Adına etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Adına etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mayıs 2017 Perşembe

Hakkı Yılmaz'ın "KUR'AN'DA ORUÇ" Adlı Makalesinde Kur'an Adına Uydurduğu Sözler Üzerinde Bir Mülahaza

Din adına konuşan insanların, din adına söyledikleri sözleri, Allah böyle diyor veya Kur'an böyle diyor şeklindeki sözler ile savunması, din adına yapılabilecek en büyük hatalardan birisidir. Sadece Kur'an'ın meali ile konuşulsa dahi bu sözleri söylemek büyük bir cesaret istediği halde, bazı kimseler din adına konuştuğu sözleri Kur'an'a veya Allah'a mal ederek, büyük bir hata içine  düşmektedirler. Yazımıza konu edeceğimiz şahsın KUR'AN'DA ORUC (İNSANIN KENDİSİNİ TUTMASI) başlıklı makalesinde bulunan oruç hakkındaki verdiği bazı bilgileri, Kur'an'a mal etmesi üzerinde durmaya çalışarak konuyu dikkatlerinize sunmaya çalışacağız.

Mezkur şahıs makalesinin başında Bakara s. 183-184. ayetlerinin meallerini verdikten (bu ayetlere verdiği anlamı yutikune kelimesi ile ilgili olarak açtığı başlık ile ilgili kısımda ele almaya çalışacağız), ve Savm kelimesinin tarifini yaptıktan sonra şunları söylemektedir;

"Lisânu’l-Arab’ın ifadesinden de anlaşıldığı üzere savm sözcüğü, “konuşmamayı” da kapsamaktadır. Bakara/183-187′de Müslümanlar için farz kılınan savm, yememeyi, içmemeyi, cinsel ilişkide bulunmamayı ve konuşmamayı gerektirir. Fakat birçok lügat ve ilmihalde, savm’ın sadece “yeme, içme ve cinsel ilişkiyi bırakma” olduğu yazılmıştır, ki bunu, yalnızca sözcüğünün anlamını bozan bir hata olarak değerlendirmek doğru olmaz. Çünkü bize göre bu, dine karşı büyük bir iftiradır. Eğer “terk-i kelam” savm’ın kapsamından çıkarılsaydı, bunun Kur’ân’da yer alması (yani, bizzat Allah tarafından çıkarılması) gerekirdi. Nitekim, Sizden kim o aya [Ramazân ayına] tanık olursa o ayı oruçlu geçirsin (Bakara/185) talimatıyla getirilen yeme, içme ve cinsel ilişki yasaklarına, Orucun gecesi refes [kötü söz, cima] size helâl kılındı (Bakara/187) buyruğu ile refese [kötü söze, cimaya] istisnâ getirilmiş, böylece oruç tutma geceleri kapsam dışı bırakılmıştır. Dinde belirleme işte böyle olur.

Helâl kılındı” ifadesi, daha evvel harâmlaştırılmış bir şey için kullanılır. Eşyada aslolan ibaha olduğundan, eskiden helâl olan bir şey için “helâl kılındı” denmez. Ayrıca Meryem/24-26′da, Sonra ona aşağısından/aşağısındaki kişi seslendi: “Sakın üzülme, Rabbin alt tarafında bir su arkı akıttı. Hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine olgunlaşmış taze hurmalar düşsün. Sonra ye, iç, gözün aydın olsun. Sonra eğer beşerden birini görürsen, ‘Ben Rahmân’a bir oruç adadım, onun için bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım’ de buyurulduğuna göre, “terk-i kelam”, orucun aslî unsurudur. Kur’ân’da, “terk-i kelam”ın savm’ın kapsamından çıkarıldığına dair herhangi bir işaret olmadığına göre, oruç esnasında konuşmanın da terk edilmesi gerekir. Kişiyi takvâ sahibi yapacak olan orucun, kimseyi takvâ sahibi yapmayıp aksine savurgan ve riyakâr yapmasının arkasındaki sebep, orucun İslâm’daki gerçek anlamından farklı uygulanması olsa gerek."

Dikkat edilirse sayın Yılmaz savm sözcüğünün anlamının konuşmamayı da kapsamına almasını delil olarak göstererek, oruç yasaklarına konuşmamanın da dahil olduğunu iddia ederek, bunun böyle olmamasının Dine karşı büyük bir iftira olarak değerlendirmektedir. Meryem suresi içindeki ayetlere istinaden, orucun asli unsurunun terk-i kelam (konuşmama) olduğunu iddia eden sayın Yılmaz, eğer verdiği ayetlerden orucun asli unsuru hakkında bir çıkarım yapılabilecekse ayet içindeki ye iç emrinden, orucun asli unsurunun yememek ve içmemek, Meryem'in savmının ise sadece konuşmamak ile sınırlı olabileceğini neden düşünememektedir?.

Kur'an'ın Ramazan orucu ile ilgili emrinin konuşmamayı da kapsayıp kapsamadığını yine bu konudaki ayetlerinden anlamak mümkündür. Bakara s. 187. ayetinin kendi yaptığı çevirisi üzerinden oruçlu bir kimsenin neleri yapmaması gerektiğini öğrenebiliriz. 

187. Karşılıklı, beraberce oruç tutma gecesinde kadınlarınıza cinsellikle ilgili sözler, cinsel ilişki, size helâl kılındı. Onlar, sizin için bir giysidir, siz de onlar için bir giysisiniz. Allah, sizin kendinize hâinlik ettiğinizi bildi de tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık kadınlarınıza yaklaşın ve Allah’ın sizler için yazdığı şeylerden arayın. Ve fecrden, beyaz iplik siyah iplikten iyiden iyiye sizin için açığa çıkıncaya kadar yiyin-için. Ve geceye kadar orucu tamamlayın. Ve siz ilâhiyat eğitim merkezlerinde programlı ibâdet hâlinde iken onlara yaklaşmayın. Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır, artık Allah’ın sınırlarına yaklaşmayın. Allah, Kendisinin koruması altına girsinler diye âyetlerini insanlara işte böyle açıkça ortaya koyar.

Bakara s. 187. ayeti oruç gecelerinde cinsel ilişki, yemek ve içmenin helal olduğunu beyan etmektedir. Bu ayetin mefhumu muhalifi, oruçlu olunan zamanlarda cinsel ilişkinin, yemek ve içmenin yasak oluşudur. Eğer oruç yasaklarına konuşmamak dahil olmuş olsaydı ayet bunu belirterek bizlere, " Ve fecrden, beyaz iplik siyah iplikten iyiden iyiye sizin için açığa çıkıncaya kadar yiyin-için ve KONUŞUN  şeklinde bir beyanda bulunurdu. Böyle bir beyanın olmaması, oruç yasaklarına konuşmanın dahil olmadığının en bariz delili olmasına rağmen, sayın Yılmaz bu yasağı ısrarla Kur'an'a mal etmektedir. 

Sayın Yılmaz'ın oruç hakkında Kur'an'a söylettiği sadece bu değildir. "184. ÂYETTEKİ يطيقون[YUTÎQÛNE] FİİLİ"  başlığı altında şunları söylemektedir;


İbn Abbâs, ط[tı] harfini şeddesiz, و [vav] harfini şeddeli olarak, يطوّقون[yutavviqûnehu/zorlukla bu oruca güç yetirenler] şeklinde okumuştur.3 Bu kıraate göre veya sözcüğün if‘âl babından olup bu babın hemzesinin de “izale” için olmasından hareketle ibare, “oruca güç yetirmiş [tutabilmiş] olanlar üzerine de bir yoksulun yiyeceği fidye vardır [borçtur]” şeklinde de anlaşılmıştır ki bu durumda, kişi hem oruç tutmak hem de fidye vermek durumundadır. 
Bizce bu âyet geçmiş ümmetlere ait oruç hükümlerini bildirdiğinden müslümanları ilgilendirmez. Müslümanlar, 185. âyette gösterilen kolaylık nedeniyle bu hükümlerden muaf tutulmuştur.Bu durumda, 184. âyetteki sayılı günler ifadesi, geçmiş ümmetlere farz kılınan orucun zamanını ifade etmekte olup Müslümanlara farz kılınan orucun zamanı [Ramazân ayı] ile ilgisi yoktur.Sayılı günler’in, hangi günler ve kaç gün olduğuna dair Kur’ân’da herhangi bir ifade yer almamaktadır. Herhangi bir değeri olmamakla birlikte bu husustaki görüşleri naklediyoruz:
Sayın Yılmaz Sayılı günler deyiminin Ramazan ayı ile ilgili olmadığını, bunun geçmiş ümmetler ile alakalı olduğunu söylemektedir. Bu iddiasını ise Bakara s. 183. ve 184. ayetlerini birbirine karıştırmak sureti ile ortaya koymaktadır. 

183,184Ey iman etmiş kimseler! Karşılıklı, beraberce oruç tutmak, Allah’ın koruması altına giresiniz diye, sizden öncekilere, ‘sayılı günlerde, o nedenle sizden her kim hasta olursa veyahut çiftçilik, ticaret, askerlik, eğitim- öğretim gibi gidiş gelişli; hareketli bir iş üzere olursa diğer günlerden sayısıncadır. Oruca gücünü kaybetmiş olanlar/gücü yetenler üzerine ise bir yoksulun yiyeceği, kurtulmalık olarak borçtur. Kim de gönüllü hayır-iyilik yaparsa bu kendisi için çok hayırlıdır/yararlıdır. Ve eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için hayırlıdır/yararlıdır’ şeklinde farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.

"Teknik yapısı itibariyle 184. âyetin bağımsız bir cümle değil, 183. âyetin bir parçası; tümleci olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda 184. âyet, 183. âyete iki şekilde bağlanabilir:" diyerek şöyle devam etmektedir;

"A) 184. âyet, 183. âyetteki, size yazıldı fiiline bağlanabilir. Buna göre anlam, “Ey iman etmiş kimseler! Oruç tutmak, takvâ sahibi olasınız diye, sizden evvelkilere yazıldığı gibi size de sayılı günlerde, o nedenle sizden her kim hasta olursa veyahut yolculuk üzere olursa diğer günlerden sayısıncadır. Oruca takati zail olmuş olanlar/gücü yetenler üzerine ise bir yoksulun yiyeceği fidye vardır [borçtur]. Kim de gönüllü hayır [iyilik] yaparsa bu kendisi için çok hayırlıdır [yararlıdır]. Ve eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için hayırlıdır [yararlıdır] şeklinde yazıldı [farz kılındı]” şeklinde olur." 

Şeklinde yani bütün meallerde gördüğümüz anlamı verdikten sonra, bu anlam için şunları söylemektedir;

"Bu durumda, ya mü’minlere Ramazânın haricinde başka “sayılı günlerde” orucun faz kılındığı, ya da 185. âyetin 183-184. âyetlerin açılımı olduğu kabul edilecektir. Bu ise, 185. âyetteki mesaj dikkate alındığında tercihe şayan olmaz."

Yani sayın Yılmaz, bütün meallerde gördüğümüz şekilde verilen bir anlamın, Ramazan ayı haricindeki günlerde de orucun farz kılınmış olabileceği anlamı çıkacağı için, bu tür anlam vermenin tercih edilemeyeceğini söylemektedir. Halbuki sadece 183. ayetin sonundaki Lealleküm tettekune ibaresinin ayet sonu olduğunu, ve bunun başka ayetlerde de aynı şekilde olduğunu dikkate almış olsaydı, her iki birbirine karıştırmak sureti ile anlamı bozmaya cesaret edemezdi. Sayın Yılmaz, orucun Ramazan ayı içinde tutulması gerektiğini düşünmekle birlikte, bu konuda girdiği zorlama yorumların sebebi merak konusudur. 

Oruç konulu ayetleri bir çocuk dahi okumuş olsa kolayca anlayabilecek iken, mezkur şahsın bu ayetler üzerinde oynamalar yaparak, farklı yorumlar çıkarmaya çalışmasının amacını düşünmek gerekmektedir. Ancak yaptığı Kur'an çevirisinde ayetleri birbirine karıştırmak sureti ile yaptığı bazı anlam bozmalarını dikkate aldığımızda, bunu bilerek ve sadece ön kabullerini Kur'an'a onaylatmak amacı ile yaptığını anlamak zor olmayacaktır.

KÜLÛ VE’ŞREBÛ (Yiyiniz ve içiniz) başlığı altında susuzluğun insan vücuduna verdiği zararları ele aldıktan sonra, "Vücudun özellikle de beynin su ihtiyacı dikkate alındığında ise beyni hasta etmeyecek; zihinsel fonksiyonlarda noksanlık oluşturmayacak ölçüde, yani beyni koruyacak ölçüde su alımının oruçta sakıncasız olması gerektiği ortaya çıkmaktadır.
diyerek, oruç yasaklarına dahil olan yeme ve içmeden su içmenin istisna edilmesi gerektiğini söylemektedir. 

Kur'an ile ilgili konularda konuşmaya soyunanların dikkat etmesi gereken ilk nokta, yazdıkları yazının başlığının Kur'an'da ......., veya Kur'an'a göre ........... şeklinde olmaMAsına dikkat etmeleridir. Bu tür başlıklar altında yazılanlar, Kur'an'ın bu konuda ne dediğini dile getirmek anlamını taşımaktadır. Halbuki kim olursa olsun, Kur'an ile ilgili yazdıkları okuduğu ayetten anladığı veya anlamak istediği olup, bunların Kur'an'dan olduğunu iddia etmek hakkına sahip değildir. 

Sayın Yılmaz, Kur'an'da Oruç şeklinde bir başlık atarak, bu konudaki düşüncelerini Kur'an'a onaylatmaya çalışması bakımından ilk başta yanlışa düşmüştür. Oruç yasaklarına konuşmamayı da ilave eden sayın Yılmaz, acaba bu yasağı kendisinin bir Ramazan boyunca uygulayarak, Ramazan orucunu eda edip etmediği merak konusudur. Oruç günlerinde su içmenin yasak olmasını, susuzluğun insan vücuduna olan zararlarını dikkate alarak değerlendirerek, beyni koruyacak miktarda içmenin orucu bozmaması gerektiğini iddia eden sayın Yılmaz, din koyuculuğa soyunmakta olduğunun acaba farkında mıdır?.

Oruca güç yetiremeyenlerin oruç tutmamalarına dair ruhsat vermek yerine, ihtiyacı olduğu zaman biraz su içerek oruç tutmaları emredilemez miydi?.

İnsan vücudunun suya olan ihtiyacını sayın Yılmaz'dan daha iyi bilen Allah (c.c), neden oruç günlerinde bir miktar suya izin veren bir beyanda bulunmamıştır. Acaba bu izinleri Hakkı Yılmaz veya benzerleri olan kulları gibi, insanı Allah'tan daha iyi tanıyan !! kimselere mi bırakmıştır?.

Makalesinde " oruç, imamın, müezzinin, din adamının açıklamasına bırakılacak bir ibâdet değildir" şeklinde bir iddiada bulunan sayın Yılmaz için biz de şunu söyleyebiliriz. 

      Bu Kur'an Hakkı Yılmaz'ın açıklamalarına bırakılabilecek bir kitap değildir.


19 Aralık 2015 Cumartesi

Nebi Resullük : Allah (c.c) Adına Konuşma Makamı

Allah (c.c) biz yaşadığımız dünya hayatında uymamız gereken kuralları bizler içinden seçmiş olduğu insanlar ile göndermiştir, Kur'an dilinde bu insanlara "Nebi Resul" denilmektedir. Muhammed (a.s) bu zincirin son halkası olup , ondan sonra bu sıfat kimseye verilmeyecektir. Ancak bazı Kur'an ayetlerinin farklı yorumlanması sonucunda , "Nebilik bitmiştir ancak resulluk bitmeyecek kıyamete kadar devam edecektir" şeklinde söylemlere rastlamaktayız. 

İddiamız , nebiliğin bittiği resulluğun de bittiği ve bundan sonra kimsenin böyle bir iddia ile ortaya çıkmayacağı , "Ben resulum" diyen bir kimseye verilecek karşılık, onun sadece bir  yalancı ve  iftiracı olduğudur. 

Bu konuda yapılan önemli yanlış , "Nebi" ve "Resul" kavramlarının aynı insan üzerinde toplanmamış olduğu , Allah (c.c) tarafından seçilen insanların bir kısmının "Nebi" bir kısmının ise "Resul" olduğunun zannedilmesidir. Bu yanlışlığı geleneksel anlayış içinde görmekle birlikte , Kur'an merkezli düşünce etrafında buluşan insanların bir kısmında da görmekteyiz. 

[022.075]  Allah meleklerden de resuller seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.

Bu konu ile ilgili anahtar ayetimiz, Hacc s. 75. ayeti olup , Allah (c.c) bu ayette "Resul" sıfatını "Melek" ve "İnsan" lara verdiğini bildirmektedir. 

"Resul" kelimesi kısaca , alınan bir haberi aktarmak görevli olan bir kimseye denilmektedir.

Allah (c.c) "Melek" resul seçerek, "Al bu mesajımı falan resulüme ilet" demekte, Melek resulden mesajı alan beşer resul ise, insanlara bu mesajı iletmektedir. Allah (c.c) resul olarak seçtiği insanlara "Nebi resul" şeklinde bir paye vermektedir. 

"Nebi" ; Bir haberi iletmek ile görevli kimse için kullanılan kelimedir. Bu anlamda resul ve nebi kelimeleri birbiri ile eş anlamlı sayılabilir , bu noktada kafalara "Neden aynı anlamda olan iki kelimenin birlikte kullanıldığı" sorusu takılacaktır. 

Hacc s. 75. ayetine geri dönecek olursak , bu ayette melek ve insanlardan resuller seçildiği beyan edilmektedir. İnsan cinsinden olan resulun, melek resulden ayrılması için "Nebi resul" şeklinde bir ifade kullanılmış olabileceğini düşünmekteyiz. Yani "Nebi Resul" sıfatı beşerden seçilmişler için kullanılarak , meleklerden seçilen elçi için böyle bir sıfat kullanılmamaktadır.

Bu anlamda Adem ve Muhammed (a.s) lar arasında gelen bütün beşer elçiler "Nebi Resul" olarak adlandırılmışlardır. Geleneksel düşüncede ki , "Nebi, kendisine kitap verilmeyen peygambere , Resul ise kendisine kitap verilen peygambere denir" şeklindeki tarif , Kur'anın tarifi uyum arz etmemektedir.

"Kitap" kelimesi ; "İki şeyi birbirine eklemek" anlamında olup ağızdan çıkan harflerin birbiri ardı sıra eklenerek dizeler haline gelmesine de "Kitap" denilmektedir. Allah (c.c) nin göndermiş olduğu bütün Nebi Resullerin ağzından çıkan kelimeler ile aktardıkları mesaj, almış oldukları vahyin sonucu olup bu anlamda , kitap verilmemişlik gibi bir durum asla söz konusu değildir.

Kitap verilmemişlik gibi bir iddia, beraberinde bu iddia sahiplerini ,  "Ben size Allah'ın gönderdiği elçiyim" diyen birinin, bu elçiliğinin delili olan vahyi almadığını iddia ederek, Allah (c.c) nin gönderdiği bir kısım elçiyi yalancı konumuna düşürmek durumuna getirecektir. 

Allah (c.c) nin göndermiş olduğu hiç bir "Nebi Resul" bu görevin kendisine verilmiş olduğu haberini almadan " Ben Resulum" diye ortaya asla çıkamaz. Adem ve Muhammed (a.s) lar arasında gelen ve sayısının sadece Allah (c.c) nin bildiği bütün seçilmiş insanlar, bu seçilmişliklerini Allah (c.c) den aldıkları vahiy ile belgelemişlerdir. 

Allah (c.c) den böyle bir belge ile görev alan bu seçilmişler kavimlerine giderek , almış oldukları vahyi ağızları ile iletmeleri onların "Kitap" almış olduklarını gösterir. Çünkü o Resullerin ağızlarından dökülen kelimelerin bir araya getirdiği cümleler, almış oldukları vahyin aktarılmasından başka bir şey değildir. Bu anlamda "Kendisine kitap verilmeyen elçi" diye bir şey asla olamaz. 

Bütün bunlardan sonra, "Nebi Resul" payesini alan insanlar , yeryüzünde Allah (c.c) nin mesajını insanlara iletmekle görevli olan kişiler olup , onların üstlendikleri bu görev, YER YÜZÜNDE ALLAH (C.C) ADINA KONUŞMAKTIR. Muhammed (a.s) a inen ilk ayetler olan Alak suresindeki "Oku seni yaratan rabbinin adı ile" emri, ona Allah (c.c) adına konuşma görevinin verildiğini beyan etmektedir.


Muhammed (a.s) "Nebi resul" zincirinin son halkası olup, ondan sonra hiç kimse Allah (c.c) adına okuma yetkisine sahip olMAyacaktır. Ahzab suresinin 40. ayetinde "Onun Allah'ın resulu ve nebilerin sonuncusu" olduğunun beyan edilmesi , Nebi ve Resul kelimelerini birbirinden ayıranlar için , nebiliğin bittiği fakat resullüğün devam ettiği gibi bir zanna götürmüştür. Bu düşünce sahipleri, Nebi ve Resullüğün et ile tırnak gibi birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığını bilselerdi böyle bir hataya düşmelerine gerek kalmazdı. 

Nebi ve Resullüğün birbirinden ayrılarak , resullüğün devam ettiğini iddia edenlerin bir kısmı, bu resullüğü kendilerine layık görerek, "Ben de resulüm" diyerek ortalıklarda dolaştıklarını , hatta bu kimselere inanan bir kısım insanın da olduğuna şahit olmaktayız.

Herkesin malumudur ki, bir göreve atanmak isteyenlerin için gerekli belgeleri getirilme zorunluluğu vardır. Bir kimse eğer "Ben resulum" diye bir iddia sahibi ise, bu resullüğünün tasdiki ve ilanı için, elinde kim tarafından resul olarak gönderildi ise, ondan bir belge getirmesi zorunluluğu vardır. 

"Ben Kur'anın resulüyüm" şeklinde bir iddia ile ortaya çıkanlara ise , Kur'anın Muhammed (a.s) ın resullüğünün belgesi olduğunu, eski resulün belgesinin , yeni resul !! için geçerli olamayacağını söyleriz. Çünkü gelen her resul , kendisinin resul olduğuna dair bir belge ile gelip, önceki resulun belgesi ile kavimlerinin karşısına çıkMAmıştır. 

"Kur'an resulü" sadece Muhammed (a.s) için geçerli bir deyimdir, neden mi? 

Bizler Kur'an ayetleri ile ilgili bir yorumda bulunduğumuz zaman bu yorumun doğru veya yanlış olma  ihtimali mevcuttur. Eğer Muhammed (a.s) aldığı vahy ile ilgili bir yanlışta bulunduğu takdirde , vahy bu yanlışı düzeltir , bizlerin böyle vahy almak durumu olmadığı için , bizim yaptığımız yorumlar sadece kendi ilim ve bilgi düzeyimizin sınırları dahilindedir. 

Muhammed (a.s) bu konuda bizlerden ayrıcalıklı bir konuma sahip olarak Allah (c.c) iletişim halinde olduğu için yaptığı yanlışın düzeltilmesi söz konusudur. Muhammed (a.s) dan başka bir kimsenin Allah (c.c) adına konuşma yetkisi bulunmadığı için hiç kimsenin "Ben Kur'anın resulüyüm" diyerek çakma resullük iddiasında bulunmaya hakkı yoktur.

Nebi Resul görevini almış kişiler, yeryüzünde Allah (c.c) adına konuşma yetkisine sahip kimseler olduğu için bu gün böyle bir iddia ile ortaya çıkan kimselere söyleyeceğimiz iki kelime vardır ki o da YALANCI ve İFTİRACI olduklarıdır. Çünkü artık bir beşerin çıkıp Allah (c.c) adına konuşma yetkisi yoktur .

Bu gün artık "Nebi Resul" olmak görevini yüklenen bir kimsenin olmasının veya gelmesinin imkansız olduğunundan sonra , "Nebi Resul" denilen kimselerin yeryüzünde Allah (c.c) adına konuşma yetkileri olduğundan yola çıkarak, son nebi resul olan Muhammed (a.s) a itaatı emreden ayetleri bu gün nasıl okumak gerektiği sorusu cevabını beklemektedir.

Bu konuda herhangi bir cevap verilmediğini söylemek istemediğimizi hatırlatmak isteriz, söylemek istediğimiz ,bu konuda verilen cevapların bazı problemleri beraberinde getirmesi açısından sıkıntılar doğurduğudur şöyle ki;

Kur'an içinde bir çok ayette, "Allah'a ve resulüne itaat edin" şeklinde emir vardır. Bu ayetlerin hayata pratize edilmesi konusunda, Muhammed (a.s) hayatta iken herhangi bir sıkıntı mevcut değildi. 

[004.080] Kim resule itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik.

Nisa s. 80. ayeti, resule itaat etmek demeyi Allah'a itaat etmek ile birleştirmiştir. Resul hayatta olduğu için Allah (c.c) adına konuşan bir kişi olması hasebiyle onun yaşamı dahilinde resulluk görevi ile ilgili vahiy haricindeki sözleri bile itaat edilmesi gereken sözler olarak değerlendirilmekteydi. 

Muhammed (a.s) ın elçilik görevi ile ilgili olan vahiy harici sözlerinde ve fiillerinde herhangi bir hata olduğu takdirde bu hata, devam eden vahiy süreci dahilinde inen ayetler ile düzeltilmekteydi. Tevbe , Enfal ve Abese surelerinde, bu hatalı uygulamaları konusunda elçiyi uyaran ayetler buna örnektir. 


Bu noktada klasik söylem olan "Hadise itaatın farz" olması konusunun Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman ile sınırlı bir söylem ve durum olduğunu onun vefatı sonrasında , onun söylediği rivayet edilen sözlere itaatın böyle bir farziyet taşıması asla söz konusu olamaz.

Problem şimdi resule itaatı emreden ayetlerin nasıl hayata geçeceği konusunda olup, "Ehli Hadis" geleneği , elçiye olması gereken itaatın artık rivayet kitaplarında bulunan ve ona ait olduğu söylenen sözlere olması gerektiğini iddia etmektedir. Ancak burada da şöyle bir sıkıntı ortaya çıkmaktadır;

Rivayet kitaplarındaki "Hadis" denilen sözler eğer bu gün "Resule itaat edin" emrini karşılıyor diyecek olursak , hadis adı verilen sözlerin sahih olup olmadıkları konusunda bir çok ihtilaf olduğu herkesin malumudur. X hadisçisi herhangi bir hadis için sahihtir derken , Y hadisçisi aynı hadis için sahih değildir diyebilmektedir. 

Aynı hadisin, bir hadisçinin gözünde sahih , bir başka hadisçinin gözünde gayri sahih olması , o hadisi sahih kabul edenler tarafından, sahih kabul etmeyenlere karşı, resule itaat etmediği gibi suçlamaları beraberinde getirecektir.

Bu gün elimizde olan hiç bir hadis kitabında Muhammed (a.s) ın söylediği rivayet edilen sözler , onun ağzından çıktığı gibi aynı şekilde mevcut değildir. Bu iddia bizim şahsi düşüncemiz olmayıp , hadis alimlerinin üzerinde ittifak ettikleri bir konudur. Hadis olarak rivayet edilen sözler , rivayet edenin aklında kaldığı kadarı veya anladığının başka bir kişiye aktarılmasından ibarettir. Bu aktarımda eksik , hata , yalan olması muhtemel olup , hadis usulu dairesinde bu ihtimaller bir şekilde çözülmeye çalışılmıştır. 

Hal böyle iken, elimizde bulunan kitaplardaki hadis olarak bilinen sözlere ,Allah (c.c) nin itaatı emrettiğini iddia etmek, Allah ve elçisine yalan ve iftira etmekten başka bir anlam taşımayacak ve Allah (c.c) adına konuşan bir elçinin sözleri , kişisel içtihatların insafına bırakılarak , elçi yerine bu kişiler Allah (c.c) adına konuşturulmuş olacaktır.

Bu iddiamız , resule itaatı emreden ayetlerin ortadan kaldırılması yani neshedilmesi gibi bir düşünceyi ortaya atıyor gibi bir izlenim oluşturabilir , ancak kimsenin ayetleri neshetme gibi bir yetkisi olmadığı için bu ayetler kıyamete kadar okunacak ve hayata pratize edilmeye çalışılacaktır. 

Bu ayetlerin Hayata pratize edilmesi nasıl olacaktır?. 

"Nisa s. 80. ayeti , Allah (c.c) ve elçisine itaati emreden ayetleri anlama klavuzudur" demek yanlış bir ifade olmayacaktır. Çünkü itaat konusu elçi üzerinden Allah (c.c) ye bağlanmıştır. Bu gün elimizde Muhammed (a.s) ağzından çıktığı kesin ve üzerinde herhangi bir ihtilaf olmayan tek bir yazılı metin vardır o da Kur'an metnidir. Elçinin getirdiği bu kitaba itaat, elçiye itaat etmiş sayılmakla birlikte Allah (c.c) ye itaat etmiş olmayı beraberinde getirir.

Geriye, şimdi elimizdeki "Hadis" adı verilen müktesebata, nasıl bir konum yükleyebileceğimiz meselesi kalmaktadır. 

[004.059] Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.

Nisa . 59 ve benzeri ayetlerde , herhangi bir husustaki ihtilafın Allah ve elçisine götürülmesi emredilmektedir. Elçinin sözleri konusundaki ihtilafın , elçinin olmaması nedeniyle (olsa zaten ihtilaf olmazdı) Allah' a götürülmesi gerekmektedir. 

Bu gün elimizde olan hadis müktesebatı içindeki hadis adındaki sözler , eğer Kur'an ayetleri ile bir çelişki arz etmiyorsa , "Bu sözlerin Muhammed (a.s) a ait olma ihtimali yüksektir" diyebiliriz. Kur'an ile uyum arz etse bile "Bu sözü kesin olarak o söylemiştir" şeklinde bir kesin ifade kullanmak doğru değildir.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) adına konuşmak için seçilmiş olan tek yetkili şahıslar olan "Nebi Resul" payesini alan insanlar , Muhammed (a.s) ile son bulmuş ve ondan sonra gelen ve kendisine resullük payesi vermeye kalkan kim olursa olsun , resullüğü kendisinden veya müritlerinden menkul bir sahtekar ,yalancı veya psikiyatrik tedaviye muhtaç bir kimse olarak görülmesi gerekmektedir. 

Son elçinin Allah (c.c) adına konuşan birisi olması nedeniyle yaşarken onun ağzından çıkan sözler sahabe arasında herhangi bir ihtilaf teşkil etmezken , onun vefatından sonra toplanan ve ona ait olduğu iddia edilen sözlerin "Resule itaat" emrinin karşılığı asla olamaz. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.