Kur'an'ın Türkçe yapılmış çevirilerinde ortaya çıkan sorunlardan bir tanesi, metnin kast ettiği anlamın çeviriye yansıtılamaması, çeviride herhangi bir hata olmasa dahi, okuyucunun ilgili ayetin mealini okurken bir takım tereddütlere düşebilmesidir. Araf suresi 168. ayetinin yapılmış olan bazı meallerini okuyanların kafasında oluşabilecek bazı sorular, ne demek istediğimizin daha net olarak anlaşılmasını sağlayacaktır.
وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الْأَرْضِ أُمَمًا ۖ مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذَٰلِكَ ۖ وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّئَاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Bu ayetin çevirileri genelde şu şekilde yapılmaktadır.
Ve onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık. İçlerinde salih olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan hasenat (iyiliklerle), bazan da seyyiat (kötülükler) ile imtihana çektik. Sonunda belki dönerler diye.
Ayetin bu şekilde yapılmış çevirilerinde herhangi bir hata olduğunu iddia etmemekle birlikte, metnin kast ettiği anlam çeviriye yansıtılamamış olduğu görülmektedir şöyle ki;
Ayetin bağlamının İsrailoğulları ile ilgili olduğunu hatırlatarak, aynı surenin 160. ayetinde, "Biz, onları on iki oymağa, ümmetlere ayırdık" buyurulmuş olmasını dikkate aldığımızda, bu topluluğun 12 ayrı kabile halinde olduğu anlaşılmaktadır. Ayet bu 12 topluluğun içinde الصَّالِحُونَ (salih olanlar) olarak ifade edilen bir gurubun, bir de دُونَ ذَٰلِكَ ۖ(bunun aşağısında) olarak ifade edilen bir gurubun olduğunu bildirmektedir. Yani Araf s. 168. ayetinde İsrailoğulları 1- Salih olanlar, 2- Salih olmayanlar olarak 2 gurupta toplanmaktadır.
Çevirilerin ilk cümlesinde geçen Onları kelimesi, bütün İsrailoğullarını kapsamına alırken, ayetin ikinci cümlesinde geçen Onları kelimesi ise, bütün İsrailoğullarını kapsamını almamakta, sadece salih olan gurubun dışında olan ve دُونَ ذَٰلِكَ olarak ifade edilen gurubu kapsamına almaktadır.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz bazı meallerde, bu noktaya dikkat edilmediği dikkat çekmektedir. Ayetin çevirisinde bu noktanın dikkate alınmamasının ne gibi sakıncası olabilir? diye sorulduğunda şu cevabı verebiliriz.
Allah (c.c) İsrailoğullarını Hasenat ve Seyyiat ile imtihana çektiğini bildirmekte, onların böyle bir imtihana çekilmelerinin sebebi ise, Sonunda belki dönerler cümlesi ile ifade etmektedir. Allah (c.c) nin dönmelerini istediği şey, İsrailoğullarının yaptıkları gayrı salih olan davranışları terk ederek, salih davranışlarda bulunmalarını sağlamak olduğu malumdur.
Yukarıda Araf s. 168. ayetinin İsrailoğullarını 2 guruba ayırdığını söylemiştik. Ayetin ikinci cümlesinde geçen Onları kelimesinin sadece İsrailoğullarının 2. gurubunu, yani salih olmayanlarını kapsamına aldığına dikkat eden bir çeviri yapılmayarak, her iki gurubu da içine alabilen bir anlam dahilinde çevrildiği zaman, dikkatli bir meal okuyucusu haklı olarak, Allah (c.c) neden salih olanları da dönsünler diye imtihana çekmektedir, zaten onlar salih olan kişiler diyerek bir itirazda bulunacaktır.
Böyle bir itiraza mahal bırakılmaması için, Araf s. 168. ayetinde Sonunda belki dönerler cümlesinin, İsrailoğullarının 2. gurubunu yani salih olmayanlarını kast ettiğini gösteren bir anlam dahilinde çeviri yapılması daha uygun olacaktır.
----Ömer Nasuhi Bilmen: Ve onları yeryüzünde parça parça ümmetler kıldık. Onlardan sâlih kimseler vardır. Ve onlardan onun dûnunda kimseler de vardır. Ve onları iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik, tâ ki (fenalıklarından) dönüversinler.
----Bayraktar Bayraklı: Onları yeryüzünde birçok topluluğa böldük. İçlerinden bazıları iyi kimselerdi; bazıları ise böyle değildi. İyi olmayanları, yanlışlarından belki dönerler diye, iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.
----Kadri Çelik: Onları (Yahudileri) grup grup yeryüzüne dağıttık. Onlardan iyi kimseler vardır, yine onlardan bundan aşağıda olanları da vardır. Belki (kötülüklerinden) dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.
----Mustafa İslamoğlu: Ve onları gurup gurup yeryüzünün her tarafına dağıttık; onların aralarında dürüst ve erdemli kimseler olduğu gibi, böyle olmayanlar da var. Bu sonuncuları belki kendilerine dönerler umuduyla, hem bağış ve bollukla hem sıkıntı ve darlıkla sınadık.
----Diyanet Vakfı: Onları (yahudileri) gurup gurup yeryüzüne dağıttık. Onlardan iyi kimseler vardır, yine onlardan bundan aşağıda olanları da vardır. (Kötülüklerinden) belki dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.
----Muhammed Esed: Ve onları (ayrı topluluklar halinde yeryüzüne dağıttık; onlardan bazıları dürüst ve erdemli kimselerdi; bazılarıysa böyle değildi: bu sonrakileri hem bağış ve bolluk ile hem de darlık ve sıkıntı ile sınadık, ki belki doğru yola dönerler.
Yukarıda verilen örnek çeviriler, Araf s. 168. ayetinde geçen, Sonunda belki dönerler cümlesinin, İsrailoğullarının 2. gurubunu yani salih olmayanlarını kast ettiğini ifade eden çevirilerdir. Meal okuyucusunun kafasında herhangi bir itiraz belirmemesi için, bazı ayetlerde bu tür ayrıntılara dikkat edilmesi, şağlıklı bir Kur'an çevirisi için önemlidir.
Kur'an'ın Türkçeye yapılmış çevirilerinde malum olduğu üzere metne sadık kalmak, veya anlam yorum merkezli olmak şekilde ortaya çıkan iki ana damar mevcuttur. Bu her iki ana damarın artıları ve eksileri bulunmakla birlikte, bir ayetin çevirisinde izlenecek en sağlıklı yöntem, ilgili ayetin kastının okuyucuya en doğru ve sağlıklı biçimde yansıtılması olmalıdır. Parantez veya dipnot şeklinde yapılacak izahlar, bazı ayetlerin anlaşılmasını kolaylaştırması bakımından bazen gereklidir.
Araf s. 168. ayeti:
Biz onları (İsrailoğullarını) yeryüzünde (12 boy olmak üzere) topluluğa ayırdık.(12 boya ayırdığımız) bu topluluktan salih olanlar ve salih olmayanlar da vardır.(Salih olmayan topluluğu) yaptıkları davranışları terk etmelerine sebep olsun diye iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik.
Bu noktada, Allah (c.c) nin salih olmayan bir topluluğu yaptıkları davranışları terk etmeleri için neden sadece kötülükler ile değil de, iyilikler ile imtihan ettiği de sorulabilir, bu sorunun cevabını almak için, aynı surenin 94-95-96. ayetlerine bakılabilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
Üzerine etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Üzerine etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
25 Kasım 2017 Cumartesi
18 Kasım 2017 Cumartesi
Enam s. 121. Ayeti: Üzerine Allah'ın Adı Anılmadan Kesilen Hayvan Haram mıdır?
Kur'an'da bulunan bazı hükümlerin bugün bizim için ne ifade etmiş olabileceğinin bilinmesi, öncelikle o hükümlerin ilk muhataplar için ne ifade ettiğinin bilinmesi ile yakından alakası bulunmaktadır. Bir hükmün ilk muhataplara ne dediği anlaşılmadan, bize dair ne söylemiş olabileceğini anlamak güçleşecek, bizi zora sokan hükümlerle kendimizi bağlayarak, aynı zamanda gereksiz dini hükümlerin üretilmesine sebebiyet verilmiş olacaktır.
Bu duruma, üzerine Allah'ın adının anılmadığı hayvanların yenilmesinin Haram, olduğu düşüncesini örnek olarak verebiliriz. Bugün dahi bazı Müslümanlar, yedikleri etin kimin tarafından kesildiğine özellikle dikkat etmekte, kasapların müşrik olup olmadığı noktasında dikkat göstermekte, kesilen hayvanların üzerine Allah'ın adının anılıp anılmamış olması üzerinde titizlikle durmaktadırlar.
[006.118] Üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yeyin, şayet O'nun ayetlerine inananlardan iseniz.
[006.119] Size ne oluyor ki, Allah size darda kalmanızın dışında, haram olanları genişçe anlatmışken adının üzerine anıldığı şeyden yemiyorsunuz? Doğrusu çoğunluk, heva ve heveslerine uyarak, bilmeden sapıtıyorlar. Aşırı gidenleri en iyi bilen Rabbindir.
[006.121] Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin. Çünkü bu; bir fısktır. Doğrusu, şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına telkinde bulunurlar. Şayet onlara itaat ederseniz; şüphesiz ki siz de müşrikler olursunuz.
[006.138] Onlar kendi zanlarınca; bu davarlar, bu ekinler haramdır, onları diledimizden başkası yiyemez. Bir takım hayvanların sırtları haramdır, dediler. Bir kısım hayvanların üzerine de O'na karşı iftira ederek; Allah'ın adını anmazlar. Allah; yapmakta oldukları iftiraları yüzünden onları cezalandıracaktır.
[005.004] Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar, de ki: Size temiz olanlar helal kılındı; Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın. Allah'tan sakının, doğrusu Allah hesabı çabuk görür.
Enam s. 118-119-121. ayetlerine baktığımızda, o ayetlerde üzerine Allah'ın adı anılmamış olan hayvanların yenilmemesinin emredildiğini görmekteyiz. Bu emir bugün bir çok kimse tarafından, üzerine besmele çekilmemiş olan hayvanlarının etlerinin yenilmemesi gerektiği şeklinde anlaşılmaktadır. Konuyu sadece bu ayetler üzerinden anlamaya çalıştığımızda, bu düşünce içinde olmanın yanlış olmadığı görülebilir, fakat bu konudaki diğer ayetleri de okuduğumuz zaman, asıl meselenin besmele çekip çekmemekte değil, kesilen bir hayvanın üzerine Allah'ın dışındaki başka isimlerin anılmasında olduğu görülecektir.
[022.028] Ta ki kendileri için faydalara şahid olsunlar ve Allah'ın onlara rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O'nun adını ansınlar. Siz de bunlardan yeyin. Çaresiz kalmış yoksulu da doyurun.
[022.034] Biz; her ümmet için kurban kesmeyi meşru kıldık ki Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine O'nun adını ansınlar. Sizin tanrınız, bir tek tanrıdır. O'na teslim olun. Sen mütevazı olanları müjdele.
[022.036] Kurbanlık deve ve sığırları Allah'ın size olan nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Ön ayaklarının biri bağlı halde keserken üzerlerine Allah'ın adını anın. Yanları yere yaslandığı vakit de onlardan yiyin, kanaat edip istemeyene de, isteyene de yedirin. Böylece onları sizin buyruğunuza verdik ki, şükredesiniz.
Hac s. 28-34-36. ayetlerinde, hayvan kesiminin Hac ibadeti ile alakalı olduğunu görmekteyiz. İbadet kastı ile yapılan bir kesimin kime ibadet edildiğini göstermek için yapıldığını dikkate aldığımızda, Allah'a ibadet kastı ile yapılan bir hayvan kesiminde Allah'ın adının anılması gereği ortadadır.
[006.145] De ki: «Bana vahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti ki pistir ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum; fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir.» Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet eder.
[016.115] Allah size ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasının adına kesilenleri haram etmiştir. Darda kalan, aşırı gitmemek ve başkasının hakkına el uzatmamak şartiyle bunun dışındadır. Allah şüphesiz bağışlar, merhamet eder.
[002.173] Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan çokça esirgeyendir
[005.003] Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyle kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
Yukarıda ayetler içinde geçen Allah'tan başkası adına kesilen hayvanların haram olduğunun beyan edilmiş olması, daha önceki ayetlerde geçen, Allah'ın adının anılması meselesini açığa kavuşturmaktadır.
Konunun öncelikle ilk muhataplar nezdindeki durumu, kesilen hayvanın üzerine sadece Allah'ın adının anılmaması değil, kesilen bir hayvanın üzerine Allah dışındaki başka isimlerin anılıyor olmasıdır. Allah (c.c) nin kesilen bir hayvanın üzerine kendi adının anılmasını istemesinden kasıt, daha önce Mekke'li müşriklerin kestikleri hayvanların üzerine Allah dışında başka isimler anmak sureti ile, Allah'ın adını anmamış olmalarıdır.
Bu nokta kavranıldığı zaman, bugün yediğimiz etlerin üzerine Allah'ın adının anılması gibi bir şartın gerekmediği de anlaşılacaktır. Bugün kasap veya marketlerden alınan etlerin haram olmasını gerektirecek olan tek durum, bu etler kesilirken üzerlerine Allah (c.c) dışındaki isimlerin anılıyor olmasıdır. Yapılan kesimlerde Allah adının anılmamış olması, etin haram olmasını gerektirecek bir durum değildir.
Biz şayet market veya kasaptan aldığımız bir etin, kesilirken üzerine Allah dışında başka bir ismin anıldığını kesin ve net olarak biliyor isek, bu etin yenilmesi işte o zaman haram olur, aksi takdirde böyle bir bilgiye sahip değilsek, etin yenilmesinde herhangi bir sakınca yoktur.
Yine hayvan kesimi ile alakalı olarak, bazı kimselerin hayvan kesen kasapların itikadi durumları hakkında yani Müslüman mı yoksa Müşrik mi olup olmadıkları konusunda bilgi sahibi olmadıkları için, rastgele yerden et almamaları, kendileri tarafından kesilen hayvanları yemeleri konusuna da değinmek istiyoruz.
Bir etin haram olmasını gerektirecek olan durum, o eti kesenin kimliği ile alakalı bir durum değildir. Bir kimse eğer Müslüman olmasa dahi kestiği hayvanın üzerine herhangi bir isim anmadan kesmiş ise, bu hayvanın eti helaldir ve yenilmesinde hiçbir sakınca yoktur.
[005.005] Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (yahudi, hıristiyan vb. nin) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mümin kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir. Kim (İslâmî hükümlere) inanmayı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, ahirette de ziyana uğrayanlardandır.
Ehli kitabın yiyeceklerinin bize helal olan kısmı, onların yaptığı yemeklerin sadece zeytinyağlı olanlarının helal olması anlamına gelmez. Kestikleri hayvanlar üzerine Allah'ın adı dışında adlar anmamış oldukları takdirde, Allah'ın adını anmamış olsalar dahi, onların kestiklerinin yenmesinde hiçbir mahzur yoktur.
Sonuç olarak; Kesilen hayvanın üzerine Allah'ın adının anılmasının emredilmesi meselesinin arka planında, Mekke'li müşriklerin kestikleri hayvanların üzerine Allah (c.c) nin dışında başka isimler anmasında yatmaktadır. Bu arka plan hesaba katılmadan ortaya atılan, kesilen hayvan üzerine Allah adının anılmasının Farz olduğu şeklindeki hüküm, geçmişte yaşamış olan bazı fıkıhçılar tarafından dahi kabul görmemiştir.
Bugün Müslümanlardan bir kesimi kasap veya marketten aldıkları etin üzerine Allah adının anılıp anılmadığı konusunda bir takım tereddütler gösterip, kendilerini sıkıntıya sokmaktadırlar. Böyle bir sıkıntı şayet, Kur'an'ın bu konudaki emrinin hangi sebepten ötürü olduğu kavranıldığında ortadan kalkacaktır.
Bugün market ve kasaplardan alınan etlerin yenilmesinde dini açıdan herhangi bir sakınca olmayıp gönül rahatlığı ile yenilebilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu duruma, üzerine Allah'ın adının anılmadığı hayvanların yenilmesinin Haram, olduğu düşüncesini örnek olarak verebiliriz. Bugün dahi bazı Müslümanlar, yedikleri etin kimin tarafından kesildiğine özellikle dikkat etmekte, kasapların müşrik olup olmadığı noktasında dikkat göstermekte, kesilen hayvanların üzerine Allah'ın adının anılıp anılmamış olması üzerinde titizlikle durmaktadırlar.
[006.118] Üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yeyin, şayet O'nun ayetlerine inananlardan iseniz.
[006.119] Size ne oluyor ki, Allah size darda kalmanızın dışında, haram olanları genişçe anlatmışken adının üzerine anıldığı şeyden yemiyorsunuz? Doğrusu çoğunluk, heva ve heveslerine uyarak, bilmeden sapıtıyorlar. Aşırı gidenleri en iyi bilen Rabbindir.
[006.121] Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin. Çünkü bu; bir fısktır. Doğrusu, şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına telkinde bulunurlar. Şayet onlara itaat ederseniz; şüphesiz ki siz de müşrikler olursunuz.
[006.138] Onlar kendi zanlarınca; bu davarlar, bu ekinler haramdır, onları diledimizden başkası yiyemez. Bir takım hayvanların sırtları haramdır, dediler. Bir kısım hayvanların üzerine de O'na karşı iftira ederek; Allah'ın adını anmazlar. Allah; yapmakta oldukları iftiraları yüzünden onları cezalandıracaktır.
[005.004] Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar, de ki: Size temiz olanlar helal kılındı; Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın. Allah'tan sakının, doğrusu Allah hesabı çabuk görür.
Enam s. 118-119-121. ayetlerine baktığımızda, o ayetlerde üzerine Allah'ın adı anılmamış olan hayvanların yenilmemesinin emredildiğini görmekteyiz. Bu emir bugün bir çok kimse tarafından, üzerine besmele çekilmemiş olan hayvanlarının etlerinin yenilmemesi gerektiği şeklinde anlaşılmaktadır. Konuyu sadece bu ayetler üzerinden anlamaya çalıştığımızda, bu düşünce içinde olmanın yanlış olmadığı görülebilir, fakat bu konudaki diğer ayetleri de okuduğumuz zaman, asıl meselenin besmele çekip çekmemekte değil, kesilen bir hayvanın üzerine Allah'ın dışındaki başka isimlerin anılmasında olduğu görülecektir.
[022.028] Ta ki kendileri için faydalara şahid olsunlar ve Allah'ın onlara rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O'nun adını ansınlar. Siz de bunlardan yeyin. Çaresiz kalmış yoksulu da doyurun.
[022.034] Biz; her ümmet için kurban kesmeyi meşru kıldık ki Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine O'nun adını ansınlar. Sizin tanrınız, bir tek tanrıdır. O'na teslim olun. Sen mütevazı olanları müjdele.
[022.036] Kurbanlık deve ve sığırları Allah'ın size olan nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Ön ayaklarının biri bağlı halde keserken üzerlerine Allah'ın adını anın. Yanları yere yaslandığı vakit de onlardan yiyin, kanaat edip istemeyene de, isteyene de yedirin. Böylece onları sizin buyruğunuza verdik ki, şükredesiniz.
Hac s. 28-34-36. ayetlerinde, hayvan kesiminin Hac ibadeti ile alakalı olduğunu görmekteyiz. İbadet kastı ile yapılan bir kesimin kime ibadet edildiğini göstermek için yapıldığını dikkate aldığımızda, Allah'a ibadet kastı ile yapılan bir hayvan kesiminde Allah'ın adının anılması gereği ortadadır.
[006.145] De ki: «Bana vahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti ki pistir ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum; fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir.» Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet eder.
[016.115] Allah size ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasının adına kesilenleri haram etmiştir. Darda kalan, aşırı gitmemek ve başkasının hakkına el uzatmamak şartiyle bunun dışındadır. Allah şüphesiz bağışlar, merhamet eder.
[002.173] Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan çokça esirgeyendir
[005.003] Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyle kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
Yukarıda ayetler içinde geçen Allah'tan başkası adına kesilen hayvanların haram olduğunun beyan edilmiş olması, daha önceki ayetlerde geçen, Allah'ın adının anılması meselesini açığa kavuşturmaktadır.
Konunun öncelikle ilk muhataplar nezdindeki durumu, kesilen hayvanın üzerine sadece Allah'ın adının anılmaması değil, kesilen bir hayvanın üzerine Allah dışındaki başka isimlerin anılıyor olmasıdır. Allah (c.c) nin kesilen bir hayvanın üzerine kendi adının anılmasını istemesinden kasıt, daha önce Mekke'li müşriklerin kestikleri hayvanların üzerine Allah dışında başka isimler anmak sureti ile, Allah'ın adını anmamış olmalarıdır.
Bu nokta kavranıldığı zaman, bugün yediğimiz etlerin üzerine Allah'ın adının anılması gibi bir şartın gerekmediği de anlaşılacaktır. Bugün kasap veya marketlerden alınan etlerin haram olmasını gerektirecek olan tek durum, bu etler kesilirken üzerlerine Allah (c.c) dışındaki isimlerin anılıyor olmasıdır. Yapılan kesimlerde Allah adının anılmamış olması, etin haram olmasını gerektirecek bir durum değildir.
Biz şayet market veya kasaptan aldığımız bir etin, kesilirken üzerine Allah dışında başka bir ismin anıldığını kesin ve net olarak biliyor isek, bu etin yenilmesi işte o zaman haram olur, aksi takdirde böyle bir bilgiye sahip değilsek, etin yenilmesinde herhangi bir sakınca yoktur.
Yine hayvan kesimi ile alakalı olarak, bazı kimselerin hayvan kesen kasapların itikadi durumları hakkında yani Müslüman mı yoksa Müşrik mi olup olmadıkları konusunda bilgi sahibi olmadıkları için, rastgele yerden et almamaları, kendileri tarafından kesilen hayvanları yemeleri konusuna da değinmek istiyoruz.
Bir etin haram olmasını gerektirecek olan durum, o eti kesenin kimliği ile alakalı bir durum değildir. Bir kimse eğer Müslüman olmasa dahi kestiği hayvanın üzerine herhangi bir isim anmadan kesmiş ise, bu hayvanın eti helaldir ve yenilmesinde hiçbir sakınca yoktur.
[005.005] Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (yahudi, hıristiyan vb. nin) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mümin kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir. Kim (İslâmî hükümlere) inanmayı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, ahirette de ziyana uğrayanlardandır.
Ehli kitabın yiyeceklerinin bize helal olan kısmı, onların yaptığı yemeklerin sadece zeytinyağlı olanlarının helal olması anlamına gelmez. Kestikleri hayvanlar üzerine Allah'ın adı dışında adlar anmamış oldukları takdirde, Allah'ın adını anmamış olsalar dahi, onların kestiklerinin yenmesinde hiçbir mahzur yoktur.
Sonuç olarak; Kesilen hayvanın üzerine Allah'ın adının anılmasının emredilmesi meselesinin arka planında, Mekke'li müşriklerin kestikleri hayvanların üzerine Allah (c.c) nin dışında başka isimler anmasında yatmaktadır. Bu arka plan hesaba katılmadan ortaya atılan, kesilen hayvan üzerine Allah adının anılmasının Farz olduğu şeklindeki hüküm, geçmişte yaşamış olan bazı fıkıhçılar tarafından dahi kabul görmemiştir.
Bugün Müslümanlardan bir kesimi kasap veya marketten aldıkları etin üzerine Allah adının anılıp anılmadığı konusunda bir takım tereddütler gösterip, kendilerini sıkıntıya sokmaktadırlar. Böyle bir sıkıntı şayet, Kur'an'ın bu konudaki emrinin hangi sebepten ötürü olduğu kavranıldığında ortadan kalkacaktır.
Bugün market ve kasaplardan alınan etlerin yenilmesinde dini açıdan herhangi bir sakınca olmayıp gönül rahatlığı ile yenilebilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
14 Kasım 2017 Salı
Enam Suresindeki İbrahim (a.s) Kıssasında Geçen "Heze Rabbi" İfadesinin Çevirileri Üzerine
İbrahim (a.s) gönderildiği kavminin işlediği şirk amellerinin yanlışlığını canını ortaya koyarak dile getiren elçilerden biri olarak, adı kıyamete kadar dillerde dolaşacak, şirk'e karşı olan duruşu ise bütün Müslümanlara örnek olacaktır. Onun kıssasının anlatıldığı Enam suresi içinde geçen ayetlerde kullandığı Heze Rabbi ifadesinin, İşte Rabbim bu dur şeklinde yapılan çevirilerinin, kıssa bütünlüğü ile uygunluk arz etmediğini, hatta bazı meal okuyucularında, İbrahim (a.s) ın bunları neden rab olarak kabul etmiş olmasının bazı soru işaretlerine neden olabileceğini dikkate alarak, bu ibarenin çevirisi üzerinde durmaya gayret edeceğiz.
İbrahim (a.s) ın Enam suresi içinde geçen kıssası şöyledir.
[006.074] İbrahim, babası Âzer'e: Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti.
İbrahim (a.s) ın babasına böyle bir söz söylemiş olması, gerçek rab ve ilah olarak kimin tanınması gerektiği konusunda bilgi sahibi olduğunu göstermektedir. Heze Rabbi ifadesinin çevirisinde, bu durumun dikkate alınması gerektiğini düşünmekteyiz.
[006.075] Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.
Enam s. 74. ayetinde babasına "Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum" diyerek, Allah dışındakilerin ilah ve rab olarak tanınmasının sapkınlık olduğunu bilen birisine, 75. ayette "kesin iman edenlerden olması için" denilmesi, bazı kimselerde, İbrahim (a.s) iman ediyor muydu yok etmiyor muydu? sorusunun sorulmasına neden olabilecektir.
Bu sorunun cevabını Bakara s. 260. ayetinde bulabiliriz. O ayetteki İbrahim (a.s) ın "Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" sözüne karşılık, Allah (c.c) nin ona "İnanmıyor musun?" diye sorduğunda, onun "İnandım, ancak kalbimin iyice yatışması için" şeklinde verdiği cevap, kafalarda oluşabilecek bir takım istifhamları ortadan kaldıracaktır. İbrahim (a.s) kesin iman etmekte, fakat bu imanının daha da perçinlenmesi, kavminin de bu yolla göklerin ve yerin melekutunun kimin olduğunu öğrenmesi için, Deneme Yanılma yöntemi diyebileceğimiz bir yol seçilmektedir.
[006.076] Gece basınca bir yıldız gördü, «heze rabbi!» dedi; yıldız batınca, «batanları sevmem» dedi.
[006.077] Ayı doğarken görünce, «heze rabbi!» dedi, batınca, «Rabbim beni doğruya eriştirmeseydi and olsun ki sapıklardan olurdum» dedi.
[006.078] Güneşi doğarken görünce «heze rabbi, bu daha büyük!» dedi; batınca, «Ey kavmim! Doğrusu ben ortak koştuklarınızdan uzağım» dedi.
Enam s. 76-77-78. ayetlerinde geçen Heze Rabbi ifadesinin, İbrahim (a.s) ın bunları rab olarak tanımadığını, onları inkar ettiğini dile getiren bir şekilde çevrilmesi, kıssanın bütünlüğü ile daha uygun olacağını düşünmekteyiz. Çünkü burada İbrahim (a.s) ın kavminin, Yıldız, Ay ve Güneş üzerinden hayata geçirdikleri bir şirk inancı mevcut olup, bu inancı ret eden İbrahim (a.s) ın söylediği, Heze Rabbi ifadesinin bu inancın yanlışlığını vurgulayan bir şekilde çevirisinin yapılması daha uygun düşecektir.
Musa (a.s) kıssasına baktığımızda, Musa (a.s) karşısında mağlup olan sihirbazların iman etmesini müteakip, Firavun tarafından onlara söylenen Ementüm bihi gable en ezene leküm....... (Araf s. 123- Taha s. 71- Şuara s.49) sözünün, sihirbazların imanını inkar eden bir anlama sahip olması, ve bu anlamın çevirilere "Ben size izin vermeden mi O'na inandınız?" , "Demek ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha" şeklindeki sihirbazların iman etmesine karşı çıkan anlamlarla doğru olarak yansıtılması örnek alınarak, İbrahim (a.s) ın Heze Rabbi sözüne de yansıtılması, daha isabetli olacaktır.
Enam s. 76-77-78. ayetlerinde geçen Heze Rabbi ifadesinin, İbrahim (a.s) ın kavminin şirkini inkar eden bir ifade dahilinde , Bu mu benim Rabbim?, Rabbim buymuş ha! gibi inkar ifadeleri şeklinde çevrilmesi kanaatimizce daha uygun düşmektedir.
Ali Fikri Yavuz:
Vakta ki İbrahim’in üzerini gece bürüdü, bir yıldız gördü: "- Bu mu benim Rabbim?!" dedi. Derken yıldız batıverince: "- Ben öyle batanları sevmem" dedi.
İbrahim (a.s) ın Enam suresi içinde geçen kıssası şöyledir.
[006.074] İbrahim, babası Âzer'e: Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti.
İbrahim (a.s) ın babasına böyle bir söz söylemiş olması, gerçek rab ve ilah olarak kimin tanınması gerektiği konusunda bilgi sahibi olduğunu göstermektedir. Heze Rabbi ifadesinin çevirisinde, bu durumun dikkate alınması gerektiğini düşünmekteyiz.
[006.075] Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.
Enam s. 74. ayetinde babasına "Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum" diyerek, Allah dışındakilerin ilah ve rab olarak tanınmasının sapkınlık olduğunu bilen birisine, 75. ayette "kesin iman edenlerden olması için" denilmesi, bazı kimselerde, İbrahim (a.s) iman ediyor muydu yok etmiyor muydu? sorusunun sorulmasına neden olabilecektir.
Bu sorunun cevabını Bakara s. 260. ayetinde bulabiliriz. O ayetteki İbrahim (a.s) ın "Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" sözüne karşılık, Allah (c.c) nin ona "İnanmıyor musun?" diye sorduğunda, onun "İnandım, ancak kalbimin iyice yatışması için" şeklinde verdiği cevap, kafalarda oluşabilecek bir takım istifhamları ortadan kaldıracaktır. İbrahim (a.s) kesin iman etmekte, fakat bu imanının daha da perçinlenmesi, kavminin de bu yolla göklerin ve yerin melekutunun kimin olduğunu öğrenmesi için, Deneme Yanılma yöntemi diyebileceğimiz bir yol seçilmektedir.
[006.076] Gece basınca bir yıldız gördü, «heze rabbi!» dedi; yıldız batınca, «batanları sevmem» dedi.
[006.077] Ayı doğarken görünce, «heze rabbi!» dedi, batınca, «Rabbim beni doğruya eriştirmeseydi and olsun ki sapıklardan olurdum» dedi.
[006.078] Güneşi doğarken görünce «heze rabbi, bu daha büyük!» dedi; batınca, «Ey kavmim! Doğrusu ben ortak koştuklarınızdan uzağım» dedi.
Enam s. 76-77-78. ayetlerinde geçen Heze Rabbi ifadesinin, İbrahim (a.s) ın bunları rab olarak tanımadığını, onları inkar ettiğini dile getiren bir şekilde çevrilmesi, kıssanın bütünlüğü ile daha uygun olacağını düşünmekteyiz. Çünkü burada İbrahim (a.s) ın kavminin, Yıldız, Ay ve Güneş üzerinden hayata geçirdikleri bir şirk inancı mevcut olup, bu inancı ret eden İbrahim (a.s) ın söylediği, Heze Rabbi ifadesinin bu inancın yanlışlığını vurgulayan bir şekilde çevirisinin yapılması daha uygun düşecektir.
Musa (a.s) kıssasına baktığımızda, Musa (a.s) karşısında mağlup olan sihirbazların iman etmesini müteakip, Firavun tarafından onlara söylenen Ementüm bihi gable en ezene leküm....... (Araf s. 123- Taha s. 71- Şuara s.49) sözünün, sihirbazların imanını inkar eden bir anlama sahip olması, ve bu anlamın çevirilere "Ben size izin vermeden mi O'na inandınız?" , "Demek ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha" şeklindeki sihirbazların iman etmesine karşı çıkan anlamlarla doğru olarak yansıtılması örnek alınarak, İbrahim (a.s) ın Heze Rabbi sözüne de yansıtılması, daha isabetli olacaktır.
Enam s. 76-77-78. ayetlerinde geçen Heze Rabbi ifadesinin, İbrahim (a.s) ın kavminin şirkini inkar eden bir ifade dahilinde , Bu mu benim Rabbim?, Rabbim buymuş ha! gibi inkar ifadeleri şeklinde çevrilmesi kanaatimizce daha uygun düşmektedir.
Ali Fikri Yavuz:
Vakta ki İbrahim’in üzerini gece bürüdü, bir yıldız gördü: "- Bu mu benim Rabbim?!" dedi. Derken yıldız batıverince: "- Ben öyle batanları sevmem" dedi.
Abdullah Parlıyan:
"Söyleyin, bu mu benim Rabbim?" Ama yıldız kaybolunca "Ben kaybolup, batıp giden şeyleri sevmem" dedi.
"Söyleyin, bu mu benim Rabbim?" Ama yıldız kaybolunca "Ben kaybolup, batıp giden şeyleri sevmem" dedi.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR."Söyleyin, bu mu benim Rabbim?" Ama yıldız kaybolunca "Ben kaybolup, batıp giden şeyleri sevmem" dedi
8 Kasım 2017 Çarşamba
Nisa s. 66. Ayetindeki "Uktülu Enfüseküm" Emrinin, "Kendinizi Öldürün" Şeklinde Yapılan Çevirileri Üzerine
Kur'an meallerinde bazı kelime veya deyimlerin maksada uygun bir şekilde çevrilmesi yerine, orjinal metne uygun olarak çevrilmiş olması, kullandığımız dil ile bazı çelişkiler arz etmektedir. Buna örnek olarak Nisa s. 66. ayetinde geçen Uktülu enfüseküm emrini verebiliriz. Bu emir bazı meallerde, Kendinizi öldürün şeklinde çevrilmekte, ve böyle bir emrin karşılığı bizim kullandığımız Türkçe de İntihar edin şeklinde bir anlama gelmektedir.
Hiç bir çevirmenin bu emrin karşılığının intihar etmek olduğunu iddia ettiğini söylememekle birlikte, böyle bir çevirinin, kullandığımız dilde böyle bir karşılığının olması, bazı meal okuyucularında, özellikle yeni yeni meal okumaya başlayanlarda kafa karışıklığına yol açabilmesi açısından uygun bir çeviri olmadığını söyleyebiliriz.
Ayet, Nisa s. 60. ayetinden gelen bir bağlama sahip olup, Müslümanlar içine sızmış olan münafıklar ile ilgilidir. Allah (c.c), onların üzerine kendilerine zor gelecek olan bazı emirleri farz kılacak olsaydı, bu emrini pek çoklarının kabul etmeyeceğini, pek azının kabul edeceğini bildirmektedir.
Bu emrin savaşmak emri ile ilgili olduğunu dikkate aldığımızda Uktülü enfüseküm emrinin, savaşmak sureti ile canları feda etmek ile alakalı olduğu anlaşılacaktır. Durum böyle olunca ilgili emrin de bu emri çağrıştıran ifadelerle çevrilmesi gerekecektir.
Ali Fikri Yavuz:
Eğer biz o münafıklara: “- Nefislerinizi cihad için öldürün, yahut yurdlarınızdan çıkın” diye bir farziyyet yükleseydik, içlerinizden pek azı müstesna, onu yapmazlardı. Onlar kendilerine öğüt verilen şeyleri yerine getirseydiler elbette bu, haklarında çok hayırlı ve imanlarını kökleştirme bakımından sağlam bir hareket olurdu.
Muhammed Esed:
Yukarıda verdiğimiz çeviri örneklerinde, ayet içinde geçen Uktülu enfüseküm emrinin, savaşmak emri ile alakası kurularak anlam verildiği görülmekte, bu doğrultuda yapılan meallerin, daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Hiç bir çevirmenin bu emrin karşılığının intihar etmek olduğunu iddia ettiğini söylememekle birlikte, böyle bir çevirinin, kullandığımız dilde böyle bir karşılığının olması, bazı meal okuyucularında, özellikle yeni yeni meal okumaya başlayanlarda kafa karışıklığına yol açabilmesi açısından uygun bir çeviri olmadığını söyleyebiliriz.
وَلَوْ أَنَّا كَتَبْنَا عَلَيْهِمْ أَنِ اقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ أَوِ اخْرُجُواْ مِن دِيَارِكُم مَّا فَعَلُوهُ إِلاَّ قَلِيلٌ مِّنْهُمْ وَلَوْ أَنَّهُمْ فَعَلُواْ مَا يُوعَظُونَ بِهِ لَكَانَ خَيْرًا لَّهُمْ وَأَشَدَّ تَثْبِيتًا
Bu ayetin yapılan bazı çevirileri şu şekildedir;
Ali Bulaç:
Eğer gerçekten biz, onlara: "Kendinizi öldürün ya da yurtlarınızdan çıkın" diye yazmış olsaydık, onlardan az bir bölümü dışında, bunu yapmazlardı. Onlar, kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, bu şüphesiz onlar için hayırlı ve daha sağlam olurdu.
Eğer gerçekten biz, onlara: "Kendinizi öldürün ya da yurtlarınızdan çıkın" diye yazmış olsaydık, onlardan az bir bölümü dışında, bunu yapmazlardı. Onlar, kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, bu şüphesiz onlar için hayırlı ve daha sağlam olurdu.
Süleyman Ateş :
Eğer onlara: "Kendinizi öldürün, ya da yurtlarınızdan çıkın!" diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Ama kendilerine öğütleneni yapsalardı, elbette kendileri için daha iyi ve daha sağlam olurdu.
Eğer onlara: "Kendinizi öldürün, ya da yurtlarınızdan çıkın!" diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Ama kendilerine öğütleneni yapsalardı, elbette kendileri için daha iyi ve daha sağlam olurdu.
Örnek olarak verdiğimiz meallerde, Uktülu enfüseküm emrinin, Kendinizi öldürün şeklinde çevrildiği görülmekte, böyle bir emrin bizim dilimizdeki karşılığı ise, İntihar edin anlamına gelmektedir. Böyle bir çevirinin bazı istifhamlara sebep olması bakımından uygun olduğunu söylemek maalesef zordur. Uygun olan çevirinin, emrin maksadına uygun bir çeviri olabileceğini söyleyebiliriz.
Ayet, Nisa s. 60. ayetinden gelen bir bağlama sahip olup, Müslümanlar içine sızmış olan münafıklar ile ilgilidir. Allah (c.c), onların üzerine kendilerine zor gelecek olan bazı emirleri farz kılacak olsaydı, bu emrini pek çoklarının kabul etmeyeceğini, pek azının kabul edeceğini bildirmektedir.
Bu emrin savaşmak emri ile ilgili olduğunu dikkate aldığımızda Uktülü enfüseküm emrinin, savaşmak sureti ile canları feda etmek ile alakalı olduğu anlaşılacaktır. Durum böyle olunca ilgili emrin de bu emri çağrıştıran ifadelerle çevrilmesi gerekecektir.
Ali Fikri Yavuz:
Eğer biz o münafıklara: “- Nefislerinizi cihad için öldürün, yahut yurdlarınızdan çıkın” diye bir farziyyet yükleseydik, içlerinizden pek azı müstesna, onu yapmazlardı. Onlar kendilerine öğüt verilen şeyleri yerine getirseydiler elbette bu, haklarında çok hayırlı ve imanlarını kökleştirme bakımından sağlam bir hareket olurdu.
Bayraktar Bayraklı :
Fakat biz onlara, “hayatlarınızı feda ediniz” yahut “yurtlarınızı terkediniz” diye emretmiş olsaydık, çok azı hariç, bunu yapmazlardı. Oysa tavsiye edilen şeyi yapmış olsalardı, bu, kesinlikle onların yararına olurdu ve onları daha güçlü kılardı.
Fakat biz onlara, “hayatlarınızı feda ediniz” yahut “yurtlarınızı terkediniz” diye emretmiş olsaydık, çok azı hariç, bunu yapmazlardı. Oysa tavsiye edilen şeyi yapmış olsalardı, bu, kesinlikle onların yararına olurdu ve onları daha güçlü kılardı.
Muhammed Esed:
Fakat biz onlara "Hayatlarınızı feda edin!" yahut "Yurtlarınızı terk edin!" diye emretmiş olsaydık, çok azı bunu yapardı. Oysa, tavsiye edilen şeyi yapmış olsalardı, bu, kesinlikle onların yararına olurdu ve onları (imanlarında) daha güçlü kılardı,
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Kasım 2017 Salı
Nisa s. 29. Ayetindeki "Ve la Taktülu Enfüseküm" Emrinin, "İntihar Etmeyiniz" Şeklinde Yapılan Çevirileri Üzerine
Kur'an'ın bir başka dile çevirisinde veya bazı ayetlerinin yorumlanmasında, ilgili ayetin bağlam ve bütünlük gözetilmeden çeviri veya yorumunun yapılmasından dolayı, ortaya bazı anlama sorunlarının çıktığı malumdur. Yazımızda Nisa s. 29. ayeti içinde geçen bir cümlenin, yapılan çeviri ve yorumlarında bağlam ve bütünlük gözetilmemesi ortaya çıkan bir soruna dikkat çekmeye çalışacağız.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إِلَّا أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ ۚ وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِكُمْ رَحِيمًا
Yazımıza konu edeceğimiz, Nisa s. 29. ayeti içinde geçen وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin bazı meallerde, Kendinizi öldürmeyiniz veya İntihar etmeyiniz şeklinde çevrilmiş olduğu, veya bazı tefsirlerde bu cümlenin intiharı yasakladığı konusunda görüşlere rastlanılmaktadır. Cümle içindeki Enfüseküm kelimesinin çevirisinin, Kendinizi veya Birbirinizi şeklinde her iki anlama da gelebileceği, fakat bu iki anlamdan hangisinin tercih edilebileceği meselesinde, kelimenin geçtiği ayetin bağlam ve bütünlüğüne dikkat edilmesi gereği önem kazanmaktadır.
Şimdi konuyu daha kolay anlayabilmek için وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin, İntihar etmeyiniz olarak çevrildiği bir meali ele alalım.
(Nisa s. 29) Ey imân etmiş olanlar! Mallarınızı aranızda bâtıl yere yemeyiniz. Meğer ki karşılıklı rızayla yapıları bir ticaret olsun. Ve kendinizi de öldürmeyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ sizlere rahîmdir.
Bu ayetteki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin intihar etmenin yasak olduğuna dair bir anlam dahilinde çevirmenin isabetli olup olmadığını, bir sonraki 30. ayetten anlamak mümkündür.
(Nisa s. 30) Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa; yakında onu cehenneme sokacağız. Bu Allah'a kolaydır.
Nisa s. 30. ayetindeki, "Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa" cümlesi, 29. ayetteki وَلَا تَقْتُلُواأَنْفُسَكُمْ cümlesine bağlanmakta, ilgili cümleyi Kendinizi öldürmeyin olarak bir çeviri tercihi yaptığımızda "Kim,zulüm ve düşmanlık ile kendisini öldürürse" anlamına gelmektedir. Böyle bir ifade, kendini öldürmenin veya intihar etmenin haklı bir gerekçeye dayanabileceği, yani zulüm ve düşmanlık harici bir durumda intihar etmenin meşru bir gerekçe olabileceği gibi anlam taşımaktadır. İnsanın kendisini öldürmesinin hiç bir surette haklı bir gerekçesi olamayacağına göre, 29. ayetteki Enfüseküm kelimesine Kendinizi anlamı değil, Birbirinizi anlamının verilmesi daha uygun olacaktır.
Şimdi Nisa s. 29. ayetindeki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesine, Birbirinizi öldürmeyin şeklinde bir anlam üzerinden konumuza devam edelim.
(Nisa s. 29) Ey iman edenler, mallarınızı, sizden karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaretten başka haksız 'nedenler ve yollarla (batılca) ' yemeyin. Ve birbirinizi de öldürmeyin. Şüphesiz, Allah, sizi çok esirgeyendir.
(Nisa s. 30) Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa; yakında onu cehenneme sokacağız. Bu Allah'a kolaydır.
29. ayetteki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin, Birbirinizi de öldürmeyin şeklinde çevrilmesinden sonra, bu cümleyi 30. ayet ile bağladığımızda, ortaya "Kim zulüm ve düşmanlık ile birbirini öldürürse" şeklinde bir anlam ortaya çıkacaktır. Yani Allah (c.c), iman edenlerin zulüm ve düşmanlık ile birbirini öldürmelerini yasaklamaktadır.
Bu sefer de, bir müminin diğer bir mümini öldürmesinin haklı bir gerekçesi olabileceği sorunu ortaya çıkacak, ve böyle bir durumun haklı bir gerekçesinin ne olabileceği sorusunun cevabı aranacaktır. Bu sorunun cevabı için Hucurat s. 9. ayetine gitmemiz gerekecektir.
(Hucurat s. 9) Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.
Hucurat s. 9. ayetinde, Mümin olarak vasıflandırılmış olan iki topluluğun aralarındaki savaşından bahsedilmektedir. Ayet, birbirleri ile savaşan iki mümin gurubun aralarının düzeltilmesini, iki mümin gurubun arasında barış sağlandıktan sonra, bir mümin gurup diğer mümin guruba saldırmak sureti ile barışı bozacak olursa, saldırgan olan mümin taraf ile savaşılarak, saldırgan gurubun yeniden barışa dönmesi emredilmektedir.
Böyle bir durumda ise, mümin bir gurubun diğer mümin bir gurubu öldürmesi söz konusu olmaktadır. Barışı bozan mümin taraf ile savaşılması gerektiği bizlere, bir müminin diğer bir mümini öldürmesinin meşru bir sebep dahilinde olabileceğini de göstermektedir.
Sonuç olarak; Nisa s. 29. ayetinde geçen أَنْفُسَكُمْ kelimesinin, Kendinizi veya Birbirinizi şeklinde her iki anlama da gelebileceği, bu iki anlamdan hangisinin daha uygun olacağı, ayetin bağlam ve bütünlüğünden anlaşılabilecektir. Bu kelimenin, Kendinizi şeklinde çevrilmesinin bağlam ve bütünlüğe uymadığı, Birbirinizi şeklinde çevrilmesinin bağlam ve bütünlüğe daha uygun olacağı görülmektedir.
Bu çalışmayı yapma amacımız, farklı şekilde çevrilmeye müsait olan bir kelimenin, hangi çevirisinin daha uygun olacağının, ayet ve Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak bulunabileceğini göstermeye çalışmaktır. Bir kelimenin uygun olmayan bir anlamının çeviriye dahil edilmesi, bir takım sorular ve müşkülat çıkarması açısından sakıncaları olduğu bilinmelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إِلَّا أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ ۚ وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِكُمْ رَحِيمًا
Yazımıza konu edeceğimiz, Nisa s. 29. ayeti içinde geçen وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin bazı meallerde, Kendinizi öldürmeyiniz veya İntihar etmeyiniz şeklinde çevrilmiş olduğu, veya bazı tefsirlerde bu cümlenin intiharı yasakladığı konusunda görüşlere rastlanılmaktadır. Cümle içindeki Enfüseküm kelimesinin çevirisinin, Kendinizi veya Birbirinizi şeklinde her iki anlama da gelebileceği, fakat bu iki anlamdan hangisinin tercih edilebileceği meselesinde, kelimenin geçtiği ayetin bağlam ve bütünlüğüne dikkat edilmesi gereği önem kazanmaktadır.
Şimdi konuyu daha kolay anlayabilmek için وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin, İntihar etmeyiniz olarak çevrildiği bir meali ele alalım.
(Nisa s. 29) Ey imân etmiş olanlar! Mallarınızı aranızda bâtıl yere yemeyiniz. Meğer ki karşılıklı rızayla yapıları bir ticaret olsun. Ve kendinizi de öldürmeyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ sizlere rahîmdir.
Bu ayetteki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin intihar etmenin yasak olduğuna dair bir anlam dahilinde çevirmenin isabetli olup olmadığını, bir sonraki 30. ayetten anlamak mümkündür.
(Nisa s. 30) Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa; yakında onu cehenneme sokacağız. Bu Allah'a kolaydır.
Nisa s. 30. ayetindeki, "Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa" cümlesi, 29. ayetteki وَلَا تَقْتُلُواأَنْفُسَكُمْ cümlesine bağlanmakta, ilgili cümleyi Kendinizi öldürmeyin olarak bir çeviri tercihi yaptığımızda "Kim,zulüm ve düşmanlık ile kendisini öldürürse" anlamına gelmektedir. Böyle bir ifade, kendini öldürmenin veya intihar etmenin haklı bir gerekçeye dayanabileceği, yani zulüm ve düşmanlık harici bir durumda intihar etmenin meşru bir gerekçe olabileceği gibi anlam taşımaktadır. İnsanın kendisini öldürmesinin hiç bir surette haklı bir gerekçesi olamayacağına göre, 29. ayetteki Enfüseküm kelimesine Kendinizi anlamı değil, Birbirinizi anlamının verilmesi daha uygun olacaktır.
Şimdi Nisa s. 29. ayetindeki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesine, Birbirinizi öldürmeyin şeklinde bir anlam üzerinden konumuza devam edelim.
(Nisa s. 29) Ey iman edenler, mallarınızı, sizden karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaretten başka haksız 'nedenler ve yollarla (batılca) ' yemeyin. Ve birbirinizi de öldürmeyin. Şüphesiz, Allah, sizi çok esirgeyendir.
(Nisa s. 30) Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa; yakında onu cehenneme sokacağız. Bu Allah'a kolaydır.
29. ayetteki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin, Birbirinizi de öldürmeyin şeklinde çevrilmesinden sonra, bu cümleyi 30. ayet ile bağladığımızda, ortaya "Kim zulüm ve düşmanlık ile birbirini öldürürse" şeklinde bir anlam ortaya çıkacaktır. Yani Allah (c.c), iman edenlerin zulüm ve düşmanlık ile birbirini öldürmelerini yasaklamaktadır.
Bu sefer de, bir müminin diğer bir mümini öldürmesinin haklı bir gerekçesi olabileceği sorunu ortaya çıkacak, ve böyle bir durumun haklı bir gerekçesinin ne olabileceği sorusunun cevabı aranacaktır. Bu sorunun cevabı için Hucurat s. 9. ayetine gitmemiz gerekecektir.
(Hucurat s. 9) Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.
Hucurat s. 9. ayetinde, Mümin olarak vasıflandırılmış olan iki topluluğun aralarındaki savaşından bahsedilmektedir. Ayet, birbirleri ile savaşan iki mümin gurubun aralarının düzeltilmesini, iki mümin gurubun arasında barış sağlandıktan sonra, bir mümin gurup diğer mümin guruba saldırmak sureti ile barışı bozacak olursa, saldırgan olan mümin taraf ile savaşılarak, saldırgan gurubun yeniden barışa dönmesi emredilmektedir.
Böyle bir durumda ise, mümin bir gurubun diğer mümin bir gurubu öldürmesi söz konusu olmaktadır. Barışı bozan mümin taraf ile savaşılması gerektiği bizlere, bir müminin diğer bir mümini öldürmesinin meşru bir sebep dahilinde olabileceğini de göstermektedir.
Sonuç olarak; Nisa s. 29. ayetinde geçen أَنْفُسَكُمْ kelimesinin, Kendinizi veya Birbirinizi şeklinde her iki anlama da gelebileceği, bu iki anlamdan hangisinin daha uygun olacağı, ayetin bağlam ve bütünlüğünden anlaşılabilecektir. Bu kelimenin, Kendinizi şeklinde çevrilmesinin bağlam ve bütünlüğe uymadığı, Birbirinizi şeklinde çevrilmesinin bağlam ve bütünlüğe daha uygun olacağı görülmektedir.
Bu çalışmayı yapma amacımız, farklı şekilde çevrilmeye müsait olan bir kelimenin, hangi çevirisinin daha uygun olacağının, ayet ve Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak bulunabileceğini göstermeye çalışmaktır. Bir kelimenin uygun olmayan bir anlamının çeviriye dahil edilmesi, bir takım sorular ve müşkülat çıkarması açısından sakıncaları olduğu bilinmelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
3 Kasım 2017 Cuma
Al-i İmran s. 104. Ayetinin Çevirileri Üzerine Bir Mülahaza
Kendisini çelişkisiz bir kitap olarak tanımlayan (Nisa s. 82- Kehf s. 1) Kur'an'ın, Türkçeye yapılmış çevirilerinde, bazı ayetler arasında çelişki varmış gibi bir durum oluştuğu, meal okuyucularının bir çoğu tarafından teşhis edilmektedir. Böyle bir duruma, çevirenin Kur'an bütünlüğüne olan hakimiyetsizliği veya ön yargıları gibi etkenlerin neden olduğu da bir gerçektir.
Yazımızda Al-i İmran s. 104. ayetinin çevirilerini örnek vererek, muhtemel bir çelişki iddiasına kapı aralayacak iddianın, bu ayetin nasıl bir çevirisi ile aşılabileceğine dikkat çekmeye çalışacağız.
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ ۚ وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Bu ayetin ağırlıklı olarak yapılan çevirileri şu şekildedir.
Sizden, hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.
Böyle bir çeviriden, iyiliği emredip kötülükten nehyetmenin müminlerin içinden belirli bir topluluğa verildiği, dolayısı ile müminler içinden başka bir gurubun bu emrin muhatabı olmaktan çıktığı anlaşılabilir. Halbuki aynı surenin 110. ayetini okuyan bir kimse, 104. ayet ile 110. ayet arasında çelişkili bir durum olduğunu görecek, kalbinde hastalık olanlar mal bulmuş mağribi misali Kur'an'da çelişki olduğunu iddia etmeye yeltenecek, bu konuda art niyeti olmayanlar ise, bu müşkülün nasıl aşılabileceğini düşüneceklerdir.
Çünkü 104. ayet iyiliği emredip kötülükten nehyetmeyi belirli bir guruba tahsis ederken, 110. ayet iyiliği emredip kötülükten nehyetmeyi bütün müminlere tahsis etmektedir.
كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ
بِاللَّهِ ۗ وَلَوْ آمَنَ أَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ ۚ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
[003.110] Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslâm'a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz. Kitap Ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır.
Al-i İmran s. 110. ayetine baktığımızda iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevi ile bütün iman iman edenlerin muhatap olduğu anlaşılmaktadır.
Öyleyse Al-i İmran s. 104. ayetine öyle bir anlam verilmelidir ki, 110. ayet ile arasında çelişkili bir durum arz etmesin, iyiliği emretmek kötülükten nehyetmek görevi ile tüm müminlerin muhatap olduğu anlaşılabilsin. Al-i İmran s. 104. ayetinin çevirisi kısmıyet ifade eden bir şekilde değil, külliyet ifade eden bir şekilde yapıldığında daha doğru olacaktır.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz çevirilerde Erhan Aktaş ve Mustafa İslamoğlu'nun bu ayrıntıya dikkat eden bir çeviri yaptığını gördük.
Erhan Aktaş Meali.
--Al-i İmran s. 104- Siz, hayra çağıran, iyiliği öğütleyip, kötülükten alıkoyan bir ümmet olun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Mustafa İslamoğlu Meali.
--Al-i İmran s. 104- Öyleyse sizler hayra çağıran, meşru ve iyi olanı öneren, kötü ve yanlış olandan da sakındıran (Ümmet olmanın gereğini yapan) bir ümmet olun! İşte onlardır ebedi saadete erecek olanlar.
Mustafa İslamoğlu:
Öyleyse sizler hayra çağıran, meşru ve iyi olanı öneren, kötü ve yanlış olandan da sakındıran, (ümmet olmanın gereğini yapan) bir ümmet olun! İşte onlardır ebedi saadete erecek olanlar.
Erhan Aktaş ve Mustafa İslamoğlu tarafından yapılan çeviriler, aynı surenin 110. ayeti ile uyum gösteren, yani kısmıyet değil külliyet ifade eden, kalbinde hastalık olanların herhangi bir bahane bulamayacağı, dikkatli meal okuyucularının ise 104. ve 110. ayet arasında müşkül bir durum göremeyeceği şekilde yapılan bir çeviridir. Böyle bir ayrıntıya dikkat çekme amacımız Kur'an meali yapmaya soyunanların dikkatini çekmek, bir ayetin çevirisinin diğer bir ayet ile çelişki arz eder bir duruma düşürmeden yapmaları gerektiğinin önemini göstermeye çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yazımızda Al-i İmran s. 104. ayetinin çevirilerini örnek vererek, muhtemel bir çelişki iddiasına kapı aralayacak iddianın, bu ayetin nasıl bir çevirisi ile aşılabileceğine dikkat çekmeye çalışacağız.
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ ۚ وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Bu ayetin ağırlıklı olarak yapılan çevirileri şu şekildedir.
Sizden, hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.
Böyle bir çeviriden, iyiliği emredip kötülükten nehyetmenin müminlerin içinden belirli bir topluluğa verildiği, dolayısı ile müminler içinden başka bir gurubun bu emrin muhatabı olmaktan çıktığı anlaşılabilir. Halbuki aynı surenin 110. ayetini okuyan bir kimse, 104. ayet ile 110. ayet arasında çelişkili bir durum olduğunu görecek, kalbinde hastalık olanlar mal bulmuş mağribi misali Kur'an'da çelişki olduğunu iddia etmeye yeltenecek, bu konuda art niyeti olmayanlar ise, bu müşkülün nasıl aşılabileceğini düşüneceklerdir.
Çünkü 104. ayet iyiliği emredip kötülükten nehyetmeyi belirli bir guruba tahsis ederken, 110. ayet iyiliği emredip kötülükten nehyetmeyi bütün müminlere tahsis etmektedir.
كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ
بِاللَّهِ ۗ وَلَوْ آمَنَ أَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ ۚ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
[003.110] Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslâm'a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz. Kitap Ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır.
Al-i İmran s. 110. ayetine baktığımızda iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevi ile bütün iman iman edenlerin muhatap olduğu anlaşılmaktadır.
Öyleyse Al-i İmran s. 104. ayetine öyle bir anlam verilmelidir ki, 110. ayet ile arasında çelişkili bir durum arz etmesin, iyiliği emretmek kötülükten nehyetmek görevi ile tüm müminlerin muhatap olduğu anlaşılabilsin. Al-i İmran s. 104. ayetinin çevirisi kısmıyet ifade eden bir şekilde değil, külliyet ifade eden bir şekilde yapıldığında daha doğru olacaktır.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz çevirilerde Erhan Aktaş ve Mustafa İslamoğlu'nun bu ayrıntıya dikkat eden bir çeviri yaptığını gördük.
Erhan Aktaş Meali.
--Al-i İmran s. 104- Siz, hayra çağıran, iyiliği öğütleyip, kötülükten alıkoyan bir ümmet olun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Mustafa İslamoğlu Meali.
--Al-i İmran s. 104- Öyleyse sizler hayra çağıran, meşru ve iyi olanı öneren, kötü ve yanlış olandan da sakındıran (Ümmet olmanın gereğini yapan) bir ümmet olun! İşte onlardır ebedi saadete erecek olanlar.
Mustafa İslamoğlu:
Öyleyse sizler hayra çağıran, meşru ve iyi olanı öneren, kötü ve yanlış olandan da sakındıran, (ümmet olmanın gereğini yapan) bir ümmet olun! İşte onlardır ebedi saadete erecek olanlar.
Erhan Aktaş ve Mustafa İslamoğlu tarafından yapılan çeviriler, aynı surenin 110. ayeti ile uyum gösteren, yani kısmıyet değil külliyet ifade eden, kalbinde hastalık olanların herhangi bir bahane bulamayacağı, dikkatli meal okuyucularının ise 104. ve 110. ayet arasında müşkül bir durum göremeyeceği şekilde yapılan bir çeviridir. Böyle bir ayrıntıya dikkat çekme amacımız Kur'an meali yapmaya soyunanların dikkatini çekmek, bir ayetin çevirisinin diğer bir ayet ile çelişki arz eder bir duruma düşürmeden yapmaları gerektiğinin önemini göstermeye çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
2 Ekim 2017 Pazartesi
Recm Cezası Örneğinde Allah'ın Ayetlerinin Geçersiz Kılınması ve Bu Cezanın Kur'an Ayeti Olduğu İftirası Üzerine Bir mülahaza
Bugün bir çok Müslümana şayet, "İslam hukukunda zina eden evli bir erkek ile, evli bir kadının cezası nedir?" diye sorulacak olsa alınacak olan cevap, "Recm edilmek yani taşlanarak öldürülmek" şeklinde olacaktır. Ancak Kur'an zina eden kimseler için böyle bir ceza emretmemekte, fakat bu ceza Kur'an'da böyle bir ayetin inmiş olduğu, Muhammed (a.s) ın vefatı sırasında bu ayetin yazılı olduğu sayfaların keçi tarafından yenmesi sureti ile Kur'an'a konulmadığı gibi, neresinden baksanız yalan ve iftira olan bir rivayetle desteklenerek, veya bu cezanın Muhammed (a.s) tarafından uygulandığı iddia edilerek, İslam hukuku içine sokulmuş, dahası bu cezayı ret etmek ise küfrü gerektiren bir cürüm haline sokulmuştur.
Yazımızın konusu, bu ceza örneğinde Allah'ın ayetlerinin geçersiz kılınmasına nasıl kılıflar geçirildiğini ortaya koymaya çalışmak olacaktır.
Recm cezasının Kur'an'a rağmen İslam hukuku içine sokulmasının yollarından birisinin, bu cezanın ayet olarak indiği şeklinde bir iddia ile gerçekleştiğini yukarıda söylemiştik. Elimizdeki mushaf içinde olmayan bu ayet, Nesh Teorisi ile işler hale getirilmiştir. Bilindiği gibi bu teoride Metni mensuh hükmü baki şeklinde bir kategori bulunmaktadır. Bu kategorinin açılma sebebi ise sadece recm cezasının Allah'ın bir ayeti olduğu inancını sağlamlaştırmak amaçlıdır.
Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) a indirdiği iddia edilen ve keçinin yediği !! recm ayeti rivayetlerde şu şekildedir;
Evli erkek (eşşeyhü) ve evli kadın (eşşeyhetü) zina ederlerse, Allah'tan bir ceza olmak üzere onları recm edin. Allah aziz ve hakimdir.
İddia, bu mealdeki bir ayetin Allah (c.c) tarafından indirildiği, fakat Muhammed (a.s) ın vefatı sırasındaki telaştan dolayı, Aişe validemizin yatağının altında yazılı bulunan bu ayetin keçi tarafından yendiği, bundan dolayı metninin mushaf içinde olmasa dahi, hükmünün geçerli bir ayet olarak yürürlükte olması gerektiği yönündedir.
[004.082] Onlar halâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilâflar) bulacaklardı.
Bu iddia bir çok yönden ele alınarak ne kadar yalan ve iftira ile dolu olduğu ortaya konulabilir. Biz konuyu Kur'an'ın çelişkisiz bir kitap olması yönünden ele almaya, Nur s. içinde bulunan zina ile ilgili ayetlerin evlileri de kapsadığını ortaya koymaya çalışarak, eğer böyle bir ayet inmiş olsa idi ki inmesi imkansızdır, Kur'an'ın kendi içinde çelişki barındıran bir kitap durumuna düşeceğine dikkat çekmeye çalışacağız.
[024.001] Bu, indirip, hükümlerini kesinleştirdiğimiz suredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık ayetler indirdik.
Nur s, 1. ayetinde Allah (c.c) bu sure için Faradnahe yani hükümlerini kesinleştirdiğini buyurmaktadır. Bu ikaz konumuz olan aynı sure içindeki zina hükümlerini içeren ayetler içinde geçerli olduğu asla unutulmamalıdır.
الزَّانِيَةُ وَالزَّانِي فَاجْلِدُوا كُلَّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا مِائَةَ جَلْدَةٍ ۖ وَلَا تَأْخُذْكُمْ بِهِمَا رَأْفَةٌ فِي
دِينِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ۖ وَلْيَشْهَدْ عَذَابَهُمَا طَائِفَةٌ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
[024.002] Zaniye ve zanî, hemen bunlardan her birine yüz değnek vurun, Allahın dininde bunlara bir acıyacağız tutmasın, Allaha ve Âhıret gününe gerçekten inanıyorsanız, hem mü'minlerden bir taife azâblarına şâhid olsun
Hükümlerinin kesinleştirildiği beyan edilen surenin 2. ayeti, zina eden kadın ve erkeğe verilecek cezayı bildirmektedir. Zina eden kadın ve erkeğe verilecek olan ceza, ayette 100 değnek olarak bildirilmektedir.
Ancak bu cezanın bekar olanları kapsadığı, evli olanlar için ayrı bir ayet indiği, inen bu ayetin başına neler geldiği !! herkesçe malumdur. Biz bir an için recm ayetinin Allah (c.c) tarafından indirilmiş olduğunu, elimizdeki mushafın herhangi bir suresinin içinde olduğunu farz ederek, Nur s. içindeki diğer ayetlerde evli olan bir kimsenin zina cezasının nasıl olduğunu görmeye çalışalım.
[024.006] Kendi eşlerine (zina suçu) atan ve kendileri dışında şahidleri bulunmayanlar ise, onlardan da her birinin şahidliği, Allah adına dört (kere yemin) ile kendisinin hiç şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna şahidlik etmektedir.
[024.007] Beşinci defada da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lanetinin kendi boynuna olmasını ifade etmelidir.
Nur s. 6. ayetinden itibaren, eşleri hakkında zina isnadında bulunan, fakat eşlerinin ceza görmesi için gerekli olan 4 şahidi bulunmayanlar için gerekli olan prosedür beyan edilmekte, zina eden evlinin cezası da bu ayetler içinden çıkmaktadır. Eşinin zina ettiğine dair 4 şahidi olmayan kimse, bu şahitler yerine kendisi 4 defa yemin edecektir. Ayetteki olay karısı zina eden bir erkekmiş gibi anlatılmış, fakat aynı durum kocası zina eden bir kadın için de geçerlidir.
وَيَدْرَأُ عَنْهَا الْعَذَابَ أَنْ تَشْهَدَ أَرْبَعَ شَهَادَاتٍ بِاللَّهِ ۙ إِنَّهُ لَمِنَ الْكَاذِبِينَ
[024.008] Kadının dört defa: «Allah'a yemin ederim ki, o muhakkak yalancılardandır!» diye şahitlik etmesi kendisinden azabı kaldırır.
[024.009] Beşincisinde ise, eğer o (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını ister.
Nur s. 8. ve 9. ayetlerde, kendisine zina isnadında bulunulan kadın şayet 4 defa zina yapmadığına dair yemin ederse, zina cezası almaktan kurtulmaktadır.
Burada şöyle bir soru sorulmalıdır, bu soruya alacağımız cevap, Kur'an'ın evli kadın ve erkek zaniye verdiği cezayı ortaya çıkaracaktır.
Eğer bu kadın zina ettiğini itiraf etmiş olsaydı alacağı ceza ne olacaktı?
Bu sorunun cevabı için surenin 2. ayetinde geçen ve zina eden kadın ve erkeğe verilen 100 değnek cezası için kullanılan, ve bu cezanın açık bir alanda ve herkesin görebileceği bir şekilde olmasını emreden cümle içinde geçen Azabehuma kelimesi anahtar bir mahiyet arz etmektedir.
Nur s. 8. ayetine baktığımızda zina etmediğine dair yemin etmesinin o kadından cezayı kaldıracağı bildirilmekte, bu beyanın Arapça metni ise, Ve yedreu anhel azabe şeklindedir.
Burada şöyle bir sorulacaktır;
Kadından kalkan azap yani ceza, hangi cezadır?
Cevap= Nur s. 2. ayetinde geçen Azabehüma kelimesi 100 değnek cezasının ifade ettiğine göre, Nur s. 8. ayetinde geçen kendisine yapılan zina isnadını ret eden kadından kalkan ceza 100 değnek cezasıdır.
YANİ EVLİ KADIN ŞAYET ZİNA ETTİĞİNİ İTİRAF ETMİŞ OLSAYDI, ALACAĞI CEZA 100 DEĞNEK CEZASI OLUP, KENDİSİNE YAPILAN ZİNA İSNADINI RET ETMEK SURETİ İLE İTİRAFI HALİNDE ONA UYGULANACAK OLAN 100 DEĞNEK CEZASI ONDAN KALKMIŞTIR.
Şimdi soruyoruz, Allah (c.c) zina eden kadın ve erkeğin, evli veya bekar olduğuna bakmadan, 100 değnek ile cezalandırılması hükmünü kesinleştirdiğine göre (Nur s.1 ayet), aynı kitap içinde zina eden evliler için ayrı bir ayet indiğini iddia etmek, Kur'an'da çelişki olduğu iftirasını atmak değil midir?. Recm cezasını savunmak demek, aynı zamanda Kur'an'a karşı yapılmış bir çelişki isnadını da savunmak anlamına gelmektedir.
Recm cezası, Allah'ın ayetlerinin nasıl işlevsiz bırakılabileceğine dair verilebilecek bir örnektir. Allah (c.c) nin zina suçuna verdiği cezayı beğenmeyerek, farklı ceza uygulaması isteklerinin Allah'ın ayetlerine ve elçisine yalan iftiralar düzmek sureti ile İslami bir kılıf uydurma çalışmaları, biz Müslümanların yüz karalarından bir tanesidir. Nur s. 2. ayetine bakıldığında bu cezanın Allah'ın Dini olduğu beyan edilmektedir. Bu cezanın dışında bir cezayı dine yamamaya kalkmak, Allah'ın dininin üzerine din bina etmeye çalışmaktan başka bir şey değildir.
İşin daha acı bir yönü ise, recm cezasını kabul etmeyenlerin, Kafir, Zındık, Hadis sünnet inkarcısı gibi yaftalarla suçlanmış olmasıdır. Yine işin daha ahlaksızca bir yönü ise, recm cezasını ret edenlerin zina etmeyi meşru gören, fakat bu suçun cezasının bu kadar ağır olmasını istemeyenler oldukları iddiasıdır.
Ayrıca bu cezanın Muhammed (a.s) tarafından uygulandığı iddiaları da, ona yapılmış ayrı bir iftiradır. Kendisine inen kitabın ayetlerinin hükmüne aykırı hareket eden bir elçi portresini Muhammed (a.s) için düşünmek, ona yapılmış en büyük iftiralardan birisidir. Recm cezası neresinden tutsak maalesef elimizde kalmaktadır.
Recm konusu aynı zamanda biz Müslümanlar için Kur'an'ın ne ifade ettiğini de ortaya koyan bir imtihan konusudur. Kur'an'ın beyan ettiği bir cezanın karşısına başka bir ceza ile çıkmak demek olan recm cezası, bu cezayı savunanların Kur'an'ı nasıl arkalarına attıklarının canlı bir örneğidir.
Mütevatir sünnet Kur'an ayetini nesheder şeklinde bir hezeyan dolu iddia ise, recm cezasını meşrulaştırmak için ortaya atılmış iddialardan bir tanesidir. Kur'an'a aykırı hareket ettiği iftirası ortaya atılan Muhammed (a.s) ın recmi uyguladığı iddiası, bu konudaki Kur'an ayetinin hükmünü kaldırabileceği tezinin ortaya atılmasına sebep olmuştur. Yani Muhammed (a.s) Allah'ın zina konusundaki cezasını az görerek, daha etkili bir ceza uygulamış, ve bu ceza ile Kur'an ayetinin hükmünü kaldırma yetkisi olduğu zannı yayılmaya çalışılmıştır.
Yine bu cezanın Tevrat'ta olduğu, Nur s. 2. ayeti gelene kadar, Muhammed (a.s) ın recm cezasını uyguladığı, ayet indikten sonra bu cezayı uygulamadığı iddiaları ortaya atılmaktadır. Başka bir yazıda bu konuyu ele almaya çalıştığımız için burada sadece recm cezasının Tevrat'ta Allah (c.c) tarafından indirilen bir ceza olmadığı, şayet var ise İsrailoğullarının böyle bir cezayı Tevrat'a dahil etmiş olmalarının kuvvetli bir ihitmal olduğunu, burada kısaca söylemek istiyoruz.
Sonuç olarak; Kur'an zina eden kadın ve erkeğe evli bekar ayrımı yapmadan 100 değnek cezası vermiş olmasına rağmen, bu cezanın bekarlar için geçerli olduğu, evliler için recm cezası uygulanması gerektiği, İslam dünyasında yaygın olan bir görüştür.
Allah'ın evliler için ayrı bir ayet indirdiği, bu ayetin mushafta metni olmasa dahi hükmünün geçerli olduğu iddiası, akıllara zarar bir teori ile ortaya konulmakta, fakat bu teorinin yol açtığı tehlikeler görmezden gelinmektedir. Böyle bir iddianın yol açtığı tehlikelerden sadece bir tanesi, Allah'ın çelişkisiz bir kitap olarak beyan ettiği kitabına karşı, o kitapta çelişki olduğu iddiası olup, bu tehlikenin ne yazıktır ki farkına dahi varılmamakta, bu cezayı ret edenler tekfir edilmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yazımızın konusu, bu ceza örneğinde Allah'ın ayetlerinin geçersiz kılınmasına nasıl kılıflar geçirildiğini ortaya koymaya çalışmak olacaktır.
Recm cezasının Kur'an'a rağmen İslam hukuku içine sokulmasının yollarından birisinin, bu cezanın ayet olarak indiği şeklinde bir iddia ile gerçekleştiğini yukarıda söylemiştik. Elimizdeki mushaf içinde olmayan bu ayet, Nesh Teorisi ile işler hale getirilmiştir. Bilindiği gibi bu teoride Metni mensuh hükmü baki şeklinde bir kategori bulunmaktadır. Bu kategorinin açılma sebebi ise sadece recm cezasının Allah'ın bir ayeti olduğu inancını sağlamlaştırmak amaçlıdır.
Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) a indirdiği iddia edilen ve keçinin yediği !! recm ayeti rivayetlerde şu şekildedir;
Evli erkek (eşşeyhü) ve evli kadın (eşşeyhetü) zina ederlerse, Allah'tan bir ceza olmak üzere onları recm edin. Allah aziz ve hakimdir.
İddia, bu mealdeki bir ayetin Allah (c.c) tarafından indirildiği, fakat Muhammed (a.s) ın vefatı sırasındaki telaştan dolayı, Aişe validemizin yatağının altında yazılı bulunan bu ayetin keçi tarafından yendiği, bundan dolayı metninin mushaf içinde olmasa dahi, hükmünün geçerli bir ayet olarak yürürlükte olması gerektiği yönündedir.
[004.082] Onlar halâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilâflar) bulacaklardı.
Bu iddia bir çok yönden ele alınarak ne kadar yalan ve iftira ile dolu olduğu ortaya konulabilir. Biz konuyu Kur'an'ın çelişkisiz bir kitap olması yönünden ele almaya, Nur s. içinde bulunan zina ile ilgili ayetlerin evlileri de kapsadığını ortaya koymaya çalışarak, eğer böyle bir ayet inmiş olsa idi ki inmesi imkansızdır, Kur'an'ın kendi içinde çelişki barındıran bir kitap durumuna düşeceğine dikkat çekmeye çalışacağız.
[024.001] Bu, indirip, hükümlerini kesinleştirdiğimiz suredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık ayetler indirdik.
Nur s, 1. ayetinde Allah (c.c) bu sure için Faradnahe yani hükümlerini kesinleştirdiğini buyurmaktadır. Bu ikaz konumuz olan aynı sure içindeki zina hükümlerini içeren ayetler içinde geçerli olduğu asla unutulmamalıdır.
الزَّانِيَةُ وَالزَّانِي فَاجْلِدُوا كُلَّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا مِائَةَ جَلْدَةٍ ۖ وَلَا تَأْخُذْكُمْ بِهِمَا رَأْفَةٌ فِي
دِينِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ۖ وَلْيَشْهَدْ عَذَابَهُمَا طَائِفَةٌ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
[024.002] Zaniye ve zanî, hemen bunlardan her birine yüz değnek vurun, Allahın dininde bunlara bir acıyacağız tutmasın, Allaha ve Âhıret gününe gerçekten inanıyorsanız, hem mü'minlerden bir taife azâblarına şâhid olsun
Hükümlerinin kesinleştirildiği beyan edilen surenin 2. ayeti, zina eden kadın ve erkeğe verilecek cezayı bildirmektedir. Zina eden kadın ve erkeğe verilecek olan ceza, ayette 100 değnek olarak bildirilmektedir.
Ancak bu cezanın bekar olanları kapsadığı, evli olanlar için ayrı bir ayet indiği, inen bu ayetin başına neler geldiği !! herkesçe malumdur. Biz bir an için recm ayetinin Allah (c.c) tarafından indirilmiş olduğunu, elimizdeki mushafın herhangi bir suresinin içinde olduğunu farz ederek, Nur s. içindeki diğer ayetlerde evli olan bir kimsenin zina cezasının nasıl olduğunu görmeye çalışalım.
[024.006] Kendi eşlerine (zina suçu) atan ve kendileri dışında şahidleri bulunmayanlar ise, onlardan da her birinin şahidliği, Allah adına dört (kere yemin) ile kendisinin hiç şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna şahidlik etmektedir.
[024.007] Beşinci defada da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lanetinin kendi boynuna olmasını ifade etmelidir.
Nur s. 6. ayetinden itibaren, eşleri hakkında zina isnadında bulunan, fakat eşlerinin ceza görmesi için gerekli olan 4 şahidi bulunmayanlar için gerekli olan prosedür beyan edilmekte, zina eden evlinin cezası da bu ayetler içinden çıkmaktadır. Eşinin zina ettiğine dair 4 şahidi olmayan kimse, bu şahitler yerine kendisi 4 defa yemin edecektir. Ayetteki olay karısı zina eden bir erkekmiş gibi anlatılmış, fakat aynı durum kocası zina eden bir kadın için de geçerlidir.
وَيَدْرَأُ عَنْهَا الْعَذَابَ أَنْ تَشْهَدَ أَرْبَعَ شَهَادَاتٍ بِاللَّهِ ۙ إِنَّهُ لَمِنَ الْكَاذِبِينَ
[024.008] Kadının dört defa: «Allah'a yemin ederim ki, o muhakkak yalancılardandır!» diye şahitlik etmesi kendisinden azabı kaldırır.
[024.009] Beşincisinde ise, eğer o (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını ister.
Nur s. 8. ve 9. ayetlerde, kendisine zina isnadında bulunulan kadın şayet 4 defa zina yapmadığına dair yemin ederse, zina cezası almaktan kurtulmaktadır.
Burada şöyle bir soru sorulmalıdır, bu soruya alacağımız cevap, Kur'an'ın evli kadın ve erkek zaniye verdiği cezayı ortaya çıkaracaktır.
Eğer bu kadın zina ettiğini itiraf etmiş olsaydı alacağı ceza ne olacaktı?
Bu sorunun cevabı için surenin 2. ayetinde geçen ve zina eden kadın ve erkeğe verilen 100 değnek cezası için kullanılan, ve bu cezanın açık bir alanda ve herkesin görebileceği bir şekilde olmasını emreden cümle içinde geçen Azabehuma kelimesi anahtar bir mahiyet arz etmektedir.
Nur s. 8. ayetine baktığımızda zina etmediğine dair yemin etmesinin o kadından cezayı kaldıracağı bildirilmekte, bu beyanın Arapça metni ise, Ve yedreu anhel azabe şeklindedir.
Burada şöyle bir sorulacaktır;
Kadından kalkan azap yani ceza, hangi cezadır?
Cevap= Nur s. 2. ayetinde geçen Azabehüma kelimesi 100 değnek cezasının ifade ettiğine göre, Nur s. 8. ayetinde geçen kendisine yapılan zina isnadını ret eden kadından kalkan ceza 100 değnek cezasıdır.
YANİ EVLİ KADIN ŞAYET ZİNA ETTİĞİNİ İTİRAF ETMİŞ OLSAYDI, ALACAĞI CEZA 100 DEĞNEK CEZASI OLUP, KENDİSİNE YAPILAN ZİNA İSNADINI RET ETMEK SURETİ İLE İTİRAFI HALİNDE ONA UYGULANACAK OLAN 100 DEĞNEK CEZASI ONDAN KALKMIŞTIR.
Şimdi soruyoruz, Allah (c.c) zina eden kadın ve erkeğin, evli veya bekar olduğuna bakmadan, 100 değnek ile cezalandırılması hükmünü kesinleştirdiğine göre (Nur s.1 ayet), aynı kitap içinde zina eden evliler için ayrı bir ayet indiğini iddia etmek, Kur'an'da çelişki olduğu iftirasını atmak değil midir?. Recm cezasını savunmak demek, aynı zamanda Kur'an'a karşı yapılmış bir çelişki isnadını da savunmak anlamına gelmektedir.
Recm cezası, Allah'ın ayetlerinin nasıl işlevsiz bırakılabileceğine dair verilebilecek bir örnektir. Allah (c.c) nin zina suçuna verdiği cezayı beğenmeyerek, farklı ceza uygulaması isteklerinin Allah'ın ayetlerine ve elçisine yalan iftiralar düzmek sureti ile İslami bir kılıf uydurma çalışmaları, biz Müslümanların yüz karalarından bir tanesidir. Nur s. 2. ayetine bakıldığında bu cezanın Allah'ın Dini olduğu beyan edilmektedir. Bu cezanın dışında bir cezayı dine yamamaya kalkmak, Allah'ın dininin üzerine din bina etmeye çalışmaktan başka bir şey değildir.
İşin daha acı bir yönü ise, recm cezasını kabul etmeyenlerin, Kafir, Zındık, Hadis sünnet inkarcısı gibi yaftalarla suçlanmış olmasıdır. Yine işin daha ahlaksızca bir yönü ise, recm cezasını ret edenlerin zina etmeyi meşru gören, fakat bu suçun cezasının bu kadar ağır olmasını istemeyenler oldukları iddiasıdır.
Ayrıca bu cezanın Muhammed (a.s) tarafından uygulandığı iddiaları da, ona yapılmış ayrı bir iftiradır. Kendisine inen kitabın ayetlerinin hükmüne aykırı hareket eden bir elçi portresini Muhammed (a.s) için düşünmek, ona yapılmış en büyük iftiralardan birisidir. Recm cezası neresinden tutsak maalesef elimizde kalmaktadır.
Recm konusu aynı zamanda biz Müslümanlar için Kur'an'ın ne ifade ettiğini de ortaya koyan bir imtihan konusudur. Kur'an'ın beyan ettiği bir cezanın karşısına başka bir ceza ile çıkmak demek olan recm cezası, bu cezayı savunanların Kur'an'ı nasıl arkalarına attıklarının canlı bir örneğidir.
Mütevatir sünnet Kur'an ayetini nesheder şeklinde bir hezeyan dolu iddia ise, recm cezasını meşrulaştırmak için ortaya atılmış iddialardan bir tanesidir. Kur'an'a aykırı hareket ettiği iftirası ortaya atılan Muhammed (a.s) ın recmi uyguladığı iddiası, bu konudaki Kur'an ayetinin hükmünü kaldırabileceği tezinin ortaya atılmasına sebep olmuştur. Yani Muhammed (a.s) Allah'ın zina konusundaki cezasını az görerek, daha etkili bir ceza uygulamış, ve bu ceza ile Kur'an ayetinin hükmünü kaldırma yetkisi olduğu zannı yayılmaya çalışılmıştır.
Yine bu cezanın Tevrat'ta olduğu, Nur s. 2. ayeti gelene kadar, Muhammed (a.s) ın recm cezasını uyguladığı, ayet indikten sonra bu cezayı uygulamadığı iddiaları ortaya atılmaktadır. Başka bir yazıda bu konuyu ele almaya çalıştığımız için burada sadece recm cezasının Tevrat'ta Allah (c.c) tarafından indirilen bir ceza olmadığı, şayet var ise İsrailoğullarının böyle bir cezayı Tevrat'a dahil etmiş olmalarının kuvvetli bir ihitmal olduğunu, burada kısaca söylemek istiyoruz.
Sonuç olarak; Kur'an zina eden kadın ve erkeğe evli bekar ayrımı yapmadan 100 değnek cezası vermiş olmasına rağmen, bu cezanın bekarlar için geçerli olduğu, evliler için recm cezası uygulanması gerektiği, İslam dünyasında yaygın olan bir görüştür.
Allah'ın evliler için ayrı bir ayet indirdiği, bu ayetin mushafta metni olmasa dahi hükmünün geçerli olduğu iddiası, akıllara zarar bir teori ile ortaya konulmakta, fakat bu teorinin yol açtığı tehlikeler görmezden gelinmektedir. Böyle bir iddianın yol açtığı tehlikelerden sadece bir tanesi, Allah'ın çelişkisiz bir kitap olarak beyan ettiği kitabına karşı, o kitapta çelişki olduğu iddiası olup, bu tehlikenin ne yazıktır ki farkına dahi varılmamakta, bu cezayı ret edenler tekfir edilmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
18 Eylül 2017 Pazartesi
Şems s. 15. Ayetinin Farklı Mealleri Üzerine Bir Mülahaza
Kur'an'ı Türkçeye çevrilmiş meallerinden okuyan, ve okumayı farklı mealleri karşılaştırmak sureti ile yapanlar, Şems s. 15. ayetinin birbirinden farklı anlama gelen iki şekilde çevrildiğini görecek, ve hangi çevirinin daha isabetli olabileceğinin cevabını arayacaklardır. Yazımızda bu ayetin iki farklı çevirisinden hangisinin daha uygun olabileceği üzerindeki düşüncemizi paylaşmaya çalışacağız.
وَلَا يَخَافُ عُقْبَاهَا
1. gurup çeviriler.
[091.015] [Diyanet İşleri] Bu işin sonundan O'nun korkusu yoktur.
[091.015] [Elmalılı Hamdi Yazır] Öyle ya o sonundan korkacak değil ki.
[091.015] [Ömer Nasuhi Bilmen] Ve Allah Teâlâ onların bu ihlak-i akibetinden korkacak değildir.
2. gurup çeviriler.
[091.015] [Bayraktar Bayraklı]Çünkü onların hiç biri başlarına gelecek şeyin korkusunu taşımıyorlardı.
[091.015] [Mustafa İslamoğlu] Çünkü o (kavim) kendi akıbetinden zerrece endişe etmezdi.
[091.015] [Muhammed Esed] Çünkü (onlardan hiçbiri başlarına gelecek olan şeyin korkusunu taşımıyordu.
1. guruptaki çevirilerde Şems s. 15. ayetinin, Allah (c.c) nin Semud kavminin helak etmiş olmasından dolayı herhangi bir sorumluluğu veya o kavmi helak ederken korkacağı herhangi bir merci olmadığını beyan eden bir anlama sahip olduğu anlaşılır iken, 2. guruptaki çevirilerde, Semud kavminin başlarına gelecek olan helaktan korkmadıkları şeklinde bir anlama sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Kanaatimizin, 1. guruptaki mealler doğrultusunda yapılan meallerin daha isabetli olduğu yönünde olduğunu baştan söyleyerek, bu kanaatimizi dayandırdığımız delillerimiz de şöyledir;
Ayetin bağlamı Şems s. 11. ayetinden itibaren başlayan Salih (a.s) kıssası ile alakalıdır, ve 15. ayetin anlamını tespit etmekte kıssanın bağlamı bize yol gösterecektir.
كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا
إِذِ انْبَعَثَ أَشْقَاهَا
[091.012] En azgınları ileri atıldığında.
فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ نَاقَةَ اللَّهِ وَسُقْيَاهَا
[091.013] Allah'ın resulü onlara: Allah'ın devesi ve onun su hakkı, demişti.
فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوَّاهَا
[091.014] Onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onların üzerine katmerli azap indirdi; yerle bir etti onları.
وَلَا يَخَافُ عُقْبَاهَا
[091.015] (Allah, asla) Bunun sonucundan korkmaz.
Şems s. 13. ve 14. ayet içindeki bazı ibareler, 15. ayete nasıl bir anlam verilebileceği yönünde bizlere yol gösterecektir. 13. ayet içindeki لَهُمْ ibaresinin çoğul bir ifade, 14. ayet içindeki kelimelerin de çoğul ifadeler olduğunu dikkate aldığımızda, 15. ayete 2. guruptaki mealler yönünde bir anlam verilebilmesi için ayet içindeki وَلَا يَخَافُ (ve la yehafu) korkmaz ibaresinin tekil olarak değil çoğul, yani وَلَا يَخَافُونَ (ve la yehafune) korkmazlar şeklinde gelmesi gerekirdi ki, Semud kavminin kafirlerinin başlarına gelecek akıbetten korkmadıklarını ifade etmiş olsun, ama kelime tekil olarak ifade edilmektedir.
وَلَا يَخَافُ ibaresinin tekil olarak gelmiş olması, kavmin başına gelecek olan akıbetten korkmaması anlamına değil, Allah'ın bu konuda korkacak ve hesap verecek bir durumda olmadığını ifade etmesi bakımından anlaşılmasının, bağlama daha uygun olduğunu düşünmekteyiz.
Ayrıca Buruc s. 16. ayetinde فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ ve diğer ayetlerde Allah'ın irade ettiğini yapacağını buyurmuş olması, kendisinin sorumlu olacağı herhangi bir merci olmadığını beyan etmesi açısından dikkate alınabilecek ayetlerdendir.
Katılmadığımız 2. gurup çevirileri yanlış olarak nitelememekle birlikte, bağlamı dikkate almayan çeviriler olduğunu söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Abdullah Parlıyan:
Çünkü Allah bu işin sonundan korkmazdı ki.
وَلَا يَخَافُ عُقْبَاهَا
1. gurup çeviriler.
[091.015] [Diyanet İşleri] Bu işin sonundan O'nun korkusu yoktur.
[091.015] [Elmalılı Hamdi Yazır] Öyle ya o sonundan korkacak değil ki.
[091.015] [Ömer Nasuhi Bilmen] Ve Allah Teâlâ onların bu ihlak-i akibetinden korkacak değildir.
2. gurup çeviriler.
[091.015] [Bayraktar Bayraklı]Çünkü onların hiç biri başlarına gelecek şeyin korkusunu taşımıyorlardı.
[091.015] [Mustafa İslamoğlu] Çünkü o (kavim) kendi akıbetinden zerrece endişe etmezdi.
[091.015] [Muhammed Esed] Çünkü (onlardan hiçbiri başlarına gelecek olan şeyin korkusunu taşımıyordu.
1. guruptaki çevirilerde Şems s. 15. ayetinin, Allah (c.c) nin Semud kavminin helak etmiş olmasından dolayı herhangi bir sorumluluğu veya o kavmi helak ederken korkacağı herhangi bir merci olmadığını beyan eden bir anlama sahip olduğu anlaşılır iken, 2. guruptaki çevirilerde, Semud kavminin başlarına gelecek olan helaktan korkmadıkları şeklinde bir anlama sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Kanaatimizin, 1. guruptaki mealler doğrultusunda yapılan meallerin daha isabetli olduğu yönünde olduğunu baştan söyleyerek, bu kanaatimizi dayandırdığımız delillerimiz de şöyledir;
Ayetin bağlamı Şems s. 11. ayetinden itibaren başlayan Salih (a.s) kıssası ile alakalıdır, ve 15. ayetin anlamını tespit etmekte kıssanın bağlamı bize yol gösterecektir.
كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا
Semûd, azgınlığıyle yalanlamıştı.
[091.011] Semud, azgınlığı yüzünden yalanladı[091.012] En azgınları ileri atıldığında.
فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ نَاقَةَ اللَّهِ وَسُقْيَاهَا
[091.013] Allah'ın resulü onlara: Allah'ın devesi ve onun su hakkı, demişti.
فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوَّاهَا
[091.014] Onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onların üzerine katmerli azap indirdi; yerle bir etti onları.
وَلَا يَخَافُ عُقْبَاهَا
[091.015] (Allah, asla) Bunun sonucundan korkmaz.
Şems s. 13. ve 14. ayet içindeki bazı ibareler, 15. ayete nasıl bir anlam verilebileceği yönünde bizlere yol gösterecektir. 13. ayet içindeki لَهُمْ ibaresinin çoğul bir ifade, 14. ayet içindeki kelimelerin de çoğul ifadeler olduğunu dikkate aldığımızda, 15. ayete 2. guruptaki mealler yönünde bir anlam verilebilmesi için ayet içindeki وَلَا يَخَافُ (ve la yehafu) korkmaz ibaresinin tekil olarak değil çoğul, yani وَلَا يَخَافُونَ (ve la yehafune) korkmazlar şeklinde gelmesi gerekirdi ki, Semud kavminin kafirlerinin başlarına gelecek akıbetten korkmadıklarını ifade etmiş olsun, ama kelime tekil olarak ifade edilmektedir.
وَلَا يَخَافُ ibaresinin tekil olarak gelmiş olması, kavmin başına gelecek olan akıbetten korkmaması anlamına değil, Allah'ın bu konuda korkacak ve hesap verecek bir durumda olmadığını ifade etmesi bakımından anlaşılmasının, bağlama daha uygun olduğunu düşünmekteyiz.
Ayrıca Buruc s. 16. ayetinde فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ ve diğer ayetlerde Allah'ın irade ettiğini yapacağını buyurmuş olması, kendisinin sorumlu olacağı herhangi bir merci olmadığını beyan etmesi açısından dikkate alınabilecek ayetlerdendir.
Katılmadığımız 2. gurup çevirileri yanlış olarak nitelememekle birlikte, bağlamı dikkate almayan çeviriler olduğunu söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Abdullah Parlıyan:
Çünkü Allah bu işin sonundan korkmazdı ki.
13 Eylül 2017 Çarşamba
Müddessir s. 56. Ayetinin Çevirileri Üzerine Bir Mülahaza
Kur'an ayetlerinin bütünlük gözetilmeden veya sahip olunan itikadi düşünceler doğrultusunda çevrilmesi veya yorumlanması neticesinde ortaya çıkan sorunlar, bazı art niyetli kimselerin elinde bir silah olarak kullanılmakta, Kur'an'ın çelişkili bir kitap olduğu yönündeki iddialara mesnet teşkil etmektedir. Bu tür iddialar ile karşılaşan bazı kimselerin kafaları karışmakta, Kur'an'da herhangi bir çelişki olmadığına inanmakla birlikte, ortaya atılan iddialara nasıl cevap verebilecekleri düşünmektedirler.
Bu yazımızda, mevcut çevirilerini okuyan dikkatli bir Kur'an okuyucusunun, Bu çeviride bir problem var dedirteceğini düşündüğümüz Müddessir s. 56. ayetini ele almaya çalışacağız.
وَمَا يَذْكُرُونَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۜ هُوَ اَهْلُ التَّقْوٰى وَاَهْلُ الْمَغْفِرَةِ
Ayetin problem teşkil eden yönü, Ve ma yezkürune ille en yeşee Allahü cümlesinin Allah dilemedikçe onlar öğüt ALAMAZLAR şeklinde yapılan çevirisindedir. Ayetin bu şekilde yapılan çevirilerini okuyan dikkatli ve Kur'an bütünlüğüne vakıf bir okuyucu, bu şekilde yapılan meallerde bir sorun olduğunu rahatlıkla görebilecektir şöyle ki;
Ayet içindeki ALAMAZLAR olarak çevirisi yapılan kelime, kulun iradesinin sanki Allah (c.c) tarafından ipotek altına alındığı, kulun serbest iradesini kullanması sanki Allah (c.c) tarafından engelleniyormuş gibi bir anlam ortaya çıkarmaktadır. Halbuki Allah (c.c) bütün kullarını iradelerini serbest biçimde kullanmaları yönünde serbest bırakmış, onlara gösterdiği 2 yolun hangisini seçerlerse seçsinler onlara bu seçimlerinde herhangi bir müdahalede bulunmayacağını beyan etmektedir.
Konuyu sure bütünlüğüne dikkat ederek okumaya çalıştığımızda 42. ve 48. ayetler arasında cehennem ehlinin ateşi hak etme sebepleri, kendileri konuşturularak anlatılmakta, 49. ayetten itibaren ise Mekke'li müşriklere geri dönülmektedir.
[074.049] Öyleyken, bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar?
[074.050] Sanki ürkmüş yaban eşekleri,
[074.051] Arslandan korkup kaçan.
[074.052] Hayır; onlardan her biri, kendisine açılmış sahifelerin verilmesini ister.
[074.053] Hayır; daha doğrusu ahiretten korkmazlar.
[074.054] Gerçek (şu ki), o (Kur'an), elbette bir öğüttür.
[074.055] Dileyen ondan öğüt alır.
Surenin 49. ve 55. ayetler arasını okuduğumuzda, Mekke müşriklerinin kendilerine indirilmiş olan Kur'an'a iman etmeme noktasındaki kararlılıkları ve inatçılıkları dikkat çekmektedir. 55. ayette Dileyen ondan öğüt alır buyurulması, muhatapların inanmak veya inanmamak noktasında muhayyer olduklarını göstermektedir. Bu nedenle 56. ayetteki Ve ma yezkürune ille en yeşee Allahü cümlesine verilecek anlamın bu ayetlerle uyum arz etmesi gerekmektedir.
[074.056] Allah dilemedikçe, onlar öğüt ALMAZLAR; takvanın sahibi (onu kabul etmeye ehli olan) O'dur, mağfiretin sahibi (bağışlamaya ehil olan da) O'dur.
Müddessir s. 56. ayetindeki Ve ma yezkürune ille en yeşee Allahü doğru çevirisi "Allah dilemedikçe onlar öğüt ALAMAZLAR" şeklinde değil, "Allah dilemedikçe öğüt ALMAZLAR" şeklinde olmalıdır.
Böyle bir anlam Mekke müşriklerinin Kur'an karşısındaki inatçı tavırlarına dikkat çekmekte, serbest iradeleri ile imanı seçmemekteki kararlılıklarını göstermektedir. Bu cümle Mekke'li müşriklerin inkarcı tavırlarının kırılmasının ancak onların Allah (c.c) tarafından imana zorlandığı takdirde mümkün olacağını bildirmektedir.
Bu yazımızda, mevcut çevirilerini okuyan dikkatli bir Kur'an okuyucusunun, Bu çeviride bir problem var dedirteceğini düşündüğümüz Müddessir s. 56. ayetini ele almaya çalışacağız.
وَمَا يَذْكُرُونَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۜ هُوَ اَهْلُ التَّقْوٰى وَاَهْلُ الْمَغْفِرَةِ
Ayetin problem teşkil eden yönü, Ve ma yezkürune ille en yeşee Allahü cümlesinin Allah dilemedikçe onlar öğüt ALAMAZLAR şeklinde yapılan çevirisindedir. Ayetin bu şekilde yapılan çevirilerini okuyan dikkatli ve Kur'an bütünlüğüne vakıf bir okuyucu, bu şekilde yapılan meallerde bir sorun olduğunu rahatlıkla görebilecektir şöyle ki;
Ayet içindeki ALAMAZLAR olarak çevirisi yapılan kelime, kulun iradesinin sanki Allah (c.c) tarafından ipotek altına alındığı, kulun serbest iradesini kullanması sanki Allah (c.c) tarafından engelleniyormuş gibi bir anlam ortaya çıkarmaktadır. Halbuki Allah (c.c) bütün kullarını iradelerini serbest biçimde kullanmaları yönünde serbest bırakmış, onlara gösterdiği 2 yolun hangisini seçerlerse seçsinler onlara bu seçimlerinde herhangi bir müdahalede bulunmayacağını beyan etmektedir.
Konuyu sure bütünlüğüne dikkat ederek okumaya çalıştığımızda 42. ve 48. ayetler arasında cehennem ehlinin ateşi hak etme sebepleri, kendileri konuşturularak anlatılmakta, 49. ayetten itibaren ise Mekke'li müşriklere geri dönülmektedir.
[074.049] Öyleyken, bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar?
[074.050] Sanki ürkmüş yaban eşekleri,
[074.051] Arslandan korkup kaçan.
[074.052] Hayır; onlardan her biri, kendisine açılmış sahifelerin verilmesini ister.
[074.053] Hayır; daha doğrusu ahiretten korkmazlar.
[074.054] Gerçek (şu ki), o (Kur'an), elbette bir öğüttür.
[074.055] Dileyen ondan öğüt alır.
Surenin 49. ve 55. ayetler arasını okuduğumuzda, Mekke müşriklerinin kendilerine indirilmiş olan Kur'an'a iman etmeme noktasındaki kararlılıkları ve inatçılıkları dikkat çekmektedir. 55. ayette Dileyen ondan öğüt alır buyurulması, muhatapların inanmak veya inanmamak noktasında muhayyer olduklarını göstermektedir. Bu nedenle 56. ayetteki Ve ma yezkürune ille en yeşee Allahü cümlesine verilecek anlamın bu ayetlerle uyum arz etmesi gerekmektedir.
[074.056] Allah dilemedikçe, onlar öğüt ALMAZLAR; takvanın sahibi (onu kabul etmeye ehli olan) O'dur, mağfiretin sahibi (bağışlamaya ehil olan da) O'dur.
Müddessir s. 56. ayetindeki Ve ma yezkürune ille en yeşee Allahü doğru çevirisi "Allah dilemedikçe onlar öğüt ALAMAZLAR" şeklinde değil, "Allah dilemedikçe öğüt ALMAZLAR" şeklinde olmalıdır.
Böyle bir anlam Mekke müşriklerinin Kur'an karşısındaki inatçı tavırlarına dikkat çekmekte, serbest iradeleri ile imanı seçmemekteki kararlılıklarını göstermektedir. Bu cümle Mekke'li müşriklerin inkarcı tavırlarının kırılmasının ancak onların Allah (c.c) tarafından imana zorlandığı takdirde mümkün olacağını bildirmektedir.
Cümlenin yanlış olduğunu düşündüğümüz ALAMAZLAR kelimesi, kulun iradesine Allah tarafından ipotek konulmuş olması gibi bir anlamı çağrıştırırken, doğru olduğunu düşündüğümüz ALMAZLAR kelimesi, kulun iradesinin serbest bırakıldığını, iman etmemeyi serbest iradeleri ile seçtiklerini, onların iman etmemekteki inatlarının hür iradelerini kullanarak kırmalarının mümkün olmadığı beyan edilerek, bu inadın ancak onların iradelerine iman etmeleri noktasında konulacak bir ipotekle gerçekleşeceği bildirilmektedir.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz çevirilerin birçoğunda yanlış olduğunu düşündüğümüz ALAMAZLAR şeklinde çevirinin bulunması, Kur'an çevirilerinin dikkatsiz ve ön yargılı, başka çevirileri taklit eder biçimde çevrildiğini göstermektedir. Kur'an çevirisi yapmaya soyunan dikkatli ve Kur'an'a hakim bir çevirmen bu kelimenin çevirisine dikkat edilmesi gerektiğini, yapılacak bir hatanın doğurabileceği sonuçları dikkate alması gerektiğini bilmelidir.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz çevirilerin birçoğunda yanlış olduğunu düşündüğümüz ALAMAZLAR şeklinde çevirinin bulunması, Kur'an çevirilerinin dikkatsiz ve ön yargılı, başka çevirileri taklit eder biçimde çevrildiğini göstermektedir. Kur'an çevirisi yapmaya soyunan dikkatli ve Kur'an'a hakim bir çevirmen bu kelimenin çevirisine dikkat edilmesi gerektiğini, yapılacak bir hatanın doğurabileceği sonuçları dikkate alması gerektiğini bilmelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
9 Eylül 2017 Cumartesi
Cin s. 18- 20. Ayetleri: Yalnız Allah'a Dua Edenlerin Üzerine Üşüşen Müslümanlar
Tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitaplar ile, yarattığı kullarının sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini isteyen Allah (c.c), bunun tersi bir yaşamı ŞİRK olarak nitelemekte, hayatlarını şirk temeli üzerine kuran kişi ve toplumların, dünya ve ahirette uğrayacakları akıbeti haber vererek, bundan sakınılmasını emretmektedir. Son elçi ile gönderilen son kitap olan Kur'an içinde pek çok ayet, şirk kavramının kişi ve toplum hayatında nasıl gerçekleştiğini bizlere haber vermekte, önceki nesillerin şirk temelli bir hayat sürmelerinin onlara neye mal olduğunu, yaşanmış kıssalar yolu ile bizlere anlatarak bu olaylardan ibret almamızı istemektedir.
Allah (c.c) nin yetki alanına giren konularda, ondan başkalarına yetki tanımak anlamına giren ŞİRK'in, Cin s. 18-19-20. ayetlerinde insan hayatında nasıl pratiğe yansıdığı gösterilerek, bundan sakınılması emredilmiştir. Ne yazıktır ki şirk Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında değişmeye başlayan ithal din algıları ile biz Müslümanların hayatına özellikle tasavvuf ile yeniden girmiş, bu ekolün şirk içeren dini öğretileri bir çok Müslüman tarafından içselleştirilmiş, şirk içeren bu öğretiler öyle içselleştirilmiştir ki, Allah'ı birlemenin esaslarından biri olan yalnız Allah'a dua edilmesinin gerektiğini düşünmek ve dile getirmek, bu düşünceyi savunan bazı kimseler tarafından sert tepkilere dahi neden olmaktadır.
Yazımızda Cin s, 18-19-20. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerdeki durumun biz Müslümanların hayatındaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.
[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
[072.019] Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
[072.020] De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
(Elmalılı Hamdi Yazır meali)
Bu ayetler ilk indiği zaman, ayet içindeki şirk içeren davranışlar, Mekke müşrikleri tarafından işlenmekte, Allah (c.c) ise elçisi vasıtası ile onları bu davranışlarından vazgeçmeye çağırmakta idi. Ancak ayetin tarihsel bağlamındaki yapılan yanlışların o zamanda yaşamış olan Mekke'li müşrikler tarafından yapılmasına karşın aynı yanlışların, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bazı kimseler tarafından günümüzde de işlenmekte olması, bu ayetlerin yeniden hatırlanması ve bize dair nasıl bir mesaj vermiş olabileceğinin yeniden düşünülmesi gereğini doğurmuştur.
[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
18. ayette geçen El Mesacide (Mescitler) kelimesi, Se-ce-de kelimesinden türemiş bir kelime olup, öne eğilme, aşağıya bükülme, kendini alçaltma, kibrini ve gururunu kırma anlamındadır. Terim olarak kişinin İlah ve Rab olarak tanıdığına karşı yaptığı saygı gösterisi anlamına gelen kelime, Cin s. 18. ayette ismi mekan sigasında kullanılmaktadır.
Mescit kelimesini ilk işittiğimiz zaman zihnimizde namaz kılmak için imar edilmiş binalar canlanmaktadır. Kelime bu anlamı karşılamakla birlikte, daha geniş bir anlam alanına sahiptir. Bildiğimiz anlamda mescit kelimesi belirli zamanlarda kılınan namazlar için kullanılmasına karşın, namaz harici zamanlarda da kulun yaşamının her anında Allah'a secde halinde olması gerektiği hatırdan çıkarılmamalıdır.
Öncelikle mescitlerde Allah'tan başkasına dua etmenin dar anlamı diyebileceğimiz, dualarımızda Allah dışındaki kişileri onunla birlikte anmanın bizim hayatımızdaki yansımalarını, sonra da secde etmenin hayat içinde nasıl bir anlama sahip olması gerektiğini görmeye çalışalım.
İslam coğrafyasında hangi mescide giderseniz gidin, o mescitlerde gözümüze ilk çarpacak olan şey, Arap harfleri yazılmış olan 4 halifenin, cennetle müjdelenen !! sahabelerin isimleri, yan yana yazılmış Allah ve Muhammed yazılarıdır. Bu iki ismin yan yana yazılmış olması belki bir çok Müslüman için gayet normal olarak karşılanabilir, fakat İslam düşüncesindeki aşırı yüceltmeci peygamber algısını dikkate aldığımızda, yan yana yazılan bu iki ismin, Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) eşdeğer tutulması gibi bir düşüncenin ürünü olduğu görülecektir. Yanlışlıkla bir kimse böyle bir uygulamanın yanlış olduğunu iddia etse, cemaatin sert tepkisi ile karşılaşarak, o kimsenin mescitten sağlam bir vaziyette çıkması çok zordur.
İslam kültüründe hakim olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı Müslümanların büyük çoğunluğunda öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki, Allah (c.c) den önce onun ismi anılmakta, elçinin ismi onu gönderenden daha fazla gündemde kalmaktadır. Bu durum peygamber sevgisi olarak görülmekte, onun konumunu Kur'an'ın belirlemesini istemek ise, peygamber düşmanlığı olarak görülmektedir.
Ayrıca tasavvuf kültüründe hakim olan kişi merkezli din algısında, yüce ve ulu olarak bilinen bazı kişilerin, Allah'ın yapacağı işleri üstlenme gücüne sahip olduğu iddia edilmekte, darda kalan bazı kimselerin Yetişşşşş yaaaaa .......... diye seslendiklerinde, onlara yardım etmeye güçlerinin yeteceği iddia edilmektedir. Tasavvuf kültüründe hakim olan bu inanç Allah ile birlikte başka birine dua etmek yani çağırmak anlamına gelmekte, bu inancın İslam literatüründeki karşılığı ise ŞİRKtir. Fakat bu inanç tasavvuf kültüründe öyle bir yerleşmiştir ki, böyle bir inanca sahip olmayanlar büyük bir gaflet içinde görülerek sapık ilan edilmektedir.
[072.019] Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
Dün Mekke müşriklerinin bu inancını ret eden eylem ve söylem içinde bulunan Muhammed (a.s) ın karşılaştığı muamelenin bir benzeri, bugün Allah ile birlikte başkalarına dua edenler tarafından yerine getirilmekte, yalnız Allah'a dua edilmesi, onun yanına ortak olarak elçisi de olsa başka isimlere yer verilmemesi gerektiğini düşünen ve söyleyen kimselere uygulanmaktadır. Allah ile birlikte başka isimleri anmayı dinlerinin amentüsü haline getiren bu insanlar, Allah yalnız olarak anıldığı zaman tüyleri diken olmakta, kendilerine itiraz eden kimseleri ise peygambere düşman olmakla suçlamaktadırlar.
[072.020] De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
Secde kelimesinin en geniş anlamda, Allah'ın yarattığı bütün varlıkların onun kendileri için koyduğu ölçüler dahilinde yaşamlarını sürdürmesi anlamına geldiğini düşündüğümüzde, Mescit kelimesinin anlamı da sadece namaz kılmak için yapılmış binaları da içine alan bir anlamı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olacaktır.
Mescitlerin Allah için olması demek, secdenin sadece ona olması demektir. Kulun secde halinin sadece belirli vakitlerde kıldığı namaz ile sınırlı değil, yaşamının her anını kapsaması gerekmektedir. Kul, yaşamının her anında Allah merkezli bir yaşam sürecek, yaptıklarını ve yapacaklarını Allah'ın nasıl değerlendireceği düşüncesi üzerine kurulu bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Bu anlamda sadece üzeri çatılı binalar mescit olarak değil, üzeri yıldızlarla kaplı olan yeryüzünün her tarafı mescit hükmünde olacaktır.
Allah (c.c) yarattığı kullarını başıboş bırakmamış, onların yaşamlarını nasıl ve ne şekilde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgileri elçileri ve kitapları ile bildirmiştir. Elçi ve kitaplar ile bildirilen kuralları yaşamlarında pratize edenler, secde etmenin sadece Allah'a ait olmasının anlamını yerine getirmiş olacaklardır. Bugün Müslümanların hayatında secde etmenin anlamı sadece namaza indirgenmiş, namaz harici zamanlarda da sadece Allah'a secde edilmesi gerektiği unutulmuş, secde edilecek başka merciler ihdas edilmiştir.
Kıldığı namaz içinde okunan faizin, içkinin, zinanın haram olduğuna, Kur'an'ın insan yaşamını yönlendirmesi gerektiğine dair ayetleri dinleyen, fakat namazdan sonra içkiyi, faizi, zinayı helal görebilen bir yaşam süren, veya bu haramları helal sayan sistemleri benimseyebilen bir Müslüman, secdenin Allah'a ait olmasını hayatında tam olarak ikame etmiş olmayacaktır.
Bir çok ayetinde kullarına dini sadece Allah'a has kılmalarını emreden Allah (c.c), bu emrin yaşam içinde nasıl gerçekleşeceğini öğreten elçiler göndermiştir. Din dediğimiz şey sadece mistik bir yaşam ve belirli zamanlarda icra edilen ritüellerle sınırlı değildir. Din, bir yaşam biçimi olup, yaşam biçimi önerme hakkına sahip olan tek merci o insanları yaratandır.
Elçileri ve onlar vasıtası ile gönderdiği kitaplarda bizim için benimsediği dinin adının İslam olduğunu bildiren Allah (c.c) başka dinlere tabi olmayı şirk olarak beyan ederek, bu fiili işleyen kişi toplumları ebedi cehennem ile tehdit etmektedir. Son elçi Muhammed (a.s) muhataplarına şirke düşmeden nasıl bir yaşam sürüleceğini öğretmesine rağmen, ona iman ettiğini iddia eden bir kısım Müslüman şirki bir yaşam biçimi haline dönüştürmüş, dönüştürmekle kalmamış bu inancı dinin bir gereği haline getirmiştir.
Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin yönetim sistemlerine baktığımızda, sistemlerin temelinde Allah'ı değil, onun dışındakileri merkeze alan bir yönetim şekli olduğunu görebiliriz. Mescitlerde secdelerini Allah'a yapan Müslümanlar, mescit dışındaki sosyal, ekonomik ve siyasal hayatlarında maalesef Allah dışındakilere secde etmektedir.
Şirk kavramının sadece taştan tahtadan putlara tapmakla sınırlı olduğunu zannederek, yaşamları içindeki şirk göremeyen birçok Müslüman, ne acıdır ki şirk bataklığı içinde debelenmekte, içinde bulundukları bu şirkin farkında bile değillerdir. Kur'an içindeki bu konudaki ayetlerin muhataplarının geçmişte kalmış Mekke müşrikleri olduğunu zannederek okumaları, bir çok Müslümanın bu konuda yanılgı içine düşmesine sebep olmaktadır.
Sonuç olarak; Şirki hayattan çıkarmak için gönderilen elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın ümmeti olmakla övünen bir çok Müslüman maalesef, şirki hayat sistemi haline getirmiş, ve hallerinden memnun bir vaziyette yaşamaktadır. Allah'ın yetki alanını onun dışındakilere hasretmek anlamına gelen şirk, Müslümanların hayatlarına yeniden girmiş, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, dini alanda yüce ve ulu olarak bilinen bazı kimseler Allah (c.c) ile yetki paylaştırılır bir hale getirilmiş, yönetim alanında ise, Allah'ın haram kıldıklarını helal sayan yönetim şekilleri Müslüman toplumların tercihleri olmuştur.
Dün Mekke'de Allah'ı birleyen bir inancı ret edenlerin elçiye uyguladıkları zulmün bir benzeri, bugün kendilerini Müslüman olarak gören fakat sahip oldukları düşünce İslam olmayan bazı kimseler tarafından Allah ile birlikte yanına herhangi bir isim, düşünce, ideoloji konulmaması gerektiğini savunanlara uygulanmaktadır.
Amacımız kimseyi müşrik olarak yaftalamak değil, içinde bulunduğu şirk batağının farkında olmayan bir yaşam sürenlerin zihinlerinde bir farkındalık oluşturmaya çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Allah (c.c) nin yetki alanına giren konularda, ondan başkalarına yetki tanımak anlamına giren ŞİRK'in, Cin s. 18-19-20. ayetlerinde insan hayatında nasıl pratiğe yansıdığı gösterilerek, bundan sakınılması emredilmiştir. Ne yazıktır ki şirk Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında değişmeye başlayan ithal din algıları ile biz Müslümanların hayatına özellikle tasavvuf ile yeniden girmiş, bu ekolün şirk içeren dini öğretileri bir çok Müslüman tarafından içselleştirilmiş, şirk içeren bu öğretiler öyle içselleştirilmiştir ki, Allah'ı birlemenin esaslarından biri olan yalnız Allah'a dua edilmesinin gerektiğini düşünmek ve dile getirmek, bu düşünceyi savunan bazı kimseler tarafından sert tepkilere dahi neden olmaktadır.
Yazımızda Cin s, 18-19-20. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerdeki durumun biz Müslümanların hayatındaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.
[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
[072.019] Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
[072.020] De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
(Elmalılı Hamdi Yazır meali)
Bu ayetler ilk indiği zaman, ayet içindeki şirk içeren davranışlar, Mekke müşrikleri tarafından işlenmekte, Allah (c.c) ise elçisi vasıtası ile onları bu davranışlarından vazgeçmeye çağırmakta idi. Ancak ayetin tarihsel bağlamındaki yapılan yanlışların o zamanda yaşamış olan Mekke'li müşrikler tarafından yapılmasına karşın aynı yanlışların, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bazı kimseler tarafından günümüzde de işlenmekte olması, bu ayetlerin yeniden hatırlanması ve bize dair nasıl bir mesaj vermiş olabileceğinin yeniden düşünülmesi gereğini doğurmuştur.
[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
18. ayette geçen El Mesacide (Mescitler) kelimesi, Se-ce-de kelimesinden türemiş bir kelime olup, öne eğilme, aşağıya bükülme, kendini alçaltma, kibrini ve gururunu kırma anlamındadır. Terim olarak kişinin İlah ve Rab olarak tanıdığına karşı yaptığı saygı gösterisi anlamına gelen kelime, Cin s. 18. ayette ismi mekan sigasında kullanılmaktadır.
Mescit kelimesini ilk işittiğimiz zaman zihnimizde namaz kılmak için imar edilmiş binalar canlanmaktadır. Kelime bu anlamı karşılamakla birlikte, daha geniş bir anlam alanına sahiptir. Bildiğimiz anlamda mescit kelimesi belirli zamanlarda kılınan namazlar için kullanılmasına karşın, namaz harici zamanlarda da kulun yaşamının her anında Allah'a secde halinde olması gerektiği hatırdan çıkarılmamalıdır.
Öncelikle mescitlerde Allah'tan başkasına dua etmenin dar anlamı diyebileceğimiz, dualarımızda Allah dışındaki kişileri onunla birlikte anmanın bizim hayatımızdaki yansımalarını, sonra da secde etmenin hayat içinde nasıl bir anlama sahip olması gerektiğini görmeye çalışalım.
İslam coğrafyasında hangi mescide giderseniz gidin, o mescitlerde gözümüze ilk çarpacak olan şey, Arap harfleri yazılmış olan 4 halifenin, cennetle müjdelenen !! sahabelerin isimleri, yan yana yazılmış Allah ve Muhammed yazılarıdır. Bu iki ismin yan yana yazılmış olması belki bir çok Müslüman için gayet normal olarak karşılanabilir, fakat İslam düşüncesindeki aşırı yüceltmeci peygamber algısını dikkate aldığımızda, yan yana yazılan bu iki ismin, Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) eşdeğer tutulması gibi bir düşüncenin ürünü olduğu görülecektir. Yanlışlıkla bir kimse böyle bir uygulamanın yanlış olduğunu iddia etse, cemaatin sert tepkisi ile karşılaşarak, o kimsenin mescitten sağlam bir vaziyette çıkması çok zordur.
İslam kültüründe hakim olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı Müslümanların büyük çoğunluğunda öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki, Allah (c.c) den önce onun ismi anılmakta, elçinin ismi onu gönderenden daha fazla gündemde kalmaktadır. Bu durum peygamber sevgisi olarak görülmekte, onun konumunu Kur'an'ın belirlemesini istemek ise, peygamber düşmanlığı olarak görülmektedir.
Ayrıca tasavvuf kültüründe hakim olan kişi merkezli din algısında, yüce ve ulu olarak bilinen bazı kişilerin, Allah'ın yapacağı işleri üstlenme gücüne sahip olduğu iddia edilmekte, darda kalan bazı kimselerin Yetişşşşş yaaaaa .......... diye seslendiklerinde, onlara yardım etmeye güçlerinin yeteceği iddia edilmektedir. Tasavvuf kültüründe hakim olan bu inanç Allah ile birlikte başka birine dua etmek yani çağırmak anlamına gelmekte, bu inancın İslam literatüründeki karşılığı ise ŞİRKtir. Fakat bu inanç tasavvuf kültüründe öyle bir yerleşmiştir ki, böyle bir inanca sahip olmayanlar büyük bir gaflet içinde görülerek sapık ilan edilmektedir.
[072.019] Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
Dün Mekke müşriklerinin bu inancını ret eden eylem ve söylem içinde bulunan Muhammed (a.s) ın karşılaştığı muamelenin bir benzeri, bugün Allah ile birlikte başkalarına dua edenler tarafından yerine getirilmekte, yalnız Allah'a dua edilmesi, onun yanına ortak olarak elçisi de olsa başka isimlere yer verilmemesi gerektiğini düşünen ve söyleyen kimselere uygulanmaktadır. Allah ile birlikte başka isimleri anmayı dinlerinin amentüsü haline getiren bu insanlar, Allah yalnız olarak anıldığı zaman tüyleri diken olmakta, kendilerine itiraz eden kimseleri ise peygambere düşman olmakla suçlamaktadırlar.
[072.020] De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
Secde kelimesinin en geniş anlamda, Allah'ın yarattığı bütün varlıkların onun kendileri için koyduğu ölçüler dahilinde yaşamlarını sürdürmesi anlamına geldiğini düşündüğümüzde, Mescit kelimesinin anlamı da sadece namaz kılmak için yapılmış binaları da içine alan bir anlamı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olacaktır.
Mescitlerin Allah için olması demek, secdenin sadece ona olması demektir. Kulun secde halinin sadece belirli vakitlerde kıldığı namaz ile sınırlı değil, yaşamının her anını kapsaması gerekmektedir. Kul, yaşamının her anında Allah merkezli bir yaşam sürecek, yaptıklarını ve yapacaklarını Allah'ın nasıl değerlendireceği düşüncesi üzerine kurulu bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Bu anlamda sadece üzeri çatılı binalar mescit olarak değil, üzeri yıldızlarla kaplı olan yeryüzünün her tarafı mescit hükmünde olacaktır.
Allah (c.c) yarattığı kullarını başıboş bırakmamış, onların yaşamlarını nasıl ve ne şekilde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgileri elçileri ve kitapları ile bildirmiştir. Elçi ve kitaplar ile bildirilen kuralları yaşamlarında pratize edenler, secde etmenin sadece Allah'a ait olmasının anlamını yerine getirmiş olacaklardır. Bugün Müslümanların hayatında secde etmenin anlamı sadece namaza indirgenmiş, namaz harici zamanlarda da sadece Allah'a secde edilmesi gerektiği unutulmuş, secde edilecek başka merciler ihdas edilmiştir.
Kıldığı namaz içinde okunan faizin, içkinin, zinanın haram olduğuna, Kur'an'ın insan yaşamını yönlendirmesi gerektiğine dair ayetleri dinleyen, fakat namazdan sonra içkiyi, faizi, zinayı helal görebilen bir yaşam süren, veya bu haramları helal sayan sistemleri benimseyebilen bir Müslüman, secdenin Allah'a ait olmasını hayatında tam olarak ikame etmiş olmayacaktır.
Bir çok ayetinde kullarına dini sadece Allah'a has kılmalarını emreden Allah (c.c), bu emrin yaşam içinde nasıl gerçekleşeceğini öğreten elçiler göndermiştir. Din dediğimiz şey sadece mistik bir yaşam ve belirli zamanlarda icra edilen ritüellerle sınırlı değildir. Din, bir yaşam biçimi olup, yaşam biçimi önerme hakkına sahip olan tek merci o insanları yaratandır.
Elçileri ve onlar vasıtası ile gönderdiği kitaplarda bizim için benimsediği dinin adının İslam olduğunu bildiren Allah (c.c) başka dinlere tabi olmayı şirk olarak beyan ederek, bu fiili işleyen kişi toplumları ebedi cehennem ile tehdit etmektedir. Son elçi Muhammed (a.s) muhataplarına şirke düşmeden nasıl bir yaşam sürüleceğini öğretmesine rağmen, ona iman ettiğini iddia eden bir kısım Müslüman şirki bir yaşam biçimi haline dönüştürmüş, dönüştürmekle kalmamış bu inancı dinin bir gereği haline getirmiştir.
Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin yönetim sistemlerine baktığımızda, sistemlerin temelinde Allah'ı değil, onun dışındakileri merkeze alan bir yönetim şekli olduğunu görebiliriz. Mescitlerde secdelerini Allah'a yapan Müslümanlar, mescit dışındaki sosyal, ekonomik ve siyasal hayatlarında maalesef Allah dışındakilere secde etmektedir.
Şirk kavramının sadece taştan tahtadan putlara tapmakla sınırlı olduğunu zannederek, yaşamları içindeki şirk göremeyen birçok Müslüman, ne acıdır ki şirk bataklığı içinde debelenmekte, içinde bulundukları bu şirkin farkında bile değillerdir. Kur'an içindeki bu konudaki ayetlerin muhataplarının geçmişte kalmış Mekke müşrikleri olduğunu zannederek okumaları, bir çok Müslümanın bu konuda yanılgı içine düşmesine sebep olmaktadır.
Sonuç olarak; Şirki hayattan çıkarmak için gönderilen elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın ümmeti olmakla övünen bir çok Müslüman maalesef, şirki hayat sistemi haline getirmiş, ve hallerinden memnun bir vaziyette yaşamaktadır. Allah'ın yetki alanını onun dışındakilere hasretmek anlamına gelen şirk, Müslümanların hayatlarına yeniden girmiş, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, dini alanda yüce ve ulu olarak bilinen bazı kimseler Allah (c.c) ile yetki paylaştırılır bir hale getirilmiş, yönetim alanında ise, Allah'ın haram kıldıklarını helal sayan yönetim şekilleri Müslüman toplumların tercihleri olmuştur.
Dün Mekke'de Allah'ı birleyen bir inancı ret edenlerin elçiye uyguladıkları zulmün bir benzeri, bugün kendilerini Müslüman olarak gören fakat sahip oldukları düşünce İslam olmayan bazı kimseler tarafından Allah ile birlikte yanına herhangi bir isim, düşünce, ideoloji konulmaması gerektiğini savunanlara uygulanmaktadır.
Amacımız kimseyi müşrik olarak yaftalamak değil, içinde bulunduğu şirk batağının farkında olmayan bir yaşam sürenlerin zihinlerinde bir farkındalık oluşturmaya çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
19 Ağustos 2017 Cumartesi
Eleştiride Objektif Olmak ve Etik Davranmanın Önemi Üzerine
İnceleme ve araştırma sonucunda, yanlış olduğu düşünülen noktaları belirtmek demek olan eleştiri de en önemli nokta, önce eleştireceğimiz kişilerin söylediklerini veya yazdıklarını doğru olarak ortaya koymak, ondan sonra bunları eleştirmek olmalıdır. Eleştireceğimiz kişinin söylediklerini veya yazdıklarını anlamamaktan veya yanlış anlamaktan kaynaklanan hatalar neticesinde yapılan eleştiriler, sözün veya yazının sahibine yapılan bir haksızlık olacaktır.
Sayın Mustafa İslamoğlu hoca tarafından yazılan, Kur'an'ı Anlama Yöntemi adlı kitabın 394. sayfasında, Zemahşeri ve Kurtubi gibi müfessirlerin Müzzemmil s. 1. ayeti ile bazı görüşleri eleştirilmekte, fakat bu eleştiride, bu müfessirler tarafından yazılanı yanlış veya eksik anlamaktan kaynaklandığını düşündüğümüz bazı hatalar bulunmaktadır.
Sayın hoca kitabının 394. sayfasında şunları yazmaktadır;
Büyük müfessir Zemahşeri, Müzzemmil s. 1. tefsirinde Resulullah Aişe'nin kadife yorganına sarınmış bir halde uyuyordu, bu halini eleştiren bir nida işitti der. Aynı yanlışa Kurtubi onun kaynak gösterdiği Salebi, ve onların naklettiği rivayetin sahibi İbrahim en- Nehai de düşebilmiştir. Bu, rivayetin otoritesine teslim olmanın insanı düşürdüğü tuzaktır. Tarihi bir hakikattir ki Hz. Aişe , Allah resulünün yatağına Mekke olan Müzzemmil 1. inişinden en az 14 yıl sonra Medine de girmiştir.
Sayın hocanın Zemahşeri'nin söylediğini iddia ettiği söz, Zemahşerinin kendisi tarafından söylenen değil, onun başkası tarafından söylenen Qıle (söylendi) ifadesi ile aktardığı bir sözdür. Zemahşeri'nin bu konuda söyledikleri şöyledir;
Şu da söylenmiştir: "Peygamber Aişe'ye ait yünden/tüyden mamul bir yorganın içinde namaz kılıyordu."
Şayet ayetin anlamı buysa, o zaman peygamberin tutumu çirkin bulunuyor (yani tenkit ediliyor) değildir; aksine, üzerinde bulunduğu halden dolayı medhediliyor, aferin deniliyor demektir. / Çev. Murat Sülün
Zemahşeri, İslamoğlu hocanın Der şeklinde aktardığı ifadeyi kendisinin demediği, başkaları tarafından söylendiğini aktarmaktadır. İslamoğlu hocanın Zemahşeri'nin söylediğini iddia ettiği "Bu halini eleştiren bir nida işitti" cümlesi Zemahşeri'nin ilgili ayet ile ilgili söylediklerinin içinde bulunmamaktadır. Zemahşeri bu konuda "Şayet ayetin anlamı buysa, o zaman peygamberin tutumu çirkin bulunuyor (yani tenkit ediliyor) değildir; aksine, üzerinde bulunduğu halden dolayı medhediliyor, aferin deniliyor demektir." demektedir.
İslamoğlu hoca Zemahşeri'den yaptığı alıntıyı kendisi söylemediği halde, Zemahşeri'nin kendisinin söylediğini iddia ederek hatalı bir aktarım yapmış, eleştirisini bu hata üzerinden getirmiştir.
İslamoğlu hocanın Kurtubi, Salebi ve İbrahim en- Nehai'nin de düştüğünün iddia ettiği hata ile ilgili olarak Kurtubi tefsirinde şunları görmekteyiz;
Dikkat edilirse Kurtubi, Aişe validemizden rivayet bu sözlere istinaden, Müzzemmil suresinin Medine'de indiğini gösterdiğini söylemektedir. Müzzemmil suresinin her ne kadar Mekke'de inmiş olması ihtimali daha kuvvetli olsa da, bu surenin Medine'de inmiş olduğuna dair olan bir görüşü Kurtubi nakledererek Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır demektedir.
İslamoğlu hocanın bu konuda yazdıklarına bakacak olursak, bu kimseler tarihi bilgilerden yoksun olarak Aişe validemizi Mekke'de peygamberin yatağına sokmuşlardır. Halbuki bunların böyle bir iddiası bulunmamaktadır. Katılırız veya katılmayız ama burada Müzzemmil suresinin Medine'de nazil olduğu iddia edilmekte, bu iddiaya göre Muhammed (a.s) ın Aişe validemiz ile evli olması gayet normal ve herhangi bir yanlışlık bulunmamaktadır.
Burada şayet bir eleştiri getirilecek ise, ancak Mekke'de nazil olmuş olması ihtimali daha kuvvetli olan bir surenin, Medine'de nazil olduğunun iddiasına getirilebilir.
Sayın İslamoğlu hocaya bizim bu eleştiriyi yapma nedenimiz, okuyucunun yanlış bilgi sahibi yapılmış olmasıdır. Amacımız, İlim ehlinin daha dikkatli olması gerektiği halde dikkatsiz davranarak yapmış oldukları bu tür hatalar, onların ilmi kariyerine gölge düşüreceği, hakkındaki bir takım asılsız iddialara mesnet teşkil edebileceği için, bu konularda daha dikkatli olunması gereğine dikkat çekmeye çalışmaktır.
Sayın Mustafa İslamoğlu hoca tarafından yazılan, Kur'an'ı Anlama Yöntemi adlı kitabın 394. sayfasında, Zemahşeri ve Kurtubi gibi müfessirlerin Müzzemmil s. 1. ayeti ile bazı görüşleri eleştirilmekte, fakat bu eleştiride, bu müfessirler tarafından yazılanı yanlış veya eksik anlamaktan kaynaklandığını düşündüğümüz bazı hatalar bulunmaktadır.
Sayın hoca kitabının 394. sayfasında şunları yazmaktadır;
Büyük müfessir Zemahşeri, Müzzemmil s. 1. tefsirinde Resulullah Aişe'nin kadife yorganına sarınmış bir halde uyuyordu, bu halini eleştiren bir nida işitti der. Aynı yanlışa Kurtubi onun kaynak gösterdiği Salebi, ve onların naklettiği rivayetin sahibi İbrahim en- Nehai de düşebilmiştir. Bu, rivayetin otoritesine teslim olmanın insanı düşürdüğü tuzaktır. Tarihi bir hakikattir ki Hz. Aişe , Allah resulünün yatağına Mekke olan Müzzemmil 1. inişinden en az 14 yıl sonra Medine de girmiştir.
Sayın hocanın Zemahşeri'nin söylediğini iddia ettiği söz, Zemahşerinin kendisi tarafından söylenen değil, onun başkası tarafından söylenen Qıle (söylendi) ifadesi ile aktardığı bir sözdür. Zemahşeri'nin bu konuda söyledikleri şöyledir;
Şu da söylenmiştir: "Peygamber Aişe'ye ait yünden/tüyden mamul bir yorganın içinde namaz kılıyordu."
Şayet ayetin anlamı buysa, o zaman peygamberin tutumu çirkin bulunuyor (yani tenkit ediliyor) değildir; aksine, üzerinde bulunduğu halden dolayı medhediliyor, aferin deniliyor demektir. / Çev. Murat Sülün
Zemahşeri, İslamoğlu hocanın Der şeklinde aktardığı ifadeyi kendisinin demediği, başkaları tarafından söylendiğini aktarmaktadır. İslamoğlu hocanın Zemahşeri'nin söylediğini iddia ettiği "Bu halini eleştiren bir nida işitti" cümlesi Zemahşeri'nin ilgili ayet ile ilgili söylediklerinin içinde bulunmamaktadır. Zemahşeri bu konuda "Şayet ayetin anlamı buysa, o zaman peygamberin tutumu çirkin bulunuyor (yani tenkit ediliyor) değildir; aksine, üzerinde bulunduğu halden dolayı medhediliyor, aferin deniliyor demektir." demektedir.
İslamoğlu hoca Zemahşeri'den yaptığı alıntıyı kendisi söylemediği halde, Zemahşeri'nin kendisinin söylediğini iddia ederek hatalı bir aktarım yapmış, eleştirisini bu hata üzerinden getirmiştir.
İslamoğlu hocanın Kurtubi, Salebi ve İbrahim en- Nehai'nin de düştüğünün iddia ettiği hata ile ilgili olarak Kurtubi tefsirinde şunları görmekteyiz;
en-Nehaî dedi ki:
Peygamber bir kadifeye sarınıp, bürünmüş îdi. Âişe: Uzunluğu ondört zira olan
bir örtüye bürünmüştü. Onun yanı benim üzerimde İdi ve ben uyuyordum. Diğer
yarısı da Peygamberin üzerinde idi, o da o vakit namaz.kılıyordu. Allah'a yemin
ederim, o örtü ipek değildi, ipekti de değildi. Keçi tüyünden de değildi,
ibrişim de değildi, yün de değildi. Çözgüsü kıİ, atkısı ise deve tüyü idi,
demiştir. Bu rivayeti es-Sa'lebî zikretmektedir.
Derim ki: Âişe'nin bu
sözleri sûrenin Medine'de indiğini göstermektedir. Çünkü Peygamber (sav) Âişe
ile Medine'de gerdeğe girmiştir. Bu durumda sûrenin Mekke'de İndiğine dair
zikredilen rivayetlerin sahih olmaması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Dikkat edilirse Kurtubi, Aişe validemizden rivayet bu sözlere istinaden, Müzzemmil suresinin Medine'de indiğini gösterdiğini söylemektedir. Müzzemmil suresinin her ne kadar Mekke'de inmiş olması ihtimali daha kuvvetli olsa da, bu surenin Medine'de inmiş olduğuna dair olan bir görüşü Kurtubi nakledererek Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır demektedir.
İslamoğlu hocanın bu konuda yazdıklarına bakacak olursak, bu kimseler tarihi bilgilerden yoksun olarak Aişe validemizi Mekke'de peygamberin yatağına sokmuşlardır. Halbuki bunların böyle bir iddiası bulunmamaktadır. Katılırız veya katılmayız ama burada Müzzemmil suresinin Medine'de nazil olduğu iddia edilmekte, bu iddiaya göre Muhammed (a.s) ın Aişe validemiz ile evli olması gayet normal ve herhangi bir yanlışlık bulunmamaktadır.
Burada şayet bir eleştiri getirilecek ise, ancak Mekke'de nazil olmuş olması ihtimali daha kuvvetli olan bir surenin, Medine'de nazil olduğunun iddiasına getirilebilir.
Sayın İslamoğlu hocaya bizim bu eleştiriyi yapma nedenimiz, okuyucunun yanlış bilgi sahibi yapılmış olmasıdır. Amacımız, İlim ehlinin daha dikkatli olması gerektiği halde dikkatsiz davranarak yapmış oldukları bu tür hatalar, onların ilmi kariyerine gölge düşüreceği, hakkındaki bir takım asılsız iddialara mesnet teşkil edebileceği için, bu konularda daha dikkatli olunması gereğine dikkat çekmeye çalışmaktır.
28 Haziran 2017 Çarşamba
Kur'an'ın Yeterliliği Veya Yetersizliği Tartışmaları Çerçevesinde Dede İle Torun Evliliğinin Haram Olmasının Delilinin Kur'an'da Olmadığı Üzerine
Türkiye'de Kur'an'ın son yıllarda gündeme gelerek, geleneksel din anlayışının Kur'an eksenli sorgulanmaya başlaması, Müslümanlar arasındaki kutuplaşmalarının da artmasına sebep olmuştur. Bu kutuplaşmalar neticesinde geleneksel din anlayışını savunanlar ile, Kur'an eksenli din anlayışını savunanların fırkalaşmak sureti ile birbirleri arasında şiddetli bir çatışma içine girdikleri gözlenmektedir.
Müslümanların birbirleri ile aralarındaki fikri farklılıklarını, Kur'an'ın önerdiği edep ve usül çerçevesinde çözmeye çalışmaları elbette olması gereken bir durumdur, fakat çoğu zaman bu tartışmalar Kayıkçı Kavgasına dönüşerek sürmekte, yapılan tartışmalar bilgi sahibi olmaktan çok, karşıdaki rakibi yenme çabasına dönüşmektedir. Müslümanların tartışma adap ve üslubundan uzak olarak yaptıkları tartışmalar ne yazıktır ki, küfür ve hakaretleşme ile son bularak, tarafların günah kazanması ile sonuçlanmaktadır.
Taraflar arasında yapılan tartışmalardan bir tanesi, Kur'an içinde her şeyin yazılı olduğunu beyan ettiği iddia edilen !! Enam s. 38. ayeti başta delil olmak üzere, Kur'an'ın yeterli olduğu, Kur'an'ın olduğu yerde Hadis-Sünnet olarak bildiğimiz rivayet malzemesine gerek olmadığı gibi söylemler üretilmek sureti ile, Yalnız Kur'an sloganı altında bir İslam anlayışı ortaya konulmaya çalışılmaktadır.
Bu anlayışa karşı çıkan taraftaki insanların ise, Kur'an'ın yeterli olmadığı, bu yetersizliğin Hadis-Sünnet olarak bildiğimiz rivayet malzemesi ile doldurulduğunu iddia ettiklerini görmekteyiz.
Bu düşünce sahipleri ile, yalnız Kur'an söylemi sahipleri arasında yapılan tartışmalarda, rivayet merkezli din anlayışını savunan insanların çoğu zaman, Hadi bana Kur'an'dan namazı göster, Hadi bana Kur'an'dan zekatın oranını, namazın rekatlarını göster, veya yazımıza başlık olarak aldığımız konu olan, Kur'an'da dede ile torunun birbiri ile evlenmesinin haram olduğuna dair bir delil olmadığı, bu delilin sünnet ile sabit olduğu gibi sözlerle, hadis ve sünnet'in bu konuda Kur'an'ın tamamlayıcısı olduğu iddiaları getirilmek sureti ile, yalnız Kur'an diyen insanların köşeye sıkıştırılarak, Kur'an'ın yetersizliğini savunmaya çalıştıklarına şahit olmaktayız.
Kur'an'ın yeterli veya yetersiz olduğunu iddia eden her iki tarafın da, iddialarına mesnet olarak ortaya koyduğu argümanların ayaklarının yere bastığını söylemenin maalesef imkansız olduğunu en baştan söyleyerek, yapılan tartışmaların Kayıkçı Kavgası şeklinde gerçekleştiğini görmekten üzüntü duyduğumuzu belirtmek isteriz.
Bizim bu yazmaktan asıl amacımız bir öz eleştiri yapmak olup, dede ile torun'un evliliğinin haram olduğunu Kur'an'dan ispatlamaya çalışmaktan ziyade, Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği üzerinde tartışma yapanların düştükleri bazı hatalara, özellikle Kur'an Yeter diyenlerin bu konulardaki hatalarına dikkat çekmeye çalışacağız. Çünkü asıl meselemiz, Kur'an'ın yeterli olduğu yönünde söylem geliştirenlere karşı, Kur'an yetersiz olduğu yönünde söylem geliştirenlerin aralarındaki çatışma olup, bu çatışma her iki tarafın ortaya koymaya çalıştığı bazı sözde iddialar ile delillendirilmeye çalışılmaktadır.
Kur'an Yeter diyenlerin, Kur'an Yetmez diyenler tarafından köşeye sıkıştırılmalarına kendilerinin fırsat tanıdıkları, kendi dilleri ile bazı hatalara düşerek, bu hatalarının başkaları tarafından koz olarak kullanıldığını bilhassa hatırlatmak istiyoruz. Bu hataların neler olduğu sorulacak olursa şunları söyleyebiliriz.
Enam s. 38. ayetindeki Biz kitap'ta eksik bırakmadık cümlesindeki Kitap kelimesi, çoğu kimse tarafından, Kur'an olarak anlaşıldığı için, Kur'an'ın yetersizliği iddialarına cevap olarak sunulmakta, Bak Allah Kur'an'da eksik olmadığını kendisi beyan ediyor denilerek, Kur'an'ın yeterliliğine delil olarak sunulmaktadır.
Veya Ankebut s. 51. ayetinde, Kendilerine okunan bu kitap yeterli gelmiyor mu? şeklinde cümle delil olarak sunularak, yine Kur'an'ın yeterli olduğu noktasında delil ayet olarak sunulmaktadır. Bizim, Kur'an'ın yetersiz olduğunu ortaya koymak gibi bir amaç içinde olmadığımızı yeniden hatırlatarak, Kur'an yeter söyleminin iddia olarak sunmaya çalıştıkları ayetlerin, bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunduğunu, Kur'an yeter iddiasında olanların bundan dolayı bir nevi Kendi ayaklarına kurşun sıktıklarını söylemek istediğimizi hatırlatmak isteriz.
Enam s. 38. ayetinde geçen Kitap kelimesinin Kur'an olmadığı, bu kelimenin Allah (c.c) tarafından yarattığı varlıkların tümü üzerinde koyduğu yasaları ifade ettiğini söylediğimiz zaman, bir çok kimsenin, Ne yani Kur'an eksik mi? şeklinde irkildiğine şahit olmaktayız. Eğer bu iddia sahipleri ön yargısız bir şekilde Kur'an içinde geçen Kitap kelimelerini alt alta koyup okudukları takdirde, bu kelime ile sadece Kur'an'ın kast edilmeyerek, geniş bir anlam alanına sahip olduğunu gördüklerinde, bizim ne demek istediğimizi daha net anlayacaklardır.
Bugün Türkiye'de Kur'an Yeter sloganı etrafında söylem üretmeye çalışan insanlarda gördüğümüz en büyük eksiklik, adını andıkları kitabı doğru anlamaktan uzak bir okuma yapmakta olduklarıdır. Kur'an ile ilgili yapılabilecek en büyük hatalardan bir tanesi olan bağlam ve bütünlük gözetilmeden, sadece kafadaki bazı ön kabullerin Kur'an'a onaylatılması çabaları, sadece rivayet merkezli din anlayışı sahiplerinin sorunu olmayıp, Kur'an yeter söylemi etrafında bir din anlayışı üretmeye çalışan bazı kimselerin de (hepsini kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz) en büyük sorunudur.
Demek istediğimiz şu dur ki, Bugün Türkiye'de Kuran Yeter sloganı etrafında üretilmeye çalışılan İslam algısındaki Kur'an anlayışı problemli olup, bu problemler hem bu söylemin sahiplerinden bir kısmının zaman içinde Kur'an'dan tamamen koparak Deizm'e kaymasına, hem de rivayet merkezli İslam anlayışındaki insanların Kur'ana yönelmesine engel olmaktadır.
Kur'an Yeter sloganına karşı, Kur'an Yetmez sloganı üretenlerin, bilerek veya bilmeyerek bu noktada da büyük yanlışlar içine düştükleri de görülmektedir. Bu kimselerin en büyük sorunu, Muhammed (a.s) ı dinin tamamlayıcısı olarak görmüş olmalarıdır. Bu anlayış Muhammed (a.s) ı yücelterek, onu Allah (c.c) ile aynı seviyeye çıkarmak adına yapılmakta olup, bu ameliyenin karşıtı ise, Allah (c.c) yi kulunun seviyesine indirmek anlamına gelerek, bu düşünce içinde olanları iki taraflı bir şirk içine düşürmektedir.
Öncelikle Kur'an Yeter sloganının, hadis ve sünnet'e karşı bir antitez olarak ortaya konulmasının doğru bir yaklaşım olmadığını düşünmekteyiz. Hadis ve sünnet adı altında bugün elimizin altında olan malzemeyi, tamamen çöpe atılması gereken bir malzeme olarak görmek yerine, onları yeniden rehabilitasyona tabi tutulması gereken bir malzeme olarak görmek, daha tutarlı bir düşünce olacaktır.
Kur'an Yetmez sloganı etrafında buluşan insanların da aynı şekilde, karşıt düşündeki insanların bazı hatalarını dikkate alarak Kur'an'ın dinde belirleyici olmasına karşı soğuk bakmamaları gerekmektedir.
Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği noktasında söylem üreten insanların, bu konular etrafında ürettikleri söylemlerin tez olarak ortaya konulmak yerine, antitez ve nefrete dayalı olarak ortaya konulması, taraflar arasında kin ve nefret tohumlarının ekilmesine vesile olduğunu görmek, gerçekten üzüntü vericidir. Din adına üretilen söylemlerin amacının altında yatan asıl niyet karşı tarafı ezmek olmadığı müddetçe, bu söylemler taraflar arasında daha düzgün bir üslup dahilinde tartışma imkanı bulacaktır. Aksi takdirde, bugün Müslümanların birbirleri arasında yaptığı tartışmalarda rastladığımız her türlü olumsuz davranışlar, dozunu artırarak devam edecektir.
Kur'an Yeter sloganı etrafında geliştirilen söylem, eğer Allah (c.c) nin kitabında mevcut olan beyanın din konusunda sorumluluğumuz olarak yeterliliği, onun dışındaki kitaplardan bize din olarak sunulan şeylerin, din ve sorumluluğumuz dahilinde olmadığı konusu çerçevesinde olduğu müddetçe, bu söyleme kimsenin itirazı olamaz, ve bizim de Kur'an'ın yeterliliği ile ilgili olarak düşüncemiz bu çerçevededir.
Fakat, Kur'an Yeter diyerek, bu yeterliliğin her alanda olduğunu veya olması gerektiğini iddia etmek sureti ile, namaz, hac, oruç gibi ibadetlerin ilmihal kitabı gibi detaylı olarak Kur'an içinde anlatılmamış olmasını kalkan olarak kullanarak, bu ibadetleri icra etmenin yanlış hatta şirk olduğunu iddia etmek, Kur'an'ın hangi alanda yeterli olduğunu anlayamamış kimselerden başkasının iddiası olamaz. Bu tür iddia sahipleri Kur'an Yetmez söylemi etrafında toplanan kimselerin elini güçlendirmekte, Kur'an'ın din'de yeterliliği konusunda makul fikirler üretmeye çalışan insanlara da ayak bağı olmaktadır.
Kur'an insan hayatı için gerekli olan şeyler konusunda yol gösterici bir kitap olarak elbette yeter. Ancak Kur'an toplum hayatının ihtiyacı olan bütün konularda net ve detaylı olarak hükümler vaz etmemiştir örneğin;
Bugün bir beldeyi elimize sadece Kur'an'ı vererek, bu belde de yaşayan insanları Kur'an'a göre yönetmemizi isteseler, toplum hayatı için gerekli olan yasaların tamamını Kur'an içinde bulmamız imkansızdır. Bu iddiayı dile getirmemizin sebebi, Kur'an Yetmez söyleminin haklı olduğunu ileri sürmek asla değildir. Kur'an şayet bazılarının iddia ettiği gibi sadece belirli bir zaman ve mekana has olarak inmiş olsaydı, belki bu detaylar bulunabilir, fakat bu detaylar o zamanki şartlara uygun olacağı için, bizlerin onları uygulama imkanı da olmazdı.
Kur'an hırsızlığın cezasını el kesmek olarak beyan etmesine rağmen, bu cezanın bütün hırsızlık vakaları için uygulanabileceğini söylemek pek doğru olmayacaktır. Bugün değişen yaşam şartları, hırsızlık olarak bildiğimiz suçun kapsamının da gelişmesine sebep olmuştur. Bundan dolayı bu suça verilecek ceza, el kesmenin haricinde daha aşağı cezalar olabileceği gibi, daha yukarısında cezalar da olabilir.
Bu cezaların miktarının belirlemesi hukukçular tarafından yapılacaktır. Yine aynı şekilde Kur'an'da ceza hükmü bulunmayan tecavüz veya başka suçlar konusunda hangi cezaların verilebileceği, yine hukukçular tarafından belirlenecektir. Demek istediğimiz şu dur; Kur'an insanlar tarafından zaman ve hayat şartlarına göre doldurulabilecek boş bir alan bırakmış, fakat bu boş alanın nasıl doldurulabileceği konusunda yine ana hükümler beyan etmiştir. Kur'an tarafından vaz edilmiş olan bu hükümlerdeki maksat gözetilerek, hakkında net bir beyan bulunmayan konularda hukukçular tarafından yeni hükümler üretilebilir.
Kur'an'ın yetersizliği eğer bu çerçevede savunulacak olursa, bunda herhangi bir problemin olmayacağını düşünmekteyiz. Fakat Kur'an'ın eksik bıraktığı yerleri hadis ve sünnet olarak bildiğimiz Muhammed (a.s) kanalından geldiği iddia edilen bilgilerin doldurabileceği iddia edilecek olursa bu iddia yanlış, yanlış olduğu kadar da itikadi sorunlara yol açacaktır. Muhammed (a.s) bu dinin eksik kalan yerlerini tamamlayıcı bir parçası değil, Allah (c.c) nin ona indirdiği dinin tebliğcisi ve örneğidir.
Allah (c.c) dinini tamamladığını (Maide s.3), bizlere beyan etmiş olmasına rağmen, Muhammed (a.s) a tamamlayıcı bir misyon yüklemek, ona ve Allah'a karşı yapılabilecek en büyük iftiralardan bir tanesi olacaktır.
DEDE İLE TORUN EVLİLİĞİ MESELESİ
Kur'an'ın yetersizliğini iddia ederek, bu eksikliğin hadis ve sünnet tarafından doldurulduğunu söyleyenlerin, bu iddialarını güçlendirmek için kullandıkları delillerden bir tanesi, Nisa s. 23. ayetinde geçen evlenilmesi haram olanların listesinde, dede ile torun evliliğinin haram olduğunun bildirilmediği, bu evliliğin haram olduğunun hadis tarafından beyan edildiği dile getirilmektedir.
Bu sözlerin ortaya atılmasına sebep olan en büyük faktörün, Kur'an Yeter iddiasını dile getiren bir kısım kimsenin, bağlam ve bütünlük gözetmeden okudukları, Kur'an'ın yeterliliği ile ilgili olduğunu zannettikleri bazı ayetler üzerinden ortaya attıkları sözler olduğunu yukarıda belirtmiştik. Yani bu tür iddialara kapı açılmasına sebep olanlar, Kur'an'ın nasıl bir kitap olduğu konusunda yanlış ve eksik bilgi sahibi olan, kendisini Kur'an ile tanımlayan kimselerdir. Şayet bu kimseler Kur'an'ın neliği konusunda ayakları yere basan bir bilgi sahibi olmuş olsalardı, kimsenin böyle eften püften iddialar ortaya atma cesareti bile olamazdı.
Bizim bu konuda şu anda yaptığımız, bir delinin attığı taşı kuyudan çıkarmaya çalışmak misali gibi bir şeydir. Bu ayet indiği, Muhammed (a.s) bu ayeti ashabına tebliğ ettiği zaman, bir sahabe çıkıp ta "Anam babam sana feda olsun ya Muhammed, Allah dede ile torun evliliğini acaba haram kılmadımı ki bu yasakların içine dahil etmemiş" diye sorması imkan ve ihtimal dahilinde değildir.
Ayet içinde kız ve erkek kardeşlerinin çocuklarını haram kılan Allah'ın, kendi çocuklarının çocukları ile evlenmenin haram olduğunu beyan etmemiş olması, bir kimseyi torun ile evliliğin helal olabileceği düşüncesine götürebilmesi zaten mümkün olmadığı gibi, böyle bir iddia üzerinden Kur'an'ın yetersiz olduğunu iddia ederek, bu boşluğu hadis ve sünnet'in doldurduğu iddiası ise, belden aşağı vurmaktan başka bir şey değildir.
Biz Kur'an merkezli din anlayışını savunanlarla, rivayet merkezli din anlayışını savunanlar arasında yapılan tartışmalardaki yöntem üzerinde durmaya çalışarak, bu konuda karşı taraftan gelen saldırılara karşı devamlı kendi düşüncesini savunmak durumunda kalan, Kur'an eksenli din algısını savunanlara bir yöntem önerisinde bulunmak istiyoruz.
Malum olduğu üzere, Kur'an merkezli din anlayışını savunanlar ile, rivayet merkezli din anlayışını savunanlar arasında yapılan tartışmalarda, sapık, hadis inkarcısı, peygamber düşmanı gibi ithamlar havada uçuşarak savunma yapmaya çalışan taraf, devamlı Kur'an eksenli din anlayışının taraftarları olmaktadır. Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği konusunda yapılan tartışmalarda da, aynı şekilde savunma yapmak zorunda kalan taraf yine onlar olmaktadır.
Kur'an'ın yeterli olmadığını göstermek için karşısındaki kimseye bazı deliller sunan, ve bu deliller ile karşısındakileri susturmaya çalışan kimselerin, bu iddialarının temelinde Allah (c.c) nin kitabının eksiğini bir kul olan Muhammed (a.s) ın tamamladığı düşüncesi yatmaktadır. Onların iddialarına cevap yetiştirmeye çalışmak, o tartışmaya 1-0 mağlup olarak başlamak anlamına gelmektedir.
Dede ile torun evliliğinin haramlığını Kur'an'dan delil getirerek savunmaya çalışmak, işte böyle ezikliğin sonucu olup, asıl savunma yapmaları gerekenler, bu tür iddiaları dile getirmek sureti ile Kur'an ve Allah (c.c) hakkında yanlış düşünceler ortaya atanlar olmalıdır. Dede ile torun evliliği konusu üzerinden Kur'an'ın yeterliliğini savunmaya çalışmak yerine, bu tür iddiaların nasıl bir hezeyan ürünü olduğuna dikkat çekerek, bu iddiaları ortaya atanların kendilerini savunmak durumunda bırakmaya çalışmak, bu tür tartışma yapanların dikkat etmesi ve kullanması gereken bir yöntem olmalıdır.
Biz öncelikle bu tür iddiaları ortaya atarak, hem Kur'an'ın yetersizliğini, hem de Muhammed (a.s) ı dinde helal haram koyma yetkisine sahip bir kimse olarak görülmesinin yanlışlığı üzerinden giderek, bu tür iddiaların kişiler üzerinde akidevi sorunlar doğuracağını hatırlatmak durumundayız. Rivayet merkezli din algısının en büyük sıkıntısı, Muhammed (a.s) hakkındaki sahip oldukları yanlış bilgiler olup, onun Allah (c.c) ile aynı konuma sahip olduğu inancının yanlışlığına dikkat çekerek, onların kendilerini savunmak zorunda bırakmaya çalışmak, daha akıllıca bir yöntem olacaktır.
Sonuç olarak; Müslümanlar arasında bitmek tükenmek bitmeyen tartışmalara, son yıllarda Kur'an'ın Türkiye'de daha fazla gündeme gelmesi başlayan, rivayet kültürünü sorgulamak eklenmiştir. Kur'an'ın yeterli olduğunu iddia edenler ile, yetersiz olduğunu iddia edenler arasındaki tartışmalarda göze çarpan bir husus, her iki tarafın da savundukları konularda ortaya koymaya çalıştıkları delillerin makul deliller olmayışıdır.
Yazımızda özellikle Kur'an'ın yeterliliğine dikkat çekmeyerek, bu konuları savunan kimlerin eksiklikleri üzerinde bir özeleştiri yapmaya çalıştığımız okuyucu tarafından anlaşılmıştır. Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği konusunda rivayet kültürü savunucuları ile tartışmalara girmek yerine, sahip olunan düşüncenin argümanlarının ne kadar tutarlı olduğu yönünde araştırma ve çalışmalarda bulunmak daha faydalı olacaktır.
Tartışma yapılmak zorunda kalındığı zaman ise, savunma yapmak yerine rivayet kültürünün kişi üzerinden nasıl itikadi yaralar açtığını uygun bir dil üslup dahilinde anlatmaya çalışarak, karşı tarafı savunma yapmak zorunda bırakmaya çalışmak, onları din konusunda Kur'an'ın belirleyici olması gerektiğine inanmalarını sağlamaya çalışmak daha uygun bir yöntem olacaktır.
MÜSLÜMANLARIN BİRBİRLERİ İLE YAPTIKLARI TARTIŞMALARIN MÜNAZARA ŞEKLİNDE GERÇEKLEŞEREK,MÜNAKAŞA OLMAKTAN ÇIKMASI DİLEĞİYLE.
Müslümanların birbirleri ile aralarındaki fikri farklılıklarını, Kur'an'ın önerdiği edep ve usül çerçevesinde çözmeye çalışmaları elbette olması gereken bir durumdur, fakat çoğu zaman bu tartışmalar Kayıkçı Kavgasına dönüşerek sürmekte, yapılan tartışmalar bilgi sahibi olmaktan çok, karşıdaki rakibi yenme çabasına dönüşmektedir. Müslümanların tartışma adap ve üslubundan uzak olarak yaptıkları tartışmalar ne yazıktır ki, küfür ve hakaretleşme ile son bularak, tarafların günah kazanması ile sonuçlanmaktadır.
Taraflar arasında yapılan tartışmalardan bir tanesi, Kur'an içinde her şeyin yazılı olduğunu beyan ettiği iddia edilen !! Enam s. 38. ayeti başta delil olmak üzere, Kur'an'ın yeterli olduğu, Kur'an'ın olduğu yerde Hadis-Sünnet olarak bildiğimiz rivayet malzemesine gerek olmadığı gibi söylemler üretilmek sureti ile, Yalnız Kur'an sloganı altında bir İslam anlayışı ortaya konulmaya çalışılmaktadır.
Bu anlayışa karşı çıkan taraftaki insanların ise, Kur'an'ın yeterli olmadığı, bu yetersizliğin Hadis-Sünnet olarak bildiğimiz rivayet malzemesi ile doldurulduğunu iddia ettiklerini görmekteyiz.
Bu düşünce sahipleri ile, yalnız Kur'an söylemi sahipleri arasında yapılan tartışmalarda, rivayet merkezli din anlayışını savunan insanların çoğu zaman, Hadi bana Kur'an'dan namazı göster, Hadi bana Kur'an'dan zekatın oranını, namazın rekatlarını göster, veya yazımıza başlık olarak aldığımız konu olan, Kur'an'da dede ile torunun birbiri ile evlenmesinin haram olduğuna dair bir delil olmadığı, bu delilin sünnet ile sabit olduğu gibi sözlerle, hadis ve sünnet'in bu konuda Kur'an'ın tamamlayıcısı olduğu iddiaları getirilmek sureti ile, yalnız Kur'an diyen insanların köşeye sıkıştırılarak, Kur'an'ın yetersizliğini savunmaya çalıştıklarına şahit olmaktayız.
Kur'an'ın yeterli veya yetersiz olduğunu iddia eden her iki tarafın da, iddialarına mesnet olarak ortaya koyduğu argümanların ayaklarının yere bastığını söylemenin maalesef imkansız olduğunu en baştan söyleyerek, yapılan tartışmaların Kayıkçı Kavgası şeklinde gerçekleştiğini görmekten üzüntü duyduğumuzu belirtmek isteriz.
Bizim bu yazmaktan asıl amacımız bir öz eleştiri yapmak olup, dede ile torun'un evliliğinin haram olduğunu Kur'an'dan ispatlamaya çalışmaktan ziyade, Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği üzerinde tartışma yapanların düştükleri bazı hatalara, özellikle Kur'an Yeter diyenlerin bu konulardaki hatalarına dikkat çekmeye çalışacağız. Çünkü asıl meselemiz, Kur'an'ın yeterli olduğu yönünde söylem geliştirenlere karşı, Kur'an yetersiz olduğu yönünde söylem geliştirenlerin aralarındaki çatışma olup, bu çatışma her iki tarafın ortaya koymaya çalıştığı bazı sözde iddialar ile delillendirilmeye çalışılmaktadır.
Kur'an Yeter diyenlerin, Kur'an Yetmez diyenler tarafından köşeye sıkıştırılmalarına kendilerinin fırsat tanıdıkları, kendi dilleri ile bazı hatalara düşerek, bu hatalarının başkaları tarafından koz olarak kullanıldığını bilhassa hatırlatmak istiyoruz. Bu hataların neler olduğu sorulacak olursa şunları söyleyebiliriz.
Enam s. 38. ayetindeki Biz kitap'ta eksik bırakmadık cümlesindeki Kitap kelimesi, çoğu kimse tarafından, Kur'an olarak anlaşıldığı için, Kur'an'ın yetersizliği iddialarına cevap olarak sunulmakta, Bak Allah Kur'an'da eksik olmadığını kendisi beyan ediyor denilerek, Kur'an'ın yeterliliğine delil olarak sunulmaktadır.
Veya Ankebut s. 51. ayetinde, Kendilerine okunan bu kitap yeterli gelmiyor mu? şeklinde cümle delil olarak sunularak, yine Kur'an'ın yeterli olduğu noktasında delil ayet olarak sunulmaktadır. Bizim, Kur'an'ın yetersiz olduğunu ortaya koymak gibi bir amaç içinde olmadığımızı yeniden hatırlatarak, Kur'an yeter söyleminin iddia olarak sunmaya çalıştıkları ayetlerin, bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunduğunu, Kur'an yeter iddiasında olanların bundan dolayı bir nevi Kendi ayaklarına kurşun sıktıklarını söylemek istediğimizi hatırlatmak isteriz.
Enam s. 38. ayetinde geçen Kitap kelimesinin Kur'an olmadığı, bu kelimenin Allah (c.c) tarafından yarattığı varlıkların tümü üzerinde koyduğu yasaları ifade ettiğini söylediğimiz zaman, bir çok kimsenin, Ne yani Kur'an eksik mi? şeklinde irkildiğine şahit olmaktayız. Eğer bu iddia sahipleri ön yargısız bir şekilde Kur'an içinde geçen Kitap kelimelerini alt alta koyup okudukları takdirde, bu kelime ile sadece Kur'an'ın kast edilmeyerek, geniş bir anlam alanına sahip olduğunu gördüklerinde, bizim ne demek istediğimizi daha net anlayacaklardır.
Bugün Türkiye'de Kur'an Yeter sloganı etrafında söylem üretmeye çalışan insanlarda gördüğümüz en büyük eksiklik, adını andıkları kitabı doğru anlamaktan uzak bir okuma yapmakta olduklarıdır. Kur'an ile ilgili yapılabilecek en büyük hatalardan bir tanesi olan bağlam ve bütünlük gözetilmeden, sadece kafadaki bazı ön kabullerin Kur'an'a onaylatılması çabaları, sadece rivayet merkezli din anlayışı sahiplerinin sorunu olmayıp, Kur'an yeter söylemi etrafında bir din anlayışı üretmeye çalışan bazı kimselerin de (hepsini kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz) en büyük sorunudur.
Demek istediğimiz şu dur ki, Bugün Türkiye'de Kuran Yeter sloganı etrafında üretilmeye çalışılan İslam algısındaki Kur'an anlayışı problemli olup, bu problemler hem bu söylemin sahiplerinden bir kısmının zaman içinde Kur'an'dan tamamen koparak Deizm'e kaymasına, hem de rivayet merkezli İslam anlayışındaki insanların Kur'ana yönelmesine engel olmaktadır.
Kur'an Yeter sloganına karşı, Kur'an Yetmez sloganı üretenlerin, bilerek veya bilmeyerek bu noktada da büyük yanlışlar içine düştükleri de görülmektedir. Bu kimselerin en büyük sorunu, Muhammed (a.s) ı dinin tamamlayıcısı olarak görmüş olmalarıdır. Bu anlayış Muhammed (a.s) ı yücelterek, onu Allah (c.c) ile aynı seviyeye çıkarmak adına yapılmakta olup, bu ameliyenin karşıtı ise, Allah (c.c) yi kulunun seviyesine indirmek anlamına gelerek, bu düşünce içinde olanları iki taraflı bir şirk içine düşürmektedir.
Öncelikle Kur'an Yeter sloganının, hadis ve sünnet'e karşı bir antitez olarak ortaya konulmasının doğru bir yaklaşım olmadığını düşünmekteyiz. Hadis ve sünnet adı altında bugün elimizin altında olan malzemeyi, tamamen çöpe atılması gereken bir malzeme olarak görmek yerine, onları yeniden rehabilitasyona tabi tutulması gereken bir malzeme olarak görmek, daha tutarlı bir düşünce olacaktır.
Kur'an Yetmez sloganı etrafında buluşan insanların da aynı şekilde, karşıt düşündeki insanların bazı hatalarını dikkate alarak Kur'an'ın dinde belirleyici olmasına karşı soğuk bakmamaları gerekmektedir.
Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği noktasında söylem üreten insanların, bu konular etrafında ürettikleri söylemlerin tez olarak ortaya konulmak yerine, antitez ve nefrete dayalı olarak ortaya konulması, taraflar arasında kin ve nefret tohumlarının ekilmesine vesile olduğunu görmek, gerçekten üzüntü vericidir. Din adına üretilen söylemlerin amacının altında yatan asıl niyet karşı tarafı ezmek olmadığı müddetçe, bu söylemler taraflar arasında daha düzgün bir üslup dahilinde tartışma imkanı bulacaktır. Aksi takdirde, bugün Müslümanların birbirleri arasında yaptığı tartışmalarda rastladığımız her türlü olumsuz davranışlar, dozunu artırarak devam edecektir.
Kur'an Yeter sloganı etrafında geliştirilen söylem, eğer Allah (c.c) nin kitabında mevcut olan beyanın din konusunda sorumluluğumuz olarak yeterliliği, onun dışındaki kitaplardan bize din olarak sunulan şeylerin, din ve sorumluluğumuz dahilinde olmadığı konusu çerçevesinde olduğu müddetçe, bu söyleme kimsenin itirazı olamaz, ve bizim de Kur'an'ın yeterliliği ile ilgili olarak düşüncemiz bu çerçevededir.
Fakat, Kur'an Yeter diyerek, bu yeterliliğin her alanda olduğunu veya olması gerektiğini iddia etmek sureti ile, namaz, hac, oruç gibi ibadetlerin ilmihal kitabı gibi detaylı olarak Kur'an içinde anlatılmamış olmasını kalkan olarak kullanarak, bu ibadetleri icra etmenin yanlış hatta şirk olduğunu iddia etmek, Kur'an'ın hangi alanda yeterli olduğunu anlayamamış kimselerden başkasının iddiası olamaz. Bu tür iddia sahipleri Kur'an Yetmez söylemi etrafında toplanan kimselerin elini güçlendirmekte, Kur'an'ın din'de yeterliliği konusunda makul fikirler üretmeye çalışan insanlara da ayak bağı olmaktadır.
Kur'an insan hayatı için gerekli olan şeyler konusunda yol gösterici bir kitap olarak elbette yeter. Ancak Kur'an toplum hayatının ihtiyacı olan bütün konularda net ve detaylı olarak hükümler vaz etmemiştir örneğin;
Bugün bir beldeyi elimize sadece Kur'an'ı vererek, bu belde de yaşayan insanları Kur'an'a göre yönetmemizi isteseler, toplum hayatı için gerekli olan yasaların tamamını Kur'an içinde bulmamız imkansızdır. Bu iddiayı dile getirmemizin sebebi, Kur'an Yetmez söyleminin haklı olduğunu ileri sürmek asla değildir. Kur'an şayet bazılarının iddia ettiği gibi sadece belirli bir zaman ve mekana has olarak inmiş olsaydı, belki bu detaylar bulunabilir, fakat bu detaylar o zamanki şartlara uygun olacağı için, bizlerin onları uygulama imkanı da olmazdı.
Kur'an hırsızlığın cezasını el kesmek olarak beyan etmesine rağmen, bu cezanın bütün hırsızlık vakaları için uygulanabileceğini söylemek pek doğru olmayacaktır. Bugün değişen yaşam şartları, hırsızlık olarak bildiğimiz suçun kapsamının da gelişmesine sebep olmuştur. Bundan dolayı bu suça verilecek ceza, el kesmenin haricinde daha aşağı cezalar olabileceği gibi, daha yukarısında cezalar da olabilir.
Bu cezaların miktarının belirlemesi hukukçular tarafından yapılacaktır. Yine aynı şekilde Kur'an'da ceza hükmü bulunmayan tecavüz veya başka suçlar konusunda hangi cezaların verilebileceği, yine hukukçular tarafından belirlenecektir. Demek istediğimiz şu dur; Kur'an insanlar tarafından zaman ve hayat şartlarına göre doldurulabilecek boş bir alan bırakmış, fakat bu boş alanın nasıl doldurulabileceği konusunda yine ana hükümler beyan etmiştir. Kur'an tarafından vaz edilmiş olan bu hükümlerdeki maksat gözetilerek, hakkında net bir beyan bulunmayan konularda hukukçular tarafından yeni hükümler üretilebilir.
Kur'an'ın yetersizliği eğer bu çerçevede savunulacak olursa, bunda herhangi bir problemin olmayacağını düşünmekteyiz. Fakat Kur'an'ın eksik bıraktığı yerleri hadis ve sünnet olarak bildiğimiz Muhammed (a.s) kanalından geldiği iddia edilen bilgilerin doldurabileceği iddia edilecek olursa bu iddia yanlış, yanlış olduğu kadar da itikadi sorunlara yol açacaktır. Muhammed (a.s) bu dinin eksik kalan yerlerini tamamlayıcı bir parçası değil, Allah (c.c) nin ona indirdiği dinin tebliğcisi ve örneğidir.
Allah (c.c) dinini tamamladığını (Maide s.3), bizlere beyan etmiş olmasına rağmen, Muhammed (a.s) a tamamlayıcı bir misyon yüklemek, ona ve Allah'a karşı yapılabilecek en büyük iftiralardan bir tanesi olacaktır.
DEDE İLE TORUN EVLİLİĞİ MESELESİ
Kur'an'ın yetersizliğini iddia ederek, bu eksikliğin hadis ve sünnet tarafından doldurulduğunu söyleyenlerin, bu iddialarını güçlendirmek için kullandıkları delillerden bir tanesi, Nisa s. 23. ayetinde geçen evlenilmesi haram olanların listesinde, dede ile torun evliliğinin haram olduğunun bildirilmediği, bu evliliğin haram olduğunun hadis tarafından beyan edildiği dile getirilmektedir.
Bu sözlerin ortaya atılmasına sebep olan en büyük faktörün, Kur'an Yeter iddiasını dile getiren bir kısım kimsenin, bağlam ve bütünlük gözetmeden okudukları, Kur'an'ın yeterliliği ile ilgili olduğunu zannettikleri bazı ayetler üzerinden ortaya attıkları sözler olduğunu yukarıda belirtmiştik. Yani bu tür iddialara kapı açılmasına sebep olanlar, Kur'an'ın nasıl bir kitap olduğu konusunda yanlış ve eksik bilgi sahibi olan, kendisini Kur'an ile tanımlayan kimselerdir. Şayet bu kimseler Kur'an'ın neliği konusunda ayakları yere basan bir bilgi sahibi olmuş olsalardı, kimsenin böyle eften püften iddialar ortaya atma cesareti bile olamazdı.
Bizim bu konuda şu anda yaptığımız, bir delinin attığı taşı kuyudan çıkarmaya çalışmak misali gibi bir şeydir. Bu ayet indiği, Muhammed (a.s) bu ayeti ashabına tebliğ ettiği zaman, bir sahabe çıkıp ta "Anam babam sana feda olsun ya Muhammed, Allah dede ile torun evliliğini acaba haram kılmadımı ki bu yasakların içine dahil etmemiş" diye sorması imkan ve ihtimal dahilinde değildir.
Ayet içinde kız ve erkek kardeşlerinin çocuklarını haram kılan Allah'ın, kendi çocuklarının çocukları ile evlenmenin haram olduğunu beyan etmemiş olması, bir kimseyi torun ile evliliğin helal olabileceği düşüncesine götürebilmesi zaten mümkün olmadığı gibi, böyle bir iddia üzerinden Kur'an'ın yetersiz olduğunu iddia ederek, bu boşluğu hadis ve sünnet'in doldurduğu iddiası ise, belden aşağı vurmaktan başka bir şey değildir.
Biz Kur'an merkezli din anlayışını savunanlarla, rivayet merkezli din anlayışını savunanlar arasında yapılan tartışmalardaki yöntem üzerinde durmaya çalışarak, bu konuda karşı taraftan gelen saldırılara karşı devamlı kendi düşüncesini savunmak durumunda kalan, Kur'an eksenli din algısını savunanlara bir yöntem önerisinde bulunmak istiyoruz.
Malum olduğu üzere, Kur'an merkezli din anlayışını savunanlar ile, rivayet merkezli din anlayışını savunanlar arasında yapılan tartışmalarda, sapık, hadis inkarcısı, peygamber düşmanı gibi ithamlar havada uçuşarak savunma yapmaya çalışan taraf, devamlı Kur'an eksenli din anlayışının taraftarları olmaktadır. Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği konusunda yapılan tartışmalarda da, aynı şekilde savunma yapmak zorunda kalan taraf yine onlar olmaktadır.
Kur'an'ın yeterli olmadığını göstermek için karşısındaki kimseye bazı deliller sunan, ve bu deliller ile karşısındakileri susturmaya çalışan kimselerin, bu iddialarının temelinde Allah (c.c) nin kitabının eksiğini bir kul olan Muhammed (a.s) ın tamamladığı düşüncesi yatmaktadır. Onların iddialarına cevap yetiştirmeye çalışmak, o tartışmaya 1-0 mağlup olarak başlamak anlamına gelmektedir.
Dede ile torun evliliğinin haramlığını Kur'an'dan delil getirerek savunmaya çalışmak, işte böyle ezikliğin sonucu olup, asıl savunma yapmaları gerekenler, bu tür iddiaları dile getirmek sureti ile Kur'an ve Allah (c.c) hakkında yanlış düşünceler ortaya atanlar olmalıdır. Dede ile torun evliliği konusu üzerinden Kur'an'ın yeterliliğini savunmaya çalışmak yerine, bu tür iddiaların nasıl bir hezeyan ürünü olduğuna dikkat çekerek, bu iddiaları ortaya atanların kendilerini savunmak durumunda bırakmaya çalışmak, bu tür tartışma yapanların dikkat etmesi ve kullanması gereken bir yöntem olmalıdır.
Biz öncelikle bu tür iddiaları ortaya atarak, hem Kur'an'ın yetersizliğini, hem de Muhammed (a.s) ı dinde helal haram koyma yetkisine sahip bir kimse olarak görülmesinin yanlışlığı üzerinden giderek, bu tür iddiaların kişiler üzerinde akidevi sorunlar doğuracağını hatırlatmak durumundayız. Rivayet merkezli din algısının en büyük sıkıntısı, Muhammed (a.s) hakkındaki sahip oldukları yanlış bilgiler olup, onun Allah (c.c) ile aynı konuma sahip olduğu inancının yanlışlığına dikkat çekerek, onların kendilerini savunmak zorunda bırakmaya çalışmak, daha akıllıca bir yöntem olacaktır.
Sonuç olarak; Müslümanlar arasında bitmek tükenmek bitmeyen tartışmalara, son yıllarda Kur'an'ın Türkiye'de daha fazla gündeme gelmesi başlayan, rivayet kültürünü sorgulamak eklenmiştir. Kur'an'ın yeterli olduğunu iddia edenler ile, yetersiz olduğunu iddia edenler arasındaki tartışmalarda göze çarpan bir husus, her iki tarafın da savundukları konularda ortaya koymaya çalıştıkları delillerin makul deliller olmayışıdır.
Yazımızda özellikle Kur'an'ın yeterliliğine dikkat çekmeyerek, bu konuları savunan kimlerin eksiklikleri üzerinde bir özeleştiri yapmaya çalıştığımız okuyucu tarafından anlaşılmıştır. Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği konusunda rivayet kültürü savunucuları ile tartışmalara girmek yerine, sahip olunan düşüncenin argümanlarının ne kadar tutarlı olduğu yönünde araştırma ve çalışmalarda bulunmak daha faydalı olacaktır.
Tartışma yapılmak zorunda kalındığı zaman ise, savunma yapmak yerine rivayet kültürünün kişi üzerinden nasıl itikadi yaralar açtığını uygun bir dil üslup dahilinde anlatmaya çalışarak, karşı tarafı savunma yapmak zorunda bırakmaya çalışmak, onları din konusunda Kur'an'ın belirleyici olması gerektiğine inanmalarını sağlamaya çalışmak daha uygun bir yöntem olacaktır.
MÜSLÜMANLARIN BİRBİRLERİ İLE YAPTIKLARI TARTIŞMALARIN MÜNAZARA ŞEKLİNDE GERÇEKLEŞEREK,MÜNAKAŞA OLMAKTAN ÇIKMASI DİLEĞİYLE.
Labels:
Çerçevesinde,
Dede,
Delilinin,
Evliliğinin,
Haram,
İLE,
Kur'an'da,
Kur'an'ın,
Olmadığı,
Olmasının,
Tartışmaları,
Torun,
Üzerine,
veya,
Yeterliliği,
Yetersizliği
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)