hürmetine düğümler çözülür" sözü felak suresindeki " düğümlere üfleyenlerin şerrinden " kime sığınılacağı bildirilmiş olup ,"birisinin hürmetine olmadan olmaz" şeklinde bir ilave olmamasına rağmen birisinin hürmetine düğümler çözdürülmeye çalışılmaktadır.

"hacet ve ihtiyaçlar onun hürmetine yerine getirilir" sözü ile Allah cc nin şu ayetleri ne kadar uygunluk sağlamaktadır.

-2.186- Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar. 

-13.14-Hak duâ ancak onadır, ondan başka yalvarıp durdukları ise onları hiç bir şeyle icabet etmezler, onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucuna açana benzer ki o, ona gelmez, kâfirlerin duâsı hep bir dalâl içindedir. 

Bugün özellikle tasavvufi söyleme hakim olan düşünce insanın Allaha bir aracı olmadan ulaşamayacağı , bunun için bir veliyi aracı kılmak gerektiği düşüncesidir. Bu tamamen bir şirk düşüncesi olup Allaha bir iftiradır.Haşa Allah ile bir cumhurbaşkanını mukayese edip , "ona nasıl direk varılamıyorsa Allahada öyle varılmaz" deyip din baronlarının forsu öne çıkarılmaya çalışılmıştır.  


Zümer s. 3 ayeti bu durumu ne kadar açık bir şekilde ortaya koyar. "İyi bil ki Allahındır ancak halîs din, onun berisinden bir takım veliylere tutunanlar da şöyle demektedirler: biz onlara ıbadet etmiyoruz, ancak bizi Allaha yakın yaklaştırsınlar diye, şübhe yok ki Allah onların aralarında ıhtilâf edip durdukları şeyde hukmünü verecek, her halde yalancı, nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz"  

Kaf s. 16 ayetide Allahın kullarına ne kadar yakın olduğunu bildirmesi açısından dikkat çekicidir. "And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz; Biz ona şah damarından daha yakınız."
 
"Maksatlara O’nun hürmetine ulaşılır, güzel sonuçlar O’nun hürmetine elde edilir. O’nun şerefli yüzü hürmetine bulutlardaki yağmur istenilir" . 


Maksatlara ne onun yüzü hürmetine ulaşılır nede güzel sonuçlara onun yüzü suyu hürmetine varılır. Güzel bir sonuca kişi ancak dünyada yaptığı salih amellerin karşılığında ulaşır.

Tavsiyemiz şudurki içinde Allaha ve resulune iftiraya varan sözleri barındıran ne anlama geldiğinin farkında bile olunmadan okunan"salatı tefriciyye" nin  yerine, her nerede olursa olsun kullarını işiten , gören ve dualarına icabet eden dularının kabulu için onlardan muhammed sav i aracı bile istemeyen Allah cc ye halis bir kaple el açıp ondan istemek yeterli olacaktır.

-40.60- Rabbiniz: «Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim. Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir» buyurmuştur.

-7.55- Rabbinize gönülden ve gizlice yalvarın. Doğrusu O aşırı gidenleri sevmez. 

Hıristiyanların isa as ilah seviyesi getirmelerine heves edilerek Muhammed as ı isa as gibi görmek durumuna düşen bazı müslümanlar bunun tezahürlerini müzik eserlerinde veya dualarında onu aracı ederek Allaha ve resulune güya sevgi gösterisinde bulunmak istemelerine rağmen bu yapılanlar kur'an tarafından red edilmektedir . Aksine bunların şirk olduğu ve kişiyi " müşrik" durumuna düşürdüğü ve resul as a dost olmak adına ona düşmanlık olduğu bilinmelidir.  

                       EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.