Kölelik , cariyelik ve çok eşlilik , İslam denildiği zaman bazı kesimlerin ilk aklına gelen kelimeler olup , İslama düşman bir gözle bakanların elinde insan onuruna yakışmayan uygulamalar olduğu gerekçesi ile biz Müslümanlara karşı kullandıkları bir kılıç haline gelmiştir. İslam düşmanlarının bu kelimeleri ortaya atarak saldırması karşısında bir çoğumuz maalesef cevap vermekte zorlanmakta , ve karşı tarafın kendisini haklı zannetmesine sebep olmaktadır.
Bu konuyu ele alma sebebimiz, İslam düşmanlarını ikna etmeye çalışmak gibi kaygıdan ziyade, biz Müslümanların bu konuda nasıl bir yaklaşım ve düşünce içinde olması gerektiğine dair olacaktır.
Bu konuda yapılan ilk yanlış , kölelik , cariyelik ve çok eşliliğin , Kur'anın nazil olması ile hayata ilk defa geçmiş olan Allah (c.c) tarafından hayata geçirilmesi emredilmiş uygulamalar olduğu düşüncesidir. Bu düşünce kesinlikle yanlış olup , bu kurumlar Kur'an öncesi Arap toplumunda yaygın olan, ve sadece Araplara has bir uygulama değil , bir dünya gerçeği olarak bir çok toplum tarafından uygulama alanına sahipti. Araplar da yaşanan dünyanın örf , adet , ve kültüründen etkilenerek, dünya toplumlarının yaptıkları bazı uygulamaları hayatlarında icra etmekte idiler.
Bu nedenle Kur'an , kölelik , cariyelik , ve çok eşliliğin bilindiği ve uygulandığı topluma nazil olmuş bir kitaptır. Bu bilgi , konunun doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için anahtar mahiyetindedir. Maalesef , İslam düşmanları bu konuyu gündeme getirdiklerinde bir çok Müslüman bu noktayı bilmediği için, kendisi dahi tereddüt içine girerek , kafasında istifham oluşabilmektedir.
Köle ve cariyeler ile ilgili ayetlere bakıldığında onların Kur'an öncesi yaşadıkları hayat şartlarının daha çetin olduğu görülecektir. Köle ve cariyeler ile ilgili ayetler alt alta konularak bir bütün halinde okunduğunda , kölelik ve cariyelik kurumunun işlevini sürdürdüğü toplumlarda sahip olmadıkları hakların onlara Kur'an tarafından verildiği de görülecektir.
Bazı suçlarda köle azat edilmesi , kölelerin azat edilmesinin teşvik edilmesi gibi ayetler , kölelerin daha iyi hayat yaşamasına zemin hazırlayan ayetlerdir. Evlilik konusunda müşriklerin yerine mü'min köle ve cariyeler ile evlenilmesinin istenmiş olması da buna örnek olarak verilebilir. Onların özgürlükleri satın alabilmeleri için bazı kolaylıklar tanınmış olmasını , onlara zekattan pay verilmesi gerektiğin beyan edilmesini , onların insanca bir yaşam sürmesi için hazırlanmış olan alt yapı olarak görmek mümkündür. Onların ev halkından bir fert olarak muamele görmesi anlamına gelen örtünme ile ilgili istisnalar bu örneklerdendir.
Bu noktada İslam hukuku tarafından yapılan bazı köle ve cariye düzenlemelerinin , Kur'ana uygun olduğunu söylemek maalesef zordur. Cariyelerin cinselliklerinden faydalanılması için onlarla nikahsız beraberliğin serbest olduğu noktasındaki fetvalar ve görüşler, bu konuda yapılan önemli yanlışlardan birisidir. Kim olursa olsun , bir kimse ile cinsel ilişki kurmanın şartı , önce onunla nikah bağını kurarak hukuki bir zemin oluşturmaktır.
Cariye olması bir kimsenin nikahsız, yani hukuki haklarının çiğnenerek onunla ilişki kurulmasının serbest olduğu anlamına gelmez. Cariyeler ile ilgili ayetlerin hiç birisinde böyle bir serbestiyete izin verilmemiştir. Nikahsız yapılan her türlü cinsel ilişkinin adı "Zina" olup , maalesef böyle bir uygulamanın İslami olduğu zannı da özellikle rivayet merkezli din algısında mevcuttur.
"Bazınız bazınızdansınız" diyerek , onlarla ortak noktamızın insan olmak olduğunu bize hatırlatan Allah (c.c), köle ve cariyeler ile ilgili yaptığı düzenlemeler ile onların da biz gibi insan olduğunu hatırlatarak , ona göre muamele yapılması istemektedir.
Bu noktada, "Kur'an neden direk olarak bu uygulamayı kaldırmadı?" sorusu mutlaka sorularak , cevabı aranacaktır.
İnsanların hayat içindeki alışkanlıklarını bir anda kaldırmak en zor olan şeylerdendir. İnsanlar tarafından uzun seneler boyunda işlevini sürdüren köle ve cariyeliğin bir anda kaldırılması , o toplumda bazı sosyal sıkıntılara yol açması muhtemeldir. İçki yasağının dahi tedrici bir şekilde kaldırılmış olması bunu göstermektedir. Kişiler her ne kadar iman etmiş olsalar dahi , hayat içindeki alışkanlıklarından ve ihtiyaçlarından bir anda kurtulmaları çok zordur. Kur'an bu durumu göz önüne alarak , direk kaldırmak yerine , onların haklarını iyileştirici düzenlemeler getirmiştir.
Bazı kimselerin kölelik ve cariyeliğin Kur'an tarafından kaldırıldığı iddialarına katılmadığımızı burada belirtmek isteriz. Kölelik ve cariyeliğin kaldırılmamış olmasını iddia etmemiz , bugün eğer İslami bir sistem kurulduğunda bu kurumun yeniden hayata geçirilerek işlerlik kazanacağını veya işlerlik kazanması gerektiğini iddia ettiğimiz anlamına da gelmez.
Kölelik ve cariyelik , nasıl zaman içinde bazı toplumsal ihtiyaçların getirdiği bir sonuç olarak hayat alanında işlevlik kazanmış ise , zaman içinde yine toplumsal ihtiyaçların getirdiği sonuçlar ile artık hayat alanında işlevini yitirmiştir. Bugün eğer kendisine KUR'ANI REHBER EDİNEN ( rivayetleri rehber edinen bir devlet sistemi olursa ancak bu kurumu hayata geçirebilir) bir devlet sistemi hayata geçecek olursa , bu devletin kanunlarında kölelik ve cariyelik ile ilgili tek bir düzenleme dahi olmayacaktır , çünkü böyle bir devlet yapılanmasında köle ve cariye adında bir insan sınıfı olmayacaktır.
Örneğin : Kur'anı referans alan bir devlet eğer savaşacak ve bu savaş sonunda düşman taraftan esir alacak olursa , alınan esirlerin köle olarak , savaşa katılan Müslümanların paylaştırılması gibi bir durum artık söz konusu değildir. Yine eskiden beri geçerli olan fidye ve esir mübadelesi ile bu durum hal yoluna gidilecektir. Savaşlarda kadın köle edinilmesine sebep olan durum , geçmişte savaşlara kadınlarında katılmış olmasıdır. Savaşa katılmamış kadınların zaten cariye olarak muamele görmesi zaten mümkün değildir.
Kölelik ve cariyelik konusu üzerinden İslama vurmaya çalışanlar , maalesef bu gerçeklerin farkında olmadıkları için , ellerine büyük bir koz geçirmiş edasıyla Allah (c.c) ile haşa güreş tutmaya çalışmaktadırlar. Allah (c.c) yarattığı kulunu bir başkasının ezmesini ve onun başka bir kulu hegemonya altına almasını önlemek için, sadece kendisinin ilah olarak tanındığı bir sistem önermiş , bütün siyasal , ekonomik ve sosyal yapılanmaların tek ilahın kendisi olarak bilinen bir sistemin merkeze alınarak yapılmasını emretmiştir.
Kölelik ve cariyeliğin artık yaşadığımız dünyada geçerli olamayacağını iddia etmiş olmamız , bazılarına, bizim bu kitabın tarihsel bir kitap olduğunu iddia ettiğimizi düşündürebilir. "Kur'anın bütün ayetleri evrenseldir" şeklinde,bugün karşılığı olmayan romantik bir düşünce içinde olanlar , bu iddianın ayakları yere basmayan bir iddia olduğunu artık bilmelidirler.
Kur'anın , içinde bazı tarihsel yani bugün uygulama alanı bulamayan ayetleri ihtiva eden bir kitap olması , onun tamamen tarihsel bir kitap olduğu anlamına gelmez. Kölelik ve cariyeliğin artık uygulanabilirliğinin olmaması , tarihselci düşünce sahiplerinin eline verdiğimiz bir koz olarak düşünülmemelidir. Kur'an içindeki diğer ayetler ile evrensel hükümler barındırmaya devam eden ve edecek olan bir kitaptır.
Kölelik ve cariyeliği bu şekilde özetlemeye çalıştıktan sonra , İslam denildiği zaman bazılarının "4 karı alacağız" diyerek alaya aldığı, çok eşlilik meselesine kısaca değinmeye çalışalım.
Çok eşlilik konusu da aynı şekilde daha önceden uygulama alanına sahip bir kurum olarak Arap toplumunda yaygındır. Yani Allah (c.c) Kur'an öncesi Arap toplumunda bir adam bir kadın ile evli iken "Bir kadın az siz 4 kadınla evlenebilirsiniz" şeklinde bir emir indirerek evlilikleri bir taneden 4 taneye kadar çıkmasını istememiştir.
Çok evlilik konusu da köle ve cariyelik konusu gibi insan ihtiyaçlarının getirdiği sosyal, ekonomik ve kültürel konularla iç içe olan bir konudur. İslam dini, bir erkeğin sadece cinsel ihtiyaçlarını merkeze alarak, onların 4 kadın ile evlenilmesine izin veren bir kural vaz etmemiştir. Tersine, yetim kalarak kendisine kalan miras kalan bir kızın malının, onunla evlenmek sureti ile gasp edilmek istenilmesine kapıyı kapatan bir emir vaz etmiştir.
Kadınların ekonomik ve sosyal olarak erkeklerin gerisinde kaldığı ve onlar tarafından himaye ve bakıma muhtaç olduğu toplumlarda, onların himaye edilmesini ve bakımlarını sağlayan kurallardan bir tanesi, onların "Muhsan" hale gelmesi , yani bir başkası tarafından koruma altına alınması ile sağlanmaktadır. Bir erkeğin koruması altına giren kadın, ekonomik ve sosyal açıdan güvence altına girmiş ve dışarıdan gelebilecek bazı saldırılara karşı kendisini korumuş olacaktır.
Zinayı yasaklayan Allah (c.c) bu yolun açılmasına sebep olacak bazı yolları da mutlaka kapacaktır. Özellikle savaşlar nedeniyle kadın ve erkek nüfus dengesinin bozularak , erkeklerin az kadınların çok nüfusa sahip olmaları , bazı sosyal dengesizlikleri de beraberinde getirecektir. Zina sadece Kur'an ile yasaklanmış bir fiil değil , bütün toplumlar tarafından hoş görülmeyen bir fiil olması itibarı ile , her toplum zinanın yayılmasını önleyici bazı tedbirler alınmasını zorunlu görmüştür. Erkek nüfusunun az ,kadın nüfusunun çok olması ile meydana gelen sosyal dengesizlik , zinanın yaygın hale gelmesini önlemek amacı ile erkeklerin birden fazla kadınla evlenebilmesi yolunu açmıştır.
Yani olayı sadece İslam dininin 4 kadına müsaade etmesi şeklinde değil , çok eşliliğin daha önceleri toplumların ihtiyaçları sebebi ile hayat alanında işlevini koruduğu , bilindiği ve uygulandığı açısından değerlendirerek , Kur'anın hangi saiklerle bu yolu önerdiğini düşünmek gerekmektedir.
Nisa suresi ilk ayetlerini ve Kur'andaki yetim malları ve onların hakları ile ilgili diğer ayetleri salim bir kafa ile okuyanlar, olayın sadece cinsel boyutlu değil , daha çok sosyal ve ekonomik boyutlu olduğunu göreceklerdir. Çok eşliliğe izin veren Nisa s. 3. ayeti aslında direk böyle bir izin olarak değil , yetimlerin haklarının evlenme yolu ile gasp edilmesini önleyen bir ayet olarak okunması gerekmektedir.
Yetim kızlarla onların malını yemek için evlenmek yerine, başka kadınlarla , zaten sayı olarak bilinen ve geçerli olan bir yöntem olarak 2 şer - 3 er - 4 er tane o kadınlardan evlenin denilmektedir. Aynı surenin bir başka ayetinde ise , birden fazla evlilik yapanların eşler arasında adaleti sağlamakta zorlanacakları belirtilerek , bir eşe fazla ilgi gösterilerek , diğer eşin askıda bırakılmaması öğütlenmektedir.
Bugün çok eşlilik sisteminin amacı dışına çıkarılarak , bazı Müslümanlar tarafından "kılıfına uydurulmuş zina" şeklinde hayata geçirilmiş olması , Kur'anın değil Müslümanların ayıbıdır. Bugün bazı Müslümanlar tarafından yapılan çok eşlilik uygulaması , sadece cinsel istekleri tatmin amacına dayalı bir uygulamadır. Yanlış uygulamalar hiç bir zaman delil olarak kullanılarak , İslam aleyhine alay malzemesi yapılamaz.
Yanlış uygulamaları bizim karşımıza delil olarak sunanlara karşı "İslamda çok evlilik yoktur" şeklinde bir antitez ortaya koymanın da doğru bir yöntem olmadığını hatırlatmak isteriz. Çok evliliği zaten İslam önermemiş , bazı gerekli durumlarda bilinen ve uygulanan bu yolu kapatmamış açık tutmuştur. Bu yolun açık olmasından yararlanarak , cinsel ihtiyaçlarını tatmin yönünde kullananlara karşı böyle bir yol yok demekte doğru değildir.
Bugün eğer çok eşlilik uygulaması hayata geçirilecekse , olay sadece cinsel boyutlu değil , sosyal ve ekonomik şartların gerektirip gerektirmediği noktasında bakılmalıdır. Örneğin kadın ve erkek nüfusunun eşit olduğu bir zaman ve mekanda , erkeklerin bazılarının birden fazla kadınla evlenmesi sosyal dengesizlik doğuracaktır. Bu durum ise sosyal dengenin korunmasına yönelik bir uygulamanın , sosyal dengesizlik doğurmasına yol açacaktır.
Sonuç olarak : Kölelik , cariyelik ve çok eşlilik konusu İslam denildiğinde akla gelen ve yanlış anlamalara sebep olan konulardan birisidir. Bu kurumlar , asla daha önce kimse tarafından bilinmeyen , uygulanmayan kurumlar değil , Arap ve Arap olmayan toplumlar tarafından hayat içinde uygulama alanı mevcut olan kurumlardandır.
Kölelik ve cariyelik artık bugün hayat alanında çıkmış ve tekrar uygulama alanı bulması mümkün olmayan kurumlardandır. Uygulama alanı bulduğu zamanlarda , Kur'anın bu kurum ile ilgili bazı hükümler vaz etmiş olması , onun evrensel bir kitap olmasına gölge düşürerek , tarihsel bir kitap olduğu anlamına da gelmez.
Çok eşlilik , aynen kölelik ve cariyelik gibi Arap ve Arap olmayan toplumlarda uygulama alanı bulan bir kurumdur. Kur'an bu kurumu cinsel açıdan değerlendirmemiş , yetimlerin sosyal ve ekonomik bakımdan mağdur edilmemesine yönelik bir amaca binaen yeniden hatırlatmıştır. Çok evlilik sadece yetim malları ile ilgili değil , hayatın getirmiş olduğu bazı sosyal ve ekonomik ve kişisel zorunluluklar karşısında da istismar edilmemek kaydıyla uygulanabilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
17 Ekim 2016 Pazartesi
15 Ekim 2016 Cumartesi
Nisa s. 97-100. Ayetleri : Melekler İnsan ile Konuşur mu?
Kur'anın muhataplarına vermek istediği mesajı iletme yollarından birisi , karşılıklı konuşma üslubudur. Bu tür üslubu, Kur'anın bazı yerlerinde görmekteyiz. Bu tür ayetleri okuduğumuzda konuşmanın sadece kendisine odaklandığımız zaman , "Bu iş nasıl olur" şeklinde sorular kafamıza takılacaktır. Bu sorunun cevabının aranması yerine, " Bu konuşma üzerinden bize nasıl bir mesaj verilmek isteniyor?" sorusunun cevabının aranmaya çalışılması, daha doğru bir yöntem olacaktır.
Söylemek istediklerimizi , Nisa s. 97. ve 100. ayetler arasında hicret konulu ayetleri örnek vererek somut bir şekilde anlatmaya çalışalım.
[004.097] Melekler; nefislerine zulmedenlerin canlarını aldıkları zaman: Ne yapıyordunuz? deyince; biz yeryüzünde müstaz'af kimselerdik, diyecekler. Melekler de: Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz? diyecekler. Onların varacakları yer, cehennemdir. Dönülecek yer olarak ne kötüdür orası.
Ayete baktığımızda , ölmek üzere olan bir kimse ile meleklerin arasında geçen bir konuşma görmekteyiz. Melekler bu kimseye , "Neden hicret etmediğini" sormakta , ölmek üzere olan kimse ise , neden hicret etmediğinin mazeretini söylemektedir.
Okuyucu, eğer bu konuşmanın nasıl meydana geldiğine takılacak olursa , bu konuşma üzerinden verilmek istenilen mesaj buhar olup uçacaktır. Bir insanın melekle karşılıklı bir şekilde konuşması gerçekte mümkün değildir . Sıradan bir beşerin melekle konuşması şöyle dursun , nebi resuller bile melekle karşılıklı bir şekilde konuşmamıştır. Elçiler sadece kendilerine bir şekilde ilka edilen vahyi alıp muhataplarına bildirmişler, bunun dışında karşısında ontolojik bir varlık olarak melekle oturup sohbet etmemişlerdir.
Bu konuşmalarda bize düşen taraf, konuşmanın nasıl ve ne şekilde cereyan ettiğinden ziyade , bu konuşma ile muhataplara nasıl bir mesaj istenilmiş olabileceği sorusunun cevabının aranması olmalıdır.
Bu sorunun cevabı için ilgili ayetin dahil olduğu bağlamı dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz.
[004.098] Ancak erkek, kadın ve çocuklardan çaresiz kalarak bir yol bulamayan müstaz'aflar müstesnadır.
[004.099] Umulur ki Allah bunları affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır.
[004.100] Kim Allah yolunda hicret ederse, yer yüzünde çok yer de bulur, genişlik de bulur. Ve kim Allah'a ve peygambere hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki onun mükafatı Allah'a aittir, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
Dikkat edilirse, ayetlerin bağlamı hicret etmek ile ilgilidir. Hicret etmesi gerektiği halde , dünyevi kaygılarla hicret etmeyen kimsenin durumu , her şeyin sona erdiği ve kimsenin artık geriye dönüpte , dünya hayatında yapması gerektiği halde yapmadığı bazı şeyleri yeniden yapabilmesi için çok geç bir vakit olan ölüm anındaki durumu gözler önüne serilerek , kişinin düştüğü çaresiz durum, konuşma tasviri içinde görselleştirilerek anlatılmaktadır.
Yaşadığı hayat içinde iman ettiğini iddia ederek , bu imanın gereklerini yaşadığı belde içinde yerine getiremeyen kimseler , imanlarının gereğini yerine getirebilecekleri beldelere hicret etmek zorundadırlar. Bu durumu Mekkeli Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır.
Mekke'deki baskılara dayanamayarak , Medine'ye hicret eden Muhammed (a.s) , bu şehirde vahyin hayata geçirilmesi noktasında bir zemin oluşturmuş , ve bu oluşuma Müslüman olupta katılım göstermeyenlerin yanlış yaptığı , dünyevi kaygılar güderek hicret etmeyen Mekke'li Müslümanlarında hicret etmesi emredilmektedir. Bu emir Enfal suresinde şu şekilde beyan edilmektedir.
[008.072] Doğrusu inanıp hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirinin dostudurlar. İnanıp hicret etmeyenlerle, hicret edene kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz gerekir. Allah işlediklerinizi görür.
Hicret , malı , mülkü ,serveti , eşi ,dostu , çoluk çocuğu terk etmeye göze almak demektir. İman iddiasında olan bir kimse her zaman için , dünya sevgisi ile ahiret sevgisi arasında tercih yapmak zorunda kalacaktır. Hicret etmesi gerektiği halde dünya sevgisini terk edemeyenlerin düşecekleri durum işte Nisa s. 97. ayetinde anlatılmaktadır. Bizlere bu ayette zımnen , "yaşadığınız hayat içinde yapmanız gerektiği halde yapmadığınız şeyleri ölüm anı geldiğinde yapmak isterseniz vakit artık çok geç olacaktır, yol yakınken ayağınız denk alın" denilmektedir.
Bu ikazı sadece hicret konusu ile sınırlamayarak, daha geniş bir biçimde düşünmekte mümkündür. Müslüman olarak imanımız gereği yapmamız gereken her ne varsa , meşru bir mazeret durumu hariç , eğer gücümüz yettiği halde yapmıyorsak , ölüm anı geldiği zaman geri dönerek bunları yapmamız asla mümkün değildir. bundan dolayı , şu anda yaşadığımız hayat içindeki fırsatları iyi değerlendirerek , imanımız gereği olan şeyleri , yarın "ah vah" etmemek için şimdiden yapmaya gayret etmek en doğru davranış olacaktır.
[023.099-100] Onlardan birine ölüm geldiği vakit der ki: Rabbım, beni geri döndür.«Ki, geride bıraktığım (dünya) da salih amellerde bulunayım.» Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip-kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır.
Yazımızın amacının meleklerin varlığını tartışmak olmadığı göz önünde tutulmalıdır. Bu yazıyı okuyanların , amacımızın meleklerin varlığı yokluğu konusunda bir tartışma zemini yaratmak olmadığını bilmelidir. Meleklerin varlığı veya yokluğu konusunda tartışma yapmak yerine , Kur'anın melekler ile vermek istediği mesajın anlaşılmasına yönelik çalışmalar yapmanın daha doğru bir yöntem olacağını hatırlatmak isteriz.
Sonuç olarak : Kur'an muhataplarına vermek istediği mesajı, bazı edebi dil üsluplarını kullanarak vermektedir. Nisa s. 97. ayetinde ölmek üzere olan bir kimse ile meleklerin konuşması tasvir edilmektedir. Okuyucu eğer , bu konuşmanın nasıllığı üzerinde kafa yorarak ayeti anlamaya çalıştığında , bu nasıllığın cevabını vermek mümkün olmayacaktır. Okuyucu eğer , bu konuşmalar üzerinden muhataplara bir mesaj verilmek istenilmiş olabileceğinden yola çıkarak ilgili ayetleri okuduğunda, ayeti anlaması kolaylaşacak , konuşmanın nasıllığı üzerinde kafa yormanın da gereksiz olduğunu anlayacaktır.
Ayet , dünya hayatında imanının gereği olan şeyleri bazı dünyevi kaygıları öne çıkararak yapmayarak , ölüm anına gelen kimselerin durumunu tasvir etmekte , "sizde böyle duruma düşmeyin" mesajı vermektedir. Kur'anda başka yerlerde de geçen bu tür konuşmaların içeriği, muhataba mesaj içermesi bakımından okunduğu zaman anlamak daha da kolaylaşacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Söylemek istediklerimizi , Nisa s. 97. ve 100. ayetler arasında hicret konulu ayetleri örnek vererek somut bir şekilde anlatmaya çalışalım.
[004.097] Melekler; nefislerine zulmedenlerin canlarını aldıkları zaman: Ne yapıyordunuz? deyince; biz yeryüzünde müstaz'af kimselerdik, diyecekler. Melekler de: Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz? diyecekler. Onların varacakları yer, cehennemdir. Dönülecek yer olarak ne kötüdür orası.
Ayete baktığımızda , ölmek üzere olan bir kimse ile meleklerin arasında geçen bir konuşma görmekteyiz. Melekler bu kimseye , "Neden hicret etmediğini" sormakta , ölmek üzere olan kimse ise , neden hicret etmediğinin mazeretini söylemektedir.
Okuyucu, eğer bu konuşmanın nasıl meydana geldiğine takılacak olursa , bu konuşma üzerinden verilmek istenilen mesaj buhar olup uçacaktır. Bir insanın melekle karşılıklı bir şekilde konuşması gerçekte mümkün değildir . Sıradan bir beşerin melekle konuşması şöyle dursun , nebi resuller bile melekle karşılıklı bir şekilde konuşmamıştır. Elçiler sadece kendilerine bir şekilde ilka edilen vahyi alıp muhataplarına bildirmişler, bunun dışında karşısında ontolojik bir varlık olarak melekle oturup sohbet etmemişlerdir.
Bu konuşmalarda bize düşen taraf, konuşmanın nasıl ve ne şekilde cereyan ettiğinden ziyade , bu konuşma ile muhataplara nasıl bir mesaj istenilmiş olabileceği sorusunun cevabının aranması olmalıdır.
Bu sorunun cevabı için ilgili ayetin dahil olduğu bağlamı dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz.
[004.098] Ancak erkek, kadın ve çocuklardan çaresiz kalarak bir yol bulamayan müstaz'aflar müstesnadır.
[004.099] Umulur ki Allah bunları affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır.
[004.100] Kim Allah yolunda hicret ederse, yer yüzünde çok yer de bulur, genişlik de bulur. Ve kim Allah'a ve peygambere hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki onun mükafatı Allah'a aittir, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
Dikkat edilirse, ayetlerin bağlamı hicret etmek ile ilgilidir. Hicret etmesi gerektiği halde , dünyevi kaygılarla hicret etmeyen kimsenin durumu , her şeyin sona erdiği ve kimsenin artık geriye dönüpte , dünya hayatında yapması gerektiği halde yapmadığı bazı şeyleri yeniden yapabilmesi için çok geç bir vakit olan ölüm anındaki durumu gözler önüne serilerek , kişinin düştüğü çaresiz durum, konuşma tasviri içinde görselleştirilerek anlatılmaktadır.
Yaşadığı hayat içinde iman ettiğini iddia ederek , bu imanın gereklerini yaşadığı belde içinde yerine getiremeyen kimseler , imanlarının gereğini yerine getirebilecekleri beldelere hicret etmek zorundadırlar. Bu durumu Mekkeli Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır.
Mekke'deki baskılara dayanamayarak , Medine'ye hicret eden Muhammed (a.s) , bu şehirde vahyin hayata geçirilmesi noktasında bir zemin oluşturmuş , ve bu oluşuma Müslüman olupta katılım göstermeyenlerin yanlış yaptığı , dünyevi kaygılar güderek hicret etmeyen Mekke'li Müslümanlarında hicret etmesi emredilmektedir. Bu emir Enfal suresinde şu şekilde beyan edilmektedir.
[008.072] Doğrusu inanıp hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirinin dostudurlar. İnanıp hicret etmeyenlerle, hicret edene kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz gerekir. Allah işlediklerinizi görür.
Hicret , malı , mülkü ,serveti , eşi ,dostu , çoluk çocuğu terk etmeye göze almak demektir. İman iddiasında olan bir kimse her zaman için , dünya sevgisi ile ahiret sevgisi arasında tercih yapmak zorunda kalacaktır. Hicret etmesi gerektiği halde dünya sevgisini terk edemeyenlerin düşecekleri durum işte Nisa s. 97. ayetinde anlatılmaktadır. Bizlere bu ayette zımnen , "yaşadığınız hayat içinde yapmanız gerektiği halde yapmadığınız şeyleri ölüm anı geldiğinde yapmak isterseniz vakit artık çok geç olacaktır, yol yakınken ayağınız denk alın" denilmektedir.
Bu ikazı sadece hicret konusu ile sınırlamayarak, daha geniş bir biçimde düşünmekte mümkündür. Müslüman olarak imanımız gereği yapmamız gereken her ne varsa , meşru bir mazeret durumu hariç , eğer gücümüz yettiği halde yapmıyorsak , ölüm anı geldiği zaman geri dönerek bunları yapmamız asla mümkün değildir. bundan dolayı , şu anda yaşadığımız hayat içindeki fırsatları iyi değerlendirerek , imanımız gereği olan şeyleri , yarın "ah vah" etmemek için şimdiden yapmaya gayret etmek en doğru davranış olacaktır.
[023.099-100] Onlardan birine ölüm geldiği vakit der ki: Rabbım, beni geri döndür.«Ki, geride bıraktığım (dünya) da salih amellerde bulunayım.» Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip-kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır.
Yazımızın amacının meleklerin varlığını tartışmak olmadığı göz önünde tutulmalıdır. Bu yazıyı okuyanların , amacımızın meleklerin varlığı yokluğu konusunda bir tartışma zemini yaratmak olmadığını bilmelidir. Meleklerin varlığı veya yokluğu konusunda tartışma yapmak yerine , Kur'anın melekler ile vermek istediği mesajın anlaşılmasına yönelik çalışmalar yapmanın daha doğru bir yöntem olacağını hatırlatmak isteriz.
Sonuç olarak : Kur'an muhataplarına vermek istediği mesajı, bazı edebi dil üsluplarını kullanarak vermektedir. Nisa s. 97. ayetinde ölmek üzere olan bir kimse ile meleklerin konuşması tasvir edilmektedir. Okuyucu eğer , bu konuşmanın nasıllığı üzerinde kafa yorarak ayeti anlamaya çalıştığında , bu nasıllığın cevabını vermek mümkün olmayacaktır. Okuyucu eğer , bu konuşmalar üzerinden muhataplara bir mesaj verilmek istenilmiş olabileceğinden yola çıkarak ilgili ayetleri okuduğunda, ayeti anlaması kolaylaşacak , konuşmanın nasıllığı üzerinde kafa yormanın da gereksiz olduğunu anlayacaktır.
Ayet , dünya hayatında imanının gereği olan şeyleri bazı dünyevi kaygıları öne çıkararak yapmayarak , ölüm anına gelen kimselerin durumunu tasvir etmekte , "sizde böyle duruma düşmeyin" mesajı vermektedir. Kur'anda başka yerlerde de geçen bu tür konuşmaların içeriği, muhataba mesaj içermesi bakımından okunduğu zaman anlamak daha da kolaylaşacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
14 Ekim 2016 Cuma
Nisa s. 51-52. Ayetleri : Cibt ve Tağut'a İman Etmenin Müslüman Cenahtaki Yansıması
İsrailoğulları ile ilgili bir bahis açıldığında, bir çoğumuzun aklına ilk gelen şey, onların lanetli bir kavim olduklarıdır. Yine bir çoğumuz, onların neden lanete uğradıkları konusunda herhangi bir düşünce içine girmeden , lanete uğramanın sadece o kavme has bir durum olduğu zannı içinde onlarla ilgili ayetleri okumaktayız.
Halbuki onlar ile ilgili bu ayetler , lanete uğramanın evrensel yasaları olarak okunmuş olsaydı , lanete uğramanın belirli bir kavme has bir olay değil , evrensel bir yasa olduğu bilinir , ve onlar ile ilgili ayetler , lanetin hangi şartlarda hak edildiği noktasında bilgiler olarak okunur , ve lanete uğramamaya çalışmak bizlerin hayatında da uygulama alanı bulabilirdi.
[004.051] Kendilerine kitabtan bir nasip verilmiş olanların cibt ve tağut'a inanıp, küfredenlere: Bunlar mü'minlerden daha doğru yoldadırlar, dediklerini görmedin mi?.
[004.052] İşte bunlar Allah'ın kendilerini lanetlediğidir. Allah'ın kendisini lanetlediğine hiç bir yardımcı bulamazsın.
Yukarıdaki ayetler , "Cibt" ve "Tağut" olarak ifade edilen kelimelerin anlam alanları dahiline giren her ne ise, ona iman ederek bu yolun, iman etmekten daha doğru bir yol olduğunu iddia edenlerin Allah'ın lanetine uğradıklarını beyan etmektedir.
Bu yazımızda , Cibt ve Tağut kavramlarının bizlerin hayatında ne ifade edebileceği , biz Müslümanların bu kavram alanı içine giren düşünce ve davranışlarının ne olabileceği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Cibt , " Gerçeği kabul etmeyen , küfrün ve kötülüğün temsilcisi" anlamında , Tağut ise , Haddi aşmak anlamındaki "Tağa" kelimesinden türemiş olup , " Allah'ın koyduğu ölçüler ve kurallar dışında ona zıt ölçü ve kurallar koyan her türlü kişi , kurum , kuruluş , düşünce" anlamındadır.
[016.036] Andolsun, biz her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının» (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.
"Tağuta kulluk etmek" şeklindeki yaşantı sadece kitap ehline mensup olanlara has bir durum değil , bugün işlevini biz Müslümanlar üzerinde sürdüren bir durumdur. Ne var ki bir çok Müslüman böyle bir durum içinde olduğundan habersiz bir hayat yaşayarak , kendi bulunduğu yolun doğru olduğunu düşünerek , tersini iddia edenlere karşı çıkmaktadırlar.
Tağuta kulluk etmek , Müslüman yaşantısında nasıl gerçekleşir ?.
Bu gerçekleşme , 1- Dini düşünce ve itikat bazında , 2- Ülke içindeki gayri İslami yönetim sistemine razı olarak onu desteklemek, şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Tağuta kulluk etmenin dini düşünce içinde zuhur etmesi , inanç kurallarını Allah (c.c) nin kitabı olan Kur'anın değil , Kur'ana aykırı rivayetlerin ve bazı kimselerin belirlemesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kur'anın her konuda hakem kitap olarak tayin edilmesi terk edilerek , başka hakem kişi ve kitapların ortaya çıkması "Tağut" kavramı ile yakından ilintilidir.
Bugün halk arasında dini inanç , kural , bilgi ve yaşantı olarak yaygın olan durum bilindiği üzere , Kur'an tarafından vaz edilen bilgi ve kurallar değil , rivayet merkezli bir anlayışın sonucu, kişilerin ve bazı kitapların öne çıkarılması ile oluşturulmuş olan bir din algısıdır. Bu algıda kişiler öyle bir mertebeye çıkarılmıştır ki , Allah (c.c) gibi görürler , bilirler , haber alırlar ve onun gibi din belirlerler, İşte kulların yapmış olduğu bu işin adı haddi aşmak yani tuğyan , bu kimselerin ortak ismi ise tağuttur.
Allah (c.c) nin tekelinde bulunan ve kimseye vermediği din belirleme yetkisi , onun elinden alınarak önce elçisine , sonrada din alimi olarak bilinen bazı kimselere verilerek dini düşünce ve inançta bunların belirleyici olması, bu kimselerin tağutlaşmasına yol açmaktadır. Bugün "Kur'an dinde belirleyici kitap olmalıdır" sözünü duyduklarında, bazı kişi ve kitapları Kur'ana denk tutanların saçlarının diken diken olmasına sebep olan durum, işte din adına belirleyici konumuna gelmiş olan tağutların saltanatının yıkılma endişesidir.
Bu tağutlar ve yandaşları ,oluşturdukları din anlayışını eleştirerek , onların yanlışlıklarını Kur'an merkezli bir söylem etrafında dile getirenlere ise "Sapık" yaftası takarak , kendilerinin daha doğru yolda olduklarını iddia etmektedirler.
Haddi aşmak (tuğyan) , tağutlaşmak şeklindeki durum , toplumların yönetilmesi için gerekli olan kuralların belirlenmesi noktasında da kendisini göstermektedir. Kur'an içinde olan bazı ayetler , insan ve toplumların ekonomik , sosyal ve hukuki yaşantılarına yön vermesi gereken ayetlerdendir . Bu ayetlerin toplum yaşantısının düzenlemesinde devre dışı bırakılarak , onun emrine zıt düzenlemelerin getirilmesi, yönetimde tuğyanı ve tağutlaşmayı ortaya çıkarmaktadır.
Konuyu yaşadığımız ülke dahilinde düşündüğümüzde , şu anda bu topraklarda yaşayan insanların tabi olduğu sosyal , ekonomik ve hukuki kanunların belirlenme kriteri bilindiği üzere Kur'an değildir. Yaşadığımız sistem laik , demokratik , kemalist bir sistem olarak tanıtılmakta, halk bu kurallar üzerine bina edilmiş kanunlar ile yönetilmektedir.
"Hakimiyet Milletindir" sloganı ile ülke içinde yaşayan insanlar , başka insanlar tarafından belirlenmiş Kur'an ile zıtlık arz eden kanunlar doğrultusunda bir yönetim sistemine tabi tutulmaktadırlar. Yaşadığımız bu durumun adı , tuğyan ve tağutlaşmak , içinde bulunduğumuz yönetim sistemi ise "Tağuti yönetim" olmaktan başka bir şey değildir.
İşin daha vahimi ise , bu durumun bir çok Müslüman tarafından fark edilememiş olmasıdır. Başka bir vehamet ise , daha önceleri yaşadığımız sistemi tağuti olarak adlandırarak eleştirenlerin bir kısmının , şu anda iktidardaki siyasi partinin bazı söylem ve icraatlarının muhafazakar bir yapı arz etmesi nedeniyle , sistem eleştirisini bir tarafa bırakmışlar , bırakmaları ile kalmamış sisteme destek olmaya dahi başlamışlardır.
Kurulduğundan bu yana, sistemin bel kemiği olan laik , demokratik , kemalist esaslar, aynen kendisini muhafaza etmesine rağmen , bir kaç yıldır iktidarda bulunan siyasi partideki bazı kimselerin namazlı abdestli insanlar olması , sisteme karşı bir yumuşamayı ve onu kabullenmeyi beraberinde getirmiş , hatta bu sistemi sahiplenmek, dini bir vecibe olarak görülmeye dahi başlanmıştır.
Dün, sistem tarafından helal olarak görülen, fakat Allah (c.c) nin haram olarak bildirdiği faiz , içki , zina , kumar v.s gibi bazı fiiller sistem tarafından helal sayılma durumunu aynen korumakta, hatta eskisinden daha canlı ve etkin bir vaziyette toplum hayatında fonksiyonunu icra etmektedir. Allah (c.c) tarafından haram kılınmış faizli bir ekonomiyi savunan bu insanlar , vermiş oldukları faizli kredilerin artmış olmasını "Allah bereketini artırsın" demek sureti ile dini bir kılıf dahi giydirebilmekte , bu gibi söylemlerden destek alan bazı kimseler ise , haramın helal yapılması karşısında alkış tutmaktadırlar.
Müslüman olarak yaşadığımız sisteme bakış açımız , şu anda bu sistemi yönetenlerin kimliğine , namazına abdestine göre şekillenmemeli , bu kimselerin kanun vaz ederken , hangi kuralları baz aldığına göre şekillenmelidir. Muhafazakar kimliğe sahip olan insanların , yapmış oldukları yanlışları dini argümanlar ile süsleyerek meşru gösterme çabaları , seçmen tabakasının gözünden kaçmakta ve yöneticilerin ağızlarından çıkan Allah - Kur'an - Peygamber v.s gibi sözler onları galeyana getirerek , istedikleri Müslüman yönetici portresinin artık oluştuğunu zannederek , sistemi sahiplenmektedirler.
Bu sahiplenme işinin din alimi ayağı ayrı bir sıkıntı kaynağıdır. Düşünce , fikir eylem ve söylemleri insanları doğru yola sevk etmek olması gereken ve bir çok kimsenin düşüncesine değer vererek arkalarından gittiği din alimlerinin bu noktada sorumluluğu iki kat artmaktadır.
Kur'an ile bağlarının daha sıkı olması gereken bu kimseler , halkı her türlü yanlışa karşı uyarması gerekirken , ellerinde bulundurdukları fırsatları , mevcut iktidarı dini açıdan meşru hale getirmek için kullanmaları,onlarında bir şekilde tağut hale gelmeleri anlamına gelecektir.
Tağut kavramı , sadece tarikat şeyhleri dediğimiz kişilere has bir kavram değil , Allah (c.c) nin hüküm verdiği bir konuda onun aksine hüküm veren herkesi kapsamaktadır. Bu kavramın kapsama alanına işimize gelen kimseleri almak , işimize gelmeyenleri kapsama alanı dışına atmaya çalışmak şeklindeki bir düşünce tağuta destek olmak demektir.
Tağuta iman etmek sureti ile Allah (c.c) nin lanetine uğramanın dünya hayatındaki yansıması , "Tağuti Sistem" olarak ifade edilen sistemler ile idare edilen toplumların, zaman içinde helak olmasıdır. İçki , Kumar . Faiz , Zina v.s Allah (c.c) tarafından haram kılınan fiillerin kişi ve toplumların hayatlarında yer bulması , zaman içinde bu fiilleri işleyen toplumların helak olmasını beraberinde getirecektir. Kur'an kıssalarını ibretli mesajlar olarak okuyanlar , bu toplumların yapmış oldukları yanlışların hangi zaman diliminde yapılırsa yapılsın , o toplumların helakına sebep olacağını kolaylıklar göreceklerdir.
Tağut ve Şirk kavramları gündeme geldiği zaman , bu kavramların sadece bir yönünde olanlara dikkat çekilerek diğer tarafında olanlara dikkat çekilmediği takdirde , bu kavramlar üzerinden yapılan söylemler , kavramların Kur'ani anlamda ortaya çıkması yönünde değil , bazılarının bazılarını suçlamak için kullandığı kavramlar haline gelecektir.
Sonuç olarak : Tağut , Kur'anın şirk ile bağlantılı kavramlarından olup , Müslüman hayatında pek gündem olmayan kavramları arasındadır. Bu kavramın anlam alanına giren bilgi ve düşünceler , bazılarımızın hayatında yer almazken , bazılarımızın hayatında eksik olarak yer almakta , bu kavrama dahil olması gereken bazı kişi , kurum , ve düşünceler göz ardı edilmektedir.
Tağut kavramı toplumların yönetimleri ile yakından alakalı bir kavram olup , yönetim şekilleri beşer aklının ürünü olarak Allah (c.c) ye isyan etme esasına dayanıyor ise bu sistemlerin adı "Tağuti sistem" dir. Bu sistemin yönetim mekanizmasında isterse namazlı abdestli kimseler olsun , sistemin adı asla değişmeyecektir. Kur'anda anlatılan toplumların helak edilmesinde en önemli etken , onların yönetimlerinin tağuti olmuş olması olup , tarihin hangi zamanında olursa olsun , bu gibi sistemler altında yaşayan insanlar helak olmaya mahkum kalacaklardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Halbuki onlar ile ilgili bu ayetler , lanete uğramanın evrensel yasaları olarak okunmuş olsaydı , lanete uğramanın belirli bir kavme has bir olay değil , evrensel bir yasa olduğu bilinir , ve onlar ile ilgili ayetler , lanetin hangi şartlarda hak edildiği noktasında bilgiler olarak okunur , ve lanete uğramamaya çalışmak bizlerin hayatında da uygulama alanı bulabilirdi.
[004.051] Kendilerine kitabtan bir nasip verilmiş olanların cibt ve tağut'a inanıp, küfredenlere: Bunlar mü'minlerden daha doğru yoldadırlar, dediklerini görmedin mi?.
[004.052] İşte bunlar Allah'ın kendilerini lanetlediğidir. Allah'ın kendisini lanetlediğine hiç bir yardımcı bulamazsın.
Yukarıdaki ayetler , "Cibt" ve "Tağut" olarak ifade edilen kelimelerin anlam alanları dahiline giren her ne ise, ona iman ederek bu yolun, iman etmekten daha doğru bir yol olduğunu iddia edenlerin Allah'ın lanetine uğradıklarını beyan etmektedir.
Bu yazımızda , Cibt ve Tağut kavramlarının bizlerin hayatında ne ifade edebileceği , biz Müslümanların bu kavram alanı içine giren düşünce ve davranışlarının ne olabileceği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Cibt , " Gerçeği kabul etmeyen , küfrün ve kötülüğün temsilcisi" anlamında , Tağut ise , Haddi aşmak anlamındaki "Tağa" kelimesinden türemiş olup , " Allah'ın koyduğu ölçüler ve kurallar dışında ona zıt ölçü ve kurallar koyan her türlü kişi , kurum , kuruluş , düşünce" anlamındadır.
[016.036] Andolsun, biz her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının» (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.
"Tağuta kulluk etmek" şeklindeki yaşantı sadece kitap ehline mensup olanlara has bir durum değil , bugün işlevini biz Müslümanlar üzerinde sürdüren bir durumdur. Ne var ki bir çok Müslüman böyle bir durum içinde olduğundan habersiz bir hayat yaşayarak , kendi bulunduğu yolun doğru olduğunu düşünerek , tersini iddia edenlere karşı çıkmaktadırlar.
Tağuta kulluk etmek , Müslüman yaşantısında nasıl gerçekleşir ?.
Bu gerçekleşme , 1- Dini düşünce ve itikat bazında , 2- Ülke içindeki gayri İslami yönetim sistemine razı olarak onu desteklemek, şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Tağuta kulluk etmenin dini düşünce içinde zuhur etmesi , inanç kurallarını Allah (c.c) nin kitabı olan Kur'anın değil , Kur'ana aykırı rivayetlerin ve bazı kimselerin belirlemesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kur'anın her konuda hakem kitap olarak tayin edilmesi terk edilerek , başka hakem kişi ve kitapların ortaya çıkması "Tağut" kavramı ile yakından ilintilidir.
Bugün halk arasında dini inanç , kural , bilgi ve yaşantı olarak yaygın olan durum bilindiği üzere , Kur'an tarafından vaz edilen bilgi ve kurallar değil , rivayet merkezli bir anlayışın sonucu, kişilerin ve bazı kitapların öne çıkarılması ile oluşturulmuş olan bir din algısıdır. Bu algıda kişiler öyle bir mertebeye çıkarılmıştır ki , Allah (c.c) gibi görürler , bilirler , haber alırlar ve onun gibi din belirlerler, İşte kulların yapmış olduğu bu işin adı haddi aşmak yani tuğyan , bu kimselerin ortak ismi ise tağuttur.
Allah (c.c) nin tekelinde bulunan ve kimseye vermediği din belirleme yetkisi , onun elinden alınarak önce elçisine , sonrada din alimi olarak bilinen bazı kimselere verilerek dini düşünce ve inançta bunların belirleyici olması, bu kimselerin tağutlaşmasına yol açmaktadır. Bugün "Kur'an dinde belirleyici kitap olmalıdır" sözünü duyduklarında, bazı kişi ve kitapları Kur'ana denk tutanların saçlarının diken diken olmasına sebep olan durum, işte din adına belirleyici konumuna gelmiş olan tağutların saltanatının yıkılma endişesidir.
Bu tağutlar ve yandaşları ,oluşturdukları din anlayışını eleştirerek , onların yanlışlıklarını Kur'an merkezli bir söylem etrafında dile getirenlere ise "Sapık" yaftası takarak , kendilerinin daha doğru yolda olduklarını iddia etmektedirler.
Haddi aşmak (tuğyan) , tağutlaşmak şeklindeki durum , toplumların yönetilmesi için gerekli olan kuralların belirlenmesi noktasında da kendisini göstermektedir. Kur'an içinde olan bazı ayetler , insan ve toplumların ekonomik , sosyal ve hukuki yaşantılarına yön vermesi gereken ayetlerdendir . Bu ayetlerin toplum yaşantısının düzenlemesinde devre dışı bırakılarak , onun emrine zıt düzenlemelerin getirilmesi, yönetimde tuğyanı ve tağutlaşmayı ortaya çıkarmaktadır.
Konuyu yaşadığımız ülke dahilinde düşündüğümüzde , şu anda bu topraklarda yaşayan insanların tabi olduğu sosyal , ekonomik ve hukuki kanunların belirlenme kriteri bilindiği üzere Kur'an değildir. Yaşadığımız sistem laik , demokratik , kemalist bir sistem olarak tanıtılmakta, halk bu kurallar üzerine bina edilmiş kanunlar ile yönetilmektedir.
"Hakimiyet Milletindir" sloganı ile ülke içinde yaşayan insanlar , başka insanlar tarafından belirlenmiş Kur'an ile zıtlık arz eden kanunlar doğrultusunda bir yönetim sistemine tabi tutulmaktadırlar. Yaşadığımız bu durumun adı , tuğyan ve tağutlaşmak , içinde bulunduğumuz yönetim sistemi ise "Tağuti yönetim" olmaktan başka bir şey değildir.
İşin daha vahimi ise , bu durumun bir çok Müslüman tarafından fark edilememiş olmasıdır. Başka bir vehamet ise , daha önceleri yaşadığımız sistemi tağuti olarak adlandırarak eleştirenlerin bir kısmının , şu anda iktidardaki siyasi partinin bazı söylem ve icraatlarının muhafazakar bir yapı arz etmesi nedeniyle , sistem eleştirisini bir tarafa bırakmışlar , bırakmaları ile kalmamış sisteme destek olmaya dahi başlamışlardır.
Kurulduğundan bu yana, sistemin bel kemiği olan laik , demokratik , kemalist esaslar, aynen kendisini muhafaza etmesine rağmen , bir kaç yıldır iktidarda bulunan siyasi partideki bazı kimselerin namazlı abdestli insanlar olması , sisteme karşı bir yumuşamayı ve onu kabullenmeyi beraberinde getirmiş , hatta bu sistemi sahiplenmek, dini bir vecibe olarak görülmeye dahi başlanmıştır.
Dün, sistem tarafından helal olarak görülen, fakat Allah (c.c) nin haram olarak bildirdiği faiz , içki , zina , kumar v.s gibi bazı fiiller sistem tarafından helal sayılma durumunu aynen korumakta, hatta eskisinden daha canlı ve etkin bir vaziyette toplum hayatında fonksiyonunu icra etmektedir. Allah (c.c) tarafından haram kılınmış faizli bir ekonomiyi savunan bu insanlar , vermiş oldukları faizli kredilerin artmış olmasını "Allah bereketini artırsın" demek sureti ile dini bir kılıf dahi giydirebilmekte , bu gibi söylemlerden destek alan bazı kimseler ise , haramın helal yapılması karşısında alkış tutmaktadırlar.
Müslüman olarak yaşadığımız sisteme bakış açımız , şu anda bu sistemi yönetenlerin kimliğine , namazına abdestine göre şekillenmemeli , bu kimselerin kanun vaz ederken , hangi kuralları baz aldığına göre şekillenmelidir. Muhafazakar kimliğe sahip olan insanların , yapmış oldukları yanlışları dini argümanlar ile süsleyerek meşru gösterme çabaları , seçmen tabakasının gözünden kaçmakta ve yöneticilerin ağızlarından çıkan Allah - Kur'an - Peygamber v.s gibi sözler onları galeyana getirerek , istedikleri Müslüman yönetici portresinin artık oluştuğunu zannederek , sistemi sahiplenmektedirler.
Bu sahiplenme işinin din alimi ayağı ayrı bir sıkıntı kaynağıdır. Düşünce , fikir eylem ve söylemleri insanları doğru yola sevk etmek olması gereken ve bir çok kimsenin düşüncesine değer vererek arkalarından gittiği din alimlerinin bu noktada sorumluluğu iki kat artmaktadır.
Kur'an ile bağlarının daha sıkı olması gereken bu kimseler , halkı her türlü yanlışa karşı uyarması gerekirken , ellerinde bulundurdukları fırsatları , mevcut iktidarı dini açıdan meşru hale getirmek için kullanmaları,onlarında bir şekilde tağut hale gelmeleri anlamına gelecektir.
Tağut kavramı , sadece tarikat şeyhleri dediğimiz kişilere has bir kavram değil , Allah (c.c) nin hüküm verdiği bir konuda onun aksine hüküm veren herkesi kapsamaktadır. Bu kavramın kapsama alanına işimize gelen kimseleri almak , işimize gelmeyenleri kapsama alanı dışına atmaya çalışmak şeklindeki bir düşünce tağuta destek olmak demektir.
Tağuta iman etmek sureti ile Allah (c.c) nin lanetine uğramanın dünya hayatındaki yansıması , "Tağuti Sistem" olarak ifade edilen sistemler ile idare edilen toplumların, zaman içinde helak olmasıdır. İçki , Kumar . Faiz , Zina v.s Allah (c.c) tarafından haram kılınan fiillerin kişi ve toplumların hayatlarında yer bulması , zaman içinde bu fiilleri işleyen toplumların helak olmasını beraberinde getirecektir. Kur'an kıssalarını ibretli mesajlar olarak okuyanlar , bu toplumların yapmış oldukları yanlışların hangi zaman diliminde yapılırsa yapılsın , o toplumların helakına sebep olacağını kolaylıklar göreceklerdir.
Tağut ve Şirk kavramları gündeme geldiği zaman , bu kavramların sadece bir yönünde olanlara dikkat çekilerek diğer tarafında olanlara dikkat çekilmediği takdirde , bu kavramlar üzerinden yapılan söylemler , kavramların Kur'ani anlamda ortaya çıkması yönünde değil , bazılarının bazılarını suçlamak için kullandığı kavramlar haline gelecektir.
Sonuç olarak : Tağut , Kur'anın şirk ile bağlantılı kavramlarından olup , Müslüman hayatında pek gündem olmayan kavramları arasındadır. Bu kavramın anlam alanına giren bilgi ve düşünceler , bazılarımızın hayatında yer almazken , bazılarımızın hayatında eksik olarak yer almakta , bu kavrama dahil olması gereken bazı kişi , kurum , ve düşünceler göz ardı edilmektedir.
Tağut kavramı toplumların yönetimleri ile yakından alakalı bir kavram olup , yönetim şekilleri beşer aklının ürünü olarak Allah (c.c) ye isyan etme esasına dayanıyor ise bu sistemlerin adı "Tağuti sistem" dir. Bu sistemin yönetim mekanizmasında isterse namazlı abdestli kimseler olsun , sistemin adı asla değişmeyecektir. Kur'anda anlatılan toplumların helak edilmesinde en önemli etken , onların yönetimlerinin tağuti olmuş olması olup , tarihin hangi zamanında olursa olsun , bu gibi sistemler altında yaşayan insanlar helak olmaya mahkum kalacaklardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
13 Ekim 2016 Perşembe
Al-i İmran s. 146-148. Ayetleri : Kafirlere Karşı Yardım İstemenin ve Etmenin Yasası
Kendilerinden güçlü ve zalim olan topluluklara karşı, "Allah'ım kafirler topluluğuna karşı bize yardım et" şeklinde, Allah (c.c) den yardım istemek , ona inanan tüm insanlar tarafından yapılan bir duadır. Allah (c.c) inananların bu isteğin yerine gelmesini bir takım yasalara bağlayarak , yardım etme işinin gerçekleşmesini kullarının çalışması ve gayret etmesi şartına bağlamıştır.
Başlık olarak seçtiğimiz ayetler, Uhud harbi ile ilgili bir bağlam dahilindeki ayetlerdir. Bizler genelde, Muhammed (a.s) ve ashabının yaptığı savaşları, kahramanlık destanları şeklinde bir okumaya tabi tuttuğumuz için , bu savaşların altında yatan asıl saik olan "SÜNNETULLAH" gerçeğini maalesef ötelemekteyiz. Muhammed (a.s) ve ashabı , Allah (c.c) nin kafirlere karşı, onlara yardım etmesinin yolunun "SAVAŞMAK" olduğunu bilerek , bu yardımı hak etmek için savaşmışlardır.
[003.146] Nice nebi vardır ki, yanında çok sayıda rabbe kul olanlar ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar ve boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever.
[003.147] Onların sözleri ancak: «Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı diret, Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et!» demekten ibaretti.
[003.148] Artık Allah Teâlâ da onlara hem dünya nîmetini, hem de ahiret sevabının güzelliğini verdi. Ve Allah Teâlâ muhsin olanları sever.
Bu ayetler bizlere , Allah (c.c) ye dua etmenin nasıl karşılık bulacağını göstermektedir. Dua etmeyi, "Kavli Dua" - "Fiili Dua" olarak düşündüğümüzde , bir topluluğa Allah (c.c) tarafından yardım edilmesinin sadece kavli dua ile değil fiili dua dediğimiz, çalışma ve gayret etmek ile yakından alakası olduğunu görebiliriz.
Savaş , bir çoğumuzun hoşuna giden bir kelime olmasa dahi , bir dünya gerçeği , ve zulme uğrayanların , zulümden kurtulmak için baş vurması gereken çarelerden birisi olarak, Kur'an içinde yer alan bir kavramdır. Bu kavram elbette , mazlumların canlarına ve mallarına kast etmek amacı ile değil , can ve mallarına kast edilmiş olanların , kendilerini koruması amacına yönelik bir araç olarak kullanılması gerekmektedir.
[002.216] Hoşunuza gitmediği halde, savaşı üzerinize farz kılınmıştır. Bir şey hoşunuza gitmediği halde sizin için hayırlı olabilir. Bir şey de hoşunuza gittiği halde sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
[004.075] Size ne oluyor da: «Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lutfet» diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?
Aynı duayı, Bakara suresinde anlatılan evlerinden ve yurtlarından ayrılmak zorunda bırakılan İsrailoğullarının, Talut'un komutası altında bir ordu oluşturarak , Calut'a karşı savaşmalarının anlatıldığı ayetlerde de görmekteyiz.
[002.250] Talut’un beraberindeki müminler ise Câlut ile ordusuna karşı çıkınca dediler ki: «Ya Rabbenâ, üstümüze sabır yağdır, Ayaklarımıza sebat ver ve kâfir topluluğa karşı bizi muzaffer eyle!»
Bu ayette , kafirlere karşı zafer isteyen İsrailoğullarının Sünnetullah gereği olan yasalar dahilinde , yardıma mazhar olmanın gereğine göre hareket ederek, Calut ve ordusuna karşı savaştıklarını görmekteyiz.
Savaş, "Zalim" ve "Mazlum" kavramlarını da beraberinde getirmektedir. Saldırgan taraf genelde , karşı tarafı zayıf gördüğü için , onları yok etmek , maddi ve manevi bakımdan onları sömürmek amacı ile savaşa girmekte , bu durum mazlum olan tarafın haklarını geri almak için savaşmasını meşru ve gerekli hale getirmektedir. Savaşın meşru ve gerekli olduğu zamanlar işte bu zamanlar olup , Kur'anda savaşa getirilen teşvikler de, böyle duruma düşenler içindir. Hiç bir topluluk , diğer bir topluluğu maddi ve manevi olarak sömürmek için savaşa giremez , girdiği takdirde ise bu durum onların zalim bir topluluk olduğunu gösterir.
[002.246] Musa'dan sonra, Benî İsrail'den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir nebiye: «Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım» demişlerdi. «Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?» dedi. «yurtlarımızdan çıkarılmış , çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım?» dediler. Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.
Yukarıdaki ayet, Bakara suresindeki Talut kıssası içinde bulunmakta olup , savaşın meşru olduğu hal, altı çizili olan cümlede anlatılmaktadır. Bu ayetlerin sadece tarihte kalmış bir olayı anlattığı düşüncesi ile okunması , Kur'anı bir masal kitabı haline getirecektir. Bu ayetler bizlere , tarihin hangi zaman diliminde olursa olsun , evlerinden ve yurtlarından çıkarılarak zulme uğrayan insanların evlerine ve yurtlarına nasıl döneceğini öğretmektedir.
Talut kıssasını bu düşünce içinde okuyan Medine'de yaşayan Müslümanlar , sürülmüş oldukları Mekke'ye geri dönüşün savaş ile mümkün olacağını bilerek ,bu haklarını kullanmak için Bedir ve Uhud'da savaşmışlardır. Bedir ve Uhud savaşları "Sünnetullah'ın işleyişi hakkında bizlere önemli bilgiler veren savaşlardır.
[003.140] Eğer size bir yara dokunduysa; şüphesiz o kavme de o kadar yara dokunmuştur. Hem o günleri Biz, insanlar arasında döndürür dururuz. Bu; Allah'ın iman edenleri belirtmesi ve içinizden şahitler edinmesi içindir. Allah, zalimleri sevmez.
[003.141] Bu; Allah'ın iman edenleri seçmesi, kafirleri mahvetmesi içindir.
Yine Uhud savaşı ile ilgili bir bağlama sahip olan bu ayetler bizlere , kafirlerin nasıl mahvolacağını öğretmektedir. Allah kafirleri kendisi gökten melekler indirerek değil, bizim elimiz ile mahvedecektir. Bu değişmez bir yasa yani Sünnetullahtır , kıyamete değin bu yasa böyle işleyecektir. Tevbe suresinin 14. ayeti, bu gerçeğe işaret eden ayetlerden olup , eğer kafirlerin yok olması isteniyor ise bu yok oluş, mazlumların ayağa kalkarak zalimlerle savaşması ve galip gelmesi sonucunda gerçekleşecektir.
[009.014] Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.
Kur'anın Medine'de inen ayetlerini dikkatli okuduğumuzda, ağırlıklı olarak savaş ile ilgili konulu ayetler karşımıza çıkmaktadır. Bu ayetler ashabın kahramanlığını değil , savaşın toplumsal bir yasa gereği hayatın bir gerçeği olduğuna dikkat çekerek , zalimlere karşı koymanın nasıl gerçekleşeceğini bizlere anlatmaktadır.
Bu ayetler , maalesef gerçekçi bir şekilde okunmadığı , Allah (c.c) den nasıl yardım istenilmesi , ve onun nasıl yardım edeceğinin yaşanmış örnekleri olan bu ayetler, masalsı bir biçimde okunduğu için, hayatın gerçekleri ile olan bağı kurulamamış , yardım isteme ve yardıma mazhar olmanın kuralları olarak okunamamış , Allah (c.c) nin bize oturduğumuz yerden yardım edeceği zannedilerek , sadece kavli dua ile yardım talebinde bulunan Müslümanlar hala gökten melek inerek kafirlerin helak edilmesini beklemektedirler.
Allah (c.c) nin yardım yasası , dün nasıl işledi ise , bugün de , yarın da , kıyamete dek aynı şekilde işleyecek , ondan yardım talebinde bulunanlar, yardıma mazhar olmak için, onun koyduğu yasalara tabi olmak zorunda kalacaklardır.
Bugün dünya yüzünde zulme uğrayan insanların , bu zulümden kurtuluş yollarından bir tanesi savaşmak sureti ile bu zulümden kurtulmaya çalışmak olmalıdır. Zulme uğrayan insanlar topluluğundan olan biz Müslümanlar , kafirlerin zulmünden kurtulmanın yolunun dua ile olacağını bilmekte , fakat bu duanın nasıl yapılacağı konusunda yanlışlıklar yapmaktayız.
Yazılarımızı takip edenler , Sünnetullah adı verilen yasaların Kur'anda yaşanmış örnekleri ile kıssa yolu ile anlatıldığını , ve bu anlatımlarda değişmez yasaların öncekiler üzerinde nasıl işlediğinin gösterilerek , sonrakiler içinde aynı şekilde işleyeceğinin bilinmesi ibret alınmasına dair olduğunu okumak üzerine bir yol takip etmeye çalıştığımızı bilmektedirler.
İslam coğrafyasında yaşanan kafir zulmünden çıkış yolunu gösteren kitabın bu rehberliği maalesef okunamamakta , zulümden çıkış yolunu gösteren ayetler , masal veya güzel sesli hafızların okuması ile, göz yaşı içinde dinlenecek bir müzik eseri haline getirilmektedir.
İslam dünyasının içinde bulunduğu bu zelil durumdan kurtuluşun ilk adımı , savaş ile ilgili ayetleri , kahramanlık destanları olarak değil , Sünnetullah yasaları olarak okumak ve o doğrultuda ibret almak ve hayata geçirmeye çalışmak olmalıdır. Zulümden çıkışın yolunun bu şekilde fark edilmiş olması , bu yolun gerekleri için çalışmanın da temelini atacaktır.
Allah (c.c) indinde hiç bir kul ve hiç bir topluluğun özel bir statüsü olmadığı biz Müslümanlar tarafından bilinmedikçe ve yardıma mazhar olmanın gerekleri yerine getirilmedikçe , üzerimizdeki ölü toprağının kalkarak zulümden kurtulmamız mümkün değildir.
Yazımıza konu olarak aldığımız ayetlerin Uhud harbi ile ilgili olduğunu yeniden hatırlayacak olursak , Uhud'daki mağlubiyetin nedenlerinin uzun uzadıya anlatılan ayetleri, sadece o zaman ve mekanda yaşanmışlığı dahilinde okumak , bu ayetler üzerinden verilmek istenilen mesajların ötelenmesi anlamına gelecektir.
Bedir'de yardıma mazhar olan Müslüman ordusu , Uhud'da yardıma mazhar olamamış ve mağlup olmuştur. Onlara mağlubiyeti getiren sebepler uzun uzadıya anlatılarak , onların ve sonraki gelecek olanların bu mağlubiyetin nedenleri üzerinde durarak yapılan hataları tekrarlamamaları istenilmektedir.
Sonuç olarak : Savaş bir dünya gerçeği olarak , kişiye göre değişen bir silahtır. Bu silah zalimin eline geçtiği zaman , her tarafı kan , göz yaşı ve fesada boğarken , mazlumların eline geçtiğinde ise, zalimlerin zulmüne son veren bir silahtır. Kur'an, savaş gerçeğini kabul ederek bunu bir zorunluluk kılarak , Allah'ın yardımını isteyenler için , bu yardımın yerine gerçekleşmesi için bir vesile kılmıştır.
Kur'anda geçen savaş örnekleri , Sünnetullah yasaları çerçevesinde okunarak , zulüm yapmak için değil , zulme son vermek için girişilmesi gereken bir eylem olarak kendisini göstermektedir. Bugün dünyanın müstekbir güçleri tarafından insanları evlerinden , yurtlarından , mal , mülk, ve evlatlarından eden savaş, bir zulüm aracı olarak mazlumların canını yakmaktadır.
Savaşın zalimlerin elinde bir silah olarak alınıp , mazlumların haklarını savunan bir araç olması , mazlumların en az zalimler kadar her açıdan üstün olması ile gerçekleşecektir. Allah'ın yardımı mazlumlara ancak bu şekilde tecelli edecektir. Sadece kuru dua seansları ile gökten meleklerin inmesini beklemek ise , masallarla avunan Müslümanların harcı olup , Kur'anın hayatın gerçekleri ile olan bağının koparılması anlamına da gelecektir.
Allah (c.c) koyduğu yasa gereği , yardımını hak edene yapacağını yaşanmış örnekleri göstermiş , bunun dışında bir yardım şeklinin olmayacağını bildirmiştir. Bize düşen bu ayetleri gerçekçi biçimde okuyarak hayata nasıl aktarılması gerektiği üzerinde kafa yormak olmalıdır.
Biz Müslümanlar , Allah (c.c) nin yardımına mazhar olmayı özel kul statüsüne dahil olduğumuz için değil , koyduğu yasalar dahilinde bir hak edene verildiğini öğrenmediğimiz ve bunun gereklerini yerine getirmediğimiz müddetçe burnumuz asla pislikten kurtulmayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Başlık olarak seçtiğimiz ayetler, Uhud harbi ile ilgili bir bağlam dahilindeki ayetlerdir. Bizler genelde, Muhammed (a.s) ve ashabının yaptığı savaşları, kahramanlık destanları şeklinde bir okumaya tabi tuttuğumuz için , bu savaşların altında yatan asıl saik olan "SÜNNETULLAH" gerçeğini maalesef ötelemekteyiz. Muhammed (a.s) ve ashabı , Allah (c.c) nin kafirlere karşı, onlara yardım etmesinin yolunun "SAVAŞMAK" olduğunu bilerek , bu yardımı hak etmek için savaşmışlardır.
[003.146] Nice nebi vardır ki, yanında çok sayıda rabbe kul olanlar ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar ve boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever.
[003.147] Onların sözleri ancak: «Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı diret, Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et!» demekten ibaretti.
[003.148] Artık Allah Teâlâ da onlara hem dünya nîmetini, hem de ahiret sevabının güzelliğini verdi. Ve Allah Teâlâ muhsin olanları sever.
Bu ayetler bizlere , Allah (c.c) ye dua etmenin nasıl karşılık bulacağını göstermektedir. Dua etmeyi, "Kavli Dua" - "Fiili Dua" olarak düşündüğümüzde , bir topluluğa Allah (c.c) tarafından yardım edilmesinin sadece kavli dua ile değil fiili dua dediğimiz, çalışma ve gayret etmek ile yakından alakası olduğunu görebiliriz.
Savaş , bir çoğumuzun hoşuna giden bir kelime olmasa dahi , bir dünya gerçeği , ve zulme uğrayanların , zulümden kurtulmak için baş vurması gereken çarelerden birisi olarak, Kur'an içinde yer alan bir kavramdır. Bu kavram elbette , mazlumların canlarına ve mallarına kast etmek amacı ile değil , can ve mallarına kast edilmiş olanların , kendilerini koruması amacına yönelik bir araç olarak kullanılması gerekmektedir.
[002.216] Hoşunuza gitmediği halde, savaşı üzerinize farz kılınmıştır. Bir şey hoşunuza gitmediği halde sizin için hayırlı olabilir. Bir şey de hoşunuza gittiği halde sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
[004.075] Size ne oluyor da: «Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lutfet» diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?
Aynı duayı, Bakara suresinde anlatılan evlerinden ve yurtlarından ayrılmak zorunda bırakılan İsrailoğullarının, Talut'un komutası altında bir ordu oluşturarak , Calut'a karşı savaşmalarının anlatıldığı ayetlerde de görmekteyiz.
[002.250] Talut’un beraberindeki müminler ise Câlut ile ordusuna karşı çıkınca dediler ki: «Ya Rabbenâ, üstümüze sabır yağdır, Ayaklarımıza sebat ver ve kâfir topluluğa karşı bizi muzaffer eyle!»
Bu ayette , kafirlere karşı zafer isteyen İsrailoğullarının Sünnetullah gereği olan yasalar dahilinde , yardıma mazhar olmanın gereğine göre hareket ederek, Calut ve ordusuna karşı savaştıklarını görmekteyiz.
Savaş, "Zalim" ve "Mazlum" kavramlarını da beraberinde getirmektedir. Saldırgan taraf genelde , karşı tarafı zayıf gördüğü için , onları yok etmek , maddi ve manevi bakımdan onları sömürmek amacı ile savaşa girmekte , bu durum mazlum olan tarafın haklarını geri almak için savaşmasını meşru ve gerekli hale getirmektedir. Savaşın meşru ve gerekli olduğu zamanlar işte bu zamanlar olup , Kur'anda savaşa getirilen teşvikler de, böyle duruma düşenler içindir. Hiç bir topluluk , diğer bir topluluğu maddi ve manevi olarak sömürmek için savaşa giremez , girdiği takdirde ise bu durum onların zalim bir topluluk olduğunu gösterir.
[002.246] Musa'dan sonra, Benî İsrail'den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir nebiye: «Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım» demişlerdi. «Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?» dedi. «yurtlarımızdan çıkarılmış , çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım?» dediler. Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.
Yukarıdaki ayet, Bakara suresindeki Talut kıssası içinde bulunmakta olup , savaşın meşru olduğu hal, altı çizili olan cümlede anlatılmaktadır. Bu ayetlerin sadece tarihte kalmış bir olayı anlattığı düşüncesi ile okunması , Kur'anı bir masal kitabı haline getirecektir. Bu ayetler bizlere , tarihin hangi zaman diliminde olursa olsun , evlerinden ve yurtlarından çıkarılarak zulme uğrayan insanların evlerine ve yurtlarına nasıl döneceğini öğretmektedir.
Talut kıssasını bu düşünce içinde okuyan Medine'de yaşayan Müslümanlar , sürülmüş oldukları Mekke'ye geri dönüşün savaş ile mümkün olacağını bilerek ,bu haklarını kullanmak için Bedir ve Uhud'da savaşmışlardır. Bedir ve Uhud savaşları "Sünnetullah'ın işleyişi hakkında bizlere önemli bilgiler veren savaşlardır.
[003.140] Eğer size bir yara dokunduysa; şüphesiz o kavme de o kadar yara dokunmuştur. Hem o günleri Biz, insanlar arasında döndürür dururuz. Bu; Allah'ın iman edenleri belirtmesi ve içinizden şahitler edinmesi içindir. Allah, zalimleri sevmez.
[003.141] Bu; Allah'ın iman edenleri seçmesi, kafirleri mahvetmesi içindir.
Yine Uhud savaşı ile ilgili bir bağlama sahip olan bu ayetler bizlere , kafirlerin nasıl mahvolacağını öğretmektedir. Allah kafirleri kendisi gökten melekler indirerek değil, bizim elimiz ile mahvedecektir. Bu değişmez bir yasa yani Sünnetullahtır , kıyamete değin bu yasa böyle işleyecektir. Tevbe suresinin 14. ayeti, bu gerçeğe işaret eden ayetlerden olup , eğer kafirlerin yok olması isteniyor ise bu yok oluş, mazlumların ayağa kalkarak zalimlerle savaşması ve galip gelmesi sonucunda gerçekleşecektir.
[009.014] Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.
Kur'anın Medine'de inen ayetlerini dikkatli okuduğumuzda, ağırlıklı olarak savaş ile ilgili konulu ayetler karşımıza çıkmaktadır. Bu ayetler ashabın kahramanlığını değil , savaşın toplumsal bir yasa gereği hayatın bir gerçeği olduğuna dikkat çekerek , zalimlere karşı koymanın nasıl gerçekleşeceğini bizlere anlatmaktadır.
Bu ayetler , maalesef gerçekçi bir şekilde okunmadığı , Allah (c.c) den nasıl yardım istenilmesi , ve onun nasıl yardım edeceğinin yaşanmış örnekleri olan bu ayetler, masalsı bir biçimde okunduğu için, hayatın gerçekleri ile olan bağı kurulamamış , yardım isteme ve yardıma mazhar olmanın kuralları olarak okunamamış , Allah (c.c) nin bize oturduğumuz yerden yardım edeceği zannedilerek , sadece kavli dua ile yardım talebinde bulunan Müslümanlar hala gökten melek inerek kafirlerin helak edilmesini beklemektedirler.
Allah (c.c) nin yardım yasası , dün nasıl işledi ise , bugün de , yarın da , kıyamete dek aynı şekilde işleyecek , ondan yardım talebinde bulunanlar, yardıma mazhar olmak için, onun koyduğu yasalara tabi olmak zorunda kalacaklardır.
Bugün dünya yüzünde zulme uğrayan insanların , bu zulümden kurtuluş yollarından bir tanesi savaşmak sureti ile bu zulümden kurtulmaya çalışmak olmalıdır. Zulme uğrayan insanlar topluluğundan olan biz Müslümanlar , kafirlerin zulmünden kurtulmanın yolunun dua ile olacağını bilmekte , fakat bu duanın nasıl yapılacağı konusunda yanlışlıklar yapmaktayız.
Yazılarımızı takip edenler , Sünnetullah adı verilen yasaların Kur'anda yaşanmış örnekleri ile kıssa yolu ile anlatıldığını , ve bu anlatımlarda değişmez yasaların öncekiler üzerinde nasıl işlediğinin gösterilerek , sonrakiler içinde aynı şekilde işleyeceğinin bilinmesi ibret alınmasına dair olduğunu okumak üzerine bir yol takip etmeye çalıştığımızı bilmektedirler.
İslam coğrafyasında yaşanan kafir zulmünden çıkış yolunu gösteren kitabın bu rehberliği maalesef okunamamakta , zulümden çıkış yolunu gösteren ayetler , masal veya güzel sesli hafızların okuması ile, göz yaşı içinde dinlenecek bir müzik eseri haline getirilmektedir.
İslam dünyasının içinde bulunduğu bu zelil durumdan kurtuluşun ilk adımı , savaş ile ilgili ayetleri , kahramanlık destanları olarak değil , Sünnetullah yasaları olarak okumak ve o doğrultuda ibret almak ve hayata geçirmeye çalışmak olmalıdır. Zulümden çıkışın yolunun bu şekilde fark edilmiş olması , bu yolun gerekleri için çalışmanın da temelini atacaktır.
Allah (c.c) indinde hiç bir kul ve hiç bir topluluğun özel bir statüsü olmadığı biz Müslümanlar tarafından bilinmedikçe ve yardıma mazhar olmanın gerekleri yerine getirilmedikçe , üzerimizdeki ölü toprağının kalkarak zulümden kurtulmamız mümkün değildir.
Yazımıza konu olarak aldığımız ayetlerin Uhud harbi ile ilgili olduğunu yeniden hatırlayacak olursak , Uhud'daki mağlubiyetin nedenlerinin uzun uzadıya anlatılan ayetleri, sadece o zaman ve mekanda yaşanmışlığı dahilinde okumak , bu ayetler üzerinden verilmek istenilen mesajların ötelenmesi anlamına gelecektir.
Bedir'de yardıma mazhar olan Müslüman ordusu , Uhud'da yardıma mazhar olamamış ve mağlup olmuştur. Onlara mağlubiyeti getiren sebepler uzun uzadıya anlatılarak , onların ve sonraki gelecek olanların bu mağlubiyetin nedenleri üzerinde durarak yapılan hataları tekrarlamamaları istenilmektedir.
Sonuç olarak : Savaş bir dünya gerçeği olarak , kişiye göre değişen bir silahtır. Bu silah zalimin eline geçtiği zaman , her tarafı kan , göz yaşı ve fesada boğarken , mazlumların eline geçtiğinde ise, zalimlerin zulmüne son veren bir silahtır. Kur'an, savaş gerçeğini kabul ederek bunu bir zorunluluk kılarak , Allah'ın yardımını isteyenler için , bu yardımın yerine gerçekleşmesi için bir vesile kılmıştır.
Kur'anda geçen savaş örnekleri , Sünnetullah yasaları çerçevesinde okunarak , zulüm yapmak için değil , zulme son vermek için girişilmesi gereken bir eylem olarak kendisini göstermektedir. Bugün dünyanın müstekbir güçleri tarafından insanları evlerinden , yurtlarından , mal , mülk, ve evlatlarından eden savaş, bir zulüm aracı olarak mazlumların canını yakmaktadır.
Savaşın zalimlerin elinde bir silah olarak alınıp , mazlumların haklarını savunan bir araç olması , mazlumların en az zalimler kadar her açıdan üstün olması ile gerçekleşecektir. Allah'ın yardımı mazlumlara ancak bu şekilde tecelli edecektir. Sadece kuru dua seansları ile gökten meleklerin inmesini beklemek ise , masallarla avunan Müslümanların harcı olup , Kur'anın hayatın gerçekleri ile olan bağının koparılması anlamına da gelecektir.
Allah (c.c) koyduğu yasa gereği , yardımını hak edene yapacağını yaşanmış örnekleri göstermiş , bunun dışında bir yardım şeklinin olmayacağını bildirmiştir. Bize düşen bu ayetleri gerçekçi biçimde okuyarak hayata nasıl aktarılması gerektiği üzerinde kafa yormak olmalıdır.
Biz Müslümanlar , Allah (c.c) nin yardımına mazhar olmayı özel kul statüsüne dahil olduğumuz için değil , koyduğu yasalar dahilinde bir hak edene verildiğini öğrenmediğimiz ve bunun gereklerini yerine getirmediğimiz müddetçe burnumuz asla pislikten kurtulmayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
10 Ekim 2016 Pazartesi
Nekalen Kelimesi Örneğinde, Kelimelerin Temel Anlam Yan Anlam Sorunu Üzerine Bir Mülahaza
Kur'an , bilindiği üzere nazil olduğu mekan dahilinde yaşayan insanların konuştukları dil ve o dilin üslup özelliklerini kullanan bir şekilde nazil olmuştur. Arap dilinde nazil olan bu kitabın , başka dili konuşanlar tarafından anlaşılması ise, o dile çevrilmesi ile mümkün olabilir. Arap dilinden başka bir dile çevrilen Kur'anın, çevirilerden kaynaklanan bazı sorunlar ile karşılaştığı da malumdur. Arap dilindeki kelimenin ifade ettiği anlamın, başka bir dile tam olarak çevrilememesi, veya daha başka nedenler yüzünden ortaya çıkan bu sorunlar , Kur'anı Türkçe mealler üzerinden okuyup anlamak durumunda kalanlar için bir sıkıntı teşkil etmektedir.
Bazı meal okuyucuları , Kur'andaki bir kelimenin anlamının bir yerde ayrı , bir yerde ayrı olduğunu fark ederek , bunun nedenleri üzerinde araştırma yaparak kafa yormakta , bazıları ise, bir kelimenin anlamının bir yerde farklı , bir yerde farklı kullanılmasının yanlış olduğunu iddia ederek , bir kelimenin anlamının her yerde aynı olması gerektiğinden yola çıkarak , yanlış olduğunu düşündükleri kelimeye , doğru olduğunu düşündükleri anlamı koymaya çalışmakta , fakat kelimeye doğru olduğunu düşünerek verdikleri bu anlam , doğruluktan uzak bir anlam olmaktadır.
Biz bu konuda yapılan bir hataya dikkat çekmek istiyoruz . Bir kelimenin nasıl bir anlama gelebileceği , o kelimenin dahil olduğu cümle dikkate alınarak anlaşılabilir. Cümleden koparılarak tek başına anlaşılmaya çalışılan bir kelime, beraberinde bazı yanlış anlamaları da beraberinde getirecektir.
Yazımızda bu duruma, "Nekalen" kelimesini örnek verecek , bu kelimenin kullanıldığı ayetleri ve bu ayetlerdeki geçişlerini ele alarak , bir kelimenin cümle içinde nasıl bir anlam alabileceğini anlamaya çalışacağız.
Kelimeye geçmeden önce "Temel anlam" deyiminin , bir kelimenin insan zihninde meydana gelen ilk anlamı yani sözlük anlamı , "Yan anlam" deyiminin ise , bir kelimenin temel yani sözlük anlamına bağlı olarak kazandığı yeni anlam için kullanıldığını hatırlatmak isteriz.
Enneklü = Hayvanın kaçmasını önlemek önlemek için ayağına takılan demirden yapılmış halka (Bukağı) , ayrıca , mahkumların kaçmaması için ayaklarına takılan demirden yapılmış halkalar olan ve bizim "Pranga" olarak bildiğimiz kelime ile aynı anlama gelmektedir. Türkçede kullandığımız, "Bir işin gerçekleşmesini önlemek" anlamındaki "Engel" kelimesi de, bu kelimeden dilimize geçmiştir.
[073.012] Zira bizim yanımızda bukağılar (enkalen) , ve alevli ateş var.
Bu kelime Müzzemmil s. 12. ayetinde ,cehennem ehlinin bir yere kaçmasını önlemek için , insanların yaşadığı hayat içinde bildiği bir nesne olan , hayvanın kaçmasını önlemek için kullanılan demirden yapılmış halka olarak , temel anlamda yani sözlük anlamında kullanılmıştır.
[004.084] Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar. Allah güç bakımından daha şiddetlidir ve engelleyicilik , caydırıcılık bakımından (tenkilen) daha şiddetlidir.
Nisa s. 84. ayetinde geçen bu kelime burada "ayağa takılan demir halka" anlamında yani sözlük anlamında değil , sözlük anlamına bağlı olarak kazanılmış olan yan anlam olan "Engellemek- Caydırmak" anlamında kullanılmıştır.
[079.025-26] Allah bunun üzerine onu (Firavun'u) dünya ve ahiret (in ibretli) cezasıyla (nekale) yakaladı. Şüphesiz ki bunda, korkan kimseler için ibret vardır.
Naziat suresinin bu ayetlerinde , Firavun'un sonundan bahsedilmektedir. Nekale olarak geçen kelime , Firavun'a verilen cezanın adı olarak geçmektedir. Çevirilere "azap" veya "ceza" olarak geçen bu kelimenin anlamı , başkalarının da aynı suçu işlediğinde alacağı cezayı bildiren ibretli karşılık yani suçun işlenmemesine yönelik bir engellemedir.
[002.065-66] Andolsun ki, sizler içinizden cumartesi gününde haddi tecavüz edenleri elbette bilmişsinizdir. Biz de onlara «Sefil, hakîr maymunlar olunuz» demiştik. Artık bunu hem önündekilere, hem de ardındakilere ibret verici caydırıcı engelleyici bir ceza (nekalen), hem de müttakilere bir öğüt kıldık.
İsrailoğullarından bir gurubun cumartesi yasağını çiğnemeleri sonucu başlarına gelenlerin anlatıldığı ayetlerde , cumartesi yasağını çiğneyenlerin başlarına gelenlerin öncekiler ve sonrakiler için ne ifade etmesi gerektiği "Nekalen" kelimesi ile ifade edilmektedir.
Bu kelime ayette , aynı suçun işlendiği takdirde suçluların başlarına gelecek olanın anlatılma sebebinin "Nekalen" , yani bir daha ki bu suçun benzerini işleyecekler için caydırıcı ve engelleyici ibretli bir ceza anlamındadır.
[005.038] Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici caydırıcı , engelleyici bir ceza olarak (nekalen), ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.
Maide s. 38. ayeti hırsızlık yapan kadın ve erkeğe verilen cezanın amacını açıklamaktadır. Kadın ve erkek hırsızın ellerinin kesilmesi cezasının "Nekalen" olarak belirtilmiş olması , aynı suçu işleyecek olanlara karşı caydırıcı , engelleyici ve ibretli bir ceza olması anlamındadır.
"Nekalen" kelimesinin geçtiği ayetleri ele alarak , bir kelimenin Kur'an içinde nasıl bir anlam dahilinde kullanılabileceğini göstermeye çalıştık. Her dilde olduğu gibi , Arap dilinde de kelimelerin hakiki , mecaz , yan anlam dediğimiz türden anlamları bulunmaktadır. Bir kelimenin hangi anlamının daha uygun olduğu, ayet içindeki diğer kelimelerden koparılmadan yani konu bütünlüğü dahilinde aranmaya çalışılmalıdır.
Bu kelimenin esas anlamı hayvanın kaçmaması için onun ayağını demirden yapılmış bir halka ile bağlamaktır. Hayvanı bağlamaktan amaç ,onu kaçmasına mani olmak , onu kaçmaktan caydırmak , engel koymak anlamı vardır.
Bu kelimenin Müzzemmil suresindeki kullanımı temel anlamda yani , cehenneme atılmış olan bir kimsenin kaçmasını engellemek , ona mani olmak , caydırmak anlamında dünyada insanların kullandığı bir yönteme benzetmek sureti ile anlatılmasıdır. Diğer ayetlerde ise temel anlam esas olarak türetilmiş olan yan anlamları görmekteyiz.
Bu kelimenin yan anlamı ise , esas anlamı olan ayağa bukağı veya pranga vurmak sureti ile bir şeyin yapılmasına mani olmak için , başkalarına yapılan bir şeyi göstererek onların ibret alarak , o yanlışı yapmaktan caymalarını sağlamaktır.
Gördüğümüz üzere bu kelime temel anlamı sadece, Naziat suresi içindeki geçişinde kullanılmış, diğer surelerdeki geçişleri ise yan anlamı şeklinde geçmektedir. Birisi kalkıp "Hayır bütün geçtiği yerlerde temel anlamının geçmesi lazım" şeklinde bir iddiada bulunacak olursa , ortaya çıkacak garabeti deneyip görebilir.
Cümle ile olan bağından koparılarak anlaşılmaya çalışılan bir kelimenin doğru anlamını bulmak zorlaşacağı gibi , bu yolun bazı ayetlere kendi ön yargılarını kabul ettirmeye yönelik olarak bazı kimselerin kullandığı bir yol olduğunu hatırlatmak isteriz. Ancak bu kimselerin büyük çoğunluğu Arap dilinin bazı üslup özelliklerini bilmedikleri için , yaptıkları yanlışın içinde boğulup gitmekte , fakat yanlış yaptıklarının farkında bile olmadan, doğru bir iş yapmanın verdiği gönül rahatlığı ile, kendi yanlışlarını doğru , doğruları yanlış olarak lanse ederek , kendilerinin tersi anlam verenleri tekfir etmekten dahi çekinmemektedirler.
"Arapça bilmeyenler Kur'an hakkında konuşamaz" şeklinde bir iddianın sahibi olmadığımızı hatırlatmakla birlikte , bazı konularda karar sahibi olmak için , o konu hakkında biraz daha detaylı bilgi sahibi olmak gerektiğini söylemek istiyoruz. Kur'an , kendi anlam sağlamasını kendi içinde yapan bir kitaptır. Bir kelimenin anlamı bağlı olduğu cümle içinde bağımsız olarak verildiği zaman o anlam sırıtarak yanlışlığı belli olacaktır. Nekalen kelimesi örneğinde bunu somut olarak izah etmeye çalıştık.
Bu iddiamızın daha kolay anlaşılması için daha somut bir örnek vererek , "Ümmet" kelimesinin 2 ayetteki kullanılışı ile diğer ayetlerde kullanılışı ile arasındaki farkı göstererek anlatmaya çalışalım .
[012.045] Hapisteki iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zaman (ba'de ümmetin) sonra Yusuf'u hatırladı ve: «Ben size bunu yorumlayacağım, hele beni gönderin» dedi.
[011.008] Şayet Biz kendilerine azap göndermeyi sayılı bir zamana (ümmetin ma'dudetin) kadar ertelersek: «Bu azabı alıkoyan sebep nedir?» derler. İyi bilin ki o azap başlarına geldiği gün, artık onlardan geriye çevrilmez ve alaya aldıkları o azap, kendilerini çepeçevre kuşatmış olur.»
Yusuf s. 45. ve Hud s. 8. ayetlerine baktığımızda o ayetler içinde geçen "ümmetin" kelimesinin "ZAMAN-SÜRE" anlamında kullanıldığını görmekteyiz. Fakat aynı kelimenin ve türevlerinin geçtiği başka ayetlere baktığımız bu kelimenin "İNSAN TOPLULUĞU" anlamında kullanıldığını görürüz.
Şimdi kalkıp birisi , "bir kelime bir yerde başka bir yerde başka olmaz her yerde aynı olması lazım" şeklindeki teorisini, yukarıdaki ayetlere uygulayacak olursa ortaya çıkacak trajikomik durumu düşünmek bile istemiyoruz.
Verdiğimiz bu son somut örnek , anlatmaya çalıştığımız konunun anlaşılmasını büyük ölçüde kolaylaştırdığını düşünüyoruz.
Sonuç olarak: Her dilde olduğu gibi , Arap dilinde de kelimelerin temel, yan, mecaz anlam şeklinde bazı kullanılışları bulunmaktadır. Bir kelimenin hangi anlamının kullanılması gerektiği , o kelimenin bağlı bulunduğu cümle , ayet ve konu ile yakından alakalıdır. Kelimeler cümle içinden koparılarak cümle ve konu bütünlüğünden bağımsız olarak anlaşılmaya çalışıldığı takdirde , büyük bir yanlışa imza atılmış olacaktır.
Kur'an ayetlerini hevasına göre yorumlamak peşinde olanların en fazla kullandıkları olan bu yol sayesinde , Kur'ana istediğini söyletmek daha kolay hale gelmektedir. "Ben yaptım oldu - ben dedim oldu" mantığı ile yapılan bu işlemde yol , yordam , yöntem gözetilmemekte , yol , yordam ve yöntem, sanki öcü imiş olarak gösterilerek karalanmaya çalışılarak kendilerinin icat ettikleri yöntemler cici olarak gösterilmeye çalışılmaya çalışılmaktadır.
Nekalen kelimesi üzerinden anlatmak istediğimiz durumun benzeri bir çok kelime, Kur'an içinde mevcut olup , ilerleyen zamanlarda bu kelimeler üzerinde örnekler göstermeye inşallah göstermeye devam etmeye gayret edeceğiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bazı meal okuyucuları , Kur'andaki bir kelimenin anlamının bir yerde ayrı , bir yerde ayrı olduğunu fark ederek , bunun nedenleri üzerinde araştırma yaparak kafa yormakta , bazıları ise, bir kelimenin anlamının bir yerde farklı , bir yerde farklı kullanılmasının yanlış olduğunu iddia ederek , bir kelimenin anlamının her yerde aynı olması gerektiğinden yola çıkarak , yanlış olduğunu düşündükleri kelimeye , doğru olduğunu düşündükleri anlamı koymaya çalışmakta , fakat kelimeye doğru olduğunu düşünerek verdikleri bu anlam , doğruluktan uzak bir anlam olmaktadır.
Biz bu konuda yapılan bir hataya dikkat çekmek istiyoruz . Bir kelimenin nasıl bir anlama gelebileceği , o kelimenin dahil olduğu cümle dikkate alınarak anlaşılabilir. Cümleden koparılarak tek başına anlaşılmaya çalışılan bir kelime, beraberinde bazı yanlış anlamaları da beraberinde getirecektir.
Yazımızda bu duruma, "Nekalen" kelimesini örnek verecek , bu kelimenin kullanıldığı ayetleri ve bu ayetlerdeki geçişlerini ele alarak , bir kelimenin cümle içinde nasıl bir anlam alabileceğini anlamaya çalışacağız.
Kelimeye geçmeden önce "Temel anlam" deyiminin , bir kelimenin insan zihninde meydana gelen ilk anlamı yani sözlük anlamı , "Yan anlam" deyiminin ise , bir kelimenin temel yani sözlük anlamına bağlı olarak kazandığı yeni anlam için kullanıldığını hatırlatmak isteriz.
Enneklü = Hayvanın kaçmasını önlemek önlemek için ayağına takılan demirden yapılmış halka (Bukağı) , ayrıca , mahkumların kaçmaması için ayaklarına takılan demirden yapılmış halkalar olan ve bizim "Pranga" olarak bildiğimiz kelime ile aynı anlama gelmektedir. Türkçede kullandığımız, "Bir işin gerçekleşmesini önlemek" anlamındaki "Engel" kelimesi de, bu kelimeden dilimize geçmiştir.
[073.012] Zira bizim yanımızda bukağılar (enkalen) , ve alevli ateş var.
Bu kelime Müzzemmil s. 12. ayetinde ,cehennem ehlinin bir yere kaçmasını önlemek için , insanların yaşadığı hayat içinde bildiği bir nesne olan , hayvanın kaçmasını önlemek için kullanılan demirden yapılmış halka olarak , temel anlamda yani sözlük anlamında kullanılmıştır.
[004.084] Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar. Allah güç bakımından daha şiddetlidir ve engelleyicilik , caydırıcılık bakımından (tenkilen) daha şiddetlidir.
Nisa s. 84. ayetinde geçen bu kelime burada "ayağa takılan demir halka" anlamında yani sözlük anlamında değil , sözlük anlamına bağlı olarak kazanılmış olan yan anlam olan "Engellemek- Caydırmak" anlamında kullanılmıştır.
[079.025-26] Allah bunun üzerine onu (Firavun'u) dünya ve ahiret (in ibretli) cezasıyla (nekale) yakaladı. Şüphesiz ki bunda, korkan kimseler için ibret vardır.
Naziat suresinin bu ayetlerinde , Firavun'un sonundan bahsedilmektedir. Nekale olarak geçen kelime , Firavun'a verilen cezanın adı olarak geçmektedir. Çevirilere "azap" veya "ceza" olarak geçen bu kelimenin anlamı , başkalarının da aynı suçu işlediğinde alacağı cezayı bildiren ibretli karşılık yani suçun işlenmemesine yönelik bir engellemedir.
[002.065-66] Andolsun ki, sizler içinizden cumartesi gününde haddi tecavüz edenleri elbette bilmişsinizdir. Biz de onlara «Sefil, hakîr maymunlar olunuz» demiştik. Artık bunu hem önündekilere, hem de ardındakilere ibret verici caydırıcı engelleyici bir ceza (nekalen), hem de müttakilere bir öğüt kıldık.
İsrailoğullarından bir gurubun cumartesi yasağını çiğnemeleri sonucu başlarına gelenlerin anlatıldığı ayetlerde , cumartesi yasağını çiğneyenlerin başlarına gelenlerin öncekiler ve sonrakiler için ne ifade etmesi gerektiği "Nekalen" kelimesi ile ifade edilmektedir.
Bu kelime ayette , aynı suçun işlendiği takdirde suçluların başlarına gelecek olanın anlatılma sebebinin "Nekalen" , yani bir daha ki bu suçun benzerini işleyecekler için caydırıcı ve engelleyici ibretli bir ceza anlamındadır.
[005.038] Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici caydırıcı , engelleyici bir ceza olarak (nekalen), ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.
Maide s. 38. ayeti hırsızlık yapan kadın ve erkeğe verilen cezanın amacını açıklamaktadır. Kadın ve erkek hırsızın ellerinin kesilmesi cezasının "Nekalen" olarak belirtilmiş olması , aynı suçu işleyecek olanlara karşı caydırıcı , engelleyici ve ibretli bir ceza olması anlamındadır.
"Nekalen" kelimesinin geçtiği ayetleri ele alarak , bir kelimenin Kur'an içinde nasıl bir anlam dahilinde kullanılabileceğini göstermeye çalıştık. Her dilde olduğu gibi , Arap dilinde de kelimelerin hakiki , mecaz , yan anlam dediğimiz türden anlamları bulunmaktadır. Bir kelimenin hangi anlamının daha uygun olduğu, ayet içindeki diğer kelimelerden koparılmadan yani konu bütünlüğü dahilinde aranmaya çalışılmalıdır.
Bu kelimenin esas anlamı hayvanın kaçmaması için onun ayağını demirden yapılmış bir halka ile bağlamaktır. Hayvanı bağlamaktan amaç ,onu kaçmasına mani olmak , onu kaçmaktan caydırmak , engel koymak anlamı vardır.
Bu kelimenin Müzzemmil suresindeki kullanımı temel anlamda yani , cehenneme atılmış olan bir kimsenin kaçmasını engellemek , ona mani olmak , caydırmak anlamında dünyada insanların kullandığı bir yönteme benzetmek sureti ile anlatılmasıdır. Diğer ayetlerde ise temel anlam esas olarak türetilmiş olan yan anlamları görmekteyiz.
Bu kelimenin yan anlamı ise , esas anlamı olan ayağa bukağı veya pranga vurmak sureti ile bir şeyin yapılmasına mani olmak için , başkalarına yapılan bir şeyi göstererek onların ibret alarak , o yanlışı yapmaktan caymalarını sağlamaktır.
Gördüğümüz üzere bu kelime temel anlamı sadece, Naziat suresi içindeki geçişinde kullanılmış, diğer surelerdeki geçişleri ise yan anlamı şeklinde geçmektedir. Birisi kalkıp "Hayır bütün geçtiği yerlerde temel anlamının geçmesi lazım" şeklinde bir iddiada bulunacak olursa , ortaya çıkacak garabeti deneyip görebilir.
Cümle ile olan bağından koparılarak anlaşılmaya çalışılan bir kelimenin doğru anlamını bulmak zorlaşacağı gibi , bu yolun bazı ayetlere kendi ön yargılarını kabul ettirmeye yönelik olarak bazı kimselerin kullandığı bir yol olduğunu hatırlatmak isteriz. Ancak bu kimselerin büyük çoğunluğu Arap dilinin bazı üslup özelliklerini bilmedikleri için , yaptıkları yanlışın içinde boğulup gitmekte , fakat yanlış yaptıklarının farkında bile olmadan, doğru bir iş yapmanın verdiği gönül rahatlığı ile, kendi yanlışlarını doğru , doğruları yanlış olarak lanse ederek , kendilerinin tersi anlam verenleri tekfir etmekten dahi çekinmemektedirler.
"Arapça bilmeyenler Kur'an hakkında konuşamaz" şeklinde bir iddianın sahibi olmadığımızı hatırlatmakla birlikte , bazı konularda karar sahibi olmak için , o konu hakkında biraz daha detaylı bilgi sahibi olmak gerektiğini söylemek istiyoruz. Kur'an , kendi anlam sağlamasını kendi içinde yapan bir kitaptır. Bir kelimenin anlamı bağlı olduğu cümle içinde bağımsız olarak verildiği zaman o anlam sırıtarak yanlışlığı belli olacaktır. Nekalen kelimesi örneğinde bunu somut olarak izah etmeye çalıştık.
Bu iddiamızın daha kolay anlaşılması için daha somut bir örnek vererek , "Ümmet" kelimesinin 2 ayetteki kullanılışı ile diğer ayetlerde kullanılışı ile arasındaki farkı göstererek anlatmaya çalışalım .
[012.045] Hapisteki iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zaman (ba'de ümmetin) sonra Yusuf'u hatırladı ve: «Ben size bunu yorumlayacağım, hele beni gönderin» dedi.
[011.008] Şayet Biz kendilerine azap göndermeyi sayılı bir zamana (ümmetin ma'dudetin) kadar ertelersek: «Bu azabı alıkoyan sebep nedir?» derler. İyi bilin ki o azap başlarına geldiği gün, artık onlardan geriye çevrilmez ve alaya aldıkları o azap, kendilerini çepeçevre kuşatmış olur.»
Yusuf s. 45. ve Hud s. 8. ayetlerine baktığımızda o ayetler içinde geçen "ümmetin" kelimesinin "ZAMAN-SÜRE" anlamında kullanıldığını görmekteyiz. Fakat aynı kelimenin ve türevlerinin geçtiği başka ayetlere baktığımız bu kelimenin "İNSAN TOPLULUĞU" anlamında kullanıldığını görürüz.
Şimdi kalkıp birisi , "bir kelime bir yerde başka bir yerde başka olmaz her yerde aynı olması lazım" şeklindeki teorisini, yukarıdaki ayetlere uygulayacak olursa ortaya çıkacak trajikomik durumu düşünmek bile istemiyoruz.
Verdiğimiz bu son somut örnek , anlatmaya çalıştığımız konunun anlaşılmasını büyük ölçüde kolaylaştırdığını düşünüyoruz.
Sonuç olarak: Her dilde olduğu gibi , Arap dilinde de kelimelerin temel, yan, mecaz anlam şeklinde bazı kullanılışları bulunmaktadır. Bir kelimenin hangi anlamının kullanılması gerektiği , o kelimenin bağlı bulunduğu cümle , ayet ve konu ile yakından alakalıdır. Kelimeler cümle içinden koparılarak cümle ve konu bütünlüğünden bağımsız olarak anlaşılmaya çalışıldığı takdirde , büyük bir yanlışa imza atılmış olacaktır.
Kur'an ayetlerini hevasına göre yorumlamak peşinde olanların en fazla kullandıkları olan bu yol sayesinde , Kur'ana istediğini söyletmek daha kolay hale gelmektedir. "Ben yaptım oldu - ben dedim oldu" mantığı ile yapılan bu işlemde yol , yordam , yöntem gözetilmemekte , yol , yordam ve yöntem, sanki öcü imiş olarak gösterilerek karalanmaya çalışılarak kendilerinin icat ettikleri yöntemler cici olarak gösterilmeye çalışılmaya çalışılmaktadır.
Nekalen kelimesi üzerinden anlatmak istediğimiz durumun benzeri bir çok kelime, Kur'an içinde mevcut olup , ilerleyen zamanlarda bu kelimeler üzerinde örnekler göstermeye inşallah göstermeye devam etmeye gayret edeceğiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
9 Ekim 2016 Pazar
Al-i İmran s. 78. Ayeti: Dili Kitapla Eğip Bükmenin Müslüman Cenahtaki Yansımaları
Tarihin her devrinde , insanlar üzerinde hegemonya kurmak isteyenlerin en büyük silahı , insanların Allah'a olan inançlarını istismar ederek, onları Allah ile aldatmak olmuştur. Güven duydukları kimselerin ağzından ,"Ben demiyorum Allah diyor" sözünü duyan bir çok kişi , söylenen sözün delilini, kaynağını, doğruluğunu araştırmadan , sözü söyleyen kişiye tabi olarak , sözü söyleyen kişinin amacına ulaşmasını kolaylaştırmaktadır. Kur'an , Kitap Ehli ile ilgili anlatımlarında onların yapmış oldukları bu yanlışları dile getirmektedir.
[003.078] Ehl-i kitaptan bir gurup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları Kitap'tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde: Bu Allah katındandır, derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar.
Kur'an okumalarında izlemeye çalıştığımız yol , Yahudi , Hristiyan veya Müşriklere hitap eden ayetlerin kapsama alanının sadece onlarla sınırlı kalmayarak , bize dönük mesajlarının olup olmadığı yönünde bir okuma metodu izlemektir. Konumuz olan ayette yapılan yanlışın, sadece Ehli Kitap ile sınırlı olmadığı düşüncesinden yola çıkarak , bu ameliyenin bizim cenahtaki yansımalarını ele almaya çalışacağız.
Kur'an , "Ehli Kitap" olarak tabir ettiği fırkalardan bazılarının yapmış olduğu bu hataya dikkat çekerek, bunun büyük bir cürüm olduğunu beyan etmekte , aynı yanlışı Kur'an muhataplarının da yapmamasını istemesine rağmen , aynı hata sanki yapılması istenilmiş bir emir olarak algılanarak , Ehli Kitabı yarı yolda bırakan , Allah adına yalan ve iftiralar İslam adına yüzlerce yıldır ortalıkta gezmekte ve "Gerçek Din" olarak algılanarak maalesef bir çok kimse tarafından sahiplenilmektedir.
Dili kitap ile eğip bükmenin Müslüman cenahtaki, klasik ve modern 2 farklı yansımasından bahsetmek mümkündür.
Kur'an , bir çok ayetinde ihtilafların çözümü için hakem olarak kendisini (Enam s. 114) adres olarak gösterirken , zaman içinde gelişen olaylar sonucunda ortaya çıkan farklı din anlayışları, bu kitabın hakemliğini ortadan kaldırmıştır. Kur'an içindeki "Allah'a ve resulüne itaat edin" ayetleri ve diğer bazı ayetler referans gösterilerek , zaman içinde aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının etkisi ile , Allah ve resulü birbirinden ayrılmış , resul Allah (c.c) ile aynı seviyeye getirilerek "Ha resulün sözü , ha Allah'ın sözü ikisi de eş değerdir" şeklindeki dayatmalar ile rivayetler öne çıkarılarak, Kur'an bırakın anlaşılması , el sürülmesi bile merasim isteyen bir kitap olarak raflara kaldırılmıştır.
Rivayetlerin hakem olarak algılanmaya başlanması ile , Kur'an ile çelişen rivayetlerin nereye oturtulması gerektiği sorunu ortaya çıkmıştır. Kur'an ile çelişen bir rivayetin, Muhammed (a.s) ın ağzından çıkması veya fiiliyata dökülmesinin asla mümkün olmayacağını hatırlattıktan sonra, rivayetlerin toplandığı kitapları Kur'an ile eşdeğer gören zihniyet sahipleri , "Bir rivayet Kur'an ile çelişse dahi ayeti rivayete uygun hale getirmek gerekir" mantığı ile hareket ederek , saltanatı yüzlerce yıldır süregelen , İslam düşüncesindeki rivayet merkezli şekillenmenin temellerini atmışlardır.
Rivayet merkezli temellenme , Kur'an ayetlerinin rivayetlere uygun hale getirilmesi sektörünün de doğmasına sebep olmuştur. Bu sektörde çalışanlar , Yahudi alimlerinin yaptığının bir benzerini uygulamak sureti ile birbiri ile çelişen rivayet ile ayetin uygun hale getirilmesini sağlamışlardır!!.
Bu sektörün yaptığı işin adına "Tahrifçilik" denilmektedir. Tevrat ve İncil'in metnini tahrif eden Yahudi ve Hristiyanlara karşılık , Kur'anı anlam olarak tahrif eden Müslümanlar türemiştir. Bugün geleneksel din anlayışı içinde bir çok konu , Kur'an tarafından ortaya atılmadığı halde , rivayetler ile ortaya atılmış , ve bazı ayetler o konuyu destekler bir mahiyete sokularak ayet ile rivayet uyumlu hale getirilmeye çalışılmıştır. Bu yanlışlığın getirdiği rahatsızlık , bir çok kimseyi haklı olarak alternatif arayışlarına yönelinmesi gerektiğine ve bu alternatifin Kur'an olabileceği düşüncesine itmiştir.
Kur'anın hakem kitap olarak hayatımızda yer alması gerektiği düşüncesinin yaygınlaşması , "Kur'an merkezli din anlayışı" söylemini ortaya çıkarmıştır. Bu söylem olumlulukları getirmesi ile birlikte , bazı olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir. şöyle ki :
Geçmişte rivayetlerin merkeze alınması ile yapılan hataya tepki olarak , Kur'anın indiği zaman ve mekan şartlarını tamamen yok sayarak , indiği toplum ile bağını koparan bir okuma anlayışı ile okunan Kur'an, anlaşılmaktan çok yanlış anlaşılmamayı beraberinde getirmiştir. Tarihsel bağlamın yok sayılarak okunmaya çalışıldığı bir Kur'an, bugün inmiş gibi okunarak , bugün yaşayan insanın aklı ve yaşadığı şartlar ile anlaşılmaya çalışılması bir çok sorunu ortaya çıkarmıştır.
Bu kitabın , bazıları tarafından 1500 sene önce Arap yarımadasında yaşayan insanların sosyal , kültürel ve dini alt yapılarını dikkate alarak nazil olduğunu hesaba katılmayan bir okuma yapılması sonucunda bir çok sorunu ortaya çıkmıştır.
Gelenekteki rivayet merkezli din anlayış sahiplerinin dillerini, rivayet merkezli bir anlayış çerçevesinde eğip bükmelerine karşın , Kur'an merkezli din anlayışına sahip olduğunu iddia edenlerin bir kısmı ise (herkesi kast etmediğimizi özellikle hatırlatırız), kafalarında şekillenmiş anlayışları merkeze alarak, Kur'anı okuma ve anlama ameliyesine tabi tutmaktadırlar. Bu durum bir çok farklı Kur'an anlayışlarının ortaya çıkmasına sebebiyet vererek , bir çok kimsenin kafasının karışmasına ve "Hangi Kur'an?" sorusunun cevabını aramalarına sebep olmaktadır.
Bugün bu sorunun cevabını bir çok kimse vermeye çalışmakta ve verilen cevaplarda ortak bir noktaya ulaşmaktan çok, ayrılıkların daha da ayyuka çıktığı Kur'an anlayışları ortada gezmektedir. Kur'anın hayat içinde pratiğe geçirilme gereği olan bir kitap olması bir tarafa , daha bizlerin hani okuma yöntemi ile anlaşılacak Kur'anın hayata geçirileceği tartışmaları sürüp gitmektedir.
Şurası bir gerçektir ki , bizim önereceğimiz okuma yönteminin , başkaları tarafından itiraza uğrayabileceği , "Senin teklif ettiğin yöntemin doğru olduğunu nereden bileceğiz?" sözlerini duyabileceğimizi hesaba katmaktayız.Gözlemlerimiz sonucu vardığımız bir kanaat olarak söyleyebiliriz ki , bugün Kur'an okuyan bir kısım insanbütüncül bir okuma değil , parçacı bir okuma yapmaları sonucunda, Kur'anı körün fili tarif etmesi misali bir tarafından tutarak tarif etmektedir. Halbuki Kur'anın nasıl bir kitap olduğu, yine kendi içinden anlaşılması ve öğrenilmesi gereken bir kitaptır. Dışarıdan ithal edilmiş bazı izm ve düşüncelerin baz alınarak Kur'anın doğru anlaşılması asla mümkün değildir.
Allah' tek ilah olarak tanımak üzerine kurulu bir hayatın yaşanması gerektiğini öğreten , bu yolda geçmişlerden kıssalar ile örnekler veren, merkezinde Tevhid'in yer aldığı , ve bütün ayetlerin bu kavramın merkeze alınarak okunması gerektiği , "Hangi Kur'an?" sorusunun cevabı olabileceğini söylemek istiyoruz.
Tevhid inancını merkeze almayan , kendi indi düşüncelerini Kur'ana onaylatmak için bazı ayetleri eğip bükmekten çekinmeyen, işlerine geldiği gibi bazı ayetler üzerinde oynama yapan ve kendisini "Kur'an Ehli" olarak niteleyen içimizdeki Yahudileşenlerin yanlışlarının ortaya çıkarılmasını sağlayacak tek yöntem ,Kur'anın Allah (c.c) nin yegane rab ve ilah olarak tanınmasını merkeze alan okuma yöntemi olacaktır.
Tevhit inancını merkeze almayan bir okuma yöntemini terk edenler, bu kitabı Allah (c.c) dışındakilere kul olmak için okumaktan başka bir şey yapmış olmayacaklardır. Tağut , şirk gibi kavramları duyduklarında akıllarına sadece hadis imamları , tarikat şeyhleri gelenlerin bir çoğu , bu kavramın anlam alanına girmesi gereken kravatlı güruhu bırakın aklına getirmek , yeri geldiğinde alkışlamaktan ve desteklemekten bile çekinmemektedirler.
Halk arasında yaygın olan ve sıkça eleştiriye tabi tutulan, anlamadan sadece Arapça metnini okuyarak sevap kazanma düşüncesi ile , anladığını iddia ederek okuyan, fakat bu okuma kişiye sadece Allah'a kul olma bilinci aşılamıyor ise, halk arasında yaygın olan okuma biçiminden herhangi bir farkı yoktur.
"Ben demiyorum Allah diyor" şeklinde bir söz, sadece elçilerin ağzından çıkabilecek bir sözdür. Elçiler Allah (c.c) nin mesajını insanlara iletmek ile görevli olan kişiler olması nedeni ile , Allah adına konuşma yetkisi sadece onlara ait olup , onların haricinde olan kimselerin böyle bir yetkileri yoktur.
Kur'an ile ilgili konuşmak durumunda olan nebi resuller haricinde olan kimseler ki bu kurum artık Muhammed (a.s) ile son bulmuştur, eğer böyle bir söz kullanmaya kalkarlar ise , büyük bir cüret göstermiş sayılacaklardır. Kur'an okumak anlamak herkesin hakkı ve vazifesi olmakla birlikte , okuyan kişi bu kitaptan anladığını "Mutlak doğru" olarak görmeye başladığı takdirde problem başlayacaktır.
Herkes okuduğu ayetten anladığının doğru olduğunu savunabilir buna hakkı da vardır. Ancak tek doğru kendisini görmeye başlayan kişinin, patolojik sorunları olduğunu ve bu sorunun ancak tıp doktorlarından alacağı yardım ile üstesinden gelinebileceğini hatırlatmak isteriz. Özellikle Kur'anı öncellediğini iddia eden kesimin içinde çokça rastladığımız bu tür kişiler , 1500 yıldır kimsenin bilemediği bulamadığı bazı fikirleri sadece kendilerinin bulduğu iddiası ile ortalıkta dolaşarak kendilerine taraftar toplamaya çalışmaktadırlar.
Kur'an okuyan kişilerin okuduklarını mutlak doğru olarak değil "Benim doğru olduğunu düşündüğüm bu dur" şeklinde bir ifade ile dillendirmeleri daha doğru ve daha mütevazi bir yaklaşım olacaktır.
Kur'an kıssaları ile ilgili konular, "Kur'an Merkezli Din" söylemine sahip olanların üzerinde çokça durdukları ve ilgilendikleri bölümlerin başında gelmektedir. Kıssa yollu anlatımlar , yaşam içinde Allah (c.c) yi merkeze almanın ve almamanın sonuçlarını göstermesi bakımından , Kur'anın en önemli bölümlerini teşkil etmektedir. Kıssalar geçmişteki yaşantılardan örnekler vererek gelecekteki yaşantıların şekillenmesine örneklik teşkil etmesi gereken anlatımlardır.
Hayatın merkezine tevhidi alanlar ile almayanların mücadelesi olarak özetleyebileceğimiz kıssalar , bizlere hayatın anlamını öğretmektedir. Ancak bir kısım insan bu kıssalardaki ana mesaja odaklanma sorunu yaşadıkları için , tevhidi mücadelenin izlerini kıssalarda aramak gibi bir düşünce içinde olmadan bu kıssaları okumakta , ve okudukları kıssalardan akla zarar çıkarımlar yaparak , "Bu kadar da olmaz" dedirtmektedirler.
Kur'an yaşayan insanın sorunlarına çare yolunu gösteren bir kitap olarak evrensel mesajları ihtiva etmektedir. Fakat bu mesajların ne olduğu noktasında bir çoğumuz bilgi sahibi bile olmaktan uzak okumalar yaparak , sadece biz gibi düşünmeyenleri "Kafir" ilan etmemize yarayacak ayetler aramaktan başka bir iş yapmamaktayız.
Sonuç olarak : Kur'anın "Dili kitapla eğip bükmek" şeklinde tarif ettiği yanlış sadece kitap ehli tarafından değil , biz Müslümanlar tarafından da yapılan bir yanlıştır. Bu yanlışın en baştaki sebebi ise , insanları Allah (c.c) nin adını kullanarak kendi düşüncesine bağlayabilmektir.
Bu yanlışın Müslüman cenahtaki yansıması büyük sorunlar çıkarmış , bu sorunları çözmeye soyunan bir kısım insan ise , bu yanlışı düzeltmek için başka yanlışları yapmaya başlamıştır. Kur'anın hakem bir kitap olarak Müslümanların birbirine bağlayabilmesi için bu kitabın ortak bir okuma ve anlama yöntemine tabi tutulması zaruridir , bu ortak yöntem bulunmadan kitabın hayata geçirilmesi pek mümkün olamayacaktır.
Bu yöntem ise kıssalar yolu ile anlatılan geçmiş yaşantıların dikkate alınmak sureti ile oluşturulabilir. Kıssalardaki anlatımın merkezinde Allah (c.c) nin tek ilah olması yönünde yapılan mücadele örneklikleri bulunmakta olup , kıssalar haricindeki konuların merkezinde de tek ilah ve rab olarak hayata Allah (c.c) nin hakim olması yatmaktadır. Tevhit kavramını merkeze alan ortak bir okuma yönteminin en doğru yol olduğunu bu bu yöntemden uzak kalan okumaların parmağın işaret ettiği yere değil , parmağa bakmak ile vakit kaybettiklerini hatırlatmak isteriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[003.078] Ehl-i kitaptan bir gurup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları Kitap'tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde: Bu Allah katındandır, derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar.
Kur'an okumalarında izlemeye çalıştığımız yol , Yahudi , Hristiyan veya Müşriklere hitap eden ayetlerin kapsama alanının sadece onlarla sınırlı kalmayarak , bize dönük mesajlarının olup olmadığı yönünde bir okuma metodu izlemektir. Konumuz olan ayette yapılan yanlışın, sadece Ehli Kitap ile sınırlı olmadığı düşüncesinden yola çıkarak , bu ameliyenin bizim cenahtaki yansımalarını ele almaya çalışacağız.
Kur'an , "Ehli Kitap" olarak tabir ettiği fırkalardan bazılarının yapmış olduğu bu hataya dikkat çekerek, bunun büyük bir cürüm olduğunu beyan etmekte , aynı yanlışı Kur'an muhataplarının da yapmamasını istemesine rağmen , aynı hata sanki yapılması istenilmiş bir emir olarak algılanarak , Ehli Kitabı yarı yolda bırakan , Allah adına yalan ve iftiralar İslam adına yüzlerce yıldır ortalıkta gezmekte ve "Gerçek Din" olarak algılanarak maalesef bir çok kimse tarafından sahiplenilmektedir.
Dili kitap ile eğip bükmenin Müslüman cenahtaki, klasik ve modern 2 farklı yansımasından bahsetmek mümkündür.
Kur'an , bir çok ayetinde ihtilafların çözümü için hakem olarak kendisini (Enam s. 114) adres olarak gösterirken , zaman içinde gelişen olaylar sonucunda ortaya çıkan farklı din anlayışları, bu kitabın hakemliğini ortadan kaldırmıştır. Kur'an içindeki "Allah'a ve resulüne itaat edin" ayetleri ve diğer bazı ayetler referans gösterilerek , zaman içinde aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının etkisi ile , Allah ve resulü birbirinden ayrılmış , resul Allah (c.c) ile aynı seviyeye getirilerek "Ha resulün sözü , ha Allah'ın sözü ikisi de eş değerdir" şeklindeki dayatmalar ile rivayetler öne çıkarılarak, Kur'an bırakın anlaşılması , el sürülmesi bile merasim isteyen bir kitap olarak raflara kaldırılmıştır.
Rivayetlerin hakem olarak algılanmaya başlanması ile , Kur'an ile çelişen rivayetlerin nereye oturtulması gerektiği sorunu ortaya çıkmıştır. Kur'an ile çelişen bir rivayetin, Muhammed (a.s) ın ağzından çıkması veya fiiliyata dökülmesinin asla mümkün olmayacağını hatırlattıktan sonra, rivayetlerin toplandığı kitapları Kur'an ile eşdeğer gören zihniyet sahipleri , "Bir rivayet Kur'an ile çelişse dahi ayeti rivayete uygun hale getirmek gerekir" mantığı ile hareket ederek , saltanatı yüzlerce yıldır süregelen , İslam düşüncesindeki rivayet merkezli şekillenmenin temellerini atmışlardır.
Rivayet merkezli temellenme , Kur'an ayetlerinin rivayetlere uygun hale getirilmesi sektörünün de doğmasına sebep olmuştur. Bu sektörde çalışanlar , Yahudi alimlerinin yaptığının bir benzerini uygulamak sureti ile birbiri ile çelişen rivayet ile ayetin uygun hale getirilmesini sağlamışlardır!!.
Bu sektörün yaptığı işin adına "Tahrifçilik" denilmektedir. Tevrat ve İncil'in metnini tahrif eden Yahudi ve Hristiyanlara karşılık , Kur'anı anlam olarak tahrif eden Müslümanlar türemiştir. Bugün geleneksel din anlayışı içinde bir çok konu , Kur'an tarafından ortaya atılmadığı halde , rivayetler ile ortaya atılmış , ve bazı ayetler o konuyu destekler bir mahiyete sokularak ayet ile rivayet uyumlu hale getirilmeye çalışılmıştır. Bu yanlışlığın getirdiği rahatsızlık , bir çok kimseyi haklı olarak alternatif arayışlarına yönelinmesi gerektiğine ve bu alternatifin Kur'an olabileceği düşüncesine itmiştir.
Kur'anın hakem kitap olarak hayatımızda yer alması gerektiği düşüncesinin yaygınlaşması , "Kur'an merkezli din anlayışı" söylemini ortaya çıkarmıştır. Bu söylem olumlulukları getirmesi ile birlikte , bazı olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir. şöyle ki :
Geçmişte rivayetlerin merkeze alınması ile yapılan hataya tepki olarak , Kur'anın indiği zaman ve mekan şartlarını tamamen yok sayarak , indiği toplum ile bağını koparan bir okuma anlayışı ile okunan Kur'an, anlaşılmaktan çok yanlış anlaşılmamayı beraberinde getirmiştir. Tarihsel bağlamın yok sayılarak okunmaya çalışıldığı bir Kur'an, bugün inmiş gibi okunarak , bugün yaşayan insanın aklı ve yaşadığı şartlar ile anlaşılmaya çalışılması bir çok sorunu ortaya çıkarmıştır.
Bu kitabın , bazıları tarafından 1500 sene önce Arap yarımadasında yaşayan insanların sosyal , kültürel ve dini alt yapılarını dikkate alarak nazil olduğunu hesaba katılmayan bir okuma yapılması sonucunda bir çok sorunu ortaya çıkmıştır.
Gelenekteki rivayet merkezli din anlayış sahiplerinin dillerini, rivayet merkezli bir anlayış çerçevesinde eğip bükmelerine karşın , Kur'an merkezli din anlayışına sahip olduğunu iddia edenlerin bir kısmı ise (herkesi kast etmediğimizi özellikle hatırlatırız), kafalarında şekillenmiş anlayışları merkeze alarak, Kur'anı okuma ve anlama ameliyesine tabi tutmaktadırlar. Bu durum bir çok farklı Kur'an anlayışlarının ortaya çıkmasına sebebiyet vererek , bir çok kimsenin kafasının karışmasına ve "Hangi Kur'an?" sorusunun cevabını aramalarına sebep olmaktadır.
Bugün bu sorunun cevabını bir çok kimse vermeye çalışmakta ve verilen cevaplarda ortak bir noktaya ulaşmaktan çok, ayrılıkların daha da ayyuka çıktığı Kur'an anlayışları ortada gezmektedir. Kur'anın hayat içinde pratiğe geçirilme gereği olan bir kitap olması bir tarafa , daha bizlerin hani okuma yöntemi ile anlaşılacak Kur'anın hayata geçirileceği tartışmaları sürüp gitmektedir.
Şurası bir gerçektir ki , bizim önereceğimiz okuma yönteminin , başkaları tarafından itiraza uğrayabileceği , "Senin teklif ettiğin yöntemin doğru olduğunu nereden bileceğiz?" sözlerini duyabileceğimizi hesaba katmaktayız.Gözlemlerimiz sonucu vardığımız bir kanaat olarak söyleyebiliriz ki , bugün Kur'an okuyan bir kısım insanbütüncül bir okuma değil , parçacı bir okuma yapmaları sonucunda, Kur'anı körün fili tarif etmesi misali bir tarafından tutarak tarif etmektedir. Halbuki Kur'anın nasıl bir kitap olduğu, yine kendi içinden anlaşılması ve öğrenilmesi gereken bir kitaptır. Dışarıdan ithal edilmiş bazı izm ve düşüncelerin baz alınarak Kur'anın doğru anlaşılması asla mümkün değildir.
Allah' tek ilah olarak tanımak üzerine kurulu bir hayatın yaşanması gerektiğini öğreten , bu yolda geçmişlerden kıssalar ile örnekler veren, merkezinde Tevhid'in yer aldığı , ve bütün ayetlerin bu kavramın merkeze alınarak okunması gerektiği , "Hangi Kur'an?" sorusunun cevabı olabileceğini söylemek istiyoruz.
Tevhid inancını merkeze almayan , kendi indi düşüncelerini Kur'ana onaylatmak için bazı ayetleri eğip bükmekten çekinmeyen, işlerine geldiği gibi bazı ayetler üzerinde oynama yapan ve kendisini "Kur'an Ehli" olarak niteleyen içimizdeki Yahudileşenlerin yanlışlarının ortaya çıkarılmasını sağlayacak tek yöntem ,Kur'anın Allah (c.c) nin yegane rab ve ilah olarak tanınmasını merkeze alan okuma yöntemi olacaktır.
Tevhit inancını merkeze almayan bir okuma yöntemini terk edenler, bu kitabı Allah (c.c) dışındakilere kul olmak için okumaktan başka bir şey yapmış olmayacaklardır. Tağut , şirk gibi kavramları duyduklarında akıllarına sadece hadis imamları , tarikat şeyhleri gelenlerin bir çoğu , bu kavramın anlam alanına girmesi gereken kravatlı güruhu bırakın aklına getirmek , yeri geldiğinde alkışlamaktan ve desteklemekten bile çekinmemektedirler.
Halk arasında yaygın olan ve sıkça eleştiriye tabi tutulan, anlamadan sadece Arapça metnini okuyarak sevap kazanma düşüncesi ile , anladığını iddia ederek okuyan, fakat bu okuma kişiye sadece Allah'a kul olma bilinci aşılamıyor ise, halk arasında yaygın olan okuma biçiminden herhangi bir farkı yoktur.
"Ben demiyorum Allah diyor" şeklinde bir söz, sadece elçilerin ağzından çıkabilecek bir sözdür. Elçiler Allah (c.c) nin mesajını insanlara iletmek ile görevli olan kişiler olması nedeni ile , Allah adına konuşma yetkisi sadece onlara ait olup , onların haricinde olan kimselerin böyle bir yetkileri yoktur.
Kur'an ile ilgili konuşmak durumunda olan nebi resuller haricinde olan kimseler ki bu kurum artık Muhammed (a.s) ile son bulmuştur, eğer böyle bir söz kullanmaya kalkarlar ise , büyük bir cüret göstermiş sayılacaklardır. Kur'an okumak anlamak herkesin hakkı ve vazifesi olmakla birlikte , okuyan kişi bu kitaptan anladığını "Mutlak doğru" olarak görmeye başladığı takdirde problem başlayacaktır.
Herkes okuduğu ayetten anladığının doğru olduğunu savunabilir buna hakkı da vardır. Ancak tek doğru kendisini görmeye başlayan kişinin, patolojik sorunları olduğunu ve bu sorunun ancak tıp doktorlarından alacağı yardım ile üstesinden gelinebileceğini hatırlatmak isteriz. Özellikle Kur'anı öncellediğini iddia eden kesimin içinde çokça rastladığımız bu tür kişiler , 1500 yıldır kimsenin bilemediği bulamadığı bazı fikirleri sadece kendilerinin bulduğu iddiası ile ortalıkta dolaşarak kendilerine taraftar toplamaya çalışmaktadırlar.
Kur'an okuyan kişilerin okuduklarını mutlak doğru olarak değil "Benim doğru olduğunu düşündüğüm bu dur" şeklinde bir ifade ile dillendirmeleri daha doğru ve daha mütevazi bir yaklaşım olacaktır.
Kur'an kıssaları ile ilgili konular, "Kur'an Merkezli Din" söylemine sahip olanların üzerinde çokça durdukları ve ilgilendikleri bölümlerin başında gelmektedir. Kıssa yollu anlatımlar , yaşam içinde Allah (c.c) yi merkeze almanın ve almamanın sonuçlarını göstermesi bakımından , Kur'anın en önemli bölümlerini teşkil etmektedir. Kıssalar geçmişteki yaşantılardan örnekler vererek gelecekteki yaşantıların şekillenmesine örneklik teşkil etmesi gereken anlatımlardır.
Hayatın merkezine tevhidi alanlar ile almayanların mücadelesi olarak özetleyebileceğimiz kıssalar , bizlere hayatın anlamını öğretmektedir. Ancak bir kısım insan bu kıssalardaki ana mesaja odaklanma sorunu yaşadıkları için , tevhidi mücadelenin izlerini kıssalarda aramak gibi bir düşünce içinde olmadan bu kıssaları okumakta , ve okudukları kıssalardan akla zarar çıkarımlar yaparak , "Bu kadar da olmaz" dedirtmektedirler.
Kur'an yaşayan insanın sorunlarına çare yolunu gösteren bir kitap olarak evrensel mesajları ihtiva etmektedir. Fakat bu mesajların ne olduğu noktasında bir çoğumuz bilgi sahibi bile olmaktan uzak okumalar yaparak , sadece biz gibi düşünmeyenleri "Kafir" ilan etmemize yarayacak ayetler aramaktan başka bir iş yapmamaktayız.
Sonuç olarak : Kur'anın "Dili kitapla eğip bükmek" şeklinde tarif ettiği yanlış sadece kitap ehli tarafından değil , biz Müslümanlar tarafından da yapılan bir yanlıştır. Bu yanlışın en baştaki sebebi ise , insanları Allah (c.c) nin adını kullanarak kendi düşüncesine bağlayabilmektir.
Bu yanlışın Müslüman cenahtaki yansıması büyük sorunlar çıkarmış , bu sorunları çözmeye soyunan bir kısım insan ise , bu yanlışı düzeltmek için başka yanlışları yapmaya başlamıştır. Kur'anın hakem bir kitap olarak Müslümanların birbirine bağlayabilmesi için bu kitabın ortak bir okuma ve anlama yöntemine tabi tutulması zaruridir , bu ortak yöntem bulunmadan kitabın hayata geçirilmesi pek mümkün olamayacaktır.
Bu yöntem ise kıssalar yolu ile anlatılan geçmiş yaşantıların dikkate alınmak sureti ile oluşturulabilir. Kıssalardaki anlatımın merkezinde Allah (c.c) nin tek ilah olması yönünde yapılan mücadele örneklikleri bulunmakta olup , kıssalar haricindeki konuların merkezinde de tek ilah ve rab olarak hayata Allah (c.c) nin hakim olması yatmaktadır. Tevhit kavramını merkeze alan ortak bir okuma yönteminin en doğru yol olduğunu bu bu yöntemden uzak kalan okumaların parmağın işaret ettiği yere değil , parmağa bakmak ile vakit kaybettiklerini hatırlatmak isteriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Ekim 2016 Cuma
Al-i İmran s. 75. Ayeti : "Bizden Olmayanlara Karşı Her Yol Mübahtır" Diyenler
Kur'anın "Kitap Ehli" olarak ifade ettiği, Yahudi ve Hristiyanlara hitap eden ayetler , sadece onlarla sınırlı olduğu zannı ile okunduğunda , doğru bir okuma yapılmamış olacaktır. Kur'anın Yahudi ve Hristiyanlar tarafından yapılan bazı amellerin yanlış olduğunu ifade etmesi , o yanlışların biz Müslümanlar tarafından da yapılmamasına yönelik ikazlar olarak okunduğunda , bu kitap daha doğru anlaşılmış olacaktır.
Dünya yüzünde yaşayan insanların farklı yaşama biçimleri (Dinler) etrafında birleşmeleri , beraberinde bu farklılıklara sahip olanların birbirlerine karşı bir takım düşmanca tavırlar içine girmesini de getirmiştir. Halbuki asıl olan bu farklılıklar ile birlikte yaşamasını becerebilmek olması gerekir iken , binlerce yıldır insanlar birbirlerini sadece kendilerinin yaşam biçimlerine (dinlerine) sahip olmadıkları için öldürmüş , hala da öldürmektedir.
Dünya yüzünde yaşayan insanların farklı yaşama biçimleri (Dinler) etrafında birleşmeleri , beraberinde bu farklılıklara sahip olanların birbirlerine karşı bir takım düşmanca tavırlar içine girmesini de getirmiştir. Halbuki asıl olan bu farklılıklar ile birlikte yaşamasını becerebilmek olması gerekir iken , binlerce yıldır insanlar birbirlerini sadece kendilerinin yaşam biçimlerine (dinlerine) sahip olmadıkları için öldürmüş , hala da öldürmektedir.
Farklı düşünmek , farklı dinlere sahip olmak, insan tabiatının bir gereği olup , Allah (c.c) dahi kullarının kendi hür iradeleri sonucunda yapmış oldukları seçimlerinin neticelerini bildirerek onları iman ve küfür noktasındaki seçimlerinde serbest bırakmış , onları herhangi bir yolu tercih etmeleri konusunda bir zorlamada bulunmamıştır.
Kullarının küfrüne razı olmayan (Zümer s.7) fakat , kulları küfür yolunu tercih etmiş olsa bile, onların dünya hayatında yaptığı çalışmalarının karşılığını "Errahman" ismi gereğince , kulları arasında inanan- inanmayan ayrımı gözetmeden veren Allah (c.c) nin kulları , birbirlerine karşı aynı derecede eşit davranma erdeminden maalesef yoksundurlar.
Kur'ana baktığımız zaman, Allah (c.c) iman edenler ile iman etmeyenler arasındaki ilişkileri düzenleyici bir takım emir ve yasaklar koymuştur. İman edenlerin, iman etmeyenler ile birbirleri ile yemek yemek ve kitap ehli olanlardan kız almak noktasında(Maide s. 5) bazı insani ilişkileri serbest bırakmasına karşın, "Velayet" kavramının anlam alanına giren konularda, onlarla böyle bir ilişki içine girilmemesini emretmiştir.
Velayet ilişkisi haricindeki konularda, evrensel insani değerlere uyulması gerektiğini bizlere öğreten ayetlerden bir tanesi Al-i İmran s. 75. ayetidir.
[003.075] Ehl-i Kitab'dan öylesi vardır ki; kantarla emanet bıraksan; onu
sana öder. Öylesi de vardır ki; bir tek altın emanet etsen; tepesine
dikilmedikçe onu sana ödemez. Bu, onların: Ümmiler hakkında bize karşı
sorumluluk yoktur, demelerindendir. Onlar, bile bile Allah'a karşı yalan
söylemektedirler.
[003.076] Hayır, kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa; şüphe yok ki Allah, sakınanları sever.
[003.076] Hayır, kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa; şüphe yok ki Allah, sakınanları sever.
Ayet , Ehli Kitaba mensup olan 2 ayrı insan tipinden bahsetmektedir. 1. insan tipi emanete riayet eden , 2. insan tipi ise emanete ihanet eden eden, yani güncel tabir ile "Batakçı" bir tiptir. Batakçı insan tipi , yaptığı işe dayanak olarak " Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur" demektedir ve biz, bu sözden yola çıkarak , evrensel ahlak ve insani kuralların "Bizden olan" , "Bizden olmayan" şeklinde bir ayrımı kabul etmediğine , etmemesi gerektiğine vurgu yaparak, bu ayrımcılığın biz Müslümanlar cephesinde de yaşanmasından dolayı meydana gelen durumlara dikkat çekmeye çalışacağız.
[004.058] Allah size emanetleri ehline vermenizi ve
insanlar arasında hükmettiğiniz vakit adaletle hükmetmenizi emrediyor. Gerçekten
Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah işiten ve bilendir.
Nisa s. 58. ayetine baktığımızda "Emanet" kavramı burada da geçmektedir. Bu kavramın daha geniş anlam alanı olduğunu unutmayarak , konumuz olan ayet ile bağını kurabiliriz. Allah (c.c) emanete riayet konusunda "Sizden olan" , "Sizden olmayan" şeklinde bir ayrım yapmadan emanetlerin ehline yani alındığı yere, gerçek sahibi olanlara teslim edilmesini , adaletin yine sadece bir guruba değil İNSANLARIN HEPSİNE eşit uygulanmasını emretmektedir.
[060.008] Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.
[060.008] Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.
[060.009] Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi
yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları veli edinmenizden sakındırır. Kim onları veli edinirse, artık onlar zalim
olanların ta kendileridir.
Mümtehine suresindeki bu ayetler , "Bizden değil" diyebileceğimiz insanlara karşı, olması gereken davranışlarımızı düzenlemektedir. Bizden olmayıp , fakat bize herhangi bir zararı bulunmayanlara karşı, evrensel insanlık değerlerini uygulamak zorunda olduğumuz bizlere hatırlatılmaktadır. Onlardan herhangi bir zarar gelmediği sürece , onların kanı , malı ve canları bizlere helal değildir.
[005.032] Bundan dolayı İsrailoğullarının üzerine yazdık ki: Her kim, bir nefsi bir nefse veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de, onu diri bırakırsa sanki bütün insanları diriltmiş gibidir. Andolsun ki; onlara, resullerimiz apaçık delillerle geldiler. Bundan sonra da onlardan bir çoğu gerçekten taşkınlık edenlerdir.
Maide s. 32. ayetindeki yazgı sadece İsrailoğullarına özel değil , bütün insanlık üzerine yazılmış olan yazgıdır.Bir insanın hayatını bütün insanların hayatı kadar değerli tutan Rabbimizin bu emri, eğer bütün insanlar tarafından gereğince yerine getirilmiş olsaydı , yer yüzünde haksız yere bir tek insanın dahi katledilmesi acaba mümkün olabilir miydi?. Ancak rivayet merkezli oluşturulan fıkıh yolu ile , bırakın kafir olanların öldürülmesini , Müslüman olanlar bile diğer bazı Müslüman guruplar tarafından "Müşrik" oldukları gerekçesi ile toplu kıyımlara bile tabi tutulmaktadır.
Kökü Türkiye de olan bir dini referans aldığını iddia eden bir cemaatın, Allah (c.c) tarafından yasaklanan faizin , sahipleri yabancı olan bankalardan alınabileceğine dair olan fetvaları, herkes tarafından bilinmekte , ve bağlıları tarafından uygulanmaktadır. Onlara göre sahipleri yabancı olan bankalara para yatırmak , ve bu paranın faizini almak helaldir.
Al-i İmran suresi 75. ayetinin Müslüman dünyasındaki bir yansıması diyebileceğimiz bu durumun daha kötüsü , bugün İslamı referans aldığını iddia eden silahlı örgütler tarafından yapılmakta ve kendilerinin dışında olan insanların, müşrik oldukları gerekçesi ile hayat hakkı olmadıklarını öne sürerek, İslam coğrafyasının bir çok yerinde kanlı eylemlere imza atmaktadırlar.
İnsanların , Allah (c.c) nin yasaklamasına rağmen bu tür yollara sapmasına sebep olan en büyük saik , bu yanlışlara dini bir kılıf giydirilmiş olmasıdır. Bu kılıfı giydirenler ise dini bilgi sahibi olduğunu iddia eden kişiler olup , Allah (c.c) adına yapılan yanlışlara bu kişiler yol açmaktadırlar.
" Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur" diyerek, kendilerinden olmayanların can , mal , ırz , namus v.s gibi her türlü haklarını gasp etmeyi "Helal" sayanların İslam dünyasındaki versiyonlarının dayanakları ,yine bazı alim zannedilen cahillerin verdikleri fetvalara dayanmaktadır.
İslam hukukundaki cariyeler ile ilgili fıkha baktığımızda , onlar ile nikahsız olarak cinsel ilişki kurulabileceğine dair fetvaları bulabiliriz. Bir insanın ırzı ve namusu , nikah akdi olmadığı müddetçe kimseye helal değildir. Kur'anın cariyeler ile nikah akdi yapılmasına rağmen , oluşturulan fıkhın temelinde yatan saik , konumuz olan ayette dile getirilen bahane olan , "Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur" düşüncesinin Müslüman cenahtaki yansımasıdır.
İslam coğrafyasında hakim olan mezheplere baktığımızda , bu mezheplerin görüşlerinin dayandıkları deliller , Kur'an değil rivayet merkezlidir. Rivayet merkezli fıkıh üretimi öyle bir hal almıştır ki , rivayete uygun olmayan ayet , ya neshedildiğini iddia etmek sureti ile , ya da rivayete uygun bir şekilde te'vil edilerek, o mezhebin görüşlerini tasdik edici bir hale getirilmektedir.
[016.116] Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak «Bu helâldir, şu da haramdır» demeyin, çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.
Bugün İslam coğrafyasında yaygın olan fıkhi ve itikadi mezheplerin dayandığı görüşler , bu mezhepleri ortaya atanların yaşadığı zaman içinde , mensup oldukları fikirler doğrultusunda çaldıkları minareye kılıf uydurma çabalarının veya , kendilerine sipariş edilen hükme uygun delil bulmaları sonucundan başka bir şey değildir.
Helal ve haram tayin etmenin sadece Allah (c.c) nin hakkı olduğu bir dinin mensupları olduklarını iddia edenler , bu hakkı önce peygambere vererek , helal haram tayin etme hakkına bir beşerin de sahip olabileceğinin kapısını açmışlar , açılan bu kapıya, kendisine alim , şeyh , müçtehit , gavs , kutup v.s isimleri verilmiş bütün beşerler, akın ederek din adına haram ve helaller uydurmuşlardır.
[005.032] Bundan dolayı İsrailoğullarının üzerine yazdık ki: Her kim, bir nefsi bir nefse veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de, onu diri bırakırsa sanki bütün insanları diriltmiş gibidir. Andolsun ki; onlara, resullerimiz apaçık delillerle geldiler. Bundan sonra da onlardan bir çoğu gerçekten taşkınlık edenlerdir.
Maide s. 32. ayetindeki yazgı sadece İsrailoğullarına özel değil , bütün insanlık üzerine yazılmış olan yazgıdır.Bir insanın hayatını bütün insanların hayatı kadar değerli tutan Rabbimizin bu emri, eğer bütün insanlar tarafından gereğince yerine getirilmiş olsaydı , yer yüzünde haksız yere bir tek insanın dahi katledilmesi acaba mümkün olabilir miydi?. Ancak rivayet merkezli oluşturulan fıkıh yolu ile , bırakın kafir olanların öldürülmesini , Müslüman olanlar bile diğer bazı Müslüman guruplar tarafından "Müşrik" oldukları gerekçesi ile toplu kıyımlara bile tabi tutulmaktadır.
Kökü Türkiye de olan bir dini referans aldığını iddia eden bir cemaatın, Allah (c.c) tarafından yasaklanan faizin , sahipleri yabancı olan bankalardan alınabileceğine dair olan fetvaları, herkes tarafından bilinmekte , ve bağlıları tarafından uygulanmaktadır. Onlara göre sahipleri yabancı olan bankalara para yatırmak , ve bu paranın faizini almak helaldir.
Al-i İmran suresi 75. ayetinin Müslüman dünyasındaki bir yansıması diyebileceğimiz bu durumun daha kötüsü , bugün İslamı referans aldığını iddia eden silahlı örgütler tarafından yapılmakta ve kendilerinin dışında olan insanların, müşrik oldukları gerekçesi ile hayat hakkı olmadıklarını öne sürerek, İslam coğrafyasının bir çok yerinde kanlı eylemlere imza atmaktadırlar.
İnsanların , Allah (c.c) nin yasaklamasına rağmen bu tür yollara sapmasına sebep olan en büyük saik , bu yanlışlara dini bir kılıf giydirilmiş olmasıdır. Bu kılıfı giydirenler ise dini bilgi sahibi olduğunu iddia eden kişiler olup , Allah (c.c) adına yapılan yanlışlara bu kişiler yol açmaktadırlar.
" Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur" diyerek, kendilerinden olmayanların can , mal , ırz , namus v.s gibi her türlü haklarını gasp etmeyi "Helal" sayanların İslam dünyasındaki versiyonlarının dayanakları ,yine bazı alim zannedilen cahillerin verdikleri fetvalara dayanmaktadır.
İslam hukukundaki cariyeler ile ilgili fıkha baktığımızda , onlar ile nikahsız olarak cinsel ilişki kurulabileceğine dair fetvaları bulabiliriz. Bir insanın ırzı ve namusu , nikah akdi olmadığı müddetçe kimseye helal değildir. Kur'anın cariyeler ile nikah akdi yapılmasına rağmen , oluşturulan fıkhın temelinde yatan saik , konumuz olan ayette dile getirilen bahane olan , "Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur" düşüncesinin Müslüman cenahtaki yansımasıdır.
İslam coğrafyasında hakim olan mezheplere baktığımızda , bu mezheplerin görüşlerinin dayandıkları deliller , Kur'an değil rivayet merkezlidir. Rivayet merkezli fıkıh üretimi öyle bir hal almıştır ki , rivayete uygun olmayan ayet , ya neshedildiğini iddia etmek sureti ile , ya da rivayete uygun bir şekilde te'vil edilerek, o mezhebin görüşlerini tasdik edici bir hale getirilmektedir.
[016.116] Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak «Bu helâldir, şu da haramdır» demeyin, çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.
Bugün İslam coğrafyasında yaygın olan fıkhi ve itikadi mezheplerin dayandığı görüşler , bu mezhepleri ortaya atanların yaşadığı zaman içinde , mensup oldukları fikirler doğrultusunda çaldıkları minareye kılıf uydurma çabalarının veya , kendilerine sipariş edilen hükme uygun delil bulmaları sonucundan başka bir şey değildir.
Helal ve haram tayin etmenin sadece Allah (c.c) nin hakkı olduğu bir dinin mensupları olduklarını iddia edenler , bu hakkı önce peygambere vererek , helal haram tayin etme hakkına bir beşerin de sahip olabileceğinin kapısını açmışlar , açılan bu kapıya, kendisine alim , şeyh , müçtehit , gavs , kutup v.s isimleri verilmiş bütün beşerler, akın ederek din adına haram ve helaller uydurmuşlardır.
[009.031] Onlar Allah'tan ayrı hahamlarını, rahiblerini rabblar edindiler.
Meryem Oğlu Mesih'i de. Halbuki tek tanrıdan başkasına ibadet etmemekle
emrolunmuşlardır. O'ndan başka ilah yoktur. O; bunların şirk koştukları
şeylerden münezzehtir.
Kendilerinden olmayanlara her türlü zulmü "Helal" gören Yahudi ve Hristiyanlar , bu hükümleri hahamları ve rahiplerinden aldıkları fetvalara dayanarak yaptıkları zulüm ile, sevaba nail olmanın verdiği gönül rahatlığı !! içinde yaşarlar iken , Kur'an bunların yaptıkları bu işin "Haham ve rahipleri rab edinmek" olduğunu söylemiş , onlara ve bu kitabın muhataplarına, yaşam içinde olması gereken tek rabbin kim olması gerektiğini hatırlatmıştır.
Tevbe s. 31 ve benzeri ayetlere iman ettiğini iddia eden biz Müslümanlar ise , aynı yanlışa düşerek , başkalarına yapmak istediğimiz zulmün, veya kendimiz için istediğimiz bazı menfaatlerin dini dayanaklarını Kur'anda bulamadığımız için başka kaynaklardan bulma yoluna gitmekteyiz. Vahiy merkezli bir dinden , kişi merkezli bir dine geçiş ile bulunan bu dayanak, maalesef bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların içinde bulunduğu sorunların kaynağını teşkil etmektedir.
İyi bilinmelidir ki , insanların ırzı ve namusu kutsal değerler olup , bu değerleri ihlal etmenin, hiç bir surette haklı gerekçeleri yoktur. Kendilerine göre haklı gerekçeler uyduranlar , özellikle bu haklılıklarını dine dayandırmaya çalışanlar ancak Allah'a karşı yalan ve iftira atmaktadırlar.
Kan , can , mal gibi yine kutsal olarak görülmesi gereken değerlerin "Helal" olarak görülmesinin gerekçeleri , Allah (c.c) nin kitabına uygun olmalıdır. Allah (c.c) adına konuştuğunu iddia ederek , bu konuşmalarını ayetlere değil , bazı kimselerin sözlerine dayandıranların gerekçeleri asla makul sayılmayacağı gibi , bu gerekçeler ancak yalan ve iftiradan başka bir şey olmayacaktır.
Can , mal , akıl , din ve neslin korunması , insan olmanın bir gereği olan temel haklardandır. "Darü'l Harp fıkhı" adında oluşturulmuş , rivayetlere dayalı bir fıkhın , insanların ırzını , namusunu , kanını , malını , canını kendilerinin belirledikleri şartlar dahilinde helal olarak görmeleri asla Allah (c.c) nin emri olarak dayatılamaz.
İyi bilinmelidir ki , insanların ırzı ve namusu kutsal değerler olup , bu değerleri ihlal etmenin, hiç bir surette haklı gerekçeleri yoktur. Kendilerine göre haklı gerekçeler uyduranlar , özellikle bu haklılıklarını dine dayandırmaya çalışanlar ancak Allah'a karşı yalan ve iftira atmaktadırlar.
Kan , can , mal gibi yine kutsal olarak görülmesi gereken değerlerin "Helal" olarak görülmesinin gerekçeleri , Allah (c.c) nin kitabına uygun olmalıdır. Allah (c.c) adına konuştuğunu iddia ederek , bu konuşmalarını ayetlere değil , bazı kimselerin sözlerine dayandıranların gerekçeleri asla makul sayılmayacağı gibi , bu gerekçeler ancak yalan ve iftiradan başka bir şey olmayacaktır.
Can , mal , akıl , din ve neslin korunması , insan olmanın bir gereği olan temel haklardandır. "Darü'l Harp fıkhı" adında oluşturulmuş , rivayetlere dayalı bir fıkhın , insanların ırzını , namusunu , kanını , malını , canını kendilerinin belirledikleri şartlar dahilinde helal olarak görmeleri asla Allah (c.c) nin emri olarak dayatılamaz.
Sonuç olarak : Kitap ehline mensup olanların yapmış oldukları bazı davranışları eleştiren Kur'an , bu davranışları sadece onlar yaptığı için değil , bizlerinde yapma potansiyeli olduğu için , bizlere ikaz mahiyetinde onları eleştirmektedir. "Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla" mantığı içinde anlaşılması gereken bu ikazlar, bizler için yol işaretleri olarak okunmalıdır.
Allah (c.c) , "İnanan-İnanmayan" şeklindeki ayrımı , ahirette yapacağını bildirerek , bu dünyada böyle bir ayrım yapmamaktadır. Bizler ise bizim dışımızda olan ve "Kafir" olarak bildiğimiz insanlara karşı olan davranışlarımızı "Her şey serbest" mantığı ile değil , yine kul olma sorumluluğumuz çerçevesinde bize çizilen davranış modeline uymak zorundayız.
Karşımızdaki insanı tabi tutacağımız temel kriterler , bizden olup olmadığına göre değil , o insanın da en az bizim kadar hak sahibi olduğu esasına dayanmalıdır. Kendimiz için istemediğimiz bazı şeyleri , başkaları için mübah saymak , İslam inancı ile asla bağdaşmaz.
Allah (c.c) kimseye , kendisi ile aynı inancı ve düşünceyi paylaşmadığı için , haksızlık etmek , malını gasp etmek , ırzını ve namusunu çiğnemek , kanını ve canını helal saymak hakkını vermediği gibi , böyle bir hakkı kendisinde görenler , ve bu hakkı dini bir delile dayandırarak fiile geçirenler , Allah (c.c) adına yalan söylemektedirler.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Allah (c.c) , "İnanan-İnanmayan" şeklindeki ayrımı , ahirette yapacağını bildirerek , bu dünyada böyle bir ayrım yapmamaktadır. Bizler ise bizim dışımızda olan ve "Kafir" olarak bildiğimiz insanlara karşı olan davranışlarımızı "Her şey serbest" mantığı ile değil , yine kul olma sorumluluğumuz çerçevesinde bize çizilen davranış modeline uymak zorundayız.
Karşımızdaki insanı tabi tutacağımız temel kriterler , bizden olup olmadığına göre değil , o insanın da en az bizim kadar hak sahibi olduğu esasına dayanmalıdır. Kendimiz için istemediğimiz bazı şeyleri , başkaları için mübah saymak , İslam inancı ile asla bağdaşmaz.
Allah (c.c) kimseye , kendisi ile aynı inancı ve düşünceyi paylaşmadığı için , haksızlık etmek , malını gasp etmek , ırzını ve namusunu çiğnemek , kanını ve canını helal saymak hakkını vermediği gibi , böyle bir hakkı kendisinde görenler , ve bu hakkı dini bir delile dayandırarak fiile geçirenler , Allah (c.c) adına yalan söylemektedirler.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
6 Ekim 2016 Perşembe
Bakara s. 261-274 Arasındaki İnfak Ayetleri Üzerinde Bir Tefekkür Çalışması
İnsanların ekonomik bakımdan tamamının aynı seviyede olmayışı nedeniyle , ekonomik bakımdan iyi durumda olanların üzerine, ekonomik bakımdan iyi olmayanlara karşı bir takım yükümlülükler getirilmiştir. İnsanlar arasındaki sosyal dengenin sağlanması yolunda önemli bir adım olan infak müessesesinin ayakta kalarak işlevini sürdürmesi, her zaman olduğu gibi bugünde önemini korumaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde önemli rol oynayan bu yükümlülüklerin yerine getirilmesi konusunda , Kur'anda bir çok ayet bulunmaktadır.
Kur'an, insanların elinde bulunan dünyaya ait olanların tamamının onlara Allah (c.c) tarafından verildiği , ellerinde olanların hiç birinin kendi malları olmadığını hatırlatarak , vermeleri gerekenlerin onlara emaneten ve imtihan süreci dahilinde verildiğini önemle hatırlatır. "Kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden" şeklinde bir çok ayette geçen bu ifade , elimizde rızık olarak bulunanların gerçekte bizim değil , bize Allah (c.c) tarafından verilmiş olduğunu ve bunlarda başkalarının da hakkı olduğunu hatırlatır.
İnfak ile ilgili ayetler , Kur'anın pek çok suresinde bulunmasına karşın, Bakara suresi içinde toplu bir şekilde yer almış olması nedeniyle , bu sure içindeki infak ile ilgili ayetler üzerinde bir tefekkür çalışması yapmaya çalışacağız.
Surenin 3. ayetinin , kendilerine rızık olarak verilenlerden infak etmeyi , Müminlerin vasıflarından saydığını hatırlayarak konumuz ile ayetlere geçebiliriz.
[002.261] Mallarını Allah yolunda infak edenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Ve Allah, Vasi'dir, Alim'dir.
Mesel ile anlatma , Kur'anın sıkça kullandığı bir yöntemdir. Bu yöntem ile soyut olan bazı şeyler , muhatabın zihninde somut olarak canlandırılmakta, ve yaptığı işin ona ahiretteki getirisini , dünya hayatı içinde şahit olduğu bilgilere benzetilmesi yolu ile daha kolay anlamaktadır. Ayette, infak etmek verimli bir toprağa benzetilerek , onun verdiği ürün yapılan infaktan hasıl olan sevabı ifade etmektedir.
Herkesin malumu olduğu üzere tarım , insan hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Malından infak etmek , verimli bir toprağa benzetilerek, infak etmenin insana olan getirisinin, çiftçinin toprağa attığı bir tohumun, 700 misli vermesi olarak anlatılarak , insana ilk başta zor gelen elini cebe atmanın, sonrasında ona nasıl bir karlılık getirdiği, bildiği bir örnek üzerinden anlatılarak infaka teşvik edilmektedir.
Ayetteki " Allah, dilediğine kat kat verir" cümlesi , Kur'anda bir çok ayette yer alan "Allah'ın dilemesi" konulu ayetlerdeki dilemenin, nasıl gerçekleştiğini de anlatmaktadır. Allah'ın dilemesi onun keyfiliği anlamında değil , kulun yaptığının karşılığında alacağı karşılığı bildirmektedir. 261. ayet ile konuyu alakalandıracak olursak , kişi malını infak etmesi neticesinde Allah (c.c) tarafından kat kat karşılık ile mükafatlandırılmaktadır. Aksi takdirde Allah (c.c), malını infak etmeyene keyfi olarak böyle bir karşılık vermez.
Bir çok ayetin sonunda gördüğümüz esmaya dahil olan isimler , ayet içindeki konu ile yakından alakalıdır. Allah (c.c) nin Vasi (imkanları genişleten) olması , infak etmekle ilk bakışta eksilir gibi görünen malın, aslında eksilmediğini aksine genişlediğini , Alim (her şeyi bilici) olması ise , yapılan infakın mutlaka bilindiği , bilinmemezlik gibi bir durumun asla mümkün olmadığını bildirmektedir.
[002.262] Mallarını Allah yolunda infak edip de, sonra infak ettikleri şeyin ardından başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin mükafaatı, Rabbları katındadır. Onlara korku yoktur. Ve mahzun da olacak değillerdir.
[002.263] Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eza gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah müstağnidir, Halim'dir.
Malını infak etmenin yanında, bu infakın bir vazife, bir görev şuuru içinde yapılması önemli bir husustur. Mekki ayetlere baktığımızda , verdiğini başa kakma ve eziyet etmek, müşrik özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaptığı infakı gereği gibi yapanların mükafatlandırılacağı hatırlatılarak , veren kişinin verdiğini nasıl bir şuur içinde olarak vermesi gerektiği hatırlatılmaktadır.
263. ayet , verdiğinizi başa kakmak ve eziyet etmek sureti ile verecekseniz , bunu hiç vermeyin insanlara güzel söz söylemek , eziyetli bir infaktan daha hayırlıdır diyerek , vermenin adabını beyan etmektedir. Ayetin sonundaki Allah'ın müstağni olması ile , onun bizim infak edeceğimiz mala ihtiyacı olmadığı hatırlatılmakta ve Halim ismi ise , bu tür hata yapanları eğer döndükleri takdirde af edeceğini beyan etmektedir.
[002.264] Ey İnananlar! Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarf eden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın. Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kayanın durumu gibidir, üzerine bol yağmur yağdığında onu cascavlak bırakır. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inkar eden kimseleri doğru yola eriştirmez.
264. ayette infak ettiğini başkalarına gösteriş , başa kakma ve eziyet haline getirenlerin durumu, 261. ayette olduğu gibi , bir mesel ile anlatılmaktadır. 261. ayette kullanılan benzetmeler , bu ayette de kullanılarak infak yine bir toprağa benzetilmektedir. Yağmur yağdığı zaman 1 e 700 verebilme kapasitesi olan toprak , bu sefer yağan yağmurlar ile bırakın 1. e 700 vermeyi , o toprak yağan yağmur ile sürüklenip gitmekte , hiç bir ürün vermeyen bir kayalık ortaya çıkmaktadır.
Ayet içinde geçen kaya , insanın kötü tarafını temsil etmektedir. İnfak gibi yapılan iyilikler toprak misali, bu kayayı yani kötülüğü örterek , kötülüklerin açığa çıkmasına engel olmaktadır. Ancak yaptığı infakı gösteriş , başa kakma ve eza olarak yapan kimsenin yaptığı infakı yani toprağı, sele karışarak yok olup gitmektedir.
Günümüzde ve kurumlar tarafından yapılan yardımlar , kişinin ihtiyacını gidermek amaçlı değil , o yardımı yapan bazı kurumların ihtiyaçlarını gidermek amaçlı olduğu gözlemlenmektedir. Özellikle seçim zamanlarında siyasi partiler tarafından bazı insanlara yapılan yardımlar , onların ihtiyaçlarını gidermek amaçlı değil , onlardan oy devşirmek amaçlı olup , infak kurumunun gösteriş , başa kakma ve eza amaçlı bir yardım haline getirilerek laçka bir hale getirilmesine acı bir örnektir.
[002.265] Allah'ın rızasını kazanmak ve nefislerde olanı sağlamlaştırmak için mallarını infak edenlerin hali, bir tepedeki güzel bir bahçenin haline benzer. Kuvvetli bir sağanak düşünce; yemişlerini iki kat verir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisenti bulunur ve Allah işlediklerinizi görür.
Bu ayette ise , yaptığı infakı Allah (c.c) nin rızasını kazanmak için yapanların durumu ,yine bir mesel ile anlatılmaktadır. Toprağı verimli olduğu için yağmuru az olsa da meyvesini iki kat veren bir bahçe örneğinde, doğru yapılan bir infakın nasıl bir işleve sahip olduğunu yine toprak ve bahçe örneği üzerinden anlatmaktadır.
[002.266] Biriniz ister mi ki; hurmalardan ve üzümlerden bir bahçesi olsun, altından ırmaklar aksın, içinde her çeşit meyve bulunsun da; kendisi ihtiyarlamış, çocukları da güçsüz kalmışken; bahçesi ateşli bir kasırga ile yanıversin. Düşünesiniz diye Allah, size ayetlerini böyle açıklar.
266. ayet yine olayı bir mesel ile anlatmaktadır. Bir insanın yaşadığı hayatta başına gelebilecek en kötü bir olayı örnek olarak göstererek , riya , başa kakma ve eza kokan infakın, kişiyi düşürdüğü kötü duruma işaret etmekte ve zımnen, "Nasıl hiç biriniz böyle bir duruma düşmek istemez iseniz , riya , başa kakma ve eza ederek verdiğiniz infak sizi işte bu duruma düşürecektir" demektedir, böyle duruma düşmemek için , verdiklerini riya olarak değil , vazife gereği vermesi gerektiği hatırlatılmaktadır.
[002.267] Ey iman edenler; kazandıklarınızın tayyib olanından ve size yerden çıkardıklarımızdan infak edin. Kendiniz göz yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin. Ve bilin ki; Allah, Gani'dir, Hamid'dir.
267. ayet , infak edilebilecek malın nasıl olması gerektiğini bildirmektedir. İnfak edilecek mal helal olarak kazanılmış , ve kendimize layık gördüklerimizden olması gerekmektedir. Haram yolla kazanılmış malın infak edilmesinden dolayı kişiye herhangi bir mükafat verilmeyecektir. Çünkü malı kazanırken yasakları çiğneyerek harama bulaşmıştır.
Kişilerin infak edecekleri malın , kendilerine layık görmeyerek , eskiyen , modası geçen , veya "çöpe atılacağına ver bir fakire yesin" diyeceğimiz şeylerin infak olarak sayılmayacağı bildirilirken , günümüzde bu tür sözde infak modeli maalesef yaygın bir şekilde sürdürülmektedir. Allah (c.c) helal yolla kazanılmamış , kendimize layık görmediğimiz bir şeyin infak olarak sayılmayacağını bildirirken, 263. ayette olduğu gibi kendisini "Ğani" olduğunu hatırlatarak bizim yapacağımız infaka kendisini ihtiyacı olmadığını , "Hamid" yani övgüye layık olduğunu da hatırlatarak , verdiği bu hükümde asla bir yanlışlık olmadığını yerinde bir hüküm olduğunu bildirmektedir.
Burada yeri gelmişken Ramazan aylarında gelenek haline gelen Ramazan kumanya paketleri ile ilgili bir kaç şey söylemek istiyoruz; Bilindiği üzere Ramazan aylarında hali vakti iyi olan Müslümanlar, etrafındaki ihtiyaç sahiplerine erzak yardımı yapmaktadır. Bu elbette güzel ve takdir edilecek bir davranıştır.
Erzak paketleri bilindiği üzere içindeki malzemenin adedine ve kalitesine göre fiatlara sahip olup, isteyen istediği kalitedeki erzak paketlerini alıp ihtiyaç sahiplerine yardım yapmaktadır. Ancak yardımı yapan kişi erzak paketi içindekileri eğer kendisi yemiyor, sadece ucuz olduğu için alıp ve dağıtıyor ise bu doğru bir davranış değildir. Dağıttığı erzak paketinin içindeki gıdaların kendi evine aldığı gıda ile aynı olması, kişinin yaptığı yardımın kabule şayan olmasına vesile olacaktır.
[002.268] Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vâat eder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.
Cimriliğe meyyal bir yapısı olan insanın bu huyu , infak etme konusunda ortaya çıkarak , infak etmekten dolayı malın eksileceği korkusu ile, onun infak etmekten geri durmasına sebep olmaktadır. Bu korkunun şeytan vesvesesi olduğu hatırlatılarak , içimize gelen bu fakirlik korkusunun yanlış olduğu ifade edilmektedir. Allah (c.c) , infak etmeyerek şeytanın esiri olmak ile , infak ederek bağışlanma ve onun lütfuna nail olmak arasında kalarak, 2 seçenekten birisini seçmek durumunda olan bizlere , şeytanın değil kendisinin tavsiyelerine uyulmasının daha güzel sonuçlar doğuracağını bildirmektedir.
[002.269] Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır.
Hikmet konusu geniş bir konu olmakla beraber, kelimenin anlamını kısaca "Hayatı eşyanın yaratılış gayesi doğrultusunda okuyabilmek" olarak tarif edecek olur , ve infak konusu ile ilgisini kurduğumuzda şunları söyleyebiliriz: Mal sahibi olmanın tabiatında onu biriktirmek , saklamak gibi kötü hasletler değil , onu infak etmek gibi iyi hasletler yatmaktadır. Elindeki malı infak yolunda harcayan kişi "Hikmet sahibi" olmuş olacak ve bu haslet, kişi için kendisine hayırlar getirecektir.
[002.270] Nafakadan her ne infak eder veya adaktan her ne adarsanız, muhakkak Allah onu bilir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.
İnfak edilen her şeyin , Allah (c.c) nin bilgisi dahilinde olduğu , ve kayıt altında tutulduğu tekrar hatırlatılarak , yapılanların boşa yapılmış olmayacağı bildirilmektedir.
[002.271] Sadakaları açık verirseniz o, ne iyi ve eğer onları gizler de fukaraya öyle verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmına kefaret olur, hem Allah her ne yaparsanız haberdardır
Sadakaları açıktan ve gizliden vermenin herhangi bir sakıncası olmadığı beyan edilirken , gizliden verilmesinin tercih edilmesi vurgulanmaktadır. Açıktan vermek hayrı teşvik etmek açısından olumlu bir durum iken , veren açısından gösterişe , alan açısından ezikliğe yol açması söz konusu olabilmektedir. Gizliden vermenin gösteriş ve ezikliğe yol açmaması bakımından tercih edilmesi gereken yol olduğu tavsiye edilirken takvaya daha yakın olan gizliden vermek olmalıdır.
Günümüzde bazı kişi ve kurumlar tarafından yapılan yardımların , açıktan yapılmış olması maalesef, infak kavramının gösteriye alet edilecek kadar laçka bir hale getirilmiş olduğunu göstermekte olup , bu durum çoğu kimse tarafından müşahede edilmektedir. Açıktan vermeyi gösteriş amaçlı yapmak , ayetin emri ile uyuşmamaktadır. Açıktan vermek eğer , bazı kimseleri infak etmeye teşvik etmeye yönelik bir amaç taşıyor ise makul görülebilir.
[002.272] Onları hidayete erdirmek sana düşmez. Allah, dilediğini hidayete erdirir. Hayır namına ne infak ederseniz kendinizedir. Zaten yalnız Allah rızasını kazanmak için infak edersiniz. Verdiğiniz her hayır tam olarak size ödenir. Ve siz, haksızlığa uğratılmazsınız.
Ayet içinde infak konusundan ayrı olarak "Onları hidayete erdirmek sana düşmez. Allah, dilediğini hidayete erdirir." cümlesi bulunmaktadır. Muhammed (a.s) ın görevi , sadece tebliğ olup , bu görevin dışında zorla hidayet vermek gibi bir görevi yoktur. Doğru yola girip girmemek konusunda insanlar hür iradelerini kullanacak ve kendilerine gösterilen 2 yoldan birisini seçeceklerdir.
Kişinin yaptığı infakın kendi menfaatine olduğu , yaptığı infaktan hasıl olan hayrı kendisinin kazandığı , bu infakın kimin için yapılması gerektiği tekrar hatırlatılarak , verdiklerimizin karşılığının haksızlık edilmeden eksiksiz olarak ödeneceği bildirilmektedir.
[002.273] Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna vermiş olup da yeryüzünde dolaşmayan ve tanımayanların; hayalarından dolayı onları zengin zannettikleri yoksullara verin. Onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler. Hayırdan ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilir.
273. ayet , infakın yapılması gereken kimseleri beyan etmektedir. İnfak gerçek ihtiyaç sahibi olup ta , hayasından dolayı bunu açığa vuramayan , dolayısı ile infakı hak ettiği halde bundan mahrum kalma riski olan kişilere dikkat çekmektedir. Dilenciliğin meslek haline geldiği ve dilencilerin bir çoğunun emekleri ile çalışanlardan daha fazla kazandığı bir zamanda yaşadığımızı hatırlayacak olursak , dilenmeyen fakat gerçek ihtiyaç sahibi olanların araştırılarak infakın bunlara yapılması , daha bir önem arz etmektedir.
[002.274] Gece gündüz, açık gizli, mallarını sarf edenlerin mükafatlarını Rab'leri verecektir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
İnfak konulu ayetlerin sonu , yine infakı teşvik eden ve bunu yerine getirenlere verilecek olan mükafatın haber verilmesi ile son bulmaktadır.
Sonuç olarak : İnsanlar arasında rızkın eşit olmaması nedeniyle ortaya çıkan sorunun kapatılmasına yönelik emirlerden olan infak emri , gereği gibi uygulandığında zengin ve fakir arasındaki derin uçurumlar azalacaktır. Dünyadaki gelir adaletsizliğinin zirveye tırmandığı , bir kişiye bin , bin kişiye bir pulun düştüğü dünyanın , Müslüman olduğunu iddia eden varlıklıları , eğer üzerilerine düşen infak vazifesini hakkı ile yerine getirmiş olsalardı , bugünkü gelir adaletsizliği büyük ölçüde azalabilirdi.
İnfak etmek demek, fakiri başından savmak için önüne üç kuruş atmak değil , infak etmenin varlık sahibinin üzerine düşen bir vazifedir. İnfak etmek demek, ihtiyacı olan kişinin ihtiyacını gidermek amaçlı olmadığı, infak sahibinin beğenmediği , yemediği , giymediği şeylerin atılacağına, birilerine verilmesi amaçlı olduğu müddetçe doğru anlaşılmış olamaz.
İnfak eden kişi ile infak edilen kişi arasında asla bir minnet borcu asla olamaz. Özellikle siyasi partilerin oy amaçlı yaptıkları bazı yardımlar böyle bir minnet borcu esasına dayandığı için infak değil ,rüşvet haline gelmiştir. Bu kurum gerçek işlevini , ancak Kur'anın belirlediği esaslar dahilinde doğru olarak yerine getirebilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an, insanların elinde bulunan dünyaya ait olanların tamamının onlara Allah (c.c) tarafından verildiği , ellerinde olanların hiç birinin kendi malları olmadığını hatırlatarak , vermeleri gerekenlerin onlara emaneten ve imtihan süreci dahilinde verildiğini önemle hatırlatır. "Kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden" şeklinde bir çok ayette geçen bu ifade , elimizde rızık olarak bulunanların gerçekte bizim değil , bize Allah (c.c) tarafından verilmiş olduğunu ve bunlarda başkalarının da hakkı olduğunu hatırlatır.
İnfak ile ilgili ayetler , Kur'anın pek çok suresinde bulunmasına karşın, Bakara suresi içinde toplu bir şekilde yer almış olması nedeniyle , bu sure içindeki infak ile ilgili ayetler üzerinde bir tefekkür çalışması yapmaya çalışacağız.
Surenin 3. ayetinin , kendilerine rızık olarak verilenlerden infak etmeyi , Müminlerin vasıflarından saydığını hatırlayarak konumuz ile ayetlere geçebiliriz.
[002.261] Mallarını Allah yolunda infak edenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Ve Allah, Vasi'dir, Alim'dir.
Mesel ile anlatma , Kur'anın sıkça kullandığı bir yöntemdir. Bu yöntem ile soyut olan bazı şeyler , muhatabın zihninde somut olarak canlandırılmakta, ve yaptığı işin ona ahiretteki getirisini , dünya hayatı içinde şahit olduğu bilgilere benzetilmesi yolu ile daha kolay anlamaktadır. Ayette, infak etmek verimli bir toprağa benzetilerek , onun verdiği ürün yapılan infaktan hasıl olan sevabı ifade etmektedir.
Herkesin malumu olduğu üzere tarım , insan hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Malından infak etmek , verimli bir toprağa benzetilerek, infak etmenin insana olan getirisinin, çiftçinin toprağa attığı bir tohumun, 700 misli vermesi olarak anlatılarak , insana ilk başta zor gelen elini cebe atmanın, sonrasında ona nasıl bir karlılık getirdiği, bildiği bir örnek üzerinden anlatılarak infaka teşvik edilmektedir.
Ayetteki " Allah, dilediğine kat kat verir" cümlesi , Kur'anda bir çok ayette yer alan "Allah'ın dilemesi" konulu ayetlerdeki dilemenin, nasıl gerçekleştiğini de anlatmaktadır. Allah'ın dilemesi onun keyfiliği anlamında değil , kulun yaptığının karşılığında alacağı karşılığı bildirmektedir. 261. ayet ile konuyu alakalandıracak olursak , kişi malını infak etmesi neticesinde Allah (c.c) tarafından kat kat karşılık ile mükafatlandırılmaktadır. Aksi takdirde Allah (c.c), malını infak etmeyene keyfi olarak böyle bir karşılık vermez.
Bir çok ayetin sonunda gördüğümüz esmaya dahil olan isimler , ayet içindeki konu ile yakından alakalıdır. Allah (c.c) nin Vasi (imkanları genişleten) olması , infak etmekle ilk bakışta eksilir gibi görünen malın, aslında eksilmediğini aksine genişlediğini , Alim (her şeyi bilici) olması ise , yapılan infakın mutlaka bilindiği , bilinmemezlik gibi bir durumun asla mümkün olmadığını bildirmektedir.
[002.262] Mallarını Allah yolunda infak edip de, sonra infak ettikleri şeyin ardından başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin mükafaatı, Rabbları katındadır. Onlara korku yoktur. Ve mahzun da olacak değillerdir.
[002.263] Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eza gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah müstağnidir, Halim'dir.
Malını infak etmenin yanında, bu infakın bir vazife, bir görev şuuru içinde yapılması önemli bir husustur. Mekki ayetlere baktığımızda , verdiğini başa kakma ve eziyet etmek, müşrik özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaptığı infakı gereği gibi yapanların mükafatlandırılacağı hatırlatılarak , veren kişinin verdiğini nasıl bir şuur içinde olarak vermesi gerektiği hatırlatılmaktadır.
263. ayet , verdiğinizi başa kakmak ve eziyet etmek sureti ile verecekseniz , bunu hiç vermeyin insanlara güzel söz söylemek , eziyetli bir infaktan daha hayırlıdır diyerek , vermenin adabını beyan etmektedir. Ayetin sonundaki Allah'ın müstağni olması ile , onun bizim infak edeceğimiz mala ihtiyacı olmadığı hatırlatılmakta ve Halim ismi ise , bu tür hata yapanları eğer döndükleri takdirde af edeceğini beyan etmektedir.
[002.264] Ey İnananlar! Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarf eden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın. Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kayanın durumu gibidir, üzerine bol yağmur yağdığında onu cascavlak bırakır. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inkar eden kimseleri doğru yola eriştirmez.
264. ayette infak ettiğini başkalarına gösteriş , başa kakma ve eziyet haline getirenlerin durumu, 261. ayette olduğu gibi , bir mesel ile anlatılmaktadır. 261. ayette kullanılan benzetmeler , bu ayette de kullanılarak infak yine bir toprağa benzetilmektedir. Yağmur yağdığı zaman 1 e 700 verebilme kapasitesi olan toprak , bu sefer yağan yağmurlar ile bırakın 1. e 700 vermeyi , o toprak yağan yağmur ile sürüklenip gitmekte , hiç bir ürün vermeyen bir kayalık ortaya çıkmaktadır.
Ayet içinde geçen kaya , insanın kötü tarafını temsil etmektedir. İnfak gibi yapılan iyilikler toprak misali, bu kayayı yani kötülüğü örterek , kötülüklerin açığa çıkmasına engel olmaktadır. Ancak yaptığı infakı gösteriş , başa kakma ve eza olarak yapan kimsenin yaptığı infakı yani toprağı, sele karışarak yok olup gitmektedir.
Günümüzde ve kurumlar tarafından yapılan yardımlar , kişinin ihtiyacını gidermek amaçlı değil , o yardımı yapan bazı kurumların ihtiyaçlarını gidermek amaçlı olduğu gözlemlenmektedir. Özellikle seçim zamanlarında siyasi partiler tarafından bazı insanlara yapılan yardımlar , onların ihtiyaçlarını gidermek amaçlı değil , onlardan oy devşirmek amaçlı olup , infak kurumunun gösteriş , başa kakma ve eza amaçlı bir yardım haline getirilerek laçka bir hale getirilmesine acı bir örnektir.
[002.265] Allah'ın rızasını kazanmak ve nefislerde olanı sağlamlaştırmak için mallarını infak edenlerin hali, bir tepedeki güzel bir bahçenin haline benzer. Kuvvetli bir sağanak düşünce; yemişlerini iki kat verir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisenti bulunur ve Allah işlediklerinizi görür.
Bu ayette ise , yaptığı infakı Allah (c.c) nin rızasını kazanmak için yapanların durumu ,yine bir mesel ile anlatılmaktadır. Toprağı verimli olduğu için yağmuru az olsa da meyvesini iki kat veren bir bahçe örneğinde, doğru yapılan bir infakın nasıl bir işleve sahip olduğunu yine toprak ve bahçe örneği üzerinden anlatmaktadır.
[002.266] Biriniz ister mi ki; hurmalardan ve üzümlerden bir bahçesi olsun, altından ırmaklar aksın, içinde her çeşit meyve bulunsun da; kendisi ihtiyarlamış, çocukları da güçsüz kalmışken; bahçesi ateşli bir kasırga ile yanıversin. Düşünesiniz diye Allah, size ayetlerini böyle açıklar.
266. ayet yine olayı bir mesel ile anlatmaktadır. Bir insanın yaşadığı hayatta başına gelebilecek en kötü bir olayı örnek olarak göstererek , riya , başa kakma ve eza kokan infakın, kişiyi düşürdüğü kötü duruma işaret etmekte ve zımnen, "Nasıl hiç biriniz böyle bir duruma düşmek istemez iseniz , riya , başa kakma ve eza ederek verdiğiniz infak sizi işte bu duruma düşürecektir" demektedir, böyle duruma düşmemek için , verdiklerini riya olarak değil , vazife gereği vermesi gerektiği hatırlatılmaktadır.
[002.267] Ey iman edenler; kazandıklarınızın tayyib olanından ve size yerden çıkardıklarımızdan infak edin. Kendiniz göz yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin. Ve bilin ki; Allah, Gani'dir, Hamid'dir.
267. ayet , infak edilebilecek malın nasıl olması gerektiğini bildirmektedir. İnfak edilecek mal helal olarak kazanılmış , ve kendimize layık gördüklerimizden olması gerekmektedir. Haram yolla kazanılmış malın infak edilmesinden dolayı kişiye herhangi bir mükafat verilmeyecektir. Çünkü malı kazanırken yasakları çiğneyerek harama bulaşmıştır.
Kişilerin infak edecekleri malın , kendilerine layık görmeyerek , eskiyen , modası geçen , veya "çöpe atılacağına ver bir fakire yesin" diyeceğimiz şeylerin infak olarak sayılmayacağı bildirilirken , günümüzde bu tür sözde infak modeli maalesef yaygın bir şekilde sürdürülmektedir. Allah (c.c) helal yolla kazanılmamış , kendimize layık görmediğimiz bir şeyin infak olarak sayılmayacağını bildirirken, 263. ayette olduğu gibi kendisini "Ğani" olduğunu hatırlatarak bizim yapacağımız infaka kendisini ihtiyacı olmadığını , "Hamid" yani övgüye layık olduğunu da hatırlatarak , verdiği bu hükümde asla bir yanlışlık olmadığını yerinde bir hüküm olduğunu bildirmektedir.
Burada yeri gelmişken Ramazan aylarında gelenek haline gelen Ramazan kumanya paketleri ile ilgili bir kaç şey söylemek istiyoruz; Bilindiği üzere Ramazan aylarında hali vakti iyi olan Müslümanlar, etrafındaki ihtiyaç sahiplerine erzak yardımı yapmaktadır. Bu elbette güzel ve takdir edilecek bir davranıştır.
Erzak paketleri bilindiği üzere içindeki malzemenin adedine ve kalitesine göre fiatlara sahip olup, isteyen istediği kalitedeki erzak paketlerini alıp ihtiyaç sahiplerine yardım yapmaktadır. Ancak yardımı yapan kişi erzak paketi içindekileri eğer kendisi yemiyor, sadece ucuz olduğu için alıp ve dağıtıyor ise bu doğru bir davranış değildir. Dağıttığı erzak paketinin içindeki gıdaların kendi evine aldığı gıda ile aynı olması, kişinin yaptığı yardımın kabule şayan olmasına vesile olacaktır.
[002.268] Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vâat eder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.
Cimriliğe meyyal bir yapısı olan insanın bu huyu , infak etme konusunda ortaya çıkarak , infak etmekten dolayı malın eksileceği korkusu ile, onun infak etmekten geri durmasına sebep olmaktadır. Bu korkunun şeytan vesvesesi olduğu hatırlatılarak , içimize gelen bu fakirlik korkusunun yanlış olduğu ifade edilmektedir. Allah (c.c) , infak etmeyerek şeytanın esiri olmak ile , infak ederek bağışlanma ve onun lütfuna nail olmak arasında kalarak, 2 seçenekten birisini seçmek durumunda olan bizlere , şeytanın değil kendisinin tavsiyelerine uyulmasının daha güzel sonuçlar doğuracağını bildirmektedir.
[002.269] Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır.
Hikmet konusu geniş bir konu olmakla beraber, kelimenin anlamını kısaca "Hayatı eşyanın yaratılış gayesi doğrultusunda okuyabilmek" olarak tarif edecek olur , ve infak konusu ile ilgisini kurduğumuzda şunları söyleyebiliriz: Mal sahibi olmanın tabiatında onu biriktirmek , saklamak gibi kötü hasletler değil , onu infak etmek gibi iyi hasletler yatmaktadır. Elindeki malı infak yolunda harcayan kişi "Hikmet sahibi" olmuş olacak ve bu haslet, kişi için kendisine hayırlar getirecektir.
[002.270] Nafakadan her ne infak eder veya adaktan her ne adarsanız, muhakkak Allah onu bilir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.
İnfak edilen her şeyin , Allah (c.c) nin bilgisi dahilinde olduğu , ve kayıt altında tutulduğu tekrar hatırlatılarak , yapılanların boşa yapılmış olmayacağı bildirilmektedir.
[002.271] Sadakaları açık verirseniz o, ne iyi ve eğer onları gizler de fukaraya öyle verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmına kefaret olur, hem Allah her ne yaparsanız haberdardır
Sadakaları açıktan ve gizliden vermenin herhangi bir sakıncası olmadığı beyan edilirken , gizliden verilmesinin tercih edilmesi vurgulanmaktadır. Açıktan vermek hayrı teşvik etmek açısından olumlu bir durum iken , veren açısından gösterişe , alan açısından ezikliğe yol açması söz konusu olabilmektedir. Gizliden vermenin gösteriş ve ezikliğe yol açmaması bakımından tercih edilmesi gereken yol olduğu tavsiye edilirken takvaya daha yakın olan gizliden vermek olmalıdır.
Günümüzde bazı kişi ve kurumlar tarafından yapılan yardımların , açıktan yapılmış olması maalesef, infak kavramının gösteriye alet edilecek kadar laçka bir hale getirilmiş olduğunu göstermekte olup , bu durum çoğu kimse tarafından müşahede edilmektedir. Açıktan vermeyi gösteriş amaçlı yapmak , ayetin emri ile uyuşmamaktadır. Açıktan vermek eğer , bazı kimseleri infak etmeye teşvik etmeye yönelik bir amaç taşıyor ise makul görülebilir.
[002.272] Onları hidayete erdirmek sana düşmez. Allah, dilediğini hidayete erdirir. Hayır namına ne infak ederseniz kendinizedir. Zaten yalnız Allah rızasını kazanmak için infak edersiniz. Verdiğiniz her hayır tam olarak size ödenir. Ve siz, haksızlığa uğratılmazsınız.
Ayet içinde infak konusundan ayrı olarak "Onları hidayete erdirmek sana düşmez. Allah, dilediğini hidayete erdirir." cümlesi bulunmaktadır. Muhammed (a.s) ın görevi , sadece tebliğ olup , bu görevin dışında zorla hidayet vermek gibi bir görevi yoktur. Doğru yola girip girmemek konusunda insanlar hür iradelerini kullanacak ve kendilerine gösterilen 2 yoldan birisini seçeceklerdir.
Kişinin yaptığı infakın kendi menfaatine olduğu , yaptığı infaktan hasıl olan hayrı kendisinin kazandığı , bu infakın kimin için yapılması gerektiği tekrar hatırlatılarak , verdiklerimizin karşılığının haksızlık edilmeden eksiksiz olarak ödeneceği bildirilmektedir.
[002.273] Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna vermiş olup da yeryüzünde dolaşmayan ve tanımayanların; hayalarından dolayı onları zengin zannettikleri yoksullara verin. Onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler. Hayırdan ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilir.
273. ayet , infakın yapılması gereken kimseleri beyan etmektedir. İnfak gerçek ihtiyaç sahibi olup ta , hayasından dolayı bunu açığa vuramayan , dolayısı ile infakı hak ettiği halde bundan mahrum kalma riski olan kişilere dikkat çekmektedir. Dilenciliğin meslek haline geldiği ve dilencilerin bir çoğunun emekleri ile çalışanlardan daha fazla kazandığı bir zamanda yaşadığımızı hatırlayacak olursak , dilenmeyen fakat gerçek ihtiyaç sahibi olanların araştırılarak infakın bunlara yapılması , daha bir önem arz etmektedir.
[002.274] Gece gündüz, açık gizli, mallarını sarf edenlerin mükafatlarını Rab'leri verecektir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
İnfak konulu ayetlerin sonu , yine infakı teşvik eden ve bunu yerine getirenlere verilecek olan mükafatın haber verilmesi ile son bulmaktadır.
Sonuç olarak : İnsanlar arasında rızkın eşit olmaması nedeniyle ortaya çıkan sorunun kapatılmasına yönelik emirlerden olan infak emri , gereği gibi uygulandığında zengin ve fakir arasındaki derin uçurumlar azalacaktır. Dünyadaki gelir adaletsizliğinin zirveye tırmandığı , bir kişiye bin , bin kişiye bir pulun düştüğü dünyanın , Müslüman olduğunu iddia eden varlıklıları , eğer üzerilerine düşen infak vazifesini hakkı ile yerine getirmiş olsalardı , bugünkü gelir adaletsizliği büyük ölçüde azalabilirdi.
İnfak etmek demek, fakiri başından savmak için önüne üç kuruş atmak değil , infak etmenin varlık sahibinin üzerine düşen bir vazifedir. İnfak etmek demek, ihtiyacı olan kişinin ihtiyacını gidermek amaçlı olmadığı, infak sahibinin beğenmediği , yemediği , giymediği şeylerin atılacağına, birilerine verilmesi amaçlı olduğu müddetçe doğru anlaşılmış olamaz.
İnfak eden kişi ile infak edilen kişi arasında asla bir minnet borcu asla olamaz. Özellikle siyasi partilerin oy amaçlı yaptıkları bazı yardımlar böyle bir minnet borcu esasına dayandığı için infak değil ,rüşvet haline gelmiştir. Bu kurum gerçek işlevini , ancak Kur'anın belirlediği esaslar dahilinde doğru olarak yerine getirebilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)