22 Ocak 2015 Perşembe

Çocuk Evliliği Arap Örfü müdür ?

Bu günlerde, Sayın Nurettin Yıldız Hocanın bir konuşması sonucu başlayan çocuk evliliği meselesi ile ilgili olarak yapılan yorumlara baktığımızda , bu tür evliliğin o günkü Arap geleneği içinde değerlendirilmesi gerektiği şeklinde sözler işitmekteyiz.

Kur'an Ayetlerinin öncelikle , "Tarihsel Bağlam" dediğimiz nuzül zaman ve mekan şartlarının göz önüne alınarak okunması şeklindeki düşüncenin doğru ve gerekli olduğunu elbette ki red etmiyoruz. Ancak böyle bir örfün fıtrat yasalarına uygun olup olmadığı meselesi önem arz etmektedir. 

Bu yazıyı yazarken , bazılarının Kur'an hakkındaki düşüncelerini göz önüne alarak bu düşünceleri izale etmek , yani birilerine şirin görünmek veya bu düşünceyi ortaya atanları linç etmek kampanyasının bir mücahidi olmak kaygısının asla gözetilmediğini  baştan söylemek istiyoruz. Ama bazılarına şirin görünmeyi eleştirenlerin aynı yanılgıya düşerek eski tefsircilere şirin görünmek gibi bir kaygıları olduğunu ve bu tür düşünceleri onların yorumlarının belirleyici olduğunu düşünerek söylediklerini düşündüğümüzü anti parantez belirtelim.

Olay ; Talak s. 4. ayetindeki "Velle i lem yahıdne" ( adet görmeyenler) ibaresinden henüz adet görmeyen küçük kızların evlenebileceğinin bu Ayet ile teyid edildiği düşüncesidir. 

Bu düşünceyi savunma adına getirilen argümanlardan bir tanesi de, bu tür evliliklerin Arap örfünde olduğu , Kur'anın tarihsel bağlam okuması gereği bu örfü Kur'anın kabul ettiği ve bu örfe uygun olarak çocukların boşanması ile hükümlerin vaz edildiğidir. 

Böyle bir örfün olduğunu , eski tefsirlerden ve rivayetlerden getirilen deliller ile ortaya koyma çalışmalarını doğru bulmadığımızı , bu tefsirlerdeki görüşlerin neticede kişisel yorumlar olduğu ve bunları kutsamak gibi bir vazife içinde olmamamız gerektiğini hatırlatmak isteriz. 

Kur'an elbette, nuzül öncesi Arap örfü olarak uygulanan bir takım kuralları red etmemiştir ve bazı hükümleri " Örfe uygun olması" şartına bağlayarak süre gelen yaşantıyı red etmeden aynen devamını sağlamıştır. Tabi ki bu örfün Kur'an Ayetleri ile çelişki arz etmemesi gibi bir mecburiyet sözkonusur.

Burada esas sıkıntılı nokta ,ortadaki Kur'an ayetini rivayetler ve eski tefsirlerde yer alan bilgiler doğrultusunda anlamaya kalkmaktır. Yani rivayet ve tefsirlerdeki bilgileri Kur'ana onaylatma ameliyesidir , bu tür bir ameliyenin yol açtığı sorunlar gündeme geldiğinde verilen , " Ayet var diyorsun ama hadis var kardeşim" cevabı olayın vehametinin nasıl bir boyutta olduğunun göstergesidir. 

Öncelikle Talak s. 4. ayetindeki , hayız görmeyenlerin ve hayızdan kesilmiş olanların 3 ay iddet beklemelerinin amacı onların hamile olup olmadıklarının belli olması ve neslin emniyeti açısındandır. Hayız görmeyenlerden kasıt kız çocukları ise , Arap örfünü kutsamak adına, "Hayız görme çağına gelmeyen kız çocuklarının evlendirilip onlarla cinsel ilişki kurulmasına izin verilmiştir , boşanma aşamasına geldikleri zaman hamile olup olmadıklarının belli olması için 3 ay beklemelerini Kur'an emretmiştir" denilirse bu düşüncenin kabul edilmesi imkansızdır. 

Arap örfünde hayız görmeye BAŞLAMIŞ bir kızın ileri yaşlarda olan birisi ile evlendirilmesi, örfi bir durum olabilir. Q günkü sosyo ekonomik şartlar muvacehesinde böyle uygulamaların olmuş olmasını kabul edebiliriz .Yani bu gün yaşadığımız zaman ve mekan şartlarını göz önüne alarak 1500 yıl öncesini yargılamanın yanlış olduğunu elbette biliyoruz. Ancak fıtrat yasalarına aykırı bir durum olan, hayız görmeye başlamayan bir kız çocuğuyla evlenip onunla cinsel ilişki kurulmasını ,Arap örfünde bu vardı diyerek kabul etmenin, yanlışın ötesinde bir durum olduğunu da ifade etmek isteriz. 

Bir konuda Kur'anın belirleyiciliği mi yoksa rivayetlerin veya eski tefsircilerin belirleyiciliği mi öncellerimiz olmalıdır ?. Bunun cevabı "Rivayetler veya eski tefsirciler olmalıdır" denilirse bu düşüncede olanların yolu açık olsun ancak , eğer "Kur'an olmalıdır" denilirse Kur'an bize bu konuda şu bilgileri verir.

Talak s. 4. ayetindeki boşanma hükümlerinin vaz edildiği Ayette "Nisaüküm ( kadınlarınız) ibaresi bu konudaki düşüncemizi belirlemesi gereken ahahtar bir kelimedir. 

Nisa kelimesi ; "Vakit bakımından ertelemek , tehir etmek" anlamına gelen "Ennes'ü" kelimesinden gelmektedir. Hayız vakti gecikerek hamile olması umulan kadına "Nesietül mer'etü" , böyle olan bir kadına "Nesuun" denilir. (Elmüfredat) 

İnsan cinsinin dişi olanına Arapça da onun hayız görmeye başlamış olması ve bazen hayzının gecikerek hamile olması sözkonusu olması nedeniyle böyle bir ad verilmiştir. Hayız görmeyen kız çocuğuna asla "Nisa" denilmez. Kur'an genelinde bu kelimenin geçtiği Ayetlere bakıldığında kız çocuğuna delalet edebilecek bir tek Ayet yoktur.

Bu anlamı göz önüne alarak "Nisaüküm" olarak kullanılan bir kelimenin hayız görmek ile bağlantısını kurarak bu kelime ile ifade edilen insan cinsinin, kız çocuklarla alakası asla olaMAyacağının kolayca anlaşılması gerekirdi. "Talak s. 4. Ayeti hayız görme zamanına gelmiş fakat farklı sebeblerden ötürü hayız GÖRMEYEN evli kadının boşanma süreci ile ilgili hükmü beyan etmektedir" denilmekten korkulma sebebi eski tefsircilerin kemiklerinin sızlaması korkusu ise varsın onların kemikleri sızlasın , ama onların hatırı kırılmasın diye KUR'ANIN BELİRLEYİCİLİĞİ  göz ardı edilmesin.

Sonuç olarak; Kız çocukların evlendirilmesi meselesini, "Arap örfünde böyle bir durum söz konusu idi" denilerek tarihsel bağlam şeklinde okumak, Fıtrat Ayetleri ile Kitap Ayetlerinin birbiri ile çeliştiğini iddia etmek anlamına gelmektedir. Talak s. 4. Ayeti kesinlikle , hayız görme çağına gelmediği halde evlendirilerek onunla cinsel ilişki kurulduktan sonra boşanma aşamasına gelen bir çocuğun bekleme süresini anlatmaz. Talak s. 4. Ayeti , NİSA kelimesinin anlamına uygun olarak hayız görme durumunda olan kadınların evlenmesinden sonra herhangi bir sebeble hayız görmedikleri halde boşanma süreçlerindeki bekleme sürelerini anlatır. Eski tefsirleri veya rivayetleri kutsayarak Kur'anı okuma durumunda olanların düştükleri bu durumu görerek bu tür düşüncelerini yeniden gözden geçirmelerini tavsiye ediyoruz. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

21 Ocak 2015 Çarşamba

Kabir Azabını Kabul etmemek Değil Kabul Etmek Sapıklıktır.

Müslümanlar arasında bir çok konuda görüş ayrılıkları olduğu bilinen bir gerçektir. Birbirleri ile görüş ayrılığına düşen iki Müslümanın bir diğerine "Sapık" damgası vurduğu da bilinen bir gerçektir. Kur'anın bazı inasanlara bu damgayı vurduğunu bir çok Ayet içinde görmekle birlikte bu damgayı hak edenlerin, Ayetlerin beyanının aksine hareket etmeleri sonucu buna  hak kazandıklarını bilmekteyiz. 

Ancak Müslümanların birbirine bu damgayı vurmaları ,ellerindeki "Hüden" ( Yol gösterici) ,"Münir"(Aydınlatıcı) Kur'an ile değil ,bu vasıfları yükledikleri başka kitapların yol göstericiliği ile olmaktadır. Kur'an dışı her hangi bir bilgi kaynağını Hüden ve Münir olarak gören bir kısım Müslümanlar bu kitaplardaki düşüncelerin aksini iddia edenleri "Sapık" , "Kafir" , "Hadis ve Sünnet inkarcısı" gibi yaftalarla itham etmektedir. 

Kur'anın her konuda belirleyici bir Kitap olduğu için, bize gelen bilgileri bu Kitabın verileri ile ölçer tartar ona göre kabul veya red ederiz , olması gereken bu dur. Eğer birisine "Kafir" demek gerekirse bu Kitabın aksine bir iddiada bulunduğu için deriz , başka kitaplara aykırı söz söylediği için birisine böyle iddia da bulunmak silahın geri dönmesi misali sahibine döner. 

"Tekfirnikof" marka tüfeği alarak önüne gelen ateş açan bir kısım insanlar bu tüfeğin namlusunun onlara yönelik  , tekfir edilmeleri asıl gereken kendileri olduğunu bilmelidirler. Onların tekfir ettikleri insanların düşünceleri Kur'anın doğruları olup , kendi yanlışlarını doğru , doğruları yanlış gördükleri için önüne geleni tekfir etmeyi maharet sayan kesim aslında kendilerinin buna daha layık olduklarını aşağıda ele almaya çalışacağımız "Kabir azabı" konusu üzerinden göreceklerdir.

"Kabir azabı" konusu , Kur'anın bu konuda herhangi bir beyanı olmamasına rağmen bir takım rivayetler aracılığı ile inanç konuları arasına sokularak, bir nevi imanın şartı haline getirilmiştir. "Kabir azabı yoktur" şeklinde bir iddia da bulunan, sanki Kur'ana ters bir iddiada bulunmuş gibi muamale görerek , "Kafir , Sapık , Hadis inkarcısı v.s" gibi sözlerle itham edilmektedir. 

Yazımızda , Kabir azabı konusunun tarihi temellerini ortaya koyarak bu düşüncenin nereden geldiği ve bu düşüncenin nasıl Kur'ana aykırı bir düşünce olduğu , SAPIK vey KAFİR damgası vurulması şart ise RED EDENLERİN değil, KABUL EDENLERİN  bu damgayı yemesi gerektiği üzerinde olacaktır.

Kabir azabı düşüncesinde en önemli konu , azab görenin beden değil RUH olduğudur , fakat Kur'an insanı böyle bir ayrıma yani BEDEN-RUH ayrımına tabi tutmaz. Kur'an, ölen insanın bedeninin çürüdüğü ve çürümüş kemiklerin bir araya getirilerek yeniden yaratılacağını beyan eder. Aynı Kur'an , insanda RUH diye ölmeyen bir şey olduğu konusunda en ufak bir bilgi kırıntısı dahi vermez. Hal böyle iken Kabir azabı ile ilgili düşünce de , azab gören şeyin beden değil ruh olduğu ve ruhun asla ölmediği iddiası vardır.

Peki Kur'anda olmayan BEDEN-RUH ayrımı İslam düşüncesine nasıl girdi ve neredeyse imanın şartı haline geldi ?. 

Beden-ruh ayrımı , Yunan felsefecilerinin savunduğu bir düşünce olup (burada Eflatun u zikredebiliriz), ruhun ölmeyip başka bedenlere girerek yaşadığı düşüncesi yani "Reenkarnasyon" bu tür düşüncelerin bir uzantısıdır. Şia nın aşırı kollarından olan  ve bu gün Suriye de yaşayan Nusayrilik te bu düşünce etkin bir rol oynamaktadır.   

Yunan felsefecilerinden etkilenin, İslam felsefecileri aracılığı  ile  beden -ruh ayrımı İslam düşüncesi içine girmiştir. Temeli Yunan felsefesi olan "Ruhun ölümsüzlüğü" meselesi , İslam düşüncesi ile harmanlanarak " Madem ruhlar ölmez öyleyse ruhlar dünyada yaptıkları işlerin karşılığını kıyamet gününe kadar görürler" şeklinde bir iddia ile "Kabirlerin Cennet bahçelerinden bir bahçe" veya "Cehennem çukurlarında bir çukur" olacağı düşüncesi Yunan felsefecilerinin etkisi ile içimize girmiştir.

 Ancak burada bir kaç yönden çelişki ve arızalı durumlar ortaya çıkmaktadır; 

Öncelikle kökü dışardan ithal bir fikir olan "Ruhun ölümsüzlüğü" ilkesi Kur'an ile çelişen bir düşüncedir. Siz Yunan dan bir düşünce ithal ederek bunu İslam düşüncesindeki , yaptıklarının karşılığını öldükten sonra almak ile harmanlarsanız ortaya hilkat garibesi bir düşünce ortaya çıkar. 

Eğer bu düşünceyi kabul edecek olursak şunu da kabul etmemiz gerekmektedir; Madem ruhlar ölümsüz öyleyse kıyamet günü yeniden diriliş olayı bedenen olmaması gerekir , ölmeyen bir şeyin yeniden dirilmesi söz konusu olamaz. Bu düşünceden hareketle Yunan felsefesi etkisinde kalan İslam felsefecileri , "Cismani haşir yoktur ruhani haşir vardır" diyerek bedenen haşri red etmişlerdir. Halbuki bir çok Kur'an Ayeti yeniden dirilişin BEDENEN olacağını beyan etmiştir, bu düşüncenin İslam literatüründeki adı KÜFR dür. 

Bu şekilde İslam düşüncesine giren "Kabir azabı" konusu rivayetler desteği ile dini bir temele!! oturtulmaya çalışılmıştır. Halbuki Kur'an da bir çok Ayet, ölüm ile yeniden diriliş arasında geçen zamanı , yeniden dirilenlerin kendi aralarında yapacakları konuşma üzerinden vermektedir . 

[036.052]  Dediler; «vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? İşte Rahman'ın vadettiği şey budur. Demek peygamber doğru söylemiş.»

Yasin s. 52. Ayetinde gördüğümüz sözün sahipleri eğer kabirlerinde azap görür bir halde kalmış olsalardı bu gib bir söz edecekler bizlere haber verilirmiydi?.

Bu ve benzeri Ayetlerin, Kur'anda yer almış olmasına rağmen hala bazılarımızın "Ayet var diyorsun ama Hadis var kardeşim" şeklindeki itirazlarını duyar gibi olmaktayız. Bağlamından kopartılmış Ayetleri kullanarak (Mü'min s. 46) bu ithal düşünceye dayanak yapmaya çalışmak işin ayrı bir yanlış tarafıdır.

Hem kabir azabını kabul etmek , hem de bedenen dirilişi kabul etmek çelişkili bir durum arz edeceği için , ya kabir azabını kabul etmekle birlikte cismani haşri red edeceğiz , ya da kabir azabı diye bir şey yoktur diyerek bedenen haşri kabul edeceğiz. 

Hem kabir azabını kabul etmek , hemde cismani haşri kabul etmek çelişkili bir durumdur. Bir çok Ayet , kıyamet sonrası dirilen insanların hesaplarının görüldükten sonra Cennet veya Cehenneme sevk edileceğini beyan etmesine rağmen hesap gününden önce böyle bir karşılığın olacağını söylemek Kur'an ile çelişir.

Kabir azabı konusunu kabul etmenin beraberinde getirdiği problemleri sıralayacak olursak ; 

1- Kur'anın Beden - Ruh şeklinde bir ayrım yapmış olmamasına rağmen böyle bir ayrımı kabul etmek. 
2- Bir çok Kur'an ayeti Kıyamet sonrası kurulacak olan mahkeme de herkesin sorguya çekileceğini beyan ederken , kişinin ölür ölmez hesaba çekilerek kabirde Cenneti veya Cehennemi yaşayacağı Kur'anla çelişmektedir. 
3- Şayet ruh ölümsüz ise yeniden dirilişin bedenen olacağını kabul etmek çelişkili bir durumdur.
4-Kur'anın böyle bir haberi yok iken , Yunan felsefesinden ithal edilen fikirleri İslam düşüncesine sokmak. 
5-Ön kabul olarak ortaya bir konunun meşruiyetini Kur'an Ayetlerine kabul ettirmeye çalışmak.

Şimdi soruyoruz ; Evet ortada yanlış olan bir durum vardır ama bu durum KABİR AZABINI RED ETMEK MİDİR ? YOKSA KABUL ETMEK MİDİR?

Şimdi soruyoruz; Ortada sapkın olan bir durum vardır , BU SAPKINLIK KABİR AZABINI RED ETMEK Mİ DİR YOKSA KABUL ETMEK Mİ DİR?.

Şimdi ellerine "Tekfirnikof" marka tüfekleri alarak sağa sola rast gele ateş açan "Din Magandaları" bu tüfeğin namlusunun kendilerine yönelik olduğunu görmelidirler. Kendi sapkun düşüncelerine bakmadan başkalarını kabir azabını red ettikleri  gerekçesi ile tekfir edenler asıl sapık olanların kendileri olduğunu bilmelidirler. 

Bizlere "Vay sen kabir azabını redmi ediyorsun?" diye soranlara asıl bizler , " Yoksa sen kabir azabını kabul mu ediyorsun?" diye sorarak bu tür düşüncelerin sapkınlık olduğunu hatırlatmalıyız.Bu konuda savunma yapmaları gerekenler Kur'ana rağmen böyle bir inanç içinde olanlardır.

Sonuç olarak; İslam düşüncesine ithal fikirler ile sokulan beden-ruh ayrımının sonucu işin nereye vardığı görülmektedir. Her konuda belirleyici olması gereken Kur'anın yerine Yunan felsefesinin belirleyici olduğu "Ruh" kavramı insan ile özdeşleştirilmiş ve "Ruhun ölümsüzlüğü" prensibi yerleştirilmiştir. Temeli bu şekilde atılan düşünceye İslam düşüncesinde olan Dünyada iken yapılanların karşılığını ölümden sonra alma konusu da kıyamet sonrası için değil ölüm sonrası kabre konulduktan sonra başlatılmıştır. Hal böyle iken, temeli Yunan felsefesine dayanan "Kabir azabı" meselesi İslam düşüncesi içine sokularak Dinleştirilmiş ve red edenin sapık olarak damga yediği bir mesele haline gelmiştir. Ortada eğer bir sapkınlık varsa bu sapkınlık kabir azabını red edene değil kabul edene ait olmalıdır.Bizler Müslüman olarak Kur'anın bize din olarak verdiği bilgilere itibar etmekle , bunun dışındaki ithal edilmiş düşüncelere itibar etmemekle mükellefiz bunun gerisi lafu güzaf tır.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

20 Ocak 2015 Salı

Adem ve İblis Kıssasını Okuma Klavuzu

Adem ve İblis kıssası Kur'an'da yedi ayrı sure içinde geçmektedir. Bu kıssa içinde yapılan anlatımlar ile ilgili olarak tefsir kitaplarında birçok yorumların yapıldığı malumdur. Ancak iddiamız odur ki; yapılan bu yorumların birçoğu kıssanın anlatım amacını yakalayabilmiş değildir. Bu amacın yakalanmama sebebinin, kıssanın anlatım uslubunu doğru anlamamaktan kaynaklandığını düşünmekteyiz. Yazımızın amacı kıssayı anlatmak değil, anlamaya çalışırken gözetilmesi gerektiğini düşündüğümüz bazı noktalar üzerinde durmak olacaktır.

Kur'an'ın anlatım üsluplarından bir tanesi de; olayı görselleştirerek anlatma metodu olup, muhatapların zihninde kalıcılık sağlamasıdır. Bu metot özellikle gaybî ve bizim için algılanması imkansız olan konular için kullanılmıştır. Bu anlatımda öne çıkan en önemli faktör; gaybın yani duyu organlarımız ile şahit olamadığımız alanın, benzetme yolu ile yani duyu organlarımız ile şahit olduğumuz alana benzetilerek anlatılmasıdır. Adem ve İblis kıssasında bu tür bir anlatım uslubu ortaya çıkmakta olup, kıssayı okurken bu üslubun dikkate alınması gerekmektedir.

Kıssayı okurken bu üslup dikkate alınmalı ve kıssada yapılan anlatımlar birebir yaşanmış ve gerçek bir olaymışçasına OKUNMAMALIDIR. Tefsir kitaplarında yer alan ve cevabı verilememiş, verilmiş olsa da bu cevapların yeni sorular üretmiş olması ve netice olarak bitmeyen sorular içinde kısır döngü içinde kalmanın en başta gelen sebebi kıssanın yaşanmış bir olay gözü ile okunmasıdır.

Kıssanın konuşma uslubu içinde anlatılmış olması, oradaki konuşmaların birebir gerçekleştiği zannına bizleri kaptırmamalıdır. Allah(c.c)'nin bazı ayetlerlerde dağlar, gök ve yer ile konuşması anlatılmaktadır. Mesela AHZAB 72 ayetinde dağların kendilerine teklif edilen emaneti reddettiği, FUSSİLET 11 ayetinde göklere ve yere "isteyerek veya istemeyerek gelin" emrine karşılık onların "isteyerek geldik" cevabını verdikleri görülür. Bu ifadeleri gerçek anlamda yapılmış konuşmalar olarak görmek mümkün değildir. Konuşma üslubu üzerinden Rabbimizin bizlere vermek istediği mesajı okumak lazımdır. Aksi takdirde bu konuşmaların nasıllığı üzerinde kafa yormaya kalktığımızda, bunun cevabını bulamayız veya bulduğumuzu zannettiğimiz yanlışlar çıkar.

Allah(c.c)'nin konuşma keyfiyetinin bizler gibi asla olamayacağı düşüncesi üzerinden gidilerek, kıssa içindeki yapılan konuşmaların okuyucuya mesaj içerikli anlatımlar ve bu mesajın, muhatapların anlayacağı üslup olan karşılıklı konuşma üzerinden aktarılması olarak okunsaydı, bugün kıssa ile ilgili birçok sorunun ve tartışılan konuların ne kadar gereksiz olduğu anlaşılırdı.

Kıssa ile ilgili yapılan en önemli yanlış; kıssanın yaşanmış, bitmiş bir olay olarak okunmasıdır. Kıssayı görsel bir eser anlatımı üslubunu dikkate alarak okuduğumuzda, kıssa içindeki kişi ve objelerin her an yaşayan kişiler olduğu ortaya çıkacaktır. Adem ve İblis'in portesi üzerinden anlatılan Şeytan, kıyamete kadar yaşayacak karakterler olup, bu iki karakter birbirlerine düşman olarak yaşayacak ve aralarındaki savaş kıyamete kadar sürecektir.

Kıssanın BAKARA Suresi içinde geçen kısmına baktığımızda; Allah(c.c)'nin yeryüzünde halife kılma sözüne karşı meleklerin bir itirazı sözkonudur. Tefsir kitapları bu itirazın mahiyeti üzerinde uzun uzun izahlarda bulunmuşlardır. Bu izahatların sebebi; konuşmayı gerçek olarak algıladıkları içindir. Halbuki meleklerin böyle bir itirazı asla olamaz. Tefsir yazarları, onların "kan dökecek ve fesad çıkarak olanı mı kılacaksın?" sözlerini, BAKARA içinde geçen İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin, onların kan dökücülüğü ve fesad çıkarıcılığı ile bağını kurmaya çalışsalardı bu kadar izahata ve İsrailiyat ile doldurmalarına gerek kalmazdı.

Adem'in yaratıldığı yerin nerede olduğu da ihtilaflı konulardan birisidir. "Cennet" olarak vasıflanan yerin dünyada mı, yoksa Ahirette mi olduğu tefsirlerin tartışma konularından bir tanesidir. Bahsi geçen "Cennet"in nerede olduğundan çok, onun üzerinden verilmek istenen mesajın Ademoğullarına verilen nimetler olduğu okunmaya çalışılsaydı, bu tür ihtilaflar ortaya çıkmazdı. 

Allah(c.c)'nin meleklere Adem'e secde etmelerini emretmeleri, sanki Adem'i meleklerin karşısına dikerek "buna secde edin" şeklinde bir emir verdiği, İblis'in buna karşı çıktığı düşünülmekte olup, "Allah(c.c) bir insana neden secde etmeyi emretsin? Bu secde onu yarattığı için kendisinedir" şeklinde itirazlar gelmektedir. Tefsirciler, burada verilmek istenen mesajı anlamaya yönelik bir okuma yapmış olsalardı; Allah(c.c)'nin kuluna emrettiği herhangi bir konuda hata aramaya yönelmeden, kendi hevasını öne çıkarmadan emre tabi olunması gerektiği mesajını çıkararak, bu tür ihtilaflı konular ile vakit geçirmezlerdi.

Adem ve eşine yasaklanan ağacın hangi ağaç olduğu konusu tefsirlerde tartışılan konulardan birisidir. Halbuki kıssanın yaşayan bir kıssa olduğu hatırdan çıkarılmadan yapılan bir okumada, bu ağacın temsili olarak anlatıldığı ve Allah(c.c)'nin kullarına elçileri vasıtası ile indirdiği Kitaplar'da, onlara nehyettiği ve yaklaşmamalarını emrettiği şeylerin tamamını temsil ettiği düşünülerek okunsaydı, bu ağacın hangi ağaç olduğunu tartışmanın ne kadar komik olduğu anlaşılırdı.

İblis'in melek mi yoksa cin mi olduğu kıssanın tartışmalı konularından bir tanesidir. Allah(c.c) "bütün meleklere" diyerek İblis'in secde edenlerden olmadığının beyanı, onun "melek" olduğu, KEHF 50 ayetinde "kane min elcinni" ibaresinin "o cinlerdin idi" şeklinde anlamlandırılması sonucu, bir yerde "melek", bir yerde "cin" olduğu ifade edilen bir İblis ortaya çıkmaktadır. Halbuki kıssa içinde geçen "kane" fiiline "-idi" anlamı yerine, kıssanın diğer ayetlerde geçtiği yerlerde verilen "oldu" anlamı verilseydi; "İblis'in cinlerden olduğu" anlamı verilir ve "İblis'in cinlerden olmasının" ne anlama geldiği meselesi Kur'an'ın cinlerin insanları saptırması ve şirke düşürmelerini anlatan ayetler ile bağlantısı kurularak okunmuş olsaydı, bu tür hararetli tartışmaların yapılmasına gerek duyulmazdı.

İblis'in ontolojik mahiyeti yine cevabı bulunmamış sorulardandır. Kovulduktan sonra Adem'in bulunduğu Cennet'e girerek onu aldatması, sanki gözle görünür canlı bir varlık olarak algılanmıştır. Adem ve eşine vesvese vererek kandırması, onun canlı ve gözle görünür bir varlık olarak karşılarına dikilmiş olmadığını göstermektedir. Kovulduktan sonra "Şeytan" vasfı verilerek ona hitap edilmesi, Kur'an'ın odak kavramlarından olan bu kelimenin ihtiva ettiği anlamın "İblis" adı verilen bir temsil üzerinden müşahhaslaştırılarak anlatılmasıdır.

Onun ontolojik mahiyeti olduğu düşünülmesi, kulun hayatının sonuna kadar tevbe etme imkanı olmasından yola çıkılarak, onun da tevbe edebileceği gibi bir traji komik bir iddiayı beraberinde bile getirmiş olması, yapılan bir yanlışın başka bir yanlışı beraberinde getirmesine kötü bir örnektir.

İblis adında yaratılmış bir varlık olmadığını iddia etmemiz, yanlış anlaşılarak "Şeytan" diye bir varlık olmadığını iddia ettiğimiz anlamına GELMEMELİDİR. Kur'an; Şeytan kavramını anlama kolaylığı olması açısından "İblis" adını verdiği temsili bir varlık üzerinden canlandırarak anlatmıştır, olay budur.

"İblis" kelimesi; sözlükte "ümidini kesmiş" anlamında ve kafirler için kullanılmaktadır. Düşünün; Allah(c.c) bir varlık yaratıyor ve adını "İblis" koyuyor. Bu şekil ismi konulan varlığın "Ey Rabbim! Beni neden ümidini kesen biri olarak yarattın?" şeklinde bir soru sorma hakkı yok mudur? Rabbimiz yarattığı kulunun iradesini iki yoldan birini seçme konusunda serbest bırakmıştır ama bakıyoruz İblis ismi verilen bir varlık yaratılmış ve bunun ümit kesenlerden olacağı baştan belirlenmiş. Böyle bir durum Allah(c.c)'nin adaleti ile bağdaşmaz.

Tefsir kitaplarında İblis ile ilgili olarak birçok malumat vardır. Bu malumatları buraya almadan açık ve net olarak şunu söyleyebiliriz; İBLİS HAKKINDAKİ TEFSİR KİTAPLARINDAKİ BÜTÜN KUR'AN DIŞI BİLGİLERİN TAMAMI HURAFE, UYDURMA VE İSRAİLİYYAT OLUP GÜVENİLİRLİĞİ ASLA YOKTUR.

Kıssayı Kur'an genelinde okuduğumuzda, asıl aktörün Adem'den çok İblis olduğu görülecektir. Şeytan adı verilerek onun üzerinden verilen konuşmalar, Şeytan olgusuna dikkati çekmek, onun bize olan düşmanlık yollarını kendisinin üzerinden muhataba aktararak, bizlerin bu tür iğvalar ile karşımıza gelen kim olursa olsun ŞEYTAN vasfını taşıdığının bilinmesi içindir.

İnsan neslinin nasıl çoğaldığı, insanların kafasına takılan bir soru olarak bu kıssa içinden cevap aranmaya çalışılan konulardan birisidir. İlk yaratılanın Adem ve eşi olduğu ve çoğalmanın kardeş evliliği ile sağlandığı konusuna getirilen itirazî delil, kıssanın A'RAF 11'de "Andolsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, «Adem'e secde edin» dedik; İblis'ten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden olmadı." ayetinden yola çıkılarak; Adem'den önce yaratılanlar olduğu ve çoğalmanın diğer insanlarla sağlandığıdır. Kıssanın A'RAF Suresi içindeki ayetlerini bütünlük içinde okuduğumuzda, bu kıssanın yaşanmış bitmiş bir kıssa OLMADIĞI, her an yaşanan bir kıssa olduğu mesajı çıkmaktadır.

İnsan neslinin kardeşler ile evlenerek çoğaldığı iddiasında olmamakla birlikte nasıl çoğaldığı konusunda A'RAF 11 ayetinin delil olarak sunulması parçacı bir okumanın ürünü olup, Kur'an'ın bizlere bu konuda "net ve kesin bir bilgi" vermediğini düşündüğümüzü, "şayet bu bilgi gerekli olsaydı verilirdi" diyerek bilgi verilmeyen bir konunun peşinde koşmanın kişileri yanlışa düşürme ihtimalinin yüksek olduğunu hatırlatalım.

Bütün bunlardan sonra konuyu toparlayacak olursak;

Kur'an kıssalarının anlatımının, belli bir tarihî olayı yansıtmak amacı ile olmadığının bilinmesi, kıssayı okumaya başlamanın anahtarı sayılır.

Adem ve İblis kıssası gaybî bir kıssa olup, Kur'an'ın gaybî konulardaki anlatım uslubu olan şahit olduğumuz alan verilerine benzeterek anlatılmış bir kıssadır. 

Allah(c.c)'nin; melekler, İblis ve Adem ile olan konuşmasının gerçek bir konuşma olmadığı hatırdan ÇIKARILMAMALIDIR. Bu konuşmalar üzerinden verilmek istenen mesajın ne olduğu okunmaya çalışılarak kıssanın anlatım amacı daha doğru anlaşılacaktır.

Adem ve İblis kıssası yaşanmış bitmiş bir kıssa olarak değil, her an yaşanan ve kıyamete kadar yaşanacak olan İnsan ve Şeytan arasındaki savaşın Adem ve eşi örneği üzerinden anlatılarak, bizlerin de her an için Şeytan'ın iğvasına muhatap olanlar olarak ona karşı nasıl savaşılması gerektiğinin bilgilerini verilmiş olması açısından okunması gerektiğini düşünmekteyiz. Kıssadaki her anlatımın bize dönük mesajları aranarak okunduğunda, tefsirlerde yapılmış olan bir çok tartışmanın yersiz olduğu görülecektir.

Sonuç olarak; yazımıza "Okuma Klavuzu" şeklinde bir başlık atma sebebimiz, Kur'an kıssalarının okunmasında gördüğümüz yaşanmış bitmiş bir kıssa olarak okuma yanlışına, Adem ve İblis kıssasında da düşülmüş olmasıdır. Bizleri direk ilgilendirdiği için bu kıssa Kur'an'ın en önemli kıssası olup, bize dönük mesajları okunamadığı takdirde kıssadan alınması gereken hisse alınmamış olacaktır. Adem ve İblis kıssasını sadece belli kişiler ile sınırlandırmadan, bütün insanların kıssası olarak okuduğumuz zaman verilmek istenen mesaj doğru anlaşılacaktır. Kıssa eğer Kur'an'ın edebî anlatım üslubu göz önüne alınmadan okunacak olursa, içindeki anlatımlar üzerinden bir çok ihtilaflı konu üretilir ve bunların cevaplarının bulunması için yapılan yorumlar başka soruları beraberinde getirerek büyük bir açmaza götürür.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

18 Ocak 2015 Pazar

Kur'an Hakkında Konuşmak

Son yıllarda Kur'anın gündem edilmeye başlanması ,bir çok olumlu gelişmenin yanında bir takım olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir. Kur'anın gündem edilmesinin olumlu yanı , Kur'an dışındaki bilgilerin "Din" olarak sunulmasına karşı çıkan insanların çoğalmış olmasıdır ve bu sevindirici bir gelişmedir, olumsuz tarafı ise bir takım okuma metodlarının geliştirilmiş olması neticesinde aynı Kitabı okuyanların , geçmişteki fırkalaşmaya benzer bir tutum içine girmiş olmalarıdır. 

Peki neden herkes okuduğu Ayetlerden farklı bir şeyler çıkararak diğerinin çıkarımını beğenmez ve birbirini tekfir eder ?. 

Yazımızda bu durumu irdelemeye çalışıp fırkalaşmayı en aza indirmek konusundaki düşüncelerimizi ve okuma yöntemi teklifimizi paylaşmaya çalışacağız.

Kur'an yıllarca tekel altında tutularak , sadece bazı insanların anlayacağı bir Kitap olarak lanse edilmiş ve o bazı insanların anlattıkları veya yazdıkları Kur'an yerine geçmiştir. Türkiye ölçeğinde baktığımızda bu işin böyle yürümeyeceği yaklaşık 50 yıl öncesinden dile getirilmeye başlanmış ve tabiri caizse , zincirler şakırdatılmaya başlanmıştır. 

Zincirler kırılmış ancak bu sefer ortaya daha başka sıkıntılar  baş göstererek, farklı Kur'an anlayışları ortaya çıkmıştır ve herkes bir başkasının okuduğu ve anladığı Ayetler hakkında "sen yanlışsın ben doğruyum" demeye başlamıştır. Yazımızın amacı kimin yanlış kimin doğru olduğundan ziyade birbirine yanlış diyenlerin ne kadar doğru oldukları meselesidir. 

Kur'anı okuyan kişi eğer orjinal metni okuyarak anlamaktan yoksun ise , bir başkası tarafından yapılan çevirileri okumak durumundadır. Bu durumu kesinlikle yadırgamadığımızı söyleyerek , bu söylemekteki amacımızın meali yapan kişinin, bir takım düşünce kalıplarına sahip olduğunu ve bu çeviriyi yaparken bu kalıpları öne çıkarma ihtimalinin göz önünde bulundurulması gerektiğini hatırlatmaktır.

 Bu bağlamda, yapılan çeviriler hakkındaki düşüncelerimizi kısaca paylaşmak yerinde olacaktır; Türkiye de son yıllarda bir hayli çevirinin yapıldığı malumdur, bu çevirileri iki ayrı kategoride değerlendirmek mümkündür. 1- Metne sadık kalarak yapılan çeviriler , 2- Anlam yorum tarzı çeviriler. 

Metne sadık kalarak yapılan çeviriler , orjinal metindeki kelimenin birebir çevirisini esas alarak yapılan çeviriler olup , kişisel düşüncelerin anlama etki etmemesi cihetinden bakıldığında daha güvenilirdir. Bu çeviri tarzının olumsuz tarafı , motamot yapılan bir çeviri ile türkçenin ifade kalıplarının eksiklik arz ederek yapılan bazı meallerin anlaşılmamasıdır.

Anlam yorum tarzı çeviriler , orjinal metni esas almakla birlikte yorum ağırlıklı bir çeviriyi esas almaktadır. Bu çeviri tarzının olumsuz tarafı kişisel düşüncelerin anlama etkisinin daha fazla olmasıdır. Bu tarz çevirileri kesinlikle red etmek gibi bir düşüncemiz olmadığını beyan ederek , metne sadık kalarak yapılan çevirileri tercih ettiğimizi söyleyelim. 

Meal okurken tek bir meale bağlı kalarak okumak yerine bir kaç tane mealden faydalanmak , bir mealdeki olası hata veya ifade eksikliğinin diğer meal tarafından giderilme ihtimali açısından faydalı olacaktır. 

Meal meselesinden sonra, iş okuduklarımızı anlamak meselesine gelecektir , işin en önemli kısmı da burasıdır.

Hepimiz (Bu satırları yazanda dahil) okuduğumuz Kur'an dan  anladıklarımızın, kendi kapasitemiz ve düşünce yapımız dahilindeki okumalardan yaptığımız çıkarımlar olduğunu unutmamak zorundayız. Hiç kimsenin okuduğu Ayetlerden yaptığı çıkarımlar mutlak doğru olarak görülemez ve gösterilemez. Aynı Kitabı okuyanların düştüğü en büyük yanlışlardan birisinin bu nokta olduğunu düşünüyoruz. 

Zincirleri kopararak geleneksel din algısını yıkan insanların bir kısmının , "Kur'an Müslümanı" adı altında geleneksel din algısının bir ürünü olan "Şeyh Mürit" ilişkisini devam ettirdiğini üzülerek görmekteyiz. Beğendiği Alimin Kur'an yorumunu "Mutlak doğru" kabul edenler, bu doğrular üzerinden farklı düşünce içindekileri mahkum etmeye çalışmaktadırlar. 

İnsanların bilmediklerini bir başkasından öğrenmesi gayet normal bir durumdur , ancak bu öğrenilenin, o kişinin şahsi düşüncesi olduğu unutulmamalıdır , veya kişi kendisinin herhangi bir yorumunu nihai doğru olarak görerek diğer yorumları mahkum etme hakkına sahip değildir. Hiçkimse yaptığı okumalardaki çıkarımlarının doğru olduğu noktasında Allah (c.c) den vahiy almamaktadır , hiç kimse ortaya koyduğu düşüncenin kendi şahsi düşüncesi olduğunu unutmamalıdır , hiç kimsenin kendi yorumunu veya kabul ettiği alimi kabul etmesi yolunda kimseye baskı yapma hakkı olmadığını bilmesi gerekmektedir. 

Bu tür yaklaşımlar karşımızdaki farklı düşüncelere daha esnek veyumuşak bir tavır sergilememize sebeb olacak ve diyalog ortamı doğacaktır.

Yapılan okumalarda yanlış çıkarımlar olacaktır ve bu yanlışlığın tesbitinin neye göre, hangi kritere göre yapılacağı meselesi düşünce farklılıklarının doğmasına sebeb olmaktadır. Aynı Kur'anı okuyan iki kişinin , aynı konu hakkındaki farklı yorumları bir kişinin diğerine göre yanlış olmasını beraberinde getirecektir. 

Bir kişinin diğerine "Sen yanlışsın Ben doğruyum" demesi için doğru olarak öne sürdüğü argümanların Kur'an bütünlüğüne uygun olması gerekmektedir , yanlışların ve doğruların delili Kur'an olmalıdır ki ortak bir payda üzerinde buluşma imkanı kolaylaşsın.

Bu sefer de, Kur'an okumalarında ortak bir bakış açısının önemi ortaya çıkacak ve bu noktanın tesbitinin neye göre yapılacağı gündeme gelecektir.  Farklı bakış açıları doğruların sayısını çoğaltacağı için herkes kendisinin ortaya koyduğu delilin doğru olduğunu iddia edecektir. Nasreddin hoca misali herkese " Sende haklısın" demek mümkün olamayacağına göre, haklı olmak için ortak bir bakış açısı içinde olmak gerekmektedir. Ortak bir bakış açısında buluşamayanların delilleri kendilerine göre haklı olacağından yapılan diyalog " Havanda su dövmek" misali olacaktır.

Geleneksel din algısından kurtulan insanların önündeki engel , modernist bir din algısına düşme tehlikesidir. Bu tarz bir algıda ortaya çıkan en bariz nokta , Kur'anın sanki bu gün inmişcesine yapılan bir okuma olup , indiği zaman ve mekan şartlarının göz önünde bulundurulmamasıdır. Muhammed (a.s) a inen Kitap , binlerce yıllık insanlık tarihinin bireyleri olan ve o tarih içindeki bilgilere sahip olan bir kavmi muhatap almaktadır. 

Bu muhatabiyet sadece onlarla sınırlı olmamakla birlikte , bizlere dönük mesajının doğru olarak okunmasında önemli bir rol oynamaktadır. Kur'an içindeki bilgiler , yaşayan bir topluma ve kendinden öncekilerin bilgi birikimine sahip olan insanlara inmiştir, hiç bir bilgi için "yahu bu ne demek istiyor?" şeklinde bir söz edilmemiş olup , salat , oruç , hac , kurban ,şefaat , şirk , tevhid , ölüm ,ahiret v.s gibi meseleler bu konularda daha önce bilgi sahibi olmaları nedeniyle ilk defa işitilen konular olmamıştır. 
 
Bu gün yapılan okumalarda bu ve benzeri bilgilerin önceki bilinmişlikleri göz ardı edilerek , Kitap sanki bu gün ve dağ başına mushaf halinde inmiş bir kitap olarak okunarak , Kur'anın ana konuları bu bilgilerin göz ardı edilmesi yolu ile anlaşılmaya çalışılmaktadır. Ortak hafıza dediğimiz şey , ilk insandan beri süregelen bilgilerin bir sonrakiler tarafından kullanılması sureti ile bir ilerleme kaydedilmesidir. Bu hafıza Din alanında da geçerlidir, bu alandaki bilgiler de bir insandan diğer insana devredilerek gelmiştir , eğer biz bütün geçmişi silerek elimizdeki Kitabı okumaya kalkarsak duvara toslayan araba misali darmadağın olmamız kaçınılmazdır.  

Peki doğru bir okumanın yolu nasıl olmalıdır ?. 

Kur'an arapça bir dil üzerine nazil olmuş bir Kitap olduğu için öncelikle Kur'an içindeki Ayetlerin anlamlarının Arap dilindeki karşılığı göz önüne alınmalıdır. Kur'an arapların günlük dilde kullanmış olduğu bazı kelimelere özel anlamlar yükleyerek ona farklı bir anlam yüklemiştir , bu yükleme sözlük anlamı göz önüne alınarak yapılmış bu yüklenmiş anlamın adına "Istılahi Anlam" denilir. 

Kelimeler Ayet içinde tek başına ele alınarak değil , cümle ile birlikte ele alınarak okunmalıdır. Örnek verecek olursak , "Salat" kelimesi çok anlamlı kelimelerden olup bütün geçtiği yerlerde aynı anlama gelmez. Salatın ritüel kısmı olan namaz konusunda red yoluna gidenler, bu çok anlamlılığı bilerek veya bilmeyerek istismar etmektedirler . Ahzab s. 56. Ayetinde ki " Allah ve Meleklerin Resule salat etmeleri" ni , "Allah ve Melekleri resule namaz mı kılıyor?" diyerek traji komik bir soru ile karşımıza çıkmaktadırlar. 

Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de bir takım edebi usluplar vardır , bir kelimenin hakiki veya mecaz anlama geldiği, Ayet ve Kur'an bütünlüğü gözetilerek tesbit edilmelidir . Hiç kimse kendi indi yorumu olarak bir kelimeye keyfi anlam yüklemeye hakkı yoktur. Geçmişte , "Batınilik" denilen akım bu yönde bir düşünceyi esas alarak , kelimelerin bütününe kendi düşünceleri doğrultusunda anlamlar yükleyerek bir anla(ma)ma çalışması yapmışlar , bu gün dahi bu geleneğin etkisinde kalanlar mevcut olup kendi anla(ma)malarını mutlaklaştırarak, kafalarınca bir Kur'an yazmaktadırlar.

Bu gibi sıradışı yöntemler Kur'anı anlamayı değil , anlamamayı esas almakta olup, bu anlamama üzerinden üretilen farklı düşünceler Dinin aslı gibi gösterilerek bir kısım insanın sapmasına sebeb olmaktadır. İsrailoğulları prototip bir kavim olarak Tevrata yapmış oldukları işlem bizlere anlatılarak , aynı işlemin Kur'ana yapılmaması öğütlenmektedir. 

"Kelilmelerin yerinden oynatılması" , " Dillerin eğilip bükülmesi" gibi deyimler üzerinden Kitaba yapılan zulümler anlatılarak onların akıbetleri beyan edilmekte ve aynı akıbete bizlerinde düçar olmaması için, Kitaba sımsıkı sarılmamız emredilmektedir. Bu sarılma ameliyesinin nasıl olaması gerektiği yine Kitabın içindeki Ayetlerden okunabilir.

Kur'anın ve önceki Kitapların ortak çağrısı , Allah (c.c) nin tek İlah olarak tanınması ve onun önerdiği kuralların hayata hakim olmasıdır. Yapılan okumalarda bu çağrı göz ardı edilerek başka öncellemelere yer verildiği takdirde herkesin ayrı bir Kur'anı ortaya çıkar büyük bir kaos doğar. Bu tür kaosa yol açmamak için Kur'anın Tevhidi çağrısı merkeze alınarak bir okuma yapılması ve bu okumanın hayata pratize edilme çalışmalarına girişilmesi gerekmektedir.

Tevhidi bir gaye gözetilmeden yapılan okumalar , daha önceki red ettiğimiz geleneksel din algısındaki benzer yanlışlara düşme ihtimalini beraberinde getirmesi kaçınılmaz bir sonuçtur.Elçilerin kıssaların anlatılma sebebi onlar üzerinden yürütülen bu mücadelenin bizler içinde aynı şekilde yürütülmesi gerektiğinin hatırlatılmasıdır. Elçi kıssalarını onların Tevhid merkezli mücadelesinin boyutunu anlamak ve onları örnek edinmek gayesi ile okumak varken sadece yaşanmışlık içinde kalıp bize dönük mesajını okumamak ve kıssa içindeki tali meseleler ile uğraşmak doğru bir yöntem değildir. 

Tevhidi bir gözle okunan Kur'anda onu bizlere getiren Elçi nin konumu net olarak görülecektir, ne Allah (c.c) nin koyduğu gibi haram helal koyucusu birisi olarak , ne de tamamen dışlanmış alalade bi insan muamelesine tabi tutulmaktan çıkarılacaktır.

Sonuç olarak; Kur'an hakkında konuşmak herkesin hakkıdır , bu hakkı kimse tekeline alamaz, ancak bu hakkı kullanırken uygulanacak yöntem sorunlarını görmezlikten gelemeyiz . Kur'an hakkında söylenecek sözlerin kişilerin düşünce kalıplarına göre şekilleneceği unutulmadan , Kur'an hakkında yapılan bütün yorumların kişilerin indi yorumları olduğu bilinmelidir . Önemli olan bu yorumları tek doğru olarak kabul ederek diğerlerini mahkum etmemektir. Kur'an hakkında konuşmak için , bu Kitabın öncelikli konularının ne olduğu ortaya konarak bu öncelikler göz önüne alınarak okumalar yapılması ve hayata pratize edilmeye çalışılması gerekmektedir. Hayatımız yansımayan bir Kitap sadece entellektüel sohbet malzemesi olarak kalarak, eskilerin saten nakışlı kılıfların içinden çıkarmamalarından bir farkı olmayacaktır. Yazılarımızın sonunda "En doğrusunu Allah (c.c) bilir" şeklindeki ifademiz bu tür kaygıların bir ürünü olup, konuştuğumuz Ayet hakkındaki görüşlerimizin kendi düşüncemiz olduğu ne bizim ne başkasının bu düşüncemizi mutlak doğru görme hakkı olmadığını unutmadığımızın bir ifadesidir. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

12 Ocak 2015 Pazartesi

Nisa s. 15-16. Ayetleri : Fuhuş Suçunun Yaptırımı

Zina fiili , aralarında meşru bir bağ olmayan iki kişinin cinsel ilişkisidir. Bu fiil, toplumsal ahlakı olumsuz yönde etkilemesi ve meydana gelecek sonuçları bakımından doğacak sonuçları önlemek amacı ile yasaklanmış ve yasağa uyulmaması halinde bir takım cezalar getirilmiştir. 

Nur s. 2. Ayeti zina eden kadın ile erkeğe 100 celde vurulmasını emretmektedir. Bu ceza, kadın ve erkeğin birlikte yaptıkları gayri meşru ilişkinin dünyadaki cezasıdır. Gayri meşru ilişki her zaman kadın ve erkek arasında değil , kadınlar ve erkekler arasında da meydana gelmektedir. 

Nisa s. 15. ve 16. Ayetleri bu durum ile ilgili bir takım düzenlemeler getirmektedir. 

[004.015]  Kadınlarınızdan fuhuşta bulunmuş olanların aleyhine sizden dört şahit ikame edi- niz. Eğer şehadet ederlerse o kadınları evlerde tutunuz. Kendilerine öIüm gelinceye kadar veya onlara Allah bir yol açıncaya kadar.

"Fahişeten" kelimesi, içine zina fiilini de alan bir kelime dir. Bu Ayette kadınlar arasındaki fuhuş ile ilgili hükümleri görmekteyiz , Ayet içindeki hükümleri 2 bölümde inceleyebiliriz. 

1- Fiili işlediklerine dair kesin kanıt. Bu durum 4 şahit getirilmesi gerektiği şeklinde beyan edilmektedir. 
2- İtiraf etmeleri veya fiili işledikleri sabit olduğu takdirde ölene veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutulmaları . 

Bir suça ceza verilebilmesi için önce suçun sabit olması gerekmektedir .Bu sabitlik ,suçu işleyen kişinin itirafı , veya suç işlenirken görenlerin şehadeti ile gerçekleşir. Suç sabit olduktan sonra suçun cezasının uygulama safhası gerçekleşir. 

Bu uygulama , 1- Evlerde tutulmak şeklinde gerçekleşebilir , ta ki ölene veya Allah onlara bir yol açana kadar ,bu gerçekleşme şeklini biraz açabiliriz;

Evlerde tutmak , onları toplumdan tecrit ederek , suç işlemelerine engel olmak veya tedavi ederek bu fiilden vazgeçirmeye çalışmak şeklinde olabilir. Kur'anın nazil olduğu zaman çerçevesi içinde bu tür fiillerin tedavi ile ortadan kaldırılması şeklinde bir uygulama bilinmediği için onları , tecrit yöntemi önerilmiştir . Günümüzün gelişen Kainat Ayetleri sayesinde bu tür kişilerin tedavi edilmesi mümkün olmaktadır."Ölene kadar" şeklinde bir ifade , onlara bu fiillerinden vazgeçmeleri yönünde yapılan işlemin sürekli ve ısrarlı olmasını ifade etmektedir, bu tür fiiller toplum ahlakı üzerinde derin yaralar açması açısından dikkate alındığında göz yumulmaması ve her türlü önlemin alınmasını gerektirmektedir.

"Allah onlara bir yol açıncaya kadar" ibaresi , onların bu tür tecrit veya tedavi süreçlerinin ne zamana kadar olması gerektiğini beyan etmektedir. Bu süreç onların artık bu fiili işlemekten tevbe ederek vazgeçmeleri şeklinde olacaktır. 

[004.016] Sizden bir çift fuhuş yaparsa onlara eziyet edin. Eğer tövbe edip hallerini ıslah ederlerse onları cezalandırmaktan vazgeçin. Çünkü Allah, tevvab ve rahîmdir

Nisa s. 16. Ayetinde bu fiili işleyen iki erkeğe yapılacak işlem beyan edilmektedir. Bu Ayette önlem olarak " Eziyet" edilmesi önerilmektedir . Bu eziyet nasıl olacaktır, onlara işkencemi yapılacaktır , döveleceklermi dir ? . El cevap ; Hayır .

"Eza" kelimesi ; "Bir canlının nefsine , cismine , kazancına , servetine ilişen dünyevi veya uhrevi zarar" anlamında bir kelimedir. 

Onlara "Eza" edilmesi demek , onların nefsinin arzu ettiği bu fiili yapmalarına engel olmak demektir. Bu engel olmak şekli ucu açık bir hüküm olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kelimenin ifade ettiği anlamın uygulanması, onlara işkence ve dayak atmak şeklinde bir eziyet vermek değil , onların nefislerinin arzu ettiği bu gayri ahlaki durumdan onları engellemek şeklinde bir zarar vermekle olacaktır.

Nisa s. 15. ayetinde beyan edilen tecrit hükmü erkekler içinde geçerlidir. Öncelikle onların toplum içinden tecrit edilerek bu fiili işlemelerine engel olunması gerekmektedir. Onların bu fiillerinden vazgeçmeleri için tedavi edilmeleri de onlara uygulanabilecek işlemler dahilindedir. Hallerini düzletmeleri için gerekli yardımların yapılması kapsamında ele alabileceğimiz bu yöntemleri , kişilerin topluma kazandırılması prensipleri çerçevesinde ele alarak ,o doğrultuda gerekli olan önlemlerin alınması gerekmektedir. 

Toplumlarda suç işlemenin cezai müeyyideleri olması gerekir , öncelikli olan suça eğilimi teşvik eden unsurların ortadan kaldırılması olmalıdır. İnsanları aç bırakırsanız onlar hırsızlık yaptığı takdirde onları cezalandırmak adil bir tutum değildir. Aynı şekilde toplumda zinaya yol açacak unsurları ortadan kaldırmadan , ahlaklı bir toplum yetiştirme çabası içinde olmadan yapılacak cezai işlemler suçun azalması yönünde herhangi bir fayda sağlamaktan uzak kalacaktır. 

Nuzül dönemindeki imkanlar ile, bu günün imkanları elbette bir değildir , dün lezbiyen veya homoseksüel   insanları topluma kazandırmak için herhangi bir rehabilitasyon çalışması yapma imkanı yok iken, bu gün bu tür imkanlar mevcut olup , bu tür cinsel sapkınlıkların tedavi ile yok edilmesi mümkündür. 

O günün imkanları , "kadınların evlerde tutulması" yöntemi ile tecrit edilerek bu sapkınlıklarını başkalarına sirayet ettirme imkanlarını ellerinden almayı amaçlarken, bu gün "kadınları evlerde tutmanın" anlamını biraz daha genişleterek bu evleri , "tedavi merkezleri" olarak okuyabiliriz , tabiki buna rağmen ısrarcı olanlara daha sert yaptırımlar uygulanabilir.

Nisa s. 15. ve 16. Ayetlerinin , Nur s. 2. Ayeti ile nesh edildiği iddiasına katılmadığımızı ve Kur'anda hiç Ayetin bu şekil bir neshedilme işlemine tabi tutulduğunu düşünmediğimizi ifade edelim . Nur s. Ayetleri iki ayrı cinsin zinasını anlatırken , Nisa s. 15. ve 16. Ayetleri aynı cinslerin birbirleri ile olan zinası ile ilgili hükümleri ortaya koymaktadır. 


Bu konuda şöyle bir soru akla gelebilir ; Nur s. 2. Ayeti zina eden kadın ve erkeğe uygulanacak olan had cezasını beyan etmektedir , kadınların ve erkeklerin birbirleri ile olan zinaları hakkkında Kur'anda onlar için uygulanacak bir had cezası varmıdır ?. 


Buna verilecek cevabımız , "Hayır yoktur" olacaktır . Bunu söylerken, bu tür sapkınlıkta ısrarcı olanlara herhangi bir cezai müeyyide uygulanmayacağını kast etmiyoruz. Toplumda meydana gelen her suçun cezasını Kur'anda bulmanın imkanı olmadığını hatırlattıktan sonra , Kur'anda bulunmayan bazı cezai hükümlerin ,(İslami bir yönetimin olduğunu varsayarak söyliyoruz) İslam hukukçularının çalışmaları ile tayin edilebileceğini söyleyelim. 


Sonuç olarak; Nisa s. 15. ve 16. Ayetleri kadın ve erkeğin aynı cinsle yaptıkları fuhuş ile ilgili olarak hüküm beyan etmektedir. Burada Nur s. 2. Ayetinde olduğu gibi herhangi bir had cezası öngörülmemekle birlikte , bu fiili işleyenlerin yapmalarını önleyici tedbirler getirilmektedir. Şayet bu konuda ısrarcı olurlarsa cezai müeyyide uygulanabilir , bu müeyyide Kur'an da bulunmamakla birlikte hukukçuların tesbiti ile yapılabilir. 


                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

10 Ocak 2015 Cumartesi

Mü'min s. 11. Ayeti:İki Defa Ölmek İki Defa Dirilmek

Mü'min s. 11. ayeti , "Bu ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusu yerine , "Bu ayetten biz neyi ispatlayabiliriz?" sorusu sorularak okunmuş bir ayet olarak karşımızda durmaktadır. Bu şekilde sorulan bir sorunun cevabının bu Ayetten bulunarak !! , kabir azabına delil  görülen ayetlerden biri olarak tefsirlerde yerini almıştır. Biz Mü'min s. 11. Ayetini kabir azabına delil olmayacağına delil olarak  değil , Ayetin mesajını anlamak için okumaya çalışacağız.

[040.011]  Dediler ki: «Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün ve iki kere de dirilttin; biz de günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkış için bir yol var mı?»

Ayetin siyak sibakı , Dünya hayatındaki küfrü sebebi ile Cehennem azabını hak edenlerin ateş içindeki feryatlarıdır. Ateşin içinde bağıranlar "«Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün ve iki kere de dirilttin" demekle neyi itiraf etmektedirler?. 

Bu sorunun cevabı için Kur'an içinde kısa bir gezinti yapmak gerekiyor; 

[002.028]  ÖLÜ idiniz sizleri DİRİLTTİ, sonra ÖLDÜRECEK sonra tekrar DİRİLTECEK ve sonunda O'na döneceksiniz; öyleyken Allah'ı nasıl inkar edersiniz?.

Bakara s. 28. ayetinde , Dünyaya gelmeden önceki halimiz ÖLÜLER olarak , Dünyaya gelişimiz DİRİLTİLMEMİZ , sonra yine ÖLECEĞİMİZ ve DİRİLTİLECEĞİMİZ beyan edilmektedir. Dikkati çekeceği üzere Ayette 2 ÖLÜM ve 2 DİRİLİŞ ten bahsedilmektedir. 

[022.066]  Sizi dirilten, sonra öldürecek sonra yine diriltecek olan O'dur. İnsan gerçekten pek nankördür.
[030.040] Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra öldüren, daha sonra da dirilten Allah'tır. O'na koştuğunuz ortaklarınızdan böyle bir şey yapan var mıdır? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir.
[045.026]  De ki: «Sizi Allah diriltir, sonra öldürür, sonra sizi şüphe götürmeyen kıyamet gününde toplar. Ama insanların çoğu bilmezler.»
[050.043]  Doğrusu Biz diriltiriz, Biz öldürürüz, dönüş Bize'dir.
[007.158] De ki: «Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O'ndan başka tanrı bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği peygamberiyim. Allah'a ve ümmi, haber getiren peygamberine -ki o da Allah'a ve sözlerine inanmıştır- inanın; ona uyun ki doğru yolu bulasınız.»
[009.116]  Göklerin ve yerin hükümranlığı elbette Allah'ındır; dirilten ve öldüren O'dur. Allah'tan başka dost ve yardımcınız yoktur.
[023.080] Dirilten de, öldüren de O'dur. Gece ile gündüzün birbiri ardından gitmesi de O'nun emrine bağlıdır. Düşünmez misiniz?
[040.068]  Dirilten, öldüren O'dur. Bir şeye karar verirse «Ol» der, o da oluverir.
[044.008] O'ndan başka tanrı yoktur; diriltir ve öldürür. Sizin de Rabbiniz önceki atalarınızın da Rabbidir.
[057.002]  Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur; diriltir, öldürür. O, her şeye Kadir'dir.
[025.003]  Kafirler, O'nu bırakıp, birşey yaratamayan, bilakis kendileri yaratılmış olan, kendilerine ne zarar ve ne de fayda verebilen; öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler.

Yukardaki örnek Ayet mealleri daha önce verdiğimiz Bakara s. 28. Ayeti doğrultusunda olup , ilk yaratılışı DİRİLMEK olarak beyan ederek 2 ÖLÜM ve 2 DİRİLİŞİN  ne olduğunu anlatan ayetlerdir. 

Hal böyle iken İnsan yeniden dirilişi inlar ederek 1 ÖLÜM ve 1 DİRİLİŞ  olduğunu iddia ederek yeniden dirilişi inkar etmektedir. 

 [045.024]  Hayat; ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak Dehr helak eder, dediler. Oysa onların bu konuda bilgileri yoktur. Başka değil, onlar sadece zannediyorlar.
[006.029]  «Hayat ancak bu dünyadakinden ibarettir, biz dirilecek değiliz» dediler.
[023.037]  O, dünyadaki hayatımızdan başka birşey değildir, ölürüz ve yaşarız; fakat tekrar diriltilecek değiliz.
[016.038]  Onlar: «Allah ölen bir kimseyi diriltmez» diye olanca güçleriyle Allah'a and içtiler. Aksine, bu O'nun bizzat kendisine karşı gerçek bir vâdidir. Fakat insanların çoğu bilmez.
[023.035] «Öldüğünüz, toprak ve kemik yığını olduğunuz zaman tekrar dirilmenizle sizi tehdit mi ediyor?»
[056.047]  Şöyle söylerlerdi: «Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz?»

Dünya hayatını böyle inkarcı bir vaziyette geçirerek ölen bu kişiler , amellerinin karşılığı olarak Cehennemi boylamışlardır. Cehennem ehlinin oradan çıkarılmaları için yakarışları bir çok ayette karşımıza çıkmaktadır. Aynı sure içinde 47-52. Ayetler Cehennemdeki feryatlarından kesitler sunmaktadır.

 [040.047]  Ateşin içinde, iddialar öne sürüp karşılıklı tartışırlarken zayıf olanlar, büyüklenen (müstekbir) lere derler ki: «Gerçekten biz, size uymuş (teb'anız) olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, bizden uzaklaştırabilir misiniz?»
[040.048] Büyüklenen (müstekbir) ler derler ki: «Biz hepimiz (ateşin) içindeyiz; gerçek şu ki Allah, kullar arasında hüküm verdi  .»
[040.049] Ateşin içinde olanlar, cehennem bekçilerine dediler ki: «Rabbinize dua edin; azabtan bir günü (olsun) bize hafifletsin.»
[040.051]  Şüphe yok ki, Biz elbette resûllerimize ve imân edenlere dünya hayatında ve şahitlerin kâim olacakları günde yardım ederiz.
[040.052]  O gün zalimlere, özür beyan etmeleri fayda vermez. Lanet onlaradır. Yurdun kötüsü de onlaradır.

[030.057]  Zulmedenlerin, o gün mazeretleri fayda vermez; artık kendilerinden Allah'ı hoşnut edecek şeyleri yapmaları da istenmez.

Mü'min s. 52 ve Rum s. 57.Ayetlerinde o gün ile ilgili olarak mazeret ve özür beyanlarının hiç kimseye bir fayda getirmeyeceği hatırlatılarak konumuz ile ilgili ayetlere dönebiliriz. 

 [040.010]  Ama inkar edenlere, «Allah'ın gazabı, sizin birbirinize olan öfkenizden daha büyüktür; imana çağrıldığınızda inkar ederdiniz» diye seslenilir.
[040.011]  Dediler ki: «Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün ve iki kere de dirilttin; biz de günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkış için bir yol var mı?»
[040.012] Onlara: «Yalnız Allah çağrıldığı zaman inkar ederdiniz de, O'na eş koşulunca inanırdınız. Bugün hüküm, yüce Allah'ındır» denir.


Dünya hayatında iken , ahireti red etmiş ve onu hesaba katmadan bir yaşantı geçirmiş olanların , yalanladıkları şey başlarına geldiği ve red ettikleri hayatın gerçek olduğunu gördükleri zaman Dünya hayatında red ettikleri yeniden dirilişi artık kabul ettiklerini ifade etmeleri ,onlardan kabul edilmeyecek  azab onlardan hafifletilmeden ebedi olarak sürecektir. 

11. Ayette söyledikleri söz , onların yalanladığı şeyin gerçek olduğunu "İKİ DEFA ÖLÜMÜ VE İKİ DEFA DİRİLMEYİ" artık kabul ettiklerini ve ateşten çıkarılmayı talep ettiklerini görmekteyiz , ancak bu itiraflarını Dünya hayatında yaparak o doğrultuda bir hayat geçirmedikleri için onlardan kabul edilmeyecektir.

Sonuç olarak ; Kur'an ayetlerini " Ne anlamak istiyoruz?" yerine "Ne anlatmak istiyor?" sorusunu sorarak okuduğumuz takdirde , ön kabullerimize kurban edebileceğimiz Ayetler olmaktan çıkarak mesajını anlayabileceğimiz ayetler olarak görmeye başlayabiliriz. Mü'min s. 11. Ayeti , ön kabuller doğrultusunda okunarak kabir azabı ve kabre konduktan sonra sorgu için yeniden dirilişi anlatan ayetler olarak anlaşılmasını gerektiğini iddia eden yorumlara rastlamaktayız. Ancak ön kabulden uzak Kur'an merkezli bir yaklaşımla bunun böyle olmadığı ortaya çıkarak , Dünya hayatında yeniden dirilişi inkar eden , ancak Cehennem azabını gördüğünde bu red edişinin yanlış olduğunu anlayan kişilerin , geç kaldıkları kabule yanaştıklarını 11. Ayetteki ifadelerinden anlamaktayız. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

8 Ocak 2015 Perşembe

Talak s. 4. Ayeti ve Çocuklarla Evlilik Meselesi

Kur’an’ı; “okuduğumuz ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusuna değil, “okuduğumuz ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" şeklindeki soruya cevap aramak için okuduğumuzda doğru bir sonuca ulaşmanın mümkün olduğunu en baştan hatırlattıktan sonra, ilk soruyu sorarak ayeti istedikleri gibi anlamayı seçenlerin TALAK 4 ayetinden çocuklarla evlenmeye dair bir cevaz çıkardıklarını görmekteyiz.

TALAK Suresi; adından da anlaşılacağı üzere “boşanma" ile ilgili hükümleri ihtiva etmekte olup 4. ayeti de bu konu ile ilgili bir hüküm içermektedir. 4. ayetin metni ve meali şöyledir;

[065.004] Vellâî yeisne minel mahîdı min nisâikum inirtebtum fe iddetuhunne selâsetu eşhurin vellâî lem yahıdn(yahıdne), ve ulâtul ahmâli eceluhunne en yada’ne hamlehunn(hamlehunne), ve men yettekıllâhe yec’al lehu min emrihî yusrâ(yusren).

[065.004] Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmaları)dır. Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.

Ayet; boşanmış bir kadının yeni bir evlilik yapabilmesi için beklemesi gereken süre ile ilgili hüküm olup, âdet görmeyen yani menopoz dönemine giren bir kadın için öngörülen bekleme müddetini üç ay olarak belirlemiştir.

"Lem yahidne” (âdet görmeyen) olarak geçen ibareye "HENÜZ" şeklinde bir ek yapılarak "HENÜZ ÂDET GÖRMEYENLER" şeklinde bir anlam verildiğini bazı meallerde görmekteyiz. Bu şekil bir anlamın, daha âdet görmeye başlamamış olan bir çocuk ile evlenilebileceğine dair cevaz çıkarımlarına şahit olmaktayız. Bu cevazın kötü niyetli kimseler elinde bir silaha dönüşerek, daha 8-10 yaşlarındaki kız çocuklarının yaşı 50-60 olan insanlarla evlendirildiğine günümüzde dahi şahit olmaktayız. Acı olan taraf ise; bu insanların ahlaksızlıklarını dini bir temele dayandırmış olmalarıdır.

Peki Kur’an çocuk yaştaki kız çocuklarının evlenmesine izin vermiş midir?

[004.006] Yetimleri, nikâha erişecekleri (beleğunnikahe) çağa kadar deneyin; şayet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma gördünüz mü, hemen onlara mallarını verin. Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık maruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şahid bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.

NİSA 6 ayetinden anlaşılacağı üzere; kişilerin evlenme çağı “buluğ" dediğimiz biz zamana erdikleri zamandır. Buluğa ermek demek; erkeklerde ihtilam, kızlarda hayız görme zamanlarının başlamasıdır. Tabiki bu durum hemen onların bu çağda evlendirilmeleri anlamına gelmez. Ayetin devamında nikah çağına ermelerinin yanısıra “rüşd" yani olgunluk zamanından bahsetmektedir. Ayetin bağlamı her ne kadar yetim malları ile ilgili olsa da, bir kişinin hayatı ile ilgili bir karar vermesi onun "RÜŞD" çağına gelmesi yani bağımsız karar verebilmesi, yanlışı doğrudan ayırt edebilmesidir. 

Ayeti işine geldiği noktadan okuma meraklılarının, TALAK 4 ayetindeki “hayız görmeyen"ler ile ilgili anlam alanının hemen “henüz" ilavesi de yapılarak çocuklara hamledilmesi affedilmez bir hatadır. Bu çocuk evliliği meraklıları acaba bu ayetin, nikah çağına gelmiş yani hayız görmesi gerektiği halde hayız göremeyen kızlar ile ilgili olabileceğinin neden hiç düşünmezler.

Tıp dilinde “amenore" adı verilen durum; hayız görme yaşına gelip de hayız göremeyenler için kullanılmakta olup, bu durum istisna olsa da bazı kadınların başına gelebilir. Ayetin bu durumdaki kadınlar için bir hüküm ortaya koymuş olmasının akla gelmemesi ancak aklı uçkurunda olanların yapacakları iştir. “Henüz” demek; "hayız görmeye aday olan çocuk" değil, "hayız görme çağına erişmiş fakat görmeyen" anlamındadır.

Tefsir usulünde; bir ayetin farklı yorumları olabileceği göz ardı edilmeden farklı yorumlar ortaya konulur. Bu usulü TALAK 4 ayetindeki “hayız görmeyenler" ibaresi için şöyle kullanabiliriz; hayız görmemek demek ya çocuk olmak ya hayızdan kesilmek ya da hayız GÖREMEMEK anlamında olabilir. Bu olasılıklardan birisi ayet içinde beyan edilmiş ve geriye çocuk veya hayız görememek şıklarından birisini tercih etmek kalmıştır. Bu şıklardan hangisinin doğru olduğunu nasıl belirleriz? Kur’an’da bu konu ile ilgili olabilecek ayetler aranır ve bu ayetlerde çocukların evlenebileceğine dair bir ayet bulunamaz ise -ki yoktur- o zaman yukarda örneğini verdiğimiz NİSA 6 ayeti gibi konu ile alaka kurabileceğimiz ayetlerin yardımına başvurulur.

Rivayetlere başvurularak ve Aişe validemizin çocuk yaşta iken evlendirildiğinden yola çıkarak çocuk evliliğini, zan içeren rivayetlerden veya kişisel yorumları kutsama hastalığının bir ifadesi olan “falan zat şöyle demiş" veya “falan mezhebin görüşü budur" diyerek Kur’an’ın göz ardı edilmesi doğru bir okuma metodu değildir.

Gelelim TALAK 4 ayetindeki durumun, tarihsel bir arka planı ve Arap örfü ile ilgili olduğu, Araplarda çocuk evliliğinin örfî bir durum olduğu ve Kur’an’ın bunu kabul ederek böyle bir hüküm vaaz ettiği düşüncesine. Öncelikle iddet beklemekteki kastın; kadının hamile olup olmadığının anlaşılması maksadına binaen olduğunun altını çizelim. Sonra çocuk yaşta biri ve henüz hayız görmeyen bir kız çocuğu ile cinsel ilişki kurmanın nasıl bir örfî durum olabileceğine ve bunu Kur’an’ın nasıl kabul edebileceğine bakalım. 

Bu tür düşüncelerin arka planında, geçmiş tefsirleri kutsama hastalığı ve tarihsel arka plan düşüncesinin öne çıkarılmasının yattığını biliyoruz. Bir ayetin tarihsel arka planı tabi ki önemlidir ve bilinmesi gereklidir ancak eski tefsirlerde "hayız görmeyenler" ibaresi için yazılanları kutsama adına “o Arapların örfüdür ve Kur’an bunu kabul etmiştir" diyerek gayriahlaki bir duruma kapı aralamanın alemi yoktur. Eski tefsirlerde yapılan yorumları, sanki Vahy’in onayından geçmiş yorumlar gibi görmenin hiç gereği yoktur. Onlar da hata yapabilirler.

Bu konu ile ilgili olarak sayın Nurettin Yıldız Hoca’nın “küçük çocukların evlenebileceklerine dair hüküm; TALAK 4 ayetidir" şeklindeki beyanının talihsiz ve rivayetleri Kur’an’a onaylatma ameliyesinin bir sonucu olarak gördüğümüzü belirtelim.

Sayın Hoca’ya soruyoruz; sizin henüz hayız görmemiş bir kızınız olsa ve size gelip “baba ben evlenmek istiyorum" demiş olsa, bunu kabul edip evlendirir misiniz? Veya birisi gelip sizin hayız görmemiş kızınızı “Allah’ın emri, Peygamber’in kavli ile oğlumuza istiyoruz” dese, acaba tepkiniz ne olurdu? Veya kendisi böyle bir evlilik yapabilir miydi?

Evlilik müessesi çocuk oyuncağı değildir ki hayız görmeyen bir kız çocuğunu bırakın yaşı büyük olan biriyle evlendirmeyi, daha ihtilam olmaya başlamamış biri ile evlendirmeye kalksanız; yapacakları iş ancak "EVCİLİK OYNAMALARI" olacaktır. Aralarındaki geçimsizlik nedeni, birbirlerinin oyuncaklarını paylaşamama gibi sebebler olacak ve karı-koca arasındaki anlaşmazlık hükümleri gereğince kız tarafından bir hakem ve erkek tarafından bir hakem seçilerek, aralarındaki oyuncak kavgası tatlıya bağlanmaya çalışılacaktır.

Kimsenin ne oğlunu ne de kızını böyle gülünç bir duruma düşürmek istemeyeceğinden eminiz ama sadece "ayet diyor" diye ayeti “bu ayetin başka bir anlamı olabilir mi?" diye hiç düşünmeden “işte bak, Kur’an çocukların evlenmesine izin veriyor” demek; uçkur düşkünlerinin yapışacakları bir ayet olacaktır.

[033.049]  Ey iman edenler; mü'min kadınları nikahlayıp sonra onlarla (cinsel) temasta bulunmadan önce boşadığınızda, artık onlar için iddet saymanıza lüzum yoktur. Kendilerini geçindirin ve güzellikle serbest bırakın.

Ahzab s. 49. ayetindeki boşanma ile ilgili hükme baktığımız zaman, evlendikten sonra cinsel temasta bulunmadan boşanan bir kadın için iddet saymaya gerek olmadığı beyan edilmektedir. Bu beyanın, iddet beklemenin hikmetini, kadının hamile olup olmadığının anlaşılması yönünden anlamak, bize Talak s. 4. ayetinde "Hayız görmeyenler" olarak bildirilenlerin, çocuklar olamayacağını göstermektedir.

Çocuklar ile evlenerek cinsel ilişki kurulduktan sonra onların boşanması ve hamile olup olmadıklarının anlaşılması için onların 3 ay beklemeleri gerektiğini Talak s. 4. ayetinden çıkarmak, öncelikle çocuk yaşta birisi ile cinsel ilişki kurulabileceğini iddia etmek anlamına gelir ki, insan fıtratı böyle bir şeyi asla kabul etmez.

Sonuç olarak; TALAK 4 ayetinde boşanmış kadınların iddet beklemeleri ile ilgili hükümlerden birinin muhatabı olan “hayız görmeyen"  çocuklar değil, hayız görme çağına gelmiş ama hayız göremeyen kadınlardır. Kişilerin evlilik çağı, onların buluğa ve rüşde ermeleri olarak beyan edilen NİSA 6 ayeti göz ardı edilerek “aha bak çocukların evleneceğine dair ayet” denilerek uçkur düşkünlerine kapı açılmaktadır. Çocukların evleneceğine dair bu ayetin hüküm beyan ettiğini ileri süren hoca efendiler, acaba kendi çocuklarını bu şekilde evlendirerek veya kendileri çocuk yaşta biri ile evlenerek buna örnek olurlar mı? Rabbimiz bizleri ayetleri hevalarına göre anlamaya çalışanlardan muhafaza buyursun.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

5 Ocak 2015 Pazartesi

Allah (c.c) Yolunda Öldürülenlerin Diriler Olmasının Anlamı

Allah (c.c) bir çok ayetinde kendisinin yolunda mal ve can ile yapılan mücadeleyi övmüş , bu şekilde yapılan mücadeleyi ebedi Cennet ile müjdelemiştir. Kur'anın edebi anlatım uslubu olan mecazi anlatım, bu ayetlerde de karşımıza çıkmaktadır. Bu mecaz, bazı kimselerde hakikat olarak anlaşılarak bazı yanlış anlamalara yol açmıştır. Konu ile ilgili ayetler Bakara ve Al-i imran surelerinde geçmektedir.

[002.154]  Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin; hayır onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz.

[003.169]  Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölmüşler sanmayın! Aksine onlar hep hayattadırlar, Rablerinin katında rızıklandırılırlar.
[003.170]  Allah'ın, keremiyle kendilerine sunduğu nimetlerden dolayı sevinç içindedirler. Arkadaki henüz kendilerine katılmamış olanlar için korku ve üzüntü söz konusu değil diye onlar adına sevinçlidirler.
[003.171]  Onlar, Allah'tan bir nimeti bir fazlı (bolluğu) ve gerçekten Allah'ın mü'minlerin ecrini boşa çıkarmadığını müjdelemektedirler.

Bakara s. 154 , Al- i imran s. 169. ayetlerinde Allah yolunda öldürülenlerin "diri" oldukları vurgusu yapılmaktadır. Bu diri olmayı eğer hakiki anlamda okuyacak olursak bir takım müşküllerin çıkacağı açıktır. 

[029.057]  Her nefis, ölümü tadacak, sonra döndürülüp bize getirileceksiniz.
[021.034]  Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar baki kalır mı?

Yukardaki ayet meallerinde , her nefsin ölümü tadacağı ve kimseye ölümsüzlük verilmediği beyan edilmektedir. Eğer Allah yolunda ölenler hakiki anlamda diriler ise bu ayetlerle aralarında çelişki çıkmaktadır. Aynı şekilde eğer Allah yolunda ölen bir adam şayet diri ise, onun karısı başka bir erkekle evlenebilirmi sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir. Bu soruya muhakkak ,"Hayır evlenemez" şeklinde bir cevap verilecektir , öyleyse onların diri olması hakiki bir anlam değil mecazi anlam şeklinde bize anlatılmaktadır. 

Kur'an okumalarında bağlamı gözeterek okumak, bize okuduğumuz ayeti daha doğru anlama konusunda yardımcı olacaktır. Bağlamdan kopuk okumanın özellikle ön kabullerini Kur'ana onaylatmak isteyenlerin bir metodu olduğunu hatırlatarak , "Ayetten biz ne anlamak istiyoruz?" sorusu yerine , "Ayet bize ne mesaj veriyor?" sorusunun sorulup cevabının aranması gerekmektedir. Bizde aynı soruyu sorarak Ayetlerin mesajını anlamaya çalışalım;

Konumuz ile ilgili ayetin , Al-i imran suresinde geçişine baktığımızda bağlamın Uhud harbi ile ilişkili olduğu görülmektedir. 

 [003.154]  Sonra o kederin ardından (Allah) üzerinize öyle bir eminlik, öyle bir uyku indirdi ki, o, içinizden bir zümreyi örtüp bürüyordu. Bir zümre de canları sevdasına düşmüştü. Allah'a karşı, cahiliyet zannı gibi, hakka aykırı bir zan besliyorlar ve «Bu işten bize ne?» diyorlardı. De ki: «Bütün iş Allah'ındır». Onlar sana açıklamayacaklarını içlerinde saklıyorlar (ve) diyorlar ki: «Bize bu işten bir şey olsaydı burada öldürülmezdik». Onlara şöyle söyle: «Eğer siz evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar yine muhakkak yatacakları (öldürülecekleri) yerlere çıkıp gidecekti. Allah (bunu) göğüslerinizin içindekini denemek ve yüreklerinizdekini temizlemek için yaptı. Allah göğüslerin içinde olanı bilir.
[003.156] Ey iman edenler! Sizler inkâr edenler ve yeryüzünde sefere veya savaşa çıkan kardeşleri için: «Eğer bizim yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi.» diyenler gibi olmayın. Allah bunu, onların kalplerine bir hasret (yarası) olarak koydu. Allah, diriltir ve öldürür. Allah yaptıklarınızı görmektedir.
[003.168] Onlar oturup, kardeşleri için: «Bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi» dediler. De ki: «Eğer doğru sözlü iseniz, ölümü kendinizden savın».

Ayet meallerine baktığımız zaman , Uhud yenilgisinden sonra bu yenilgiden gerekli dersleri çıkarmayanların , Uhud da ölenlerin boşu boşuna öldükleri , gitmeselerdi ölmeyeceklerdi gibi sözlerle orada pisi pisi öldüklerini iddia ettiklerini görmekteyiz.

Bu arka planı gördüğümüz zaman , Allah yolunda öldürülenlerin boşuna ölmedikleri , yaptıkları bu özverinin karşılığını en güzel biçimde alacaklarına dair Rabbimizin sözleri geride kalanlar için teşvik pirimi mesabesindedir.

170. Ayette , "henüz kendilerine katılmamış olanlar" ifadesi, Ayetlerin hedef kitlesinin aslında öldürülenlerden çok , kendileri bu yolda can vermeye aday olan Mü'minlere kendilerinden önce bu yolda canını vermiş olanların dili üzerinden olayın güzelliği anlatılmaktadır. 

Medine de inen Ayetlere baktığımızda , savaş konulu ayetler ve bu savaşlarda özellikle can ve mal konusunda çekimser duran veya , Müslümanlara ayak bağı olmaya münafıkların deşifre edilmesi noktasındaki Ayetlerin fazlaca yer tuttuğu görülmektedir. Sahabenin kahramanlıklarından fazla münafıkların nifakları ortaya konularak , her zaman içinde ortaya çıkabilecek münafık karakterinin deşifre olmasını sağlayacak örenkler verilmektedir. 

Kendileri mal ve can noktasında herhangi bir özvride bulunmadıkları gibi olana da ayak bağı olmaya çalışarak Müslümanların arkalarından kuyularını kazmaya çalışan münafık karakterine en güzel cevabı yine Ayetler vermektedir. 

Kendilerinin özenle kaçındığı can ve mal özverisinin , Allah (c.c) katında ne kadar değerli olduğunu ortaya koyan bir çok ayet mevcut olup , her devirde yaşayan Müslümanlar teşvik edilerek akıbetlerinin neresi olduğu ve oradaki yaşamları konusunda bilgiler verilmektedir. 

Sonuç olarak; Allah yolunda öldürülenlerin "Diriler" olarak vasıflandırılması , onların gerçek diriler olduğu şeklinde bir düşünceyi akla getirmemelidir. Kur'anın mecazi anlatım uslubu içinde düşünülmesi gereken bu ayetler , bu şekilde canını verenlerin ne kadar büyük bir ecre nail olacaklarının beyan edilerek , kendilerinden sonrakilere bir mesaj olarak okunması hakiki anlamda düşünüldüğü zaman ortaya çıkacak olan müşkilatı ortadan kaldıracaktır. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

4 Ocak 2015 Pazar

Makamı İbrahim: Taş Kutsayıcılığının Müslümanlara Yansıması

Atamız İbrahim ve oğlu İsmail (a.s) ın  birlikte çalışarak temellerini yükselttikleri Mekke şehrinde bulunan ve insanlar için yapılan ilk Beyt olan (3.96) Kabe , arap cahiliyesinde şirk unsuru haline getirilmiş , Muhammed (a.s) 23 yıl süren mücadele sonunda orayı olması gereken haline yani Tevhidin sembolu haline getirmiştir.

İlerleyen zaman süreci içinde Kabe ve Hacc olması gereken boyutundan çıkarılmış içi boş ritüellerin tekrarlandığı, tevhidi şuur boyutunun akla dahi getirilmediği bir ibadetgah haline getirilmiştir. Semboller ile Allah (c.c) ye olan kulluğun ifade edildiği yer olan Kabe ve çevresi , araçların amaca dönüşmesi sürecinde oradaki taşların kutsandığı bir mekan haline dönüşmüştür. Kabenin duvarını ve kara taşı öpmek için, ezmek veya ezilmek pahasına gösterilen çabayı gördüğümüz zaman demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.

Bu yazımızda Kur'an da ifade edilen "Makamı İbrahim" den neyin kast edildiği üzerinde durmaya gayret ederek, kast edilen şeyin sadece bir taşı kutsamak olmadığını göstermeye çalışacağız.

" Makamı İbrahim" denilince akla ilk gelen , İbrahim (a.s) ın Kabeyi inşa ederken üzerine çıktığı ve üzerinde ayak izinin olduğu , Kabenin karşısında cam bir fanus içinde duran taş olduğudur. 

Fakat Kur'an bu terimi kullanırken, Beyt, Salat , Hacc , Tevhid , Şirk, Kıyam gibi anahtar kavramları kullanarak anlatmaktadır. Bu kavramların içlerinin boşaltılması ve aracın amaç haline dönüşmesi sonucu yapılan eylemler , sadece taş kutsayıcılığına dönüşmüş hala bu şekilde devam etmektedir. Yanlışların üzerinde durarak yazının hacmini büyültmek istemediğimiz için ,olması gerekenin üzerinde durmak istiyoruz. 

 [003.096]  Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke de, o, kutlu ve bütün insanlar  için hidayet olan  dir.
[003.097]  Orada apaçık nişâneler,  İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir.

[002.125] Hani Evi (Kâ'beyi) insanlar için yaratılış gayelerini hatırlama  ve güvenlik yeri kıldık. «İbrahim'in makamını salat yeri edinin», İbrahim ve İsmail'e de, «Evi'mi tavaf edenler, oraya yönelenler ve rükû ve secde edenler için temizleyin» diye ahid verdik.

Bakara s. 125. ayet içinde geçen "Mesabeten" kelimesininin meallerde "Sevab kazanma yeri" olarak çevrildiğini görmekteyiz. Biz bu kelimeyi "yaratılış gayelerini hatırlama yeri" olarak çevirmeyi daha uygun gördük , bu uygun görüşümüzün gerekçesi şu dur ; 

"Sevbün" kelimesi sözlükte , " Bir nesnenin önceden, üzere bulunduğu ilk durumuna ya da düşüncede amaçlanmış ve düzenlenmiş veya hazırlanmış olan durumuna geri dönmesi" anlamına gelmektedir. (Elmüfredat)

"Beyt in mesabe kılınması" demek , insanların fıtratlarında olan Allah (c.c) yi Rab ve tek İlah olarak bilmelerinin yer yüzünde hatırlatılma mekanı olması" anlamındadır. İbrahim (a.s) örnek bir Elçi olarak , yaratılış gayesini bilen o yönde hareket eden , yaratılış gayelerinin aksine hareket eden babasına ve kavmine karşı canını ortaya koyarak vermiş olduğu mücadele bizler için kıyamete kadar çıkış noktası olması açısından önemi büyüktür. "Sevab kazanma yeri" olarak çevrilmesini , Kur'anın tevhidi mantığından uzak yapılmış mealler olduğunu hatırlatalım.

Elbeyt yani Kabe de İbrahim'in makamı olduğunun hatırlatılması sadece orada olan bir taşın hatırlatılması mı yoksa, "Makam" kelimesinin hatırlattığı anlamın ,İbrahim (a.s) üzerinden örnekliğinin hatırlatılarak bizlerinde aynı şuur içinde olması mı hatırlatılmak istenmektedir?. 

Bunu anlamak için "Makam" ve "Musalli" kelimelerinin anlam içeriğini okumak gerekmektedir. 

[005.097]  Allah, Beyt-i Haram (olan) Kâbe'yi insanlar için bir ayaklanma (kıyam evi) kıldı; Haram Ay'ı, kurbanı ve boyunlardaki gerdanlıkları da. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah'ın gerçekten her şeyi bilen olduğunu bilmeniz içindir.

Maide s. 97. ayetinde Kabenin kıyam merkezi kılınmış olması ile , orada İbrahim (a.s) makamı olmasının ne anlama geldiği İbrahim (a.s) ın kıssası hatırlandığı takdirde anlaşılacaktır. 

İbrahim (a.s) kavminin şirkine karşı TEK BAŞINA karşı koyarak canı pahasına Tevhidi duruşun örnekliğini veren Elçilerden biri olması hasebiyle , kavminden kurtulduktan sonra Mekke bölgesine gelerek oğlu ile birlikte Beyt in temellerini yükseltmiştir. Hacc, onun bu duruşunun zihinlerde diri tutulmasına matuf bir ibadet olup , her Müslümanın onun bu örnekliğini anarak "HEPİMİZ İBRAHİMİZ" mesajını verdiği bir mekandır.  

Bu bağlamda Bakara s. 125. ayet içinde geçen , Salat , Tavaf , Ruku , Secde kelimelerinin anlamları gündeme gelecektir.

"Salat" kelimesi, genel anlamı ile kişinin yönelimini ifade eden bir kelime olup kişi kimi İlah olarak biliyorsa ona yaptığı tazim in adıdır. Kişinin yönelimi İlah olarak Tazim ettiği Allah (c.c) ye ise bunun adı TEVHİD  , kişinin yönelimi İlah olarak tazim ettiği başka kişi kurum v.s ler ise bunun adı ŞİRK tir. 

 "Tavaf" kelimesi, "Bir nesnenin etrafında yürümek" anlamında olup , buradan hareketle koruma amacıyla evinin etrafında dönüp dolaşan kimseye TAİFUN denmiştir. 

Müslümanların Kabe etrafında tavaf etmelerinin anlamı bu kelimenin anlam alanı bilindiğinde daha kolay ortaya çıkmaktadır. Müslümanlar Allah (c.c) nin Beyti nin etrafında dönerek , orayı yani Allah (c.c) Dinini koruyacaklarını deklere etmektedirler. Maaleseftir ki bu dönüş sadece şekilsel ifadesinde kalarak şuru boyutu geride bırakılmış sayıların tamamlanması etrafında içi boş bir dönüş haline gelmiştir.

"Ruku" ve "Secde" kelimeleri , kişinin acziyetini ifade etmesinin bir çeşit ifadesi olup , bu acziyeti hem hayatında Allah (c.c) nin Dinini hayatında pratize ederek i hemde belirli vakitler içinde topluca eda ettikleri Salatlarında ifade ederler. 

Yukarda verdiğimiz ayetleri yeniden toparlayacak olursak; 

"Beyt" kelimesinin , "İnsanın geceden ve onun tehlikelerinden sığındığı yer" anlamından hareketle, küfür karanlığından sığınılacak yer olarak Allahın Evi olarak ilk olarak Mekke de yapılan evin adı Kabe dir. Oraya sığınanın küfür karanlığından emin olacağını beyan eden Rabbimiz , küfre karşı can siperane bir kıyamda bulunan İbrahim (a.s) a orayı yeniden canlandırması emretmiş , o da oğlu ile orayı yeniden ihya etmiştir. 

Belli zamanda insanları oraya Hacca çağıran İbrahim (a.s) ın bu çağrısı kıyamete kadar baki olarak kalacak ve insanlar oraya Hacc için geleceklerdir. Oradaki sembollerden ve Kıyam yeri olarak belirlenen Kabe tavaf edilerek , Allah (c.c) nin dininin etrafından ayrılmayacaklarına dair olan sözler yeniden hatırlanır, İbrahim (a.s) örnekliği burada çok önemli bir konumda olup , onun Salat örneği yani canını hiçe sayarak şirke karşı tek başına olsa dahi karşı duruşu bizlerinde bu durumda olsak bile aynı mücadele içine olacağımızın Rabbimize karşı beyan etmemiz anlamındadır.

 Bütün bunlardan sonra görülüyor ki ; İbrahim as ın makamı demek, onun Kabeyi yeniden yükseltirken üzerine bastığı iddia edilen taş demek değildir. Bu ucuzcu bir yaklaşım olup, onun Tevhidi mücadelesinin hatırlanarak aynı yolda yürünmesine matuf olarak kişiye herhangi bir şuur vermemektedir. Aksine kişiyi taş kutsayıcılığı gibi bir duruma düşürmesi açısından tehlikeli bir durum olup şuur boyutundan uzaklaştıran bir obje olarak orada boşuna yer kaplamaktadır. 

HACC İBADETİNİN TARİHİ VE TURİSTİK BİR GEZİ OLMAKTAN ÇIKARILARAK ASLİ BOYUTUNA DÖNDÜRÜLME VAKTİ GELMEDİ Mİ?

Sonuç olarak ;Makamı İbrahim den salat yeri edinilmesi demek oradaki taşı karşısına alarak namaz kılmak eylemi olarak değil , İbrahim (a.s) ın örnekliğinin hatırlanması demektir. Şekilcilik hastalığının geldiği noktalardan birisi olarak gördüğümüz , Kabenin duvarlarına yapışmak , Hacerül Esved adındaki taşa ve Makamı İbrahim olarak bilinen taşa olan tazim eski hastalıkların nüksetmesinin bir yansımasıdır. Hacc ibadetinde asıl olanın tek İlah olan Allah (c.c) nin dışındakileri red ederek sadece ona kul olduğumuzun gösterilmesine yarayan bir takım araçların amaç haline getirilerek içinin boşaltılması sonucunda özellikle kendisini Kur'an Müslümanı olarak tarif eden bir takım kimseler tarafından Hacc ibadetinin tümden red edilmesi gibi bir düşünce içine girilmiştir. Müslümanların yaptıkları yanlışlar öne sürülerek doğru olanın red edilmesi mantığı daha yanlış bir yaklaşım olup , esas olan şeyin bunun doğrusunun anlaşılması üzerine çalışılması olmalıdır. Hacc ibadeti içindeki yapılan ritüeller anlam itibarı ile İbrahim (a.s) ın şirke karşı açmış olduğu Tevhid bayrağının kıyamete kadar dalgalandırılmasının ifadesi olup bu görevi ifa eden Müslümanlar yapmış oldukları ritüellerin ne ifade ettiğini bildikleri takdirde , önce Kabenin bulunduğu topraklardaki müstekdir tağuti Suud rejimine bayrak açarak onların zulümlerine isyan etmeleri , sonra geldikleri ülkelerin tağuti sistemleri İbrahim (a.s) misali isyan etmeleri gerekmektedir.
 

                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

2 Ocak 2015 Cuma

İlim Verilen Kulun Çocuğu Öldürmesi Üzerinden Verilen Mesaj

Kehf s. 60 -82. ayetleri arasında Musa adında bir kişinin yolculuğu anlatılmaktadır. Bu kişinin elçi Musa mı veya başka bir Musa mı olduğu tartışması olduğu için sadece "Musa adında bir kişi" olarak bahsetmeyi uygun gördüğümüzü hatırlatarak , Bu Yazımızda kıssa içinde Musa nın "İlim verilen bir kul" olarak bahsedilen bir kişi ile olan yolculuğu içinde olan 3 olaydan o kulun çocuğu öldürmesi üzerinden verilmek istenen mesajı anlamaya çalışacağız. 

Kur'an kıssalarını sadece yaşandığı zaman , mekan ve kişiler ile sınırlı olarak yapmış olduğumuz okumalarda, kıssalardan hasıl olması gereken maksadı anlamakta zorluk çekildiği malum bir konu olup , bu zorluğu en fazla bu kıssa da ve bu kıssa içinde geçen çocuğun öldürülmesi olayında görmekteyiz. 

Özellikle tasavvuf meşrebine mensup kişilerin kendi hezeyanlarını, bu kıssadaki kişi olan İlim verilen kula verilmiş olan ilim ile ortaklık kurarak, kendilerine "Ledün İlmi" adı altındaki bilgiden verildiği iddiasında bulunarak, kendileri etrafında büyük bir mürit kitlesi oluşturmuş olduklarını görmekteyiz. 

Bu olaya dayanarak geçmişteki harici fırkasının, küçük çocukları büyüdüklerinde onlar gibi harici olmayacakları gerekçesi ile öldürdükleri , Osmanlı Padişahlarının daha kundaktaki küçük kardeşlerinin gelecekte kendilerine zarar vereceği gerekçesi ile bu kıssadaki olaydan çıkarılan fetvalar ile öldürttükleri söylenmektedir. 

Yazımızın sınırı sadece İlim verilen kulun çocuğu öldürmesi ile alakalı olacağı için , Gemiyi delmesi ve Duvarı düzeltmesi konularına girilmeyecektir.

[018.074]  Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar, o hemen onu öldürdü. Musa: «Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın» dedi.
[018.075]  O: «Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?» dedi.
[018.080]  «Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.»
[018.081]  Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik.»

Bu olayın yaşanmışlığı üzerinde takılıp kaldığımız zaman İlim verilen kulun kimliği üzerinden bir çok spekülasyonun yapıldığı görülecektir. Biz olayın yaşanmışlığı üzerinden değil , anlatım üzerinden verilmek istenen mesajı okumak şeklinde bir tercihte bulunduğumuz için bu tür konulara hiç girmeyeceğiz. 

Bazı kıssalarda sadece yaşanmışlık üzerinden kıssayı okuyarak , o kıssa ile ilgili çıkarımlarda bulunmaya çalışmak , ilgili kıssayı anlamayı kolaylaştırmayı değil , aksine anlamayı zorlaştırmaktadır. Kur'anın Adem kıssası ile ilgili anlatımları bu kabilden bir örnektir. Mesaj içerikli bir okuma yöntemi kıssayı sadece yaşanmışlığı içinde bırakmayarak , asıl olan bize ne diyor sorusuna cevap bulmamıza da yardımcı olacaktır.

Musa ile birlikte yola devam eden İlim verilen kul , yol da bir erkek çocuğa rastlar ve onu öldürür , Musa hemen buna , çocuğun "masum" olduğu gerekçesi ile karşı çıkar ve bu tepki insani bir tepkidir ve doğrudur , hepimizin başına böyle bir durum gelse, bu olay ile ilgili olarak bildiklerimiz üzerinden gerekçemizi göstererek tepkimizi veririz.

Çünkü bize verilen bilgi de, haksız yere bir cana kıymanın haram (6.151) , ve bütün insanları öldürmek gibi olduğu (5.32) beyan edilmiştir , Musa da gerekçelerini bu bilgi üzerinden İlim verilen kula aktarmaktadır.

İlim verilen kul , çocuğu öldürme gerekçesini Musa ya anlatırken onun ilerde yapacağı yanlış işler için bunu "yaptım" demeyip YAPTIK demektedir . Bu şekildeki bir gerekçe, olayın mesaj yönünün ağır bastığı düşüncesini bizde uyandırmaktadır. 

81. ayette " Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini İSTEDİK.» denilmesi olayı sadece şahıs kimliği ile sınırlamanın yanlış olacağını bildirmektedir. 

Burada "İlim verilen kul" un kimliği değil, o kimlik üzerinden  bir meselenin görselleştirilerek anlatılmasını okumanın, kıssayı anlamakta kolaylık sağlayacağını düşünmekteyiz. Peki nedir bu mesele ; 

Bizler insan olarak "Gayb" denilen, bize bilgileri verilmemiş olan bazı konuların olduğunu bilmekteyiz. Gaybı Allah (c.c) bildiğine dair olan ayetleri hatırlayacak olursak, bizim insan olarak bilmediğimiz bir çok şey olduğunu görürüz. 

Allah (c.c) kullarının bilmelerini gerek gördüğü gaybı yine Elçileri vasıtası ile onlara açarak sınırlı bir gayb bilgisi aktarır. Bu tür bilgiler, son Elçi Muhammed (a.s) vasıtası ile indirilen Kitap ta mevcuttur (72. 26-28). 

Vahiy bilgisi aracılığı ile bizlere bildirilmeyen gaybın ardına düşmemek gibi vazifemiz olduğu (17.36) için , bizlere gaybi konulara dair bazı bilgiler verilmiş olsaydı bu tür bilgileri insan olarak kaldırabilme gücümüzün olmadığı, bize bu kıssa üzerinden anlatılmaya çalışılmaktadır.

Bu kıssa içinde özellikle çocuğun öldürülmesi üzerinden verilmek istenen mesajda "İlim verilen kul" kimliği altında müşahhaslaştırılarak anlatılan kişi, ALLAH (C.C) NİN GAYB BİLGİSİNİ TEMSİL ETMEKTEDİR. Allah (c.c) kendi bilgisini , İlim verilen kul kimliği altında müşahhaslaştırdığı kişi üzerinden görsel bir olay şeklinde bizlere aktarmaktadır.

Bu noktada Musa adlı kişinin ise , gayb bilgisi verilmeyen biz insanları temsil eden bir şahsiyet konumunda olduğunu hatırlatmak isteriz.Musa adlı kulun şahsında müşahhaslaştırılarak anlatılan biz insanlar , İlim verilen kulun şahsında müşahhaslaştırılarak anlatılan, Allah (c.c) nin sınırlarını zorlamak gibi bir durum içinde olmamamız gerektiği bu olay ile anlatılmaktadır.

Kıssa , "Musa" kimliği altında anlatılan insanın bilgisinin sınırlı olduğu , " İlim verilen kul" kimliği altın anlatılan Allah (c.c) nin bilgisinin sınırı olmadığını vurgulayarak , İNSANIN BİLGİSİNİN SINIRINI AŞMAYA KALKMAMASI sadece kendi sınırları içinde kalması gerektiğini öğretmektedir. İlim verilen kulun " «Doğrusu» dedi, «sen benimle beraberliğe sabredemezsin. Bütün yönleriyle kavrayamadığın meseleler karşısında nasıl kendini tutabilirsin ki?»" demesi iel , bizim takatımızın yetmediği bir işe yeltenmemiz karşısında bunları anlamakta zorlanacağımız ve altından kalkamayacağımız bir takım sıkıntılar içine girebileceğimiz vurgusu yapılmaktadır.

İnsan kendisine verilen bilgi ile yetinecek , bilgi verilmeyen şeyin ardına düşmeyecek , eğer sınırları zorlayacak olursa altından kalkamayacağı sıkıntılara düşerek cevapsız soruların altında ezilecektir. 

Bu durumu , "Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmez" söylemi etrafında kısaca değerlendirelim; 

Kader konusu yüz yıllardır Müslümanların gündemini meşgul eden bir konu olup, Müslümanların fırkalara ayrılmasının yolunu açmıştır. Geleneksel düşünce içinde , kulun yapacaklarının önceden yazılmış olması meselesi ve bu düşünce etrafında ortaya konan rivayetler , haklı olarak bazı itirazların dile getirilmesine sebep olmuştur. 

Allah (c.c) nin yaratmış olduğu kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmiş olması, bir çok Kur'an ayeti ile desteklenmiş olmasına rağmen , kulun iradesine herhangi bir baskı yapılmamış olması pek göz önüne alınmadan , onun bu bilgisi bazıları tarafından yadırganmaktadır. 

"Allah (c.c) kulunun, geleceği içinde bütün yapacaklarını bilir" dediğimiz takdirde kulun Cennet veya Cehennem ile karşılıklandırılmasında haksızlık olacağı düşüncesinin hakim olacağı korkusu ile, Allah (c.c) nin böyle bir haksızlığı asla yapmayacağı düşüncesinden hareketle Allah ın bilmediği iddiası, yanlışı yanlışla kapatma örneği olarak karşımızda durmaktadır. 

Gelenekteki Allah (c.c) nin yazmış olması meselesinin kulu iradesiz bir varlık veya Allah (c.c) tarafından iradesi o yönde zorlanan bir varlık durumuna düşürme şeklindeki düşüncelere kapı açması bakımından problemli olduğu ortadadır. Bu yanlış düşünceyi , "Allah kulunun ne yapacağını bilmez" şeklindeki bir başka yanlış düşünce ile ret etmeye kalkmak, ayrı yanlışlara kapı açması bakımından problem teşkil etmektedir.

O zaman nasıl bir düşünce içinde olmalıdır ki bu tür sonu gelmez tartışmalar içinde vakit kaybetmeyelim?.  İlim verilen kul kıssası içindeki anlatımların özellikle çocuğun öldürülmesi konusunun, insanın kendisine verilen ile yetinmesi gerektiğine dair bir mesaj olarak okunmaya çalışıldığında , kıssadaki anlatımlarda hasıl olan bazı müşkilatın aşılabileceğini söyleyebiliriz.

Kul , kendisine Allah (c.c) tarafından çizilmiş olan çerçeveye riayet ederek hayatını sürmek zorundadır. Bu hayat içinde ona "İrade" denilen doğru veya yanlışı seçme serbestiyeti tanınmıştır. Bu iradesi ile seçtiği yolun karşılığında ona verilecek olan Cenneti veya Cehennemi hak edecektir. 

Bizim durumumuz kısaca böyle iken , bizim sonumuzun Allah (c.c) tarafından BİLİNMESİ veya BİLİNMEMESİ  bizim açımızdan çokta önemli bir konu olmamalıdır. Allah (c.c) nin bilmiş olması bizim hayat içinde yapacaklarımız noktasında herhangi bir değişiklik yapmamızı gerektirmediği gibi , bilmemiş olması da yapacaklarımız noktasında herhangi bir değişiklik yapmamızı gerektirmez. Kul olarak , Allah (c.c) nin bizim yapacaklarımızı önceden bilmiş olmasının bize herhangi bir zararı , bilmemiş olmasının da herhangi bir yararı yoktur. 

Hal böyle iken yapılan bu tartışmalar bir sonuca varılmak için değil karşıdakini yenmek için yapılan tartışmalar olarak yapıldığı için sonuca varmak mümkün değildir. İnsan kendisinin nasıl bir konumda olduğunu bilerek , Allah (c.c) ye ait olan bir sınırı aşmaya kalkmayacak olursa böyle tartışmaların önü de kesilmiş olacaktır. 

Sonuç olarak ; Kehf s. içinde anlatılan "İlim verilen kul" un çocuğu öldürmesi meselesi , kıssanın mesaj içerikli olarak okunması sonucunda, tefsir kitaplarında gördüğümüz bir çok konunun veya bu olaydan yola çıkılarak bazı cinayetlere kılıf uydurmanın önü kesilmiş olacaktır. 

Musa ve İlim verilen kul kimliği altında anlatılanlar , İnsan ve Allah arasındaki bilgi düzeyinin farkını anlatmaktadır. Gayb konusu Allah (c.c) sınırları dahilinde olup , bu sınırları aşarak ona muttali olmak isteyenlerin bunu kaldıramayacağı , dolayısı ile insan kendine verilen kadarı ile yetinecek ve kendisi için belirlenen kulluk sınırları dahilinde hayat geçirerek sonunu hazırlayacaktır. 

Sonunu hazırlarken yaptıkları , onun kendi iradesi dahilinde yapmış oldukları olup , bu konuda kula herhangi bir dış etki yoktur. Kulun sonunu Allah (c.c) nin önceden bilip bilmemesi tamamen Allah (c.c) nin sınırı olup, onun bilmiş olmasının veya bilmemesinin kul için herhangi bir faydası veya zararı yoktur. Bu konuda bizlere Kur'anda verilen bilgiler yeterli olup fazlası gerekseydi Rabbimiz mutlaka verirdi. 

                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

30 Aralık 2014 Salı

Amin Kelimesi Amon Putundan mı Geliyor ?

Yazımızın başlığı, konuya aşina olmayanlar tarafından biraz garip karşılanarak "öyle şey olur mu? Bu ne biçim başlık?" şeklinde yadırganacaktır. Ancak Kur'an merkezli söylem etrafında konuşulan ve bizce gereksiz olduğunu düşündüğümüz konulardan birisi de maalesef bu konudur. Dualarımızın sonunda söylediğimiz "amin" kelimesinin kökünün Mısırlılar'ın putu olan "Amon" adlı puttan geldiği iddiası dile getirilmekte, bu sözün söylenmesinin kişiyi şirke götüreceği iddia edilmektedir.

Müslümanların gündemlerini meşgul eden konuların bu tür konular yerine, daha ciddi konular olması gerekirken, bize bir şey kazandırmayacağını düşündüğümüz konular ile gündem doldurulması ve bu tür gereksiz konuların tartışılması; bizlerin Kur'an'ın ne kadar ciddi meseleler içerdiğinin daha farkında bile olmadığımızı göstermektedir.

Bu kelimenin Kur'an'da olmadığı, dolayısı ile duaların sonunda kullanılmasının şirke kapı açtığı gibi düşüncelerin ortalıklarda gezmesi, bu konu ile ilgili olarak düşüncelerimizi yazma gereğini hissettirdi.

"E-M-N" kelimesi; "birisini tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek, itimat etmek, güvenmek, güvenilmek" anlamlarına gelmektedir. "Amin" kelimesi de bu kökten gelmektedir. Bu kelimenin ne anlama geldiğini görmek için AHKAF 17 ayetine gitmek gerekmektedir ki dualarımızın sonunda söylediğimiz bu kelimenin ne anlama geldiği doğru olarak anlaşılsın.

Vellezî kâle li vâlideyhi uffın lekumâ e teidâninî en uhrece ve kad haletil kurûnu min kablî ve humâ yestegîsânillâhe veyleke AMİN, inne va’dallâhi hakk(hakkun), fe yekûlu mâ hâzâ illâ esâtîrul evvelîn(evvelîne)

[046.017] Fakat o kimse ki anasına babasına: «Öf size, benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken benim öldükten sonra dirilip çıkarılacağımı mı bana va'dediyorsunuz?» dedi. Onlarsa Allah'a sığınarak «Yazık sana, etme, gel inan; Allah'ın sözü gerçektir» derken O; «Bu, eskilerin masallarından başka birşey değildir» der.

AHKAF 17 ayetinde; mü'min bir ebeveynin çocuklarına olan çağrısı ve çocuğun bu çağrıyı red etmesi anlatılmaktadır. Mü'min ebeveynin çocuklarına "AMİN" şeklinde bir hitapta bulunduğunu görmekteyiz.

Ebeveynin çocuklarına bu şekildeki bir hitabı; ona söylemiş oldukları sözlerin doğru olduğu, güvenilmesi gerektiği, asla yanlış olmadığı, onun bu sözleri kabul etmesini yani iman etmesini istemeleri, sözlerine güvenmelerini istemeleri anlamındadır.

Peki duaların sonunda söylenen "amin" kelimesi ile biz ne demek istiyoruz? Kul; Rabbi'ne ettiği duasında bütün samimiyeti ile O'na karşı acziyetini ifade eder ve O'ndan isteklerini sıralar. Duasının sonundaki "amin" kelimesi ise; kulun Rabbi'ne karşı söylediği sözlerinde son derece samimi ve dürüst olduğunu ve bu samimiyet ve dürüstlüğünün bir ifadesi olarak bunu söylediğini gösterir. Kul Rabbi'ne "Sana karşı bütün samimiyetimle bunları söylüyorum, buna inan" sözünü "amin" kelimesi ile ifade eder.

Hal böyle iken bu sözün Mısırlıların putu olan "Amon"dan geldiği, dolayısı ile bu kelimeyi söylemenin şirk içerdiği iddiası havada alan bir iddiadır.

Bu tür suni gündemlerle muvahhidlik iddiasında bulunan bir kısım Kur'an merkezli düşünce sahibi olan kişilere tavsiyemiz şudur; bazı sözlerin, fiillerin, eylemlerin, düşüncelerin şirk olduğu konusunda gösterilen titizliği takdir etmekle birlikte, neyin şirk olup olmadığının adresi Kur'an olmalıdır. Elçilerin kıssaları ile onların nasıl bir şirk düşüncesine karşı kıyama kalktığı çok dikkatli okunarak asıl bunlar gündem edilmelidir.

Elçi kıssalarında öne çıkan tevhidî eylem; o kavmin sahte ilahları olup, gelen elçiler tek İlah olarak Allah(c.c)'nin tanınmasını ve O'nun kulları için çizdiği hayat sistemini kabul etmeleri için yaptıkları mücadeledir. Bizlerin bu tür mücadeleleri ıskalayıp basit gündemler ihdas ederek muvahhidcilik oynamaya kalkışmasının, kendimizi oyalamaktan başka bir işe yaramayacağını hatırlatalım.

Kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak niteleyen birçok kişinin, geleneksel İslam anlayışına sahip olanlar ile ortak yönleri; araştırmadan kabul etmek gibi bir yanlış içinde olmalarıdır. Bu tür iddiaları okuyup da, sadece bu iddiaları paylaşanların kendilerini "Kur'an Müslümanı" olarak lanse etmeleri; bizleri onların her dediği doğrudur mantığına götürmemelidir. "Bu konu hakkında Kur'an acaba ne diyor?" şeklinde sorgulama yapan birisi, AHKAF 17 ayetini dikkatli bir okuyuşla kelimenin dışardan ithal değil, öz be öz Kur'an malı olduğunu görecektir.
  
Sonuç olarak; "amin" kelimesi Mısırlıların putu olan "Amon"dan gelme bir kelime değil, Kur'an içinde açık ve net olarak bulunan ve öz be öz Kur'an'a ait olan bir kelimedir. Duaların sonunda bu kelimenin kullanılması tabi ki farz değildir, isteyen kullanır istemeyen kullanmaz. Bu konu da muhayyerdir ancak Kur'an'a bakmadan ortaya atılan bu tür sözler, ortaya atanın cehaletini ortaya koyduğu gibi araştırmadan hemen kabullenenleri de cehalete ortak olmaya iter. Bizlere düşen muvahhid olmanın anlamını bu tür gereksiz gündemlerle doldurmaya çalışmak yerine, Kur'an'ın bize gösterdiği çizgiyi takip etmek olmalıdır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.