yaklaşım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yaklaşım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Nisan 2016 Perşembe

Tarihselci Düşüncenin Oruç Örneğinde İbadetleri değiştirilebilir Kapsamına Alma Düşüncesine Eleştirel Bir Yaklaşım

Allah (c.c) insanlara yaşadıkları dünya hayatında nasıl ve hangi kurallara bağlı kalarak yaşamaları gerektiğini, elçileri ve kitapları vasıtası ile bildirmiştir. En son bildiri , Muhammed (a.s) aracılığı ile, yaklaşık 1500 sene önce gerçekleşerek sona ermiş , artık Allah (c.c) tarafından elçi ve kitap vasıtası ile herhangi bir bildirim gelmeyecektir. 

Kur'anın 1500 sene önce, belirli bir zaman ve mekanda yaşayan , ihtiyaçları ve sorunları şimdiki insanların ihtiyaçları ve sorunları ile farklılık arz eden bir topluma inmiş olması , bu kitabın ihtiva ettiği bazı hükümlerin şimdi hayata geçirilebilir olup olmadığı konusunda bir takım tartışmaları beraberinde getirmiştir. 

Batı kültürünün uzantısı olan "Tarihselcilik" düşüncesi baz alınarak , Kur'anın yorumlanması ve hayat içinde uygulama imkanı olup olmadığı konusu İslam dünyasında konuşulmaya başlanmış , bu konuşmalar Türkiye içinde de yapılmaktadır. 

"Tarihselcilik" düşüncesi etrafında geliştirilen söylem kısaca ; "Kur'anın ihtiva ettiği hüküm ayetlerinin belirli bir topluma has olduğu , dolayısı ile toplumlar, ihtiyaçları doğrultusunda yaşamları için gerekli olan hükümleri vaz etme yetkisine sahip olabilir , bundan dolayı Kur'anda mevcut bulunan bazı hüküm ayetleri uygulama alanına sokulmayarak , başka hükümler ihdas edilebilir" şeklinde, konuya çözüm getirmek amacına matuf bir söylem geliştirilmiştir.

Bu düşüncenin Türkiye'deki temsilcilerinden birisi olan sayın İlhami Güler hoca , "Sabit Din Dinamik Şeriat" adlı kitabında şunları söylemektedir;

Şeriat, ed-din’in müesses haline gelmesi, hukuk ve siyasete girmesi, toplum teorisi haline gelişidir. Şeriat, vahiy/kitap ve peygamber aracılığı ile indiği toplumun somut sorunlarını evrensel ed-din açısından çözer. Fakat, şeriatlerin değişmesi gösteriyor ki, çözümler, nesnesini bir kere ve bütün zamanlar için veren nihal, ebedi ve evrensel çözümler değil; zamana ve mekana, toplumsal yapıya, kavimlerin etnik, antropolojik, demografik, ekolojik, sosyolojik yapısına bağlıdır. Daha somut konuşmak gerekirse, Allah’a tapınma (ubudiyet) Din’dir; fakat bunun menasiki (ritüelleri) değişebilir ve Şeriat’tır. Miras’ı adil bir şekilde paylaşmak Din’dir; fakat bunun hangi oranlarda paylaşılacağı Şeriat’tir. Hırsızlığın, adam öldürmenin, zinanın kötü (ahlaksızlık) olarak nitelenmesi ve bunların engellenmesi, cezalandırılması gerektiği Din’dir; fakat bu suçlara hangi cezaların terettüp ettiği Şeriat’tır. Sosyal ve siyasi ahlak Din’dir; fakat sosyal ve siyasi kurumlaşmalar Şeriat’tır. O halde, din sabittir, değişmez ve evrenseldir; şeriat ise dinamiktir. Din ruh ise şeriat bedendir; büyür, değişir, ihtiyarlar. Din deniz ise şeriat akarsudur. Din kemik ise şeriat ettir. Şeriatsız din olmadığı gibi, Din’siz bir şeriat da olmaz. Bir şeyin din olmasını belirleyen şey, zorunlu olarak onun vahiyde/kitapta yer alması değildir; bu belki Şeriat olabilir. Din Şeriat’ın içinde, arkasında, daha temelli bir şeydir. Ebu Hanife’nin dediği gibi,’’şeriatlar farz kılınan şeylerdir. Eğer Allah’ın bütün emrettikleri din olsaydı; bu durumda Allah’ın emrettiklerinden herhangi birini terk eden yahut nehyettiklerinden herhangi birini işleyen kimse, Allah’ın dinini terk etmiş ve kafir olmuş olurdu.1

Sayın hoca , Şeriatın indiği toplumun sorunlarını evrensel din açısından çözerek , zaman ve mekana uygun çözümler sunduğunu söylemektedir. Sayın hocanın bu görüşleri değerlendirilmeye tabi tutularak olumlu veya olumsuz olarak görülen tarafları konuşulabilir. 

Biz bu yazımızda sadece, sayın hocanın alıntıladığımız yazısının içinde olan "Allah'a tapınma (ubudiyet) Din'dir; fakat bunun menasiki (ritüelleri) değişebilir ve şeriat'tır" sözü üzerinde durarak , tarihselciliğin düşünce mantığını anlamaya çalışacağız. 

Sayın hocanın 2015 senesi içinde Ramazan ayı ile ilgili yazmış olduğu makalesinde dile getirdiği bazı iddiaları , bu konuda söylemek istediklerini daha net ortaya koymaktadır. Hoca makalesinde şöyle söylemektedir ;

"Ramazan’da kurumsal dinin/Diyanet’in “imsak”ı götürüp gecenin tâ ortasına dayaması(3.15), dinin maksadının anlaşılmadığının ve teologların, din adamlarının Tanrı’ya yalakalıklarının bir göstergesidir. Orucun anlamı gün boyu aç kalmak olduğuna göre, sağduyuya göre, bunun süresi, güneşin doğumundan güneşin batımına kadardır. Nitekim iftar vakti, ihtilafsız olarak güneşin batım anıdır. Hadi diyelim, güneşin doğum anını tespitte sorun çıkabileceği gerekçesi ile, bu imsak vaktini şafak vaktine, yani gün doğumundan yarım saat öncesine alalım. Allah, insanlar yarım saat veya bir saat daha fazla aç kalınca bundan -haşa- sadistçe zevk mi alıyor ki, imsak vaktini gecenin içine doğru çekmek, derin “dindarlığın” Türkçesi, yalakalığın göstergesi oluyor ?

Sayın hocanın, Diyanet'in imsak vaktini belirleme konusundaki hatasına dikkat çekmesine ve makalesinde dikkat çektiği bazı hususlara katılmakla birlikte , orucun süre belirlemesi konusundaki "sağduyuya göre, bunun süresi, güneşin doğumundan güneşin batımına kadardır" sözlerine katılmak mümkün değildir. 

Sayın hocanın oruç vaktini bu şekilde belirlemesi ile , Bakara s. 187. ayet içinde "fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçilinceye kadar yiyin için" şeklinde belirlenen vakit, birbiri ile uygunluk arz etmemektedir. Bakara s. 187. ayeti içinde belirlenen başlama vakti , sayın hocanın sağduyusuna göre belirlediği !! güneşin doğumundan daha önceki bir zamana karşılık gelmektedir.

 Şimdi sayın hocaya sorarız ; Sizi Kur'anın belirlediği vaktin dışında, böyle bir vakit tayin etmeye sevk eden sebep nedir ?.

Kitabınızdan alıntıladığımız yazı içinde iddia ettiğiniz gibi şeriatın, zamana , mekana , toplumsal yapıya , kavimlerin etnik , antropolojik , demografik , ekolojik , sosyolojik yapısına bağlı olması gerektiği için, orucun başlama vaktinin, bu faktörler göz önüne alınarak her topluma göre yeniden belirlenebileceğini mi düşünmektesiniz ?. 

Orucun başlama vaktinin 1500 sene önce, Kur'an tarafından belirlenmesine karşılık , bugün bu vaktin aynen uygulanmasına engel olarak nasıl sebepler öne sürebilirsiniz ?. 

Kur'an orucun başlama vaktini tayin ederken , o toplumun yapısına uygun bir belirleme vakti tayin etti de , sonraki gelenler bu başlama vaktini kendileri için uygun olmadığını mı düşünüyorlar ?. 

Yoksa bu hüküm tarihsel bir hükümdür de  bize uygun vaktinin böyle olması gerektiğini mi düşünüyorsunuz ?. 

Veya Kur'anın önerdiği başlama vakti, artık bizim bünyemizde ve çağdaş hayatımız ve iş hayatımızda olumsuzluklar yaratacağı için mi böyle bir vakit önermektesiniz ?. 

Sayın hoca makalesinde, orucu bozan şeyler ile alakalı olarak ta şu görüşleri serd etmektedir; 

“Orucu bozan şeyler” de, bu ibadetin mantığını kavramamışların komikliklerini sergileyen bir başka konu. Halk, Tanrıdan ne koparırsak kârdır (bozmaz) mantığına; din adamları, müftüler de, “Tanrının hakkını yedirmeyiz( bozar)“ psikolojisine sahip iseler, o ibadetin ne kıymeti kalır? İlaç alarak neden oruca devam edilmesin? Unutarak yiyenin orucu bozulmadığı halde; istemeyerek boğazına bir şey gidenin orucu neden bozulsun? Böbreklerde yeterince su kalmaması böbreğe zarar verecekse; su içerek neden oruca devam edilmesin? Allah, “zarar” mı eder? Yoksa oruç ibadetinin ciddiyeti mi kaybolur? Genel olarak ibadetlerin illet/hikmet, yani anlaşılabilir bir amaçtan yoksun olduğu(tabbudî/tavakkufî) kabul edilince; oruç ibadetini neyin  “bozacağı” da bir sürü saçma-sapan tartışmalara boğuluyor. Hiçbir müftüye gerek yoktur; namuslu ve azıcık da aklı olan her kişi, neyin orucunu bozduğunu bilir.

Sayın hoca , orucu bozan şeylerde esas olarak "İbadet mantığı" aranmasını şart koşarken bu mantığa göre " İlaç alarak neden oruca devam edilmesin?,Böbreklerde yeterince su kalmaması böbreğe zarar verecekse;su içerek neden oruca devam edilmesin?" demektedir.

Şimdi sayın hocaya sorarız ; Bakara s. 185. ayetinde " Ramazan ayı, ki onda Kuran, insanlara yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak indirildi. Sizden bu ayı idrak eden, onda oruç tutsun; hasta veya yolculukta olan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk istemez. Bu kolaylıkları, sayıyı tamamlamanız ve size yol gösterdiğine karşılık O'nu ululamanız için meşru kılmıştır; ola ki şükredersiniz." buyurularak, hasta olana iyileşene kadar ruhsat verilmesine rağmen , sizin hasta olana oruç tutturmak istemenize sebep olan düşünce nedir ?.   

Böbreklerinde veya vücudunun başka bir yerinde rahatsızlık olana oruç tutmama ruhsatı veren Allah'a karşı, siz kendinizi ne hakla bu ruhsatı iptal ederek su içerek oruç tutabilmesine cevaz verebiliyorsunuz ?. 

Allah (c.c) nin koyduğu bu sınırların sizin tarafından aşılmasına gerekçe olarak ne gibi gerekçe sunabilirsiniz ?. 

Hocanın gerekçesi ; Allah "zarar" mı eder ?. 

Evet , Allah (c.c) hiç bir şekilde zarar etmez , ancak sizin bu mantığınıza göre gittiğimizde ortada hudut diye de bir şey kalmaz. Herkes "Allah nasılsa zarar etmez" diyerek, kendi kafasınca bir hudut koyduğunda, meydana gelebilecek olan kaosu acaba düşünebiliyor musunuz?.

Oruca güneş doğumu ile başlasak Allah zarar mı eder ?. "Etmez başla"
Böbreklerinde hastalık olan su içerek oruç tutsak Allah zarar mı eder?. "Etmez iç suyu tut orucu"
Namazları akşam toptan evde kılsak Allah zarar mı eder ?. "Etmez ne zaman uygun olursan o zaman kıl"
Haccı 12 aya yaysak Allah zarar mı eder ?. "Etmez yayıla yayıla hac ederiz ne güzel"
Mekke ye gitmeye gücü olmayanlara Kabeyi belirli yerlerde kursak Allah zarar mı eder ?. "Etmez her şehirde kur kabe maketi etrafında dön"
Kurban da tavuk kessek Allah zarar mı eder ?. "Etmez hem fakirler bile kurban kesmiş olur"
Namazda Kabeye yönelmesek Allah zarar mı eder ?. "Etmez zaten ayet var nereye dönersen dön orası Allah'ın diye"

"Allah nasılsa zarar etmez" mantığından yola çıktığımızda , devirdiğimiz çamların haddi hesabı olmayacak , ortada Din diye bir şey kalmayarak , herkesin kendi kafasınca "Benim dinim bu" dediği bir Din ortaya çıkacaktır. 

Halbuki Allah (c.c) kitap ve elçi göndererek , bizlere tabi olmamız gereken kuralları belirlemiş ve huduları çizerek , orayı AŞMAMAMIZI emretmiştir.

[004.014]  Her kim de Allah'a ve peygamberine isyan edip onun hududunu aşarsa Allah onu, içinde sonsuza dek kalmak üzere bir ateşe sokar ve ona alçaltıcı bir azap vardır.

Tarihselcilik düşüncesi, mantığını "Hükümlerin vaz edilme maksadını kavramak" tan almaktadır. Bu maksat kavranıldığı zaman , insanlar da bu maksada uygun hükümler vaz edebilir. Bu mantığı ibadetler bazında değerlendirdiğimizde şöyle bir tehlike baş göstermektedir ; 

Sayın İlhami Güler hoca, ibadete taalluk eden ve hakkında hüküm verilmiş olan kısımda fikir yürütmeye kalkarak , bu alana giren meseleleri de içtihada açık bir alana sokmaya gayret etmektedir. Genel bir hüküm olan "Mevrid-i nas ta içtihada mesağ yoktur" prensini yıkarak , hakkında nas olan taabbudi konular üzerinde bile değişime gidilmesinden yana olduğunu göstermiştir.

Taabbudiliğe  (ibadete) taalluk eden konularda , illetin akılla kavranılması veya kavranıldığı iddia edilmesi , iddia sahiplerini ipin ucunu kaçırma noktasına getirecektir. "Allah'ın bu ibadet ile kast ettiği şu dur" demek, bir bakıma Allah (c.c) adına konuşmak anlamına gelecektir. 

Olması gereken tavır , Allah (c.c) nin hüküm beyan ettiği konularda verilen o hükme teslim olmak , hüküm beyan etmediği konularda ise,  yeni hükümler üretmektir. Bu tavır, hakkında hüküm beyan edilmiş bir konu üzerine söz söylemeyi Allah'a bırakmış olması anlamına da gelecektir. Hakkında hüküm olan bir konunun üzerine , başka bir görüş beyan etmek ise, Allah (c.c) nin verdiği hükme razı olmamak anlamına gelecektir. 

Hakkında hüküm verilen bir konu üzerinde ise , "bu hükmün geçerliliği , o zaman ve mekan ile sınırlıdır" iddiası sadece bir iddia olup , doğruluğu üzerinde tartışılabilir. Tarihselci düşünceyi kesin bilgi olarak görerek , üzerinde hüküm bulunan bir konu üzerinde başka hükümler ihdas etmeye çalışmak ise , doğru bir yaklaşım değildir.

Eğer ibadetlerdeki temel mantığı "Allah inancını diri tutmak" olarak  belirlediğimizde , "bu inancın diri tutulması için illaki namaz şart değildir" denilebilir. Veya "namazı istediğimiz gibi belirleyip eda edebiliriz" de denilebilir. Çünkü asıl olan Allah'a yakınlık olup bu yakınlığı siz nasıl olması gerekirse kendiniz belirleyebilirsiniz denilebilir.

Oruç ibadetini, açların halinden anlamak gibi bir illete bağladığımızda , bu ibadetin Kur'an tarafından belirlenmiş olan kurallarını uygulamaya ihtiyaç bile kalmayacaktır. Maksat hasıl olduktan sonra zamanının ve süresinin ne önemi olabilir. 

Tarihselci düşüncenin , ibadetler üzerindeki yaklaşımı bizlere , bu düşünce yanlılarının Kur'ana bakış açılarını da göstermektedir. Kur'anın belirlediği sınırları ihlal ederek , kendileri tarafından yeni sınırlar belirlemiş olmaları , tarihselci düşüncenin Kur'anı belirleyici bir kitap olarak görmediğini göstermektedir. 

İbadete taalluk eden konuları "Dinin değişkenleri" yani şeriat kısmına soktuğumuzda din adına belirleyici olarak insanlar kendilerini görmeye başlayacaklardır. Sayın İlhami Güler hocanın oruç ibadeti ile ilgili olarak ortaya koyduğu bu düşüncelerin , oruç konusunda yeni bir Kur'an yazma çalışmalarının bir ürünü olarak gördüğümüzü ifade etmek isteriz. Böyle bir kapı açıldıktan sonra, yeni bir Kur'an yazma ameliyeleri hız kazanarak , dine uyan insanlar değil ,dini kendisine uyduran insanlar ortaya çıkacaktır. 

Sayın hocanın tarihselcilik düşüncesi etrafında geliştirdiği bu söylemi "Evrenselcilik" adına eleştirmediğimiz bilinmelidir. Tarihselcilik ve Evrenselcilik düşüncesi, batının ortaya attığı bir düşünce sistemidir. Bu düşünce sisteminin her ikisi de Kur'ana giydirilmek istenildiğinde ona uymayacaktır. Kur'anın 1500 sene öncesi inen bir kitap olması gerekçe gösterilerek , bu kitabın hayat içinden çıkarılması , kişilerin başka kitaplara tabi olmasını beraberinde getirecektir. 

Eğer Kur'anın günümüze uygulanabilirliği konusunda bir sıkıntı varsa , bu kitabı hepten ortadan kaldırmaya sebep olacak bazı düşünceleri savunmak yerine , Müslümanca bir paradigma üreterek , bu kitaba yaklaşmak daha sağlıklı olacaktır. Devşirme düşüncelerin baz alınarak okunduğu bir kitap "Eskilerin masalları" olmaya mahkum edilmeye çalışılan bir kitap olacaktır. 

Düşüncemizin temelini "Müslüman" isminin anlamı olan "Teslim olmak" oluşturmalı , teslim olmaya değil almaya yönelik okumaların ve anlama çalışmalarının bizi kitabın belirleyiciliği düşüncesinden koparacağı unutulmamalıdır.


25 Şubat 2012 Cumartesi

Hakkı Yılmaz'ın "Kur'anda Meryem " Adlı Makalesi Üzerine Tenkidi Bir Yaklaşım

Bu yazımızda sayın Hakkı Yılmaz'ın "Kur'anda Meryem" adı altında yazmış olduğu makalesinin üzerinde durmak istiyoruz. Makaleye geçmeden yazının başlığı hakkındaki çekincelerimizi paylaşmadan geçemeyeceğiz. "Kur'anda .........." başlığı  ile yazılan kitap veya makalenin sahibi bu başlığı atmakla , "kur'an bu konu hakkında bunu söylüyor" şeklinde bir iddianın sahibidir, halbuki , "Kur'anda .........."başlayan  ve iki ayrı kişi tarafından yazılmış  kitap veya  makalede isim aynı olmasına rağmen birbirine 180 derece zıt düşünceler mevcut olabilmektedir.

Her iki kitap hem Kur'anda........diyecek hemde birbirine 180 derece ters düşünce bulunacak ve bu iki kitap veya makalenin ikisi de doğru olacak bunun imkansız olduğu olduğu ortadadır. Acizane tavsiyemiz odur ki, Kur'an hakkında herhangi bir düşünce beyan edecek olanların kendi düşüncelerini, "Kur'an böyle diyor" şeklinde ifade etmekten çok , "Benim bu konu hakkında Kur'andan anladığım bunlardır" şeklinde ifade etmeleridir. Bu tavsiye girişinden sonra, sayın yazarın konu hakkındaki makalesi ile ilgili düşüncelerimizi belirtmeye çalışalım. 


Sayın yazar yazısına " Meryem ve İsa peygamber insanların üzerinde en çok ihtilaf ettikleri, tartıştıkları şahsiyetlerin başında gelir."diyerek başlamakta bizimde katıldığımız ,konu ile ilgili tek sağlam bilginin kur'an olduğunu belirterek yazısına ,Meryem sözcüğünün anlamı ve ailesi ile ilgili bilgiler ile  devam etmektedir. "Meryem olgusunu kur'andan izleyelim" başlığı altında, al-i imran s. 32-37. ve 42-51. ayetlerinin mealini verir. Al-i imran s. 46. ayetine , "Yüksek mevkide bulunarak ve yetişkin biri olarak insanlarla konuşacaktır da." şeklindeki mealin yanlışlığını daha sonraki başlıklardada ele alınacağı için orada ele alacağız.  


Sayın yazar, "Meryemin cinsiyeti" adlı açtığı başlıkta meryemin çift cinsiyetli olduğunu yazarak şöyle devam etmektedir. " Ali Imran’daki bu pasajda Rabbimizin “Hâlbuki Allah onun doğurduğu şeyi daha iyi bilir” buyurması, aslında Meryem’in kız olmadığının da bildirilmesidir." diyen sayın yazar , Al-i İmran suresi 36. ayetinin başındaki " felemma vadaethe" (onu doğurduğunda) cümlesini diyen Allah c.c nin "he" dişil zamirini , neden kız olmayan biri için  kullanmasının izahını nasıl yapacaktır?

Meryemin , 37. ayette "Bunun üzerine Rabbi Meryem'i güzel bir kabul ile kabul etti. Ve onu güzel bir bitki olarak bitirdi.”"" ifadesinden Meryemin bir bitki gibi yetiştirildiğini bitkiye benzetilmediğini dolayı ile meryemin normal bir insan olmadığı çıkarımını yapmaktadır. Çıkarımına delil olarak sunduğu nuh s. 17. deki "Ve Allah sizi yeryüzünde bitki olarak bitirdi" ifadesinden bütün insanlarında anamaddesinin toprak olduğu , ancak Al-i İmran s. 42. ayetindeki "Allahın onu seçip temizlemesi ve alemlerin kadınlarından üstün tutmasını" meryemin özel bir kadın olarak yetiştirildiğinin delili değil midir? . Nuh s. 17. ayetindeki, " Vallahu enbeteküm minel ardı nebaten"( Allah sizi yeryüzünde bitki olarak bitirdi ) ayeti ile al-i imran s. 37. ayetindeki "enbeteha nebaten hasenen" (onu güzel bir bitki olarak bitirdi) ayetleri arasındaki "Hasenen" ( güzel) kelimesi Meryemin bütün insanların arasından seçilmişliğinin farkını anlatır , aksine sayın yazarın "Meryem'in daha sonra erkeksiz hamile kaldığı da göz önüne alınırsa, bitki özelliğinde olması onun tıpkı çiçekli bitkilerin çoğunda görüldüğü gibi " erselik" yapıda olduğu, yani vücudunda hem erkek hem dişi üreme organı bulunduğu ihtimalini ortaya çıkarır." iddiasını anlatmaz.  


43. ayetteki, " Verkaii mearrakiine" ( ruku edenlerle birlikte ruku et) cümlesindeki "errakıine" kelimesinin müzekker olmasından hareketle Meryemin çit cinsiyetli olmasından ötürü erkekler arasında erkeklerin görevini aldığı ve yaptığı anlatılmaktadır demektedir. Sayın yazar kur'anda bazı ayetlerde örneğini gördüğümüz gramer kurallarına uymayan bazı ayetler hakkında ne diyecektir , müzekker olması gereken yerde müennes , müennes olması gereken yerde müzekker zamiri kullanılan bazı ayetler kur'anda mevcuttur ve örnek olarak şu ayetleri sıralayabiliriz

---"Ellezine yerisunel firdevse hum fihe halidune" ( onlarki firdevse varis olacaklar ve orada ebedi kalacaklar) 23/11  ayetteki "firdevse" kelimesi müzekker olmasına rağmen bu kelime için "he" müennes zamiri kullanılmıştır.  

---"ve alallahi gasdüssebili ve minhe cairun ve lev şae lehedaküm ecmain" ( yolun doğrusu Allahındır .yolun eğriside vardır.Allah dileseydi hepinizi doğru yola eriştirirdi) ayetindeki " sebil" kelimesine müzekker olduğu halde" he " müennes zamiri dönmektedir.
Yusuf s. 30. ayetinde ki ," ve gale nisvetün" ( kadınlar dediler ki) "gale " kelimesi müfred müzekker bir kelime iken " nisvetün" kelimesi cemi müennes mükessere bir kelimedir, "nisvetün" kelimesinin ikinci olarak geçtiği 50. ayette "ma balunnisveti ellati gatta'ne eydiyehünne" ( ellerini kesen kadınların maksadı neydi) cümlesinde herhani bir gramer uygunsuzluğu yoktur. Sayın yazar yusuf s. 30 ayetindeki "gale" ,arapça gamer açısından , bir gaib erkek dedi anlamına geldiği halde kendisinin yaptığı yusuf s. 30. ayetinin mealine bütün meallerde olduğu gibi kendiside " kadınlar dediler" anlamı vermiştir. 

Demek istediğimiz şudur, sayın yazarın kur'anda örneklerini gördüğümüz gibi günümüzde  kullanılan arapça dil kurallarına uymayan bazı kelimelerden yola çıkarak böyle bir çıkarımda bulunmasının doğru olmadığıdır. 


Meryem suresi 16. ayetindeki Meryemin doğu tarafına çekilmesi ile ilgili olarak meryemin sorunlu olduğu ve sorunları sebebiyle çevresinden uzaklaştığını  ve  meryemin evden kaçan bir kız olduğunu söyler!. 17. ayetteki ehli ile arasına perde çekmesi tabiki bildiğimiz perde çekmek ile alaksı yoktur. Sayın yazar burada ehli yani topluluğu ile ayrılmasını fiziksel problemleri yüzünden olduğu iddiasına karşı(ehil kelimesini aile şeklinde çevirmek dar bir anlam vermektir) ehli ile arasına perde çekmesini anlamak için şu ayetlerin yardımına başvurmak gerekmektedir. 

----- 41.005Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde (HİCABÜN) bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapmaktayız!.
-----[017.045] [E0] Bir de sen Kur'anı kıraet ettiğin vakıt biz seninle Âhırete inanmıyanların arasına görünmez bir hıcab(HİCABEN) çekeriz.

Örneğini verdiğimiz ayetlerdeki "perde çekmek" mü'minler ile müşrikler arasındaki ayrışmayı ifade etmektedir. Meryemin de perde çekmesi sayın yazarın iddia ettiği gibi çift cinsiyetli (hünsa) olduğu gerekçesi ile problem yaşamasından değil kendisini himaye edecek bir tevhid erinden ( Zekeriye ve Yahya) mahrum olmasıdır. Nasıl ki müşrikler kendilerini hicab ile mü'minlerden ayrıştırıyorsa Meryem'de müşriklerden hicab ile ayrılmaktadır. Meryem'in hamilelilk süreci başlamadan önce Zekeriya ve Yahya  as lar maalesef hayatta değildirler. 


Meryem s. 20.ayetindeki " bana bir beşer dokunmamıştır" cümlesi ile ilgili olarak şunlar söylemektedir. " Ayrıca Meryem'in Bana bir beşer dokunmamıştır şeklindeki ifadesi de, onun erselik yapıda olmasına uygun bir ifadedir. Çünkü Meryem " Bana bir erkek dokunmamıştır" dememiş, hem erkek hem kadın için söz konusu edilebilecek bir ifade kullanmıştır. Sayın yazarın, ayette " beşer" olarak geçmesinden yola çıkarak onun hünsalığına dair iddiasını yinelemektedir. Sayın yazarın bildiği üzere orada "beşer" olarak kullanılması o beşerin erkek olduğudur. Erkekten başka hangi varlık bir kadına dokunacakta o kadın hamile kalacak? onun cevabı sayın yazar tarafından maalesef muallakta bırakılmış olup, acaba kadının kadına dokunmasıyla hamile kalınabileceğini iddiamı ediyor diye kendimize sormaktan alıkoyamıyoruz. Yine kur'an ayetlerinin yol göstericiliğine müracaat ettiğimiz zaman " beşer " kelimesinin kur'anda nasıl kullanılmış olduğunun örneklerini görelim. 

----- 3.079 Allah'ın kendisine Kitap'ı, hükmü, peygamberliği verdiği insanoğluna: (LİBEŞERİN) «Allah'ı bırakıp bana kulluk edin» demek yaraşmaz, fakat: «Kitabı öğrettiğinize, okuduğunuza göre Rabb'e kul olun»
demek yaraşır.
-----6.091 «Allah hiçbir insana (LİBEŞERİN) bir şey indirmemiştir» demekle Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. De ki: «Musa'nın insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği Kitap'ı kim indirdi? Ki siz onu kağıtlara yazıp bir kısmını gösterip çoğunu gizlersiniz, atalarınızın ve sizin bilmediğiniz size onunla öğretilmiştir.» «Allah» de, sonra da onları daldıkları sapıklıkta bırak, oynasınlar.
----- 14.010 Onların resulleri: «Gökleri ve yeri yaratan, günahlarınızı bağışlamaya çağıran ve bir süreye kadar sizi erteleyen Allah'tan mı şüphe ediyorsunuz?» dediler. Onlar da: «Siz de sadece bizim gibi birer insansınız(BEŞERÜN); bizi babalarımızın taptıklarından alıkoymak istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir delil getirmelisiniz» dediler.

"Beşer kelimesinin "erkekler" için kullanıldığı örnekleri çoğaltmak mümkündür. Özellikler kendilerine gönderilen resulleri karşı "sizde biz gibi beşerden başkası  değilsiniz" şeklinde itirazlar serdeden müşriklere acaba hiç bayanresul gönderilmişmi? enbiya s. 7. ve nahl s. 43. ayetlerinin " Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz adamlar gönderdik. Bilmiyorsanız zikirehline sorun." şeklindeki mealide bu sorunun cevabıdır.  


Sayın yazar,"Meryem'e  ruhun üflenmesi" adlı bir başlık açıp , enbiya s.91, tahrim s. 12, nisa s. 171. ayetlerinin meallerini verdikten sonra şunları söyler. "Yukarıdaki ilk iki ayette geçen ruh üfürme tabiri, Nisâ Suresi’nin 171. ayetinde القا  - ilka = bırakma, ulaştırma tabiri ile açıklanmaktadır. Ruh üfürme tabirinin " az bir bilgi ile bilgilendirmek" anlamına gelmektedir. Meryem'e üflendiği bildirilen ruh; onun hamile kalması için rahmine [dölyatağına] yapılan fizikî bir üfürük değil,  Zekeriya  peygamber aracılığı ile gönderilen ilahi mesajlardır. Bu mesajların içeriği ise Meryem ve Âl-i Imran ve Meryem surelerinde şöyle yer almaktadır: "Yazara göre meryeme üfürülen ruhtan kasıt meryeme ,ZEKERİYA as tarafından getirilen ilahi mesajlardır!. Yazısına, meryem s. 16-21. ayetleri ve al-i imran s. 42-51. ayetlerinin meallerini eren sayın yazarın meryem 17. ayetine, "Sonra ailesiyle/yakınlarıyla kendisi arasına bir perde edinmişti de "Biz ona ruhumuzu/ilâhî mesajımızı gönderdik, sonra ruhumuzu/mesajlarımızı getiren elçi, Meryem'e mükemmel bir beşerî örnek verdi."   şeklindeki meal daha sonra yine geleceği için o meali orada ele almaya gayret edeceğiz. 


"Meryemin isayı doğurması" adı altında bie başlıktada , mereyem s. 16- 34. ayetlerinin mealini verir."
"Meryem suresinde meryemi konu eden bu pasajdaki bazı noktalar üzerinde tahlil yapıyoruz:"  diyerek yukarda verdiği ayetlerin tahliline "MERYEM’E GÖNDERİLEN RUH" başlığı altında girer. 


Bu başlık altında tahliline şöyle başlar. "Meryem suresinin 17. ayetinde “Biz ona ruhumuzu/ilâhî mesajımızı gönderdik, sonra ruhumuzu/mesajlarımızı getiren elçi, Meryem'e mükemmel bir beşerî örnek verdi.” buyrulmaktadır." Sayın yazarın yanılgısını ayetteki " fetemessele" kelimesindeki üzerindeki tahlilinde ele alacağız ancak burada dikkatimizi çekmesi gereken meryeme gelen bir kişidir önemli olan o kişinin kimliğidir ve meryem gelen o kişiyi tanımamaktadır. Sayın yazarın iddia ettiği gibi gelen kişi şayet zekeriyya as olsaydı neden "«Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen, senden Rahman'a sığınırım" demiştir? Sayın yazarın , "tebyinül kur'an" adlı eserinde meryem suresinin ilgili ayetlerine yaptığı yorumlarda meryeme gelen kişinin "takiyy" adlı tacizci bir kişide olabileceği yolunda bir yorumada rastlamaktayız. Bu bölümde sayın yazarın  çelişkisi ortaya çıkmaktadır, "Meryemin cinsiyeti ile ilgili açtığı başlık altında ,"-  Ayrıca Meryem'in Bana bir beşer dokunmamıştır şeklindeki ifadesi de, onun erselik yapıda olmasına uygun bir ifadedir. Çünkü Meryem " Bana bir erkek dokunmamıştır" dememiş, hem erkek hem kadın için söz konusu edilebilecek bir ifade kullanmıştır."derken ,burada , "Zekeriya peygamber, bu bilgi sayesinde bir erkeğe gerek olmadan çocuk doğurabileceğini Meryem’e anlatarak görevini yapmış, bu bilginin doğruluğuna kanıt olarak da bebek Yahya’yı göstermiştir. Âl-i Imran suresinin 42,43. ayetlerinde sözü edilen melekler de Zekeriya peygamber ile Meryem’e gönderilen ayetlerdir." şeklinde yazması sayın yazarın kafasının bu konuda karışıklığını gösterir. Meryemin hem çift cinsiyetli olduğunu hemde erkeksiz çocuk doğurabileceğini iddia edeceksiniz meryem madem çift cinsiyetli ise  ve kendisi ," bana bir beşer dokunmadı" demesinden erkeklik cinsiyetide olması muhtemel diyeceksiniz hemde ona gelen kişinin , erkeğe gerek olmadan çocuk doğurabileceğini anlatacak sayın yazarın meryemin çift cinsiyetli olduğu iddiası yine kendisi tarafından yalanmaktadır.

"TEMESSÜL" başlığı altında tahlillerine decvam eden sayın yazar bu kelime ilgili olarak şunları der.   "Meryem suresinin on yedinci ayetinin orijinalinde “fetemessele leha beşeren seviyyen” ifadesi yer alır. Bu ifadeyi  gelenekçiler, genellikle, “Ona mükemmel bir beşer olarak kendini gösterdi; Cebrail mükemmel bir insan şeklinde Meryem’e gözüktü” diye çeviregeldiler. Biz bu ifadenin gerçek anlamını gerçek şekliyle takdim ediyoruz:" Sayın yazar "temessül" kelimesine örnek vermek anlamını verdikten sonra sözcüğün ikinci ve üçüncü anlamlarının insan şekline girmek anlamları olduğunu ve bu anlamların uzak bir anlam olduğunu dolayısı ile ilk anlam olan "örnek vermek" anlamının kullanılması gerektiğini iddia eder . "El müfredattaki" "temessele" kelimesinin anlamına baktığımız zaman şöle bir anlamı görmekteyiz. " bir şeyin biçimini, şeklini yada suretini almak suretine girmek". Meryeme "düzgün beşer" şeklinde temessül eden bir kişi eğer zekeriya as ise meryem ona  neden , "«Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen, senden Rahman'a sığınırım»" desin sayın yazar bu konuda hiçbir açıklama yapmamaktadır.

27-28Sonra Meryem, çocuğunu yüklenerek toplumuna getirdi. Toplumu dediler ki: " Ey Meryem! Doğrusu sen görülmemiş bir şey yaptın. Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kişi değildi, annen de yasa tanımaz/iffetsiz bir kadın değildi."
29Bunun üzerine Meryem ona; doğum anında aşağısında bulunan kişiye; Zekeriya´ya işaret etti, ondan gelişmeleri açıklamasını istedi. Zekeriya, Meryem´in zina etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun mabette yetiştirilmesini istedi. Onlar, " Biz, yüksek mevkide olan kişiler, henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyleriz/yüksek mevkide olan kişiler henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyler?" dediler.

Sayın yazarın Meryem s. 27-28-29. ayetlerine verdiği meale özellikle 29. ayetin mealine baktığımız zaman tamamen metin harici ilaveler ile karşılaşmaktayız. Sayın yazara şunu soruyoruz, 29 ayetin neresinde " Zekeriya´ya işaret etti, ondan gelişmeleri açıklamasını istedi. Zekeriya, Meryem´in zina etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun mabette yetiştirilmesini istedi."cümlesi mevcuttur?. İsa as ın doğumu sahnesinin hiçbir yerinde olmayan zekeriya as için sanki ayetin metninde varmışcasına böyle parantez dahi açmadan ayete ilaveler yapmak cesaretini nerden ve nasıl almaktadır?.  27. ayette gördüğümüz gibi meryemin kucağında gelen çocuk için kullanılan zamirler hangi arapça gramerine uygun olarak ortada olmayan ve hiçbir şekilde onunla ilgili bir karine dahi bulunmayan zekeriya as için kullanılabilir?. 

Sayın yazar 29. ayetteki ikinci cinayeti , " Onlar, " Biz, yüksek mevkide olan kişiler, henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyleriz/yüksek mevkide olan kişiler henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyler?" dediler." şeklinde bir meal çevirisi ile işlemektedir. " fe eşaret ileyhi galu keyfe nukellimu men kane fil mehdi sabiyyen"( ona işaret etti , dedilerki, biz beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz) şeklinde meal vermemek için bir satırlık meali 4 satır içinde tahrife varan ilavelerle dolduran sayın yazara , ayetin metnindeki " men kane" (olan kimse) kelimesinin geçtiği diğer ayetleri nasıl çevirmiş olduğuna bakmasını tavsiye ediyoruz. "men kane filmehdi sabiyyen" (o kişi beşikteki bir sabidir) anlamı olan bir cümleye , " Onlar, " Biz, yüksek mevkide olan kişiler, henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyleriz/yüksek mevkide olan kişiler henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyler?" dediler" anlamı veren bir kişinin arapça dil kurallarını hiçe sayarak metni tahrife varan bir şekilde anlam vermesinin sebebi arapça bilgisinin kifayetsizliği olamaz, olsa olsa kendi ön kabullerini Kur'ana tasdik ettirme amaçlı bir düşüncenin ürünü olabilir.  

Meryemin taşlanarak öldürülmesine Zekeriya as ın engel olduğunu iddia eden sayın yazar taşlanarak öldürme cezasını da kabul eder görülmektedir, kur'anda olmayan böyle bir cezanın daha önceki kitaplarda da olamayacağını düşündüğümüz için sayın yazarın recm cezası ile ilgili düşüncelerini gözden geçirmesini özellikle Nisa s. 25-26. ayetlerde bizlere verilen ipuçlarını değerlendirmesini rica ediyoruz.  

Sonuç olarak , "kur'anda Meryem" başlığı altında anlatılanların özeti Meryemin hünsa olması ve ona gelen ruhun Zekeriya olmasıdır ve bu çıkarımlar yapılırken kur'an metnini tahrife varan eklemeler yapılmıştır. Başlık hakkındaki çekincelerimizi yazımızın başında da belirttiğimiz gibi kimsenin kur'anda ......... başlıklı yazılar ile," kur'andaki  anlatılmak istenen budur" şeklinde bir iddiada bulunmaya hakkı yoktur, ancak herkesin okuduklarından anladığını paylaşma hakkı olduğunu da belirtmek isteriz. Ancak kendi ön kabullerini kur'ana tasdik ettirmek için kur'an metni üzerinde oynamalar yapma hakkı kimseye de verilmemiştir.  

                  EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.