Son günlerde bir takım cemaatlerin hedef tahtası haline gelen Sayın Mustafa İslamoğlu hoca ya karşı Abese suresi ilk ayetlerine verdiği anlam üzerinden yeni bir karalama kampanyası başlatıldığına şahid olmaktayız. Bu kampanyanın öncülerine baktığımız zaman, kendilerine bağlı olanlara "Din" olarak Kur'an tarafından onay görmeyen ne kadar hurafe bilgi varsa onları anlatarak Samiri misali " Sizin Dininiz bu dur" dediklerini görmekteyiz. Sayın hocanın bu tür anlatımlara karşı Kur'anı öne çıkarma gayreti hurafe dini temsilcileri tarafından şiddetli bir biçimde karşılık görmüş ve görmektedir.
Sayın hoca asla eleştirilmez veya hata yapmaz bir kişi değildir. Hatta hatalarını dile getirmekten hiç çekinmediğimizi bizi tanıyanlar çok iyi bilmektedir , ancak Hocaya karşı Abese suresi ilk ayetlerine verdiği anlamdan ötürü yapılan bir eleştiri var ki buna sadece "AHLAKSIZLIK" demekten başka bir ad bulamıyoruz. Bu yazımızda Hoca nın bu ayetlere verdiği anlam hakkında düşüncelerimizi herkese örnek olması gereken ilmi ve ahlaki bir uslup dairesinde dile getirmeye çalışacağız.
Sayın Hoca nın Abese suresi ilk ayetlerine verdiği anlam ve gerekçeleri şu şekildedir.
1 O (KİBİRLİ ADAM) surat astı ve sırtını
dönüp uzaklaştı,
2- yanına âmâ geldi di- ye,.. (1)
3- "Ve (sana gelince Ey Nebi!) Sen nereden
bileceksin o (müşrikin) arınacağına (2) dair
bir ihtimal (3) bulunduğunu; (4) veya alacağı
öğütün kendisine yarar sağlayacağını?
4 -
5- Fakat, kendi kendine yettiğini sanan (5)
kimseye gelince:
6 -Sen bütün ilgini ona
yönelttin; (6- 7) oysa ki, onun arınmaması-
nın sorumlusu sen değilsin,-
7- 8- fakat sana
büyük bir iştiyakla gelen var ya:
9 -ki o
Allah'a saygıda kusur etmez-
10- işte sen
onu ihmal ediyorsun.
(1) Veya: "O (Peygamber) surat astı ve sırtını dönüp uzaklaştı, yanına âmâ geldi diye..." Müteakip 3 ve 4. âyetlerin okunuşuna bağlı olarak ilk
iki âyetin özneleri değişir. Bu âyetlerin öznesi-
nin Hz. Peygamber olduğunu ittifakla söyleyen
klasik tefsirin tercihinde, Muvatta ve Tirmizi'nin Sünen'inde nakledilen nüzul sebebi rivayeti belirleyici olmuştur. Fakat Tirmizi rivayeti sorunludur. Mamafih bu rivayetler bile tercihimizi dolaylı olarak onaylar. Tercihimizin gerekçesi, "surat astı" ['abese) ve "sırt dönüp
uzaklaştı" [tevellâ) fiillerinin aynen geçtiği
Müddessir 23-24. âyetler ve orada anlatılan tiptir. Nüzul sebebi rivayetlerine dikkatle bakın-
ca, Hem 74:23-24'teki hem de buradaki olayda
aynı isimlerin geçtiği görülür: Velid b. Muğire
ve/veya Ubey b. Ka'b.
(2) Yezzekkâ'mn aslı yetezekka'dır. Dönüşlü
kiptir. Kipin bu bağlamdaki açılımı şudur: Vahiy gibi arıtan bir öznenin varlığı tek başına
yetmez. Onun yanında insan da arınmaya gönüllü olmalıdır ki işlem tamamlansın.
(3) Lealle edatının bu bağlamdaki en uygun karşılığı.
(4) Veya: "Ve (ey Peygamber); sen nereden bileceksin; belki de o arınacak veya alacağı öğüt
kendisine bir yarar sağlayacaktı?" İki âyetlik bu
uzun cümlenin i'rabı, mâna farklılığına izin verecek bir yapıdadır. Klasik tefsir iki hatta üç
mef'ul alan yudrîke geçişli fiilim ya biri zamir
(Ke/sen) diğeri mahzuf iki mef'ulle izah etmiş,
ya da arkasından gelen le'alle edatının kalp fiillerinden olduğunu, üstelik talep ve temenni bildiren bir istifham olduğunu söyleyen Ebu Ali Farisi'ye dayanarak, bu durumda yudrî fiilinin iki-
üç değil, tek tümleç isteyen fiile dönüştüğünü,
sonrasının da müstakil bir cümle olduğunu sa-
vunmuşlardır (Nkl: îbn Aşur). Tercihimiz, yudrî
fiilinin iki mefulüyle birlikte (biri ke zamiri diğeri müteakip iki cümle) tek bir cümle gibi
okunmasına dayanmaktadır. Bu âyet İslâm'a davette seçkinci yaklaşımı reddetmektedir.
(5) Istiğna'daki sin ve te'nin mânaya kattığı yan anlam.
(6) Zımnen: "böyle yapmak sana yakışmadı". Bu
Allah Rasulü'ne açıkça "Bir daha böyle yapma"
uyarışıdır. Burada soru şudur: Vahiy seyrek de
olsa ara sıra yer verdiği Hz. Peygamber'e ait bu
gibi 'zelle'leri örtemez miydi? Eğer örtseydi,
kimsenin haberi olmazdı. Peki, o zaman ne diye
dile getirip onları ölümsüzleştirdi? Bu ve buna
benzer tüm soruların cevabı bu sûrenin 23. âyetinde verilmiştir: Hatasız kul olmaz. Peygamberler de buna dahildir. Şu halde Hz. Peygamber'in görevi "Nasıl hatasız kul olunur?" sorusunun isbatmı ortaya koymak değil, "Hata yapılınca nasıl özür dilenir, nasıl tevbe edilir, nasıl geri
dönülür?" sorularının isbatmı ortaya koymaktır.
Allah'ın kendi elçisine "Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım" demesini emretmesinin temelinde yatan sebep de bu olsa gerektir.
(7) İlahi şefkatin beliğ bir ifadesi. Demek ki uyarı alan bu davranışın temelinde Nebi'nin aşırı
sorumluluk duygusu vardı. Bu âyet Rasulullah'ın içtihad ettiğinin ve içtihadında yanıldığında Allah'ın onu düzelttiğinin beyanıdır. Düzeltilen o içtihat "varlıklı ve hatırlı kimselerle
fazla ilgilenilirse imana geleceklerine dair"
yanlış görüştür. Eğer vahyin müdalahesi olmamış olsaydı, onun içtihadı "sünnet" olacaktı.
Hz. Peygamber Amiroğuîlarmdan olan babası
yerine soylu Mahzumoğlullarmdan olan annesine nisbetle anılan Îbn Ümmi Mektum'u gördüğünde "Merhaba ey Rabbimin kendisi yüzünden beni uyardığı kişi" dermiş. Biz
Kur'an'da anlatılan diğer peygamberlerin kıssalarında da onaylanmayan içtihatlar görüyoruz.
Hz. Musa'nın bir kulun davranışlarına karşı iç-
tihatları (18:71, 74, 77), Hz. Nuh'un oğlu hak-
kındaki içtihadı (11:45), Hz. İbrahim'in soyu ve
babası hakkındaki içtihadı gibi (9:114).
Sayın Mustafa İslamoğlu hoca yukarıda vermiş olduğumuz Abese s. 1-10. ayetleri meali ve gerekçesinde özet olarak , 1. ayette "Surat asıp sırt çevirip uzaklaşan" kişinin Muhammed (a.s) olmadığını , Muhammed (a.s) tebliğ yapmaya çalıştığı bir MÜŞRİK olduğunu iddia etmektedir.
Sayın Hocanın bu düşüncesi elbette tartışılır , buna girmeden önce ilk ayetin mealine parantez içine aldığı KİBİRLİ ADAM kelimesinin Hocaya karşı linç kampanyasına girişenler tarafından Muhammed (a.s) a KİBİRLİ ADAM dediği iddiası AHLAKSIZCA söylenmiş bir iftiradan başkası değildir. Bu iftiraları atanlar Hocanın böyle bir iddia da bulunmadığını çok iyi bilmelerine rağmen, cahil ve koyun sürüsünden farksız , okuma , araştırma gibi melekeleri öldürülmüş olan bağlılarının araştırma ihtiyacı hissetmeden bu iftiralara inanacaklarını bildikleri için hiç çekinmeden dillerini bükebilmektedirler.
Sayın Hocanın Abese suresi ayetleri ile ilgili olarak vermiş olduğu anlam şahsi bir düşüncesi olup bunu gerekçesinde belirtmiştir. Ancak Hocayı eleştiren EHLİ SÜNNET taifesinin Kur'an anlayışlarını ele alacak olursak bir sürü Kur'an dışı rivayetlerin Kur'ana onaylatmak için Kur'anı tahrife varan anlamlar verdikleri ve "Allah böyle diyor" diyerek iftiralar attıklarını unutmayalım. Şirk düşüncelerini "Din bu dur" diyerek yaymaya çalışanların önce kendi şirklerini düzeltip sonra başkalarını düzeltmeye kalkışmalarını tavsiye ederek sayın Hocanın meali ile ilgili düşüncelerimizi aktarmaya çalışalım.
Öncelikle empati yapıp , Abese s. 1. ayetindeki bahsedilen kişinin sebebi nuzül rivayetleri doğrultusunda okunması neticesinde bu düşüncenin pekiştiğini söyleyebiliriz , şayet böyle bir rivayet olmasa idi bu gün ilk ayet içinde bahsedilen kişinin Muhammed (a.s) olduğu düşüncesine sahip olanlar linç edilme durumu ile karşı karşıya kalacak oldukları kuvvetli bir ihtimal sayın Hocanın doğrultusunda yapılan mealler revaç görecekti.
Ayetleri sebebi nuzül rivayetlerini göz önüne almadan veya sayın Hoca nın görüşleri doğrultusunda yapılan mealleri yanlış şeklinde bir ön kabul de bulunmadan Abese s. ilk ayetleri hakkında şunları söyleyebiliriz.
[080.001] Surat astı ve yüz çevirdi;
[080.002] Kendisine o ama geldi diye.
[080.003] Nerden biliyorsun; belki o, temizlenip-arınacak?
[080.004] Yahut öğüt alacak da bu öğüt, kendisine fayda verecek.
[080.005] Ama kendisini müstağni gören.
[080.006] Sen ona yöneliyorsun.
[080.007] Oysa, onun temizlenip-arınmasından sana ne?
[080.008] Ama sana koşarak gelen,
[080.009] Ki o, 'içi titreyerek korkar' bir durumdadır;
[080.010] sen ondan tegafül ediyor (ona ilgi göstermiyor) sun.
Ayetlerin siyak ve sibakından anlaşılacağı üzere ortada 1-Elçi, 2-Ama, 3-Müstağni kişi olmak üzere 3 kişi vardır , problem 1. ayetteki ameli işleyenin kim olduğudur.
Ayetler basit bir okuma ile okunduğunda , Muhammed (a.s) Müstağni kişi ile uğraşırken o anda yanına gelen Ama ya karşı ilgisiz davrandığı , hatta surat asıp yüz çevirdiği ve Müstağni kişi ile uğraşmaya devam ettiği anlaşılabilir ve doğru olduğunu düşündüğümüz okumanın bu olduğunu da söyleyebiliriz.
Burada Sayın Hoca nın tercih ettiği "Anlam yorum" tarzı mealler hakkında bir çekincemizi belirtmek isteriz. Bu tarz ile yapılan meallendirmeler metne sadık kalarak yapılan çeviri olmaktan çok , çeviren kişinin düşünce yapısından kaynaklanan Kur'an anlayışını tercümeye yansıtmak şeklinde yapılmış olmasından dolayı hata yapma payı yüksek olan bir çeviri tarzıdır.
2. ayette " En caehul'ama" ( O Ama geldiğinde) ibaresinde "Cae" kelimesini anahtar bir kelime olarak okuyarak , 1. ayette ki surat asıp yüz çevirenin kim olduğu 8. ayete bakılıp kolayca anlaşılabilir. 8. ayetin metni olan "Ve emme men caeke yes'a" (Ama sana koşarak gelen) ibaresindeki "Ke" (sana) zamirinin muhatabı Muhammed (a.s) olduğu konusunda herhangi bir ihtilaf yoktur. 2. ve 8. ayetlerde "Cae" fiili ile bahsedilen kişi Ama kişi olup o kişiyi bırakıp diğer Müstağni kişi ile uğraşmaya devam eden kişi Muhammed (a.s) dır.
Sayın Hoca 1. ayete (KİBİRLİ ADAM) parantezi ile gömleğin ilk düğmesini yanlış ilikleyince diğer düğmelerinde yanlış iliklenmesi misali 3. ayet içine açtığı (müşrik) parantezi ile yanlışa devam etmiştir.
Halbuki 8. ve 9. ayetlerde Muhammed (a.s) ın, kendisine koşarak ve korkarak gelen Ama yı bırakarak , 5.6.7. ayetlerde ki Müstağni kişi ile ilgilendiği , 2.3.4 ayetlerde geliş sebebi beyan edilen Ama ya karşı olan tutumunun 1. ayette eleştirildiği şeklinde yapılacak bir okumanın daha doğru sonuç vereceğini düşünmekteyiz.
Sayın Hoca yıllar önce bu ayetler ile ilgili olarak farklı bir düşünce içinde olup , yüz çeviren kişinin Muhammed (a.s) olduğu düşüncesinde idi. Geçen yıllar içinde bu görüşünden dönmüş olmasını elbette yadırgamıyoruz. Aksine, doğrudan yanlışa dönmek gibi bir tutum içinde olması bundan sonraki yıllarda bazı yanlışlarından dönmek gibi bir erdem içinde olduğunu göstermesi açısından olumlu bir gelişmedir.
Ancak sayın Hocanın gerekçesinde belirtmiş olduğu gramer kuralları binlerce yıllık bir geçmişe sahip olup , sayın Hocanın aksi görüşte olduğu yıllar içinde de aynı kurallar geçerli idi ve bunu sayın Hoca çok iyi biliyordu. Gramer kurallarını gerekçe göstererek böyle bir yorumda bulunmuş olmasını anlamakta zorlandığımızı ifade etmek istiyoruz. Sayın Hoca eğer "Önceden bu kuralı bilmiyordum" şeklinde bir bahane ileri sürecek olursa , "özrü kabahatinden büyük" deyimine uygun bir bahane üretmiş olacaktır.
Sonuç olarak ; Sayın Mustafa İslamoğlu Hoca Abese suresi ilk ayetlerine vermiş olduğu anlam ile yanlış bir çeviri yapmış olduğunu düşünmekteyiz , ancak bir takım guruhun onun bu yanlışı üzerinden iftira ve karalama kampanyası başlatmasına asla müsade edilmemesi gerektiğini de düşünmekteyiz. Kur'an meali yapan hiç kimse hatadan beri değildir ancak yapılan bu hataların bazı kişileri linç etme girişimi olarak kullanılması olayın başka bir tarafı olduğu yönündeki ihtmalleri kuvvetlendirmektedir. Sayın Hoca nın eleştirilmez olduğu asla savunulamaz ve hataları asla ört bas edilemez , bu hataları iftira ve karalamaya dönüştürülmeden , ilmi ve ahlaki bir uslup dahilinde dile getirilmek mecburiyetindedir. Kaleme almaya çalıştığımız bu yazının ilk amacı böyle bir usluba örnek olmak çalışması olup sayın Hoca ya karşı başlatılan karalama kampanyasının öncülerinin önce kendi paçalarından akan ŞİRK pisliğini temizlemeleri ,tercih ettikleri Kur'an meal ve tefsirlerindeki tahrifkar ibareleri düzeltip Kur'an a sadık kalan bir anlayışa döndürmelerini tavsiye ederiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
22 Kasım 2014 Cumartesi
20 Kasım 2014 Perşembe
Araf s. 172-173. Ayetleri Hakkında Bir Düşünce Çalışması
İnsanların
bir kısmının Müslüman ebeveynden veya Müslümanların yaşadıkları
topraklarda doğmaması nedeni ile Müslüman olamamaları, dolayısı ile
Cehennem azabı ile karşılık görmek durumunda kalmaları, özellikle ateist
kesim tarafından itirazlara sebep olmaktadır. "Onların ne kabahati var da Müslüman bir ebeveynden veya Müslüman bir toplumda doğmadılar?" şeklindeki itirazî sözleri, birçoğumuz tarafından işitilmekte ve kafa karışıklıklığına sebebiyet vermektedir.
Kur’an’ın birçok ayetinde beyan edildiği üzere; “hesap günü kimseye zulum edilmeyeceği"
düsturundan yola çıkarak, hesab günü bu durumda olan insanların
durumlarının ne olacağı konusunu A’RÂF 172-173 ayetlerindeki beyandan
öğrenmek mümkündür.
[007.172-3] Rabbin,
insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: «Ben sizin
Rabbiniz değil miyim» demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar
da: «Evet şahidiz» demişlerdi. Bu, kıyamet günü, «Bizim bundan haberimiz
yoktu» dersiniz veya «Daha önce babalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı,
biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi, boşa çalışanların
yaptıklarından ötürü yok eder misin?» dersiniz diyedir.
Ayete
baktığımız zaman; kıyamet günü Ademoğullarının tamamının sorguya
çekileceği görülmektedir. Bu durum geleneksel düşünce içinde tartışılan "Fetret Ehli’nin durumu” meselesine, yani Elçi ve Kitap çağrısı hiç işitmemiş olanların durumu hakkında da bilgi vermektedir. Kitaplarda "Fetret Ehli’nin" hesap gününde;
1- hesaba çekilecekleri,
2- hesaba çekilmeden yok edilecekleri
gibi
farklı düşünceler ileri sürülüp tartışılmıştır. Ayetin beyanına göre;
hesaba çekilecekleri görülmektedir. Ancak şurası muhakkaktır ki adalet
gereği, dünya hayatında onlara imtihana çekilecekleri bir kitap
verilmemiş olmasından dolayı, Kitap içindeki bir takım emirleri (namaz,
oruç, hac vb.) uygulayıp uygulamadıklarından hesaba çekileceklerini
söylemek güçtür.
Ayete
baktığımız zaman; görsel bir anlatım tarzı şeklinde olması, bazı yanlış
düşünceleri de beraberinde getirmiştir. Şöyle ki; insanı “ruh-beden"
şeklinde ikiye ayıran geleneksel düşünce, bu düşünce doğrultusunda önce
ruhların yaratıldığını iddia etmektedir. Dolayısıyla da bu sözün ruhlar
aleminde(!) alındığını dile getirmektedir. Kur’an’da “ruh-beden" şeklindeki bir ayrıma dair herhangi bir delil olmaması, bu düşüncenin doğru olamayacağını göstermektedir.
Bu bağlamda “fıtrat"
kelimesinin anlaşılması ve bu kelime doğrultusunda yapılacak bir anlama
çalışması; (hâşâ) Allah(c.c)’nin adil olmadığı konusundaki düşüncelerin
değerlendirmesini yapmamızı sağlayacaktır.
"Fıtrat" kelimesini kısaca "varlıkların yapısını oluşturan kanunlar bütünü" olarak tarif edebiliriz. Bu kelimeyi insan ile ilgili olarak kullandığımız zaman RÛM 30 ayeti karşımıza çıkmaktadır.
[030.030] O
halde yüzünü bir hanif olarak dine tut, Allah’ın insanları kendisi
üzerine yarattığı fıtratına. Allah'ın yaratışında değişme yoktur,
dosdoğru sabit din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
RÛM
30 ayeti; İNSANLARIN, ÇOĞU BİLMEDİĞİ için (hâşâ) Allah’a karşı yalan ve
iftira attığı bir gerçeği dile getirmektedir. Bu gerçek; İNSANLARIN
eşit olarak aynı fıtrat üzere yaratmış olması gerçeğidir. Bu fıtrata
göre; Mekke’nin göbeğinde doğan birisi ile Avustralya’nın balta girmemiş
ormanlarında doğan bir Aborjin yerlisi aynı derecede eşit bir
yaratılışa sahiptir.
İbrahim(a.s)'ın
EN'AM Suresi içinde anlatılan kıssası bu duruma işaret etmekte olup,
fıtratı çalıştırmanın bir örneğini göstermektedir. Yıldızlara, aya ve
güneşe bakıp "bunlar Rabbim" deyip, onların kalıcı olmadığı
üzerinden böyle bir yüceltmeye layık olamayacakları, asıl olanın bunları
bir yaratanın olduğunun düşünülmesini öğütlemektedir.
Yine
bu bağlamda bütün insanlardaki ortak duyu organları fıtratın
çalışmasını sağlayan unsurlar olup bu durum Kur’an'da şöyle ifade
edilmektedir;
[016.078] Allah
sizi annelerinizin karnından siz hiç bir şey bilmez halde iken çıkardı.
Size, şükredesiniz diye kulaklar (SEMİ), gözler (BASAR) ve gönüller
(FUAD) verdi. Ta ki şükredesiniz.
[023.078] O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne kadar az şükrediyorsunuz.
[032.009] Sonra
da onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için
de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne kadar az şükrediyorsunuz?
[067.023] De ki: «Sizi inşa edip-yaratan, size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz?»
[046.026]
Onlara size vermediğimiz servet ve kuvvet vermiştik, onlara kulaklar,
gözler ve gönüller yaratmıştık. Fakat ne kulakları ne gözleri ne de
gönülleri kendilerine bir yarar sağlamadı. Zira düşünüp ibret
almıyorlardı, tersine bile bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar. Ve
alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi.
SEMİ
(işitme) - BASAR (görme) - FUAD (gönül veya vicdan) üçlüsü yaratılan
tüm insanlara bahşedilmiş olup, bu duyular sayesinde kendilerini yaratan
üstün bir gücün var olduğunu ve bu üstün gücün astında olarak ibadet
edilen varlıkların böyle bir yetkisi olmadıklarını fıtraten bilmesi için
gerekli alt yapı donanımına haiz olarak yaratılmıştır. A'RÂF 172-173
ayetleri işte bu duruma işaret eder.
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna olumlu cevap vererek “evet"
diyen bizler, dünyanın her neresinde doğmuş olursak olalım, yaratılış
genlerimizde bizi yaratan bir Rabbin var olduğunu mutlaka biliriz.
Kıyamet Günü istisnasız, mükellefiyet gerektirmeyecek durumlarda olarak
doğanlar hariç, herkes huzur-u ilahîde hesaba çıkacaktır.
Burada
Kıyamet Günü kendilerine Kitap ve Elçi bilgisi ulaşmış insanların
hesabı ile ulaşmamış insanların hesabı aynı olmayacağı gerçeğinin göz
ardı edilmemesi gerekmektedir.
Allah
(c.c) insanlara Elçileri vasıtası ile Kitap göndererek, onlara uymaları
gereken bir takım emirlerini bildirmiştir. Kitap ve Elçi çağrısı ile
muhatap olanlar, Kıyamet Günü’nde bu Elçilerin ve Kitapların çağrılarına
uyup uymadıkları noktasında karşılık göreceklerdir.
Ancak
yaşadığı zaman zarfı içerisinde Elçi ve Kitap çağrısı duymayan
birisinin, Kıyamet Günü doğal olarak kendisine bilgi verilmeyen
konulardan sorguya çekilmeyeceği de adalet gereğidir. Bu kategoriye
dahil olanlar namaz, oruç, hacc gibi ibadetleri yapmamış olsalar, domuz
eti gibi haram olan etleri yemiş olsalar dahi, bunların farziyeti veya
haramlılığı konusunda kendilerine bilgi ulaşmadığı için sorumlu
sayılmayacaklardır.
Kendisine
Elçi ve Kitap bilgisi ulaşmayan herhangi bir kişi, fıtratını işleterek
kendisini ve gördüklerini bir yaratanın olduğu, mensup olduğu topluluk
şayet taştan tahtadan putlara tapıyor ise ve o kişi bu putların herhangi
bir tapınma yetkisi olmadığı şuuru içinde böyle bir tapınmaya layık
olan daha üst bir varlığın olduğunu düşünerek o topluluğun putlarını red
etse, bu kişinin Kıyamet Günü alacağı karşılık Cennet olacaktır. Velev
ki ömründe abdest alıp namaz kılmamış, oruç tutmamış vb.
yükümlülüklerini yerine getirmemiş olsa bile.
Özellikle
ateist kesimin kurcaladığı bu konu; onların RÛM 30 ayetindeki beyan
doğrultusunda bilmediklerinin bir kanıtı olup, Allah’a yalan ve
iftiralar ile (hâşâ) O’nun adaletsiz ve zalim olduğunu düşünmelerinin ne
kadar yanlış olduğunu göstermektedir.
Bu
bağlamda ateistlerin Çin, Hindistan veya dünyanın Müslümanların
olmadığı bir bölgesinde doğanların şanssız olduğu, Müslüman bir beldede
doğanların şanslı olduğu, dolayısı ile bunların eşit olmadığı şeklindeki
savları; onların cehaletlerinin bariz bir dışa vurumudur. Ne Müslüman
olan bir ebeveynden doğmak şans, ne de Müslüman olmayan bir ebeveynden
doğmak şanssızlık değildir. Dünyaya gelen herkes, içinde bulunduğu
şartlar çerçevesinde sürdürdüğü hayatından kendisi sorumlu olacaktır.
Kıyamet
Günü hiçkimsenin, kendi ebeveyninin yapmış olduğuna tâbi olduğunu iddia
ederek sorumluluktan kurtulamayacağı A’RÂF Suresi ayetleri içinde
önemli bir husustur. Kimsenin bahane üreterek işin içinden sıyrılabilme
şansı olmadığı gibi Müslüman bir toplum ve ebeveyn dışında doğmuş olsa
bile Allah’ı Rab olarak bilmediği takdirde cezası, diğer Rab
bilmeyenlerle aynı adrestir. Bunun tersi olarak Müslüman bir toplum ve
ebeveyn dışında doğmuş olsa bile Allah’ı Rab olarak bilmiş ise; onun
yeri Allah’ı Rab bilen diğer kişilerle aynı adres olacaktır.
Sonuç
olarak; A'RÂF 172-173 ayetleri, görsel bir anlatım metodu ile
Allah(c.c)'nin yaratmış olduğu bütün insanların fıtratına, kendisini Rab
olarak bilmelerini sağlayacak olan, diğer ayetlerde SEMİ-BASAR-FUAD
olarak bildirilen duyu organlarını verdiğini göstermektedir. Bu bağlamda
dünyanın her neresinde doğarsa doğsun insanların hepsi eşit olarak
yaratılmış olup, hesap gününde kendilerine ulaşan bilginin
muhteviyatından sorumlu olacaklardır.
Bu
yazıyı yazma sebebimiz sadece ateist kesimin bu tür sorularını
cevaplamak değildir. Kur’an’a inanmayan birisine, inanmadığı bir şeyden
delil sunmak yapılacak en büyük hatadır. Yazıyı yazmaktaki amacımız;
önce ayetin mesajını anlamak, sonra da Müslümanların bir kısmında baş
gösteren bu tür kafa karışıklığının ne kadar yersiz olduğunu hatırlatmak
amaçlıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
18 Kasım 2014 Salı
Ahzab s. 72. ayeti: Emanete İhanet Eden İnsan
"Emanet" kelimesi ; "Nefsin güvene kavuşması , korkunun ortadan kalkması" anlamına gelen "e-me-ne" kelimesinden türemiştir. İnsanın kendisinde emin kılınan , kendisine geçici olarak verilen şeyin adı olarak kullanılır.
Esas konumuz olan Ahzab s. 72. ayetinin mesajına geçmeden önce bu kelimenin Kur'anda geçtiği ayetleri sıralayarak , kişinin kendisinin emniyetine geçici olarak verilen şeylere nasıl bir tutum sergilemesi gerektiğini beyan eden ayet meallerini görelim.
[002.283] Yolculukta olur da, yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir. Birbirinize bir emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah'tan korksun. Şahitliği, bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.
[004.058] Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.
[008.027] Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne ihanet etmeyin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin.
[023.008] Ve onlar ki, emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler.
[023.008] Ve onlar ki, emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler.
Ahzab s. 72. ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.
[033.072] Biz, o emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar ve ondan korktular da insan yüklendi onu. O gerçekten çok zalim, çok cahildir.
Ahzab s. 72. ayetinde emanetin , "göklere , yere ve dağlara sunulması" şeklindeki anlatım üzerimizdeki sorumluluğunu ne kadar ciddi olduğunun anlaşılması için yapılmış teşbihi bir anlatımdır , aksi takdirde sunulan emanetin red edilmesinin keyfiyetinin nasıllığı üzerinde kafa yormaya kalktığımız zaman altından kalkılmayacak müşkiller ortaya çıkacaktır.
Ayette işaret edilen ana konu, "Emanet" olgusu olup, bu emaneti yüklenen insanın "zalim ve nankör" olmasıdır. İnsana Allah (c.c) nin tevdi ettiği geçici şeyler ne olabilir ki , insan "zalim ve nankör" bir tutum sergileyerek bu emenetlere ihanet edebiliyor.
Bu merkezde, Kur'anda geçen "Halife" kelimesi de "Emanet" kelimesi ile bağlantılıdır. Halife kelimesin, "esas sahibi yani asil olan kişiden bir görevi geçici olarak devr almak , geçicilik , kalıc olmamak" gibi anlamları etrafında düşünecek olursak , "insanın arz üzerinde halife kılınmış olması" nın ne demek olduğunun anlaşılması kolaylaşacaktır.
Allah (c.c) , Bakara s. 30. ayetinde "Ben arz üzerinde bir halife kılacağım" buyurması kendisinin ASİL olarak uhdesinde olan bir şeyi vekil olarak tayin ettiği insana GEÇİCİ olarak HİLAFETEN vermesini ifade etmektedir. Allah (c.c) arz'a bir halife atayarak ki bu halife olmak bütün insanlar için geçerlidir, kendi istekleri doğrultusunda hareket edecek bir varlık meydana getirmek istediğini beyan etmektedir. Maalesef bu varlığın bir çoğu, kendisine verilen irade hürriyetini yanlış yolda kullanarak bu halifeliği doğru kullanmamıştır
Bu bağlamda arz üzerinde gelmiş veya gelecek olan herhangi bir insana verilen her ne ise o verilenin geçici olduğu yani EMANET olduğu , bunu mülkün asıl sahibi olanın, insanı geçici bir süre için hakim kıldığı , olması gereken şeyin bunun şuuruna vakıf olarak insanın mülkün asıl sahibine göre elindeki geçici mülkü kullanması gerektiği konusu Kitabın ana konularındandır diyebiliriz.
Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı kendisi olduğu , dolayısı ile yarattığı her şeyin asıl sahibinin kendisi olduğu , kullarına verdiği her ne ise onların "geçici dünya malı" olduğu , verdiği her ne ise kendisinin koyduğu kurallara göre kullanılması gerektiğini tarih boyunca gönderdiği Elçiler vasıtası ile kullarına bildirmiştir.
Tarihi , "insanın kendisine vekaleten, hilafeten ve emaneten verilen şeylerin , asıl sahibini unutarak asıl sahibinin kendisi olduğu zannına kapılarak bunlarda hak iddia etmesi ile buna karşı çıkarak asıl sahibin Allah (c.c) olduğunu savunanlar arasındaki mücadele" olarak yorumlamak Kur'ana uygun bir tarif olsa gerektir.
Bu mücadele örnekleri kıssa yollu anlatımlar ile bizlere aktarılmış olup bu örneklerden "EL melik" ismini "vekaleten" değil de "asaleten" kullanmaya kalkan kişilere örnek olarak olarak İbrahim ve Musa (a.s) ların kavimlerinin zalim hükümdarları örnek verilebilir.
"Elmelik" ismi ; "Mülk'ün tek sahibi" anlamında olup ortaklık şeklinde bir durumu asla kabul etmez , yer yüzünde bir kısım insana verilen mülk ten bir pay mülk ün sahibi tarafından emaneten verilmiştir.
[023.116] Hak melik olan Allah pek yücedir. Ondan başka ilah yoktur; Kerim olan Arş'ın Rabbidir.
[059.023] O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka tanrı yoktur. Mülkün sahibidir, son derece mukaddestir, selamete erdirendir, güveni sağlayandır, görüp gözetendir, üstündür, zorludur, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir.
[002.258] Allah kendisine MÜLK verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: «Rabbim, dirilten ve öldürendir» demişti. «Ben de diriltir ve öldürürüm» dedi; İbrahim, «Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene» dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.
[043.051] Firavun kavmine şöyle seslenip dedi ki: «Ey kavmim, Mısır MÜLKÜ ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?
Bu ve benzeri yöneticiler , ellerindeki gücü kendilerinden başka sorgulama ve yönetme yetkisine sahip kimse olmadığı iddiası ile İlahlık ve Rabliğe soyunmuşlar ve tebalarını zulüm altında inleterek yönetmişlerdir. Buna karşılık kendilerine verilen "Mülk" ün asıl sahibi olmadıkları , bunun kendilerine geçici bir süre olarak "Emaneten" verildiği şuuruna sahip olanlara da örnek verilerek ibret alınması sağlanmaktadır.
[004.53-54]Yoksa onların MÜLK ten bir payları mı var? Eğer böyle olsaydı, insanlara 'çekirdeğin sırtındaki küçücük bir tomurcuğu' bile vermezlerdi.Yoksa o insanlara Allah'ın kendi lütfundan verdiği nimeti çekemiyorlar da haset mi ediyorlar. Oysa Biz İbrahim ailesine kitap ve hikmet verdik, ayrıca büyük bir MÜLK de verdik.
[038.035] (Süleyman)Dedi ki: Rabbım; bağışla beni. Ve bana öyle bir MÜLK ver ki; benden sonra hiç bir kimse ulaşamasın. Muhakkak ki en çok bağışta bulunan Sensin, Sen.
[002.247] Nebileri onlara «Allah size şüphesiz, Talut'u hükümdar olarak gönderdi» dedi. «Biz hükümdarlığa ondan layık iken ve ona malca da bir bolluk verilmemişken bize hükümdar olmağa o nasıl layık olabilir?» dediler, «Doğrusu Allah size onu seçti, bilgice ve vücutça gücünü artırdı» dedi. Allah MÜLKÜ dilediğine verir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.
Süleyman , Davud, Yusuf ve Zülkarneyn (a.s) ların kıssalarını mesajını anlama maksadı ile okuduğumuz zaman o kıssalarda öne çıkan nokta , onlara Mülk'ten verilen emaneti gereği kullanmış olmaları , asla sahipliğe soyunmuş olmamalarıdır.
"Errezzak" ismi ; yarattıkların rızkını veren ihtiyaçlarını karşılayan" anlamına gelmektedir. Bu anlamda rızkın anahtarlarının sadece kendisinde olduğunu beyan eden bir çok ayet mevcuttur. "Rızkı dilediğine yayıp dilediğine kısması" şeklinde gelen bir çok ayet bu gerçeği vurgular. Bu ismi gereğince yaratmış olduğu insanlara rızk vermiş ve onlara bu rızıkların onlara kendisini lutfu olduğu asla sahiplenmemeleri gerektiği "emanetçi" olduklarının unutmamaları asalete soyunmamalarını Kitabında defaatle tembihlemiştir.
Kullarına vermiş olduklarını kendi yolunda harcamaları gerektiğini bir çok ayetinde beyan eden rabbimiz , bu emrin tersine hareket edenleri "Karun kıssası" nda onun sonunu anlatarak bu şekil davrananların dünyadaki sonlarının nasıl olabileceği , ahirette ise onları daha elim bir azabın beklediğini haber vermiştir. "Sizi rızıklandırdığımız şeylerden" şeklinde yapılan vurgu dikkat çekici olup rızkın kimin tarafından verildiğinin unutulmaması açısından önemlidir. Buna rağmen Yasin s. 47. ayette verilen cevap emanete ihanetin bir belgesidir.
"Onlara; Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden infak edin, denildiğinde; o küfredenler iman etmiş olanlara dediler ki: Dilediği takdirde Allah'ın doyuracağı kimseyi biz mi doyuralım? Doğrusu siz, ancak apaçık bir sapıklık içerisindesiniz."
Allah (c.c) kuluna verdiği can ın dahi emanet olduğunu hatırlatarak bu canı onun yolunda vermesi gerektiğini ve bunun karşılığında vereceklerini bir çok ayetinde hatırlatarak bu konuda da cimri davranılmaması gerektiğini beyan etmektedir. Mal ve can vazgeçilmesi neredeyse imkansız iki emanet olarak , bu konuda yapılan vazgeçmeler veya vazgeçememeler Kur'an içinde anlatılarak alınacak karşılıklar bildirilmektedir.
Sonuç olarak ; Ahzab s. 72. ayeti insana onu yaratan tarafından verilen her şeyin "emanet" olgusu içinde değerlendirilmesi gerektiğini ve bu olgunun basit bir şey olmadığını teşbihi bir uslup ile anlatmaktadır. Halife olarak atanan insanın , bu şekil bir atanmışlığının ona daha üst bir mercie karşı olan sorumluluğunu hatırlatmakta olup asalete soyunmamayı yani "Allah tan rol çalmaya kalkmamasını hatırlatmaktadır. "Elmelik" ve "Errezzak" ismi çerçevesinde kısaca değinmeye çalıştığımız "emanete ihanet" in nasıllığı diğer bütün emanet çeşitlerinde de kendini göstermektedir. İnsanın "zalim ve cahil" olarak vasıflandırılması onun bu yönünün ağır basarak kendisine tevdi edilen emanete karşı davranışının onu getirdiği noktayı ifade etmektedir. İnsan olarak elimizde olanın asla bizim kendimizin değil , bize belirli bir süre için imtihan gerekçesi ile emaneten verildiği ,imtihan sonunda elimizden alınacağı bilinci içinde bunları kullanarak "zalim ve cahil"olmak yerine "adil ve alim" bir kul olarak ebedi cennetlerde ikamet etmek hakkını kazanmamız gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Esas konumuz olan Ahzab s. 72. ayetinin mesajına geçmeden önce bu kelimenin Kur'anda geçtiği ayetleri sıralayarak , kişinin kendisinin emniyetine geçici olarak verilen şeylere nasıl bir tutum sergilemesi gerektiğini beyan eden ayet meallerini görelim.
[002.283] Yolculukta olur da, yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir. Birbirinize bir emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah'tan korksun. Şahitliği, bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.
[004.058] Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.
[008.027] Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne ihanet etmeyin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin.
[023.008] Ve onlar ki, emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler.
[023.008] Ve onlar ki, emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler.
Ahzab s. 72. ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.
[033.072] Biz, o emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar ve ondan korktular da insan yüklendi onu. O gerçekten çok zalim, çok cahildir.
Ahzab s. 72. ayetinde emanetin , "göklere , yere ve dağlara sunulması" şeklindeki anlatım üzerimizdeki sorumluluğunu ne kadar ciddi olduğunun anlaşılması için yapılmış teşbihi bir anlatımdır , aksi takdirde sunulan emanetin red edilmesinin keyfiyetinin nasıllığı üzerinde kafa yormaya kalktığımız zaman altından kalkılmayacak müşkiller ortaya çıkacaktır.
Ayette işaret edilen ana konu, "Emanet" olgusu olup, bu emaneti yüklenen insanın "zalim ve nankör" olmasıdır. İnsana Allah (c.c) nin tevdi ettiği geçici şeyler ne olabilir ki , insan "zalim ve nankör" bir tutum sergileyerek bu emenetlere ihanet edebiliyor.
Bu merkezde, Kur'anda geçen "Halife" kelimesi de "Emanet" kelimesi ile bağlantılıdır. Halife kelimesin, "esas sahibi yani asil olan kişiden bir görevi geçici olarak devr almak , geçicilik , kalıc olmamak" gibi anlamları etrafında düşünecek olursak , "insanın arz üzerinde halife kılınmış olması" nın ne demek olduğunun anlaşılması kolaylaşacaktır.
Allah (c.c) , Bakara s. 30. ayetinde "Ben arz üzerinde bir halife kılacağım" buyurması kendisinin ASİL olarak uhdesinde olan bir şeyi vekil olarak tayin ettiği insana GEÇİCİ olarak HİLAFETEN vermesini ifade etmektedir. Allah (c.c) arz'a bir halife atayarak ki bu halife olmak bütün insanlar için geçerlidir, kendi istekleri doğrultusunda hareket edecek bir varlık meydana getirmek istediğini beyan etmektedir. Maalesef bu varlığın bir çoğu, kendisine verilen irade hürriyetini yanlış yolda kullanarak bu halifeliği doğru kullanmamıştır
Bu bağlamda arz üzerinde gelmiş veya gelecek olan herhangi bir insana verilen her ne ise o verilenin geçici olduğu yani EMANET olduğu , bunu mülkün asıl sahibi olanın, insanı geçici bir süre için hakim kıldığı , olması gereken şeyin bunun şuuruna vakıf olarak insanın mülkün asıl sahibine göre elindeki geçici mülkü kullanması gerektiği konusu Kitabın ana konularındandır diyebiliriz.
Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı kendisi olduğu , dolayısı ile yarattığı her şeyin asıl sahibinin kendisi olduğu , kullarına verdiği her ne ise onların "geçici dünya malı" olduğu , verdiği her ne ise kendisinin koyduğu kurallara göre kullanılması gerektiğini tarih boyunca gönderdiği Elçiler vasıtası ile kullarına bildirmiştir.
Tarihi , "insanın kendisine vekaleten, hilafeten ve emaneten verilen şeylerin , asıl sahibini unutarak asıl sahibinin kendisi olduğu zannına kapılarak bunlarda hak iddia etmesi ile buna karşı çıkarak asıl sahibin Allah (c.c) olduğunu savunanlar arasındaki mücadele" olarak yorumlamak Kur'ana uygun bir tarif olsa gerektir.
Bu mücadele örnekleri kıssa yollu anlatımlar ile bizlere aktarılmış olup bu örneklerden "EL melik" ismini "vekaleten" değil de "asaleten" kullanmaya kalkan kişilere örnek olarak olarak İbrahim ve Musa (a.s) ların kavimlerinin zalim hükümdarları örnek verilebilir.
"Elmelik" ismi ; "Mülk'ün tek sahibi" anlamında olup ortaklık şeklinde bir durumu asla kabul etmez , yer yüzünde bir kısım insana verilen mülk ten bir pay mülk ün sahibi tarafından emaneten verilmiştir.
[023.116] Hak melik olan Allah pek yücedir. Ondan başka ilah yoktur; Kerim olan Arş'ın Rabbidir.
[059.023] O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka tanrı yoktur. Mülkün sahibidir, son derece mukaddestir, selamete erdirendir, güveni sağlayandır, görüp gözetendir, üstündür, zorludur, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir.
[002.258] Allah kendisine MÜLK verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: «Rabbim, dirilten ve öldürendir» demişti. «Ben de diriltir ve öldürürüm» dedi; İbrahim, «Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene» dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.
[043.051] Firavun kavmine şöyle seslenip dedi ki: «Ey kavmim, Mısır MÜLKÜ ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?
Bu ve benzeri yöneticiler , ellerindeki gücü kendilerinden başka sorgulama ve yönetme yetkisine sahip kimse olmadığı iddiası ile İlahlık ve Rabliğe soyunmuşlar ve tebalarını zulüm altında inleterek yönetmişlerdir. Buna karşılık kendilerine verilen "Mülk" ün asıl sahibi olmadıkları , bunun kendilerine geçici bir süre olarak "Emaneten" verildiği şuuruna sahip olanlara da örnek verilerek ibret alınması sağlanmaktadır.
[004.53-54]Yoksa onların MÜLK ten bir payları mı var? Eğer böyle olsaydı, insanlara 'çekirdeğin sırtındaki küçücük bir tomurcuğu' bile vermezlerdi.Yoksa o insanlara Allah'ın kendi lütfundan verdiği nimeti çekemiyorlar da haset mi ediyorlar. Oysa Biz İbrahim ailesine kitap ve hikmet verdik, ayrıca büyük bir MÜLK de verdik.
[038.035] (Süleyman)Dedi ki: Rabbım; bağışla beni. Ve bana öyle bir MÜLK ver ki; benden sonra hiç bir kimse ulaşamasın. Muhakkak ki en çok bağışta bulunan Sensin, Sen.
[002.247] Nebileri onlara «Allah size şüphesiz, Talut'u hükümdar olarak gönderdi» dedi. «Biz hükümdarlığa ondan layık iken ve ona malca da bir bolluk verilmemişken bize hükümdar olmağa o nasıl layık olabilir?» dediler, «Doğrusu Allah size onu seçti, bilgice ve vücutça gücünü artırdı» dedi. Allah MÜLKÜ dilediğine verir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.
Süleyman , Davud, Yusuf ve Zülkarneyn (a.s) ların kıssalarını mesajını anlama maksadı ile okuduğumuz zaman o kıssalarda öne çıkan nokta , onlara Mülk'ten verilen emaneti gereği kullanmış olmaları , asla sahipliğe soyunmuş olmamalarıdır.
"Errezzak" ismi ; yarattıkların rızkını veren ihtiyaçlarını karşılayan" anlamına gelmektedir. Bu anlamda rızkın anahtarlarının sadece kendisinde olduğunu beyan eden bir çok ayet mevcuttur. "Rızkı dilediğine yayıp dilediğine kısması" şeklinde gelen bir çok ayet bu gerçeği vurgular. Bu ismi gereğince yaratmış olduğu insanlara rızk vermiş ve onlara bu rızıkların onlara kendisini lutfu olduğu asla sahiplenmemeleri gerektiği "emanetçi" olduklarının unutmamaları asalete soyunmamalarını Kitabında defaatle tembihlemiştir.
Kullarına vermiş olduklarını kendi yolunda harcamaları gerektiğini bir çok ayetinde beyan eden rabbimiz , bu emrin tersine hareket edenleri "Karun kıssası" nda onun sonunu anlatarak bu şekil davrananların dünyadaki sonlarının nasıl olabileceği , ahirette ise onları daha elim bir azabın beklediğini haber vermiştir. "Sizi rızıklandırdığımız şeylerden" şeklinde yapılan vurgu dikkat çekici olup rızkın kimin tarafından verildiğinin unutulmaması açısından önemlidir. Buna rağmen Yasin s. 47. ayette verilen cevap emanete ihanetin bir belgesidir.
"Onlara; Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden infak edin, denildiğinde; o küfredenler iman etmiş olanlara dediler ki: Dilediği takdirde Allah'ın doyuracağı kimseyi biz mi doyuralım? Doğrusu siz, ancak apaçık bir sapıklık içerisindesiniz."
Allah (c.c) kuluna verdiği can ın dahi emanet olduğunu hatırlatarak bu canı onun yolunda vermesi gerektiğini ve bunun karşılığında vereceklerini bir çok ayetinde hatırlatarak bu konuda da cimri davranılmaması gerektiğini beyan etmektedir. Mal ve can vazgeçilmesi neredeyse imkansız iki emanet olarak , bu konuda yapılan vazgeçmeler veya vazgeçememeler Kur'an içinde anlatılarak alınacak karşılıklar bildirilmektedir.
Sonuç olarak ; Ahzab s. 72. ayeti insana onu yaratan tarafından verilen her şeyin "emanet" olgusu içinde değerlendirilmesi gerektiğini ve bu olgunun basit bir şey olmadığını teşbihi bir uslup ile anlatmaktadır. Halife olarak atanan insanın , bu şekil bir atanmışlığının ona daha üst bir mercie karşı olan sorumluluğunu hatırlatmakta olup asalete soyunmamayı yani "Allah tan rol çalmaya kalkmamasını hatırlatmaktadır. "Elmelik" ve "Errezzak" ismi çerçevesinde kısaca değinmeye çalıştığımız "emanete ihanet" in nasıllığı diğer bütün emanet çeşitlerinde de kendini göstermektedir. İnsanın "zalim ve cahil" olarak vasıflandırılması onun bu yönünün ağır basarak kendisine tevdi edilen emanete karşı davranışının onu getirdiği noktayı ifade etmektedir. İnsan olarak elimizde olanın asla bizim kendimizin değil , bize belirli bir süre için imtihan gerekçesi ile emaneten verildiği ,imtihan sonunda elimizden alınacağı bilinci içinde bunları kullanarak "zalim ve cahil"olmak yerine "adil ve alim" bir kul olarak ebedi cennetlerde ikamet etmek hakkını kazanmamız gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
14 Kasım 2014 Cuma
Hadid s. 25. ayeti: Demirin Kitab ve Mizan doğrultusunda Kullanılması
Adem(a.s)'dan Muhammed(a.s)'a kadar sayılarını
sadece gönderenin bildiği bütün Nebi Resullerin ortak çağrısı; bir tek
İlah'a kulluk etmek ve bu kulluğun nasıl olması gerektiği konusunda
mü'minlere öğretmenlik yapmış olmalarıdır. HADİD 25 ayetinde bahsi geçen
"demir"; kevnî ayetlerden bir ayet olması ve bu ayetin, aynı ayet
içinde içinde bahsi geçen "Kitap ve Mizan" ile birlikte zikredilmesi;
kevnî ayetlerin bütününün Kitap ve Mizan doğrultusunda kullanılması
gerektiğini bizlere hatırlatmaktadır. Diğer surelerde kıssası anlatılan
Davud(a.s) örnekliği, yaşanmış ve pratiğe geçmiş bir örneklik olarak
bizlere sunulmaktadır.
[057.025] Andolsun,
biz resullerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti
ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik. Ve
kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan
demiri de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve resullerine gayb ile
(görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın).
Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sahibidir, üstün olandır.
Öncelikle ayet içinde geçen "mizan" ve "kıst" kelimeleri üzerinde durmak, konuyu daha kolay anlama açısından faydalı olacaktır.
"Mizan" kelimesi; "Ve-Ze-Ne" kelimesinden türemiştir ve "bir nesnenin miktarını bilmek için kullanılan alet, ölçü ,terazi" anlamındadır. "Kıst" kelimesi ise; "adaletli bir biçimde paylaştırmak, payı adil bir biçimde dağıtmak" anlamındadır.
HADİD
25 ayeti hakkında kısaca; Allah(c.c)'nin insanın emrine müsahhar
kıldığı kevnî ayetlerin insanlar arasında adaletli bir biçimde
kullanılması ve dağıtılması için elçileri ile birlikte Mizan'ı yani
Kitap'ı gönderdiğini, bunları gönderme sebebinin kendisine ve elçilerine
iman edip etmeyenlerin bilinmesi için olduğunu beyan etmektedir.
Dikkat
edilecek olursa ayet içinde, Resullere "Kitab VE Mizan" indirildiği
beyan edilmektedir. "VE" bağlacının iki ayrı şeyi ifade ettiğinden yola
çıkılarak, başka ayetlerde geçen Muhammed(a.s)'a "Kitab VE Hikmet"
indirilmesinin bildirilmesinde kast edilenin iki ayrı şey olduğu,
dolayısı ile indirilen kitabın Kur'an, indirilen Hikmet'in Sünnet olduğu
iddiası dile getirilmektedir. Böylece Muhammed(a.s)'a Kur'an'ın dışında
başka vahiyler de indirildiği, inen Hikmet'in de ayrı bir vahiy olan
Sünnet olduğu, Sünnet ve Hadisin vahiy olduğu(!) düşüncesi; bu "VE"
bağlacına dayandırılarak delillendirilmeye çalışılmakta olduğu
bilinmektedir.
HADİD 25 ayeti içinde "VE" bağlacı ile ayrılan Mizan'ı, "Kitap'tan ayrı olarak inmiş bir vahiy olarak düşünmek ne kadar doğrudur?" sorusuna vereceğimiz cevap "Kitap VE Hikmet" konusuna da açıklık getirecektir.
Kur'an'da
bir çok ayet, Muhammed(a.s)'a inen şeyin Kitap olduğunu bildirmektedir.
Çelişkisiz olduğu, onu indiren tarafından beyan edilen (4.82 / 18.1)
Kitap'ta böylesine bir çelişkinin mümkün olamayacağına göre, Kitap ile
birlikte indirilen Mizan'ın ne olduğu, kelimenin anlamından yola çıkarak
anlamamızı sağlayacaktır.
"Mizan" kelimesi "ölçü, terazi" anlamında "bir şeyi ölçmek için kullanılan alet ismi"
anlamındadır. Kitap bu anlamda terazi ve ölçü aleti olup yaşantımızı
ona göre ölçeceğimiz, davranışlarımızı ona göre düzenleyeceğimiz bir
Mizan'dır. Yani Kitap'tan ayrı bir şey olmayıp, Kitap'ın ne olması
gerektiğini, nasıl kullanılması gerektiğini, ne için indirilmiş olduğunu
anlatan bir kelimedir.
"Hikmet" kelimesi de, "Mizan" kelimesi gibi Kitap'ın dışında ayrı bir şey olmayıp, Kitap'ın indirilme amacını anlatmakta ve "eşyanın tabiatına uygun yani Allah'ın tavsiye ettiği kullanım ölçüsüne göre hareket etmek, yani Kitap'ı hayata uygulamak"
anlamına gelmektedir. Bu "uygulamayı" en güzel ve doğru bir biçimde
Resuller göstermiştir. Bu anlamda Sünneti; "vahiy" olarak değil, "vahy'in pratiği" olarak değerlendirmenin daha doğru bir yaklaşım olacağını düşünmekteyiz.
Şuayb(a.s)'ın
kavmi olan Medyen'in helak edilme sebeblerinden birisi; Mizan'da
haksızlık yapmaları olduğunu kısaca hatırlattıktan sonra, Allah(c.c)
yarattıkları ile ilgili olarak hepsine ölçüyü koyduğunu bildirmektedir.
[015.019]
Yere (gelince,) onu döşeyip-yaydık, onda sarsılmaz-dağlar bıraktık ve
onda her şeyden ölçüsü belirlenmiş (mevzunin) ürünler bitirdik.
[055.007-9] Göğü
Allah yükseltti ve mîzanı (dengeyi) O koydu. Ki taşmayın mizanda Ve
mizanı adâletle yerine getiriniz ve tartıyı noksan etmeyiniz.
Yazımızın başında; Resuller için tarih
boyunca insanlara öğretmenlik yapan ve kendilerine indirilen Kitap'ı
"Mizan ve Hikmet" kelimelerinin çerçevesinde hayat içinde pratize ederek
nasıl bir hayat sürdürülmesi gerektiğini bizlere öğreten insanlardır
demiştik. Davud(a.s); bu Resuller zincirinin bir halkası olup, HADİD 25
ayetinde, kevnî bir ayet olan "demir"in Kitap ve Mizan doğrultusunda
nasıl kullanılması gerektiğini yaşantısı içinde uygulayarak bizlere
göstermiştir.
[034.010-11] Andolsun,
Davud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik. «Ey dağlar ve kuşlar! Onunla
beraber tesbih edin» dedik. Ona demiri yumuşattık. Geniş zırhlar yap ve
dokumasını sağlam tut, diye. Ve salih ameller işleyin. Muhakkak ki Ben;
yapmakta olduğunuz şeyi görenim.
Davud(a.s)'ın
demir ayetini kullanması, onun kıssasının anlatıldığı Kur'an ayetleri
içinde kuşların ve dağların tesbihini bozmadığı, yani elindeki gücü
ekolojik dengeyi bozmak için kullanmadığı, insanlar arasında hak ile
hükmettiği, Allah'a kul olmak için gerekli olanları yerine getirdiği
anlatılmaktadır. Bu anlatımdan alınması gereken örneklikler, tarih
boyunca gelen zalim hükümdarların elindeki gücü mazlumları daha da ezmek
için kullanmış olması göz önüne alınacak olursa konunun önemi ortaya
çıkar.
"Demir" ve türevleri olan madenler,
gücü sembolize etmesi açısından önemli ayetlerdir. Bu madenler ile
yapılmış olanları kullanarak gücü elinde bulunduranlar, hakimiyet ve
mülk alanlarını genişletmek için ellerine önemli bir koz geçirmiş
olurlar. Mesele; ele geçirilen bu kozun nasıl kullanılması meselesi
olup, tarih boyunca şer güçlerin ellerine geçtiği zaman nasıl bir fesat
yaydıkları herkesin malumudur.
Ayet içinde
geçen "kıst" (adalet) kavramının gerçekleşmesinin; "Kitap-Mizan-Demir"
üçlüsünün bir arada kullanılması ile hasıl olacağı beyan edilmektedir.
Demirin, gücü sembolize etmesi göz önüne alınacak olursa; adaletli bir
sistemin hakim olması, bu sistemin karşıtlarının güçlerinin karşı güç
sindirilmesi ile mümkün olacağı için demirin kullanılması kaçınılmazdır.
Demir
ile sembolize edilen gücün olmadığı "Kitap ve Mizan" eksik
kalacağından, fesadın ortadan kalkması gerçekleşemez. "Kitap ve Mizan"
ile birleşmeyen "Demir" de nasıl kullanılacağının rehberi olmadığı zaman
şer güçlerin elinde fesat aracı olmaktan öteye gitmeyecektir. Dolayısı
ile dünyada "kıst"ın sağlanması için; "Kitap-Mizan-Demir" üçlüsünün
birbirinden ayrılmadan birlikte olması sağlanmalıdır.
Bugün
günümüz dünyasında yaşananlara baktığımız zaman; şer güçlerin,
ellerindeki bu gücü başta Müslümanlar olmak üzere kendi aç
gözlülüklerini doyurmak için onların yeraltı ve yerüstü kaynaklarını
sömürmek için kullanmaları, bütün kevnî ayetlerin "Kitap ve Mizan"
doğrultusunda kullanılmasının önemini daha da ortaya çıkarmaktadır.
Amerika,
İsrail vb. müstekbirlerin, demir ayetini "Kitap ve Mizan" ile birlikte
okuyarak adil bir kullanım yapmamaları neticesinde, dünyaya yayılan
fesat bütün insanlar üzerinde olduğu gibi ekolojik dengeyi de alt üst
etmektedir.
Davud, Süleyman,
Zülkarneyn(a.s) örneğinde demirin doğru bir biçimde kullanılma
örnekliğinin hayata yansıması, fesadın önünün alınması için gereklidir.
Dünya bugün Müslümanların bu örneklikleri hayata geçirmesini bekleyerek,
zulmün ve fesadın ortadan kalktığı, hak ve adaletin hakim olduğu bir
dünya düzenini beklemektedir.
Sonuç
olarak; tarih boyunca göndermiş olduğu elçiler ile insanlara
bilmediklerini öğreten Allah(c.c), son Elçisini de aynı misyon dahilinde
göndererek, ona Kur'an'ı indirmiş ve o Kitap içinde geçmiş Elçilerden
örnekler vererek, bu Elçilerin insanlara nasıl öğretmenlik yaptıklarını
ona ve bizlere bildirmiştir. HADİD 25 ayeti bizlere bu durumu
anlatmaktadır. Özellikle Davud, Süleyman, Zülkarneyn(a.s) örnekliğinde,
ellerinde güç ve servet bulunanların bunları nasıl kullanmaları
gerektiğini göstermiştir. Kitap'ın ütopik bir toplum önermediği, aksine
canlı ve yaşanmış hayattan örnekler sunarak "Kitap ve Mizan"ın
doğrultusunda yaşanmış örnekler olduğunu bizlere sunarak, onların
yolundan gittiğimiz takdirde bizim de böyle bir güç sahibi olarak
zalimlere ve fesatçılara karşı koyabilecek seviyeye geleceğimizi haber
vermektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
12 Kasım 2014 Çarşamba
Mustafa İslamoğlu'nun Muhammed Suresi 35. Ayetine verdiği Meal Hakkında
Bu yazımızda Sayın Mustafa İslamoğlu Hocanın hazırlamış olduğu gerekçeli mealinde, Muhammed suresi 35. ayeti ile ilgili yapmış olduğu meal üzerinde durmaya çalışacağız. Ayetin arapça metni şöyledir.
"Fe lâ tehinû ve ted’û iles selmi ve entumul a’levne vallâhu meakum ve len yetirekum a’mâlekum."
Bu ayetin meali Sayın Hoca tarafından şu şekilde verilmiştir.
"ARTIK gevşemeyin , ama siz üstün durumdaysanız barışa davet edin , çünkü Allah sizinle beraberdir, ve o sizin amellerinizi asla zayi etmeyecektir."
Sayın Hocanın bu şekil bir meal yapmasının gerekçesini şu şekilde belirtmektedir.
"Ve ted'u yu bir "la" takdiri ile "ve la ted'u" okumak ayetin manasını tersine çevireceği için tasvip edilemez. (krş 3-139) .Barış için bakınız "eğer onlar barışa yönelirlerse sende bu yönelişe uy (8.61)
Tetkik ettiğimiz bütün meallerde Muhammed Suresi 35. ayetine yapılan meal şu şekildedir.
Diyanet Vakfi :
Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmeyecektir.
Elmalılı Hamdi Yazır :
Onun için gevşeklik etmeyin de sizler daha üstün olacak iken sulha yalvarmayın, Allah sizinledir ve asla sizin amellerinize kıymaz
Muhammed Esed :
Böylece, (adil bir dava uğrunda mücadele ettiğinizde) korkup gevşemeyin ve barış için yalvarıp yakarmayın! Allah sizinle beraber olduğuna göre (sonunda) mutlaka siz üstün geleceksiniz ve O, sizin (iyi ve güzel) fiillerinizi zayi etmeyecektir.
Bayraktar Bayraklı :
Üstün durumdayken gevşeyip barışa çağırmayınız. Allah sizinle beraberdir. O, amellerinizi asla heder etmeyecektir.
Tetkik ettiğimiz meallerden verdiğimiz örneklere bakıldığında bütün meallerde , ayetin metnindeki " ve ted'u" kelimesine "la" takdiri yapılarak "ÇAĞIRMAYINIZ" şeklinde meal verilmiş olup doğru mealin bu şekilde olması gerektiğini düşünmekteyiz , gramer kuralları bu kelimenin olumsuz bir anlam verilerek çevrilmesini gerekli kılmaktadır.
Aynı cümle kalıbı içinde geçen bazı ayetlerden örnekler vererek, hem doğru olduğunu düşündüğümüz meal şeklinin başka ayetlerde de aynı olduğunu , hem de Sayın Hocanın bu ayetleri Muhammed s. 35. ayetine muhalefet ederek çelişkili bir biçimde nasıl çevirdiğini görelim.
Bakara s. ayet 42.
"Ve lâ telbisûl hakka bil bâtılı ve tektumûl hakka ve entum ta’lemûn(ta’lemûne)."
Sayın hocanın bu ayete verdiği meal şöyledir.
"Hakkı batılla karıştırmayın , bildiğiniz halde hakkı gizlemeyin"
Dikkat edilecek olursa ayetin metnindeki "ve tektumul" kelimesine gramer kuralları gereği "la" takdiri yapılarak yani olumsuzlanarak "GİZLEMEYİN" şeklinde verilerek aynı kural Muhammed s. 35. ayetinde işletilmemiştir. Eğer Muhammed s. 35. ayetine verilen anlam mantığında bu ayete anlam vermiş olsaydı "Gizleyin" şeklinde bir anlam verilmesi gerekirdi ki böyle anlam asla doğru olmazdı.
Aynı cümle kalıbı Enfal s. 27. ayetindede geçmektedir.
Enfal s. 27. ayeti.
"Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tehûnûllâhe ver resûle ve tehûnû emânâtikum ve entum ta'lemûn(ta'lemûne)"
Sayın hocanın bu ayete verdiği meal şöyledir.
"Siz ey iman edenler ,Allah ve Elçiye asla ihanet etmeyin , sonra korumanız gereken değerlere bile bile ihanet etmiş olursunuz"
Ayetin metin yapısına daha uygun olan başka bir meal örneğini vererek konunun daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalışalım.
Muhammed Esed :
(O halde,) siz ey imana erişenler, Allaha ve Elçiye karşı haince davranmayın; size tevdi edilen emanete bilerek ihanet etmeyin!
Bakara s. 42. ayetinde olduğu gibi bu ayetin metnindeki "ve tehunu" kelimesine gramer kuralları gereği "la" takdir edilerek "ihanet etmeyin" şeklinde meal verilmiştir.
Sayın Hoca maalesef , Muhammed s. 35. ayetine uygulamadığı gramer kurallarını , Bakara s. 42 , Enfal s. 27. ayetlerinde uygulayarak çelişkili bir meal örneği vermiştir.
Muhammed s. 35. ayetinde "ÇAĞIRIN" şeklinde olumlu mana verdiği kelimeye , aynı cümle yapısı içinde olan diğer iki ayete olumlu mana vermemiştir.
Sayın Hoca aynı surenin 4. ayetini biraz tefekkür ederek okumuş olsaydı 35. ayet ile aralarındaki bağı kurup böylesine bariz bir hatalı meal yapmaktan kendisini korumuş olurdu.
[047.004] Öyleyse, küfredenlerle karşı karşıya geldiğiniz zaman, hemen boyunlarını vurun; sonunda onları iyice bozguna uğratıp zafer kazanınca da artık (esirler için) bağı sımsıkı tutun. Bundan sonra ya bir lütuf olarak (onları bırakın) ya da bir fidye (karşılığı salıverin) . Öyle ki savaş ağırlıklarını bıraksın (sona ersin) . İşte böyle; eğer Allah dilemiş olsaydı, elbette onlardan intikam alırdı. Ancak (savaş,) sizleri birbirinizle denemesi içindir. Allah yolunda öldürülenler ise; (Allah,) kesin olarak onların amellerini giderip-boşa çıkarmaz.
Muhammed s. 4. ayetinde savaş sonrası yapılması gerekenler beyan edilmekte olup , şayet 35. ayete Sayın Hocanın vermiş olduğu anlam doğrultusunda, "ARTIK gevşemeyin , ama siz üstün durumdaysanız barışa davet edin , çünkü Allah sizinle beraberdir, ve o sizin amellerinizi asla zayi etmeyecektir" şeklinde verilen bir meal Sayın Hocanın gerekçesinde "manayı tersine çevireceği" için böyle yapmış olmasına karşılık asıl kendisinin yapmış olduğu meal anlamı ters çevirmiştir.
Aynı sure içinde , ki surenin bir tek seferde inmiş olması kuvvetle muhtemeldir , Allah (c.c) savaş sonrası 4. ayette savaş sonrası ne yapılacağını bildirip 35. ayette barışa çağırın buyurması bizce çelişkili bir durum olup "çelişkisiz bir Kitab" olmanın şanına yakışmaz.
Sonuç olarak; Muhammed s. 35. ayeti sayın Mustafa İslamoğlu hoca tarafından gramer kurallarına aykırı olarak çevrilmiş olup ,aynı cümle yapısına uygun olan Bakara s. 42 ,Enfal s. 27. ayetlerini gramer kurallarına uygun bir biçimde çevirerek çelişkiye düşmüştür. Halbuki örneğini verdiğimiz 2 ayetin cümle yapısı ile Muhammed s. 35. ayetinin cümle yapısı aynı olup "la" takdiri ile kelime olumsuza dönüşmüştür. Anlamı ters çevireceği gerekçesi ile böyle bir meal yaptığını ileri süren Sayın Hoca aynı surenin 4. ayeti ile 35. ayetini birlkte okuyup aradaki bağı kurmaya çalışmış olsa idi esas çelişkinin kendi yaptığı meal de olduğunu görürdü.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Fe lâ tehinû ve ted’û iles selmi ve entumul a’levne vallâhu meakum ve len yetirekum a’mâlekum."
Bu ayetin meali Sayın Hoca tarafından şu şekilde verilmiştir.
"ARTIK gevşemeyin , ama siz üstün durumdaysanız barışa davet edin , çünkü Allah sizinle beraberdir, ve o sizin amellerinizi asla zayi etmeyecektir."
Sayın Hocanın bu şekil bir meal yapmasının gerekçesini şu şekilde belirtmektedir.
"Ve ted'u yu bir "la" takdiri ile "ve la ted'u" okumak ayetin manasını tersine çevireceği için tasvip edilemez. (krş 3-139) .Barış için bakınız "eğer onlar barışa yönelirlerse sende bu yönelişe uy (8.61)
Tetkik ettiğimiz bütün meallerde Muhammed Suresi 35. ayetine yapılan meal şu şekildedir.
Diyanet Vakfi :
Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmeyecektir.
Elmalılı Hamdi Yazır :
Onun için gevşeklik etmeyin de sizler daha üstün olacak iken sulha yalvarmayın, Allah sizinledir ve asla sizin amellerinize kıymaz
Muhammed Esed :
Böylece, (adil bir dava uğrunda mücadele ettiğinizde) korkup gevşemeyin ve barış için yalvarıp yakarmayın! Allah sizinle beraber olduğuna göre (sonunda) mutlaka siz üstün geleceksiniz ve O, sizin (iyi ve güzel) fiillerinizi zayi etmeyecektir.
Bayraktar Bayraklı :
Üstün durumdayken gevşeyip barışa çağırmayınız. Allah sizinle beraberdir. O, amellerinizi asla heder etmeyecektir.
Tetkik ettiğimiz meallerden verdiğimiz örneklere bakıldığında bütün meallerde , ayetin metnindeki " ve ted'u" kelimesine "la" takdiri yapılarak "ÇAĞIRMAYINIZ" şeklinde meal verilmiş olup doğru mealin bu şekilde olması gerektiğini düşünmekteyiz , gramer kuralları bu kelimenin olumsuz bir anlam verilerek çevrilmesini gerekli kılmaktadır.
Aynı cümle kalıbı içinde geçen bazı ayetlerden örnekler vererek, hem doğru olduğunu düşündüğümüz meal şeklinin başka ayetlerde de aynı olduğunu , hem de Sayın Hocanın bu ayetleri Muhammed s. 35. ayetine muhalefet ederek çelişkili bir biçimde nasıl çevirdiğini görelim.
Bakara s. ayet 42.
"Ve lâ telbisûl hakka bil bâtılı ve tektumûl hakka ve entum ta’lemûn(ta’lemûne)."
Sayın hocanın bu ayete verdiği meal şöyledir.
"Hakkı batılla karıştırmayın , bildiğiniz halde hakkı gizlemeyin"
Dikkat edilecek olursa ayetin metnindeki "ve tektumul" kelimesine gramer kuralları gereği "la" takdiri yapılarak yani olumsuzlanarak "GİZLEMEYİN" şeklinde verilerek aynı kural Muhammed s. 35. ayetinde işletilmemiştir. Eğer Muhammed s. 35. ayetine verilen anlam mantığında bu ayete anlam vermiş olsaydı "Gizleyin" şeklinde bir anlam verilmesi gerekirdi ki böyle anlam asla doğru olmazdı.
Aynı cümle kalıbı Enfal s. 27. ayetindede geçmektedir.
Enfal s. 27. ayeti.
"Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tehûnûllâhe ver resûle ve tehûnû emânâtikum ve entum ta'lemûn(ta'lemûne)"
Sayın hocanın bu ayete verdiği meal şöyledir.
"Siz ey iman edenler ,Allah ve Elçiye asla ihanet etmeyin , sonra korumanız gereken değerlere bile bile ihanet etmiş olursunuz"
Ayetin metin yapısına daha uygun olan başka bir meal örneğini vererek konunun daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalışalım.
Muhammed Esed :
(O halde,) siz ey imana erişenler, Allaha ve Elçiye karşı haince davranmayın; size tevdi edilen emanete bilerek ihanet etmeyin!
Bakara s. 42. ayetinde olduğu gibi bu ayetin metnindeki "ve tehunu" kelimesine gramer kuralları gereği "la" takdir edilerek "ihanet etmeyin" şeklinde meal verilmiştir.
Sayın Hoca maalesef , Muhammed s. 35. ayetine uygulamadığı gramer kurallarını , Bakara s. 42 , Enfal s. 27. ayetlerinde uygulayarak çelişkili bir meal örneği vermiştir.
Muhammed s. 35. ayetinde "ÇAĞIRIN" şeklinde olumlu mana verdiği kelimeye , aynı cümle yapısı içinde olan diğer iki ayete olumlu mana vermemiştir.
Sayın Hoca aynı surenin 4. ayetini biraz tefekkür ederek okumuş olsaydı 35. ayet ile aralarındaki bağı kurup böylesine bariz bir hatalı meal yapmaktan kendisini korumuş olurdu.
[047.004] Öyleyse, küfredenlerle karşı karşıya geldiğiniz zaman, hemen boyunlarını vurun; sonunda onları iyice bozguna uğratıp zafer kazanınca da artık (esirler için) bağı sımsıkı tutun. Bundan sonra ya bir lütuf olarak (onları bırakın) ya da bir fidye (karşılığı salıverin) . Öyle ki savaş ağırlıklarını bıraksın (sona ersin) . İşte böyle; eğer Allah dilemiş olsaydı, elbette onlardan intikam alırdı. Ancak (savaş,) sizleri birbirinizle denemesi içindir. Allah yolunda öldürülenler ise; (Allah,) kesin olarak onların amellerini giderip-boşa çıkarmaz.
Muhammed s. 4. ayetinde savaş sonrası yapılması gerekenler beyan edilmekte olup , şayet 35. ayete Sayın Hocanın vermiş olduğu anlam doğrultusunda, "ARTIK gevşemeyin , ama siz üstün durumdaysanız barışa davet edin , çünkü Allah sizinle beraberdir, ve o sizin amellerinizi asla zayi etmeyecektir" şeklinde verilen bir meal Sayın Hocanın gerekçesinde "manayı tersine çevireceği" için böyle yapmış olmasına karşılık asıl kendisinin yapmış olduğu meal anlamı ters çevirmiştir.
Aynı sure içinde , ki surenin bir tek seferde inmiş olması kuvvetle muhtemeldir , Allah (c.c) savaş sonrası 4. ayette savaş sonrası ne yapılacağını bildirip 35. ayette barışa çağırın buyurması bizce çelişkili bir durum olup "çelişkisiz bir Kitab" olmanın şanına yakışmaz.
Sonuç olarak; Muhammed s. 35. ayeti sayın Mustafa İslamoğlu hoca tarafından gramer kurallarına aykırı olarak çevrilmiş olup ,aynı cümle yapısına uygun olan Bakara s. 42 ,Enfal s. 27. ayetlerini gramer kurallarına uygun bir biçimde çevirerek çelişkiye düşmüştür. Halbuki örneğini verdiğimiz 2 ayetin cümle yapısı ile Muhammed s. 35. ayetinin cümle yapısı aynı olup "la" takdiri ile kelime olumsuza dönüşmüştür. Anlamı ters çevireceği gerekçesi ile böyle bir meal yaptığını ileri süren Sayın Hoca aynı surenin 4. ayeti ile 35. ayetini birlkte okuyup aradaki bağı kurmaya çalışmış olsa idi esas çelişkinin kendi yaptığı meal de olduğunu görürdü.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
11 Kasım 2014 Salı
Bir Kıyam Manifestosu: Fatiha Suresi
Fatiha kelimesi; "kendisi ile birlikte sonrasında gelenin açıldığı, başlangıcı"
anlamındadır. Mushaftaki ilk sureye bu adın verilmesi; sure içindeki
ayetlerin, Kitap'ın içindeki bütün ayetlerin özeti mahiyetinde
olmasından ötürüdür. "Fatihatül-kitab"; Kitap'ın açıcısı, anahtarı
deyimi bu bağlamda önemli bir konuya parmak basması açısından önemlidir.
Kıyam kelimesi; "ayak üzere kalkmak " anlamındaki "kame" fiilinden türemiş olup, "bir şeyi gözetip koruma, bakma, muhafaza etme, azmetme" anlamındadır.
Manifesto kelimesi; "toplumsal bir hareketin amaçlarının yazılı olarak bildirilmesi" anlamındadır.
"La
ilahe illallah" (Allah'tan başka İlah yoktur); gönderilen tüm elçilerin
ortak çağrısı olduğu gibi, son elçi Muhammed(a.s)'ın da çağrısıdır. Ona
indirilen Kitap'ın bütün ayetlerinin, Allah(c.c)'nin tek İlahlığının
merkeze alınmasının anlatımı demek mümkündür.
Namazlarımızda
her gün defalarca okuduğumuz FATİHA Suresi; içinde barındırdığı ayetler
ile Kitap içindeki ayetlerin bir özetidir diyebiliriz.
[001.001] Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
[001.002] Hamd, Alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
[001.003] O Rahman ve Rahim'dir,
[001.004] Din Gününün sahibidir.
[001.005] Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz.
[001.006] Bizi doğru yola eriştir.
[001.007] Nimete erdirdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve dalalete düşenlerinkine değil.
Bu
ayetlerin namaz adı ile bildiğimiz "salat"ın içinde, bir rükûn olan
ritüel ibadet gösterimi içinde üç asli unsurdan biri olan "kıyam" içinde
okunması çok önemlidir. Kıyam kelimesinin ifade ettiği anlamı
düşünürsek, bu ayetlerde söylenenler bir nevi manifesto sayılır.
Kıyam kelimesi "ayağa kalkış" demek olduğuna göre; bu kalkışta söylenen sözleri nasıl anlamak ve hayata geçirmek lazımdır?
6-7. ayetlerde Rabbimizden "bizi gazaba ve dalalete düşenlerin yoluna değil, doğru yolu ilet" şeklinde bir isteği dile getirmekteyiz. Allah(c.c) bu isteğin nasıl gerçekleşeceğini 5. ayette "yalnız O'na ibadet etmek ve yalnız O'ndan yardım istemek"
şeklinde bildirmektedir. Peki bu sözler kulların hayatında nasıl
gerçekleşmesi gerekir ki 6-7. ayetlerdeki istek Rabbimiz tarafından
kabul edilsin?
ZARİYAT 56 ayetinde "İnsanı ve Cinni sadece kendisine kulluk etsinler diye" yarattığını buyuruyordu. Peki bu kulluk nasıl bir şey olmalıydı ki doğru yola erişenlerden olalım?
İbadet kelimesi; "kul, köle" anlamına gelen "A-Be-De" kökünden türeyen ve "kendini alçaltmanın, kibirini ve gururunu kırmanın son noktasını temsil eden" şeklinde bir anlama sahiptir.
Bu
alçalma, kibir ve gururu kırma öyle bir varlığa olmalıdır ki; onun
üzerinde hiç bir varlık olmasın, onun kimseye karşı alçalma ihtiyacı
bulunmasın. Böyle özelliğe sahip olan tek bir varlık vardır ki O da
Alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Allah kendisine
karşı olması gereken bu alçalmanın, kendisinin dışındaki varlıklara
karşı gösterildiği takdirde, bu amelin adını ŞİRK koymuş olup; ebedi cehennem ile bu amellerin karşılığını vereceğini müteaddit ayetlerde beyan etmiştir.
"Allah'a
ibadet" deyimi ile kast edilenin ne olduğu anlaşıldığı takdirde, surede
her gün defalarca beyan ettiğimiz bildiriyi hayatımıza da hakim kılmış
sayılırız.
Allah(c.c) her şeyin yaratıcısı
olması nedeniyle; her şeyin üzerinde hüküm sahibidir. Yarattıklarından
olan insan üzerinde de bu durum geçerli olup, insanlara dünyada
yaşadıkları hayat müddeti içinde, Kendisinin emirleri doğrultusunda bir
hayat sürmeleri gerektiğini, gönderdiği elçi ve kitaplar ile haber
vermiştir.
İnsanlara vaaz ettiği hükümler,
onları yaratan olması nedeniyle onları hem dünya hem de Ahiret'te mutlu
bir yaşam sürmesine neden olacak iken, maalesef bir çok insan bu
hükümleri red ederek, onun dışında vaaz edilmiş hükümlere göre
hayatlarını tanzim etme sevdasına düşmektedirler. Böylece de hem
dünyasını hemde Ahiret'ini karartma yoluna gitmektedirler.
Burada insanın "halife"
olarak atanmış olması gündeme gelmektedir. İnsanın halife olarak
atanması demek; onu atayanın ona verdiği talimatlara göre hareket
etmesini gerektirir. Halife olmak demek; "bir göreve vekalet etmek"
demek olup geçiciliği ifade eder. İnsan yeryüzüne halife olarak
atanmakla, Allah(c.c)'nin verdiği talimatlara göre hareket ederek, O'nun
kendisine verdikleri üzerinde gerçek hak sahibi değil, geçici olarak
emanetçi olduğunu asla unutmaması gerekir.
Mal,
servet, evlatlar ve insanlar üzerindeki yönetim gücü... Bunların hepsi
halife olmanın gereği olarak emanet ve geçici bir süre insanın emrine
verilmiştir. Esas olan; bunların asıl sahibinin kim olduğunu bilmek ve
asıl sahibinin emaneten bunları vermiş olduğunu unutmadan, asıl sahibi
imiş gibi hak iddia etmemek olmalıdır. Bu tür bir hak iddia edişte "emanete ihanet" yani halifeliği bırakıp asalete soyunmak yani Allah'tan rol çalmaya kalkmanın adı "Şirk" tir.
Kul "yalnız Sana kulluk ederiz"
derken; hem kendisinin kul olduğunu unutmadığını, hem de Allah'tan
başka kulluk yapılacak bir merci olmadığını beyan eder. Problem; bu
sözleri her gün defalarca söyleyip de içeriğine uygun davranışlarda
bulunmamaktır.
Müslümanlar olarak "kulluk" ve "ibadet" kelimelerinin içini öylesine boşaltmışız ki; "sahte ilah"
deyimi bizlere sadece Mekke'deki 360 tane putu çağrıştırmaktadır.
Muhammed(a.s)'ın bu putları kırdığını ve şirk olgusunun bittiğini
zannetmekteyiz. Halbuki şirk olgusu hiç bir zaman bitmeyecek. Hatta
kendisini Müslüman olarak tanımlayan birçok kişi, bu bataklığın içinde
olduğundan bile habersiz bir vaziyette gününü gün etmektedir.
Allah'a
ibadet etmek demek; günde sadece beş vakit namaz gibi belirli gün ve
zamanlarda yapılanları kapsamaz. Bu deyim; kulun 24 saatini kapsaması
gerekli olan ve bütün zamanlarda da Allah'ın emir ve yasaklarına göre
davranışlarda bulunmak anlamına gelir.
Maaleseftir
ki kul olmak demenin mescitlerde belli vakitlerde namaz kılmak ile
sınırlı olduğunu zannedip, diğer vakitlerde böyle bir kulluk yükümlülüğü
yokmuşcasına davranan Müslümanlar, sair zamanlarda Allah'a göre değil,
O'nun kullarına verdiği hilafet görevini emaneten değil asalaten
yüklenmeye kalkanlara kul olmaktadır. Halbuki namazda okuduğu FATİHA
Suresi içindeki ayetler, kulun hayatının her anında Allah'a kul olduğunu
bildirmesi demek olduğundan habersiz olanlar, hayatlarını başkalarının
düzenlediği sistemlere uydurmakta en ufak bir rahatsızlık dahi duymadan
şirk sistemlerine kul olmaya devam etmektedirler.
"Yalnızca Senden yardım dileriz"
sözünün; özellikle tasavvuf kesiminin içinde bulunduğu hali göz önünde
bulundurursak ne kadar önemli olduğunu anlarız. Allah'tan yardım istemek
demek; sadece O'nun yetki sınırları dahilinde olan durumlarda bir
başkasından değil, sadece O'ndan yardım istemek anlamındadır. Başı dara
düştüğünde kabirdeki ölülerden medet umup, sonra bu ayeti okumak;
Allah(c.c) ile alay eder gibi bir duruma düşmekten başka bir işe
yaramaz.
Allah(c.c)'nin yardım etmesinin elbette bir kuralı ve yasası vardır. Kul gereklerini yerine getirmeden, yattığı yerden sadece "Allah'ım yardım et"
diye dua ederse; bu yardım asla gelmez. Başınız darda ise, o darlıktan
kurtulmak için gerekli olan fiilleri işleyerek Allah'tan yardım
talebinde bulunmak ve bu talebe gerekli cevabı vermek Sünnetullah'ın bir
yasasıdır.
Namaz içinde kıyam halinde iken
okunan FATİHA Suresi ayetlerinin şirke, tağuta, müstekbirlere ve
bel'amlara karşı tevhidî bir kalkışın manifestosu olduğunu bilerek
yapılması, sadece mescitlerde kalmış olmayarak hayatın her anına
taşınacak ve kul olarak her anımızda Allah'a göre davranmak gerektiği
bilincine hakim olacaktır.
Sonuç olarak; her gün namazlarımızda defalarca okuduğumuz FATİHA Suresi, adından anlaşılacağı üzere "Kitap'ın anahtarı"dır.
Kitap içindeki ayetlerin mesajının anası bu sure içindeki ayetlerde
özet halinde mevcuttur. Bunun içindir ki bu surenin NAMAZ içindeki KIYAM
halinde okunması, ŞİRK sistemlerine karşı bir MANİFESTO mahiyetindedir.
Kul okuduğu surenin bilincinde olduğu zaman; kul olmak demenin sadece
mescid içinde değil, hayatının her anında Allah'a kul olmak bilinci
içinde olduğunu bilir. Bunu; kıldığı namaz içinde hem Allah'a hem de
Allah düşmanlarına deklere eder. Ancak bu sure, "surelerin faziletleri"
şeklindeki hurafelere kurban edilerek sadece hastalara, evde
kalmışlara, imtihanı olanlara, bir yerleri ağrıyanlara okunması gereken
ayetler kategorisine düşürmüştür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
8 Kasım 2014 Cumartesi
Ehli Sünnet Akidesi Adı Altında Müslümanlara Yapılan Mahalle Baskısı
Tarih içinde gelişen siyasi olaylar neticesinde "Ehli sünnet" ve "Şia" olarak iki guruba ayrılan Müslümanlar, bu ayrışımı itikadi noktada da göstererek araya aşılmaz duvarlar örmüşlerdir. Bu iki gurubun tek ortak noktası Kur'an ile olan bağlarının sadece sözde kalmış olması ve itikatlarını Kur'an ın değil rivayetlerin belirlemiş olmalarıdır.
Türkiye Müslümanlarının bir çoğunun bağlı bulunduğu "Ehli sünnet akidesi" adı altındaki yapılanma son yıllarda ortaya çıkan "Kur'ana dönüş" hareketine alternatif bir hareket olarak yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Bu yapılanma asla, yanlış düşünceleri Kur'an merkezli bir zemine oturtma amaçlı değil, aksine Kur'an merkezli düşüncelere alternatif olarak yeniden sunulma gayretidir.
Her hareketin içinde olabilecek olumsuzluklar çerçevesinde, Kur'an dönüş hareketinin içinde de olumsuz düşünceler olduğu bir gerçektir. Bu olumsuzluklar gerekçe gösterilerek hareketin bütününü mahkum etmeye kalkmak doğru bir davranış değildir. Ehli sünnet düşüncesinin savunucuları olumlu- olumsuz ayrımı yapmadan hareketin bütününü mahkum etmeye kalkarak herkesi kendi düşüncelerine davet etmeye çalışmaktadırlar.
Peki bu davetlerinin temeli nedir ve davet hakları varmıdır?.
Ehli sünnet akidesi adı altındaki yapılanma temelinin "Ehli Hadis" düşüncesinden almış olup , bilindiği üzere bu düşüncenin ana temeli, rivayetlerin baz alınarak din oluşturulması esasına dayanmaktadır. Rivayet ile Kitap çeliştiği anda Kitabın değil rivayetin alınması gerektiği bu akidenin temel inancı olarak bu düşüncenin savunucuları tarafından her fırsatta dile getirilmektedir.
Kur'an her yanlış düşünceyi mahkum eden bir Kitap olarak , Ehli sünnet düşüncesinin bu tür yanlışlarını da mahkum etmektedir. Kur'ana dönüş hareketi ile bu yanlışlar ile yüzyüze gelenler ,salim akıl ile düşündükleri zaman gerçeği görmekte ve Ehli sünnet düşüncesine karşı cephe almaya başlamaktadırlar.
Son zamanlarda bu düşünceye mensup "akademisyen" etiketli bazı insanların biraz daha fazla günyüzüne çıkmaya çalışarak, Kur'ani düşüncelere ve bu düşünceler etrafındaki bazı insanlara karşı bir yıpratma kampanyası başlatarak kendi akidelerini savunmaktadırlar. Özellikle akademisyen kimliklerine sığınarak söylemlerini haklı çıkarma gayretleri gözden kaçmamaktadır.
"O dediyse doğrudur" düşüncesini empoze ederek , bazı insanların empoze ettiği dini "Hak Din" olarak sunma gayretinde olan bu zevat özellikle Kur'ana karşı aşırı bir kutsiyet atfederek onu herkesin eline bile almaya cesaret edemeyeceği bir Kitap olduğu fikrini yaymaya çalışarak kendi söylemlerini oturtmaya çalışmaktadırlar.
Herkesin anlayamayacağı bir Kitap nasıl olurda avamın eline geçer ve bu avam geleneği sorgulayabilir? , bu bazıları için akıl almaz bir olaydır halbuki olması gereken şuydu ; Biz din adına ne anlatırsak o kabul edilmeli Kur'ana uyup uymadığı gibi sapıkça! sözlere asla yer verilmemeliydi, ama olanlar oldu ve bazı sapıklar ! zincirlerini şakırdatan köleler misali bazı şeylerin iyi gitmediğini , bazı düşüncelerin yanlış olduğunu söylemeye başladılar hemde bunu avamın anlamayamacağı! bir Kitap olan Kur'an üzerinden yapmaya başladılar.
Bu sapıklara karşı Ehli sünnet ulemasının ! öne çıkan söylemleri, bütün Müslümanların "Ehli sünnet akidesi" ne uymaları gerektiği ve kendilerinin bu akideye çağırdıkları , bu akidenin dışında kalanların Cehennem azabına hak kazanacakları şeklinde söylemler olup bir tür "Mahalle baskısı" yöntemini kullanmalarıdır.
Peki Allah (c.c) bizlerin Cennet veya Cehennem ile karşılık bulacağımız ameller yapmayı bu akideye mensup olma veya olmama şartına mı bağlamıştır?.
Allah (c.c) bizleri, Cennet veya Cehennem ile karşılık görmek için Dünya hayatında onun Kitabına uymak veya uymamak şeklinde ortaya çıkan amellerimize bağlamıştır , "Ehli sünnet düşüncesine mensup bir hayat sürerek o düşüncenin söylemlerini savunmak bizleri nereye götürür?" sorusunun cevabını, bu düşüncenin esaslarından bir kaçını görerek cevaplamaya çalışalım.
1- Mütevatir Sünnet veya Hadis Kur'an ayetini nesheder.
Bu teori özellikle zina cezası bağlamında evli bekar ayrımı yapılarak , evli iken zina edenin recm edilerek öldürülmesini meşru bir zemine oturtmak için üretilmiştir. Kur'anın zina eden kişiye evli-bekar ayrımı yapmadan aynı cezayı vermiş olmasına rağmen , evli kişinin recm edilmesini rivayetlerden alınan bilgiler ışığında öngören bu düşünce , evli kişinin recm edilmesine dair bir ayetin aslında indiğini fakat o ayeti keçi yediği için mushafa alınmadığını "Metni mensuh hükmü baki ayetler" adı altında bir kategori oluştururarak Dinin aslı gibi göstermektedirler.
Kendisine vahy olunandan başkasına uymayan , ve uymamakla yükümlü bulunan bir elçi nasıl böyle bir cürüm işleyebilir sorusunun cevabı , "hadislerde ayet gibidir" şeklinde olup büyük bir iftira ile cevablandırılmaktadır. Şimdi sorarız , recm cezasının kabul edilmesimi yoksa kabul edilmemesi küfürdür.
2- Muhammed (a.s) ölmediği kabrinde diri olduğu ve amellerimizin ona arz olunduğu.
Bu düşünce bu akidenin temel düşüncelerinden birisi olup işi daha azıtanlar , Muhammed (a.s) ın eşlerinin bile ölmediğini hatta onlarla cinsel ilşki dahi kurduğunu söyleme cüretine kadar işi götürebilmektedirler. Kur'an da bu şekil bir düşüncenin asla karşılığı olmamasına rağmen üretilen Din esası haline getirilmiş " Sen de öleceksin onlar da ölecekler" , "Her nefis ölümü tadacaktır" gibi ayetler göz ardı edilmiştir. Şimdi sorarız , ayete rağman hale Muhammed (a.s) "ölmedi" demek mi yoksa "öldü" demek mi küfürdür*.
3- İsa (a.s) ın yeniden yer yüzüne ineceği düşüncesi.
Bu düşünce diğer düşünceler gibi Ehli sünnet in temel düşüncelerinden biri olup , temelini Kur'an dan değil Hıristiyan düşüncesinden almış ve Kur'an ayetlerini tahrif etme pahasına Kitaptanmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
4- Allah (c.c) nin dışında şefaatçiler olduğu düşüncesi.
Şefaat düşüncesi Ehli sünnetin rivayetler kanalıyla oluşturduğu dinin olmazsa olmazlarından olup , Kur'anda Allah (c.c) dışında kimsenin şefaatçi olamayacağına dair ayetlere karşılık bu ayetler rivayetler ışığında okunarak , Allahın dışında şefaatçiler olduğu düşüncesi ayetler tahrif edilerek oturtulmuştur.
Kur'an aykırı tüm düşünceleri ele almak yazının hacmini büyülteceği için sadee örnek olarak vermeye çalıştığımız bu ve benzeri Ehli sünnet akidesi düşüncelerinin bir çoğu Kur'andan onay almamakta olup aksine Kur'an ın red ettiği düşüncelerdir.
Bu ve benzeri Kur'an dışındaki düşüncelerin önünde en büyük engel Kur'an olup bu Kitabın öne çıkmaması için elinden gelen gayreti gösteren Ehli sünnet savunucuları , Kur'an dönüş hareketi içindeki bir takım olumsuz düşünceleri delil göstererek bu hareketi mahkum etmek yoluna gitmektedirler.
Hiç bir düşünce kendi içindeki yanlışlar örnek gösterilerek mahkum edilemez , bu tür davranışları etik olarak değerlendirmek mümkün değildir. Eğer bir hareket veya bir düşünce eleştirilecek ise o düşünceyi savunan kişiler üzerinden değil o düşüncenin argümanları üzerinden yapılmalıdır etik olan budur.
Ehli sünnet düşüncesi mensupları , kendi düşüncelerini insanlara kabul ettirmek için bu düşüncelerin Kur'an ile uyumlu olup olmadığı gibi bir test edilme düşüncesini dini argümanları kullanarak mahkum etmeye kalkmaları en hafif deyim ile cambazlıktan başka bir şey değildir.
"Atalar dini" mantığına uygun olarak , "bizden öncekilerin dedikleri mutlaka doğrudur ve kabul edilmelidir" , "biz hocalarımızın dediğini kabul ederiz" , " sizden önce bunları kimse dememiş" gibi belden aşağı vurucu argümanlar ile cahil halk kesimi uyuşturularak bu düşüncenin dışındaki söylemler batılmış inancı yaygınlaştırılmak istenmektedir.
Akıldan asla çıkarılmaması gereken şudur ki; Din sadece Allahın Kitabında delili bulunan meseleler olup bunun dışında , delilini Kitap tan almayan her düşünce, adı insanları korkutmak için karizmatik bir yapıya büründürülmüş olsa bile mahkum edilmelidir.
Rabbimiz bizlere hesap günü Ehli sünnet akidesine uyup uymadığımızı değil onun Kitabına uyup uymadığımızı soracak ve ona göre bir değerlendirmeye tabi tutacaktır. Ehli sünnet savunucularının Kur'an dışındaki rivayet kitaplarını Kur'an ile eşdeğer kılmaları bizleri aldatmamalıdır. Rivayet kitaplarında geçen herhangi bir meselenin doğruluğu veya yanlışlığı Kur'ana arz edilerek ölçülmelidir.
İşte bu noktada Ehli sünnet savunucuları bu kapıyı kapatmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Kur'ana arz denilen metodun doğru olmadığını! hararetle savunarak Kur'an dışı kaynakların esas alınması gerektiğini yaymaya çalışmakta ve Kur'anı rivayetlere arz ederek okumaktadırlar.
Rivayetlerin Kur'ana arz edilmesi karşısında hop oturup hop kalkanlar , Kur'anı rivayetlere arz ederek oluşturulmuş dinin verdiği inanç konularının sorgulanmasına asla müsamaha göstermemektedirler. Şayet oluşturulmuş olan düşünceden yana bir sıkıntıları yoksa ve Kur'ana uygun ise neden böyle bir ameliyeden rahatsız olmaktadırlar, malından emin olanın o malın kontrol edilmesinden hiç bir surette kaygı duymaması gerekmektedir,eğer böyle bir kaygısı varsa malından emin değil demektir.
Sonuç olarak; "Aklı birilerine kiraya verme" esasına dayalı din anlayışı olan "Ehli sünnet akidesi" adı altındaki yapılanma , insanlar üzerinde "Mahalle baskısı" oluştururak , "bizden çıkan Cehenneme gider" şeklinde bir dayatma içine girmişlerdir. Yukarıda bir kaçını örnek verdiğimiz Ehli sünnet düşüncesine baktığımız zaman esas o düşünceleri savunanların yerinin Cehennem olduğu açık seçik ortadadır. Kur'an bu tür aykırı düşüncelerin karşısında en büyük engel olup , Kur'anın etkinliğini ortadan kaldırarak rivayetlerin etkinliğini empoze etmeye çalışmak Ehli sünnet düşüncesinin en büyük silahıdır. Bize Kitab'ta "Müslüman" ismi verilmesine rağmen bu ismin önüne veya arkasına eklenecek olan her türlü ilave doğru bir düşüncenin eseri olamaz. Müslümanlar kendi üzerilerinde oluşturulmak istenen bu tür baskı faaliyetlerine karşı Kur'an temelli bir düşünce üzerinde bulunarak , oluşturulmuş her türlü karizmatik ismi ve düşünceyi Kur'ana arz etmek zorundadırlar.
Ehli sünnet akidesi adı altındaki düşüncelerin ve bu düşünceleri ortaya atanların, sorgulanamaz olduğu gibi bir düşünce asla doğru olmadığı gibi böyle bir düşünceyi yayarak cahil kesimi baskı altında tutmak isteyenler bu fiilerinin karşılığını hesap günü acı bir biçimde ödeyeceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Türkiye Müslümanlarının bir çoğunun bağlı bulunduğu "Ehli sünnet akidesi" adı altındaki yapılanma son yıllarda ortaya çıkan "Kur'ana dönüş" hareketine alternatif bir hareket olarak yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Bu yapılanma asla, yanlış düşünceleri Kur'an merkezli bir zemine oturtma amaçlı değil, aksine Kur'an merkezli düşüncelere alternatif olarak yeniden sunulma gayretidir.
Her hareketin içinde olabilecek olumsuzluklar çerçevesinde, Kur'an dönüş hareketinin içinde de olumsuz düşünceler olduğu bir gerçektir. Bu olumsuzluklar gerekçe gösterilerek hareketin bütününü mahkum etmeye kalkmak doğru bir davranış değildir. Ehli sünnet düşüncesinin savunucuları olumlu- olumsuz ayrımı yapmadan hareketin bütününü mahkum etmeye kalkarak herkesi kendi düşüncelerine davet etmeye çalışmaktadırlar.
Peki bu davetlerinin temeli nedir ve davet hakları varmıdır?.
Ehli sünnet akidesi adı altındaki yapılanma temelinin "Ehli Hadis" düşüncesinden almış olup , bilindiği üzere bu düşüncenin ana temeli, rivayetlerin baz alınarak din oluşturulması esasına dayanmaktadır. Rivayet ile Kitap çeliştiği anda Kitabın değil rivayetin alınması gerektiği bu akidenin temel inancı olarak bu düşüncenin savunucuları tarafından her fırsatta dile getirilmektedir.
Kur'an her yanlış düşünceyi mahkum eden bir Kitap olarak , Ehli sünnet düşüncesinin bu tür yanlışlarını da mahkum etmektedir. Kur'ana dönüş hareketi ile bu yanlışlar ile yüzyüze gelenler ,salim akıl ile düşündükleri zaman gerçeği görmekte ve Ehli sünnet düşüncesine karşı cephe almaya başlamaktadırlar.
Son zamanlarda bu düşünceye mensup "akademisyen" etiketli bazı insanların biraz daha fazla günyüzüne çıkmaya çalışarak, Kur'ani düşüncelere ve bu düşünceler etrafındaki bazı insanlara karşı bir yıpratma kampanyası başlatarak kendi akidelerini savunmaktadırlar. Özellikle akademisyen kimliklerine sığınarak söylemlerini haklı çıkarma gayretleri gözden kaçmamaktadır.
"O dediyse doğrudur" düşüncesini empoze ederek , bazı insanların empoze ettiği dini "Hak Din" olarak sunma gayretinde olan bu zevat özellikle Kur'ana karşı aşırı bir kutsiyet atfederek onu herkesin eline bile almaya cesaret edemeyeceği bir Kitap olduğu fikrini yaymaya çalışarak kendi söylemlerini oturtmaya çalışmaktadırlar.
Herkesin anlayamayacağı bir Kitap nasıl olurda avamın eline geçer ve bu avam geleneği sorgulayabilir? , bu bazıları için akıl almaz bir olaydır halbuki olması gereken şuydu ; Biz din adına ne anlatırsak o kabul edilmeli Kur'ana uyup uymadığı gibi sapıkça! sözlere asla yer verilmemeliydi, ama olanlar oldu ve bazı sapıklar ! zincirlerini şakırdatan köleler misali bazı şeylerin iyi gitmediğini , bazı düşüncelerin yanlış olduğunu söylemeye başladılar hemde bunu avamın anlamayamacağı! bir Kitap olan Kur'an üzerinden yapmaya başladılar.
Bu sapıklara karşı Ehli sünnet ulemasının ! öne çıkan söylemleri, bütün Müslümanların "Ehli sünnet akidesi" ne uymaları gerektiği ve kendilerinin bu akideye çağırdıkları , bu akidenin dışında kalanların Cehennem azabına hak kazanacakları şeklinde söylemler olup bir tür "Mahalle baskısı" yöntemini kullanmalarıdır.
Peki Allah (c.c) bizlerin Cennet veya Cehennem ile karşılık bulacağımız ameller yapmayı bu akideye mensup olma veya olmama şartına mı bağlamıştır?.
Allah (c.c) bizleri, Cennet veya Cehennem ile karşılık görmek için Dünya hayatında onun Kitabına uymak veya uymamak şeklinde ortaya çıkan amellerimize bağlamıştır , "Ehli sünnet düşüncesine mensup bir hayat sürerek o düşüncenin söylemlerini savunmak bizleri nereye götürür?" sorusunun cevabını, bu düşüncenin esaslarından bir kaçını görerek cevaplamaya çalışalım.
1- Mütevatir Sünnet veya Hadis Kur'an ayetini nesheder.
Bu teori özellikle zina cezası bağlamında evli bekar ayrımı yapılarak , evli iken zina edenin recm edilerek öldürülmesini meşru bir zemine oturtmak için üretilmiştir. Kur'anın zina eden kişiye evli-bekar ayrımı yapmadan aynı cezayı vermiş olmasına rağmen , evli kişinin recm edilmesini rivayetlerden alınan bilgiler ışığında öngören bu düşünce , evli kişinin recm edilmesine dair bir ayetin aslında indiğini fakat o ayeti keçi yediği için mushafa alınmadığını "Metni mensuh hükmü baki ayetler" adı altında bir kategori oluştururarak Dinin aslı gibi göstermektedirler.
Kendisine vahy olunandan başkasına uymayan , ve uymamakla yükümlü bulunan bir elçi nasıl böyle bir cürüm işleyebilir sorusunun cevabı , "hadislerde ayet gibidir" şeklinde olup büyük bir iftira ile cevablandırılmaktadır. Şimdi sorarız , recm cezasının kabul edilmesimi yoksa kabul edilmemesi küfürdür.
2- Muhammed (a.s) ölmediği kabrinde diri olduğu ve amellerimizin ona arz olunduğu.
Bu düşünce bu akidenin temel düşüncelerinden birisi olup işi daha azıtanlar , Muhammed (a.s) ın eşlerinin bile ölmediğini hatta onlarla cinsel ilşki dahi kurduğunu söyleme cüretine kadar işi götürebilmektedirler. Kur'an da bu şekil bir düşüncenin asla karşılığı olmamasına rağmen üretilen Din esası haline getirilmiş " Sen de öleceksin onlar da ölecekler" , "Her nefis ölümü tadacaktır" gibi ayetler göz ardı edilmiştir. Şimdi sorarız , ayete rağman hale Muhammed (a.s) "ölmedi" demek mi yoksa "öldü" demek mi küfürdür*.
3- İsa (a.s) ın yeniden yer yüzüne ineceği düşüncesi.
Bu düşünce diğer düşünceler gibi Ehli sünnet in temel düşüncelerinden biri olup , temelini Kur'an dan değil Hıristiyan düşüncesinden almış ve Kur'an ayetlerini tahrif etme pahasına Kitaptanmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
4- Allah (c.c) nin dışında şefaatçiler olduğu düşüncesi.
Şefaat düşüncesi Ehli sünnetin rivayetler kanalıyla oluşturduğu dinin olmazsa olmazlarından olup , Kur'anda Allah (c.c) dışında kimsenin şefaatçi olamayacağına dair ayetlere karşılık bu ayetler rivayetler ışığında okunarak , Allahın dışında şefaatçiler olduğu düşüncesi ayetler tahrif edilerek oturtulmuştur.
Kur'an aykırı tüm düşünceleri ele almak yazının hacmini büyülteceği için sadee örnek olarak vermeye çalıştığımız bu ve benzeri Ehli sünnet akidesi düşüncelerinin bir çoğu Kur'andan onay almamakta olup aksine Kur'an ın red ettiği düşüncelerdir.
Bu ve benzeri Kur'an dışındaki düşüncelerin önünde en büyük engel Kur'an olup bu Kitabın öne çıkmaması için elinden gelen gayreti gösteren Ehli sünnet savunucuları , Kur'an dönüş hareketi içindeki bir takım olumsuz düşünceleri delil göstererek bu hareketi mahkum etmek yoluna gitmektedirler.
Hiç bir düşünce kendi içindeki yanlışlar örnek gösterilerek mahkum edilemez , bu tür davranışları etik olarak değerlendirmek mümkün değildir. Eğer bir hareket veya bir düşünce eleştirilecek ise o düşünceyi savunan kişiler üzerinden değil o düşüncenin argümanları üzerinden yapılmalıdır etik olan budur.
Ehli sünnet düşüncesi mensupları , kendi düşüncelerini insanlara kabul ettirmek için bu düşüncelerin Kur'an ile uyumlu olup olmadığı gibi bir test edilme düşüncesini dini argümanları kullanarak mahkum etmeye kalkmaları en hafif deyim ile cambazlıktan başka bir şey değildir.
"Atalar dini" mantığına uygun olarak , "bizden öncekilerin dedikleri mutlaka doğrudur ve kabul edilmelidir" , "biz hocalarımızın dediğini kabul ederiz" , " sizden önce bunları kimse dememiş" gibi belden aşağı vurucu argümanlar ile cahil halk kesimi uyuşturularak bu düşüncenin dışındaki söylemler batılmış inancı yaygınlaştırılmak istenmektedir.
Akıldan asla çıkarılmaması gereken şudur ki; Din sadece Allahın Kitabında delili bulunan meseleler olup bunun dışında , delilini Kitap tan almayan her düşünce, adı insanları korkutmak için karizmatik bir yapıya büründürülmüş olsa bile mahkum edilmelidir.
Rabbimiz bizlere hesap günü Ehli sünnet akidesine uyup uymadığımızı değil onun Kitabına uyup uymadığımızı soracak ve ona göre bir değerlendirmeye tabi tutacaktır. Ehli sünnet savunucularının Kur'an dışındaki rivayet kitaplarını Kur'an ile eşdeğer kılmaları bizleri aldatmamalıdır. Rivayet kitaplarında geçen herhangi bir meselenin doğruluğu veya yanlışlığı Kur'ana arz edilerek ölçülmelidir.
İşte bu noktada Ehli sünnet savunucuları bu kapıyı kapatmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Kur'ana arz denilen metodun doğru olmadığını! hararetle savunarak Kur'an dışı kaynakların esas alınması gerektiğini yaymaya çalışmakta ve Kur'anı rivayetlere arz ederek okumaktadırlar.
Rivayetlerin Kur'ana arz edilmesi karşısında hop oturup hop kalkanlar , Kur'anı rivayetlere arz ederek oluşturulmuş dinin verdiği inanç konularının sorgulanmasına asla müsamaha göstermemektedirler. Şayet oluşturulmuş olan düşünceden yana bir sıkıntıları yoksa ve Kur'ana uygun ise neden böyle bir ameliyeden rahatsız olmaktadırlar, malından emin olanın o malın kontrol edilmesinden hiç bir surette kaygı duymaması gerekmektedir,eğer böyle bir kaygısı varsa malından emin değil demektir.
Sonuç olarak; "Aklı birilerine kiraya verme" esasına dayalı din anlayışı olan "Ehli sünnet akidesi" adı altındaki yapılanma , insanlar üzerinde "Mahalle baskısı" oluştururak , "bizden çıkan Cehenneme gider" şeklinde bir dayatma içine girmişlerdir. Yukarıda bir kaçını örnek verdiğimiz Ehli sünnet düşüncesine baktığımız zaman esas o düşünceleri savunanların yerinin Cehennem olduğu açık seçik ortadadır. Kur'an bu tür aykırı düşüncelerin karşısında en büyük engel olup , Kur'anın etkinliğini ortadan kaldırarak rivayetlerin etkinliğini empoze etmeye çalışmak Ehli sünnet düşüncesinin en büyük silahıdır. Bize Kitab'ta "Müslüman" ismi verilmesine rağmen bu ismin önüne veya arkasına eklenecek olan her türlü ilave doğru bir düşüncenin eseri olamaz. Müslümanlar kendi üzerilerinde oluşturulmak istenen bu tür baskı faaliyetlerine karşı Kur'an temelli bir düşünce üzerinde bulunarak , oluşturulmuş her türlü karizmatik ismi ve düşünceyi Kur'ana arz etmek zorundadırlar.
Ehli sünnet akidesi adı altındaki düşüncelerin ve bu düşünceleri ortaya atanların, sorgulanamaz olduğu gibi bir düşünce asla doğru olmadığı gibi böyle bir düşünceyi yayarak cahil kesimi baskı altında tutmak isteyenler bu fiilerinin karşılığını hesap günü acı bir biçimde ödeyeceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)