9 Ocak 2017 Pazartesi

Mustafa İslamoğlu'nun Maide s. 33. Ayeti Hakkında Söylediği Sözler Üzerine Bir Mütalaa

23-12-2016 tarihinde Hilal tv ekranlarında yayınlanan "Vahiy ve Hayat" programında, sayın Mustafa İslamoğlu hocanın, terör ve şiddet konusunda yaptığı konuşma içinde geçen ,Maide s. 33. ayeti hakkında söylediklerini, kendi ifadesi ile, yıllarını bu yola harcayan bir kimsenin ağzından dökülmemesi gereken sözler olarak düşündüğümüzden dolayı , onun ağzından çıkan bu sözler ile ilgili olarak bazı eleştirilerimiz olacaktır. 





Sayın hocanın konu ile alakalı olarak söylediği sözler, izlemek isteyenler için programın 2 saat 3. dakikasından itibaren başlamaktadır. 

Sayın hocanın Maide s. 33. ayetine verdiği meal hakkında daha önceden bir değerlendirme yapmaya çalıştığımız için , bu değerlendirmeyi burada tekrar etmeye gerek duymuyoruz.Sayın hocanın bu ayete yaptığı çeviri hakkındaki düşüncelerimiz, okumak isteyenler için aşağıdaki verdiğimiz linkte mevcuttur.

https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2014/01/maide-s-33-ayetine-esedislamoglu-ve.html

Sayın hoca Maide s. 33. ayeti ile ilgili sözlerine başlamadan önce , şiddetin sınırının meşru müdafaa olduğunu söyleyerek, sözü Muhammed (a.s) ın işkence emri vererek insan öldürttüğü iddiasının dayanağı olduğu söylenen Maide s. 33. ayetine getirmektedir. Muhammed (a.s) ın işkence emri verdiğini "İftira" olarak niteleyen sayın hocanın bu tesbitine katılmamak mümkün değildir. Ancak "İftira" olarak yaptığı tesbitin Maide s. 33. ayeti ile ilgili kısmına katılmak ta mümkün değildir.

Maide s. 33. ayeti ile ilgili kendisinin yapmış olduğu ve bizim yanlış olduğunu düşündüğümüz şekilde anlamını okuduktan sonra sayın hoca , ayetin inşa cümlesi değil haber cümlesi olduğunu , Kur'an'ın el ve ayakların çaprazlama kesilmesini emretmediğini , Peygamberimizin bu cezayı uygulamamış olmasından yola çıkarak iddia etmektedir. 

Dahası bu cezanın , Taha s. 71 , Şuara s. 49 ve Araf s. 124. ayetlerinde Firavun tarafından, iman eden sihirbazlara uygulanmış olduğundan yola çıkarak , Kur'an'ın bu cezayı Firavun cezası olarak gördüğünü söylemekte , Firavun tarafından uygulanan ceza sisteminin, Allah (c.c) tarafından peygambere emredilemeyeceğini ve bunun Allah'a atılmış bir iftira olduğunu söylemektedir.

Sayın hoca şayet , Maide s. 33. ayeti hakkında söylediklerini "Ben bu ayetin anlamının böyle düşünüyorum" şeklinde bir ifade kullanarak söylemiş olsaydı , yine bu görüşüne katılmamakla birlikte , en azından kendi düşüncesidir diyerek ses çıkarmayabilirdik. 

Ancak sayın hocanın , Maide s. 33. ayetinin bazı guruplar tarafından isitismar edilerek , Muhammed (a.s) ın işkence uygulamış olduğuna dair uydurma rivayetlerin delili olarak görmelerine , ve marjinal İslami gurupların bu ayete sarılarak insanlara işkence yapmalarının yanlış olduğuna dair düşünceyi, ayete yanlış anlam vermek sureti ile dile getirmesi yanlış bir tutumdur.

Dikkat edilirse sayın hoca konuşmasında sadece Maide s. 33. ayetini okumak sureti ile görüşlerini dillendirmiş , aynı konu ile alakalı olan 34. ayete hiç değinmemiştir. Şayet bu ayete de değinecek olsaydı , dile getirdiği görüşlerin ve ayete verdiği anlamın yanlış olduğu kolayca ortaya çıkacaktı.

[005.034] Ancak, sizin onlara güç yetirmenizden önce tevbe edenler başka. Biliniz ki, şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

Ayete dikkat edersek , bir önceki ayet ile bağlantılı olup , 33. ayete verilen anlamın 34. ayet ile uyuşması gerekmektedir. 

Şimdi bir an için , Maide s. 33. ayetinin anlamının sayın hocanın iddia ettiği gibi , Allah (c.c) nin emretmediği bir ceza olduğunu , bu cezanın Firavun tarafından uygulanan bir ceza olduğunun haber verildiğini düşünerek , 34. ayeti okumaya çalışalım. 

34. ayette , 33. ayette önerilen cezaların uygulanmasına engel olan istisnai bir durumdan bahsedilmiş olduğu noktasında herhangi bir ihtilaf yoktur. Bu cezanın uygulanmasına istisna getiren durum, suç işleyenlerin artık tevbe ederek bir daha böyle bir suçu işlememek sureti ile normal bir hayata geçmiş olmalarıdır. Ancak bu istisna suçu işleyerek yakalandıklarında "Şimdi tevbe ettim" diyenler için geçerli değildir.

Ayet içindeki "Min gablu en takdire aleyhim" (Sizin onlara güç yetirmenizden önce) cümlesindeki "Takdire" kelimesinin muhatap zamiri olmasına dikkat edilmelidir. Ayet, karşıdaki muhataba yani ilk muhataplar bazında olaya baktığımızda Muhammed (a.s) a ve ashabına hitap etmektedir.

Eğer Maide s. 33. ayeti Firavun tarafından uygulanan bir cezayı haber vermiş olsaydı , 34. ayette neden Müslümanlara hitaben "SİZİN ONLARA GÜÇ YETİRMENİZDEN ÖNCE" şeklinde bir ceza uygulaması istisnası getirilsin? . Çünkü bu cümle 33. ayet içinde önerilen cezalar hakkında Muhammed (a.s) ve ashabına hitaben , onların cezayı uygulamayacağı durumu beyan etmektedir.

Bu sorunun cevabı sayın hoca tarafından acaba ne şekilde verilebilir ?. 

Sayın hoca , bu konuda sözler sarf ederken kendi düşüncesini mutlaklaştıran bir üslup ile konuşmakla en baştan hatalı bir davranışta bulunmuştur. Hele hele bu ayetin el ve ayakların çaprazlama kesilmesini emrettiğini düşünmenin "İftira" olduğunu iddia etmesi, yenilir yutulur bir hata değildir.

Yapmış olduğu ayet çevirisi , indi kabullerinin bir sonucu olup , bu kabulünü Allah'a mal etmekle , konuşmasında değindiği gibi Allah adına konuşmaya kalkmıştır ve böyle bir yetkiye hiç kimse sahip değildir. Allah'ın ayetleri bazı art niyetli kimselerin elinde istismar ediliyor diye "Aslında o ayet öyle değil böyle" diyerek , ayetleri bağlamından kopuk bir anlam vermeye kalkmak, ilim ehli olan kimselere yakışan bir davranış değildir.

Şuna inanıyoruz ki , sayın hoca eğer Maide s. 33. ayetini ön yargılarını bir kenara bırakarak , 34. ayet ile birlikte düşünecek ve ona göre bir anlam vermeye kalkacak olduğunda , Maide s. 33. ayetine verdiği anlamın yanlış olduğunu rahatlıkla görecektir. Müslümanların bazı kimselerin gözündeki kötü imajını silmek için kimsenin Allah'ın ayetleri üzerinde oynayarak onları güzel göstermeye hakkı yoktur. 

Cezalarda asıl olan unsurun , caydırıcılık olması gerektiği unutulmamalıdır. Bir suça verilecek olan ceza , o suçun işlenmesine teşvik etmeye değil , başkaları tarafından işlenmemesi için caydırıcılık teşkil etmesi gerekmektedir. Maide s. 38. ayetine baktığımızda , hırsızlık için öngörülen cezanın "Nekalen" (ibretlik) olması şeklinde bir ifade içermesi , işlenen suçlar hakkında verilen cezaların nasıl olmasını da bizlere öğretmektedir. 

Maide s. 33. ayetinde verilmesi istenen cezalara bu açıdan bakılmasının, daha sağlıklı bir netice doğrucağını düşünmekteyiz.

El ve ayakların çaprazlama kesilme cezasının Firavun tarafından uygulanmış olması , bu cezayı Allah (c.c) nin de öneremeyeceği veya önermemesi gerektiği anlamına gelmez. Firavun'un bu cezayı kendisinden önceki nesillerden beri süregelen bir ceza, ve bu cezanın Allah (c.c) tarafından, Firavun'dan önceki zamanlarda yaşamış olan elçilere de vahyetmediği , Firavun'un bu ceza sistemini bu yolla oradan öğrenmediği konusunda hangimizin bilgisi vardır?.

El ve ayakların çaprazlama kesilmesi cezasının , Firavun tarafından uygulanmış bir ceza olduğu dikkate alınarak Allah (c.c) tarafından böyle bir ceza önermesinin yapıldığını düşünmenin, Allah'a iftira olarak düşünülmesi , aynı iftiranın bu ceza hakkındaki düşüncelerinden dolayı sayın hoca tarafından yapılmış olabileceğini de beraberinde getirecektir. 

Sayın hocanın iftira olarak nitelediği Maide s. 33. ayetinin yanlış anlaşılmak sureti ile , el ve ayakların çaprazlama kesilmesini emretmiş olması , şayet bu ayet sayın hocanın iddia ettiğinin tersine  bir anlam taşıyor ise , aynı iftirayı "Allah böyle bir ceza emretmiyor" demek sureti ile kendisinin atmış olması söz konusudur. 

Sayın hocanın düşmanlarının eline verdiği bir koz olduğunu düşündüğümüz Maide s. 33. ayeti ile ilgili düşüncelerini yeniden gözden geçirmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Söylemediği veya öyle söylemek istemediği sözleri üzerinden kendisine atılan iftiralar konusunda rahatsız olduğunu her fırsatta dile getiren sayın hoca , düşmanlarının eline bu tür yanlış çeviriler yaparak , kimse tarafından savunulamayacak malzemeler vermemesi gerekmektedir.

Sayın hoca halka açık olarak yapmış olduğu konuşmalarda Kur'an'ı anlama yöntemi ile ilgili olarak kullandığı ifadelerinin, izleyicileri tarafından dinlenerek o ifadelerin dinleyiciler tarafından örnek alındığını unutmamalıdır. Bu nedenle Kur'an hakkında söylediklerinin kendi anladığı olduğunu ifade etmesi , onu dinleyenler tarafından da örnek alınacaktır. Yaptığı konuşmada kendisinin bile yanlış yapacağını ifade etmiş olmasının dikkatimizden kaçmadığını söylemekle birlikte , Maide s. 33. ayeti hakkında ettiği sözler , önceki sözleri ile çelişki arz etmektedir. 

Maide s. 33. ayeti ile ilgili ettiği sözler, şayet daha dikkatli seçilmiş olsaydı , kendisininde bu konuda yanlış yapma ihtimalinin olduğunu ifade eden sözlere yer veren cümlelerle , bazı kesimlerin ağzına sakız verilmemiş olacak ve bu konuşması üzerinden düşmanlık yürütülmesine vesile olmayacaktı.

Bu konuda bizlere düşen görev , araştırmacı olmak , hiç kimse için " O dediyse doğrudur" şeklinde bir ön kabule sahip olmamak , yanlış olduğunu düşündüğümüz sözleri için kimsenin hatırına susmamak olmalıdır. Böyle bir yapıya sahip olan toplulukların başındaki kişiler , söyledikleri konusunda daha dikkatli, ve kendi yanlışlarını düzeltme noktasında daha gayretli olacaklardır. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


7 Ocak 2017 Cumartesi

Davud, Süleyman ve Eyyub (a.s) lar Örneğinde Evvab Bir Kul Olmak

Kur'an kıssaları , geçmiştekilerin yaşanmış hayat örneklerini bizlere göstermek sureti ile , gelecek olan yaşanacak hayatlar için ibretler alınmasını amaçlayan anlatımlardır. Kur'an içinde zikri geçen elçiler , insanlığın öğretmenleri olmaları hasebi ile , aldıkları vahyi en doğru şekilde önce kendi hayatlarında uygulamak sureti ile, insanlara örnek ve rehber olmuşlardır.

Yazımıza konu edeceğimiz 3 elçi, bu örnek ve rehberlerdendir. Bu elçilerin Sad suresi içinde anlatılan kıssası içindeki ortak özellikleri ise "Evvab" olmalarıdır. Bu elçilerin ellerinde olan muhteşem imkanlar ve imkansızlıklar, onları hiç bir zaman isyana sürüklememiş , her halükarda evvab bir kul nasıl olunabileceğini yaşantılarında göstererek , bizlere de örnek ve rehber olmuşlardır.

[038.017]  Şimdi sen onların dediklerine sabret de güçlü kulumuz Davud'u an! Çünkü o evvab  idi.

[038.030] Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, evvab idi.

[038.044]  «Ve eline bir deste (sap) al, böylece onunla vur ve hanis olma.» Gerçekten, biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, evvab idi.

Adı geçen elçilerin ortak özellikleri görüldüğü üzere "Evvab bir kul" olmalarıdır. Sure içinde ve diğer surelerde bu elçilerin kıssaları bizlere anlatılarak örnek yaşamları bizlere gösterilmektedir. 

Evvab ; " Her türlü günahı terk ederek , Allah'a olan kulluk görevlerini yerine getirmek sureti ile Allah'a dönen kimse" anlamındadır.

Davud ve Süleyman (a.s) lar , ellerinde güç ve servet bulunan hükümdar elçi olmaları nedeniyle her insanın ulaşmak istediği mülke sahipler iken Eyyub (a.s) ise, içine düştüğü hastalık sebebi ile , hiç bir insanın yaşamak istemediği bir hayatı yaşamak zorunda kalan bir elçidir. Davud ve Süleyman (a.s) ların ihtişamlı bir hayat sürmelerine karşın , Eyyub (a.s) ın meşakkatli bir hayat sürmesi her 3 elçinin de "Evvab bir kul" olarak anılmalarına engel olmamıştır. 

Evvab , "Dönmek" anlamına gelen e-ve-be kelimesinden türemiştir. Dönmek yani evvab olmak, yapılan bir hatadan dönmeyi de ifade etmektedir. İnsan olmanın getirdiği bazı zaaflar , bizleri bir takım günah ve hatalara sürükleyebilir. Önemli olan hatada ısrar etmeden , geri dönerek tevbe etmek olmalıdır. Bu 3 elçinin Sad suresi içindeki kıssasının ortak özelliklerinden bir tanesi , yaptıkları hatadan dönmek olduğu görülmektedir.

Sad suresi içinde okuduğumuz 3 elçinin kıssasını kısaca özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz.

Davud (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Sad s. 17-26. ayetlerine baktığımızda , onun kendisine gelen davacılar arasında verdiği hüküm konusunda her iki davacıyı da dinleyerek karar vermek yerine , sadece ilk davacıyı dinlemek sureti ile verdiği karardan dolayı hataya düştüğünü görmekteyiz. Ancak Davud (a.s) her iki davacıyı da dinlemek sureti ile karar vermesi gerekirken , tek davacıyı dinleyerek, her ikisinin arasında verdiği karar konusunda hata yaptığını anlayarak hatasından geri dönmüş "Evvab bir kul" olarak anılmayı hak etmiştir.

Davud (a.s) ın başından geçen bu olay , insanlar arasında hüküm verme konumunda olanlara da mesajlar içermektedir. İnsanlar arasında verdikleri kararda adil olunması , ayrımcılık yapılmaması , verilen kararın adil olmaması neticesinde mesuliyet sahibi olunacağı , her hakimin üzerinde hakimlerin de hakimi olan Allah (c.c) nin olduğunun hatırdan çıkarılmaması gerektiğine dair mesajlar , bu kıssadan çıkarılabilir.

Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Sad s. 30-40. ayetler arasında , Süleyman (a.s) ın atlar üzerinden mala olan tutkusu konusunda yaptığı bir hatayı görmekteyiz. Ölümün ona hatırlatılması sureti ile , yaptığı hatadan dönmüş olması, onun da babası Davud (a.s) gibi "Evvab bir kul" olarak anılmasını hak ettiğini göstermektedir.

Süleyman (a.s) kıssası , bir devletin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda önemli mesajlar içeren bir kıssadır. Kendisini insanların ilahı ve rabbı olarak gören Firavun örneğine baktığımızda , Süleyman (a.s) ın sergilediği yönetim daha kolay anlaşılacaktır. Yönetim sahiplerinin özellikle ölümü her an hatırda tutarak ölüm sonrasında, yaşadığı hayat içindeki yapmış olduğu tasarruflardan dolayı hesaba çekileceğini unutmayan bir yaşam ve yönetim sergilemeleri , yönetimi altında tuttukları topraklarda yaşayanların daha mesut ve müreffeh bir yaşam sürmesini sağlayacaktır.

Eyyub (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Sad s. 41-44. ayetler arasında, onun dayanılmaz bir hastalığa düçar olduğunu ve hastalığı içinde hataya düşerek isyan etmiş olabileceği , 44. ayet içindeki "ve la tahnes" ifadesinin, günah işlemekten men etmeyi emreden bir ifade olduğunu düşündüğümüzde , mümkün görülmektedir. 

Her insan yaşadığı hayat içinde bir takım hastalıklara düçar olabilir. Onların başına gelen bu musibetler , onları isyana değil tedavi imkanlarını araştırmaya ve sabırlı bir kul olmalarını gerektirmektedir. Eyyub (a.s) ın kıssası bizlere bu mesajı içeren bir kıssadır.
Bu 3 elçi örneği bizlere hatadan dönmenin erdemini ve ellerinde olan imkanlar ve imkansızlıklar konusunda nasıl bir davranış sergilenmesi gerektiğini öğretmektedir. Allah (c.c) kitabının bir çok yerinde, hata yapan kullarını tevbe ettikleri takdirde bağışlayacağını vaat etmektedir. Bu yaşanmış hayat örnekleri bizlere, Allah (c.c) nin bağışlayıcılığını da göstermesi bakımından önemli bilgiler sunmaktadır. 

Bazı insanlar işlemiş oldukları günahlardan dolayı yaptıkları tevbenin, kabul olup olmadığı konusunda vesveseye kapılarak büyük tereddütler yaşamaktadırlar. Bu örnekler, Allah (c.c) nin bağışlayıcılığını canlı ve yaşanmış belgelerini sunması açısından okunduğunda , insanların bu gibi vesveseye kapılmalarının ne kadar yersiz olduğu da ortaya çıkacaktır. Çünkü Allah (c.c) tevbe eden hiç bir kuluna "Ey kulum seni affettim için rahat olsun" şeklinde bir vahiy ile seslenmeyecektir. Yaşanmış elçi örnekleri bizler için, Allah (c.c) nin af edici olduğuna dair yaptığı iddianın ispatı olarak karşımızda durmaktadır.

Davud ve Süleyman (a.s) lar bilindiği gibi hükümdar elçilerdendir. Onların ellerinde büyük bir güç ve servet bulundurmuş olmaları , onları hiç bir zaman kibre ve gurura kaptırmamış , ellerindeki bu gücü onlara Allah (c.c) nin verdiğini her zaman hayatlarında canlı ve diri tutarak , bu yönde bir yönetim sergilemişlerdir. İnsanlar hakkında hüküm verirken , "Ben istediğim hükmü vermekte serbestim" diyerek , Allah'ın her an üzerilerinde gözetleyici olduğunu bilerek adil karar vermişler , hata yaptıklarını anladıkları anda da geri dönerek "Evvab" olmasını bilmişlerdir.

Eyyub (a.s) ise Davud ve Süleyman (a.s) ların aksine hastalıklar ile uğraşan meşakkatli bir hayata sahip olan elçidir. Onun başına gelen bu meşakkatler , onu asi ve nankör bir kul haline sokmamış , hastalığından kurtulmak için mücadele eden bir kul olarak hem hastalıktan kurtulmuş hem de "Evvab" olarak anılmayı hak etmiştir. Dünyada evvab bir kul olarak hayat sürenler ise , hesap gününde cennet ile karşılık bulacaklardır.

[050.031-34] Ve cennet muttakîler için uzak olmaksızın yaklaştırılmıştır. Onlara: «İşte bu cennet, Allah'a dönen, O'nun buyruklarına riayet eden; görmediği Rahman'dan korkan, Allah'a yönelmiş bir kalble gelen sizlere, hepinize söz verilen yerdir. Oraya esenlikle girin; işte sonsuzluk günü budur» denir.

Kaf suresindeki bu ayetler , yaşamlarında evvab bir kul olanların , alacakları karşılığı beyan etmektedir. 

Peki bu kıssalar bizlere neden anlatılmaktadır ?. 

[011.120] Nebilerin başlarından geçenlerden, sana anlattığımız her şey, senin gönlünü pekiştirmemizi sağlar; sana bu belgelerle gerçek; inananlara da öğüt ve hatırlatma gelmiştir.

Sorunun cevabını Hud s. 120. ayetinde anlamaktayız. İndirilen kitabın ilk muhatabının Muhammed (a.s) olması hasebiyle , onun başına gelen olaylar hakkında geçmişlerden örnekler verilerek , onun motivasyonu sağlanmaktadır. Elbette ayetler sadece ona hitap etmemekte , bizlere dair mesajlarda ihtiva etmektedir. 

Sad s. 17. ayetinde "Şimdi sen onların dediklerine sabret " şeklinde buyurulması , Muhammed (a.s) a karşı yapılan baskılar sonucunda bir anlık hataya düşse dahi , bu hatasından dönmesi, başına gelenlere sabretmesi gerektiği önce ona sonra bizlere öğretilmektedir.


Sonuç olarak ; İnsanlar yaşadıkları hayat içinde eşit imkanlara sahip olmayabilir. Kimi insanlar zengin ve iktidar sahibi bir hayat sürerken , kimi insanlar ise fakirlik ve hastalıklar içinde bir hayat geçirebilir. Bu kıssalar insanların hangi durumda ve halde olursa olsun , asla isyan , kibir , sabırsızlığa kapılmamalarını da bizlere öğretmektedir. 

Hatanın insana mahsus bir özellik olması , peygamber de olsa herkesin hataya düşebileceği , asıl olanın hatada ısrar değil , hatadan dönmek olduğu bizlere bu kıssalar içinde verilen mesajlardandır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

5 Ocak 2017 Perşembe

Şefaat İnancının Oluşmasına Sebep Olan Günahkar Müslümanların Cehennemde Belirli bir Süre Kalacağı Düşüncesi Üzerinde Bir Mütalaa

Şefaat kısaca, "Hesap gününde cehenneme girmeyi hak etmiş günahkar Müslümanların , Allah (c.c) tarafından kendisine şefaat etme yetkisi verilen bazı kimseler tarafından cehennemden kurtarılması" şeklinde tarif edilen bir inançtır. Bu inancın Kur'ani dayanağı olmaması bir tarafa, müşrik inancı olarak Kur'an içinde geçmekte ve bu inanç yanlış olduğu gerekçesi ile ret edilmektedir. Bu müşrik inancı zaman içinde , bir takım uydurma rivayetler ile İslam inancı haline getirilmiş, ve imanın bir şartı haline sokularak , bu inanç etrafında insanları maddi ve manevi sömürmeye dayanan büyük bir sektör oluşturulmuştur. 

Kur'an tarafından ret edilen , fakat Müslümanlar arasında yaygın olan şefaat inancının gerçekleşmesi için öncelikle, cehenneme girmeyi hak eden Müslümanların olması gerekmektedir ki, Allah (c.c) tarafından şefaat etme izni verileceğine inanılan bazı kimseler, bu cehennemlik kimselere şefaat ederek, onları cehenneme girmekten kurtarsınlar. Fakat Kur'an, bir çok ayetinde cehennemin Müslümanlar için değil , Kafirler için hazırlanmış bir yer olduğunu beyan etmektedir.

Bu inancın oluşturulmasına zemin hazırlayan düşüncelerden bir tanesi , günahkar Müslümanların cehenneme gireceği , ve belirli bir süre cezasını çektikten sonra cehennemden çıkarılarak, cennete sokulacağı düşüncesidir. Şefaat inancı, işte bu noktada devreye girerek, günahkar Müslümanların cehennemden, kendilerine Allah tarafından şefaat etme yetkisi verileceğine inanılan bazı kimselerin araya girmesi ile kurtarılacağını inanmaktadır.

Yazımızın konusu, şefaat düşüncesinin alt yapısını oluşturan düşüncelerinden birisi olan, cehennemde belirli bir süre kalmanın Kur'an çerçevesinde değerlendirilmesi olacaktır. Bu düşünceyi Kur'an etrafında değerlendirdiğimizde, bazı insanlar tarafından şefaat edilmeye olan ihtiyacın da otomatikman ortadan kalkarak , bir çok Müslümanda mevcut olan bu düşüncenin, yanlış olduğu kadar gereksiz bir düşünce olduğu da anlaşılacaktır.

İslam düşüncesinde hakim olan düşüncelerden bir tanesi , hesap gününde günahkar Müslümanların cehennemde belirli bir süre kalarak cezalarını çekeceği , sonrasında ise cehennemden çıkarılarak cennete gireceğidir. Bu düşüncenin oluşma nedenini , Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında gelişen siyasi olayların , itikadi fırkalar haline dönüşmesi , ve bu fırkaların büyük günah işleyenin durumu hakkında ortaya attıkları düşünceler olarak gösterebiliriz.

Büyük günah işleyeni "Kafir" olarak ve dolayısı ile ebedi cehennemlik olarak gören Hariciye fırkasına karşı , "Mürcie" , "Ehli sünnet" gibi büyük günah işleyenin kafir olmayacağını savunan fırkalar, Haricilerin bu düşüncesine karşı çıkarak , alternatif düşünceler oluşturmuşlardır. Büyük günah işleyenin kafir olmayacağını savunan bu fırkalar, kafir olmadığı için ebedi cehennemlik olmayan, fakat günah işlemiş Müslümanların ahiretteki durumlarının ne olacağı konusunda da düşünceler üretmek zorunda kalmışlardır. 

Günah işlemiş olmasının Müslüman kimliğine zarar vermediği , fakat işlediği günahlar yüzünden hesap vereceğine de inanılan Müslümanın durumu hakkında , önce işlediklerinin karşılığı olan cehennem cezası, sonrasında ise buradan çıkarılmak sureti ile cennete konulacağı düşüncesi geliştirilmiştir.  

Günah işleyen Müslümanların belirli bir süre cehennemde cezalarını çektikten sonra , cennete girecekleri düşüncesi, böyle bir arka plan dahilinde ortaya atılmıştır. Fakat bu düşüncenin Kur'an'dan onay aldığını söylemek, maalesef mümkün değildir. Ateşin kendilerine sayılı günler dokunacağı yani  cehennemde geçici bir süre için kalınacağı , Yahudilerin mesnetsiz iddiaları olarak Kur'an içinde yer almakta , ve bu iddialar kesinlikle  ret edilmektedir. 

Meryem s. 71. ve 72. ayetlerinde "Sizden cehenneme uğramayacak yoktur. Bu, Rabbinin yapmayı üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra, takva sahiplerini kurtarırız ve zulme sapanları diz üstü çökmüş olarak bırakıveririz." şeklinde buyurulmuş olması , bütün insanların önce cehenneme girecekleri , sonra bu insanlar içinden Müslüman olanların, belirli bir süre işledikleri günahların cezasını çektikten sonra cehennemden çıkarılarak, cennete gireceklerine dair bir düşünceye mesnet oluşturmuştur.

Fakat bu düşüncenin, ön yargıların Kur'an'a onaylatılmaya çalışılmasından başka bir amaç taşımadığı, konunun Meryem s. 66. ayetinden başlayan bağlamına dikkat edildiğinde kolaylıkla anlaşılabilmektedir.

İlgili ayetlerin bağlamına baktığımızda , 66. ayette "Ben öldüğümde mi diriltileceğim?"  diyen bir insanın, hesap gününde başına gelecek olanların anlatıldığı ayetler olduğu, konunun Meryem s. 66. ve 74. ayetler arasında bir bütünlüğe sahip olduğu anlaşılacaktır. Cımbızla çıkarılan bir ayetin konunun doğru anlaşılmasından çok yanlış anlaşılmasına yaradığı görüldüğünde, "Takva sahiplerinin cehennemde ne işi olabilir?" sorusu akla gelecek, ve bu sorunun cevabı verilemeyecektir. Çünkü bir çok ayet, cennetin takva sahipleri için ebedi bir mekan olduğunu beyan ederek , bu kimselerin cehenneme kısa bir süreliğine dahi olsa geçici bir ziyarette bulunacakları konusunda herhangi bir bilgi kırıntısı dahi vermemektedir.

"Ateş bize sayılı günler dokunacaktır" (Bakara s. 80 - Al-i İmran s. 24) şeklinde dile getirilen, cehennemden çıkışın imkanlılığına dair düşüncenin Yahudilerin düşüncesi olduğu , ve bunun Kur'an tarafından ret edildiği bilinmektedir. Bütün insanların önce cehenneme girecekleri , kafirlerin ise cehennemde ebedi kalarak , Müslümanların belirli bir süre sonra cehennemden çıkarılacaklarına dair, delil olarak sunulan Meryem s. 71. ayetinin de , ön yargılı olarak, konu bütünlüğünden koparılmak sureti ile okunması sonucunda varılmış, yanlış bir düşünce olduğu anlaşılmaktadır.

Kur'an'ın hiç bir yerinde günahkar Müslümanların belirli bir süre cehennemde kaldıktan sonra cennete gireceklerine dair bir bilgi olmadığına göre , günahkar Müslümanların hesap günündeki nasıl bir karşılık alacakları merak edilmektedir.

[Nisa s. 48] Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.

[Nisa s.116] Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse derin bir sapıklığa sapmış olur.

Allah (c.c) hesap gününde karşısına , ebedi cehennemi hak edecek şirk günahı ile gelmeyen kulları hariç, dilediğini bağışlayacağını haber vermektedir. Hesap gününde, günahkar bir Müslümanın durumu ile ilgili olarak , bilgi sahibi olabileceğimiz ayetlerden olan Nisa suresi içindeki bu ayetler bizlere bu konuda ipucu verebilir.

[İsra s. 36]  Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur.

İsra s. 36. ayeti, bilgisi verilmemiş olan konuların arkasına düşmememizi bizlere öğütlemektedir. Kur'an içinde, dünya hayatında günah işleyerek ölmüş bir Müslümanın , hesap günündeki durumu ile ilgili olarak net bir ifade bulamamış olmamız , bizlere İsra s. 36. ayetinin beyanı gereğince hareket etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır. 


Hakkında bizlere bilgi verilmemiş olan, günahkar bir Müslümanın hesap gününde işlediği günahlar konusunda, Allah (c.c) tarafından nasıl bir hüküm verileceği meselesi, peşine düşmememiz gereken net bilgi sahibi olmadığımız konulardandır. Ancak şunu çok açık ve net olarak bilmekteyiz ki, Allah (c.c) hesap gününde bütün kulları hakkında zerre miktarı dahi bir haksızlık yapmadan, haklarında en doğru hükmü verecektir. Günahkar Müslümanların haklarında da en doğru karar verilecek ve onlara da zerre kadar haksızlık yapılmayacaktır.

Müslüman vasfını kaybetmemiş bir şekilde hesap gününde Allah (c.c) nin karşısına çıkan bir kulun, işlediği günahlar yüzünden geçici dahi olsa cehennem ile cezalandırılacağına dair bir bilgi olmamasına rağmen, Allah (c.c) nin hesap gününde Mümin kullarına karşı merhametli davranacağına dair olan bilgiler etrafında, günahkar Müslümanların durumunu düşündüğümüzde, her Müslümanın dünya hayatında işlediği amellerin karşılığını eksiksiz olarak alacak olması , bizi onların derecelerine göre cennetlerde ağırlanacağı yönünde bir düşünce sahibi kılabilir. 

Dünya hayatında canı ve malı ile her şeyini Allah yolunda feda eden bir Mümin ile , bazı şeylerden kaçmak sureti ile nefsine yenilen Mü'min elbette eşit olmayacak , her ikisi de cennet ile karşılık görmekle birlikte aralarında derece farkı olacaktır. Bu durumun haber verildiği ayetleri Kur'an'da görmekteyiz (Nisa s. 95.96).

Bu da demek olur ki , Müslüman olarak can veren veren bir kimse asla cehennem yüzü görmez. 

Müslüman olarak ölen bir kimsenin cehenneme gideceğine dair olan bilgi, Allah (c.c) nin kitabından ancak zorlama ve konu bütünlüğünü bozmak sureti ile çıkarılarak , bu konuda rivayetlerden destek alınmaktadırlar. Kur'an tarafından desteklenmeyen bir rivayet ise , sahih bir bilgi vermekten ve güvenilir olmaktan elbette uzak olacaktır. 

Bu noktada şefaat etme yetkisine sahip olduğuna inanılan kimselerin fonksiyonu da otomatikman ortadan kalkmaktadır. Şefaat inançlarını , cehenneme gitmeyi hak eden bir Müslümanın kurtarılması üzerine kuranlar , Müslümanların cehenneme gitmek gibi bir durum ile karşı karşıya kalmayacak olmalarından ötürü, cehennemden kurtaracak kimseleri olmayınca ortada kalacaklardır. Bu durumda şefaat yetkileri kendilerinden veya müritlerinden menkul olan Şeyh ve Gavs takımı işsiz güçsüz kalarak, insanları sömürecek sermayeleri olan şefaat yetkileri hepten ellerinden alınmış olacaktır.

İŞLEDİĞİ BAZI GÜNAHLAR YÜZÜNDEN GEÇİCİ OLARAK DAHİ OLSA CEHENNEME GİDECEK BİR MÜSLÜMAN OLMAYINCA, ORTADA ŞEFAATE İHTİYACI OLACAK BİR MÜSLÜMAN DA OLMAYACAKTIR.

Şefaat konusunda bilgi alış verişi ve tartışmalar yapan Müslümanların, bu durum üzerinden deliller sunarak, kulların Allah karşısında başka bir kulu kayırmaya çalışması anlamına gelen şefaat düşüncesinin imkansızlığını anlatmaya çalışması , bu konuda rivayetleri kesin bilgi kabul eden kimseler haricindeki Müslümanların kafasında en azından soru işaretleri oluşmasına sebep olacaktır.

Özellikle tasavvuf meşrebine mensup olan Müslümanlar tarafından büyük rağbet gören şefaatçilik , tabi oldukları Şeyh , Gavs , Kutup v.s lakaplı kimselere karşı inanılmaz bir bağlılık oluşmasına sebebiyet vererek, bu kimseler tarafından maddi ve manevi olarak sömürülmelerine sebep olmaktadır. 

Ahirette şefaatçi olarak bağlılarını cehennemden kurtaracağına inanılan bir tarikat şeyhi için artık bütün kapılar açılmış, ahiretlerini bu adam sayesinde garanti aldığına inanan saf ve zavallı müritler, dünya hayatlarında bu şeyhin karşısında akıl almaz saygı gösterilerinde bulunarak, onun şefaatinden mahrum kalmamak için !! ellerinden gelen maddi ve manevi fedakarlığı yaparak şeyhlerini krallar gibi yaşatmaktadırlar. Bu zavallılar, içine düştükleri yanlıştan dünya hayatları içinde pişman olarak dönmedikleri müddetçe, hesap günündeki şefaat beklentileri boşa çıktığında, pişmanlıkları da fayda etmeyecektir.

Buradan bazı kimselerden şefaat beklentisi içinde olan kardeşlerimize bir uyarıda bulunmak istiyoruz; Kim olursa olursa olsun hayatını şirk işlememiş bir halde yaşayarak Müslüman olarak can veren herkes günahkarda olsa cehenneme uğramadan cennete gidecektir. Sizleri cehennem ile korkutarak sizlerin üzerinden korku imparatorluğu kurmak sureti ile , sizleri maddi ve manevi olarak sömüren kimselerin tasallutundan kurtulmanın yolu , Müslüman kimseye ahirette Allah (c.c) dışında hiç kimseden fayda gelmeyeceğini ve Müslümanın cehenneme gitmeyeceğini bilmenizdir. Bundan dolayı "Bizler sizlerin şefaatçileriniz" diyerek sizleri sömüren kimselere artık ihtiyacınız olmadığını anlamanız ve bilmeniz gerekmektedir.

Sonuç olarak ; Kur'an'ın müşrik inancı olduğun gerekçesi ile ret ettiği şefaat inancı , Müslümanlar arasında rağbet görerek , cehennemden adam kurtarma yetkisi haline dönüştürülmüştür. Fakat bu yetki, günahkar Müslümanların geçici bir süreliğine cehenneme gireceği inancı üzerine kurulduğu için baştan yanlış yapılmıştır.

Müslümanların günahkar olanlarının geçici bir süre için cehenneme gireceğine dair olan düşünceler Yahudilerden devşirilmiş , veya bazı Kur'an ayetlerinin bağlam gözetilmeden ön yargılı biçimde okunması sonucunda varılmıştır.

Müslüman olarak ölmüş bir kimsenin cehenneme gitmeyeceğini, fakat dünya hayatlarında kulluk bakımından farklılıkları olanların cennette de derece olarak farklı olacağını , Allah (c.c) nin Mümin kullarına olan mağfiretini hesaba katarak düşündüğümüzde, şefaat yetkileri kendilerinden veya müritlerinden menkul olan Şeyh , Gavs , Kutup v.s lakaplı kimselerin , cehenneme gidecek bir Müslüman olmayacağından ötürü işsiz güçsüz takımı haline geleceği aşikardır.

Şefaat konulu ayetler üzerinde daha önceki yazılarımızda durmuş olduğumuzdan dolayı , bu yazımızda sadece şefaat üzerinden din sömürüsü yapanların kapılarını kapatmak amaçlı olarak Müslüman olarak ölen bir kimsenin cehenneme zaten gitmeyeceğini , dolayısı ile kendisini kayıracak kimselere ihtiyacı da olmayacağını hatırlatmaya çalıştık.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


1 Ocak 2017 Pazar

Kasas s. 76-84. Ayetleri : Karun Örneğinde Mal ve Servet Sahiplerine Hatırlatmalar

Kur'an , kıssa yollu anlatımlar ile, yaşadığımız arz üzerinde cari olan toplumsal yasaların ne şekilde işlediğini, canlı örnekler ile göstererek , bu yasaların değişmezliği üzerinden , gelecek olan sonraki nesillere öğütler  vermektedir. Karun kıssası , mal ve servet sahiplerinin aynı yolu izlediği takdirde, başlarına gelecek olan değişmez yasayı hatırlatan bir kıssa olarak Kur'an'da yerini almıştır. 

[028.076]  Şüphe yok ki Karun, Mûsa'nın kavminden di. Fakat onlara karşı haddi tecavüz etti ve ona hazinelerden öylesini vermiş idik ki, onun anahtarları muhakkak kuvvetli, büyük bir cemaate ağır geliyordu. O vakit kavmi ona dedi ki: «Şımarma! Şüphe yok ki Allah şımarık olanları sevmez.
[028.077] [Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez.
[028.078]  Dedi ki: «Bu, ancak bende olan ilim sebebiyle bana verilmiştir. O bilmedi mi ki, Allah ondan evvelki nesillerden daha kuvvetli ve daha ziyâde cemiyetli kimseleri helâk etmiştir ve mücrimler günahlarından sorulmaz.
[028.079] Derken kavminin karşısına ziynetiyle çıkıverdi. Dünya hayatını isteyenler dedi ki: «Keşke Karun'a verilmiş olan şeyin misli, bizim için de verilmiş olsa. Şüphe yok ki, o pek büyük bir baht sahibidir.»
[028.080]  Kendilerine bilgi verilmiş olanlar da şöyle demişti: Yazıklar olsun size Allah'ın mükafatı, iman edip salih amel işleyenler için daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.
[028.081] Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi.
[028.082]  Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler: Vay demek ki Allah; kullarından dilediğinin rızkını genişletip daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lutfetmemiş olsaydı; bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay, demek ki kafirler, asla felah bulmazlar, demeye başladılar.
[028.083]  İşte ahiret yurdu, Biz onu yeryüzünde ne ululanmak ve ne de fesat çıkarmak istemeyen kimselere veririz ve akibet muttakîler içindir.
[028.084]  Kim bir iyilik getirirse, ona daha iyisi verilir. Kim bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görürler.

Karun , İsrailoğullarına mensup olan mal ve servet sahibi bir kimsedir. Mal ve servet sahibi olması , bu serveti kendisine verene şükür etmesini gerektirirken , onu küfreden yani nankör bir kimse durumuna getirmiştir. Onun malı ve serveti üzerinde yaptığı yanlış tasarruflar ve haddi aşarak tuğyan etmesi , toplumsal yasalar gereği onun helak olmasını da beraberinde getirmiştir. 

78. ayette Karun tarafından söylenen "Bu, ancak bende olan ilim sebebiyle bana verilmiştir" şeklindeki sözler , mal ve servet sahibi olan bir çok kimsenin yaşam tarzının temelini oluşturmaktadır. Allah'ı devre dışı bırakan, elinde olan nimetin geçici ve emanet olduğunu unutan her türlü yaşam tarzının, dünya da helak olmak ile sonuçlanacağını , bu durumun "Sünnetullah" dediğimiz değişmez bir yasa olduğunu , bu kıssa üzerinden bir kez daha görmekteyiz. 

Toplumun zengin kişilerinin , sahip oldukları mal ve servete güvenerek , Allah'a kafa tutma cüretlerinin onları nasıl bir sona götüreceğini , yaşanmış bir hayat olan Karun kıssasından okuyarak ibret almaları gerekmektedir. Bu kıssa içindeki bazı anlatımlar , mal ve servet sahibi olma konusundaki bir takım yanlış anlamalara da açıklık kazandırmaktadır şöyle ki ;

Bakara s. 219. ayetinde , ihtiyaçtan arta kalanın infak edilmesi emrinden hareketle , mal ve servet sahibi olmanın yasak olduğu yönünde bir takım düşüncelerin ortaya atılmış olduğunu görmekteyiz. Karun kıssası , meşru yoldan olmak kaydı ile mal ve servet sahibi olmanın yanlış olmadığını, yanlış olanın mal servetin şükrünün ifa edilmeyerek nankörlük yapılması olduğunu göstermektedir. 

Surenin 76. ve 77. ayetlerinde kavminin ona nasihat sadedinde söylediği "Şımarma! Şüphe yok ki Allah şımarık olanları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez. " şeklindeki sözler , elinde mal ve servet bulunduran herkes için geçerli ve uyulması gereken sözlerdir. Bu sözler aynı zamanda , mal ve servet sahibi olmanın yanlış olmadığını , yanlış olanın malı ve serveti fesat yolunda kullanmanın olduğunu göstermektedir. 

Zenginlik , insanın dünya malına olan arzusu  gereği (3. 14), herkesin ulaşmak istediği bir şey olmasına rağmen , toplum içinde herkese nasip olmayan , ve sayılı kimselerin ulaşabildiği bir nimettir. Her an için toplumun gözünün önünde bulunan zengin kimselere , zengin olmayan bazı kimseler tarafından imrenilebilir ve onlar gibi olmak ve yaşamak gibi bir hevese sokabilir (Kasas s. 79). 

Zengin kimselerin bu zenginliklerini , kendileri gibi olmayanların gözlerinin içine sokarak, ultra lüks bir hayat yaşamaları , bazı kimselerin onlara karşı düşmanlıklarını celbederek , toplum içinde fesadın yayılmasına sebep olabilir. Dünya üzerindeki zenginlere düşmanlık esası üzerine ihdas edilmiş olan bazı ideolojilerin ortaya çıkmasına sebep olan en büyük etken , zenginlerin fakirleri kollayan ve onlarla aralarında derin uçurumlar olduğunu göstermeyen bir hayat sürmeleri yerine , fakiri ezen , onları kollamayan , onlara fakir olduklarını her an hatırlatan bir yaşamı yeğlemiş olmalarıdır. Karun , böyle bir yaşamı yeğleyen kimse olarak , bu tür insanların sonunu hatırlatan canlı bir örnek olarak karşımızdadır.

Karun , Firavun gibi evrensel sembol haline gelmiş bir isim olarak, çağlar boyu hayat süren mal ve servet sahibi mütref tabakanın ismi haline gelmiştir. Ellerindeki servet ile her şeyi yapabilme yetkisinin ve gücünün kendilerinde olduğunu zanneden Karunlar , yaşadığımız dünyadaki fesadın baş müsebbibi olarak hayat sürmekte ve mazlumların kanlarını dökerek , onların üzerinden servetlerine servet katmaya devam etmektedirler. 

Karun'un sarayı ile yerin dibine geçirilmesi sadece ona has bir durum değil , tüm Karunlar için değişmeyecek toplumsal bir yasadır. Kıssası anlatılan Karun , yaşadığı hayat içinde yapmış olduğu yanlış tasarruflar ile helakı hak ederek , toplumsal yasaların işlemesine sebep olmuştur.
Geçmişte yaşayan Karun'un yolundan giden günümüzdeki uzantıları olan çağdaş Karunlar da aynı sona uğramaktan kurtulamayacaktır. 

Kur'an'ın "Firavun - Haman - Karun" şeklinde 3 ismi bir arada kullanması (Ankebut s. 39 -Mü'min s. 24) iktidar ve servet sahiplerinin birbirlerine arka çıkan ve birbirlerini tamamlayan güçler olduğunu ortaya koymaktadır. Firavunlar, Hamanlar ve Karunlar ile ayakta kalırken , Karunlar ise, Firavunların ve Hamanların yardımı ile ayakta kalmaktadırlar. Bu durum, dün nasıl ise bu günde aynı şekilde işleyişini sürdürmektedir.

Karunlaşmanın günümüzdeki yansımaları nasıl ortaya çıkmaktadır?.

Dikkat edilirse Karun'un yaşadığı toplumda 2 farklı insan gurubu gözümüze çarpmaktadır. 

1- Karun'un ihtişamlı hayatına karşı ona nasihat ederek ona "Şımarma! Şüphe yok ki Allah şımarık olanları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez." diyenler. 

2- Karun'un yaşadığı hayata imrenerek "Keşke Karun'a verilmiş olan şeyin misli, bizim için de verilmiş olsa. Şüphe yok ki, o pek büyük bir baht sahibidir." diyerek Karun gibi olmak için iç geçirenler. 

Karun'u sadece mal ve servet sahibi bir kimse olarak değil , elinde yönetim ve iktidar gücü olan bir kimse olarak düşünecek olursak , yaşadığımız hayat içinde Karun'u ve Karun olmak isteyenler ile , Karunlara karşı olmayı daha kolay anlayabiliriz. Karun haline gelmenin yollarından birisi de , bazı imkanları basamak olarak kullanmak ve fırsatları değerlendirmek sureti ile gerçekleşmektedir.

Bir ülke içinde iktidar ve yönetici konumunda olmak, veya bu konumda olanlara yakın olmak, bazı kimselere maddi refahın yollarını , yani Karun olmanın yolunu da açmaktadır. Bugün yaşayan Karunlar sahip oldukları konumu , ülke yönetimini ve iktidar gücünü kullanarak elde ederek kazanmış, veya bu güç ile el ele vermek sureti ile kazanmaktadırlar.

Karun kıssası içinde bulunan 2 gurup insan , bugün de hayatiyetini sürdürerek toplumların içinde yaşamaktadır. İktidar olmanın verdiği güce talip olarak , bu güç sayesinde Karun olmaya heves edenler ile , iktidar sayesinde Karun olanlara karşı olanların mücadelesi halen sürmektedir. 

Bu mücadele yaşadığımız ülke içinde geçmişte yapıldığı gibi , halen yapılmaktadır. Geçmişte iktidar imkanlarından mahrum olan ve kendilerini "İslamcı" olarak tanıdığımız insanlar , ellerinde iktidar gücü yok iken , iktidar gücünü Karun olma yolunda kullananlara karşı İslami argümanları kullanmak sureti ile mücadele etmişlerdir.

Ancak bu mücadele "İslamcı" olarak tanınan insanların iktidar imkanlarına sahip olarak , belediyeler ve ülke yönetiminde söz sahibi olmaları ile farklı bir boyut kazanmıştır. Dün Karunları yıkmak adına söylem üreten bir çok kimse , iktidar sahibi olunca , bırakın Karunları yıkmayı , kendileri Karun hale gelerek yıkımı bekleyen insanlar haline gelmişlerdir.

Dün küçük bir memur , sıradan bir yazar , kendi halinde bir esnaf olan bir çok kimse , iktidar nimetlerinden faydalanarak mal ve servet sahibi olmuşlar, Karunlar ile savaşmayı bir kenara bırakarak, Karun olmayı savunur hale gelmişlerdir.

Dünya hayatının geçici bir yer , bu dünyada sahip olduğumuz her şeyin geçici ve emanet olduğunu en iyi bilmesi gereken bizler , iktidar nimetleri ile tanışmanın verdiği sarhoşluk ile , her şeyi unutarak , maalesef yeni Karunlar olma yolunda emin adımlarla ilerlemekteyiz.

Müslüman kimliğimiz ile yaşadığımız ülkede İslamı hakim kılmak için verdiğimiz mücadele, siyasi iktidar olmak ile sonuçlanınca işin rengi değişerek , geçmişte söylenenler unutulmuş , siyasi iktidar ile kol kola olan bir çok eski mücahit , su akarken testiyi doldurmanın derdine düşer olmuştur. 

Bu devran elbette böyle gitmeyecektir. Bugün iktidar olmanın imkanlarını kullanarak Karun olanların elbette düşmanları da olacaktır. Onların iktidar nimetlerini kullanarak elde ettikleri nimetlere "Ah keşke bizde bu nimetlere ulaşsak" diyen bir çok insan bulunmakta ve bu nimetlere sahip olmak için onlar da var güçleri ile iktidara sahip olmak için mücadele etmektedirler.

Mahkeme kadıya mülk değildir.

Bazı imkanları basamak olarak kullanmak sureti ile elde edilen güç ve servet , o imkanların elden çıkması ile kaybolabilir. Bu kayboluş güç ve servet sahiplerinin yıkımını da beraberinde getirerek , toplumsal bir yasanın bu yolla işlemesinin yolunu açacaktır. Hiç bir ülkede mevcut olan siyasi iktidarlar ilelebet payidar kalamaz. Mevcut siyasi iktidarın çökmesi ise, bu iktidar üzerinden nemalananların da çökmesi anlamına gelecektir. 

Karun'un sonu konağının ve servetinin yerin dibine geçirilmesi ile gerçekleşirken , iktidar olmanın verdiği imkanlar ile Karun haline gelenlerin sonu ise , iktidarlarının elden gitmesi ile gerçekleşecektir. 

Bir Müslüman için asıl olan , 80. ayet içindeki kimselerden olmaktır. Bu ayet içindeki kimseler , dünya malının geçici bir meta olduğunu bilen kimselerden olup , zenginlik içinde olan kimselere imrenerek , onlar gibi olmak için her türlü yol meşru gören kimselerden olarak ahiretini satmayan örnek Müslümanlardır.

Sonuç olarak ; Kur'an içinde kıssası anlatılan Karun , belirli bir zaman ve mekanda yaşamış ve ölmüş bir kimse olarak kalmayarak , elinde bulunan güç ve serveti yanlış şekilde kullananların sembol bir ismi haline gelmiştir. Bugünün Karunları , aynı yolda giderek , Allah'ı devre dışı bırakan bir hayat sürmekte , servetlerine servet katmak için mazlumların kanlarını dökmekten çekinmemektedirler. 

Karun kıssası elinde güç ve servet bulunduranlara bu gücü yanlış yollarda kullanmamalarını öğütleyen , yanlış yolda kullandıkları takdirde başlarına neler geleceğini hatırlatmaktadır.

Karunlar , servetlerine servet katmak için yine zalim yöneticilerin sembol isim olan Firavunlarla ortak bir şekilde çalışmaktadırlar. İktidar gücünün verdiği imkanlar ile servet sahibi olmak yanlışı  , dün Karunları yıkmak adına söylem üreten bir kısım Müslümana da sirayet ederek onların da Karunlaşmasını beraberinde getirmiştir.

Kıssasının okuduğumuz Karun'un helakının Sünnetullah dediğimiz değişmez yasaların gereğince gerçekleştiğini düşündüğümüz de , aynı yasa geçerliliğini korumakta olup , dünyanın kanını emen Karunlarında helakı er veya geç gerçekleşecektir. 

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

29 Aralık 2016 Perşembe

Neml s. 40. Ayeti : Süleyman (a.s) Örneğinde Allah (c.c) Mülk Sahiplerini Nasıl İmtihan Eder ?

Yaşadığımız dünya hayatı, zengin veya fakir kim olursa olsun , herkes için bir imtihan alanıdır. Fakir olan  kimse ,elindeki imkansızlıklar ile imtihan olurken , zengin olan kimse ise, elindeki maddi ve manevi imkanlar ile imtihan olmaktadır. Kur'an, bazı kimseler üzerinden yaşanmış örneklikler ile , yaşanılan hayat içindeki imkanlara ve imkansızlıklara karşı, bizlerin nasıl bir davranış sergilememiz gerektiğini bizlere öğreten bir kitaptır.

Süleyman (a.s), kendisine mülk verilmiş bir hükümdar , ve Kur'an içinde kıssası geçen hükümdar bir elçi olarak , elinde maddi ve manevi güç bulunduranların örnek alması gereken bir kimsedir. Onun kıssası, maalesef kendisinden sonra gelecek olan güç sahiplerine örneklik olarak değil , kerameti müritlerinden menkul bazı kimselerin, uçtu kaçtı masallarına mesnet teşkil etmek üzere okunarak buharlaştırılmak sureti ile, bin bir gece masalları haline dönüştürülmüştür. 

Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Neml s. 40. ayeti içinde geçen olay , tarikat şeyhlerinin kerametlerine ve hızır masallarına dair delil ihtiva etmesi üzerinden okunarak , bazı kimselerin insanlar üzerinde hegemonya kurmasına alet edilmektedir. Halbuki bu ayet, mülk sahiplerine mesaj içermesi açısından okunduğunda, istismar edilmekten çıkarılmış olacak, ve kıssaların anlatım amacına uygun olarak anlaşılacaktır.


[027.040]  Kitabın ilmi yanında olan kimse ise, «Gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm» dedi. (Süleyman) onu (Melike'nin tahtını) yanıbaşına yerleşivermiş görünce, «Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.»

Ayet içindeki konunun siyak ve sibakı , Sebe hükümdarının tahtını Süleyman (a.s) a en hızlı biçimde kimin getireceği ile alakalıdır. 40. ayette "Kitabın ilmi yanında olan kimse" nin kim olduğu üzerinde bir takım spekülasyonlar yapılmak sureti ile Hızır masalları uydurulmuş , ve konu mitolojik bir hale büründürülmüştür. Sebe hükümdarının tahtını kimin getirdiği konusunda, bundan önce bir çalışmamız olduğu için , bu konuyu burada tekrarlamayacağız.

Kıssaların anlatım amacının, muhataplarına dönük mesajlar vermesi olduğunu düşündüğümüzde , kıssalar bizler için daha gerçekçi bir hale gelecektir.

[038.035] (Süleyman) Dedi ki«Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz sen, karşılıksız armağan edensin.»

Kıyamete değin , hiç bir kula nasip olmayacak maddi ve manevi bir güce sahip olan Süleyman (a.s) ın elinde böyle bir gücü bulundurmasına karşın şımarmaması , büyüklenmemesi onun kıssasının en önemli mesajı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 

Aynı surede geçen ayetlerde , Karınca vadisinden ordusu ile geçerken meydana gelen olay sonucu söylediği, "Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükürde, hoşnut olacağın işi yapmakta beni muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kullarının arasına koy" (Neml s. 19) sözü , aynı şekilde onun nasıl şükreden bir kul olduğunu göstermesi açısından okunması gerekmektedir. 

Karınca vadisinden geçerken , meydana gelen olayların anlatıldığı ayetler, bize dönük herhangi bir mesajı olmayan biçimde okunarak , onun karıncalarla konuştuğu şeklinde yorumlara sebep olmuştur. Burada önemli olan nokta , onun karıncaların konuşmalarını anlamış olmasının üzerinden, sahip olduğu gücün erişilmezliğine işaret edilmiş olmasıdır.

40. ayet içinde bizim için asıl önemli nokta "Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir."  şeklindeki cümlelerdir. 

Kıyamete kadar kimseye nasip olmayacak bir güce sahip olan Süleyman (a.s) , Sebe hükümdarının tahtını bir anda yanında görünce , en küçük bir kibre kapılmadan , ona bu gücü vereni hatırlayarak , imtihan içinde olduğunun idrakinde olarak şükrünü ifa etmiştir. Bizim için asıl önemli taraf burası olup , elinde güç bulunduranların özellikle ibret alması gereken bir kıssadır. 

Dünya tarihine baktığımızda , geçmişte ve günümüzde meydana gelen fesat olaylarının baş müsebbibleri , "Mütref" , "Müstekbir" gibi terimler ile ifade edilen , elinde bulundurdukları servet ve mülk sayesinde, kendilerini ilah ve rab olarak gören , mazlumlar üzerinde hak sahibi olduklarını iddia ederek , onların yurtlarını talan etme hakkını kendilerinde bulanlardır.


Firavun örneği , bu kimselerin akıbetinin canlı örneğini sergilemesi bakımından önemli bir hatırlatmadır. Kendilerini erişilmez bir güç sahibi olduklarını zannederek , her şeyin üzerinde güç sahibi olduklarını iddia edenler , denize karşı güç yetiremeyerek , onun sularında boğulup gitmişlerdir. 

Bir çok ayet , insanların elinde bulundurdukları güç ve servetin geçici olduğu , bu güç ve servet ile Allah'a karşı kafa tutmamaları gerektiği , böyle bir hataya düşenlerin başlarına dana önce neler geldiğini hatırlatarak , ellerindeki gücü Allah'ın istediği biçimde kullanmalarını öğütlemektedir.

Süleyman (a.s) kıssası , içinde geçen bazı anlatımlardan dolayı , diğer elçi kıssalarından daha farklı bir görünüm arz etmektedir. Kıssa içinde Hüdhüd adlı kuştan bahsedilmesi , karıncaların konuşmalarını anlaması , emrinde cin ve şeytanların bulunması , rüzgarın emrinde olması , melikenin tahtının bir anda yanında olması gibi anlatımlar , diğer elçilerin kıssalarında bulunmayan anlatımlardır. 

Bu anlatımlarda esas alınması gereken nokta , kıssa içinde zikri geçen konuların bize dönük olarak neler ifade edebileceği olması gerekmektedir ki kıssa bir masala dönüşmesin. Kıssa içinde geçen bu anlatımlar konusunda, farklı zamanlarda yaptığımız çalışmalar mevcut olup , bu çalışmalarda esas aldığımız nokta , kıssa içindeki anlatımların bize dönük neler söylemiş olabileceği üzerinedir.

Sonuç olarak ; Süleyman (a.s) kıssasında geçen bazı anlatımlar eğer bize dönük mesajlar ihtiva etmesi üzerinden okunmayacak olursa , kıssa masala dönüşecektir. Karıncalar ile konuşan Süleyman (a.s) artık ölmüş, ve bir daha dünyaya gelmeyecektir. Sebe hükümdarının tahtını bir anda yanında bulabilecek güce sahip olan Süleyman (a.s) artık ölmüş , ve bir daha dünyaya gelmeyecektir. Ancak Süleyman (a.s) ın mülk ve güç sahibi bir hükümdar elçi olarak tüm zamanlara olan mesajı ölmeyecek ve daima yaşayacaktır.

Onun kıssasının mesajı da , elindeki güç ve servetin onun ile kıyaslanması mümkün bile olmayan bazı kimselerin , ellerindeki gücü onlara Allah (c.c) nin verdiğini unutarak , Allah'a kafa tutmaya kalkmamaları gerektiği , Süleyman (a.s) gibi elinde bulundurduğu güce kıyamete kadar kimsenin ulaşmasının mümkün olmadığı bir kimsenin bu gücü karşısında en küçük bir kibre dahi kapılmamış olmasını dikkate alarak , onun yolundan gitmeleri gerektiğidir.  

Kulun imtihanı sadece fakirlik hastalık gibi şeylerle yapılmaz , güç , servet , ihtişam gibi insanlara çekici gelen şeyler de kullar için bir imtihan olup , fakirlikten daha zor bir imtihan biçimidir. Bu imtihanı başarılı ve başarısız olarak geçenler hakkında yapılan anlatımlardan bizler kendimize dönük mesajlar çıkararak , olumlu ve olumsuz örnekler üzerinden hayatımızı yönlendirmek durumundayız.

Ellerinde güç ve servet bulunan kimseler , ellerinde bulunanların kendilerine geçici bir süre için verilmiş imtihan aracı olduğu bilincinde bir yaşam sürdükleri müddetçe , kıyamet günü bu gücü en iyi biçimde kullanan bir elçi olarak Süleyman (a.s) ile birlikte olacaklardır. Bunun aksi yönünde davranışlar sergileyenler ise , Firavun , Haman ve Karunlar ile birlikte olacaklardır.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

28 Aralık 2016 Çarşamba

Kumarın Devlet Aracılığı İle Oynatılması Onu Meşru Kılar mı ?

[007.017]  «Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.

[015.039-40]  «Rabbim! Beni saptırdığın için, and olsun ki yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim; halis kıldığın kulların bir yana, onların hepsini saptıracağım» dedi.

İblisin , Ademe secde etmemek sureti ile Rabbine karşı gelip huzurdan kovulmasının ardından söylediği sözlere dikkat edecek olursak, insanlara günahları süslü göstererek çekici kılacağını haber vermektedir. Bütün insanlar, herhangi bir günahı işleyecek olduklarında , fıtratları gereği o günahın ona kazandıracağı eksileri bilmelerine rağmen , bazı gerekçeler üreterek bu günahları işlemektedirler. 

İnsanlar kendilerine günah kazandıracak bir fiili işlemek için önce kendilerini mazur gösterecek uygun bir meşruiyet zemini bularak , günah işlemenin alt yapısını oluşturmakta , sonra kendilerini bu günahı işlemeye mecbur oldukları yönünde şartlandırarak, veya işledikleri takdirde günah kazanmayacaklarını zannederek , gayri meşru olan bir fiili ,kendi hevalarına uygun hale sokmak sureti ile meşru hale getirdiklerini zannederek günaha bulaşmaktadırlar.

İşte şeytanın insanlara günahları süslü göstermesi bu yolla hayat içinde anlamını bulmaktadır.

[005.090]  Ey iman edenler! Şarap, kumar, putlara kurban kesilen sunaklar, fal okları, şeytana ait murdar işlerden başka bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felah bulasınız!
[005.091]  Şeytan içki ve kumar yolu ile aranıza kin ve düşmanlık tohumları ekmek, sizi Allah'ı anmaktan ve salattan alıkoymak ister. Artık bunlara son veriyorsunuz değil mi?

Kendisini "Müslüman" olarak niteleyen herhangi bir kimseye , kumarın hükmü hakkında bir soru soracak olsak , istisnasız olarak bu fiilin Allah (c.c) tarafından yasaklanan bir fiil olduğunu , ve bu yasağı çiğnemenin kişiye günah kazandıracağını söyleyecektir. 

Fakat yine kendisini "Müslüman" olarak niteleyen birçok kimseler, "Milli Piyango" adı ile bilinen şans oyunu hakkında maalesef aynı kanaati taşımamaktadır. Bu tür şans oyunlarının haram olmadığına dair olan gerekçeleri ise , bu oyunların devlet aracılığı ile oynatılmakta olduğu , bu oyunlardan elde edilen gelirin bir kısmının hayır kurumları arasında paylaştırılmakta olduğu, dolayısı ile milli piyango almak sureti ile bu kurumlara yardım etmiş olduklarını yönündedir. Bu kimselerin bir çoğuna "Madem bu kumarı oynama sebebiniz hayır kurumlarına yardımcı olmak ise , o parayı direk o kurumlara verin" denilse bir çok kimse buna yanaşmayacaktır.

Yaşadığımız ülke içindeki bazı insanların kumar oynamayı meşru olarak görmeleri maalesef böyle bir gerekçeye dayanmaktadır. 

Peki böyle bir gerekçe ne kadar doğru ve gerçekçi olabilir?;

Kur'an'a baktığımız zaman içki ve domuz eti gibi haramların , açlık , susuzluk gibi bazı istisnai durumlarda helal olabileceğini görmekteyiz. Fakat kumar hakkında böyle bir istisnai durumu maalesef görememekteyiz. Allah (c.c) kumar için, "Oynadığınız kumarın gelirinin bir kısmı eğer hayır kurumlarına bağışlanıyor ise helal olabilir , veya devlet kanalı ile oynatılıyor ise helal olabilir" şeklinde bir istisna koymamıştır. 

Yaşadığımız ülke dahilinde devlet eliyle oynatılan kumarın , bazı insanlar tarafından meşru görülmek sureti ile oynanması maalesef "Züğürt tesellisi" diyebileceğimiz böyle bir gerekçeye dayanmaktadır. Fakat bu insanların vicdanlarının bu konuda rahat olduklarını söylemek mümkün değildir. Vicdanlarını rahatlatmak için , bu kumarın gelirinin bir kısmının hayır kurumlarına verilmiş olması , veya devlet eli ile oynatılmış olması gibi bahaneler üretilmek yoluna gidilmektedir.

Yazımızın başında ifade etmeye çalıştığımız , şeytanın insana günahları güzel gösterme şekli , milli piyango konusunda bu şekilde ortaya çıkarak , sudan bahaneler üretilmek sureti ile harama helal kılıfı geçirilerek , hayata yansımaktadır.  

Büyük ikramiyenin dağıtıldığı yılbaşı piyangolarını alabilmek için kar kış demeden, başka şehirlerden gelerek isim yapmış piyango bayilerinde kuyruğa giren insanlarla yapılan röportajlarda , büyük ikramiyeyi kazandıkları takdirde ne yapacakları şeklindeki sorulara verilen cevaplara baktığımızda , dünyevi ihtiyaçlarını temin etmek için harcayacakları yönünde cevaplar çoğunluktadır.

[016.114]  Artık, Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yiyin, eğer (gerçekten) yalnız Allah'a ibadet ediyorsanız, onun nimetine şükredin.

[003.014]  Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

Eğer bu insanlar , Müslüman olmanın ne demek olması gerektiğini gerçek olarak bilmiş olsalardı , harama bulaşmanın günah olduğunu , insanın kazanacağı paranın helal olması gerektiğini , dünya malının geçici ve imtihan olarak verilmiş bir şey olduğunu bilerek bu tür yollara asla tevessül etmezlerdi.

İnsanları harama bulaşmaya iten nedenlerden birisi , çeşitli yayın organları vasıtası ile pompalanan tüketim çılgınlığıdır. Dünya hayatının güzelliklerini öne çıkaran bir anlayış ile yetiştirilen insanlar , maalesef bu hayatı imtihan olarak görmeyi sadece dilde ifade ederek , hayat içinde pratize etmemektedirler. 

[015.088]  Sakın o kâfirlerden bir kısmına geçici bir zevk olarak verdiğimiz dünya nimetlerine göz atma! Onların iman etmemelerinden ötürü üzülme ve müminlere kol kanat ger, onları şefkatle koru!

[020.131] Kendilerini sınamak için, dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlik verdiğimiz kimselere sakın göz dikme, Rabbinin rızkı daha iyi ve daha devamlıdır.

Televizyon dizileri vasıtası ile zengin bir yaşama özendirilen insanlar , bu yaşama ulaşmak için helal kazanmak yerine, "Helal haram ver Allah'ım, senin kulun yer Allah'ım" misali her yolu denemektedirler. Milli piyangodan çıkacak olan büyük ikramiye , bir çok kimsenin zengin olma hayallerini süsleyen bir umut olma özelliğini korumaktadır. Geçmişte büyük ikramiye kazanan bazı insanların düştükleri içler acısı durumun , gazete haberlerinde yer alması ibret olarak görülerek , haramın insanları dünya hayatındaki düşürdüğü durumlar görmezlikten gelinmektedir. Bu insanlar ahiretlerini kaybettikleri gibi , dünya hayatlarında da rezil bir durumda hayata veda etmektedirler.

[016.116] Diliniz yalana alışmış olduğu için, «şu haram, bu helaldir» demeyin, zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise, saadete şüphesiz erişemezler.

Yaşam içindeki kuralları belirleme yetkisi , sadece Allah (c.c) nin hakkı olup , bizlerin hevalarına uygun olarak ürettiğimiz gerekçelerle , haramı helal yapmaya çalışmamız , bizler için sonu hüsran olan sonuçlar doğuracaktır.

Sonuç olarak ; Müslümanlar , sözde değil özde Müslüman olmanın gereğini hayatlarına yansıtmaya çalışmadıkları sürece , haram kazanma yollarına çeşitli gerekçeler üreterek tevessül etmeye devam edeceklerdir. Dünya malının geçici bir meta olduğu , bu hayatın ebedi yaşam için bir denenme yeri olduğunu sadece bilmenin maalesef bir faydası yoktur. Bilmek ve bu bilgiyi hayata yansıtmak , bizleri harama bulaşmaktan alıkoyacak , ve haram için çeşitli gerekçeler üretmek sureti ile , haramı helal yapmaya çalışmaktan alıkoyacaktır. 

[014.022]  İş olup bitince, şeytan: «Doğrusu Allah size gerçeği söz vermişti. Ben de size söz verdim ama, sonra caydım; esasen sizi zorlayacak bir nüfuzum yoktu; sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde, beni değil kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a ortak koşmanızı daha önce kabul etmemiştim; doğrusu zalimlere can yakan bir azap vardır» der.

"Şeytanın sağdan yaklaşması" şeklinde ifade edilebilecek bahaneler uydurarak , milli piyango almak sureti ile zenginlik hayalleri kurulması , ebedi hayatta ateş zengini olmak ile sonuçlanacaktır. Bugün bizi harama bulaşmak için teşvik eden ve "Şeytan" olarak tanımlayabileceğimiz her türlü etken , yarın hesap gününde bizden kaçacaktır.

Haram olan kumarın devlet eli ile oynatılmış olması , veya bu haramdan elde edilen gelirin bir kısmının hayır kurumlarına bağışlanması , milli piyango almayı asla meşru hale getirmez. Bu fiili işlemek ile , günah denilen fiil işlenmiş , ve hesap gününde ödenmek üzere kayda geçecektir. Bu kaydın silinmesi tevbe edilerek , bir daha bu tür kumar oyunlarına asla bulaşmamak ile olacaktır. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

26 Aralık 2016 Pazartesi

Aişe Validemize Atılan İftira İle İlgili Ayetlerin Bize Yönelik Mesajları

İslam tarihinde "İfk hadisesi" olarak bilinen , Aişe validemize yapılan zina isnadı üzerine inmiş olan ayetler Nur suresi içinde yer almaktadır. Bu olay ile alakalı siyer kaynaklarında bolca bilgi bulunmakta olup , yaşandığı zaman içinde geçen olay ve şahıslar hakkında bilgiler bu kitaplarda bulunmaktadır. Biz bu olayın yaşandığı zaman içinde geçenleri değil , konu ile alakalı ayetlerin bize dönük olarak neler söylemiş olabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız.

Konu ile alakalı ayet mealleri şu şekildedir ;

[024.011] Doğrusu uydurulmuş bir yalanla gelenler, içinizden bir zümredir. Bunu kendiniz için kötü sanmayın. O, sizin için hayırlı olmuştur. O kimselerden her birine kazandığı günaha karşılık ceza vardır. En büyük azab da içlerinden elebaşılık yapanındır.
[024.012] Onu işittiğiniz zaman, erkek mü'minler ile kadın mü'minlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: «Bu, açıkça uydurulmuş iftira bir sözdür» demeleri gerekmez miydi?
[024.013] Dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? İşte bunlar, şahit getirmedikçe Allah katında yalancı olanlardır.
[024.014]  Eğer Allah'ın dünyada ve ahirette sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız dedikodudan dolayı size büyük bir azab dokunurdu.
[024.015] Onu dilinize dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Onu önemsiz bir şey sanıyordunuz, oysa Allah katında önemi büyüktü.
[024.016]  Onu işittiğiniz zaman: «Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. Seni bundan tenzih ederiz; bu, büyük bir iftiradır» demeniz gerekmez miydi?
[024.017] Eğer mü'min kişilerdenseniz; buna benzer bir şeye bir daha dönmemeniz için Allah, size öğüt veriyor.
[024.018] Allah size ayetleri açıkça bildirir. Allah bilendir, Hakim'dir.
[024.019]  Mü'minler arasında kötülüğün ve hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara, dünya ve ahirette elim bir azab vardır ve Allah bilir, siz bilmezsiniz.
[024.020]  Ya üzerinizde Allah'ın bol nimeti ve rahmeti olmasaydı; bir de Allah çok şefkatli ve merhametli olmasaydı!..
[024.021] Ey İnananlar! Şeytana ayak uydurmayın. Kim şeytanın ardına takılırsa, bilsin ki, o, hayasızlığı ve fenalığı emreder. Allah'ın size lütuf ve merhameti bulunmasaydı, hiçbiriniz ebediyen temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah işitir ve bilir.
[024.022]  İçinizde lütuf ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere, vermemek için yemin etmesinler, affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız? Allah bağışlayandır, merhametli olandır.
[024.023]  İffet sahibi, bir şeyden habersiz, mü'min kadınlara (zina suçu) atanlar, dünyada ve ahirette lanetlenmişlerdir. Ve onlar için büyük bir azab vardır.
[024.024] O gün ki aleyhlerinde dilleri ve elleri ve ayakları yaptıklarına şehâdet edecektir
[024.025] O gün, Allah onlara hak ettikleri cezayı eksiksiz verecektir ve onlar da Allah'ın hiç şüphesiz hak olduğunu bileceklerdir.
[024.026]  Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara yakışırlar. İyi kadınlar iyi erkeklere, iyi erkekler de iyi kadınlara yakışırlar. Bunlar, onların söylediklerinden uzaktırlar. İşte bunlara mağfiret ve cömertçe verilmiş rızık vardır.

Toplum içinde yaşayan fertlerin huzur ve düzenlerinin bozulma yollarından birisi , o toplum içinde yalan haberler yayılmak sureti ile fertlerinin birbirine düşürülmek sureti ile fesada yol açılmasıdır. Yalan ve aslı astarı olmayan haberler vasıtası ile birbirlerine düşman olan toplumun , bu zaafından en fazla o toplumun düşmanları fayda görmektedirler. 

[049.006] Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.

Hucurat s. 6. ayeti , bizlere bu konuda önemli bir yol göstericilik yapmakta , ve bize ulaşan haberlerin doğruluğunu araştırmamızı emretmektedir. Kitle iletişim araçlarının her geçen gün daha da yaygınlaşması , ve bu araçlar vasıtası ile insanlar üzerinde bir takım algı operasyonları yapılarak , zihinlerin istenilen doğrultuda yönlendirilme çalışmalarının, kasıtlı ve yalan haberler çıkartılarak yapılmakta olduğu herkesçe malumdur. 

Yaşadığımız bu şartlar altında, konu ile ilgili ayetlerin içselleştirilmesi, daha fazla önem kazanmaktadır. Aişe validemize atılan iftira ve bu iftiranın o günkü toplumdaki yansımalarını konu alan ayetler , sadece o güne has olarak değil , benzer durumlarda bizlerin nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini öğreten ayetlerdir.

Ayetleri sadece Aişe validemize atılmış bir iftira olarak değil , kadın veya erkek kim olursa olsun , yapmadığı , söylemediği , işlemediği bir şeyden ötürü , onlara atılan iftiranın , onlar üzerinde yaptığı olumsuz etkileri , ve mensup oldukları toplum içinde düşecekleri durumlar göz önüne alınarak okunması gerektiğini söyleyebiliriz.

Her toplum içinde "Münafık" olarak bildiğimiz insan tipleri bulunmakta ve bu kimseler , içinde bulundukları toplumu ifsat etmeyi kendilerine görev sayma bilinci içinde hareket etmektedirler. Bu kimseler ellerine geçirdikleri her fırsatı değerlendirerek , toplum içinde fitne ve fesadı yaymaya çalışmaktadırlar.

"Bunu kendiniz için kötü sanmayın. O, sizin için hayırlı olmuştur." 11. ayet . 

Ancak bu kimselerin yaptıkları ifsat hareketi, ilk başta başarılı olmuş görünse de , bu türden olaylar, Mü'min bir topluluk içinde gerçeğin görülmesi, bu iftirayı atanların o toplum içinde belirlenerek , bundan sonra bu kimselerin attıkları adımların izlenmesi ve bir daha bu gibi işlere tevessül edememeleri ile sonuçlanacaktır. Çünkü gerçek er veya ortaya çıktığında, asıl suçlunun iftiraya kurban gidenler değil , iftirayı atanlar ve bu iftiraya inananlar olduğu görülecek , böylelikle toplumdaki safraların atılmasına sebep olarak , daha temiz bir toplumun oluşması  sağlanacaktır. 

[024.012] Onu işittiğiniz zaman, erkek mü'minler ile kadın mü'minlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: «Bu, açıkça uydurulmuş iftira bir sözdür» demeleri gerekmez miydi?

Nur s. 12. ayeti , iftira mahiyetinde bir olayın duyulduğu ilk anda , nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiğini öğretmektedir. Bu gibi haberlerin doğru olma ihtimalinden önce, yalan olma ihtimali göz önüne alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu tür olaylarda, hakkında haber çıkarılan kişiye değil , haberi çıkaran kişiye bakılarak karar verilmesi gerekmektedir. Çünkü bu tür haberleri ortaya atan kişiler , sağlıklı bir düşünce ve iman sahibi olmaktan yoksun kişilerdir.

Toplumun nefretini kazandıracak bir konuda, bazı şahıslar hakkında çıkarılan haberlerin , o kişi fiili işlemiş veya sözü söylemiş olsa bile , o kişiyi yıpratma amaçlı olarak çıkarılmakta olduğu göz önünde  tutulmalıdır. İyi niyetli olan bir kimse , eğer başka bir kimse de, toplumun nefretini kazanacak bir söz veya fiile şahit olmuşsa , bu kişinin yaptıklarının toplumu huzursuz edeceğini bilir , onu yaymak yerine örtmeye, ve o şahsı bu konuda doğrultmaya çalışır.

Toplumda çıkarılacak bir haberin, toplumun huzurunu bozacağını çok iyi bilen toplum mühendisleri , bırakın yapılan bir işi veya söylenmiş olan bir sözü yaymaya çalışarak dedikoduculuk yapmayı , yapılmamış , işlenmemiş , söylenmemiş şeyleri ortaya atarak, iftira suçunu işlemekte ve bu yolla toplum nezdinde sivrilmiş bazı kimseleri yıpratma kampanyalarına imza atmaktadırlar. Bunları önlemenin yolu , Hucurat s. 6. ayetini hayata aktarmak , ve bize gelen haberin doğruluğunu araştırmak olmalıdır. 

[005.008]  Ey İnananlar! Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şahidler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin; adil olun; bu, Allah'a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah'tan sakının, doğrusu Allah işlediklerinizden Haberdar'dır.

Hakkında haber yapılan , dedikodu veya iftira çıkarılan kimseler , velev ki sevmediğimiz, düşüncelerini paylaşmadığımız kimseler olsa dahi , adaletin bir gün hepimize lazım olabileceğini akıldan çıkarmadan , herkes hakkında kim olursa olsun adaleti gözeterek hüküm vermek mecburiyetinde olduğumuzu unutmamalıyız.

Ortaya atılan bir suçun, şahitli delilli ispatı gereklidir (Nur s. 13). Delil ve şahit olmadan ortaya atılan suç isnadına, ceza uygulanması mümkün değildir. Delili veya şahidi olmayan bir kimsenin, bir başka kimse hakkında herhangi bir iddiada bulunması, havada kalan bir iddia olacaktır. Nur suresi ilk ayetlerinde , şahidi olmayan zina isnadına uygulanacak yönteme dikkat ettiğimizde bunu görebiliriz. Eşinin zina ettiğine tek başına şahit olan kimse , şayet eşi bu fiili işlemediğine dair gerekli olan yemini ettiği takdirde, cezadan muaf tutulmaktadır.

Bir kimse hakkında yürütülen iftira kampanyası , belki o kampanyayı açanlara bir takım getiriler sağlayabilir. Fakat bu kimseler, sadece kendi çıkarları için yaptıkları bu hatanın ne kadar büyük bir cürüm olduğunu, iftira atılan kimsenin kişilik haklarına saygı duyulması gerektiğini, attıkları iftiranın o kimse üzerinde oluşturabilecek olan tahribatı maalesef hesap etmemektedirler. (Nur s. 14-15)

Bir kimseye iftira atmanın dünyevi cezası, 80 değnek ve bir daha şahitliğinin kabul edilmemesidir (Nur s. 4). Fakat bu suç sadece dünyada ödenen bir ceza ile insanın yanına kar kalmamaktadır. Allah (c.c) iftira atmanın uhrevi cezası da olduğunu beyan ederek , insanların bu konuda daha dikkatli davranmasını , yaptıkları hatanın , hesap gününde büyük bir pişmanlık olarak onlara geri döneceğini hatırlatmaktadır. (Nur s. 17-18-19-23-24-25)

Sure içinde bir çok yerde "üzerinizde Allah'ın bol nimeti ve rahmeti olmasaydı" şeklinde buyurulmuş olması , yapılan bir hatadan geri dönüşün tevbe ile af edilme imkanı olduğu , yol yakın iken dönülmesinin kişiye fayda sağlayacağı , hesap gününde son pişmanlığın fayda etmeyeceği hatırlatmalarıdır.

Allah (c.c), kullarının yapacak olduğu bazı hataların hesap gününde kendilerine ateş azabı olarak geri döneceğini hatırlatarak , dünya hayatı içinde bazı hatalar yapmalarını engellemektedir.Ahirete inancı olan bir kimse , dünya hayatı içinde yapabilecek olduğu bazı yanlışların, kendisine hesap gününde geri döneceği bilincine sahip olduğu için kendisini frenleyebilir. Allah (c.c) dünya hayatında yapılan bütün amellerin , eksiltilmeden , unutulmadan , haksızlık yapılmadan karşılığının verileceğini beyan ederek , kullarının vicdanlarının harekete geçmesini , bu şekilde insanların kendilerinin polisi olmalarını sağlamaktadır.

Bir toplum içinde münafık karakterli kişilerin bozgunculuğa sebep olmalarının önlenme yollarından birisi , onların toplum içinden tecrit edilmeden , düzeltilmeye çalışılması olduğunu , sure içindeki 22. ayetten anlamaktayız. O kişiyi geri kazanmak , tamamen toplum dışına itmek sureti ile onun düşmanlığını kazanmaktan daha iyi ve toplum menfaatine daha uygun olandır. 

Kişinin söylemiş olduğu bir sözün içinden bazı kelimeleri cımbızlayarak , veya söylediği sözü işine gelecek şekilde yorumlayarak "Bak falan kimse böyle dedi" şeklindeki ifadelerle , kişinin kast etmediği bazı sözleri ona isnat etmek , iftiranın bir başka türüdür. Bu yeni tür iftira metodu , sıkça kullanılmakta ve kişiler bu yolla yıpratılmaya çalışılmaktadır. Bu yöntem birbirleri ile aralarında düşünce farkı bulunan Müslümanlar arasında hayli yaygındır.

Kim olursa olsun adaleti gözetmek sorumluluğumuz , bu gibi söylentileri bırakın yaymayı , yaymaya çalışanları dahi engellemeyi gerektirmektedir. Fakat hakkında söylenti yayılan bir kimse, eğer bizim gibi düşünmeyen bir kimse ise , mal bulmuş mağribi misali o söylenti yayılmaya çalışılmaktadır. 

Dünya hayatı içinde yaptığımız ve bazı kimselerin yıpranmasına sebep olduğunu düşündüğümüz dedikodu ve iftiralar , en fazla dedikodu yapanlara zarar vermektedir. Bu kimseler bu tür yanlışları yapmakla asıl karakterlerin ortaya koyarak , toplum içinde güvenilmez bir kimse olduklarını kendi elleri ile tescil ettirmektedirler. 

Yapılan bu yanlışların elbette uhrevi cezası da bulunmaktadır. Ahirete iman ettiğini iddia eden bir Müslüman , eğer gerçek bir iman sahibi ise , böyle bir yola başvurmak konusunda daha dikkatli davranması gerekmektedir. Yaptığımız bu yıpratma kampanyaları , suçu bizim gibi düşünmemek olan birisine karşı asla meşru bir mazeret olamaz. 

Düşündüklerinin doğru olduğunu savunmak, elbette herkesin hakkıdır. Bu savunmayı yaparken , kendisi gibi düşünmeyenlere karşı nasıl davranışlar sergilemesi gerektiğini , bize Kur'an beyan etmektedir. Bu beyanları terk ederek , hevamıza uygun davranışlar sergilemek , ahlaki ve Müslümana yakışan bir davranış değildir. Meşruiyetini Kur'an'dan almayan her türlü davranış yöntemi , bizlere dünya ve ahirette zarar olarak geri dönecektir. 

Sonuç olarak : İftira , bir kimsenin sevmediği kimseleri yıpratmak amacı ile kullandığı , dünya ve ahirette cezayı gerektiren gayri ahlaki bir yöntemdir. Bir insanın ne kadar çirkef bir hale gelebileceği , bir peygamber hanımı olan Aişe validemize yapılan iftira üzerinden bizlere anlatılmaktadır. 

Kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir kimsenin , bu tür bir yola başvurması kabul edilebilir bir durum değildir. Bu tür yola başvuranlar geçmişte İslam toplumu içinde "Münafık" olarak tanımlanan kimseler olup , bugün Müslümanlar hakkında bu tür yola başvuranlar , münafıkların bu iğrenç yöntemini izlemektedirler.

Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması , sahip olunan düşüncenin bu yolla propagandasının yapılmasını kolay hale getirmiştir. Aynı araçlar maalesef yanlış yolda kullanım alanına da sahip olmakta , karşı düşünceyi mahkum etmek amacı ile de kullanılmaktadır. 

Herkesin kendi düşüncesinin reklamını yapmaya , karşı düşüncenin yanlışlarını ortaya koymaya hakları vardır. Ancak bu işlemler yapılırken ahlaki kurallara riayet etmek gereği bulunmaktadır. "Başarıya giden yolda her yöntem mübahtır" sloganı üzerinden , iftira türü yöntemlere başvurmak , iftira yapan ve uğrayanlara zarar veren bir davranıştır. Adaletin er veya geç ortaya çıktığında iftiraya uğrayan kişi temize çıkarken , iftira atan kimse toplum nezdinde ahlaksız , güvenilmez bir kimse olarak kar listeye alınacak ve bu listeden çıkması pek te mümkün olmayacaktır.

İftira kampanyaları kendimiz için yapıldığında bize ne kadar çirkin ve ahlaksızca geliyor ise , karşımızdaki insanlar için yapıldığında da aynı şekilde çirkin ve ahlaksız gelmediği müddetçe kamil bir insan olmak mümkün değildir. Erdemli bir insan olmanın öncelikli şartı , kendisi için istemediğini bakası için de istememektir.

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


24 Aralık 2016 Cumartesi

Ellerindeki Kitapları ve Başlarındaki Liderleri Kurtarıcı Zanneden Müslümanların Yol Açtığı Tahribatlar


Bir fikir ve inanç etrafında birleşmiş olan insanların, bu fikir ve inançlarını pekiştirmek ve birliklerini kuvvetlendirmek için bir takım ortak paydaları bulunması zaruridir. Ortak paydaları olmayan veya ortak payda etrafında birleşemeyen fikir ve inanç toplulukları, zaman içinde ifsat olmaya ve dağılmaya mahkum olmaktan kurtulamaz. 

Olayı biz Müslümanların açısından değerlendirmeye çalıştığımızda , bizleri birbirimize bağlayan bir takım ortak değerlerimiz bulunmakta, ve bu ortak değerler bizlerin birbirimiz ile daha güçlü bir bağ kurmamızda önemli rol oynamaktadır (Şu anda realite maalesef öyle değildir ama olması gereken bu dur).

Kur'an , biz Müslümanların birbiri ile bağını sağlayan veya sağlaması gereken tek kaynak ve hakem olarak elimizde bulunmasına, ve tek kaynak ve hakem olarak bu kitabın dinde belirleyici olması gerektiğine dair ihtiva ettiği emirlere rağmen , maalesef bu işlevi yerine getirememektedir. Bu durumun en başta gelen sebebi ise , bu kitaba alternatif kaynak ve hakem kitaplar türetilmiş olmasıdır. 

Aynı inancı ve düşünceyi paylaşma iddiasında olan bizlerin , dünyanın en ihtilaflı topluluğu haline, ve bu ihtilaflar neticesinde kafirler topluluğunun şamar oğlanı haline gelmiş olmamız , bizleri köktenci tedbirler alma noktasında herhangi bir düşünceye maalesef sevk etmemektedir. Herkes elindeki kitap ve sahip olduğu lideri ile halinden memnun bir halde sadece "Bize gel" şeklindeki söylemlerle din konuşmakta,  ayrılık ve parçalanmaların bizler üzerinde yaptığı derin etkilerin farkında dahi olmamaktadır. Birleşmek gerektiğini düşünenlerin bir çoğu ise , adres olarak kendi fırkalarını göstererek , bulunduğu yeri terk etmemekte direnç göstermektedirler.

"Fırkacılık hastalığı" olarak niteleyebileceğimiz bu durum , ne acıdır ki Muhammed (a.s) ın söylemiş olduğu iddia edilen bazı rivayetler ile daha da körüklenmiş ve her fırka kendi yanındaki ile sevinir bir hale gelmiş durumda kendisini, "Fırka i Naciye" den olarak niteleyerek, cenneti sadece kendi fırkalarına mensup olanlar için rezerve edilmiş bir mekan olarak görmektedirler. "Ümmetimin ihtilafı rahmettir" veya Müslümanların 73 fırkaya ayrılacağını ve fırkalardan sadece bir tanesinin cennete gideceği şeklindeki rivayetler ile ,fırkacılığın Muhammed (a.s) a isnat edilen sözlerle körüklenmesi sonucunda geldiğimiz   durum gözler önündedir. 

Ülkemizde geçtiğimiz aylarda yaşadığımız büyük sıkıntıların kaynağını, dini bir cemaatin oluşturmuş olması neticesinde, Müslümanlar arasında birlik ve beraberliğin öneminin , bu önemi daha önceden fark edemeyen bazı kimseler tarafından yeniden fark edilerek , Müslümanlar arasındaki hizipleşmenin yanlışlığının ve bizleri nerelere sürükleyebileceği üzerinde yeniden kafa yorulmaya başlanıldığını görmekteyiz. 

Ancak burada yapılan önemli bir yanlışa dikkat çekmek istiyoruz ; Tehlikenin kaynağı olarak sadece Fethullah Gülen ve mensup olduğu Nurculuk hareketi görülmekte , ve sadece bu hareketin yanlışlığı üzerinden fırkacılık aleyhinde gündem oluşturulmak istenilmektedir.
 Halbuki asıl oluşturulması gereken gündem , kaynağını Kur'anın belirlemediği ve Kur'an dışı kaynaklar ve kişilerden beslenen bütün fırkaların zaman içinde böyle bir ihanet içine girme tehlikesinin her zaman mevcut bulunduğu olmalıdır. Böyle bir gündem oluşturulduğu zaman , olay sadece bir fırkanın yanlışlığı üzerinde kördüğüm olmaktan çıkarak daha geniş bir platforma yayılacaktır. 

Eğer bu hareket bugün bir ihanet şebekesi haline gelmemiş olsa idi , Türkiye de böyle bir konu asla gündeme gelmeyecek , hizipler özellikle Fethullah Gülen'in başını çektiği hareket iktidar ile olan karşılıklı tavizkar ilişkisi sürdürecekti. Bu hareket marifeti ile yaşananlar , bizlere ibret olmalı , hizip ve fırkacılık anlayışına dayalı, İslam adına yapılan faaliyetlerin tamamının her türlü yanlışlığa açık olduğu asla unutulmamalıdır.

Bilindiği üzere bu hareket "Said Nursi" adlı kişi tarafından yazılan "Risale i Nur" adlı eserlerin etrafında oluşan kitlenin bir koludur. Bu kişinin kendisi ve yazdığı eser etrafında oluşturulan karizmaya bakıldığında korkunç bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu kitapların muhteviyatında olan bazı bölümler kişileri ŞİRK'e çağıran ve sadece hezeyan olarak nitelenebilecek şeyler olarak görülmesi gerekir iken , bağlıları tarafından direk olarak dile getirilmemiş olsa da dolaylı olarak, Kur'ana alternatif bir eser olarak halen ellerde gezmektedir. Ölmüş nur talebelerinin başlarında, risalelerden parçalar okumak şeklindeki hezeyanlar , bu fırkanın ellerinde kitabı ne dereceye getirdiklerinin acı bir örneğidir.

Başta Said Nursi olmak üzere , onun etrafında oluşturulan uçtu kaçtı hikayeleri ile bu kişi insanüstü bir seviyeye çıkarılmış , hala bu seviyede görülmekte olup , bugün Yaşayan bir lider olarak aynı hezeyanlar, Fethullah Gülen için de uydurulmaktadır. Bulunduğu mekandan herkesi gözlediği düşüncesi bile onun ilah durumuna çıkarılarak , bu düşünce içinde olanların şirk içinde olmaları için yeterli bir sebeptir.

Bu fırka mensuplarının şu anda bile kümelendikleri evlerde, Kur'an meali değil okumak, bulundurmanın bile yasak olmuş olması , bu hareketin nasıl bir zihni yapı içinde olduğunun anlaşılması için yeterlidir. 

Vahiy merkezli din anlayışından koparak kişi merkezli din anlayışının yanlışlarını en ince ayrıntısına kadar gördüğümüz bu hareketin "Hain" olarak görülmesi maalesef yapılan basiretsizlik sonucunda iş işten geçtikten sonra görülebilmiş , ve Türkiye üzerinde büyük bir tahribata yol açmıştır. 

Müslümanlar olarak yüzyıllardır dökülen Müslüman kanının istatistiği yapılacak olursa , bu kanların çoğunun gerçek kafirler ile yapılan savaşlarda değil , birbirimizi kafir olarak görerek aramızda yaptığımız savaşlarda döküldüğü görülecektir. 

Meseleyi sadece Fethullah Gülen veya Nurculuk hareketi üzerine yoğunlaştırarak , fırkacığın zararlarını konuşmak , bu meselenin boyutlarını fazla ciddiye almamak olacaktır. Bu konu maalesef devlet yöneticileri açısından sadece tek taraflı olarak bakılmakta ve olay sadece bu hareketin devlete yaptığı tahribat açısından değerlendirilerek önlemler alınmaktadır. Halbuki bu hareket, aynı devlet yöneticileri tarafından daha düne kadar övücü sözlerle desteklenerek , bağlıları devlet kademelerine yerleştirilmiş , ihanetleri ortaya çıkınca sadece, "Yanıldık Allah bizi af etsin" diyerek özür beyanına gitmektedirler. Bu konu tarihin konusu olup , ilerleyen tarihlerde her şey daha belirgin olarak ortaya çıkacaktır. 

Bizler bu hareketin devlete yapmış olduğu ihanetten ziyade , bu ve benzeri fırkacılık hareketlerinin yüzyıllardır İslama yaptığı ihanet üzerinde konuşmak ve bu durumun önlenmesi için gerekli olan tedbirleri hayata geçirmek zorundayız. Çünkü devlet kendisine zararı olmayan diğer dini cemaatlere bugün dahi ses çıkarmamakta , kendisi ile karşılıklı müdahene içine giren her guruba, şu anda sessiz kalarak tek düşman olarak belirli bir fırkaya savaş açmış durumdadır. 

Kısacası fırkalar ile mücadeleyi devletin kurumlarının yapması asla mümkün değildir , çünkü bu mücadele için yapılması gereken hareket planı sadece Kur'an içinde mevcut olup , Kur'andan kendisini soyutlayanların bu mücadeleyi samimi olarak yürütmeleri imkansızdır. Çünkü, yarın seçimler geldiği zaman oy deposu olarak görülen bu cemaatlerin kapısı siyasi partiler tarafından yine çalınacak , siyasi partilerin önde gelenleri , bu tarikatların başlarındaki kişilerin önünde el etek öperek ,onlarla karşılıklı müdahene içine girecekler, ve onlardan oy dilenmeye devam edeceklerdir. 

Fırkacılık ile mücadeleyi en gerçekçi biçimde , kendisini hiç bir fırkaya ait olarak görmeyen , ve belirleyici ve hakem olarak Kur'anı gören ve fikirleri ve kişileri bu kitaba göre okumaya çalışan insanlardan başkası yapamaz. 

Bugün bir çok fırkanın elinde olan kitaplar ve sahip olduğu liderlerin kendilerini kurtaracağı düşüncesi, maalesef kemikleşmiş bir hale gelmiştir. Elimizde olması gereken kitabın Kur'an olması ve bu kitabın hakemliğinde bir inanç sahibi olmak gerektiği noktasında fikir sahibi olanlara bu konuda büyük bir görev düşmektedir. 

Müslümanlar olarak fırkacılığın bizleri getirdiği noktayı ve düşürdüğü durumları göz önüne aldığımızda , fırka mensuplarının bir çoğunun, elinde bulunan Kur'ana alternatif kitap ve kişileri bırakmasının pek mümkün olmayacağını söylemek, gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. 
İşimizin zorluğu kimseyi umutsuzluğa ve tembelliğe sürüklememelidir. Tebliğ metoduna uygun yaklaşımlarla, bu gibi fırkalar içinde olan kişileri içine düştükleri yanlışı anlatmanın ve çıkış yolu göstermenin , kısa vadede olmasa bile, uzun vadede karşılığı mutlaka alınacaktır. 

Fırkacılığa karşı çıkmak adına üretilen söylemler, eğer başka bir fırkacılığı doğuracak olursa , kaş yapayım derken göz  çıkarmak misali bir duruma dönüşerek , fırkacılığın azalmasına değil artmasına sebep olacaktır. Türkiye geneli olarak düşündüğümüzde , biz Müslümanların en büyük açmazı,  başka fırkalara karşı çıkmayı kendi fırkamızın doğruluğu ve o fırkanın belirlediği kriterler üzerinden yapmaya çalışarak , olayı Kur'an açısından değerlendirememektir 

Yanlış bir yolda olduğunu düşündüğümüz kişinin yanlışını, kendi elimizdeki kitap ve mensubu olduğumuz hareketin liderinin söylemi ve düşüncesi üzerinden görmeye çalışmak yerine , aramızda hakem olması gereken kitap ile dile getirmeye çalışmak, en doğru bir yöntem olacaktır.

Bugün biz Müslümanların en büyük eksiği , yanlış olarak gördüğümüz bir düşüncenin yanlışlarını dile getirmekte kullandığımız dil ve üslup sorunudur. Biz gibi düşünmeyen bir kimsenin yanlışını yumuşak bir üslup ile değil , sert , kırıcı , hakaretvari ve kaba bir üslup ile dile getirmektir. Bizlerin bu yanlış üslubu, diyalog imkanını ortadan kaldırmakta ve yanlış içinde olan kimsenin , yanlışına daha sıkı sarılması ile neticelenmektedir.

Öncelikle Müslümanların "Bedevi" bir dil ve üslubu terk ederek , "Medeni" bir dil ve üslubu kazanmaları,fırkacılık ile yapılacak mücadelenin atılacak ilk adımlardan birisidir. Medeni bir üsluba sahip olanların , birbirleri ile daha kolay diyalog sağlayabilecekleri bir gerçektir. 

Bahsetmeye çalıştığımız şey , zihniyet değişimidir . Elindeki Kur'anı seçmiş olduğu belirleyici kitapların verdiği bakış açısı ile veya mensubu bulunduğu fırkanın liderinin "Bak" dediği yerden bakmaya alışmış olanlar için , bu zihniyetin terk edilmesi kolay değil , hatta imkansız bile denilebilir. Ancak Müslümanların içinde bulunduğu zelil durumun en başta gelen sebebinin yüzyıllardır bitmeyen fırkalar arası sözlü ve silahlı kavgalar olduğu düşünüldüğünde , bu zihniyet değişiminin mutlaka gerçekleşmesi gerekmektedir.

Kur'an dışı kaynakların başta "Hadis" adı ile Muhammed (a.s) dan gelen sözlerin bile Kur'ana eş değer sayıldığı ve bu düşüncenin akide konusu haline geldiği bir inanç sisteminin , bu zihniyeti terk ederek , Kur'anı belirleyici bir kitap olarak görmesi zor, ancak bu zihniyetin değişmesi de mutlaka şart olan bir durumdur.

Bu zihniyetin değişmesi için , herkesin elini taşın altına sokma mecburiyeti vardır. Elini taşın altına koyarak sorumluluk sahibi olmak önce bilgi sahibi olmayı gerektirir. Bilgi sahibi olan bir topluluğun ise sorgulama yeteneği daha da bilenmiş olacaktır. Fırkaların yerleşik mantığında "Sorgulamamak" , "Teslim olmak" gibi terimlerin ifade ettiği anlamların , amentü haline gelmiş olması nedeniyle , bazı şeytani güçlerin fırkaları kullanarak hain emellerine alet etme imkanlarının son derece kolay olduğu, son yaşadığımız olaylar nedeniyle maalesef iyice anlaşılmıştır. Bu gibi ihanetlerin önünün alınması fırkacılık mantığının yok edilmesi ile mümkün olacaktır. 

Sonuç olarak ; Fırkacılık yüzyıllardır İslam dünyasının en büyük sorunu olarak karşımızda eskisi gibi güçlü ve dimdik bir şekilde ayakta durmaktadır. Bu durumun önünün alınması gerektiği , herkes tarafından dile getirilmesine rağmen ellerindeki kitapları ve başlarındaki liderleri terk edemeyenler , birleşmenin adresi olarak kendilerini göstermektedirler. Bu durum ise , bırakın fırkacılığın azalmasını , daha da güçlenmesine sebep olmaktadır. 

Bu durumun önünün alınması , Kur'anın daha ciddiye alınarak bu yönde zihniyet değişimi yapılması ile mümkün olacaktır. Aksi takdirde çok daha büyük sorunlara gebe olan bir İslam dünyası ile karşı karşıya kalmak kaçınılmaz bir sonuç olacaktır.

 

22 Aralık 2016 Perşembe

Musa (a.s) ın Asasının Yılana Dönüşmesi Konusunda Bir Mülahaza

Musa (a.s) kıssası gündeme geldiğinde bir çok kimsenin aklına ilk olarak , asasının yılana dönüşmesi , denizin yarılması gibi bir takım olağan üstü olaylar akla gelmektedir. Son yıllarda gelişen farklı Kur'an algıları, bu gibi olayların gerçekte meydana gelmediği , bu gibi olağan üstülük taşıyan anlatımların, mecazi olarak anlaşılması gerektiği konusunda fikirlerin ortaya ortaya atılmasına sebep olmuştur. 

Bu yazımızda Musa (a.s) a risalet görevi verildiği Tuva vadisinde geçen olayı ele almaya çalışarak , asasının yılana dönüşmesi konusunu ele almaya çalışarak, bu anlatımların nasıl anlaşılması gerektiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

 Musa (a.s) kıssasında anlatılan asasının yılan olması , denizin yarılması gibi olayların mecazi olarak anlaşılması gerektiği konusunda fikir sahibi olanların, bu konuda getirdikleri delil, Allah'ın sünnetinde değişiklik olmadığını beyan eden ayetlerdir. Allah'ın sünnetinde değişme olmayacağına göre, bir ağaç parçasının yılana dönüşmesinin de asla mümkün olamayacağı , bu konuda yapılan anlatımın, bundan dolayı mecazi olarak anlaşılması gerektiği iddia edilmektedir. 

Allah'ın sünnetinde değişme olmayacağını ifade eden ayetler dikkatli biçimde okunduğunda , değişmezliğin tabiat yasalarında değil , toplumsal yasalarda olduğudur. Allah'ın sünnetindeki değişmezliğin tabiat yasalarında olduğunu düşünen bir kısım Kur'an okuyucusunun , İsa (a.s) ın babasız olarak dünyaya gelmiş olmasının, Allah'ın sünnetindeki değişmezliğe aykırı olduğu gerekçesi ile ona baba aramaya koyulduklarını, bazı kimselerin ise delilsiz ve mesnetsiz olarak sadece iftira sadedinde, İsa (a.s) ın babasının Zekeriya (a.s) olduğunu dahi iddia etmeye varan hezeyanlar içinde olduğunu görmekteyiz. 

Asanın yılana dönüşmesi ile ilgili anlatımların,mecazi olarak değerlendirilmesi konusunda getirilen Allah'ın sünnetinde değişme olmaması , bu konudaki ayetlerin toplumsal yasalar ile ilgili olmasından dolayı , tabiat yasaları ile ilgili değişmezlik için delil olarak sunulması problemlidir.

Öncelikle bizim asanın yılana gerçek olarak dönüştüğü konusunda herhangi bir ön yargımız bulunmadığını , bu yazının amacının asanın yılana dönüşmesinin mümkün olabileceğini ispat etmek olmadığını önemli hatırlatmak istiyoruz.  Ancak asanın gerçek olarak yılana dönüşmediğini, yapılan anlatımın mecazi olarak anlaşılması gerektiğini iddia edenlerin, konuya  ön yargısız biçimde yaklaştıklarını söylemek güçtür. 

Mecaz , Bir sözcüğün gerçek anlamının dışında kullanılması demektir. Bir sözcük eğer hakiki anlamda anlaşılacak olduğunda bir takım problemler ortaya çıkıyor ise bu sözcüğün mecaz olduğu düşünülebilir. Kur'an bu anlatım üslubunu sıkça kullanmaktadır. Örneğin ; Allah (c.c) için kullanılan El , Göz , Ayak , Arş gibi ifadeler, eğer hakiki anlamda anlaşılacak olursa, ortaya bir takım problemler çıkacak olmasından dolayı , bu anlatımların mecazi olarak anlaşılması gerektiği sonucuna varılmıştır. 

Hasan pazarda SİRKE SATIYOR. 
Hasan'ın suratı SİRKE SATIYOR. 

Yukarıdaki her iki cümlede de "Sirke satmak" deyimi geçmekte, fakat hangi cümlenin hakiki anlamda , hangi cümlenin mecazi anlamda anlaşılabileceği, cümle bütünlüğünden belli olmaktadır.

Kur'an içinde anlatılan bir olayın veya bir ifadenin doğru anlaşılması, öncelikle anlatılan olayda veya ifadelerde kullanılan kelimelerin hangi durumlarda mecazi olarak anlaşılabileceği konusunun açıklığa kavuşması ile bağlantılıdır. Hakiki anlamda anlaşılmasına herhangi bir engel yok iken , "Bu anlatım veya kelime mecazidir" demek , veya mecazi olarak anlaşılmasına herhangi bir engel yok iken " Bu anlatım veya kelime hakikidir" demek, bizi yanılgılara götürebilir.

Konuya dönecek olursak , Musa (a.s) ın asasının yılan haline dönüşmesinin hakiki veya mecaz anlam olarak hangisinin seçilebileceği kararı, olayı anlatan ayetlerin ön yargısız olarak okunması sonucunda verilebilir. 

Musa (a.s) ın Tuva vadisinde asasının yılan haline dönüşmesi , Taha , Kasas , Neml olmak üzere, 3 ayrı surede anlatılmaktadır. Biz asanın dönüşümü ile ilgili ayetlerin meallerini vererek , bu konu üzerinde düşünmeye çalışacağız.

[020.017]  «Ey Musa! Sağ elindeki nedir?»
[020.018]  Dedi ki: «O, benim asamdır; ona dayanmakta, onunla davarlarım için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim, onda benim için daha başka yararlar da var.»
[020.019]  Dedi ki: «Onu bırak, ey Musa.»
[020.020] Hemen bırakıverdi, o derhal koşar bir yılan (hayyetün tes'a) kesildi.
[020.021]  Dedi ki: «Onu al ve korkma, biz onu ilk durumuna çevireceğiz.»

[027.010]  Ve bırak asanı, derken onu çevik bir yılan (cannun) gibi ihtizaz ediyor görüverince dönüp geri kaçtı ve arkasından bakmadı, ya Musâ, korkma, zira benim, korkmaz yanımda Resul olanlar
[027.011] Ancak, kim haksızlık eder, sonra, işlediği kötülük yerine iyilik yaparsa, bilsin ki ben (ona karşı da) çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.

[028.029]  Sonunda Musa süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine: Siz (burada) bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm, dedi.
[028.030]  Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısındaki, ağaçtan kendisine şöyle seslenildi; 'Ey Musa, muhakkak ki alemlerin Rabb'i olan Allah benim ben!»
[028.031]  Bırak asanı!» Musa, onun bir çevik yılan (cannun) misali hareket ettiğini görünce öyle bir dönüp kaçtı ki, arkasına bile bakmadı. «Ey Musa, yüzünü dön ve korkma; çünkü sen güvenlik içinde olanlardansın!

Yukarıdaki ayet mealleri , Musa (a.s) ın Tuva vadisine geldiği zaman , Allah (c.c) ile aralarında geçen konuşmadaki , asanın dönüşüm geçirmesi ile ilgili bölümlerdir.

3 surede geçen bu ayetlerde dikkat edilmesi gereken önemli nokta , bu ayetlerin öncelikle yaşanmışlık noktasında ele alınması gerektiğidir. Yaşanmışlık noktasında anlaşılmasından sonra, "Bize dönük olarak nasıl  mesajlar içermiş olabilir?" sorusu sorularak cevap aranabilir. 

Musa (a.s) ısınmak ve aydınlanmak için ateş bulmaya geldiği Tuva vadisinde , Allah (c.c) ile konuşur ve ona elindeki asayı bırakması emredilir. Emre uyan Musa (a.s) asayı bıraktığında, asa olağan halinin dışında başka bir hale dönüşmüştür. Bu dönüşüm ayetlerde "Hayyetün Tes'a" ve "Cannun" olarak ifade edilmektedir. Bu ifadelerin ne anlama geldiğinden önce , dikkat edilmesi gereken nokta, Musa (a.s) ın elindeki asanın ağaç halini terk ederek başka bir hale dönüşmüş olmasıdır.


Musa (a.s) ın asasını bıraktığı zaman onun ilk halinin dışında aldığı farklı şekil, onun korkarak kaçmasına sebep olmuştur. Burası da önemli bir noktadır. Olayı yaşanmışlık bazında değerlendirdiğimizde , ayetlerin mecazi anlama hamledilmesi pek mümkün görülmemektedir. Musa (a.s) asasını bıraktığı anda asa değişime uğramış , bunu gören Musa (a.s) ise korkusundan ötürü arkasına bakmadan kaçmıştır. Ayetlerin devamında ona asayı tekrar alması emredilerek , onun ilk haline geri çevrileceği bildirilmektedir. 

[020.021]  Dedi ki: «Onu al ve korkma, biz onu ilk durumuna çevireceğiz.»

İlk durumuna geri çevrilecek olan bir nesne , demek oluyor ki ilk durumu olan ağaç olma halinin dışında başka bir duruma çevrilmiş, ve bu durum Musa (a.s) da büyük bir korkuya neden olmuştur. Bu ifadelerin hakiki anlamda anlaşılmasına engel olan herhangi bir sorun bulunmaması nedeni ile , mecaz olarak anlaşılmasını gerektirecek bir durum söz konusu değildir. 

Dikkat edilirse , bu ayetlerin mecaz olarak anlaşılmasını savunan düşünce sahipleri , önce Allah'ın sünnetinde bir değişme olmadığı teorisini ortaya atmakta , sonra bu teoriye uygun olarak ayetleri yorumlamaya çalışmaktadır. Ancak ayetlerin yorumlanmasından önce olayın yaşandığı zaman ve mekan dikkate alınarak , o andaki olayın meydana geliş şekli dikkate alınarak, konunun anlaşılmaya çalışılması gerekmektedir. Çünkü yorumlanması gereken bir ayet , önce yaşanmışlığı noktasında ne ifade ettiği anlaşılır , ondan sonra bu yaşanmışlık dikkate alınarak , ayet üzerinde bazı yorumlar yapılabilir. 

Asanın dönüşüme uğramış olmasının mecaz olduğunu savunan görüş  sahipleri , yaşanmışlığı bir kenara bırakarak direk olayı yorumlamaya çalışarak yöntem hatası yapmaktadırlar. Bu konuda yapılması gereken asıl tartışma , asanın yılan haline hakiki anlamda dönüşüp dönüşmediği noktasında değil , bu dönüşüm ile Musa (a.s) a nasıl bir mesaj verilmek istenildiği, ve ona verilen bu mesajdan kendimize de pay çıkarmaya çalışmak olmalıdır.

Musa (a.s) ın elindeki ağaçtan objenin , başka bir hale dönüşmüş olması , öncelikle Allah (c.c) nin gücüne ve kudretine göz ile şahit olması anlamına gelmektedir. Uyarmak için gideceği Firavun'un sihirbazları marifeti ile sahip olduğu güç karşısında , arkasında daha büyük bir gücün olduğunu bilmesi ve bilgiye şahit olması Musa (a.s) için önemli bir destektir. 

Gideceği yerde karşılaşacağı insanlar, ülkenin en mahir ve yenilmez sihirbazları olarak ün yapmış insanlardır. Ülkenin başındaki kişi ise, kendisini ilah ve rab olarak tanımlayan bir kimsedir. Musa (a.s) ise, alemlerin tek rabbi ve ilahı olan Allah (c.c) nin elçisidir. Firavun'un maiyetinde bulunan sihirbazlar , Firavun'u ilah ve rab olarak tanımakta , onların karşısında olan Musa (a.s) ise, Allah (c.c) yi ilah ve rab olarak tanımaktadır. 

Bu noktada ortada olan durum, sahte ilah tarafından gerçek ilaha karşı açılmış olan bir savaştır. Gerçek ilah olan Allah (c.c), Tuva vadisinde ona görev vermeden önce , yükleneceği görevde arkasındaki gücün ne kadar azametli olduğunu kuluna, elindeki asa üzerinden göstermek istemiştir. Kulunun elindeki asayı , hiç bir insanın gücünün yetemeyeceği bir şekle çeviren Allah (c.c) , Musa (a.s) için güçlü bir koruyucu olarak, Firavun ve sihirbazlarına karşı vereceği mücadelede, onun sırtının asla yere gelmeyeceğini bilmesini, ve onun kalbinin mutmain olmasını, elindeki asa üzerinden göstermiştir..


Gelelim bu konuda bize düşen hisseye ; 

Firavun karakterli ve kendisinin insanlar üzerinde ilah ve rab olduğunu iddia edeni ve bu yönde bir yönetim sergileyen insanlar , Firavun'un denizde boğulması ile sona ermemiştir. Evrensel bir sembol haline gelen Firavunlar , kıyamete kadar yeryüzünde egemen olmak için çaba harcayacaklar , ve bu uğurda hiç bir zulümden kaçınmayacaklardır.

Kıyamete kadar gelecek Firavunlara karşı , yeryüzünde Musalar da, ve bu Musaların elinde asa yine olacaktır. Asa artık resul Musa'nın elindeki ağaç obje değil , Muhammed (a.s) a inen kitaptır. Resul Musa'nın elindeki ağaçtan mamul olan asa , nasıl Firavun'u mağlup etti ise , bugün elimizde olan kitap , çağdaş firavunları mağlup ederek , asanın gördüğü işlevi yerine getirecektir. 

Dikkat edilirse yaptığımız çalışmada izlediğimiz yöntem , önce kıssanın yaşandığı zaman dahilinde asanın geçirdiği dönüşümün nasıl anlaşılması yönündedir. Bu dönüşümün mecazi değil hakiki olarak anlaşılmasının daha doğru bir yaklaşım olacağı kanaatindeyiz. Asanın geçirdiği dönüşümün Musa (a.s) için ne ifade ettiği , Musa (a.s) ın elinde olan asanın, sahte ilah ve rab olan Firavun'u mağlup etmesinden yola çıkarak , bugün yeryüzündeki  sahte ilah ve rabları mağlup edecek olan asanın elimizde Kur'an olduğunu ifade ederek, bizlere dönük mesajları da ihtiva ettiği şeklinde bir tefekkür çalışması yapmaya gayret ettik. 

Sonuç olarak ; Musa (a.s) ın elindeki asanın Tuva vadisinde geçirdiği dönüşümü ele almaya çalıştığımız ayetlerde , asanın geçirdiği dönüşümün hakiki anlamda değil , mecazi anlamda olduğu şeklindeki düşüncelerin doğru bir yaklaşım olmadığı kanaatindeyiz. 

Mecazi olduğu yönünde kanaat sahibi olanların sergilediği yaklaşım, gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesi misalidir. Sünnetullah teriminin tabiat yasaları ile ilgili değişmezliği ifade ettiği düşünenler bu noktada hataya düşerek , bu terimin toplumsal yasaların değişmezliği ile ilgili olduğunu hesaba katmamışlardır.

"Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunu değil , "Ayet bizlere nasıl bir mesaj vermek istiyor?" sorusunun cevabını arayarak yapılan bir okuma ve anlama çalışmasının, daha doğru sonuçlar vereceğini düşündüğümüz ve bu yöntem dahilinde okumalar yapmaya çalışarak , asanın geçirdiği dönüşümün hakiki anlamda gerçekleşip gerçekleşmediği noktasında yapılan tartışmaların bizlere bir şey kazandırmayacağını , yapacağımız tartışma ve okumaların, bize dair mesajları olmasını merkeze alarak yapılmasının daha faydalı olacağını ifade etmek istiyoruz. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.