Kur'an'da bazı ayetler, okuyan kişiler tarafından anlaşılmasında güçlük çekilmekte , bu okuyuculardan kalbinde hastalık olanlar , "Böyle şey olmaz" , "Bu ayette çelişki var" , "Allah'ın insanlara ne garezi var" gibi sözlerle ayetlere karşı inkarcı bir tavır takınmakta iken, bir diğer gurup okuyucu ise, Kur'an'ı samimi amaçlarla okumakta, ve bazı ayetleri anlamakta zorluk çekerek , bu ayetler ile bizlere nasıl bir mesaj verilmek istendiği yönünde anlama çalışmasına girmektedir.
Bu okuyucuların bazı ayetleri anlamamalarının bir takım nedenleri bulunmaktadır. Bu nedenlerden bir tanesi , ayetin çevirisinde yaşanan sorunlardır. Ayetin yanlış çevirisi , dil kurallarını kullanmaktaki eksiklik , veya Kur'an bütünlüğünden bağımsız bir çeviri yapılmasından kaynaklanan bazı sorunlar, okuyucunun zihninde bazı soruların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Bu yazımızda , Araf s. 179. ayetini ele alarak , okuyucu tarafından bazı soruların sorulmasına sebep olan ayetin çevirisinden kaynaklandığını düşündüğümüz problem üzerinde durmaya çalışacağız.
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ
قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا
وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ
هُمْ أَضَلُّ أُوْلَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Bu ayetin yapılan çevirileri şöyledir ;
[007.179] And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık;
onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları
vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte
bunlar gafillerdir.
Ayetin bu şekilde yapılmış çevirisini okuyan bir kimsenin zihninde , Allah (c.c) nin insanları neden cehennem için yarattığı , kalbinde hastalık olanların ise , "Allah'ın insanlara ne garezi var?" sorusu sorulacaktır.
Bu soruya , Allah (c.c) nin insanları cennet veya cehennem ile karşılık alacakları amelleri işlemesinde serbest bıraktığı , onların iradelerine müdahale etmediği , insanların dünya hayatlarında işlediği amelleri hür iradeleri ile işlediği , ilmi gereği insanların nasıl amel işleyerek sonlarının nasıl olacağını bildiği gibi , bir çok ayette insanların bir çoğunun iman etmediğinin zaten bildirilmiş olduğu gibi cevaplar verilebilir.
Bu cevapların elbette hepsi doğrudur. Ancak ayetin, rivayetler tarafından oluşturulmuş olan kader inancındaki , bütün insanların yapacaklarının, onlar varlık sahasına gelmeden ezelde yazıldığı düşüncesinin doğrultusunda bir çeviri yapılmış olmasının yanlış olduğunu düşünmekteyiz.
Ayetteki "Zere'na" fiiline "Yarattık" şeklinde bir anlam vermenin uygun olmadığını söyleyerek , bu kelime için farklı bir çeviri yapılması gerektiğini düşünmekteyiz.
"Zeree" fiili , Allah'ın yarattığını açığa çıkarması , bedenlere varlık vermesi , vücuda getirmesi anlamındadır. Asıl önemli nokta bu fiilin yaratmadan sonraki bir aşamayı ifade etmiş olmasıdır. Bu fiile "Yaratmak" olarak verilen anlam, bu sebepten ötürü uygun değildir.
Bu fiilin geçtiği diğer ayetleri gördüğümüz zaman demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.
[023.079] Ve sizi Arzda yayan (zereeküm) o dur, hep ona haşrolunacaksınız.
[067.024] Deki, sizi Arzda yayan (zereeküm) o dur hep ona haşrolunacaksınız.
[042.011] O göklerin ve yerin yaratıcısıdır (fatiru). O sizin için kendi nefsinizden
eşler ve hayvanlardan da çiftler kılmıştır (ceale). O, sizi bu düzen içerisinde üretip yayıyor (yezreüküm). O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitir ve
görür.
Şura s. 11. ayetinde "Fatare" fiili ile ifade edilen ilk yaratmanın ardından , yaratma sonrası aşamaları ifade eden "Ceale" ve "Zeree" fiillerinin gelmiş olması , bu fiile yaratmak anlamının verilmesinin uygun olmadığını göstermektedir.
Zeree fiiline "yaratmak" anlamının yerine verilecek olan "Yaymak" anlamı , yaratmadan sonraki aşamayı daha doğru ifade etmiş olması açısından, tercih edilmesi gereken anlam olduğunu söyleyebiliriz.
Ayet içindeki "Licehenneme" kelimesine "Cehennem için" anlamı yerine , "Cehenneme" şeklinde anlam vermek, "Lam" edatının e , a anlamına da sahip olması açısından daha uygun olacaktır. Aynı kelimenin geçtiği diğer iki ayete baktığımızda, kelimeye bu anlamın verildiğini görmekteyiz.
[050.030] O gün cehenneme:(licehenneme) «Doldun mu?» deriz, o: «Daha var mı?» der.
[072.015] Ama haksızlar, cehenneme (licehenneme) odun olmuşlardır!»
Bundan sonra Araf s. 179. ayetini şu şekilde yeniden anlamlandırmak mümkündür.
"And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı , CEHENNEME YAYDIK. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar."
Dikkat edilirse meal yapıcılarının tamamına yakınının bu ayete verdikleri anlam, insanların bir çoğunun , daha varlık sahasına çıkmadan cehennemlik olduğunun belirlenmiş olduğuna dair bir anlam içermektedir. Bizim verdiğimiz anlam ise , insanların bir çoğunun varlık sahasına çıktıktan sonra , işledikleri ameller yüzünden cehennemi hak ettiklerine dairdir.
Burada neden gelecek zaman sigası olarak değil de , geçmiş zaman sigası olarak ifade edildiği sorulacaktır. Kur'an'ı dikkatli okuyan birisi , bir çok ayette gelecek olan kıyamet günü için geçmiş zaman sigasına ait fiillerin kullanıldığını görecektir.
[039.068] Sûr'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve
yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar
ayağa kalkmış durumda gözetiyorlar.
Zümer s. 68. ayeti (başka örnekleri de mevcuttur), daha vaki olmamış kıyamet gününü anlatan ayetlerin gelecek zaman sigası ile değil geçmiş zaman sigası olarak anlatımına bir örnek olması açısından dikkat çekicidir.
Sonuç olarak :Allah (c.c) kullarını cehenneme atmak için yaratmaz , kulları yaşadıkları hayatta eğer cehennem ehlinden olmak için gerekli olan amelleri işleyecek olurlarsa , onları vaat ettiği cehennem ile cezalandırır.
Araf s. 179. ayetinin , yapılan çevirileri , Allah (c.c) nin bir çok insanı cehennem için yarattığı şeklinde bir anlam verilmek sureti ile kafalarda bazı soruların oluşmasına sebep olmaktadır. Bu anlamın, insanların kaderinin daha onlar yaratılmadan önce belirlendiği düşüncesini destekleyen bir anlam doğrultusunda olması nedeniyle doğru, bir anlam olmadığını düşünmekteyiz.
Bu noktada , Allah (c.c) nin kullarının işleyeceği amelleri, onlar daha varlık sahasına gelmeden önce bildiğini , fakat onun bilmesi ile , kaderlerinin yazılmış olmasının aynı şey olmadığını hatırlatmak istiyoruz. Allah (c.c) kullarının nasıl ameller işleyeceğini önceden elbette bilir , ancak onun bilmesi o kullarının hür iradeleri ile ne yapacaklarını bilmesi , iradelerine müdahale etmemesi anlamındadır.
Ayetin doğru anlamının , insanların yaratılmadan önce kaderlerinin belirlendiğine dair bir bilgi değil , insanların yaratıldıktan sonra işledikleri amellerin karşılığını alacaklarına dair bir anlam içermesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Allah (c.c) insanlara "Semi - Basar - Fuad" olarak ifade edilen duyu organları bahşederek , bunları kullanmak sureti ile, insan olmanın gereğini yerine getirmelerini istemektedir. Bu duyu organlarını gereği gibi kullanmak sureti ile insan olmanın gereğini yerine getirmeyenlerin akıbetlerinin cehennem olduğu beyan edilmektedir.
Onların "Sanki En-am gibi" olduklarının ifade edilmesi ise , görme ve işitme duyularına sahip olan hayvanların kendilerine söylenen sözleri anlamamış olmalarından dolayı benzetmede bulunulmasıdır.
Araf s. 179. ayetine "And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı , CEHENNEME YAYDIK. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar." şeklinde bir anlamın daha uygun olacağını düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
13 Kasım 2016 Pazar
12 Kasım 2016 Cumartesi
Araf s. 175-177. Ayetleri : Allah (c.c) Bir İnsanı Nasıl Yükseltir ? ve İsa (a.s) ın Yükseltilmesi
Kur'an bazı ayetlerde , insan , hayvan ve bitki misalleri üzerinden örnekler göstererek , vermek istediği mesajın bizler tarafından daha kolay ve net bir şekilde anlaşılmasını sağlayan bir üslup kullanmaktadır. Ayrıca Kur'an, kendi içinde öyle bir anlam örgüsüne sahip bir kitaptır ki , hiç alakası olmadığını düşündüğümüz bir ayetin , başka bir ayet ile bağını kurarak , bazı müphem ve üzerinde spekülasyon yapılabilecek ayetlerin ve konuların anlaşılmasında bizlere yol göstericilik yaptığını da görebiliriz.
Yazının başlığından anlaşılacağı üzere konumuz olan ayetlerin , İsa (a.s) ın yükseltilmesi ile ilgili nasıl bir bağının olabileceği sorusu akla gelecektir. Yazıyı iki bölüme ayırarak ,önce konu ile ilgili ayetlerin üzerinde bir tefekkür yapmaya çalışacak , ikinci bölümde ise , ilgili ayetlerin Al-i İmran s. 55 ve Nisa s. 158. ayetinde geçen İsa (a.s) yükseltilmesinin ne anlamda olabileceği yönündeki bize gösterdiği yolu anlamaya gayret edeceğiz.
[007.175] Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz ayetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin haberini oku.
[007.176] Eğer biz dileseydik, onu bununla yükseltirdik. . Fakat o; yere saplandı ve hevasına tabi oldu. Artık onun hali; o köpeğin hali gibidir ki, üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin hali böyledir. Sen, kıssayı anlat. Belki düşünürler.
[007.177] Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmiş olan kavmin durumu ne kötüdür!
Haberi okunan kişinin kim olduğu hususunda, tefsirlerde bazı isimlerden bahsedilmektedir. İsrailoğullarına mensup bir kişi olan Bel'am Bin Baura , Ümeyye Bin Ebi Salt , Ebu Amir gibi isimler , tefsirlerde geçen bazı isimlerdir. Hatta bazıları , kendisine elçilik verilmiş, fakat bu görevi terk etmiş bir kimseden bahsedildiği yönünde görüşler ortaya atmışlardır.
Haberi okunan kişinin kimliği şayet çok önemli olsaydı, Kur'an mutlaka bir isimden bahsederdi. Ancak burada sadece belirli bir zaman içinde yaşamış şahsiyeti kast etmekten çok , tüm zamanlarda yaşayacak ve Allah'ın ayetlerini yol gösterici olarak hayatlarında ikame etmeyenlerin düştükleri durum bir mesel ile anlatılmaktadır. Ayette bahsedilen kişinin kimliği hakkında fikir yürütmek gerekirse rivayetleri baz almak yerine , Kur'an'ı baz alarak şöyle bir fikir yürütebiliriz ;
176. ayet içinde geçen , "vettebea hevahu" (hevasına tabi oldu) cümlesinin aynısını , Taha s. 16. ayetinde , Allah (c.c) ile Musa (a.s) arasında geçen konuşmada da görmekteyiz. "Sakın ona (o saate) inanmayıp hevâsına tâbi olan (vettebea hevahu) kimse, seni ondan alıkoymasın. Sonra helâk olursun.»
Taha s. 16. ayetinde bahsedilen kişi , Musa (a.s) ın gönderileceği kişi olan Firavundur. Musa (a.s) kendisine verilen 9 ayet ile (İsra s. 101) iman etmesi için Firavuna gitmiş , Firavun ise bu ayetleri ret etmiştir. Araf s. 176. ve Taha s. 16. ayetindeki cümlelerin aynı olmasından yola çıkarak , konumuz olan ayetlerdeki bahsedilen kişinin Firavun olması daha muhtemeldir.
Bu noktada Firavun'un yaşamış ve ölmüş bir şahsiyet olarak ondan bahsedilmesinin bugüne dair ne gibi mesajı olabileceği sorusu gündeme gelecektir.
Biz burada bahsedilen kişinin kimliğini tartışmaktan çok , verilmek istenen mesajın evrensel bir yönü olduğunu dikkate alarak , Firavun karakterinin de sadece Musa (a.s) kıssasında yaşayan ve ölen bir karakter değil , zulmün sembol bir ismi haline geldiğini , bundan önceki Araf s. 163-171. ayetler arasını konu aldığımız yazımızda belirtmeye çalışmıştık. Yani kıssada anlatılmak istenen belirli bir kişi değil , Allah'ın ayetlerine karşı inkarcı bir tavır takınanların anlatılmasıdır.
Firavun karakteri Kur'an'da adı geçen , Allah'a karşı inkar ve isyan konusunda baş rol oynayan aktörlerden birisi olarak bedenen yaşamış ve ölmüş, fakat isyan ve inkar konusunda sembol bir isim olarak kıyamete kadar onun işlevini sürdürecek olan başka insanlar tarih sahnesine çıkacaktır.
"Dileseydik onu, bununla yükseltirdik." cümlesi içindeki "Dileseydik" kelimesi , bilindiği gibi Kur'an içinde sıkça geçmektedir. Bu cümle ile anlatılmak istenileni " Eğer biz onu zorlasaydık ayetlerimize iman ettirirdik" şeklinde bir cümle ile ifade edebiliriz. Allah (c.c) böyle demekle, kullarını kendi hür iradelerini kullanma konusunda serbest bıraktığını ifade etmektedir. Kul kendi hür iradesi ile inkarı seçmiş , seçtiği yolun karşılığında hak ettiğini görecektir.
Kullar hür iradeleri ile yapmış oldukları seçim sonucunda , Allah'ın ayetlerine bürünmüş bir hayat sürerek YÜKSELTİLMEYİ , yine hür iradeleri ile yaptıkları seçim sonucunda Allah'ın ayetlerinden sıyrılmış bir hayat sürerek ALÇALTILMAYI hak edeceklerdir.
Mutaffifin suresine baktığımızda , hesap günü ile ilgili olarak verilen bilgilerde amel defterlerinin "Siccin" ve "İlliyyin" olarak isimlendirilen bir yerde olduğu haber verilmektedir. Siccin kelimesi alçaltılmışlığı ifade ederken , İlliyyin kelimesi ise yükseltilmişliği ifade etmektedir.
"Fakat o; yere saplandı" Bu deyim, bizim dilimizde de kullandığımız "Dünyaya kazık çakmak" deyimi ile aynı sayılır. Her iki deyim de sadece dünya hayatını düşünerek yaşamayı , ahiret bilinci içinde olmamayı ifade etmektedir. Allah'ın ayetlerinden sıyrılmış bir yaşam sürenlerin başta gelen özelliği , ahireti inkar eden ve yok sayan bir yaşam sistemini esas almış olmalarıdır.
" Artık onun hali; o köpeğin hali gibidir ki, üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur." Allah (c.c) nin ayetlerini yalanlayan topluluğun hali görsel bir tasvir şeklinde bu cümlede anlatılmaktadır. Herkesin tecrübe alanına dahil bir bilgi olan köpeğin cümle içindeki hali , yorgun , susuzluktan bitkin düşmüş , zelil bir hali anlatmaktadır.
Allah (c.c ) nin ayetlerini vermesi belirli kişilere değil , yarattığı bütün insanlara şamildir. Bütün insanlar onun bir ayeti olup, yine onun insanlara verdiği nimetler olan ayetleri sayesinde hayatiyetini devam ettirmektedir. Ayetlerini vermesi sadece onu elçi olarak görevlendirmesi , veya dini bilgiler konusunda bilgi sahibi yapması değil , yaşam sahasına giren herkese verdiği nimetleri ifade etmesidir. Aldığımız nefes , içtiğimiz su , yediğimiz gıdalar , gibi yaşamımız için şart olan her şeyin genel adı "Allah'ın ayetlerini vermesi" olarak anlaşılmalıdır.
Araf s. 175. ve 176. ayetlerde bir kişi üzerinden verilen misal , onun bütün insanlara verdiği nimetlerine karşı kulluk görevini ifa etmeyerek , o ayetlere nankörlük etmek sureti ile , ayetlerden sıyrılmış duruma düşen insanları anlatmaktadır. Verilen köpek misali ise , bu insanların ne kadar zelil ve aşağılık bir durumda olduklarının bilinmesi için kullanılan bir misaldir.
Kur'an içinde geçen bir çok ayet , Allah'a iman etmeyen insanları hayvan olarak tasvir etmektedir. Bu tasvirin amacı , insana verilen "Semi - Basar - Fuad" gibi duyu organlarının olması gereken gerçek işlevi , vahyi anlamak ve bunu hayatına aktarmak iken, bu organların gerçek işlevini yerine getirmeyerek insanın , "Kör - Sağır - Dilsiz" duruma düşmesidir. Duyu organlarının gerçek işlevini yerine getirmediği insan "Semi- Basar" (İşitme - Görme) gibi duyu organlarına sahip olan fakat kendisine söyleneni işitmeyen hayvanlara benzetilmektedir.
176. ayette geçen "yükseltmek" tabiri , Allah'ın ayetlerine karşı hür iradelerini kullanarak şükreden ve kulluk gereklerini yerine getiren insanların durumunu ifade etmek için kullanılmıştır. Yine aynı ayette geçen , "yere saplandı" kelimesi ise , Allah'ın ayetlerine karşı, hür iradelerini kullanmak sureti ile şükretmeyerek kulluk gereklerini yerine getirmeyen insanların durumunu ifade etmek için kullanılmıştır .
Dikkat edilirse bu kelimeler hakiki bir anlam değil, mecazi bir anlam ifade etmektedir. Şayet bu kelimeleri hakiki anlamda okuyacak olursak , yükseltmeyi yerden alıp bedenen göğe çıkarmak , yere saplanmayı ise , bedenen yerin dibine sokmak olarak anlamak gerekir ki , bu tür bir anlam yanlış olacaktır.
"Alçaklık" ve "Yükseklik" kelimeleri , hakiki anlamda ölçü ile ilgili kelimeler olup , mecaz anlamda kullanıldığında insanın işlediği ameller sonucunda geldiği durumu ifade etmektedir. Bu anlamı İsa (a.s) ile ilgili olarak onun yükseltilmesi ile ilgili ayetin anlaşılmasında da kullanmak mümkündür.
[003.055] Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni kendime YÜKSELTECEĞİM, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.
[004.158] Hayır; Allah onu kendine YÜKSELTTİ. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
Araf s. 176. ayetindeki yükseltmenin keyfiyeti , hakiki anlamda aşağıdan yukarı bir yükseltme değil , Allah (c.c) nin ayetlerine iman eden bir hayat sürülmesinin onun tarafından güzel bir karşılık göreceğinin anlatılması olduğuna göre , İsa (a.s) ın da yükseltilmesinin hakiki anlamda değil , 176. ayet doğrultusunda mecazen anlaşılması daha doğru olacaktır.
İsa (a.s) yaşadığı hayat boyunca Allah'ın ayetlerine bürünmüş bir yaşam sürerek , alçaltılmayı değil , yükseltilmeyi hak etmiştir. "Alçaltılmak" ve "Yükseltilmek" şeklinde ortaya çıkan durum, bütün insanlar için geçerlidir. Hayatları boyunca ayetlerden sıyrılmış bir yaşam sürenler ALÇALTILMAYI , hayatları boyunca ayetlere bürünmüş bir yaşam sürenler ise YÜKSELTİLMEYİ hak etmektedirler.
İsa (a.s) ın yükseltilmesi de işte bu kabilden bir yükseltilmedir . Onun yükseltilmesini gerçek anlamda göğe bir yükseltme olarak algıladığımız zaman , bu sefer de Allah'a mekan biçme hatasına düşmek söz konusu olacaktır.
İsa (a.s) ın göğe hakiki anlamda yükseltildiğini iddia eden "Ehli sünnet vel cemaat" fırkası , Allah (c.c) ile ilgili ayetleri literal bir okuma yaparak onun gökte olduğunu iddia edenlere karşı çok sert eleştirilerde bulunarak , bu iddianın yanlış olduğunu söylemektedir. Aynı fırka, Allah (c.c) nin İsa (a.s) ı kendi yanına yani göğe çektiğini iddia etmekle literal bir okuma yaparak ona mekan biçme yanlışına düştüklerinin farkında bile değildir. Ehli sünnet fırkası bu çelişkili duruma maalesef, Kur'an'ı literal ve rivayet merkezli bir okuyarak düşmektedir.
Sonuç olarak : Araf s. 175. ve 176. ayetleri , geçmişte yaşamış bir karakteri değil , kıyamete kadar yaşayacak , Allah (c.c) nin ayetlerini yaşamından çıkarmış olan insanların düştüğü durumun nasıl zelil ve alçak bir durum olduğunu bir misal ile anlatmaktadır.
Aynı ayetler , Kur'an ayetlerinin birbiri ile olan anlam örgüsünün vermiş olduğu yol göstericilik ile , İsa (a.s) ın yükseltilmesi ile ilgili ayetlerin literal olarak okunması sonucunda ortaya çıkan yanlışı izale eden bir işleve de sahiptir.
Kur'an'ın literal olarak ve rivayetlerden okunması sonucu varılan , İsa (a.s) ın bedenen göğe yükseltilmiş olduğu iddiası , Kur'an merkezli bir düşünce etrafında değerlendirildiğinde yanlış ve çelişkili bir düşünce olduğu ortaya çıkmaktadır.
"Alçaltılmak" ve "Yükseltilmek" kelimeleri mecazi anlamda , Allah'ın ayetlerine karşı insanların yaşam içinde takındıkları tavır sonucunda alacakları karşılığı ifade etmektedir. İsa (a.s) ın yükseltilmesi sadece ona has bir durum değil , Allah'ın ayetlerine bürünmüş bir hayat yaşayan bütün insanların alacağı karşılığı ifade etmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yazının başlığından anlaşılacağı üzere konumuz olan ayetlerin , İsa (a.s) ın yükseltilmesi ile ilgili nasıl bir bağının olabileceği sorusu akla gelecektir. Yazıyı iki bölüme ayırarak ,önce konu ile ilgili ayetlerin üzerinde bir tefekkür yapmaya çalışacak , ikinci bölümde ise , ilgili ayetlerin Al-i İmran s. 55 ve Nisa s. 158. ayetinde geçen İsa (a.s) yükseltilmesinin ne anlamda olabileceği yönündeki bize gösterdiği yolu anlamaya gayret edeceğiz.
[007.175] Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz ayetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin haberini oku.
[007.176] Eğer biz dileseydik, onu bununla yükseltirdik. . Fakat o; yere saplandı ve hevasına tabi oldu. Artık onun hali; o köpeğin hali gibidir ki, üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin hali böyledir. Sen, kıssayı anlat. Belki düşünürler.
[007.177] Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmiş olan kavmin durumu ne kötüdür!
Haberi okunan kişinin kim olduğu hususunda, tefsirlerde bazı isimlerden bahsedilmektedir. İsrailoğullarına mensup bir kişi olan Bel'am Bin Baura , Ümeyye Bin Ebi Salt , Ebu Amir gibi isimler , tefsirlerde geçen bazı isimlerdir. Hatta bazıları , kendisine elçilik verilmiş, fakat bu görevi terk etmiş bir kimseden bahsedildiği yönünde görüşler ortaya atmışlardır.
Haberi okunan kişinin kimliği şayet çok önemli olsaydı, Kur'an mutlaka bir isimden bahsederdi. Ancak burada sadece belirli bir zaman içinde yaşamış şahsiyeti kast etmekten çok , tüm zamanlarda yaşayacak ve Allah'ın ayetlerini yol gösterici olarak hayatlarında ikame etmeyenlerin düştükleri durum bir mesel ile anlatılmaktadır. Ayette bahsedilen kişinin kimliği hakkında fikir yürütmek gerekirse rivayetleri baz almak yerine , Kur'an'ı baz alarak şöyle bir fikir yürütebiliriz ;
176. ayet içinde geçen , "vettebea hevahu" (hevasına tabi oldu) cümlesinin aynısını , Taha s. 16. ayetinde , Allah (c.c) ile Musa (a.s) arasında geçen konuşmada da görmekteyiz. "Sakın ona (o saate) inanmayıp hevâsına tâbi olan (vettebea hevahu) kimse, seni ondan alıkoymasın. Sonra helâk olursun.»
Taha s. 16. ayetinde bahsedilen kişi , Musa (a.s) ın gönderileceği kişi olan Firavundur. Musa (a.s) kendisine verilen 9 ayet ile (İsra s. 101) iman etmesi için Firavuna gitmiş , Firavun ise bu ayetleri ret etmiştir. Araf s. 176. ve Taha s. 16. ayetindeki cümlelerin aynı olmasından yola çıkarak , konumuz olan ayetlerdeki bahsedilen kişinin Firavun olması daha muhtemeldir.
Bu noktada Firavun'un yaşamış ve ölmüş bir şahsiyet olarak ondan bahsedilmesinin bugüne dair ne gibi mesajı olabileceği sorusu gündeme gelecektir.
Biz burada bahsedilen kişinin kimliğini tartışmaktan çok , verilmek istenen mesajın evrensel bir yönü olduğunu dikkate alarak , Firavun karakterinin de sadece Musa (a.s) kıssasında yaşayan ve ölen bir karakter değil , zulmün sembol bir ismi haline geldiğini , bundan önceki Araf s. 163-171. ayetler arasını konu aldığımız yazımızda belirtmeye çalışmıştık. Yani kıssada anlatılmak istenen belirli bir kişi değil , Allah'ın ayetlerine karşı inkarcı bir tavır takınanların anlatılmasıdır.
Firavun karakteri Kur'an'da adı geçen , Allah'a karşı inkar ve isyan konusunda baş rol oynayan aktörlerden birisi olarak bedenen yaşamış ve ölmüş, fakat isyan ve inkar konusunda sembol bir isim olarak kıyamete kadar onun işlevini sürdürecek olan başka insanlar tarih sahnesine çıkacaktır.
"Dileseydik onu, bununla yükseltirdik." cümlesi içindeki "Dileseydik" kelimesi , bilindiği gibi Kur'an içinde sıkça geçmektedir. Bu cümle ile anlatılmak istenileni " Eğer biz onu zorlasaydık ayetlerimize iman ettirirdik" şeklinde bir cümle ile ifade edebiliriz. Allah (c.c) böyle demekle, kullarını kendi hür iradelerini kullanma konusunda serbest bıraktığını ifade etmektedir. Kul kendi hür iradesi ile inkarı seçmiş , seçtiği yolun karşılığında hak ettiğini görecektir.
Kullar hür iradeleri ile yapmış oldukları seçim sonucunda , Allah'ın ayetlerine bürünmüş bir hayat sürerek YÜKSELTİLMEYİ , yine hür iradeleri ile yaptıkları seçim sonucunda Allah'ın ayetlerinden sıyrılmış bir hayat sürerek ALÇALTILMAYI hak edeceklerdir.
Mutaffifin suresine baktığımızda , hesap günü ile ilgili olarak verilen bilgilerde amel defterlerinin "Siccin" ve "İlliyyin" olarak isimlendirilen bir yerde olduğu haber verilmektedir. Siccin kelimesi alçaltılmışlığı ifade ederken , İlliyyin kelimesi ise yükseltilmişliği ifade etmektedir.
"Fakat o; yere saplandı" Bu deyim, bizim dilimizde de kullandığımız "Dünyaya kazık çakmak" deyimi ile aynı sayılır. Her iki deyim de sadece dünya hayatını düşünerek yaşamayı , ahiret bilinci içinde olmamayı ifade etmektedir. Allah'ın ayetlerinden sıyrılmış bir yaşam sürenlerin başta gelen özelliği , ahireti inkar eden ve yok sayan bir yaşam sistemini esas almış olmalarıdır.
" Artık onun hali; o köpeğin hali gibidir ki, üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur." Allah (c.c) nin ayetlerini yalanlayan topluluğun hali görsel bir tasvir şeklinde bu cümlede anlatılmaktadır. Herkesin tecrübe alanına dahil bir bilgi olan köpeğin cümle içindeki hali , yorgun , susuzluktan bitkin düşmüş , zelil bir hali anlatmaktadır.
Allah (c.c ) nin ayetlerini vermesi belirli kişilere değil , yarattığı bütün insanlara şamildir. Bütün insanlar onun bir ayeti olup, yine onun insanlara verdiği nimetler olan ayetleri sayesinde hayatiyetini devam ettirmektedir. Ayetlerini vermesi sadece onu elçi olarak görevlendirmesi , veya dini bilgiler konusunda bilgi sahibi yapması değil , yaşam sahasına giren herkese verdiği nimetleri ifade etmesidir. Aldığımız nefes , içtiğimiz su , yediğimiz gıdalar , gibi yaşamımız için şart olan her şeyin genel adı "Allah'ın ayetlerini vermesi" olarak anlaşılmalıdır.
Araf s. 175. ve 176. ayetlerde bir kişi üzerinden verilen misal , onun bütün insanlara verdiği nimetlerine karşı kulluk görevini ifa etmeyerek , o ayetlere nankörlük etmek sureti ile , ayetlerden sıyrılmış duruma düşen insanları anlatmaktadır. Verilen köpek misali ise , bu insanların ne kadar zelil ve aşağılık bir durumda olduklarının bilinmesi için kullanılan bir misaldir.
Kur'an içinde geçen bir çok ayet , Allah'a iman etmeyen insanları hayvan olarak tasvir etmektedir. Bu tasvirin amacı , insana verilen "Semi - Basar - Fuad" gibi duyu organlarının olması gereken gerçek işlevi , vahyi anlamak ve bunu hayatına aktarmak iken, bu organların gerçek işlevini yerine getirmeyerek insanın , "Kör - Sağır - Dilsiz" duruma düşmesidir. Duyu organlarının gerçek işlevini yerine getirmediği insan "Semi- Basar" (İşitme - Görme) gibi duyu organlarına sahip olan fakat kendisine söyleneni işitmeyen hayvanlara benzetilmektedir.
176. ayette geçen "yükseltmek" tabiri , Allah'ın ayetlerine karşı hür iradelerini kullanarak şükreden ve kulluk gereklerini yerine getiren insanların durumunu ifade etmek için kullanılmıştır. Yine aynı ayette geçen , "yere saplandı" kelimesi ise , Allah'ın ayetlerine karşı, hür iradelerini kullanmak sureti ile şükretmeyerek kulluk gereklerini yerine getirmeyen insanların durumunu ifade etmek için kullanılmıştır .
Dikkat edilirse bu kelimeler hakiki bir anlam değil, mecazi bir anlam ifade etmektedir. Şayet bu kelimeleri hakiki anlamda okuyacak olursak , yükseltmeyi yerden alıp bedenen göğe çıkarmak , yere saplanmayı ise , bedenen yerin dibine sokmak olarak anlamak gerekir ki , bu tür bir anlam yanlış olacaktır.
"Alçaklık" ve "Yükseklik" kelimeleri , hakiki anlamda ölçü ile ilgili kelimeler olup , mecaz anlamda kullanıldığında insanın işlediği ameller sonucunda geldiği durumu ifade etmektedir. Bu anlamı İsa (a.s) ile ilgili olarak onun yükseltilmesi ile ilgili ayetin anlaşılmasında da kullanmak mümkündür.
[003.055] Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni kendime YÜKSELTECEĞİM, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.
[004.158] Hayır; Allah onu kendine YÜKSELTTİ. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
Araf s. 176. ayetindeki yükseltmenin keyfiyeti , hakiki anlamda aşağıdan yukarı bir yükseltme değil , Allah (c.c) nin ayetlerine iman eden bir hayat sürülmesinin onun tarafından güzel bir karşılık göreceğinin anlatılması olduğuna göre , İsa (a.s) ın da yükseltilmesinin hakiki anlamda değil , 176. ayet doğrultusunda mecazen anlaşılması daha doğru olacaktır.
İsa (a.s) yaşadığı hayat boyunca Allah'ın ayetlerine bürünmüş bir yaşam sürerek , alçaltılmayı değil , yükseltilmeyi hak etmiştir. "Alçaltılmak" ve "Yükseltilmek" şeklinde ortaya çıkan durum, bütün insanlar için geçerlidir. Hayatları boyunca ayetlerden sıyrılmış bir yaşam sürenler ALÇALTILMAYI , hayatları boyunca ayetlere bürünmüş bir yaşam sürenler ise YÜKSELTİLMEYİ hak etmektedirler.
İsa (a.s) ın yükseltilmesi de işte bu kabilden bir yükseltilmedir . Onun yükseltilmesini gerçek anlamda göğe bir yükseltme olarak algıladığımız zaman , bu sefer de Allah'a mekan biçme hatasına düşmek söz konusu olacaktır.
İsa (a.s) ın göğe hakiki anlamda yükseltildiğini iddia eden "Ehli sünnet vel cemaat" fırkası , Allah (c.c) ile ilgili ayetleri literal bir okuma yaparak onun gökte olduğunu iddia edenlere karşı çok sert eleştirilerde bulunarak , bu iddianın yanlış olduğunu söylemektedir. Aynı fırka, Allah (c.c) nin İsa (a.s) ı kendi yanına yani göğe çektiğini iddia etmekle literal bir okuma yaparak ona mekan biçme yanlışına düştüklerinin farkında bile değildir. Ehli sünnet fırkası bu çelişkili duruma maalesef, Kur'an'ı literal ve rivayet merkezli bir okuyarak düşmektedir.
Sonuç olarak : Araf s. 175. ve 176. ayetleri , geçmişte yaşamış bir karakteri değil , kıyamete kadar yaşayacak , Allah (c.c) nin ayetlerini yaşamından çıkarmış olan insanların düştüğü durumun nasıl zelil ve alçak bir durum olduğunu bir misal ile anlatmaktadır.
Aynı ayetler , Kur'an ayetlerinin birbiri ile olan anlam örgüsünün vermiş olduğu yol göstericilik ile , İsa (a.s) ın yükseltilmesi ile ilgili ayetlerin literal olarak okunması sonucunda ortaya çıkan yanlışı izale eden bir işleve de sahiptir.
Kur'an'ın literal olarak ve rivayetlerden okunması sonucu varılan , İsa (a.s) ın bedenen göğe yükseltilmiş olduğu iddiası , Kur'an merkezli bir düşünce etrafında değerlendirildiğinde yanlış ve çelişkili bir düşünce olduğu ortaya çıkmaktadır.
"Alçaltılmak" ve "Yükseltilmek" kelimeleri mecazi anlamda , Allah'ın ayetlerine karşı insanların yaşam içinde takındıkları tavır sonucunda alacakları karşılığı ifade etmektedir. İsa (a.s) ın yükseltilmesi sadece ona has bir durum değil , Allah'ın ayetlerine bürünmüş bir hayat yaşayan bütün insanların alacağı karşılığı ifade etmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
11 Kasım 2016 Cuma
Kur'an'da Ayetler Arasında Çelişki Var mı ?
[017.088] De ki: «İnsanlar ve cinler, birbirine yardımcı olarak bu Kuran'ın
bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, and olsun ki, yine de
benzerini ortaya koyamazlar.»
Kur'an ayetleri arasında çelişki olduğu iddiası , bir takım insanlar tarafından ortaya atılmakta, ve aralarında çelişki olduğuna dair sunulan bir çok ayet , internet ortamındaki bazı sitelerinde yer almaktadır. Bu sitelerdeki iddiaları okuyan bazı kimselerin ise, kafalarında istifham oluşarak , böyle bir şeyin mümkün olup olmadığı konusunda tereddüte düşmektedirler.
Biz Kur'an'ın Allah (c.c) katından indiğine inanmayan insanların bu iddialarına cevap vermeye yönelik değil , bu gibi insanların açtıkları sitelerde ortaya koydukları iddiaları okuyan bazı Müslümanlarda oluşan istifhamları dikkate alarak , Kur'an hakkında nasıl bir düşünce içinde olunması gerektiği yönündeki fikirlerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Kur'an'da çelişki olduğuna dair delil olarak ortaya atılan bazı ayetler , geçmiş tefsirciler tarafından da ele alınarak üzerinde düşünülmüş, ve gerekli yorumlar yapılmıştır. Tefsir usulünde "Müşkilül Kur'an" başlığı altında yapılan çalışmalarda , çelişki olduğundan yola çıkılarak değil , iki ayet arasındaki müşkil'in çözümüne yönelik çalışmalar bu başlık altında toplanmış , ayetler arasındaki bağlantıyı kurmak yönünde çalışmalar yapılmıştır.
Kur'an'ın Allah (c.c) katından indiğine inanan bir Müslüman, aralarındaki ilgi bağını kuramadığı ayetler için "Bu ayetlerde çelişki var" veya "Acaba çelişki olabilir mi" cümlesini asla kullanmaz. Müslüman kişi, ayetler arasında asla çelişki olmadığına baştan kesin olarak iman ederek , çelişki gibi görünen durumun , kendisinin ayeti anlayamamasından kaynaklanan bir sonuç olduğunu bilir , ve o ayeti anlamak için çaba sarf eder.
[004.082] Kuran'ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah'tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı.
Müslüman , Kur'an'ın Allah katından gelen bir kitap olduğuna iman eden bir kimsedir. Böyle bir imanı olmayan kimse zaten Müslüman olamaz . Müslüman kelimesinin anlamı "Teslim olan" demek olduğuna göre , Allah'ın kitabına teslim olmayan kişi, haliyle Müslüman sıfatına sahip olamaz. Allah katından geldiğine inanılan bir kitabın çelişkili olduğunu iddia etmek , Allah ile boy ölçüşmeye kalkmak demektir. Onun indirdiği bir kitabı , onun yarattığı bir kulu eleştiriyor ve ona "Ey Allah'ım sen burada böyle , burada böyle diyerek, içinde çelişkiler ihtiva eden bir kitap indirmişsin" diyerek ona kafa tutmaya kalkıyor.
Kendisi gibi bir insan olan ve ilmi kariyer sahibi olan bir kimsenin görüşlerini eleştirirken bile ona saygılı bir biçimde davranan , veya onu eleştirmekten çekinen bazı kimseler , konu Kur'an olunca daha rahat davranarak , bu kitaba karşı hiç çekinmeden galiz hakaretler savurabilmektedirler.
[018.001] Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir.
Kur'an'da çelişki olduğunu iddia eden bir kimse ile tartışmaya girmek , maça 1- 0 mağlup başlamak anlamına gelecektir. Kişi , böyle bir çelişki iddiasını ortaya atmakla sizi kendi gündemine çekerek , kendi gündemi etrafında gerçekleşen bir tartışma ortamına sokmuş olur.
Bizim tavsiyemiz , böyle tartışmalara hiç girmemek , Kur'an'da çelişki olabilecek hiç bir ayetin olmadığını , çelişki olduğunu zannettiği şeyin kendi bilgisizliğinin bir sonucu olduğunu söyleyerek , çelişki olduğu iddia edilen ayetlerin nasıl bir anlama gelmiş olabileceğini veya nasıl bir mesajı olduğunu karşısındaki kişiye iman etmesini beklemeden uygun bir dil ile anlatmaya çalışmak olmalıdır. Bu gayret elbette , Kur'an'a hakimiyet , ve ayetler arasındaki anlam örgüsünü kurabilme yeteneğini gerektirmektedir. Böyle bir bilgi sahibi olmayan kişinin tartışmaya hiç girmemesi kendisi için daha uygundur.
[011.019] Bunlar Allah'ın yolundan alıkorlar ve o yolu eğriltmeğe çalışırlar; işte onlar ahireti inkar edenlerdir.
Kur'an'da çelişki olduğu iddiası ile ortaya çıkarak , delil olarak sunulan ayetleri çelişki olarak görme mantığının altında yatan en büyük neden, bu kitaba olan güvensizlik yani imansızlık olmakla birlikte , kendilerini Allah ile boy ölçüşebilecek düzeyde bir bilgi sahibi olduklarını zannedecek kadar dev aynasında görmenin getirdiği cahil cesaretidir.
Kur'an öncelikle beşer cinsinden olan bir kişinin yazmış olduğu roman , hikaye türünden bir kitap değildir. Bu kitap 1500 yıl önce Allah katından inmiş, indiği zaman ve mekanda yaşayan insanların kültür , inanç ve örflerini dikkate alarak yanlışlarını düzelten , doğrulara ses çıkarmayan bir muhtevaya sahiptir. Bunları yaparken o günkü insanların kullandığı dil ve edebi üslubu kullanan Kur'an'ın doğru anlaşılması için bu arka planın bilinmesi şarttır.
[030.052] Şunu bil ki:Sen ne ölülere sesini duyurabilirsin, ne de arkasını dönüp uzaklaşan sağırlara bu dâveti işittirebilirsin.
[030.053] Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola döndüremezsin; ancak ayetlerimize inananlara duyurabilirsin; işte onlar Müslümanlardır.
Kur'an'ı anlamak gibi bir derdi olmayıp, bu kitap'ta çelişki aramaya yönelik çalışmalar ,sadece bu çalışmaları yapanların inkarcılıklarını artırmak ve kendilerini tatmin etmek için yaptıkları çabalamalar olarak kalacaktır. Art niyet olmaksızın , bazı ayetler arasında bulunan müşkül durumu öğrenmek isteyenler için bu kitap kendisini onlara açacak, ve kafalarındaki istifhamları giderecektir. Art niyetli bir yaklaşım sergileyenlere ise bu kitap kendini açmayacak , aksine inkarlarının artmasına vesile olacaktır.
Yazının hacmini büyültmemek için çelişki olduğu iddia edilen ayetlerden bir kaç tanesini örnek olarak buraya alalım ve üzerinde düşünmeye çalışalım ;
[021.016] Biz; göğü, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.
[044.038] Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki oyun olsun diye yaratmadık!
[029.064] Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilseler!
Yukarıda verdiğimiz Enbiya suresinin 16 , Duhan suresinin 38. ayetinde Allah (c.c) nin , yarattığı şeyleri boşa yaratmadığını buyururken , Ankebut s. 64. ayetinde dünya hayatının oyun ve eğlenceden ibaret olduğu yani geçici bir mekan olduğunu buyurmakla bu ayetler arasında çelişkiye düştüğü zannedilmektedir
Kur'an'a imana olmasa dahi, art niyet sahibi olmayan bir kimsenin kolayca anlayacağı bu ayetler arasındaki çelişkiyi fark edemeyen Allah (c.c) !! , bir gün gelip bir hafiye edasıyla kitabını araştırarak düştüğü çelişkileri fark eden kullarının çıkacağını hesap edemeyerek !! böyle çelişkili ayetler göndermiş olabilir mi ?.
Enbiya ve Duhan surelerindeki ayetlerde, Allah (c.c) gök ve yer ile arasındakileri bir amaca binaen yarattığını ifade etmek için "Oyun olsun diye yaratmadık" buyururken , Ankebut suresinde bizlere hitaben , yaşadığımız dünya hayatının mahiyetini bildiğimiz şeyler üzerinden anlatmaktadır. Bizler için oyun denilince aklımıza gelen ilk şeyin , geçici ve belirli bir süre zevk alacağımız bir şey olduğunu merkeze alarak , bu oyunun bir gün mutlaka biteceğini , asıl hayatın ahiret yurdu olduğunu bizlere hatırlatmaktadır.
[005.067] Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.
Maide s. 67. ayetinde Muhammed (a.s) ın Allah tarafından insanlara karşı korunacağının beyan edilmiş olması ile , İsrailoğullarının kendilerine gönderilen elçileri öldürdüğünü haber veren ayetler arasında , Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) ı ölümden koruyarak , İsrailoğullarına gönderdiği peygamberlerini ölümden neden korumadığı , bir çelişki olarak görülmektedir.
Kur'an'a art niyetli yaklaşmayan ve bu konuyu öğrenmek isteyen birisi, eğer böyle bir soru sormuş olsaydı ona şöyle bir cevap verebilirdik ;
Allah (c.c) hiç bir peygamberini, diğer peygamberine karşı bir ayrıcalık tanımamıştır. Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) tarafından korunması mucizevi bir şekilde değil , kendisinin aldığı tedbirler ile gerçekleşmiştir. Hiç bir savaşta kafirlerin karşısına geçerek bağrını açıp "Beni Allah koruyor beni öldüremezsiniz" şeklinde bir meydan okuma ile savaş meydanına çıkmamıştır. Her insan gibi savaş için gerekli olan zırhını kuşanarak eline kılıcını alarak meydana çıkmış ve böylece kafirlere karşı savaşmıştır.
Mekke'den Medineye hicreti esnasında , siyer kitaplarında anlatılan sığındıkları mağarada olan bazı harikulade olayların gerçekle alakası olmayıp , uydurmadan ibarettir. Öldürülme korkusu nedeniyle tedbir almayarak "Nasılsa Allah beni koruyacağını vaad etti" demiş olsa , kafirler tarafından bulunarak orada öldürülmüş olması içten bile değildi.
Allah (c.c) nin evrene koyduğu sebep-sonuç yasaları herkes için aynı şekilde çalışır. İsrailoğullarına gönderilmiş olan elçilerin bazılarının öldürülmüş olması , tamamen sebep-sonuç yasaları ile ilgilidir. Muhammed (a.s) ve onun yanındakiler tedbirli davranmayarak , yaptığı hatalar onu ölüme götürecek olsa idi, Allah (c.c) buna mani olmaz o da öldürülebilirdi.
Uhud savaşında yaralanmış olması, herkes için aynı şekilde çalışan sebep-sonuç yasalarının getirdiği bir sonuçtur.
Yani İsrailoğullarından olan bazı elçilerin öldürülmüş olması , onların düşmanları karşısında güçsüz kalmaları , Muhammed (a.s) ın öldürülmemiş olması ise , düşmanlarına karşı güçlü olmasıdır. Allah (c.c) nin bu konuda taraflı davranması asla söz konusu değildir.
[027.081] Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola döndüremezsin; ancak ayetlerimize inananlara sen duyurabilirsin; işte onlar Müslümanlardır.
[043.040] Sağırlara sen mi duyuracaksın? Yoksa körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi eriştireceksin?
Biz bu kitaba iman etmemiş birisine bu kitabın çelişkisiz olduğunu anlatmak için ne kadar dil döksek aslı yoktur. Bu kitapta çelişki olmadığına bir kişinin inanması için önce bu kitaba iman etmesi şarttır. Böyle bir inanca sahip olmayan birisi için bu kitap alelade bir insanın yazdığı bir kitap kadar dahi değeri olmayacaktır.
[018.006] Bu söze inanmayanların ardından üzülerek nerdeyse kendini mahvedeceksin!
[016.082] Eğer yüz çevirirlerse, sana düşenin sadece açıkça tebliğ olduğunu bil.
[006.107] Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onların vekili de değilsin.
Bazı Müslümanlar , bu gibi insanların akıbetlerini bildikleri için , onların yaptıklarına üzülmekte , ve inkarlarından vazgeçmeleri için onlara dil dökerek neredeyse yalvarmaktadır. Bu kimseler sahip olduğu düşünceye , hür iradeleri neticesinde varmakta , ve onları zorlamak gibi bir şansımız olmadığı gibi , böyle bir vazifemiz de yoktur.
Sonuç olarak : Kur'an'da çelişki olduğu iddiaları , bu kitap hakkında olumsuz düşünce sahibi olanların ortaya attığı bir iddia olup , temelinde inkar ve cehalet olan bir düşüncedir. Olayın asıl düşündürücü yanı , bu iddiaların bir kısım Müslüman tarafından kabul görebilmesidir. Bir Müslüman iman ettiği kitabın hiç bir yerinde çelişki olduğuna dair düşünce içinde bulunamaz.
Çelişki , Müslüman lügatında olmaması gereken bir kelimedir. Eğer bir ayet ile başka bir ayetin, birbiri ile arasında bağ kurulamaması sonucunda bir müşkilat ortaya çıkıyorsa , bu müşkilat, Kur'an'dan kaynaklanan değil , okuyan kişinin algılama hatasından kaynaklanmaktadır.
Kur'an, okudukça kendisini açan bir kitaptır. Kur'an okuyan kişi , her okudukça daha önceki yapmış olduğu okumalarda kafasına takılan bazı soruların cevabını bir sonraki okumada bulacaktır. Yeter ki okuyan kişi bu kitabı yanlış aramak için değil , hayat rehberi olduğuna iman ederek , rabbinin ona neler emrettiğini öğrenmek ve yaşamak için okusun.
Kur'an'a yeni yönelmiş bu bazı konularda araştırma yapan kişilerin gözüne , Kur'an'da çelişkili ayetler olduğuna dair iddiaların yer aldığı internet ortamında bazı siteler çarpabilir. Kur'an hakkında biraz bilgisi olan kişi , bu iddiaların ne kadar sığ iddialar olduğunu görecektir. Kur'an'ın tarihsel bağlamından , edebi ve ilk muhatapların kullandıkları dil üslubundan habersiz olan , bu kitabı roman veya hikaye türü bir eser zannı ile okuyan kimse için bu kitap elbette alelade bir kitap olarak görülecektir.
Bu kitabın Allah katından indirildiğini , alemlere hidayet ve rahmet olduğunu , çelişkisiz bir kitap olduğunu bilerek okuyanlar için ise , bu kitabın yol göstericiliği kıyamete dek sürecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an ayetleri arasında çelişki olduğu iddiası , bir takım insanlar tarafından ortaya atılmakta, ve aralarında çelişki olduğuna dair sunulan bir çok ayet , internet ortamındaki bazı sitelerinde yer almaktadır. Bu sitelerdeki iddiaları okuyan bazı kimselerin ise, kafalarında istifham oluşarak , böyle bir şeyin mümkün olup olmadığı konusunda tereddüte düşmektedirler.
Biz Kur'an'ın Allah (c.c) katından indiğine inanmayan insanların bu iddialarına cevap vermeye yönelik değil , bu gibi insanların açtıkları sitelerde ortaya koydukları iddiaları okuyan bazı Müslümanlarda oluşan istifhamları dikkate alarak , Kur'an hakkında nasıl bir düşünce içinde olunması gerektiği yönündeki fikirlerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Kur'an'da çelişki olduğuna dair delil olarak ortaya atılan bazı ayetler , geçmiş tefsirciler tarafından da ele alınarak üzerinde düşünülmüş, ve gerekli yorumlar yapılmıştır. Tefsir usulünde "Müşkilül Kur'an" başlığı altında yapılan çalışmalarda , çelişki olduğundan yola çıkılarak değil , iki ayet arasındaki müşkil'in çözümüne yönelik çalışmalar bu başlık altında toplanmış , ayetler arasındaki bağlantıyı kurmak yönünde çalışmalar yapılmıştır.
Kur'an'ın Allah (c.c) katından indiğine inanan bir Müslüman, aralarındaki ilgi bağını kuramadığı ayetler için "Bu ayetlerde çelişki var" veya "Acaba çelişki olabilir mi" cümlesini asla kullanmaz. Müslüman kişi, ayetler arasında asla çelişki olmadığına baştan kesin olarak iman ederek , çelişki gibi görünen durumun , kendisinin ayeti anlayamamasından kaynaklanan bir sonuç olduğunu bilir , ve o ayeti anlamak için çaba sarf eder.
[004.082] Kuran'ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah'tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı.
Müslüman , Kur'an'ın Allah katından gelen bir kitap olduğuna iman eden bir kimsedir. Böyle bir imanı olmayan kimse zaten Müslüman olamaz . Müslüman kelimesinin anlamı "Teslim olan" demek olduğuna göre , Allah'ın kitabına teslim olmayan kişi, haliyle Müslüman sıfatına sahip olamaz. Allah katından geldiğine inanılan bir kitabın çelişkili olduğunu iddia etmek , Allah ile boy ölçüşmeye kalkmak demektir. Onun indirdiği bir kitabı , onun yarattığı bir kulu eleştiriyor ve ona "Ey Allah'ım sen burada böyle , burada böyle diyerek, içinde çelişkiler ihtiva eden bir kitap indirmişsin" diyerek ona kafa tutmaya kalkıyor.
Kendisi gibi bir insan olan ve ilmi kariyer sahibi olan bir kimsenin görüşlerini eleştirirken bile ona saygılı bir biçimde davranan , veya onu eleştirmekten çekinen bazı kimseler , konu Kur'an olunca daha rahat davranarak , bu kitaba karşı hiç çekinmeden galiz hakaretler savurabilmektedirler.
[018.001] Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir.
Kur'an'da çelişki olduğunu iddia eden bir kimse ile tartışmaya girmek , maça 1- 0 mağlup başlamak anlamına gelecektir. Kişi , böyle bir çelişki iddiasını ortaya atmakla sizi kendi gündemine çekerek , kendi gündemi etrafında gerçekleşen bir tartışma ortamına sokmuş olur.
Bizim tavsiyemiz , böyle tartışmalara hiç girmemek , Kur'an'da çelişki olabilecek hiç bir ayetin olmadığını , çelişki olduğunu zannettiği şeyin kendi bilgisizliğinin bir sonucu olduğunu söyleyerek , çelişki olduğu iddia edilen ayetlerin nasıl bir anlama gelmiş olabileceğini veya nasıl bir mesajı olduğunu karşısındaki kişiye iman etmesini beklemeden uygun bir dil ile anlatmaya çalışmak olmalıdır. Bu gayret elbette , Kur'an'a hakimiyet , ve ayetler arasındaki anlam örgüsünü kurabilme yeteneğini gerektirmektedir. Böyle bir bilgi sahibi olmayan kişinin tartışmaya hiç girmemesi kendisi için daha uygundur.
[011.019] Bunlar Allah'ın yolundan alıkorlar ve o yolu eğriltmeğe çalışırlar; işte onlar ahireti inkar edenlerdir.
Kur'an'da çelişki olduğu iddiası ile ortaya çıkarak , delil olarak sunulan ayetleri çelişki olarak görme mantığının altında yatan en büyük neden, bu kitaba olan güvensizlik yani imansızlık olmakla birlikte , kendilerini Allah ile boy ölçüşebilecek düzeyde bir bilgi sahibi olduklarını zannedecek kadar dev aynasında görmenin getirdiği cahil cesaretidir.
Kur'an öncelikle beşer cinsinden olan bir kişinin yazmış olduğu roman , hikaye türünden bir kitap değildir. Bu kitap 1500 yıl önce Allah katından inmiş, indiği zaman ve mekanda yaşayan insanların kültür , inanç ve örflerini dikkate alarak yanlışlarını düzelten , doğrulara ses çıkarmayan bir muhtevaya sahiptir. Bunları yaparken o günkü insanların kullandığı dil ve edebi üslubu kullanan Kur'an'ın doğru anlaşılması için bu arka planın bilinmesi şarttır.
[030.052] Şunu bil ki:Sen ne ölülere sesini duyurabilirsin, ne de arkasını dönüp uzaklaşan sağırlara bu dâveti işittirebilirsin.
[030.053] Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola döndüremezsin; ancak ayetlerimize inananlara duyurabilirsin; işte onlar Müslümanlardır.
Kur'an'ı anlamak gibi bir derdi olmayıp, bu kitap'ta çelişki aramaya yönelik çalışmalar ,sadece bu çalışmaları yapanların inkarcılıklarını artırmak ve kendilerini tatmin etmek için yaptıkları çabalamalar olarak kalacaktır. Art niyet olmaksızın , bazı ayetler arasında bulunan müşkül durumu öğrenmek isteyenler için bu kitap kendisini onlara açacak, ve kafalarındaki istifhamları giderecektir. Art niyetli bir yaklaşım sergileyenlere ise bu kitap kendini açmayacak , aksine inkarlarının artmasına vesile olacaktır.
Yazının hacmini büyültmemek için çelişki olduğu iddia edilen ayetlerden bir kaç tanesini örnek olarak buraya alalım ve üzerinde düşünmeye çalışalım ;
[021.016] Biz; göğü, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.
[044.038] Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki oyun olsun diye yaratmadık!
[029.064] Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilseler!
Yukarıda verdiğimiz Enbiya suresinin 16 , Duhan suresinin 38. ayetinde Allah (c.c) nin , yarattığı şeyleri boşa yaratmadığını buyururken , Ankebut s. 64. ayetinde dünya hayatının oyun ve eğlenceden ibaret olduğu yani geçici bir mekan olduğunu buyurmakla bu ayetler arasında çelişkiye düştüğü zannedilmektedir
Kur'an'a imana olmasa dahi, art niyet sahibi olmayan bir kimsenin kolayca anlayacağı bu ayetler arasındaki çelişkiyi fark edemeyen Allah (c.c) !! , bir gün gelip bir hafiye edasıyla kitabını araştırarak düştüğü çelişkileri fark eden kullarının çıkacağını hesap edemeyerek !! böyle çelişkili ayetler göndermiş olabilir mi ?.
Enbiya ve Duhan surelerindeki ayetlerde, Allah (c.c) gök ve yer ile arasındakileri bir amaca binaen yarattığını ifade etmek için "Oyun olsun diye yaratmadık" buyururken , Ankebut suresinde bizlere hitaben , yaşadığımız dünya hayatının mahiyetini bildiğimiz şeyler üzerinden anlatmaktadır. Bizler için oyun denilince aklımıza gelen ilk şeyin , geçici ve belirli bir süre zevk alacağımız bir şey olduğunu merkeze alarak , bu oyunun bir gün mutlaka biteceğini , asıl hayatın ahiret yurdu olduğunu bizlere hatırlatmaktadır.
[005.067] Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.
Maide s. 67. ayetinde Muhammed (a.s) ın Allah tarafından insanlara karşı korunacağının beyan edilmiş olması ile , İsrailoğullarının kendilerine gönderilen elçileri öldürdüğünü haber veren ayetler arasında , Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) ı ölümden koruyarak , İsrailoğullarına gönderdiği peygamberlerini ölümden neden korumadığı , bir çelişki olarak görülmektedir.
Kur'an'a art niyetli yaklaşmayan ve bu konuyu öğrenmek isteyen birisi, eğer böyle bir soru sormuş olsaydı ona şöyle bir cevap verebilirdik ;
Allah (c.c) hiç bir peygamberini, diğer peygamberine karşı bir ayrıcalık tanımamıştır. Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) tarafından korunması mucizevi bir şekilde değil , kendisinin aldığı tedbirler ile gerçekleşmiştir. Hiç bir savaşta kafirlerin karşısına geçerek bağrını açıp "Beni Allah koruyor beni öldüremezsiniz" şeklinde bir meydan okuma ile savaş meydanına çıkmamıştır. Her insan gibi savaş için gerekli olan zırhını kuşanarak eline kılıcını alarak meydana çıkmış ve böylece kafirlere karşı savaşmıştır.
Mekke'den Medineye hicreti esnasında , siyer kitaplarında anlatılan sığındıkları mağarada olan bazı harikulade olayların gerçekle alakası olmayıp , uydurmadan ibarettir. Öldürülme korkusu nedeniyle tedbir almayarak "Nasılsa Allah beni koruyacağını vaad etti" demiş olsa , kafirler tarafından bulunarak orada öldürülmüş olması içten bile değildi.
Allah (c.c) nin evrene koyduğu sebep-sonuç yasaları herkes için aynı şekilde çalışır. İsrailoğullarına gönderilmiş olan elçilerin bazılarının öldürülmüş olması , tamamen sebep-sonuç yasaları ile ilgilidir. Muhammed (a.s) ve onun yanındakiler tedbirli davranmayarak , yaptığı hatalar onu ölüme götürecek olsa idi, Allah (c.c) buna mani olmaz o da öldürülebilirdi.
Uhud savaşında yaralanmış olması, herkes için aynı şekilde çalışan sebep-sonuç yasalarının getirdiği bir sonuçtur.
Yani İsrailoğullarından olan bazı elçilerin öldürülmüş olması , onların düşmanları karşısında güçsüz kalmaları , Muhammed (a.s) ın öldürülmemiş olması ise , düşmanlarına karşı güçlü olmasıdır. Allah (c.c) nin bu konuda taraflı davranması asla söz konusu değildir.
[027.081] Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola döndüremezsin; ancak ayetlerimize inananlara sen duyurabilirsin; işte onlar Müslümanlardır.
[043.040] Sağırlara sen mi duyuracaksın? Yoksa körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi eriştireceksin?
Biz bu kitaba iman etmemiş birisine bu kitabın çelişkisiz olduğunu anlatmak için ne kadar dil döksek aslı yoktur. Bu kitapta çelişki olmadığına bir kişinin inanması için önce bu kitaba iman etmesi şarttır. Böyle bir inanca sahip olmayan birisi için bu kitap alelade bir insanın yazdığı bir kitap kadar dahi değeri olmayacaktır.
[018.006] Bu söze inanmayanların ardından üzülerek nerdeyse kendini mahvedeceksin!
[016.082] Eğer yüz çevirirlerse, sana düşenin sadece açıkça tebliğ olduğunu bil.
[006.107] Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onların vekili de değilsin.
Bazı Müslümanlar , bu gibi insanların akıbetlerini bildikleri için , onların yaptıklarına üzülmekte , ve inkarlarından vazgeçmeleri için onlara dil dökerek neredeyse yalvarmaktadır. Bu kimseler sahip olduğu düşünceye , hür iradeleri neticesinde varmakta , ve onları zorlamak gibi bir şansımız olmadığı gibi , böyle bir vazifemiz de yoktur.
Sonuç olarak : Kur'an'da çelişki olduğu iddiaları , bu kitap hakkında olumsuz düşünce sahibi olanların ortaya attığı bir iddia olup , temelinde inkar ve cehalet olan bir düşüncedir. Olayın asıl düşündürücü yanı , bu iddiaların bir kısım Müslüman tarafından kabul görebilmesidir. Bir Müslüman iman ettiği kitabın hiç bir yerinde çelişki olduğuna dair düşünce içinde bulunamaz.
Çelişki , Müslüman lügatında olmaması gereken bir kelimedir. Eğer bir ayet ile başka bir ayetin, birbiri ile arasında bağ kurulamaması sonucunda bir müşkilat ortaya çıkıyorsa , bu müşkilat, Kur'an'dan kaynaklanan değil , okuyan kişinin algılama hatasından kaynaklanmaktadır.
Kur'an, okudukça kendisini açan bir kitaptır. Kur'an okuyan kişi , her okudukça daha önceki yapmış olduğu okumalarda kafasına takılan bazı soruların cevabını bir sonraki okumada bulacaktır. Yeter ki okuyan kişi bu kitabı yanlış aramak için değil , hayat rehberi olduğuna iman ederek , rabbinin ona neler emrettiğini öğrenmek ve yaşamak için okusun.
Kur'an'a yeni yönelmiş bu bazı konularda araştırma yapan kişilerin gözüne , Kur'an'da çelişkili ayetler olduğuna dair iddiaların yer aldığı internet ortamında bazı siteler çarpabilir. Kur'an hakkında biraz bilgisi olan kişi , bu iddiaların ne kadar sığ iddialar olduğunu görecektir. Kur'an'ın tarihsel bağlamından , edebi ve ilk muhatapların kullandıkları dil üslubundan habersiz olan , bu kitabı roman veya hikaye türü bir eser zannı ile okuyan kimse için bu kitap elbette alelade bir kitap olarak görülecektir.
Bu kitabın Allah katından indirildiğini , alemlere hidayet ve rahmet olduğunu , çelişkisiz bir kitap olduğunu bilerek okuyanlar için ise , bu kitabın yol göstericiliği kıyamete dek sürecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
10 Kasım 2016 Perşembe
Araf s. 167. Ayetindeki "Men" Edatının Çevirileri Üzerine Bir Mülahaza
Kur'an'ın indiği dilden başka bir dile çevrilmesi , veya bir ayetin yorumlanmasında, Arap dilini bilmenin gereği ile birlikte , ayetin diğer ayet ve konularla olan bağının kurulması önem arz etmektedir. Elimizde olan Kur'an çevirileri ve tefsirlerinde gözlemlenen bir durum olan, konu bütünlüğünün dikkat edilmemesi nedeniyle, bazı yanlış çeviri ve yorumların olduğu herkesin malumudur.
Bu yazımızda, Araf s. 167. ayetini ele alarak, bu ayetin çevirileri ile ilgili düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz. Ayet , 163. ayetten başlayan deniz kıyısında yaşayan bir topluluk ile ilgili kıssanın bağlamına dahildir. Kıssa ile ilgili olarak bundan önce bir yazımız mevcut olup , bu ayetin çevirisi ile ilgili düşüncemizi , ayrı bir başlık altında paylaşacağımızı söylemiştik.
وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكَ لَيَبْعَثَنَّ عَلَيْهِمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ مَن يَسُومُهُمْ سُوءَ الْعَذَابِ إِنَّ رَبَّكَ لَسَرِيعُ الْعِقَابِ وَإِنَّهُ لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ
Araf s. 167 ayetini ağırlıklı olarak yapılan çevirileri şu şekildedir ;
[007.167] Rabbin, kıyamet gününe kadar, onları, kötü azaba uğratacak KİMSELERİ üzerlerine göndereceğini bildirmişti. Doğrusu Rabbin, cezayı çabuk verir. Doğrusu O bağışlar ve merhamet eder.
Ayetin çevirisinde problem teşkil ettiğini düşündüğümüz nokta , ayet içindeki "Men" (kimse) edatının tekil olarak olması gereken anlamının , çoğul olarak "Kimseleri" şeklinde çevrilmiş olmasıdır. Bazılarımız bunu gereksiz bir ayrıntı olarak görebilir , fakat ayet içindeki geçen " Yesumuhum su el azabi" ibaresinin, diğer ayetler ile bağlantısının kurulması , "Men" edatının doğru olarak çevrilmesi ile bağlantılıdır. Men edatını "Kimse" olarak yerine "Kimseleri" şeklinde çevrildiği zaman, bu ibare ile kimin kast edilmiş olabileceği maalesef anlaşılamayacaktır.
Araştırma imkanı bulduğumuz çeviriler içinde, Ali Fikri Yavuz ve Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın ayeti , bu edata doğru anlam vererek ayeti çevirdiklerini gördük. Ancak Elmalılı mealinin sadeleştirilmişinde, bu edatın orjinal meale sadık kalmayarak çoğul olarak değiştirildiğini de gördüğümüzü burada söylemek istiyoruz.
Ali Fikri Yavuz :
O vakit (ey Rasûlüm), senin Rabbin yeminle şunu bildirdi: Muhakkak kıyamet gününe kadar, Yahudîler üzerine hep o kötü azâbı sürecek olan kimseyi gönderecektir. Gerçekten Rabbin cezayı çok çabuk verendir. Yine şüphe yok ki o, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.
Elmalılı Hamdi Yazır :
Ve o vakit rabbın şu ahdı i'lâm buyurdu: lâbüd kıyamet gününe kadar üzerlerine hep o kötü azâbı peyleyecek kimse gönderecek, şüphe yok ki rabbın çok seri' ıkablı, yine şüphe yok ki o çok gafur, çok rahîmdir
Araf s. 167. ayetinde geçen "Men" edatının doğru anlamını tespit ettikten sonra sıra, ayette bu edat ile kast edilen kişinin kim olduğunu tespit etmeye gelmektedir.
Ayet içinde geçen " Men yesumuhum su el azabi" (o kötü azâbı sürecek olan kimseyi) cümlesinin, Firavun'un İsrailoğullarına uyguladığı zulmün anlatıldığı ayetlerde geçen cümle ile ilgilisinin kurulmak sureti ile anlaşılmasının kolaylaşacağını düşünmekteyiz.
[002.049] sizi Firavun ailesinden de kurtardık, size azabın en kötüsünü reva görüyor (yesumuneküm su el azabi), oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı.
[007.141] sizi, Firavun ailesinin de kurtardık, hatırlasanıza, size azabın en kötüsünü reva görüyorlar, (yesumuneküm su el azabi)oğullarınızı öldürüyorlar, kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbiniz tarafından büyük imtihan vardı.
[014.006] Hani Musa kavmine demişti ki: Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Çünkü o, sizi azabın kötüsüne uğratan(yesumuneküm su el azabi) , kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı boğazlayan Firavun hanedanından kurtarmıştı. Bunda Rabbınızdan büyük bir imtihan vardır.
Yukarıdaki ayetler , İsrailoğullarının Firavun'dan gördüğü baskı ve zulümleri ifade etmektedir. İsrailoğullarının Firavun zulmü altına düşmeleri , Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasaların bir sonucu olup , Araf s. 167. ayeti bu durumu anlatmaktadır.
Allah (c.c) gönderdiği elçileri vasıtası ile , kullarının yeryüzünde işlediklerinin karşılığını nasıl alacaklarını bildirmiş ve bu karşılığı belirli bir yasaya bağlayarak ayrım gözetmeden bütün topluluklar üzerinde işletmiştir.
Araf s. 167. ayetinde " Rabbin, kıyamet gününe kadar, onları, kötü azaba uğratacak kimseyi üzerlerine göndereceğini bildirmişti" cümlesi , İsrailoğullarının daha önce kendi elleri ile işledikleri yüzünden Firavun tarafından azabın en kötüsüne uğratıldıklarını hatırlatarak , bu durumun bir kereye mahsus olmadığını , hak edişe bağlı olarak , kıyamete kadar her zaman tekrarlanabileceğini hatırlatmaktadır.
Burada dikkati çeken nokta , Firavun artık belirli bir zaman ve mekanda yaşamış olan tarihsel bir şahsiyet olmaktan çıkarak , kıyamete kadar gelecek ve insanlara zulmeden bir kimselerin sembolik ismi haline gelmiştir. Kur'an'ın Firavun'u zulmün evrensel sembolü haline getirmek sureti ile İsrailoğullarına örnek vermesi , onların Firavun zulmü altında yıllarca ezilerek büyük kayıplar verdiklerini kendilerinin çok iyi bildikleri içindir.
Araf s. 167. ayetinin , 163. ayetten başlayan bir bağlama sahip olduğunu hatırlamak , bu ayetin anlaşılmasında kolaylık sağlayacaktır. Deniz kıyısında yaşayan topluluk , kendilerine emredilen yasağı çiğnemek sureti ile , "Qıredeten hasiin" olarak ifade edilen duruma düşerek , 167. ayette düşülen bu durumun , tüm zamanlar için geçerli bir durum olduğu beyan edilmektedir.
Sonuç olarak : Araf s. 167. ayetindeki "Men" edatı , konu ve Kur'an bütünlüğü gözetilmemesi sebebiyle , tekil olarak anlam verilmesi gerekirken , çoğul olarak anlam verilmiştir. Uygun olmayan bu anlamın edata verilmiş olması , bu edat ile kast edilen kişinin Firavun olduğuna yapılan vurgunun es geçilmesine sebep olmuştur. Firavun , tarihte yaşamış ve zulmü ile maruf bir kişilik olarak , tüm zamanlarda gelecek olan zalimlerin ortak ismi haline Araf s. 167. ayetindeki vurgu ile gelmiştir.
Yazının çerçevesi ayet içindeki edatın çevirisi ile sınırlı olduğu için ayetin dahil olduğu deniz kıyısındaki topluluğun kıssası ve bu kıssanın vermek istediği mesajı konu alan yazımızın linki aşağıdadır.
https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2016/11/araf-s-163-171-ayetleri-bir-toplum-nasl.html
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu yazımızda, Araf s. 167. ayetini ele alarak, bu ayetin çevirileri ile ilgili düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz. Ayet , 163. ayetten başlayan deniz kıyısında yaşayan bir topluluk ile ilgili kıssanın bağlamına dahildir. Kıssa ile ilgili olarak bundan önce bir yazımız mevcut olup , bu ayetin çevirisi ile ilgili düşüncemizi , ayrı bir başlık altında paylaşacağımızı söylemiştik.
وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكَ لَيَبْعَثَنَّ عَلَيْهِمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ مَن يَسُومُهُمْ سُوءَ الْعَذَابِ إِنَّ رَبَّكَ لَسَرِيعُ الْعِقَابِ وَإِنَّهُ لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ
Araf s. 167 ayetini ağırlıklı olarak yapılan çevirileri şu şekildedir ;
[007.167] Rabbin, kıyamet gününe kadar, onları, kötü azaba uğratacak KİMSELERİ üzerlerine göndereceğini bildirmişti. Doğrusu Rabbin, cezayı çabuk verir. Doğrusu O bağışlar ve merhamet eder.
Ayetin çevirisinde problem teşkil ettiğini düşündüğümüz nokta , ayet içindeki "Men" (kimse) edatının tekil olarak olması gereken anlamının , çoğul olarak "Kimseleri" şeklinde çevrilmiş olmasıdır. Bazılarımız bunu gereksiz bir ayrıntı olarak görebilir , fakat ayet içindeki geçen " Yesumuhum su el azabi" ibaresinin, diğer ayetler ile bağlantısının kurulması , "Men" edatının doğru olarak çevrilmesi ile bağlantılıdır. Men edatını "Kimse" olarak yerine "Kimseleri" şeklinde çevrildiği zaman, bu ibare ile kimin kast edilmiş olabileceği maalesef anlaşılamayacaktır.
Araştırma imkanı bulduğumuz çeviriler içinde, Ali Fikri Yavuz ve Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın ayeti , bu edata doğru anlam vererek ayeti çevirdiklerini gördük. Ancak Elmalılı mealinin sadeleştirilmişinde, bu edatın orjinal meale sadık kalmayarak çoğul olarak değiştirildiğini de gördüğümüzü burada söylemek istiyoruz.
Ali Fikri Yavuz :
O vakit (ey Rasûlüm), senin Rabbin yeminle şunu bildirdi: Muhakkak kıyamet gününe kadar, Yahudîler üzerine hep o kötü azâbı sürecek olan kimseyi gönderecektir. Gerçekten Rabbin cezayı çok çabuk verendir. Yine şüphe yok ki o, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.
Elmalılı Hamdi Yazır :
Ve o vakit rabbın şu ahdı i'lâm buyurdu: lâbüd kıyamet gününe kadar üzerlerine hep o kötü azâbı peyleyecek kimse gönderecek, şüphe yok ki rabbın çok seri' ıkablı, yine şüphe yok ki o çok gafur, çok rahîmdir
Araf s. 167. ayetinde geçen "Men" edatının doğru anlamını tespit ettikten sonra sıra, ayette bu edat ile kast edilen kişinin kim olduğunu tespit etmeye gelmektedir.
Ayet içinde geçen " Men yesumuhum su el azabi" (o kötü azâbı sürecek olan kimseyi) cümlesinin, Firavun'un İsrailoğullarına uyguladığı zulmün anlatıldığı ayetlerde geçen cümle ile ilgilisinin kurulmak sureti ile anlaşılmasının kolaylaşacağını düşünmekteyiz.
[002.049] sizi Firavun ailesinden de kurtardık, size azabın en kötüsünü reva görüyor (yesumuneküm su el azabi), oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı.
[007.141] sizi, Firavun ailesinin de kurtardık, hatırlasanıza, size azabın en kötüsünü reva görüyorlar, (yesumuneküm su el azabi)oğullarınızı öldürüyorlar, kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbiniz tarafından büyük imtihan vardı.
[014.006] Hani Musa kavmine demişti ki: Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Çünkü o, sizi azabın kötüsüne uğratan(yesumuneküm su el azabi) , kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı boğazlayan Firavun hanedanından kurtarmıştı. Bunda Rabbınızdan büyük bir imtihan vardır.
Yukarıdaki ayetler , İsrailoğullarının Firavun'dan gördüğü baskı ve zulümleri ifade etmektedir. İsrailoğullarının Firavun zulmü altına düşmeleri , Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasaların bir sonucu olup , Araf s. 167. ayeti bu durumu anlatmaktadır.
Allah (c.c) gönderdiği elçileri vasıtası ile , kullarının yeryüzünde işlediklerinin karşılığını nasıl alacaklarını bildirmiş ve bu karşılığı belirli bir yasaya bağlayarak ayrım gözetmeden bütün topluluklar üzerinde işletmiştir.
Araf s. 167. ayetinde " Rabbin, kıyamet gününe kadar, onları, kötü azaba uğratacak kimseyi üzerlerine göndereceğini bildirmişti" cümlesi , İsrailoğullarının daha önce kendi elleri ile işledikleri yüzünden Firavun tarafından azabın en kötüsüne uğratıldıklarını hatırlatarak , bu durumun bir kereye mahsus olmadığını , hak edişe bağlı olarak , kıyamete kadar her zaman tekrarlanabileceğini hatırlatmaktadır.
Burada dikkati çeken nokta , Firavun artık belirli bir zaman ve mekanda yaşamış olan tarihsel bir şahsiyet olmaktan çıkarak , kıyamete kadar gelecek ve insanlara zulmeden bir kimselerin sembolik ismi haline gelmiştir. Kur'an'ın Firavun'u zulmün evrensel sembolü haline getirmek sureti ile İsrailoğullarına örnek vermesi , onların Firavun zulmü altında yıllarca ezilerek büyük kayıplar verdiklerini kendilerinin çok iyi bildikleri içindir.
Araf s. 167. ayetinin , 163. ayetten başlayan bir bağlama sahip olduğunu hatırlamak , bu ayetin anlaşılmasında kolaylık sağlayacaktır. Deniz kıyısında yaşayan topluluk , kendilerine emredilen yasağı çiğnemek sureti ile , "Qıredeten hasiin" olarak ifade edilen duruma düşerek , 167. ayette düşülen bu durumun , tüm zamanlar için geçerli bir durum olduğu beyan edilmektedir.
Sonuç olarak : Araf s. 167. ayetindeki "Men" edatı , konu ve Kur'an bütünlüğü gözetilmemesi sebebiyle , tekil olarak anlam verilmesi gerekirken , çoğul olarak anlam verilmiştir. Uygun olmayan bu anlamın edata verilmiş olması , bu edat ile kast edilen kişinin Firavun olduğuna yapılan vurgunun es geçilmesine sebep olmuştur. Firavun , tarihte yaşamış ve zulmü ile maruf bir kişilik olarak , tüm zamanlarda gelecek olan zalimlerin ortak ismi haline Araf s. 167. ayetindeki vurgu ile gelmiştir.
Yazının çerçevesi ayet içindeki edatın çevirisi ile sınırlı olduğu için ayetin dahil olduğu deniz kıyısındaki topluluğun kıssası ve bu kıssanın vermek istediği mesajı konu alan yazımızın linki aşağıdadır.
https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2016/11/araf-s-163-171-ayetleri-bir-toplum-nasl.html
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
9 Kasım 2016 Çarşamba
Araf s. 163 - 171. Ayetleri : Bir Toplum Nasıl Maymun Haline Getirilir ?
Allah (c.c) yaşadığımız arz üzerine bir takım yasalar koymuş , kişi ve toplumların yaşadıkları hayat içinde yaptıklarının karşılığını , Sünnetullah adı verilen yasalara bağlamıştır. Kıyamete kadar geçerli olacak bu toplumsal yasaların nasıl işlediğinin canlı örnekleri, İsrailoğulları üzerinden yapılan anlatımlar ile bizlere verilmektedir. Kur'an içinde önemli bir hacim tutan bu kavim ile ilgili anlatımlar, sadece onlara has olarak okunduğunda , toplumsal yasaların nasıl işlediğinin anlaşılarak ibret alınması yerine , sadece o kavmin tarihte başından geçen olaylar olarak okunacak, bu suretle maksat hasıl olmasına yönelik olmayan sınırlı bir okuma yapılmış olacaktır.
Bilindiği üzere Kur'an Araf suresi içinde , İsrailoğullarına mensup olan deniz kıyısındaki şehirde yaşayan bir topluluğun , Allah (c.c) nin koyduğu yasaklara uymamalarının cezası olarak maymun haline getirildiklerini anlatmaktadır. Ancak bu topluluğun maymun haline geldiğinin anlatılması bazı tefsir kitaplarında literal anlamda okunarak , fizyolojik olarak maymuna dönüştürüldükleri şeklinde bilgiler mevcuttur. Bu topluluğun fizyolojik olarak maymuna dönüştürüldüğü düşüncesi halen yaygın bir düşünce olup , maymun olma halinin fizyolojik olmadığını iddia edenler , modernistlik veya bazı suçlamalar ile karşı karşıya kalmaktadır.
Eski tefsirler incelendiğinde , olayın fiziksel olarak gerçekleşmediğini iddia eden müfessirlerin var olduğunun da görüleceğini burada hatırlatmak istiyoruz. Eğer bu konuda suçlama bir yapılacaksa , olayın fiziki olarak gerçekleşmediğini iddia edenlere karşı yapılan suçlamaların aynısı , bu doğrultuda düşünen eski müfessirlere de yapılması gerekmektedir.
Kur'an'da toplumların helak olması ile ilgili yapılan anlatımlar sebep - sonuç ilişkisi dahilinde, yani işlenen bir amel ve bunun karşılığında alınan karşılıklar olarak okunması gerekirken , sebepler terk edilerek sadece sonuca odaklanan bir okuma yöntemi şeklinde yapılmaktadır. Anlatılan sonuçlar üzerinde yorumların yapılması , asıl önemli nokta olan sebeplerin göz ardı edilerek , yapılan anlatımın mesajının alınmasına ve hayata aktarılmasına engel olmaktadır. Sebeplere odaklanarak yapılan okumalar , olayın tarihte yaşanmış bitmiş olmaktan çıkararak , evrensel bir boyutu olduğunu gösterecektir.
Bu ayetler ile ilgili olarak yapılacak en yanlış okuma ,sebeplerin terk edilerek sonuca odaklanan bir okuma, yani olayın gerçekleşme seklinin fizyolojik olarak gerçekleştiğini iddia etmek olacaktır. Olayın fizyolojik olarak değişime uğramak şeklinde gerçekleştiğini iddia etmek , böyle bir cezaya uğrayan topluluğun uğradığı cezanın benzerinin , aynı suçları işleyen tarihin değişik zaman ve mekanlarında yaşayan insanlara karşı neden uygulanmadığı sorusunun cevabının verilmesini güçleştirecektir.
Bu ayetlere yönelik okuma yöntemi sebeplerin öne çıkarılması şeklinde yapılarak, tarihi bağlamında bırakılmadan bize dönük mesajlar olarak okunmalı, yapılan bu anlatımlardan okuyucular ibret almalı , yapılan hatalar tarihin hangi zaman ve mekanında işlenirse işlensin , Sünnetullah gereği aynı ceza ile karşılık göreceği şeklinde okunarak, verilen maymun olma cezasının evrensel bir karşılığı bulunmalıdır.
Konumuz olan ayetlerde , İsrailoğullarına mensup deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun, kendilerine konulmuş olan , cumartesi çalışmama yasağını yasağını ihlal etmeleri sonucunda başlarına gelenler anlatılmaktadır. Ayetler, sadece o topluluğun başına gelenleri anlatmakla kalmamakta , aynı zamanda kıyamete kadar aynı suçları işleyenlerin de, aynı akıbete uğrayacaklarını haber vermektedir.
Konumuz olan ayetleri iki bölüme ayırarak önce deniz kıyısındaki halkın yaptıkları ve başlarına gelenlerin anlatıldığı ayetler kısmını okumaya çalışacağız. Ayetlerin ikinci bölümü , o topluluğun başına gelenlerin Sünnetullah gereği olduğunu bizlere hatırlatarak , kıssadaki asıl mesajı anlamamızı kolaylaştıracaktır.
[007.163] Onlara; denizin kıyısındaki o kasabanın durumunu sor. Hani onlar, cumartesi gününü ihlal ederek haddi aşmışlardı. Zira cumartesi günleri balıkları sürüyle geliyor, cumartesi tatili yapmayacakları gün ise gelmiyordu. İşte biz, fasıklık eder oldukları için onları böylece imtihan ediyorduk.
[007.164] Aralarından bir topluluk: «Allah'ın yok edeceği veya şiddetli azaba uğratacağı bir kavme niçin öğüt veriyorsunuz?» dediler. Öğüt verenler: «Rabbinize, hiç değilse bir özür beyan edebilmemiz içindir, belki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar» dediler.
[007.165] Kendilerine yapılan nasihatları unuttukları vakit, o kötülükten alıkoyanları kurtarıp zulmedenleri de yaptıkları kötülükler sebebiyle şiddetli bir azaba uğrattık.
[007.166] Böylece onlar kibre kapılıp yasak kılınan şeylerden vazgeçmeyince, biz de onlara, hor ve zelil maymunlar olun, dedik.
Ayetler , işledikleri bazı suçlar sebebi ile daha önce kendilerine helal olan bazı şeylerin haram kılındığı (Nisa s. 160-161) İsrailoğullarından olan bir topluluğun, kendilerine yasak edilen cumartesi günü çalışma yasağını delmeleri sonucunda Allah (c.c) tarafından cezaya çarptırılmasını anlatmaktadır.
Ayetleri dikkatli okuyacak olursak , topluluğun 3 farklı kesime ayrıştığı görülebilir.
1- Yasağı ihlal edenler.
2- Yasağı ihlal etmeyenler , ihlal edenleri uyaranlar.
3- Yasağı ihlal etmeyenler, fakat ihlal edenleri uyarmayanlar.
Ayetler , 1. ve 3. guruptakilerin helak olduğunu , 2. guruptaki insanların kurtulduğunu beyan etmektedir. Topluluğun helakına sebep olan cumartesi yasağını güncelleyerek kıssanın bize dair nasıl bir mesaj vermek istemiş olabileceği üzerinde düşündüğümüzde, Adem kıssasındaki yasak ağaç gibi , "Allah (c.c) nin insanların işlememesini emrettiği fiillerin tamamı" şeklinde genelleştirerek yeniden tarif edecek olursak , anlatılan kıssanın güncel mesajını anlamak kolaylaşacaktır.
Bu kıssa öncelikle , toplumların yaşam biçiminin hangi sistem üzerine kurulması noktasında mesajlar vermektedir. Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı olması nedeniyle insanların yaşamlarını düzenleyecek kurallar vaz etme yetkisine sahip tek ilahtır. Cumartesi yasağı , böyle bir düzenlemeyi bizlere anlatmaktadır. Konuyu sadece balık avlama yasağı olarak dar bir kapsamda değil , daha geniş bir kapsamda düşünerek , Allah (c.c) nin bir toplumun yaşamı için gerekli olan kuralların bütünü olarak genişlettiğimizde , kıssa tarihsel olmaktan çıkarak , evrensel bir mesaj taşıyan kıssa haline gelecektir.
Kıssada anlatılan 3 gurup halk , bütün toplumlarda yaşayan halkı özetlemektedir. Bir toplum içinde asıl olan yaşam biçimi, kıssa içinde anlatılan 2. guruptaki insanlardan oluşması gerekirken , 1. gurupta olan insanlar toplumun ifsat olmasına yol açan eylemler yaparak toplumun yıkımının gerçekleşmesine sebep olmaktadırlar. 3. gurup insanlar ise , ifsad hareketinin içinde olmasalar bile , yapılanlara sessiz kalarak , "Bana ne" , "Bana dokunmayan bin yıl yaşasın" kabilinden bir yaşam sürenlerdir. Bu guruptaki insanlar pasif iyi olmakla kendilerini kurtardıkları zannetseler bile , 1. guruptaki insanların yaktığı ateş , onların da yanmasına sebep olacaktır.
Toplumlarda birlik ve beraberlik , o toplumun hayatiyetinin devamı için çok önemlidir. Birlik ve beraberliğini kaybetmiş olan toplumlar , parça parça olarak kuvvetten düşmek sureti ile , emperyalist devletlerin tasallutu altına girmekten kurtulamayacaklardır. Firavun'un halkını parçalara ayırarak güçten düşürdüğünü (Kasas s.4) hatırlayacak olursak, zalimlerin saltanatlarını ayakta tutmak için kullandıkları en önemli yöntem , halkın birliğini ve beraberliğini bozacak unsurları ortaya çıkarmak sureti ile onları düşman hale getirmesidir.
Mazlumların Firavunların saltanatlarını yıkmak için kuvvet oluşturmak yerine , birbirleri ile savaşarak güçten düşmek sureti ile , kuvvetlerinin elden gitmesi , en çok Firavunları mutlu edecektir. Mazlumların birbirleri ile savaşarak parça parça olması , Firavunların iktidarının daha da sağlamlaşmasını sağlayacaktır.
[008.046] Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
Enfal s. 46. ayeti , bir toplumun ayakta kalmasının nasıl mümkün olacağını bildiren bir ayet olup , bu ayetin deniz kıyısında yaşayan topluluğun yıkımı ile alakasını şu şekilde kurabiliriz;
"Allah ve Resulüne itaat" olarak özetlenen yaşam biçimi , toplumun bütün katmanları tarafından hayata geçirildiğinde fırka , hizip , tarikat , parti , mezhep , meşrep , ırk , kavim gibi insanların ayrışmalarına sebep olabilecek unsurlar arkaya itilerek , toplumun en üst kimliği üzerinden birlikteliğin sağlanmış olması , o toplumun bütün bireylerinin birlik ve beraberlik içinde olmasını sağlayan ana unsurdur. Üst kimlik üzerinden birliktelik oluşturmuş olan toplumlar , daha kuvvetli ve düşmanları tarafından yok edilmesi daha zor toplumlar olacaklardır.
Deniz kıyısındaki topluluğa dönecek olursak , "Üst Kimlik" olarak ifade edebileceğimiz "Allah'a itaat" şeklindeki hayat sisteminin bir kısım tarafından terk edilmesi ile ortaya çıkan durum , toplumun birlik ve beraberliğinin bozulması anlamına gelmektedir. toplumun 3 guruba ayrılması , 2. guruptaki hak üzere toplumun daha az , 1. ve 3. guruptakilerin daha çok olması nedeni ile toplumun bozulmasına sebep olmaları , bu toplumun Enfal s. 46. ayetinde olduğu gibi KUVVETİNİN GİTMESİ VE DAĞILMASI anlamına gelmektedir.
İşte bu durum, bir toplumun MAYMUN OLMA sürecine girmesi anlamına gelmektedir.
Birlik ve beraberliğini yitirerek parça parça hale gelen toplumlar , düşmanları için kolay lokma haline gelerek , yenilmesi ve yutulması daha kolay bir hale dönüşecektir.
166. ayette geçen, "Qulna lehüm künü qıredeten hasiin" (onlara zelil maymunlar olunuz dedik) cümlesi üzerinde biraz durmak gerektiğini düşünmekteyiz.
Bu ifadenin bir toplumun bir anda fizyolojik bir dönüşüme uğramasını ifade etmediğini düşünmekteyiz. Bakara s. 243. ayetinde " Binlerce kişinin memleketlerinden ölüm korkusuyla çıktıklarını görmedin mi? Allah onlara «ÖLÜN» dedi. Sonra onları DİRİLTTİ. Allah insanlara bol nimet verir, fakat insanların çoğu şükretmezler." şeklindeki beyanı dikkate alarak 166.ayeti düşündüğümüzde bize bu noktada bir yol gösterecektir. Çünkü bu ayet , Araf s. 166. ayeti gibi fizyolojik anlamda ölüm ve dirimi değil , toplumsal yasalar gereğince meydana gelen bir sürecin sonucunu anlatmaktadır.
Bakara s. 243. ayetinde geçen "Ölüm" ve "Diriliş" kelimeleri, hakiki anlamda bir ölüm ve sonrası dirilmeyi değil , toplumların güçsüz kalmaları nedeniyle , topraklarının düşmanları tarafından işgale uğramasını , yani mecaz anlamda ölmesini , toprakları işgale uğrayan toplumun , bu işgalin ardından yeniden toparlanarak, işgale uğrayan topraklarını geri almasını , yani mecaz anlamda dirilmesini ifade etmektedir.
Araf s. 166. ayetindeki olayı da bu bağlamda değerlendirmek gerektirdiğini düşünmekteyiz.
"Qıredeten" kelimesi : "Maymun" anlamına gelmekle birlikte , yün ve yapağı yoluntusu , yaprakları sıyrılmış hurma dalı anlamına da gelmektedir.
"Hasee" kelimesi : hor , hakir , zelil duruma düşmek anlamındadır.
Bu kıssa sadece 166. ayet ile son bulmamakta , 167-168-169-170-171. ayetler de kıssanın bağlamı ile yakından alakalı ayetlerdir. Kıssanın asıl anlatım amacını bu ayetlerdeki beyanlar teşkil etmektedir. Sadece kıssanın ilk bölümünü okuyarak , ikinci bölümünü okumamak veya sadece ikinci bölümünü okuyarak birinci bölümünü okumamak, asıl mesajı anlamaya engel olacaktır.
[007.167] Rabbin, kıyamet gününe kadar, o kimse ki onları azabın kötüsüne layık görecek olanı üzerlerine göndereceğini bildirmişti. Doğrusu Rabbin, cezayı çabuk verir. Doğrusu O bağışlar ve merhamet eder.
Araf suresi 167. ayeti maalesef tek olarak alınarak , rivayet kitaplarında mevcut olan , kıyamete yakın bir zamanda Yahudiler ile Müslümanlar arasında meydana gelecek olan bir savaşın delili olarak okunmaktadır. Bu ayet sadece kıyamete yakın olacak bir olayı değil , hak edişe bağlı olarak tüm zamanlarda meydana gelebilecek, ve sadece Yahudilere has olarak değil , bütün topluluklar için geçerli olacak bir sonucu hatırlatmaktadır.
"Teezzene" (bildirmişti) ifadesi , bu durumun daha önce bildirilmiş yani yasalaşmış olduğunu , ve işleyiş yasalarının bir gereği olarak , hak eden toplumun başına geldiğini anlatmaktadır.
"Sünnetullah" dediğimiz toplumsal yasalar , bazı nedenlerden ötürü güçsüz durumda kalan toplulukların , düşmanları tarafından işgal edilmesi şeklinde çalışmaktadır. 167. ayet bu yasayı hatırlatmakta, ve "Men yesumuhum su el azabi" (o kimse ki onları azabın kötüsüne layık görecek) cümlesinin, aynı ibarenin geçtiği Firavun'un İsrailoğullarına yaptığı soykırımın anlatıldığı ayetler ile bağının kurularak okunması , konunun daha doğru anlaşılmasını sağlayacaktır.
Burada kısaca 167. ayetindeki "Men" edatının, "kimseleri" şeklinde yapılan çevirisinin uygun bir çeviri olmadığını , bu konuyu ayrıca müstakil bir başlık olarak ele alacağımızı hatırlatalım.
Kur'an'ın Firavun'dan bahsederken İsrailoğullarına yaptığı zulüm için kullandığı "Yesumuneküm su el azabi" (size azabın kötüsünü reva gören) ibaresinin, 167. ayet ile bağını kurmaya çalışırsak şunları söyleyebiliriz ;
İsrailoğullarının Firavun'un esareti altına düşmeleri , yine toplumsal bir yasa sonucunda kendi ellerinin işledikleri yüzünden güçsüz duruma düşmeleri sebebi iledir. Firavun sadece belirli bir zaman içinde yaşamış İsrailoğullarına zulmeden şahsiyet olmaktan çıkarak , Araf s. 167. ayetinde evrensel bir şahsiyete dönüşerek , tüm zamanlarda hak edişe bağlı olarak , toplumların başına musallat olacak zalimlerin ortak adı haline gelmiştir.
Firavun , yaşamış ve zulmü ile meşhur bir şahsiyet olarak, İsrailoğullarına en kötü zulmü reva görmüş, ve gördükleri zulüm İsrailoğullarının dilinde nesilden nesile aktarılarak, onlar için acı bir anı olarak akıllarda kalıcı bir şekilde yer etmiştir.
Kan , gözyaşı ve zulmün evrensel bir adı olan "Firavunlar" , hak edişe bağlı olarak güçsüz kalan toplulukların başlarına musallat olarak , onların can , mal ,ırz , namus , doğal kaynakları gibi her neler varsa sömürerek , kendilerinin zenginliklerine ilave etmek için kıyamete kadar insanlık tarihi içinde var olacaklardır.
Maymun haline getirilme konusunu , bu söylediklerimizin çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman, bu durumu fizyolojik değişimden öte , insanların hayatlarındaki yanlış sistemlerden kaynaklanan fillerin getirdiği toplumsal yıkımlar sonucunda , başkalarının esareti altına girmenin adını "MAYMUN HALİNE GETİRİLMEK" olarak ifade edebiliriz. Firavun ve askerlerinin İsrailoğullarına yapmış olduğu zulüm , bir insana yapılamayacak kadar vahşice bir eylemdir. İsrailoğullarına Firavun tarafından reva görülen zulüm , hayvana dahi reva görülmeyecek derecede olmuş olsa dahi , bu zulüm onların hayvan yerine konulması olarak anlaşılabilir.
Ayrıca "Qıredeten" kelimesinin maymun anlamından ayrı olarak , "yün ve yapağı yoluntusu , yaprakları sıyrılmış hurma dalı " gibi anlamları da mevcut olup , "Qulna lehüm künü qıredeten hasiin" ibaresini , yolunan yünlerin rüzgarda sağa sola uçuşması , hurma dalının meyvesiz hali üzerinden, o kavmin topraklarından sürülerek,sağa sola bölük pörçük kabileler halinde dağıtılması olarak okumakta mümkündür. İsrailoğullarının tarihine baktığımızda hayatlarının topraklarından sürülmek sureti ile sürgünlerde geçmiş olması , böyle bir anlamın da makul olabileceği yönünde bizi düşündürmektedir.
Araf s. 168. ayette , kelimenin sürgün edilmek şeklinde yorumlanabilecek anlamına uygun bir ifade bulunması , bizim bu düşüncemizi kuvvetlendirmektedir.
[007.168] Ve onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık. İçlerinde iyi olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.
Yaptıklarının neticesinde topraklarından ayrılarak sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan İsrailoğullarının sürgünde geçen hayatları, 168. ayet içinde anlatılmaktadır. Bir toplumun yaşadığı hayat içinde başlarından geçenler " bazan nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik" şeklinde ifade edilmekte , başlarından geçen imtihanlara sabredenler "İçlerinde iyi olanları" şeklinde , imtihana sabredemeyenler ise "olmayanları" olarak ifade edilmektedir.
[007.169] Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım 'kötü kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya) nın geçici-yararını alıyor ve: «Yakında bağışlanacağız» diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı da okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Halâ akıl erdirmeyecek misiniz?
Konumuz olan ayetlerin Medine de inmiş olduğunu dikkate aldığımızda , bu ayet o günkü yaşayan Yahudileri hedef almakta, ve onların inançlarının yanlışlığına vurgu yapmaktadır. Deniz kıyısında yaşayan topluluğun kıssasını anlatarak , yaptıkları yanlışlar yüzünden o topluluğun başına gelenlerin anlatılmasının ardından , Medine Yahudilerini hedef alan bu ayet , o günkü muhataplara zımnen şöyle demektedir ;
Ey Yahudiler , sizden önceki atalarınız olan deniz kıyısında yaşayanlar , benim onlara emrettiğim yasakları çiğnemek sureti ile , kendi ellerinin hak ettikleri cezaya kavuştular , siz de benim size olan emirlerimi çiğneyecek olursanız, önceki atalarınızın çarptırıldığı cezanın aynısına kavuşursunuz.
Nisa s. 47. ayetine baktığımızda, Yahudileri şu şekilde tehdit etmektedir.
[004.047] Ey ehl-i kitap! Biz, birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden, yahut onları, cumartesi ashabı gibi lânetlemeden önce (davranarak), size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimize (Kitab'a) iman edin; Allah'ın emri mutlaka yerine gelmiştir.
Nisa s. 47. ayetinde, kitap ehlinden olan Yahudiler , kendilerine gelen elçi ve kitabı kabul etmeye davet edilerek , bu doğrultuda hayat sürmedikleri takdirde , kendilerinden öncekilerin başına gelen ile tehdit edilmektedirler. Ayet içinde geçen "Allah'ın emri mutlaka yerine gelmiştir" cümlesi , tehdidin daha önce gerçekleştiğini , aynı suçun işlendiği takdirde, aynı cezanın yerine geleceğini haber vermektedir.
Yahudiler kendilerine verilen emri yerine getirmeyerek elçi ve kitaba iman etmediklerini ve bu hatalarının karşılığını nasıl aldıklarını , yani Nisa s. 47. ayetindeki tehdidin nasıl gerçekleştiğini , yine Kur'an haber vermektedir.
[059.002] Kitap ehlinden inkarcı olanları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Oysa ey inananlar! Çıkacaklarını sanmamıştınız, onlar da, kalelerinin kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı onlara beklemedikleri yerden geldi, kalblerine korku saldı; evlerini kendi elleriyle ve inananların elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri! Ders alın.
[059.003] Eğer Allah, onlara sürgünü yazmamış olsaydı, muhakkak onları (yine) dünyada azablandırırdı. Ahirette ise onlar için ateş azabı vardır.
[059.004] Bu, Allah'a ve Peygamberine karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah'a karşı gelirse bilsin ki Allah'ın cezalandırması şüphesiz çetindir.
Haşr suresindeki bu ayetlerde, Yahudilerin Medine den sürgün edilmesi anlatılmaktadır. Nisa s. 47. ayetinde haber verilen tehdidin gerçekleştiği, bu ayet ile haber verilmektedir. Nisa s. 47. ayetindeki "cumartesi ashabı gibi lânetlemeden önce" cümlesi, bu topluluğun "Qıredeten hasiin" şeklinde ifade edilen bir lanetin benzerine uğradığını haber vermektedir.
Yahudilerin uğradığı lanet , Allah ve elçisine iman etmemek sureti ile fesada devam etmelerinden dolayı , ister maymun haline gelmek olsun , ister sürgün edilmek olsun , bu cezalar tüm zamanlar için geçerli olan cezalardır. Maymun haline getirilmek fiziki anlamda değil , hayvan muamelesi edilmek sureti ile , Firavunların elinde soykırıma uğramak olarak anlaşılması daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Yahudilerin , Medine de gördüğü muamele zulüm değil , işledikleri fesadın ortadan kaldırılmasına yönelik bir hareket olduğunu hatırlatmak isteriz. Tarih içinde İsrailoğulları , büyük zulümlere elbette uğramışlardır , ancak Medine de gördükleri karşılık , yapmış oldukları fesadın bir sonucu olarak , Sünnetullah'ın Müslümanlar eli ile işlemiş olmasıdır.
[007.170] Kitab'a sımsıkı sarılıp salatı ikame edenler var ya, işte biz böyle ISLAHA çalışanların ecrini zayi etmeyiz.
Islah kelimesi , fesat kelimesinin zıddı bir kelime olup , İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda bu kelimeyi Kur'an içinde sıkça görmekteyiz. 170. ayet , arz üzerinde kişi ve toplumların feci sonlara uğramadan bir hayat sürmesinin anahtarını işaret eden ayetlerden bir tanesidir. Kitaba sarılan ve onun gereklerini ayakta tutarak , yeryüzünü ıslaha çalışanlar , işlediklerinin karşılığını alarak hem dünya hem de ahirette felaha ereceklerdir.
[007.171] Bir zamanlar dağı İsrailoğullarının üzerine gölge gibi kaldırdık da üstlerine düşecek sandılar. «Size verdiğimi (Kitab'ı) kuvvetle tutun ve içinde olanı hatırlayın ki korunasınız» dedik.
Bu ayette , israiloğullarından alınan sözden bahsedilmektedir. Onlardan alınan bu sözün , dağın sanki bir gölgelik gibi üzerlerine kaldırılmış olduğu halde alındığı bildirilmektedir. Bu olayın mecaz bir olay gerçek olarak vaki olmuş olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü , dağın bir gölgelik gibi üzerlerine kaldırılmış olması ve onların dağın üzerlerine düşecek sanması , bu olayın gerçek olarak vaki olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Böyle bir durumda verdikleri sözden dönmüş olmaları , bu topluluğun nasıl bir yapı da olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekici olduğunu göstermektedir.
Sonuç olarak : Kur'an İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda , toplumların sürdürmüş oldukları yaşam biçimlerinin onları nasıl bir sona sürükleyeceğini canlı örnek olarak bizlere göstermektedir. Deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun maymun haline getirildiğinin anlatılması , literal bir okuma şeklinde değil , evrensel bir mesaj içermiş olabileceği açısından okunmaya çalışıldığı takdirde kıssa, tarihte yaşamış bir topluluk ile sınırlı olmaktan çıkarak , tarihin hangi zaman ve mekanında yaşarlarsa yaşasınlar , aynı suçu işleyenlerin uğrayacağı cezayı haber vermektedir.
Toplumsal yasaların işleyişini merkeze alan , ve bu yasaların işleyişinin yaşanmış kıssalar ile bizlere gösterilmiş olduğu düşüncesinden yola çıkılarak yapılacak okumalar , Kur'an'ı masal kitabı olmaktan çıkararak , hayatın içinden mesajlar veren , hayatları düzenleyen , ve yaşanan hayatların dünya ve ahiret karşılığını haber vererek , canlı ve diri bir kitap olarak bilinmesini ve hayata yansıtılmasını sağlayan bir kitap haline gelecektir.
Bir toplumun maymun haline getirilmesi demek , başka insanların elinde tahakküm altına alınma , ve topraklarından sürülme hali olarak anlaşıldığı zaman , ayetler tarihteki bir olayı anlatmaktan çıkarak , evrensel mesajlar haline dönüşecektir.
Yazımızın , deniz kıyısında yaşayan topluluğun , fizyolojik olarak maymuna dönüştürülmediğini ispat etmeye yönelik bir çalışma olmadığını hatırlatmak isteriz. Böyle bir dönüşümün olmadığı yönündeki düşüncelerin , geçmişteki tefsirciler tarafında da dile getirilmiş olduğunu hatırlatarak , modernizm kokan bir düşünce olarak görülmemelidir.
Yazımızda kıyamete kadar işleyecek olan toplumsal yasaları yani Sünnetullah'ı merkeze alarak ,bu doğrultuda kıssayı okumaya , ve bu kıssadan hisse çıkarmaya gayret ettik.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bilindiği üzere Kur'an Araf suresi içinde , İsrailoğullarına mensup olan deniz kıyısındaki şehirde yaşayan bir topluluğun , Allah (c.c) nin koyduğu yasaklara uymamalarının cezası olarak maymun haline getirildiklerini anlatmaktadır. Ancak bu topluluğun maymun haline geldiğinin anlatılması bazı tefsir kitaplarında literal anlamda okunarak , fizyolojik olarak maymuna dönüştürüldükleri şeklinde bilgiler mevcuttur. Bu topluluğun fizyolojik olarak maymuna dönüştürüldüğü düşüncesi halen yaygın bir düşünce olup , maymun olma halinin fizyolojik olmadığını iddia edenler , modernistlik veya bazı suçlamalar ile karşı karşıya kalmaktadır.
Eski tefsirler incelendiğinde , olayın fiziksel olarak gerçekleşmediğini iddia eden müfessirlerin var olduğunun da görüleceğini burada hatırlatmak istiyoruz. Eğer bu konuda suçlama bir yapılacaksa , olayın fiziki olarak gerçekleşmediğini iddia edenlere karşı yapılan suçlamaların aynısı , bu doğrultuda düşünen eski müfessirlere de yapılması gerekmektedir.
Kur'an'da toplumların helak olması ile ilgili yapılan anlatımlar sebep - sonuç ilişkisi dahilinde, yani işlenen bir amel ve bunun karşılığında alınan karşılıklar olarak okunması gerekirken , sebepler terk edilerek sadece sonuca odaklanan bir okuma yöntemi şeklinde yapılmaktadır. Anlatılan sonuçlar üzerinde yorumların yapılması , asıl önemli nokta olan sebeplerin göz ardı edilerek , yapılan anlatımın mesajının alınmasına ve hayata aktarılmasına engel olmaktadır. Sebeplere odaklanarak yapılan okumalar , olayın tarihte yaşanmış bitmiş olmaktan çıkararak , evrensel bir boyutu olduğunu gösterecektir.
Bu ayetler ile ilgili olarak yapılacak en yanlış okuma ,sebeplerin terk edilerek sonuca odaklanan bir okuma, yani olayın gerçekleşme seklinin fizyolojik olarak gerçekleştiğini iddia etmek olacaktır. Olayın fizyolojik olarak değişime uğramak şeklinde gerçekleştiğini iddia etmek , böyle bir cezaya uğrayan topluluğun uğradığı cezanın benzerinin , aynı suçları işleyen tarihin değişik zaman ve mekanlarında yaşayan insanlara karşı neden uygulanmadığı sorusunun cevabının verilmesini güçleştirecektir.
Bu ayetlere yönelik okuma yöntemi sebeplerin öne çıkarılması şeklinde yapılarak, tarihi bağlamında bırakılmadan bize dönük mesajlar olarak okunmalı, yapılan bu anlatımlardan okuyucular ibret almalı , yapılan hatalar tarihin hangi zaman ve mekanında işlenirse işlensin , Sünnetullah gereği aynı ceza ile karşılık göreceği şeklinde okunarak, verilen maymun olma cezasının evrensel bir karşılığı bulunmalıdır.
Konumuz olan ayetlerde , İsrailoğullarına mensup deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun, kendilerine konulmuş olan , cumartesi çalışmama yasağını yasağını ihlal etmeleri sonucunda başlarına gelenler anlatılmaktadır. Ayetler, sadece o topluluğun başına gelenleri anlatmakla kalmamakta , aynı zamanda kıyamete kadar aynı suçları işleyenlerin de, aynı akıbete uğrayacaklarını haber vermektedir.
Konumuz olan ayetleri iki bölüme ayırarak önce deniz kıyısındaki halkın yaptıkları ve başlarına gelenlerin anlatıldığı ayetler kısmını okumaya çalışacağız. Ayetlerin ikinci bölümü , o topluluğun başına gelenlerin Sünnetullah gereği olduğunu bizlere hatırlatarak , kıssadaki asıl mesajı anlamamızı kolaylaştıracaktır.
[007.163] Onlara; denizin kıyısındaki o kasabanın durumunu sor. Hani onlar, cumartesi gününü ihlal ederek haddi aşmışlardı. Zira cumartesi günleri balıkları sürüyle geliyor, cumartesi tatili yapmayacakları gün ise gelmiyordu. İşte biz, fasıklık eder oldukları için onları böylece imtihan ediyorduk.
[007.164] Aralarından bir topluluk: «Allah'ın yok edeceği veya şiddetli azaba uğratacağı bir kavme niçin öğüt veriyorsunuz?» dediler. Öğüt verenler: «Rabbinize, hiç değilse bir özür beyan edebilmemiz içindir, belki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar» dediler.
[007.165] Kendilerine yapılan nasihatları unuttukları vakit, o kötülükten alıkoyanları kurtarıp zulmedenleri de yaptıkları kötülükler sebebiyle şiddetli bir azaba uğrattık.
[007.166] Böylece onlar kibre kapılıp yasak kılınan şeylerden vazgeçmeyince, biz de onlara, hor ve zelil maymunlar olun, dedik.
Ayetler , işledikleri bazı suçlar sebebi ile daha önce kendilerine helal olan bazı şeylerin haram kılındığı (Nisa s. 160-161) İsrailoğullarından olan bir topluluğun, kendilerine yasak edilen cumartesi günü çalışma yasağını delmeleri sonucunda Allah (c.c) tarafından cezaya çarptırılmasını anlatmaktadır.
Ayetleri dikkatli okuyacak olursak , topluluğun 3 farklı kesime ayrıştığı görülebilir.
1- Yasağı ihlal edenler.
2- Yasağı ihlal etmeyenler , ihlal edenleri uyaranlar.
3- Yasağı ihlal etmeyenler, fakat ihlal edenleri uyarmayanlar.
Ayetler , 1. ve 3. guruptakilerin helak olduğunu , 2. guruptaki insanların kurtulduğunu beyan etmektedir. Topluluğun helakına sebep olan cumartesi yasağını güncelleyerek kıssanın bize dair nasıl bir mesaj vermek istemiş olabileceği üzerinde düşündüğümüzde, Adem kıssasındaki yasak ağaç gibi , "Allah (c.c) nin insanların işlememesini emrettiği fiillerin tamamı" şeklinde genelleştirerek yeniden tarif edecek olursak , anlatılan kıssanın güncel mesajını anlamak kolaylaşacaktır.
Bu kıssa öncelikle , toplumların yaşam biçiminin hangi sistem üzerine kurulması noktasında mesajlar vermektedir. Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı olması nedeniyle insanların yaşamlarını düzenleyecek kurallar vaz etme yetkisine sahip tek ilahtır. Cumartesi yasağı , böyle bir düzenlemeyi bizlere anlatmaktadır. Konuyu sadece balık avlama yasağı olarak dar bir kapsamda değil , daha geniş bir kapsamda düşünerek , Allah (c.c) nin bir toplumun yaşamı için gerekli olan kuralların bütünü olarak genişlettiğimizde , kıssa tarihsel olmaktan çıkarak , evrensel bir mesaj taşıyan kıssa haline gelecektir.
Kıssada anlatılan 3 gurup halk , bütün toplumlarda yaşayan halkı özetlemektedir. Bir toplum içinde asıl olan yaşam biçimi, kıssa içinde anlatılan 2. guruptaki insanlardan oluşması gerekirken , 1. gurupta olan insanlar toplumun ifsat olmasına yol açan eylemler yaparak toplumun yıkımının gerçekleşmesine sebep olmaktadırlar. 3. gurup insanlar ise , ifsad hareketinin içinde olmasalar bile , yapılanlara sessiz kalarak , "Bana ne" , "Bana dokunmayan bin yıl yaşasın" kabilinden bir yaşam sürenlerdir. Bu guruptaki insanlar pasif iyi olmakla kendilerini kurtardıkları zannetseler bile , 1. guruptaki insanların yaktığı ateş , onların da yanmasına sebep olacaktır.
Toplumlarda birlik ve beraberlik , o toplumun hayatiyetinin devamı için çok önemlidir. Birlik ve beraberliğini kaybetmiş olan toplumlar , parça parça olarak kuvvetten düşmek sureti ile , emperyalist devletlerin tasallutu altına girmekten kurtulamayacaklardır. Firavun'un halkını parçalara ayırarak güçten düşürdüğünü (Kasas s.4) hatırlayacak olursak, zalimlerin saltanatlarını ayakta tutmak için kullandıkları en önemli yöntem , halkın birliğini ve beraberliğini bozacak unsurları ortaya çıkarmak sureti ile onları düşman hale getirmesidir.
Mazlumların Firavunların saltanatlarını yıkmak için kuvvet oluşturmak yerine , birbirleri ile savaşarak güçten düşmek sureti ile , kuvvetlerinin elden gitmesi , en çok Firavunları mutlu edecektir. Mazlumların birbirleri ile savaşarak parça parça olması , Firavunların iktidarının daha da sağlamlaşmasını sağlayacaktır.
[008.046] Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
Enfal s. 46. ayeti , bir toplumun ayakta kalmasının nasıl mümkün olacağını bildiren bir ayet olup , bu ayetin deniz kıyısında yaşayan topluluğun yıkımı ile alakasını şu şekilde kurabiliriz;
"Allah ve Resulüne itaat" olarak özetlenen yaşam biçimi , toplumun bütün katmanları tarafından hayata geçirildiğinde fırka , hizip , tarikat , parti , mezhep , meşrep , ırk , kavim gibi insanların ayrışmalarına sebep olabilecek unsurlar arkaya itilerek , toplumun en üst kimliği üzerinden birlikteliğin sağlanmış olması , o toplumun bütün bireylerinin birlik ve beraberlik içinde olmasını sağlayan ana unsurdur. Üst kimlik üzerinden birliktelik oluşturmuş olan toplumlar , daha kuvvetli ve düşmanları tarafından yok edilmesi daha zor toplumlar olacaklardır.
Deniz kıyısındaki topluluğa dönecek olursak , "Üst Kimlik" olarak ifade edebileceğimiz "Allah'a itaat" şeklindeki hayat sisteminin bir kısım tarafından terk edilmesi ile ortaya çıkan durum , toplumun birlik ve beraberliğinin bozulması anlamına gelmektedir. toplumun 3 guruba ayrılması , 2. guruptaki hak üzere toplumun daha az , 1. ve 3. guruptakilerin daha çok olması nedeni ile toplumun bozulmasına sebep olmaları , bu toplumun Enfal s. 46. ayetinde olduğu gibi KUVVETİNİN GİTMESİ VE DAĞILMASI anlamına gelmektedir.
İşte bu durum, bir toplumun MAYMUN OLMA sürecine girmesi anlamına gelmektedir.
Birlik ve beraberliğini yitirerek parça parça hale gelen toplumlar , düşmanları için kolay lokma haline gelerek , yenilmesi ve yutulması daha kolay bir hale dönüşecektir.
166. ayette geçen, "Qulna lehüm künü qıredeten hasiin" (onlara zelil maymunlar olunuz dedik) cümlesi üzerinde biraz durmak gerektiğini düşünmekteyiz.
Bu ifadenin bir toplumun bir anda fizyolojik bir dönüşüme uğramasını ifade etmediğini düşünmekteyiz. Bakara s. 243. ayetinde " Binlerce kişinin memleketlerinden ölüm korkusuyla çıktıklarını görmedin mi? Allah onlara «ÖLÜN» dedi. Sonra onları DİRİLTTİ. Allah insanlara bol nimet verir, fakat insanların çoğu şükretmezler." şeklindeki beyanı dikkate alarak 166.ayeti düşündüğümüzde bize bu noktada bir yol gösterecektir. Çünkü bu ayet , Araf s. 166. ayeti gibi fizyolojik anlamda ölüm ve dirimi değil , toplumsal yasalar gereğince meydana gelen bir sürecin sonucunu anlatmaktadır.
Bakara s. 243. ayetinde geçen "Ölüm" ve "Diriliş" kelimeleri, hakiki anlamda bir ölüm ve sonrası dirilmeyi değil , toplumların güçsüz kalmaları nedeniyle , topraklarının düşmanları tarafından işgale uğramasını , yani mecaz anlamda ölmesini , toprakları işgale uğrayan toplumun , bu işgalin ardından yeniden toparlanarak, işgale uğrayan topraklarını geri almasını , yani mecaz anlamda dirilmesini ifade etmektedir.
Araf s. 166. ayetindeki olayı da bu bağlamda değerlendirmek gerektirdiğini düşünmekteyiz.
"Qıredeten" kelimesi : "Maymun" anlamına gelmekle birlikte , yün ve yapağı yoluntusu , yaprakları sıyrılmış hurma dalı anlamına da gelmektedir.
"Hasee" kelimesi : hor , hakir , zelil duruma düşmek anlamındadır.
Bu kıssa sadece 166. ayet ile son bulmamakta , 167-168-169-170-171. ayetler de kıssanın bağlamı ile yakından alakalı ayetlerdir. Kıssanın asıl anlatım amacını bu ayetlerdeki beyanlar teşkil etmektedir. Sadece kıssanın ilk bölümünü okuyarak , ikinci bölümünü okumamak veya sadece ikinci bölümünü okuyarak birinci bölümünü okumamak, asıl mesajı anlamaya engel olacaktır.
[007.167] Rabbin, kıyamet gününe kadar, o kimse ki onları azabın kötüsüne layık görecek olanı üzerlerine göndereceğini bildirmişti. Doğrusu Rabbin, cezayı çabuk verir. Doğrusu O bağışlar ve merhamet eder.
Araf suresi 167. ayeti maalesef tek olarak alınarak , rivayet kitaplarında mevcut olan , kıyamete yakın bir zamanda Yahudiler ile Müslümanlar arasında meydana gelecek olan bir savaşın delili olarak okunmaktadır. Bu ayet sadece kıyamete yakın olacak bir olayı değil , hak edişe bağlı olarak tüm zamanlarda meydana gelebilecek, ve sadece Yahudilere has olarak değil , bütün topluluklar için geçerli olacak bir sonucu hatırlatmaktadır.
"Teezzene" (bildirmişti) ifadesi , bu durumun daha önce bildirilmiş yani yasalaşmış olduğunu , ve işleyiş yasalarının bir gereği olarak , hak eden toplumun başına geldiğini anlatmaktadır.
"Sünnetullah" dediğimiz toplumsal yasalar , bazı nedenlerden ötürü güçsüz durumda kalan toplulukların , düşmanları tarafından işgal edilmesi şeklinde çalışmaktadır. 167. ayet bu yasayı hatırlatmakta, ve "Men yesumuhum su el azabi" (o kimse ki onları azabın kötüsüne layık görecek) cümlesinin, aynı ibarenin geçtiği Firavun'un İsrailoğullarına yaptığı soykırımın anlatıldığı ayetler ile bağının kurularak okunması , konunun daha doğru anlaşılmasını sağlayacaktır.
Burada kısaca 167. ayetindeki "Men" edatının, "kimseleri" şeklinde yapılan çevirisinin uygun bir çeviri olmadığını , bu konuyu ayrıca müstakil bir başlık olarak ele alacağımızı hatırlatalım.
Kur'an'ın Firavun'dan bahsederken İsrailoğullarına yaptığı zulüm için kullandığı "Yesumuneküm su el azabi" (size azabın kötüsünü reva gören) ibaresinin, 167. ayet ile bağını kurmaya çalışırsak şunları söyleyebiliriz ;
İsrailoğullarının Firavun'un esareti altına düşmeleri , yine toplumsal bir yasa sonucunda kendi ellerinin işledikleri yüzünden güçsüz duruma düşmeleri sebebi iledir. Firavun sadece belirli bir zaman içinde yaşamış İsrailoğullarına zulmeden şahsiyet olmaktan çıkarak , Araf s. 167. ayetinde evrensel bir şahsiyete dönüşerek , tüm zamanlarda hak edişe bağlı olarak , toplumların başına musallat olacak zalimlerin ortak adı haline gelmiştir.
Firavun , yaşamış ve zulmü ile meşhur bir şahsiyet olarak, İsrailoğullarına en kötü zulmü reva görmüş, ve gördükleri zulüm İsrailoğullarının dilinde nesilden nesile aktarılarak, onlar için acı bir anı olarak akıllarda kalıcı bir şekilde yer etmiştir.
Kan , gözyaşı ve zulmün evrensel bir adı olan "Firavunlar" , hak edişe bağlı olarak güçsüz kalan toplulukların başlarına musallat olarak , onların can , mal ,ırz , namus , doğal kaynakları gibi her neler varsa sömürerek , kendilerinin zenginliklerine ilave etmek için kıyamete kadar insanlık tarihi içinde var olacaklardır.
Maymun haline getirilme konusunu , bu söylediklerimizin çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman, bu durumu fizyolojik değişimden öte , insanların hayatlarındaki yanlış sistemlerden kaynaklanan fillerin getirdiği toplumsal yıkımlar sonucunda , başkalarının esareti altına girmenin adını "MAYMUN HALİNE GETİRİLMEK" olarak ifade edebiliriz. Firavun ve askerlerinin İsrailoğullarına yapmış olduğu zulüm , bir insana yapılamayacak kadar vahşice bir eylemdir. İsrailoğullarına Firavun tarafından reva görülen zulüm , hayvana dahi reva görülmeyecek derecede olmuş olsa dahi , bu zulüm onların hayvan yerine konulması olarak anlaşılabilir.
Ayrıca "Qıredeten" kelimesinin maymun anlamından ayrı olarak , "yün ve yapağı yoluntusu , yaprakları sıyrılmış hurma dalı " gibi anlamları da mevcut olup , "Qulna lehüm künü qıredeten hasiin" ibaresini , yolunan yünlerin rüzgarda sağa sola uçuşması , hurma dalının meyvesiz hali üzerinden, o kavmin topraklarından sürülerek,sağa sola bölük pörçük kabileler halinde dağıtılması olarak okumakta mümkündür. İsrailoğullarının tarihine baktığımızda hayatlarının topraklarından sürülmek sureti ile sürgünlerde geçmiş olması , böyle bir anlamın da makul olabileceği yönünde bizi düşündürmektedir.
Araf s. 168. ayette , kelimenin sürgün edilmek şeklinde yorumlanabilecek anlamına uygun bir ifade bulunması , bizim bu düşüncemizi kuvvetlendirmektedir.
[007.168] Ve onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık. İçlerinde iyi olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.
Yaptıklarının neticesinde topraklarından ayrılarak sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan İsrailoğullarının sürgünde geçen hayatları, 168. ayet içinde anlatılmaktadır. Bir toplumun yaşadığı hayat içinde başlarından geçenler " bazan nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik" şeklinde ifade edilmekte , başlarından geçen imtihanlara sabredenler "İçlerinde iyi olanları" şeklinde , imtihana sabredemeyenler ise "olmayanları" olarak ifade edilmektedir.
[007.169] Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım 'kötü kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya) nın geçici-yararını alıyor ve: «Yakında bağışlanacağız» diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı da okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Halâ akıl erdirmeyecek misiniz?
Konumuz olan ayetlerin Medine de inmiş olduğunu dikkate aldığımızda , bu ayet o günkü yaşayan Yahudileri hedef almakta, ve onların inançlarının yanlışlığına vurgu yapmaktadır. Deniz kıyısında yaşayan topluluğun kıssasını anlatarak , yaptıkları yanlışlar yüzünden o topluluğun başına gelenlerin anlatılmasının ardından , Medine Yahudilerini hedef alan bu ayet , o günkü muhataplara zımnen şöyle demektedir ;
Ey Yahudiler , sizden önceki atalarınız olan deniz kıyısında yaşayanlar , benim onlara emrettiğim yasakları çiğnemek sureti ile , kendi ellerinin hak ettikleri cezaya kavuştular , siz de benim size olan emirlerimi çiğneyecek olursanız, önceki atalarınızın çarptırıldığı cezanın aynısına kavuşursunuz.
Nisa s. 47. ayetine baktığımızda, Yahudileri şu şekilde tehdit etmektedir.
[004.047] Ey ehl-i kitap! Biz, birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden, yahut onları, cumartesi ashabı gibi lânetlemeden önce (davranarak), size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimize (Kitab'a) iman edin; Allah'ın emri mutlaka yerine gelmiştir.
Nisa s. 47. ayetinde, kitap ehlinden olan Yahudiler , kendilerine gelen elçi ve kitabı kabul etmeye davet edilerek , bu doğrultuda hayat sürmedikleri takdirde , kendilerinden öncekilerin başına gelen ile tehdit edilmektedirler. Ayet içinde geçen "Allah'ın emri mutlaka yerine gelmiştir" cümlesi , tehdidin daha önce gerçekleştiğini , aynı suçun işlendiği takdirde, aynı cezanın yerine geleceğini haber vermektedir.
Yahudiler kendilerine verilen emri yerine getirmeyerek elçi ve kitaba iman etmediklerini ve bu hatalarının karşılığını nasıl aldıklarını , yani Nisa s. 47. ayetindeki tehdidin nasıl gerçekleştiğini , yine Kur'an haber vermektedir.
[059.002] Kitap ehlinden inkarcı olanları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Oysa ey inananlar! Çıkacaklarını sanmamıştınız, onlar da, kalelerinin kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı onlara beklemedikleri yerden geldi, kalblerine korku saldı; evlerini kendi elleriyle ve inananların elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri! Ders alın.
[059.003] Eğer Allah, onlara sürgünü yazmamış olsaydı, muhakkak onları (yine) dünyada azablandırırdı. Ahirette ise onlar için ateş azabı vardır.
[059.004] Bu, Allah'a ve Peygamberine karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah'a karşı gelirse bilsin ki Allah'ın cezalandırması şüphesiz çetindir.
Haşr suresindeki bu ayetlerde, Yahudilerin Medine den sürgün edilmesi anlatılmaktadır. Nisa s. 47. ayetinde haber verilen tehdidin gerçekleştiği, bu ayet ile haber verilmektedir. Nisa s. 47. ayetindeki "cumartesi ashabı gibi lânetlemeden önce" cümlesi, bu topluluğun "Qıredeten hasiin" şeklinde ifade edilen bir lanetin benzerine uğradığını haber vermektedir.
Yahudilerin uğradığı lanet , Allah ve elçisine iman etmemek sureti ile fesada devam etmelerinden dolayı , ister maymun haline gelmek olsun , ister sürgün edilmek olsun , bu cezalar tüm zamanlar için geçerli olan cezalardır. Maymun haline getirilmek fiziki anlamda değil , hayvan muamelesi edilmek sureti ile , Firavunların elinde soykırıma uğramak olarak anlaşılması daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Yahudilerin , Medine de gördüğü muamele zulüm değil , işledikleri fesadın ortadan kaldırılmasına yönelik bir hareket olduğunu hatırlatmak isteriz. Tarih içinde İsrailoğulları , büyük zulümlere elbette uğramışlardır , ancak Medine de gördükleri karşılık , yapmış oldukları fesadın bir sonucu olarak , Sünnetullah'ın Müslümanlar eli ile işlemiş olmasıdır.
[007.170] Kitab'a sımsıkı sarılıp salatı ikame edenler var ya, işte biz böyle ISLAHA çalışanların ecrini zayi etmeyiz.
Islah kelimesi , fesat kelimesinin zıddı bir kelime olup , İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda bu kelimeyi Kur'an içinde sıkça görmekteyiz. 170. ayet , arz üzerinde kişi ve toplumların feci sonlara uğramadan bir hayat sürmesinin anahtarını işaret eden ayetlerden bir tanesidir. Kitaba sarılan ve onun gereklerini ayakta tutarak , yeryüzünü ıslaha çalışanlar , işlediklerinin karşılığını alarak hem dünya hem de ahirette felaha ereceklerdir.
[007.171] Bir zamanlar dağı İsrailoğullarının üzerine gölge gibi kaldırdık da üstlerine düşecek sandılar. «Size verdiğimi (Kitab'ı) kuvvetle tutun ve içinde olanı hatırlayın ki korunasınız» dedik.
Bu ayette , israiloğullarından alınan sözden bahsedilmektedir. Onlardan alınan bu sözün , dağın sanki bir gölgelik gibi üzerlerine kaldırılmış olduğu halde alındığı bildirilmektedir. Bu olayın mecaz bir olay gerçek olarak vaki olmuş olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü , dağın bir gölgelik gibi üzerlerine kaldırılmış olması ve onların dağın üzerlerine düşecek sanması , bu olayın gerçek olarak vaki olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Böyle bir durumda verdikleri sözden dönmüş olmaları , bu topluluğun nasıl bir yapı da olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekici olduğunu göstermektedir.
Sonuç olarak : Kur'an İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda , toplumların sürdürmüş oldukları yaşam biçimlerinin onları nasıl bir sona sürükleyeceğini canlı örnek olarak bizlere göstermektedir. Deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun maymun haline getirildiğinin anlatılması , literal bir okuma şeklinde değil , evrensel bir mesaj içermiş olabileceği açısından okunmaya çalışıldığı takdirde kıssa, tarihte yaşamış bir topluluk ile sınırlı olmaktan çıkarak , tarihin hangi zaman ve mekanında yaşarlarsa yaşasınlar , aynı suçu işleyenlerin uğrayacağı cezayı haber vermektedir.
Toplumsal yasaların işleyişini merkeze alan , ve bu yasaların işleyişinin yaşanmış kıssalar ile bizlere gösterilmiş olduğu düşüncesinden yola çıkılarak yapılacak okumalar , Kur'an'ı masal kitabı olmaktan çıkararak , hayatın içinden mesajlar veren , hayatları düzenleyen , ve yaşanan hayatların dünya ve ahiret karşılığını haber vererek , canlı ve diri bir kitap olarak bilinmesini ve hayata yansıtılmasını sağlayan bir kitap haline gelecektir.
Bir toplumun maymun haline getirilmesi demek , başka insanların elinde tahakküm altına alınma , ve topraklarından sürülme hali olarak anlaşıldığı zaman , ayetler tarihteki bir olayı anlatmaktan çıkarak , evrensel mesajlar haline dönüşecektir.
Yazımızın , deniz kıyısında yaşayan topluluğun , fizyolojik olarak maymuna dönüştürülmediğini ispat etmeye yönelik bir çalışma olmadığını hatırlatmak isteriz. Böyle bir dönüşümün olmadığı yönündeki düşüncelerin , geçmişteki tefsirciler tarafında da dile getirilmiş olduğunu hatırlatarak , modernizm kokan bir düşünce olarak görülmemelidir.
Yazımızda kıyamete kadar işleyecek olan toplumsal yasaları yani Sünnetullah'ı merkeze alarak ,bu doğrultuda kıssayı okumaya , ve bu kıssadan hisse çıkarmaya gayret ettik.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Kasım 2016 Pazartesi
Bakara s. 58-59 ve Araf s. 161-162. Ayetleri : Şehirde Yaşamanın Kuralları
İnsan , fıtratından gelen bazı özellikler nedeniyle birlikte yaşamak zorunda olan bir varlıktır. Birbirine muhtaç bir halde yaşamını sürdürmek mecburiyetinde olan insan , ihtiyaçlarını karşılamak amacı ile toplu yaşamın gereği olana şehirler kurmuş , bu şehirlerde yaşamış , halen yaşamakta olup , bu yaşam biçimini kıyamete değin sürdürecektir. İnsanların birlikte yaşam sürdüğü şehirlerde doğal olarak belirli kuralların olması , herkesin koyulan kurallara uyması , şehirde yaşayan insanların mutlu , huzurlu , güvenli bir yaşam sürmesi için gerekli olan , olmazsa olmaz şartlardandır.
İsrailoğulları ile ilgili anlatımları konu aldığımız ayetlerde , bu ayetlerin sadece onlara has olarak okunmayıp , Allah (c.c) nin arz üzerine koyduğu evrensel yasaların yani Sünnetullah'ın toplumlar üzerinde nasıl tecelli ettiğinin canlı göstergesi olarak okunması gerektiğini vurgulayarak , böyle bir okumanın o kavmi konu alan ayetler ile bizlere verilmek istenilen mesajların anlaşılmasını da kolaylaştıracağını daha önceki yazılarımızda hatırlatmaya çalışmıştık.
Bu yazımıza konu olan ayetler , şehirlerde yaşamanın kurallarını, İsrailoğulları örneği üzerinden beyan eden, şehir yaşamının uyulması şart olan evrensel kuralları hatırlatmakta, bu kurallara uyulmadığında ise , İsrailoğulları örneğinde şehirlerde meydana gelecek olan yıkımı hatırlatarak , bu kurallara uyulmamasının hangi zaman ve mekanda yaşanırsa yaşansın, tüm şehirlerde evrensel yasalar gereği , meydana gelecek olan yıkımı hatırlatmaktadır.
[002.058] Hani bir zamanlar «Şu şehre girin de onun nimetlerinden dilediğiniz şekilde bol bol yiyin ve kapıdan secde ederek girin ve «hıtta» (bizi bağışla!) deyin ki, size, hatalarınızı mağfiret ediverelim, iyilik yapanlara nimetlerimizi daha da arttıracağız» dedik.
[002.059] Ama zulmedenler, kendilerine söylenmiş olan sözü başka sözle değiştirdiler. Biz de, o zalimlere, yoldan çıkmalarından dolayı gökten azab indirdik.
[007.161] Ve o vakit onlara denilmişti ki; Şu şehre yerleşin ve orada dilediğiniz şeylerden yiyin, «hitta» (günahlarımızı bağışla.) deyin ve secde ederek kapısından girin ki, suçlarınızı bağışlayalım. İyilere nimetlerimizi daha da arttıracağız.
[007.162] Ama zulmedenler, kendilerine söylenen sözü başka sözle değiştirdiler. Biz de, o zalimlere, zulümlerinden ötürü gökten azab gönderdik.
Bakara ve Araf surelerindeki bu ayetler, aynı konuyu anlatmaktadır. Ayetlerin tarihi bağlamı , Firavun zulmünden kurtularak denizin karşı tarafına geçen İsrailoğullarının yeni bir hayat kurmaları için girmeleri gereken bir şehir, ve o şehirde yaşamlarını sürdürebilmeleri için onlara gerekli olan kuralların onlara hatırlatılması ile ilgilidir. Ayetler sadece onlar ile ilgili bir durumu değil , şehir yaşamı için her zaman ve mekanda geçerli olacak olan kuralları vaz etmekte, ve bu kurallara uyulmadığında ortaya çıkacak durumu anlatmaktadır.
Bazı tefsir kitaplarında bu ayetlerin tefsirlerine baktığımızda , İsrailoğullarına emredilen şehre secde ederek girme emrinin nasıl uygulanacağı konusunda yoğunlaştığını görebiliriz. Şehrin kapısından şekli anlamda bir secde ederek girilip girilmemesi konusu , tefsirlerin yoğunlaştığı konudur. Halbuki buradaki secde ederek şehre girme emrinin şekli anlamdaki secde ederek girmek olarak değil , şehirdeki yaşamın bu kelimenin ifade ettiği anlam olan Allah c.c nin emirlerine uygun , onu ilah ve rab olarak tanıyan bir yaşam sisteminin hayata geçirilmesi olarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz.
Böyle bir okuma , ayetleri sadece o kavme has olmaktan çıkararak , tüm zamanlara dönük evrensel mesajlar olarak okunmasını , aynı şartların bizler içinde geçerli olduğunu hatırlatacak , şehirlerde mutlu , huzurlu ve güven içinde yaşamanın nasıl olması gerektiğini bizlere öğretecektir.
Şehre kendilerini Allah'ın emirlerine teslim etmiş bir halde girenlerin yaşadığı şehirlerin halkı mutlu , huzurlu ve güvenli , birbirinden emin bir yaşam süreceklerdir. Kapısından secde ederek girilen ve günah işlemekten korkan insanların oluşturduğu şehirler , insanlığın her zaman özlemi olan şehirlerdir. Ancak bu halin aksine hareket ederek , isyan eden ve günah işlemekten korkmayan insanların oluşturduğu şehirler , anarşi, terör , huzursuzluk , korku kaynağı olacaklardır.
----- Şehirlerde secde halinde ve günah işlemekten korkmaya dayalı bir yaşam nasıl olmalıdır?.
Şehir yaşamının esası , o şehirde birlikte yaşamanın getirdiği bir takım kurallara uyulması şartına dayanır. İnsanlığın evrensel değerler olarak kabul ettiği insana saygı esasına dayanan bütün kurallar şehir yaşamı için şarttır. Yere tükürmemek , çöp atmamak gürültü yapmamak gibi en basit kuraldan , insanların birbirinin mal , can ,ırz ve namusuna saygı duyan bir yaşam sürmesi gibi insan onurunu öne çıkaran tüm şartların ortak adı "Şehirde secde eden ve günahtan korkan bir yaşam" dır .
Secde eden ve günahtan korkan insanların yaşadığı şehirlerin oluşması , o şehirlerde yaşayan insanların Allah'a ve hesap gününe inanan bir hayatı esas almaları ile mümkündür. Allah ve hesap günü korkusu , insanların kendi polisi olmalarını sağlayacak olan en büyük haslettir. İnsanlara zarar vermek için yapacağı bir kötülüğün, şehir polisine yakalanmasa bile Allah (c.c)nin gözünden kaçmadığını , yaptığı kötülüğün hesap gününde karşısına mutlaka çıkacağını bilen bir kimse, artık kendi kendisinin polisi olacak , ve kötülükleri işlemekten korkacaktır.
Bu insanların oluşturduğu şehirler , güvenli , mutlu, huzurlu , kapılarına kilit üstüne kilit vurmayan , komşusunda emin , birbirine saygılı , birbirlerini seven , ırk , renk , memleket ayrımı yapmayan insanların şehri olacaktır. Bu şehirlerdeki kolluk kuvvetleri sembolik olarak var olacak , ve kendilerine düşen asayişi koruma görevi en az düzeyde olacaktır.
Böyle şehirlerin tesisi , bu şehirleri oluşturun insanların kendilerinin bu şuur içinde olması , çocuklarını da aynı şuur içinde yetiştirmesi ile mümkün olacaktır. Aile içi eğitimin bu noktada önemi büyüktür. Aile içinde aldığı eğitimin devamını gittiği okulda da gören çocuklar , yarınların güvencesi olarak yetişeceklerdir.
Eğitimin kesintisizliği ve sürekliliğinin önemi bu noktada çok önemlidir. Ailesinden aldığı eğitimin benzerini okulda almayan bir nesil , veya okulda aldığı eğitimin benzerini ailesinde almayan bir neslin , secde eden ve günahtan korkan bir nesil olarak yetişmesi güç olacak , bu nesillerin oluşturduğu toplumlar ise her türlü anarşi , terör , ve huzursuzluğa açık olacaklardır.
----- Kendilerine söylenen sözü başka sözle değiştirmenin şehir hayatına nasıl bir etkisi olur ?.
Şehirde secde eden ve günahtan korkan bir yaşam sürmenin terk edilerek , isyan eden ve günahtan korkmayan bir yaşamın sürülmesi , söylenen sözün başka bir sözle değiştirilmesi anlamına gelecektir.
Allah'tan ve hesap gününden korkmayan bir neslin şehirlerde hayat sürmeye başlaması , bırakın polis ordusunun güvenliği sağlamasını , polisin bile can emniyeti olmayan şehirleri ortaya çıkaracaktır. İnsani değerleri esas almayan nesillerin yetiştiği şehirler , korku bilmeyen , sadece dünyayı düşünen , ihtiyacı olan bir şeyi çalışarak kazanmak yerine, çalarak, gasp ederek kazanmaya çalışan insanların yaşadığı şehirlere dönüşecektir.
Bırakın başka ülkeleri , kendi yaşadığımız ülkedeki televizyon ve gazete haberlerine baktığımızda , günahtan korkmayan Allah'a secde etmeyerek , şeytana secde eden nesillerin doldurduğu şehirlerde her gün meydana gelen , cinayet , tecavüz , hırsızlık, uyuşturucu ,anarşi ve terör haberleri, artık alışkanlık haline gelerek normal olaylar olarak görülmektedir.
----- Allah'a secde etmeyen, günahtan korkmayan insanların oluşturduğu şehirlerin sonu ne olur ?.
"Biz de, o zalimlere, yoldan çıkmalarından dolayı gökten azab indirdik."
" Biz de, o zalimlere, zulümlerinden ötürü gökten azab gönderdik."
Yukarıdaki cümleler , bu şehirlerde yaşayan insanların sonunu anlatmaktadır. Sünnetullah gereği , Allah (c.c) tarafından belirlenen kulluk ve insana saygı esasına dayanmayan insanların hakim olduğu şehirlerin yıkımı kaçınılmazdır. Bu şehirlerin yıkımı illaki gökten taş yağması şeklinde gerekmemektedir. Kur'an'ın böyle bir ifade kullanması , din dilinin gereği olan işlenen bir cürümün ne kadar çirkin, ve bunun cezasının ne kadar feci olduğunu beyan etmek amacına matuftur.
Bugün şehirlerde, engelli bir insanı hayata bağlayan aracını , emekli bir yaşlının maaşını , hastanın tedavi için biriktirdiği parasını sadece uyuşturucuya para yetiştirmek için çalmaktan çekinmeyen , çocuklara dahi şiddet göstermekten çekinmeyen , cinsel arzularını tatmin için her türlü aşağılık yolu deneyen , üç kuruş için cinayet işlemekten çekinmeyen insanların doldurduğu şehirlerin başına gelenler gökten azap yağması değilde nedir ?.
Çocuklarını okula yalnız göndermekten korkan velilerin , geceleri sokağa çıkmaya korkan , evlerinin kapılarını kilit üstüne kilit yaptırmak zorunda kalan , yolda her şeyden habersiz olarak yürürken trafik kazasına kurban giden , ve daha sayamadığımız bir çok tehlike ile iç içe olan insanların yaşadığı şehirlerin üzerine gökten herhalde rahmet değil azap yağacaktır.
Kur'an , Araf suresi içinde İsrailoğullarına mensup deniz kıyısındaki bir şehirde yaşayan insanların helak edildiğinden bahsetmektedir. Bu topluluğun helak edilme sebebi , Allah (c.c ) nin yasaklamış olduğu halde cumartesi günü çalışmış olmalarıdır. Bu topluluk içinde helak edilen guruplar bu yasağı ihlal edenlerle , yasağı ihlal etmeyip fakat ihlal edenleri uyarmayanlardır .
Bizler her türlü şerrin yaşandığı şehirler halkı olarak , bu şerleri işlememek ile erdemli bir davranış içinde bulunuyor olabiliriz , fakat bu şerleri işleyenlere karşı uyarı görevinde bulunmamak sureti ile , yorganı tepemizden çekip yattığımız takdirde , bu şerlerin meydana getirdiği çöküşün enkazı altında bizlerde kalmaktan kurtulamayız.
Şehirde yaşamanın bir kuralı da , Allah'a kul olma bilincini kaybetmiş , insanı insan yapan değerleri hiçe sayarak , hak , hukuk , kural tanımadan bir hayat sürenlerin yanlışlarını uyarmaya çalışmak olmalıdır. Uyarı görevinde bulunmayanların da , geçmişte yaşayan deniz kıyısındaki halkın benzeri bir akıbete uğraması kaçınılmazdır.
İnsanların birlikte yaşamasının temel kuralı birbirlerinin hak ve hukukuna saygı gösterilmesi olduğunu herkes bilmektedir. Bizim amacımız , ilgili ayetlerin güncel mesajının ne olduğunu okumaya çalışmaktır. İsrailoğulları ile ilgili bir ayetin nasıl tarihsel olmaktan çıkarılarak , bize dair bir mesajı olabileceğini göstermek çalışmak bu yazının gayelerinden birisidir. Yazıda ele almaya çalıştığımız konu , kimsenin bilmediği bir konu değil , herkesin malumu olan bir konudur.
Sonuç olarak : Birlikte yaşamak zorunda olan insanların bu birlikteliğinin mutlu ve huzurlu bir şekilde sürmesi için , insanların can , mal , ırz , namus , gibi haklarının gözetilmesine yönelik kuralların ihdas edilmesi şartı vardır. Birlikte yaşamak, önce bireysel eğitimden başlamak zorundadır . Aile ve okulun, insanların hak ve hukukuna riayet eden bir yaşamın sürülmesi gerektiğini insanlara öğreten en önemli kurumlar olması nedeniyle , insan hayatındaki yeri elbette yadsınamaz.
"Allah'a secde etmek ve günahtan korkmak" cümlesi ile ifade edilen insan onuruna saygı duyulan , insanların hak ve hukukuna dayalı bir şehir yaşamı , insanların güvenli , mutlu ve huzurlu bir hayat sürmesinin garantisidir. Bunun tersi ise , korkunun hakim olduğu bir şehir yaşamı demektir. Huzur ve güvenden yoksun olan şehirler ise , zaman içinde yıkıma uğramaya mahkumdur.
Şehirlerin birleşiminden meydana gelen devletlerin devamı ise , şehir halklarının kulluk bilincine sahip bir hayat sürmesi ile yakından alakalıdır. Bireylerin sağlıklı bir inanca sahip olması , aynı zamanda o bireylerin meydana getirdiği toplumların da sağlıklı bir şekilde yaşamasının garantisidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
İsrailoğulları ile ilgili anlatımları konu aldığımız ayetlerde , bu ayetlerin sadece onlara has olarak okunmayıp , Allah (c.c) nin arz üzerine koyduğu evrensel yasaların yani Sünnetullah'ın toplumlar üzerinde nasıl tecelli ettiğinin canlı göstergesi olarak okunması gerektiğini vurgulayarak , böyle bir okumanın o kavmi konu alan ayetler ile bizlere verilmek istenilen mesajların anlaşılmasını da kolaylaştıracağını daha önceki yazılarımızda hatırlatmaya çalışmıştık.
Bu yazımıza konu olan ayetler , şehirlerde yaşamanın kurallarını, İsrailoğulları örneği üzerinden beyan eden, şehir yaşamının uyulması şart olan evrensel kuralları hatırlatmakta, bu kurallara uyulmadığında ise , İsrailoğulları örneğinde şehirlerde meydana gelecek olan yıkımı hatırlatarak , bu kurallara uyulmamasının hangi zaman ve mekanda yaşanırsa yaşansın, tüm şehirlerde evrensel yasalar gereği , meydana gelecek olan yıkımı hatırlatmaktadır.
[002.058] Hani bir zamanlar «Şu şehre girin de onun nimetlerinden dilediğiniz şekilde bol bol yiyin ve kapıdan secde ederek girin ve «hıtta» (bizi bağışla!) deyin ki, size, hatalarınızı mağfiret ediverelim, iyilik yapanlara nimetlerimizi daha da arttıracağız» dedik.
[002.059] Ama zulmedenler, kendilerine söylenmiş olan sözü başka sözle değiştirdiler. Biz de, o zalimlere, yoldan çıkmalarından dolayı gökten azab indirdik.
[007.161] Ve o vakit onlara denilmişti ki; Şu şehre yerleşin ve orada dilediğiniz şeylerden yiyin, «hitta» (günahlarımızı bağışla.) deyin ve secde ederek kapısından girin ki, suçlarınızı bağışlayalım. İyilere nimetlerimizi daha da arttıracağız.
[007.162] Ama zulmedenler, kendilerine söylenen sözü başka sözle değiştirdiler. Biz de, o zalimlere, zulümlerinden ötürü gökten azab gönderdik.
Bakara ve Araf surelerindeki bu ayetler, aynı konuyu anlatmaktadır. Ayetlerin tarihi bağlamı , Firavun zulmünden kurtularak denizin karşı tarafına geçen İsrailoğullarının yeni bir hayat kurmaları için girmeleri gereken bir şehir, ve o şehirde yaşamlarını sürdürebilmeleri için onlara gerekli olan kuralların onlara hatırlatılması ile ilgilidir. Ayetler sadece onlar ile ilgili bir durumu değil , şehir yaşamı için her zaman ve mekanda geçerli olacak olan kuralları vaz etmekte, ve bu kurallara uyulmadığında ortaya çıkacak durumu anlatmaktadır.
Bazı tefsir kitaplarında bu ayetlerin tefsirlerine baktığımızda , İsrailoğullarına emredilen şehre secde ederek girme emrinin nasıl uygulanacağı konusunda yoğunlaştığını görebiliriz. Şehrin kapısından şekli anlamda bir secde ederek girilip girilmemesi konusu , tefsirlerin yoğunlaştığı konudur. Halbuki buradaki secde ederek şehre girme emrinin şekli anlamdaki secde ederek girmek olarak değil , şehirdeki yaşamın bu kelimenin ifade ettiği anlam olan Allah c.c nin emirlerine uygun , onu ilah ve rab olarak tanıyan bir yaşam sisteminin hayata geçirilmesi olarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz.
Böyle bir okuma , ayetleri sadece o kavme has olmaktan çıkararak , tüm zamanlara dönük evrensel mesajlar olarak okunmasını , aynı şartların bizler içinde geçerli olduğunu hatırlatacak , şehirlerde mutlu , huzurlu ve güven içinde yaşamanın nasıl olması gerektiğini bizlere öğretecektir.
Şehre kendilerini Allah'ın emirlerine teslim etmiş bir halde girenlerin yaşadığı şehirlerin halkı mutlu , huzurlu ve güvenli , birbirinden emin bir yaşam süreceklerdir. Kapısından secde ederek girilen ve günah işlemekten korkan insanların oluşturduğu şehirler , insanlığın her zaman özlemi olan şehirlerdir. Ancak bu halin aksine hareket ederek , isyan eden ve günah işlemekten korkmayan insanların oluşturduğu şehirler , anarşi, terör , huzursuzluk , korku kaynağı olacaklardır.
----- Şehirlerde secde halinde ve günah işlemekten korkmaya dayalı bir yaşam nasıl olmalıdır?.
Şehir yaşamının esası , o şehirde birlikte yaşamanın getirdiği bir takım kurallara uyulması şartına dayanır. İnsanlığın evrensel değerler olarak kabul ettiği insana saygı esasına dayanan bütün kurallar şehir yaşamı için şarttır. Yere tükürmemek , çöp atmamak gürültü yapmamak gibi en basit kuraldan , insanların birbirinin mal , can ,ırz ve namusuna saygı duyan bir yaşam sürmesi gibi insan onurunu öne çıkaran tüm şartların ortak adı "Şehirde secde eden ve günahtan korkan bir yaşam" dır .
Secde eden ve günahtan korkan insanların yaşadığı şehirlerin oluşması , o şehirlerde yaşayan insanların Allah'a ve hesap gününe inanan bir hayatı esas almaları ile mümkündür. Allah ve hesap günü korkusu , insanların kendi polisi olmalarını sağlayacak olan en büyük haslettir. İnsanlara zarar vermek için yapacağı bir kötülüğün, şehir polisine yakalanmasa bile Allah (c.c)nin gözünden kaçmadığını , yaptığı kötülüğün hesap gününde karşısına mutlaka çıkacağını bilen bir kimse, artık kendi kendisinin polisi olacak , ve kötülükleri işlemekten korkacaktır.
Bu insanların oluşturduğu şehirler , güvenli , mutlu, huzurlu , kapılarına kilit üstüne kilit vurmayan , komşusunda emin , birbirine saygılı , birbirlerini seven , ırk , renk , memleket ayrımı yapmayan insanların şehri olacaktır. Bu şehirlerdeki kolluk kuvvetleri sembolik olarak var olacak , ve kendilerine düşen asayişi koruma görevi en az düzeyde olacaktır.
Böyle şehirlerin tesisi , bu şehirleri oluşturun insanların kendilerinin bu şuur içinde olması , çocuklarını da aynı şuur içinde yetiştirmesi ile mümkün olacaktır. Aile içi eğitimin bu noktada önemi büyüktür. Aile içinde aldığı eğitimin devamını gittiği okulda da gören çocuklar , yarınların güvencesi olarak yetişeceklerdir.
Eğitimin kesintisizliği ve sürekliliğinin önemi bu noktada çok önemlidir. Ailesinden aldığı eğitimin benzerini okulda almayan bir nesil , veya okulda aldığı eğitimin benzerini ailesinde almayan bir neslin , secde eden ve günahtan korkan bir nesil olarak yetişmesi güç olacak , bu nesillerin oluşturduğu toplumlar ise her türlü anarşi , terör , ve huzursuzluğa açık olacaklardır.
----- Kendilerine söylenen sözü başka sözle değiştirmenin şehir hayatına nasıl bir etkisi olur ?.
Şehirde secde eden ve günahtan korkan bir yaşam sürmenin terk edilerek , isyan eden ve günahtan korkmayan bir yaşamın sürülmesi , söylenen sözün başka bir sözle değiştirilmesi anlamına gelecektir.
Allah'tan ve hesap gününden korkmayan bir neslin şehirlerde hayat sürmeye başlaması , bırakın polis ordusunun güvenliği sağlamasını , polisin bile can emniyeti olmayan şehirleri ortaya çıkaracaktır. İnsani değerleri esas almayan nesillerin yetiştiği şehirler , korku bilmeyen , sadece dünyayı düşünen , ihtiyacı olan bir şeyi çalışarak kazanmak yerine, çalarak, gasp ederek kazanmaya çalışan insanların yaşadığı şehirlere dönüşecektir.
Bırakın başka ülkeleri , kendi yaşadığımız ülkedeki televizyon ve gazete haberlerine baktığımızda , günahtan korkmayan Allah'a secde etmeyerek , şeytana secde eden nesillerin doldurduğu şehirlerde her gün meydana gelen , cinayet , tecavüz , hırsızlık, uyuşturucu ,anarşi ve terör haberleri, artık alışkanlık haline gelerek normal olaylar olarak görülmektedir.
----- Allah'a secde etmeyen, günahtan korkmayan insanların oluşturduğu şehirlerin sonu ne olur ?.
"Biz de, o zalimlere, yoldan çıkmalarından dolayı gökten azab indirdik."
" Biz de, o zalimlere, zulümlerinden ötürü gökten azab gönderdik."
Yukarıdaki cümleler , bu şehirlerde yaşayan insanların sonunu anlatmaktadır. Sünnetullah gereği , Allah (c.c) tarafından belirlenen kulluk ve insana saygı esasına dayanmayan insanların hakim olduğu şehirlerin yıkımı kaçınılmazdır. Bu şehirlerin yıkımı illaki gökten taş yağması şeklinde gerekmemektedir. Kur'an'ın böyle bir ifade kullanması , din dilinin gereği olan işlenen bir cürümün ne kadar çirkin, ve bunun cezasının ne kadar feci olduğunu beyan etmek amacına matuftur.
Bugün şehirlerde, engelli bir insanı hayata bağlayan aracını , emekli bir yaşlının maaşını , hastanın tedavi için biriktirdiği parasını sadece uyuşturucuya para yetiştirmek için çalmaktan çekinmeyen , çocuklara dahi şiddet göstermekten çekinmeyen , cinsel arzularını tatmin için her türlü aşağılık yolu deneyen , üç kuruş için cinayet işlemekten çekinmeyen insanların doldurduğu şehirlerin başına gelenler gökten azap yağması değilde nedir ?.
Çocuklarını okula yalnız göndermekten korkan velilerin , geceleri sokağa çıkmaya korkan , evlerinin kapılarını kilit üstüne kilit yaptırmak zorunda kalan , yolda her şeyden habersiz olarak yürürken trafik kazasına kurban giden , ve daha sayamadığımız bir çok tehlike ile iç içe olan insanların yaşadığı şehirlerin üzerine gökten herhalde rahmet değil azap yağacaktır.
Kur'an , Araf suresi içinde İsrailoğullarına mensup deniz kıyısındaki bir şehirde yaşayan insanların helak edildiğinden bahsetmektedir. Bu topluluğun helak edilme sebebi , Allah (c.c ) nin yasaklamış olduğu halde cumartesi günü çalışmış olmalarıdır. Bu topluluk içinde helak edilen guruplar bu yasağı ihlal edenlerle , yasağı ihlal etmeyip fakat ihlal edenleri uyarmayanlardır .
Bizler her türlü şerrin yaşandığı şehirler halkı olarak , bu şerleri işlememek ile erdemli bir davranış içinde bulunuyor olabiliriz , fakat bu şerleri işleyenlere karşı uyarı görevinde bulunmamak sureti ile , yorganı tepemizden çekip yattığımız takdirde , bu şerlerin meydana getirdiği çöküşün enkazı altında bizlerde kalmaktan kurtulamayız.
Şehirde yaşamanın bir kuralı da , Allah'a kul olma bilincini kaybetmiş , insanı insan yapan değerleri hiçe sayarak , hak , hukuk , kural tanımadan bir hayat sürenlerin yanlışlarını uyarmaya çalışmak olmalıdır. Uyarı görevinde bulunmayanların da , geçmişte yaşayan deniz kıyısındaki halkın benzeri bir akıbete uğraması kaçınılmazdır.
İnsanların birlikte yaşamasının temel kuralı birbirlerinin hak ve hukukuna saygı gösterilmesi olduğunu herkes bilmektedir. Bizim amacımız , ilgili ayetlerin güncel mesajının ne olduğunu okumaya çalışmaktır. İsrailoğulları ile ilgili bir ayetin nasıl tarihsel olmaktan çıkarılarak , bize dair bir mesajı olabileceğini göstermek çalışmak bu yazının gayelerinden birisidir. Yazıda ele almaya çalıştığımız konu , kimsenin bilmediği bir konu değil , herkesin malumu olan bir konudur.
Sonuç olarak : Birlikte yaşamak zorunda olan insanların bu birlikteliğinin mutlu ve huzurlu bir şekilde sürmesi için , insanların can , mal , ırz , namus , gibi haklarının gözetilmesine yönelik kuralların ihdas edilmesi şartı vardır. Birlikte yaşamak, önce bireysel eğitimden başlamak zorundadır . Aile ve okulun, insanların hak ve hukukuna riayet eden bir yaşamın sürülmesi gerektiğini insanlara öğreten en önemli kurumlar olması nedeniyle , insan hayatındaki yeri elbette yadsınamaz.
"Allah'a secde etmek ve günahtan korkmak" cümlesi ile ifade edilen insan onuruna saygı duyulan , insanların hak ve hukukuna dayalı bir şehir yaşamı , insanların güvenli , mutlu ve huzurlu bir hayat sürmesinin garantisidir. Bunun tersi ise , korkunun hakim olduğu bir şehir yaşamı demektir. Huzur ve güvenden yoksun olan şehirler ise , zaman içinde yıkıma uğramaya mahkumdur.
Şehirlerin birleşiminden meydana gelen devletlerin devamı ise , şehir halklarının kulluk bilincine sahip bir hayat sürmesi ile yakından alakalıdır. Bireylerin sağlıklı bir inanca sahip olması , aynı zamanda o bireylerin meydana getirdiği toplumların da sağlıklı bir şekilde yaşamasının garantisidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
5 Kasım 2016 Cumartesi
Dişi Devenin Evrensel Sembollüğü Üzerinden Allah'ın Arzında Fesada Yönelmenin Cezası
Kur'an kıssaları geçmiş yaşamlardan örnekler vererek , gelecek yaşamların şekillenmesinde rehberlik yapan önemli anlatımlardır. Salih a.s kıssası içinde geçen "Naqatullah" (Allah'ın Dişi Devesi) , "Arzullah" (Allah'ın Arzı) deyimleri etrafında gelişen olaylar ve onların sonuçlarını, sadece Semud kavmine has anlatımlar olarak okuduğumuzda , kıssanın vermek istediği mesaj büyük ölçüde ıskalanmış olacaktır.
Semud, bilindiği gibi sonu helak ile biten bir yaşam süren kavim olarak Kur'an içinde zikri geçmektedir. Bu kavmi kendi adı ile veya kendilerine gelen elçinin adı ile anmak , o kavmin helak olma sebebinin evrensel bir mahiyeti olduğunu bizlere unutturacaktır. "Dişi deveyi kesen kavim" , veya "Allah'ın arzını fesada boğan kavim" olarak anmak , bu kavmin helak ediliş sebeplerini zihnimizde canlı tutarak , kıssanın mesajının güncel halde kalmasını sağlayacaktır.
[007.073] Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilahınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi: Allah'ın bu dişi devesi size bir ayettir, onu bırakın, Allah'ın arzında otlasın; ona kötülük etmeyin, yoksa can yakıcı azaba uğrarsınız.
[011.064] «Ey kavmim! Bu, size bir ayet olarak, Allah'ın dişi devesidir. Bırakın onu, Allah'ın arzında otlasın; ona fenalık etmeyin, yoksa siz hemen azaba uğrarsınız»
Bilindiği gibi , kendilerine gönderilen elçinin uyarmalarını dikkate almayan Medyen'liler Allah'ın arzında otlaması için serbest bırakılması gereken dişi deveyi keserek helak edilmeyi hak etmişlerdir. Kıssa içinde geçen bu iki deyime güncel bir anlam yükleyerek , kıssanın evrensel bir mesajı olduğunu okuyabiliriz şöyle ki ;
Allah c.c nin üzerinde yaşadığımız arzı "Arzullah" (Allah'ın Arzı) olarak hatırlatması , bu arz ve üzerinde olanların tümünün onu mülkü olduğunun bilinmesi amacına matuftur. Bir mülk içinde yaşayanlar , o mülk'ün sahibinin koyduğu kurallara göre hareket etmek zorundadırlar.
"Dişi Deve" ile ilgili olarak eski tefsirlere bakıldığında, bu devenin kayadan çıkıp çıkmadığı üzerinde yapılan tartışmalar gözümüze çarpmaktadır. Geçmişteki tefsir yazarlarının en büyük sıkıntısı , özellikle kıssalar ile ayetleri tefsir ederken verilmek istenen mesaja odaklanmak yerine , zaman ve mekana sıkıştırılmış bir çalışma yaparak aya değil parmağa bakan bir çalışma yapmış olmalarıdır.
Bazı ayetlerin tefsirinde laf olsun sayfa dolsun kabilinden İsrailiyat denilen masallar ile doldurulmuş bilgileri tefsir olarak okumaya alışkın olan kimseler , kıssaların bugüne dair mesajları olabileceği düşüncesi içinde kıssa okumaları yapanları "Modernist" olarak görmekte ve yaptıkları bazı yorumlara karşı çıkmaktadırlar. Modernist olarak görülen bazı okumalarda da bazı sorunların olduğu bir gerçek olmakla birlikte , kıssaların ön yargılı olarak okunmayarak , bize dönük mesajlarının okunmaya çalışılması, daha sağlıklı sonuçlar ortaya çıkaracaktır.
Kıssa içinde geçen deyimlerin evrensel anlamlarından önce, insan ile ilgili önemli kavramlardan olan "Halife" nin anlamını hatırlamanın gerektiğini düşünmekteyiz. Halife , "Arka" anlamına gelen "Halfün" sözcüğünden türemiş , "Arkadan gelen" anlamındadır. Bu kelime, insanın elinde bulundurduğu her türlü imkanın gerçek sahibi olmadığını , onu belirli bir süre elinde tuttuktan sonra ardından gelene devretmesi anlamına da gelmektedir.
Yani insan , yaşadığı arz üzerinde kendi emrine müsahhar kılınmış olan kevni ayetlerin gerçek sahibi değil , geçici kullanıcısı olup , bu ayetlerin nasıl kullanması gerektiğini her şeyin gerçek sahibi olan Allah c.c den öğrenmek zorundadır. Şirk kavramı, işte bu noktada ortaya çıkarak , sahip olmadıkları mülk üzerinde halife olarak yaşayan insanların , halife olmayı bırakarak asil olmaya soyunmasının bir sonucu olarak , ilah olmanın gereği olan bir hakkı, kendi hakları olduğunu zannederek , kendi kurallarını koymaya çalışmalarına ilahlıkta ortaklık yani "Şirk" adı verilmiştir.
Şirk dediğimiz olgu , insanların sadece putlara tapması şeklinde hayat sahnesine çıkmaz. Şirk olgusu, yaşam sistemi koymak hakkını Allah'tan alarak onun dışındakilere vermek şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kur'an kıssa yollu anlatımlar ile şirk'in hayat içindeki yansımasını geçmiş kavimler üzerinden anlatarak , bu suçun toplumlar üzerindeki tahribatına dikkat çekmiş ve aynı suçun işlendiği tüm zaman ve mekanlarda yaşayan insanların, aynı akıbete uğrayacağını hatırlatmıştır.
Semud kavmindeki şirk , emanetçi olarak yaşadıkları arz üzerinde, kendilerinin dışındaki canlı hayatına saygı duymamaları , onları kendi belirledikleri kurallara göre yönetmek istemeleri şeklinde ortaya çıkmaktadır. Allah'ın arzı üzerinde "Dişi Deve" olarak sembolize edilen kendilerinin dışındaki canlı hayatına saygı duymayan bir yaşam biçimi bu kavmin sonunu getirmiştir.
Allah'ın arzı üzerinde yaşayan canlılara saygı duymayan , onların da en az kendileri kadar yaşam hakları olduğunu düşünmeden , kendilerinin emrine müsahhar kılınmış olan kevni ayetleri hoyratça harcamanın tüm zamanlar için geçerli olacak olan sonu, Semud kavminin sonuna benzer şekilde yok olmaktır.
Şu anda yaşadığımız arz bizim değil , bizden öncekilerden miras aldığımız , belirli bir süre faydalandıktan sonra bizden sonrakilere miras olarak bırakacağımız bir emanettir. Sadece kendisini düşünerek gelecek olan nesilleri düşünmeyen insanoğlu , geçmiştekilerden ödünç olarak alınan ve gelecek olan nesilleri devredilmesi gereken , arz üzerinde olan bu nimetleri hoyratça kullanmak sureti ile, kendi sonunu hazırlamaktadır.
İnsanoğlu yeryüzünde kendisine faydalanması için verilen nimetler ile hayatiyetini sürdürebilir. "Ekolojik Denge" olarak ifade edilen temiz hava , su , bitki ve hayvan neslinin devam etmesi insan hayatının devam etmesi için gerekli olan en önemli unsurlardır.
Sadece kendi çıkarını düşünmek sureti ile gelecek nesillere üzerine ilave edilerek devredilmesi gereken arz üzerinde yaşayan bitki ve hayvan neslini , daha çok kazanmak , daha çok yemek uğruna heba eden insanoğlu bunu yapmakla hem kendisinin sonunu , hem de gelecek nesillerin sonunu tehlikeye atan bir tutum sergilemektedir.
Daha çok kazanmak ve tüketmek için her tarafa dikilen fabrikaların bacalarından çıkan zehirli gazların kirlettiği hava, zaman içinde insanları temiz havadan yoksun bırakarak çeşitli hastalıklara maruz bırakmaktadır. Bu gazların neden olduğu tehlikenin önüne geçmek yapılan çalışmalara engel olan devletler, yine bu gazların en fazla çıktığı fabrikalara sahip olan ülkelerdir. İnsanları ve kendilerini zehirlemek pahasına da olsa , kazanç kapılarının kapanmasını istemeyen bu müstekbirler , yaptıkları yanlışın kendi kapılarını çaldığında , geri dönmek için artık vakit çok geç olacaktır.
Herkesin malumu olduğu üzere , fabrikaların havaya verilen zehirli gazları , akarsulara verilen atık suları , temiz su ve bitki neslini büyük ölçüde tehdit etmektedir. Hava , su ve gıda, insan hayatı için çok önemli unsurlar olması nedeniyle , insan eli ile bunların yok edilmeye çalışılması, insanlığın önündeki büyük felaketin habercisidir. Eğer gerekli ve köktenci tedbirler alınmadığı takdirde ilerleyen zamanlarda , insanoğlu içecek temiz su , yiyecek temiz gıda , soluyacak temiz havadan yoksun olarak kitlesel ölümlerle karşılaşarak , helak denilen olay yeniden tarih sahnesine çıkacaktır.
Kavimlerin helak edilmesi ile ilgili olarak anlatılan korkunç helak biçimleri , o kavimlerin işlemiş olduğu cürümlerin ne denli korkunç olduğunu tasvir etmek için kullanılan bir üsluptur. Bizim kıssaları okurken odaklanmamız gereken taraf , kavimlerin nasıl helak edildikleri değil neden helak edildikleri olmalıdır. Helak biçimine değil , helak nedenine odaklanan bir okuma , kıssalarda anlatılan sebeplerin hangi zamanda yaşanırsa yaşansın aynı karşılığını bulacağını bizlere göstererek , aynı akıbete uğramamak için bizlerin de gerekeni yapmasını sağlayacaktır.
[027.048] Ve şehirde dokuz kişi var idi ki, yerde fesada çalışıyorlardı, ıslahda bulunmuyorlardı.
Kazanmak ve diğer insanlar üzerinde tahakküm etmek hırsı , insanoğlunu öyle bir hale getirmiştir ki , bırakın kendi dışındaki bitki ve canlı neslini , kendi çıkarları için kendi cinsinden olan insan neslini bile katletmekten çekinmemektedir.
Semud kavmi içinde bulunan 9 lu çetenin bugünkü karşılığı , kendi çıkarları için dünyayı kan ve göz yaşına boğmaktan kaçınmayan ülke ve o ülkelerin varlıktan şımarmış ele başlarıdır. Bu insanlar için bir damla petrol , insan hayatından daha değerli olup , kendi ülkelerinde bir kişinin yaşaması için , başka ülkelerde binlerce kişinin öldürülmesine göz yummaktadırlar.
Çıkarları için arz üzerinde her türlü fesadı yapmaktan çekinmeyenler , yaptıklarının cezasının ahirette çekecekleri gibi , ahiret öncesi dünya hayatlarında helak olarak çekeceklerdir.
Sonuç olarak : Semud kavmi örneğinde "Allah'ın Arzı ve Devesi" olarak geçen deyimler , insan yaşamı için önemli olan unsurları sembolize etmektedir. Semudlular kendi yanlarından ihdas ettikleri şirk düşünceleri doğrultusunda , kendi emirlerine amade kılınmış olan kevni ayetleri , Allah'ın elçisi ile önerdiği kullanma klavuzuna göre değil , kendi yanlarından ürettikleri klavuzu göre yönetmek istemeleri sonucunda tarih sahnesinden silinmişlerdir.
Dünyanın hangi zaman biriminde yaşarsa yaşasın , hangi mekanında yaşarsa yaşasın , kendilerine emanet olarak verilen , ve kendilerinden sonraki nesillere miras bırakmaları gerekenleri , hoyratça kullananlar hem kendilerini , hem de gelecek nesillerin hayatlarını tehlikeye atarak , helak olmalarına sebep olacaklardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
Semud, bilindiği gibi sonu helak ile biten bir yaşam süren kavim olarak Kur'an içinde zikri geçmektedir. Bu kavmi kendi adı ile veya kendilerine gelen elçinin adı ile anmak , o kavmin helak olma sebebinin evrensel bir mahiyeti olduğunu bizlere unutturacaktır. "Dişi deveyi kesen kavim" , veya "Allah'ın arzını fesada boğan kavim" olarak anmak , bu kavmin helak ediliş sebeplerini zihnimizde canlı tutarak , kıssanın mesajının güncel halde kalmasını sağlayacaktır.
[007.073] Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilahınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi: Allah'ın bu dişi devesi size bir ayettir, onu bırakın, Allah'ın arzında otlasın; ona kötülük etmeyin, yoksa can yakıcı azaba uğrarsınız.
[011.064] «Ey kavmim! Bu, size bir ayet olarak, Allah'ın dişi devesidir. Bırakın onu, Allah'ın arzında otlasın; ona fenalık etmeyin, yoksa siz hemen azaba uğrarsınız»
Bilindiği gibi , kendilerine gönderilen elçinin uyarmalarını dikkate almayan Medyen'liler Allah'ın arzında otlaması için serbest bırakılması gereken dişi deveyi keserek helak edilmeyi hak etmişlerdir. Kıssa içinde geçen bu iki deyime güncel bir anlam yükleyerek , kıssanın evrensel bir mesajı olduğunu okuyabiliriz şöyle ki ;
Allah c.c nin üzerinde yaşadığımız arzı "Arzullah" (Allah'ın Arzı) olarak hatırlatması , bu arz ve üzerinde olanların tümünün onu mülkü olduğunun bilinmesi amacına matuftur. Bir mülk içinde yaşayanlar , o mülk'ün sahibinin koyduğu kurallara göre hareket etmek zorundadırlar.
"Dişi Deve" ile ilgili olarak eski tefsirlere bakıldığında, bu devenin kayadan çıkıp çıkmadığı üzerinde yapılan tartışmalar gözümüze çarpmaktadır. Geçmişteki tefsir yazarlarının en büyük sıkıntısı , özellikle kıssalar ile ayetleri tefsir ederken verilmek istenen mesaja odaklanmak yerine , zaman ve mekana sıkıştırılmış bir çalışma yaparak aya değil parmağa bakan bir çalışma yapmış olmalarıdır.
Bazı ayetlerin tefsirinde laf olsun sayfa dolsun kabilinden İsrailiyat denilen masallar ile doldurulmuş bilgileri tefsir olarak okumaya alışkın olan kimseler , kıssaların bugüne dair mesajları olabileceği düşüncesi içinde kıssa okumaları yapanları "Modernist" olarak görmekte ve yaptıkları bazı yorumlara karşı çıkmaktadırlar. Modernist olarak görülen bazı okumalarda da bazı sorunların olduğu bir gerçek olmakla birlikte , kıssaların ön yargılı olarak okunmayarak , bize dönük mesajlarının okunmaya çalışılması, daha sağlıklı sonuçlar ortaya çıkaracaktır.
Kıssa içinde geçen deyimlerin evrensel anlamlarından önce, insan ile ilgili önemli kavramlardan olan "Halife" nin anlamını hatırlamanın gerektiğini düşünmekteyiz. Halife , "Arka" anlamına gelen "Halfün" sözcüğünden türemiş , "Arkadan gelen" anlamındadır. Bu kelime, insanın elinde bulundurduğu her türlü imkanın gerçek sahibi olmadığını , onu belirli bir süre elinde tuttuktan sonra ardından gelene devretmesi anlamına da gelmektedir.
Yani insan , yaşadığı arz üzerinde kendi emrine müsahhar kılınmış olan kevni ayetlerin gerçek sahibi değil , geçici kullanıcısı olup , bu ayetlerin nasıl kullanması gerektiğini her şeyin gerçek sahibi olan Allah c.c den öğrenmek zorundadır. Şirk kavramı, işte bu noktada ortaya çıkarak , sahip olmadıkları mülk üzerinde halife olarak yaşayan insanların , halife olmayı bırakarak asil olmaya soyunmasının bir sonucu olarak , ilah olmanın gereği olan bir hakkı, kendi hakları olduğunu zannederek , kendi kurallarını koymaya çalışmalarına ilahlıkta ortaklık yani "Şirk" adı verilmiştir.
Şirk dediğimiz olgu , insanların sadece putlara tapması şeklinde hayat sahnesine çıkmaz. Şirk olgusu, yaşam sistemi koymak hakkını Allah'tan alarak onun dışındakilere vermek şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kur'an kıssa yollu anlatımlar ile şirk'in hayat içindeki yansımasını geçmiş kavimler üzerinden anlatarak , bu suçun toplumlar üzerindeki tahribatına dikkat çekmiş ve aynı suçun işlendiği tüm zaman ve mekanlarda yaşayan insanların, aynı akıbete uğrayacağını hatırlatmıştır.
Semud kavmindeki şirk , emanetçi olarak yaşadıkları arz üzerinde, kendilerinin dışındaki canlı hayatına saygı duymamaları , onları kendi belirledikleri kurallara göre yönetmek istemeleri şeklinde ortaya çıkmaktadır. Allah'ın arzı üzerinde "Dişi Deve" olarak sembolize edilen kendilerinin dışındaki canlı hayatına saygı duymayan bir yaşam biçimi bu kavmin sonunu getirmiştir.
Allah'ın arzı üzerinde yaşayan canlılara saygı duymayan , onların da en az kendileri kadar yaşam hakları olduğunu düşünmeden , kendilerinin emrine müsahhar kılınmış olan kevni ayetleri hoyratça harcamanın tüm zamanlar için geçerli olacak olan sonu, Semud kavminin sonuna benzer şekilde yok olmaktır.
Şu anda yaşadığımız arz bizim değil , bizden öncekilerden miras aldığımız , belirli bir süre faydalandıktan sonra bizden sonrakilere miras olarak bırakacağımız bir emanettir. Sadece kendisini düşünerek gelecek olan nesilleri düşünmeyen insanoğlu , geçmiştekilerden ödünç olarak alınan ve gelecek olan nesilleri devredilmesi gereken , arz üzerinde olan bu nimetleri hoyratça kullanmak sureti ile, kendi sonunu hazırlamaktadır.
İnsanoğlu yeryüzünde kendisine faydalanması için verilen nimetler ile hayatiyetini sürdürebilir. "Ekolojik Denge" olarak ifade edilen temiz hava , su , bitki ve hayvan neslinin devam etmesi insan hayatının devam etmesi için gerekli olan en önemli unsurlardır.
Sadece kendi çıkarını düşünmek sureti ile gelecek nesillere üzerine ilave edilerek devredilmesi gereken arz üzerinde yaşayan bitki ve hayvan neslini , daha çok kazanmak , daha çok yemek uğruna heba eden insanoğlu bunu yapmakla hem kendisinin sonunu , hem de gelecek nesillerin sonunu tehlikeye atan bir tutum sergilemektedir.
Daha çok kazanmak ve tüketmek için her tarafa dikilen fabrikaların bacalarından çıkan zehirli gazların kirlettiği hava, zaman içinde insanları temiz havadan yoksun bırakarak çeşitli hastalıklara maruz bırakmaktadır. Bu gazların neden olduğu tehlikenin önüne geçmek yapılan çalışmalara engel olan devletler, yine bu gazların en fazla çıktığı fabrikalara sahip olan ülkelerdir. İnsanları ve kendilerini zehirlemek pahasına da olsa , kazanç kapılarının kapanmasını istemeyen bu müstekbirler , yaptıkları yanlışın kendi kapılarını çaldığında , geri dönmek için artık vakit çok geç olacaktır.
Herkesin malumu olduğu üzere , fabrikaların havaya verilen zehirli gazları , akarsulara verilen atık suları , temiz su ve bitki neslini büyük ölçüde tehdit etmektedir. Hava , su ve gıda, insan hayatı için çok önemli unsurlar olması nedeniyle , insan eli ile bunların yok edilmeye çalışılması, insanlığın önündeki büyük felaketin habercisidir. Eğer gerekli ve köktenci tedbirler alınmadığı takdirde ilerleyen zamanlarda , insanoğlu içecek temiz su , yiyecek temiz gıda , soluyacak temiz havadan yoksun olarak kitlesel ölümlerle karşılaşarak , helak denilen olay yeniden tarih sahnesine çıkacaktır.
Kavimlerin helak edilmesi ile ilgili olarak anlatılan korkunç helak biçimleri , o kavimlerin işlemiş olduğu cürümlerin ne denli korkunç olduğunu tasvir etmek için kullanılan bir üsluptur. Bizim kıssaları okurken odaklanmamız gereken taraf , kavimlerin nasıl helak edildikleri değil neden helak edildikleri olmalıdır. Helak biçimine değil , helak nedenine odaklanan bir okuma , kıssalarda anlatılan sebeplerin hangi zamanda yaşanırsa yaşansın aynı karşılığını bulacağını bizlere göstererek , aynı akıbete uğramamak için bizlerin de gerekeni yapmasını sağlayacaktır.
[027.048] Ve şehirde dokuz kişi var idi ki, yerde fesada çalışıyorlardı, ıslahda bulunmuyorlardı.
Kazanmak ve diğer insanlar üzerinde tahakküm etmek hırsı , insanoğlunu öyle bir hale getirmiştir ki , bırakın kendi dışındaki bitki ve canlı neslini , kendi çıkarları için kendi cinsinden olan insan neslini bile katletmekten çekinmemektedir.
Semud kavmi içinde bulunan 9 lu çetenin bugünkü karşılığı , kendi çıkarları için dünyayı kan ve göz yaşına boğmaktan kaçınmayan ülke ve o ülkelerin varlıktan şımarmış ele başlarıdır. Bu insanlar için bir damla petrol , insan hayatından daha değerli olup , kendi ülkelerinde bir kişinin yaşaması için , başka ülkelerde binlerce kişinin öldürülmesine göz yummaktadırlar.
Çıkarları için arz üzerinde her türlü fesadı yapmaktan çekinmeyenler , yaptıklarının cezasının ahirette çekecekleri gibi , ahiret öncesi dünya hayatlarında helak olarak çekeceklerdir.
Sonuç olarak : Semud kavmi örneğinde "Allah'ın Arzı ve Devesi" olarak geçen deyimler , insan yaşamı için önemli olan unsurları sembolize etmektedir. Semudlular kendi yanlarından ihdas ettikleri şirk düşünceleri doğrultusunda , kendi emirlerine amade kılınmış olan kevni ayetleri , Allah'ın elçisi ile önerdiği kullanma klavuzuna göre değil , kendi yanlarından ürettikleri klavuzu göre yönetmek istemeleri sonucunda tarih sahnesinden silinmişlerdir.
Dünyanın hangi zaman biriminde yaşarsa yaşasın , hangi mekanında yaşarsa yaşasın , kendilerine emanet olarak verilen , ve kendilerinden sonraki nesillere miras bırakmaları gerekenleri , hoyratça kullananlar hem kendilerini , hem de gelecek nesillerin hayatlarını tehlikeye atarak , helak olmalarına sebep olacaklardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
4 Kasım 2016 Cuma
Hamd'ın Alemlerin Rabbi Allah'a Olmasının İnsan Hayatındaki Yeri Nasıl Olmalıdır?
Kur'an'ın bir çok yerinde geçen, "Elhamdulillahi Rabbil Alemin" (Hamd Alemlerin Rabbi Allah'a dır) şeklindeki cümleleri, her gün defalarca tekrarlamamıza rağmen, bu sözlerin gereğini hayatımızda yerine getirdiğimizi söylemek güçtür. Övgü anlamına gelen "Hamd" kelimesinin insan hayatında , insanın asi ve nankör bir tabiatı olması , başına gelenlerden kendisini sorumlu tutmayarak suçu başkalarında araması ile yakından ilgisi vardır.
İnsanlardan bazıları , yaşamları içinde başlarına gelen kötü olaylardan Allah c.c yi sorumlu tutarak, ona isyan etmeyi kendilerinde bir hak olarak görmekte, ve böylelikle ahiret yaşamlarını tehlikeye atmaktadırlar. Kur'an'ın bir çok yerinde geçen "Hamd" kavramı, şayet insanlar tarafından doğru anlaşılmış olsaydı , böyle bir isyanın ne kadar haksız olduğu anlaşılır , ve insanların başına gelen kötülüklerden dolayı Allah c.c nin hiç bir sorumluluğu olmadığı anlaşılmış olurdu.
Hamd kelimesinin Allah c.c için kullanılması , Alemlerin rabbi olması nedeniyle tüm alem üzerine koymuş olduğu işleyiş yasalarında herhangi bir yanlışlık , hata , kayırma , düzensizlik , eksiklik olmadığını göstermektedir. Bir kimsenin hamd edilmeyi hak etmesi demek , onun yanlış bir iş yapmaması , yaptığı her ne ise doğru olması nedeniyle her türlü övgüye layık olması demektir. Allah c.c yanlışlık ve hatadan münezzeh olması nedeniyle , hamd edilmeyi hak eden yegane varlıktır.
"Hamd" kavramı , Allah c.c nin aldığı kararların , verdiği hükmün en doğru ve tartışmasız olmasını ifade etmektedir. Bir kulun ona hamd etmesi demek , o kulun başına gelen her türlü olayı kabullenmesini , ve kendisi için hak ettiğinin bu olduğunu bilmesi ve ona göre davranış sergilemesi anlamına gelmektedir.
Hamd kavramının anlaşılması , Allah c.c nin yaratmış olduğu tüm varlıklar ve olaylar üzerinde bir yasa koymuş olduğunun bilinmesi ile mümkün olacaktır.Onun yaratmış olduğu aleme koymuş olduğu yasalar yani düzen, bazı ayetlerde şu şekilde beyan edilmektedir:
[006.038] Yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar! Biz kitapta hiçbir eksik bırakmamışızdır. Sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.
[006.059] Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apaçık Kitap'tadır ancak O bilir.
[057.022] Ne Arzda, ne de nefislerinizde bir musıbet başa gelmezki biz onu fi'le çıkarmazdan evvel bir kitabda yazılmış olmasın, şübhesiz bu Allaha göre kolaydır
Özellikle Hadid s. 22. ayeti, arz ve insan ile ilgili olan her şeyin daha önceden belirlenmiş bir yasası olduğunu yani hiç bir şey de başıboşluk , düzensizlik olmadığını beyan etmektedir. "Sünnetullah" diyebileceğimiz bu yasalar, hiç bir ayrım gözetmeden herkes üzerinde aynı şekilde işleyiş göstermektedir. Kısacası Allah c.c tüm varlıklar üzerine koyduğu bazı ilkeleri bulunmakta olup , bu ilkelere göre hareket etmektedir.
Bunu insan hayatı bazında düşündüğümüz zaman , insanın başına gelenler kendi elleri ile işledikleri sebebi ile olup , nankör bir tabiatı olan insan bu durumu kabullenmeyerek , hatayı başkalarında arayıp , kendi hatasını görmemek gibi bir haslete sahiptir.
[011.009] And olsun ki, insana nimetimizi tattırır sonra onu ondan çekip alırsak, o şüphesiz umutsuz bir nanköre döner.
[042.048] Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir. Doğrusu Biz insana katımızdan bir rahmet tattırırsak ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür.
[041.046] Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zalim değildir.
Kullarına karşı zalim olmadığını bir çok yerde haber veren rabbimizin bu haberine karşı , kendi elleri ile işledikleri yüzünden başlarına gelenlerin sebebini kendi yaptıklarında aramayanlar , hatayı Allah c.c de arayarak , büyük bir zulüm işlemektedirler.
"Kadermiş!" öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
Belânı istedin Allah da verdi... doğrusu bu ya
İnsanlardan bazıları , yaşamları içinde başlarına gelen kötü olaylardan Allah c.c yi sorumlu tutarak, ona isyan etmeyi kendilerinde bir hak olarak görmekte, ve böylelikle ahiret yaşamlarını tehlikeye atmaktadırlar. Kur'an'ın bir çok yerinde geçen "Hamd" kavramı, şayet insanlar tarafından doğru anlaşılmış olsaydı , böyle bir isyanın ne kadar haksız olduğu anlaşılır , ve insanların başına gelen kötülüklerden dolayı Allah c.c nin hiç bir sorumluluğu olmadığı anlaşılmış olurdu.
Hamd kelimesinin Allah c.c için kullanılması , Alemlerin rabbi olması nedeniyle tüm alem üzerine koymuş olduğu işleyiş yasalarında herhangi bir yanlışlık , hata , kayırma , düzensizlik , eksiklik olmadığını göstermektedir. Bir kimsenin hamd edilmeyi hak etmesi demek , onun yanlış bir iş yapmaması , yaptığı her ne ise doğru olması nedeniyle her türlü övgüye layık olması demektir. Allah c.c yanlışlık ve hatadan münezzeh olması nedeniyle , hamd edilmeyi hak eden yegane varlıktır.
"Hamd" kavramı , Allah c.c nin aldığı kararların , verdiği hükmün en doğru ve tartışmasız olmasını ifade etmektedir. Bir kulun ona hamd etmesi demek , o kulun başına gelen her türlü olayı kabullenmesini , ve kendisi için hak ettiğinin bu olduğunu bilmesi ve ona göre davranış sergilemesi anlamına gelmektedir.
Hamd kavramının anlaşılması , Allah c.c nin yaratmış olduğu tüm varlıklar ve olaylar üzerinde bir yasa koymuş olduğunun bilinmesi ile mümkün olacaktır.Onun yaratmış olduğu aleme koymuş olduğu yasalar yani düzen, bazı ayetlerde şu şekilde beyan edilmektedir:
[006.038] Yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar! Biz kitapta hiçbir eksik bırakmamışızdır. Sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.
[006.059] Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apaçık Kitap'tadır ancak O bilir.
[057.022] Ne Arzda, ne de nefislerinizde bir musıbet başa gelmezki biz onu fi'le çıkarmazdan evvel bir kitabda yazılmış olmasın, şübhesiz bu Allaha göre kolaydır
Özellikle Hadid s. 22. ayeti, arz ve insan ile ilgili olan her şeyin daha önceden belirlenmiş bir yasası olduğunu yani hiç bir şey de başıboşluk , düzensizlik olmadığını beyan etmektedir. "Sünnetullah" diyebileceğimiz bu yasalar, hiç bir ayrım gözetmeden herkes üzerinde aynı şekilde işleyiş göstermektedir. Kısacası Allah c.c tüm varlıklar üzerine koyduğu bazı ilkeleri bulunmakta olup , bu ilkelere göre hareket etmektedir.
Bunu insan hayatı bazında düşündüğümüz zaman , insanın başına gelenler kendi elleri ile işledikleri sebebi ile olup , nankör bir tabiatı olan insan bu durumu kabullenmeyerek , hatayı başkalarında arayıp , kendi hatasını görmemek gibi bir haslete sahiptir.
[011.009] And olsun ki, insana nimetimizi tattırır sonra onu ondan çekip alırsak, o şüphesiz umutsuz bir nanköre döner.
[042.048] Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir. Doğrusu Biz insana katımızdan bir rahmet tattırırsak ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür.
[041.046] Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zalim değildir.
Kullarına karşı zalim olmadığını bir çok yerde haber veren rabbimizin bu haberine karşı , kendi elleri ile işledikleri yüzünden başlarına gelenlerin sebebini kendi yaptıklarında aramayanlar , hatayı Allah c.c de arayarak , büyük bir zulüm işlemektedirler.
"Kadermiş!" öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
Belânı istedin Allah da verdi... doğrusu bu ya
Taleb nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin (İrade) sana zulmetmek ihtimâli mi var? (Mehmet Akif Ersoy)
İnsan olarak şunu hatırdan çıkarmamalıyız ki ; Bizim başımıza ne geldi ise , veya dünya üzerinde insanların dahli ile meydana gelen her ne olay olursa , bu olaylardan Allah c.c sorumlu değil , kullar sorumludur (deprem , tsunami , kasırga gibi felaketleri kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz). Eğer insan eli ile meydana gelen olaylardan Allah c.c sorumlu olsaydı , onun bizim yaptıklarımız karşısında bize vaat ettiği ahiret karşılığı, zulümden başka bir şey olmazdı . Bizim yaptıklarımız hususunda onun sorumluluğunun olması , ve bunun karşısında kendisini sorumlu tutmayarak bizleri sorumlu tutan Allah c.c, adil değil haşa zalim bir ilah olmuş olurdu.
[076.003] Ona yolu da gösterdik; artık ister şükreder, ister nankör olur.
Hamd etmek yerine isyan etmek şeklinde ortaya çıkan tepkiler genellikle, bazı insanların doğuştan bir hastalık ile doğmaları ,veya genç yaşta hastalıklar nedeniyle vefat etmeleri gibi insanları sıkıntıya sokan bazı nedenlerle ortaya çıkmaktadır. Bu tür durumlarla karşılaşan bazı insanların yakınları veya kendileri , bu durumu Allah c.c nin onlara yaptığı bir kötülük olarak görerek , "Bula bula bizi mi buldun?" gibi isyankar sözlerle , başlarına gelen sıkıntılı durumlardan ötürü Allah c.c yi suçlamaktadırlar.
Günümüzde bir çok insanı yakından ilgilendiren bu sorun, yine "Hamd" kavramı ile yakından alakalıdır. Hamd edilmeye layık yegane varlık olması nedeniyle , yarattığı her şeye bir kural ve yasa koyan Allah c.c hiç bir kulu için , "Bu kulumun gözleri ama halde dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun spastik özürlü olarak dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile ölmesini istiyorum" şeklinde bir irade beyanı ile kullarının bu şekilde dünyaya gelmesinde dahli olmaz.
Eğer bir çocuk doğuştan ama olarak , veya spastik özürlü olarak dünyaya geliyor , veya bir kimse genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile vefat ediyorsa , bunun sebebi tamamen o kişilerin ailelerinde olan genetik sorunlardan , veya çevresel faktörlerden ,veya sağlıklı olmak için gerekli olan kuralları çiğnemesinden kaynaklanan sorunlardır.
Anne ve babanın kendisi veya onların daha önceki anne babalarından gelen genetik faktörler , veya insanların yaşadığı dünyanın çeşitli yerlerinde meydana gelen olumsuz çevresel olaylar, bir kimsenin dünyaya bazı azalarından noksan , bazı azalarının çalışmaz , veya bir takım hastalıklar taşıyarak dünyaya gelmesine sebep olabilir , veya bir kimse sağlık nimetini iyi kullanmaması sonucunda bir takım hastalıklara yakalanarak genç yaşta hayatını kaybedebilir.
Allah c.c her şeye gücü yeten biri olarak bu gibi doğumları veya erken yaştaki ölümleri neden önlemediği sorusu, bu noktada mutlaka sorulacaktır. Allah c.c koymuş olduğu yasalar gereğince genetik veya çevresel faktörler gibi sebeplerden dolayı , bir kimsenin dünyaya sağlıksız olarak gelmesi gerekiyor ise , duruma müdahale ederek , onun sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmesini de sağlamaz. Bu gibi olaylar tamamen sebep-sonuç ilişkisi dahilinde gelişen olaylar olup , olayın yegane suçlusu olarak Allah c.c nin gösterilmesi büyük bir bühtandır.
Hastalıkların tedavi edilmesi için çalışılması ve gayret edilmesi konusunun elbette göz ardı edilmemesi gereken bir durum olduğunu burada hatırlatmak isteriz.
Allah c.c nin bu gibi olaylara neden müdahale etmediği sorusunun cevabı "İmtihan" kavramı ile de yakından alakalıdır. İnsan hayatını iki aşamalı olarak kabul edecek olursak , birinci aşaması kendi elleri ile işledikleri yüzünden başına gelen bazı sıkıntılı durumlar , ikinci aşaması ise başına gelen sıkıntılı duruma isyan etmemek , sabır göstermek , çıkış yolu aramaktır.
[067.002] O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginiz daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.
[011.007] Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek için; gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Zaten Arş'ı su üstünde idi. Andolsun ki; ölümden sonra muhakkak siz yine dirileceksiniz, desen; küfredenler mutlaka: Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, diyeceklerdir.
Bir çok ayet dünya hayatının, kalıcı olan ahiret hayatı için bir çalışma yeri olduğunu , asıl olan yerin ahiret yurdu olduğunu bizlere hatırlatarak , yaşadığımız yerin imtihan sahası olduğunu ve buna göre hareket etmemizi istemektedir. İnsanların bazı sebeplerden ötürü başlarına gelen musibetlere karşı isyan etmeyerek sabır göstermesi , onlar için imtihanı başarma vesilesi sayılmaktadır.
[002.155-156] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlara bir musibet geldiğinde: «Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz» derler.
Yukarıdaki ayet , insana kendi eli ile işlediği yüzünden veya başka sebeplerden ötürü dokunmuş olan musibetlere karşı, nasıl bir tavır takınması gerektiğini öğreten ayetlerdendir. İnsan yaşadığı hayat içinde karşılaştığı zorluklara karşı , isyan etmeden , nankörlük etmeden içinde bulunduğu durumu iyileştirmek için çabalamak ve gayret etmek zorundadır.
Başına gelen herhangi bir musibete karşı "Kaderim böyleymiş" diyerek oturmak yerine , içine düştüğü sıkıntılı durumdan kurtulmanın yollarını aramak , gerçek tevekkül sahibi olan bir müminin yapması gerekendir.
Ele almaya çalıştığımız konu "Kader" kavramı ile de yakından alakalıdır. Bu kavram Kur'an'i anlamda , Allah c.c nin varlıklar üzerine koymuş olduğu yasalar anlamında olmasına rağmen , zaman içinde yanlış bir anlama büründürülerek insanın ne yapsa değiştiremeyeceği , doğuştan alnına yazılmış olan yazgı anlamında anlaşılmaktadır. Kader kavramı eğer doğru bir şekilde anlaşılacak olursa , kişilerin başlarına gelen olaylar ve durumların meydana gelmesinde Allah c.c nin sorumluluğu olmadığı da anlaşılarak , "Kader mahkumu" , "Kaderimse çekerim" gibi arabesk edebiyatı da ortadan kalkacaktır.
Yeri gelmişken , halk arasında yanlış olarak bilinen bir konuyu hatırlatmak istiyoruz . Hasta olan birine "Hastalığına şükretme hamd et , Allah hastalığına şükredenlerin hastalığını artırır" şeklinde bazı hatırlatmalar yapılmaktadır.
Bu düşünceye İbrahim s. 7. ayetinde "Hani Rabbınız: Şükrederseniz; andolsun ki, size artırırım, nankörlük ederseniz; bilin ki azabım çok şiddetlidir, diye bildirmişti." ayetinin yanlış olarak anlaşılması sonucunda varıldığını söylemek istiyoruz. Allah c.c kullarına verdiği nimete nankörlük etmemelerini , şükretmelerini , şükrettikleri takdirde bu nimetleri artıracağını vaat etmekte , fakat hasta olan birisi eğer bu hastalığına şükrettiği takdirde bu hastalığı da artıracağı gibi bir düşüncenin ortaya çıkması son derece hatalıdır. Şayet hasta biri hastalığına şükretse bu durum onun nankör bir kul olmadığını gösterir , ancak hastalığının artmasına vesile olmaz.
"Hastalık için hamd etmek mi , yoksa şükretmek mi gerekir?" şeklinde bir soruya , ikisi de yapılabilir diyebiliriz şöyle ki ; Hastalık ile karşılaşan bir kul bu hastalıktan Allah c.c nin sorumlu olmadığını ifade etmek için hamd eder , nankör bir kul olmadığını göstermek için şükreder.
Hamd ile şükür arasındaki farkı kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür ; Hamd kula isabet eden nimet içinde , sıkıntı içinde yapılabilir , şükür ise sadece nimet karşılığında yapılabilir. Hamd , şükürden daha geniş kapsamlı olmakla birlikte , şükür daha dar kapsamlıdır.
Yazımızda geçen "Hamd" - "Kader" - "İmtihan" kavramlarının birbiri ile alakasını kurduğumuz takdirde ortaya çıkan sonuç şudur ;
Hamd = Allah c.c nin alemlerin rabbi olarak yaratmış olduğu her şeyin üzerinde yapmış olduğu tasarrufta , verdiği kararda , hiç bir şekilde hata ve yanılma gibi durumların söz konusu olmaması , yaptığı her şeyin övgüye layık olması anlamındadır.
Kader = Allah c.c nin Yarattığı her şeyin bir yasa gereği olması , yaratılan her şeyin üzerinde bir yasa bulunması , bu dünya yüzünde her ne meydana geliyorsa bu yasaların sonucu meydana gelmesi , Allah c.c nin keyfi davranışı , taraflı davranışı , ilkesiz davranışı gibi şeyin söz konusu olmaması anlamındadır.
İmtihan = Yaşadığımız hayat içinde kendi işlediklerimiz yüzünden veya bizim elimizde olmayan sebeplerden dolayı başımıza gelen herhangi bir musibetin bizim tarafımızdan görülmesi gereken yönüdür. Kendisine bir musibet gelen kul, "Allah c.c beni bu şekilde imtihan ediyor" bilinci içinde başına gelene karşı isyan etmemek sureti ile, gereken çalışma ve gayreti gösterdiği takdirde , "Hamd" kavramını hayatı içinde doğru bir yere oturtarak , nankör insan olmak yerine , şükreden bir insan olacaktır.
Çünkü bu kul başına gelenin sorumluluğunu Allah c.c ye yüklemeyerek , meydana gelen olayın kendi sorumluluğundan ötürü başına geldiğini bilerek hareket etmek sureti ile isyan etmek yerine , başına gelen sıkıntıdan kurtulmayı veya sabretmeyi bilecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
Meşiyyetin (İrade) sana zulmetmek ihtimâli mi var? (Mehmet Akif Ersoy)
İnsan olarak şunu hatırdan çıkarmamalıyız ki ; Bizim başımıza ne geldi ise , veya dünya üzerinde insanların dahli ile meydana gelen her ne olay olursa , bu olaylardan Allah c.c sorumlu değil , kullar sorumludur (deprem , tsunami , kasırga gibi felaketleri kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz). Eğer insan eli ile meydana gelen olaylardan Allah c.c sorumlu olsaydı , onun bizim yaptıklarımız karşısında bize vaat ettiği ahiret karşılığı, zulümden başka bir şey olmazdı . Bizim yaptıklarımız hususunda onun sorumluluğunun olması , ve bunun karşısında kendisini sorumlu tutmayarak bizleri sorumlu tutan Allah c.c, adil değil haşa zalim bir ilah olmuş olurdu.
[076.003] Ona yolu da gösterdik; artık ister şükreder, ister nankör olur.
Hamd etmek yerine isyan etmek şeklinde ortaya çıkan tepkiler genellikle, bazı insanların doğuştan bir hastalık ile doğmaları ,veya genç yaşta hastalıklar nedeniyle vefat etmeleri gibi insanları sıkıntıya sokan bazı nedenlerle ortaya çıkmaktadır. Bu tür durumlarla karşılaşan bazı insanların yakınları veya kendileri , bu durumu Allah c.c nin onlara yaptığı bir kötülük olarak görerek , "Bula bula bizi mi buldun?" gibi isyankar sözlerle , başlarına gelen sıkıntılı durumlardan ötürü Allah c.c yi suçlamaktadırlar.
Günümüzde bir çok insanı yakından ilgilendiren bu sorun, yine "Hamd" kavramı ile yakından alakalıdır. Hamd edilmeye layık yegane varlık olması nedeniyle , yarattığı her şeye bir kural ve yasa koyan Allah c.c hiç bir kulu için , "Bu kulumun gözleri ama halde dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun spastik özürlü olarak dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile ölmesini istiyorum" şeklinde bir irade beyanı ile kullarının bu şekilde dünyaya gelmesinde dahli olmaz.
Eğer bir çocuk doğuştan ama olarak , veya spastik özürlü olarak dünyaya geliyor , veya bir kimse genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile vefat ediyorsa , bunun sebebi tamamen o kişilerin ailelerinde olan genetik sorunlardan , veya çevresel faktörlerden ,veya sağlıklı olmak için gerekli olan kuralları çiğnemesinden kaynaklanan sorunlardır.
Anne ve babanın kendisi veya onların daha önceki anne babalarından gelen genetik faktörler , veya insanların yaşadığı dünyanın çeşitli yerlerinde meydana gelen olumsuz çevresel olaylar, bir kimsenin dünyaya bazı azalarından noksan , bazı azalarının çalışmaz , veya bir takım hastalıklar taşıyarak dünyaya gelmesine sebep olabilir , veya bir kimse sağlık nimetini iyi kullanmaması sonucunda bir takım hastalıklara yakalanarak genç yaşta hayatını kaybedebilir.
Allah c.c her şeye gücü yeten biri olarak bu gibi doğumları veya erken yaştaki ölümleri neden önlemediği sorusu, bu noktada mutlaka sorulacaktır. Allah c.c koymuş olduğu yasalar gereğince genetik veya çevresel faktörler gibi sebeplerden dolayı , bir kimsenin dünyaya sağlıksız olarak gelmesi gerekiyor ise , duruma müdahale ederek , onun sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmesini de sağlamaz. Bu gibi olaylar tamamen sebep-sonuç ilişkisi dahilinde gelişen olaylar olup , olayın yegane suçlusu olarak Allah c.c nin gösterilmesi büyük bir bühtandır.
Hastalıkların tedavi edilmesi için çalışılması ve gayret edilmesi konusunun elbette göz ardı edilmemesi gereken bir durum olduğunu burada hatırlatmak isteriz.
Allah c.c nin bu gibi olaylara neden müdahale etmediği sorusunun cevabı "İmtihan" kavramı ile de yakından alakalıdır. İnsan hayatını iki aşamalı olarak kabul edecek olursak , birinci aşaması kendi elleri ile işledikleri yüzünden başına gelen bazı sıkıntılı durumlar , ikinci aşaması ise başına gelen sıkıntılı duruma isyan etmemek , sabır göstermek , çıkış yolu aramaktır.
[067.002] O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginiz daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.
[011.007] Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek için; gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Zaten Arş'ı su üstünde idi. Andolsun ki; ölümden sonra muhakkak siz yine dirileceksiniz, desen; küfredenler mutlaka: Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, diyeceklerdir.
Bir çok ayet dünya hayatının, kalıcı olan ahiret hayatı için bir çalışma yeri olduğunu , asıl olan yerin ahiret yurdu olduğunu bizlere hatırlatarak , yaşadığımız yerin imtihan sahası olduğunu ve buna göre hareket etmemizi istemektedir. İnsanların bazı sebeplerden ötürü başlarına gelen musibetlere karşı isyan etmeyerek sabır göstermesi , onlar için imtihanı başarma vesilesi sayılmaktadır.
[002.155-156] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlara bir musibet geldiğinde: «Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz» derler.
Yukarıdaki ayet , insana kendi eli ile işlediği yüzünden veya başka sebeplerden ötürü dokunmuş olan musibetlere karşı, nasıl bir tavır takınması gerektiğini öğreten ayetlerdendir. İnsan yaşadığı hayat içinde karşılaştığı zorluklara karşı , isyan etmeden , nankörlük etmeden içinde bulunduğu durumu iyileştirmek için çabalamak ve gayret etmek zorundadır.
Başına gelen herhangi bir musibete karşı "Kaderim böyleymiş" diyerek oturmak yerine , içine düştüğü sıkıntılı durumdan kurtulmanın yollarını aramak , gerçek tevekkül sahibi olan bir müminin yapması gerekendir.
Ele almaya çalıştığımız konu "Kader" kavramı ile de yakından alakalıdır. Bu kavram Kur'an'i anlamda , Allah c.c nin varlıklar üzerine koymuş olduğu yasalar anlamında olmasına rağmen , zaman içinde yanlış bir anlama büründürülerek insanın ne yapsa değiştiremeyeceği , doğuştan alnına yazılmış olan yazgı anlamında anlaşılmaktadır. Kader kavramı eğer doğru bir şekilde anlaşılacak olursa , kişilerin başlarına gelen olaylar ve durumların meydana gelmesinde Allah c.c nin sorumluluğu olmadığı da anlaşılarak , "Kader mahkumu" , "Kaderimse çekerim" gibi arabesk edebiyatı da ortadan kalkacaktır.
Yeri gelmişken , halk arasında yanlış olarak bilinen bir konuyu hatırlatmak istiyoruz . Hasta olan birine "Hastalığına şükretme hamd et , Allah hastalığına şükredenlerin hastalığını artırır" şeklinde bazı hatırlatmalar yapılmaktadır.
Bu düşünceye İbrahim s. 7. ayetinde "Hani Rabbınız: Şükrederseniz; andolsun ki, size artırırım, nankörlük ederseniz; bilin ki azabım çok şiddetlidir, diye bildirmişti." ayetinin yanlış olarak anlaşılması sonucunda varıldığını söylemek istiyoruz. Allah c.c kullarına verdiği nimete nankörlük etmemelerini , şükretmelerini , şükrettikleri takdirde bu nimetleri artıracağını vaat etmekte , fakat hasta olan birisi eğer bu hastalığına şükrettiği takdirde bu hastalığı da artıracağı gibi bir düşüncenin ortaya çıkması son derece hatalıdır. Şayet hasta biri hastalığına şükretse bu durum onun nankör bir kul olmadığını gösterir , ancak hastalığının artmasına vesile olmaz.
"Hastalık için hamd etmek mi , yoksa şükretmek mi gerekir?" şeklinde bir soruya , ikisi de yapılabilir diyebiliriz şöyle ki ; Hastalık ile karşılaşan bir kul bu hastalıktan Allah c.c nin sorumlu olmadığını ifade etmek için hamd eder , nankör bir kul olmadığını göstermek için şükreder.
Hamd ile şükür arasındaki farkı kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür ; Hamd kula isabet eden nimet içinde , sıkıntı içinde yapılabilir , şükür ise sadece nimet karşılığında yapılabilir. Hamd , şükürden daha geniş kapsamlı olmakla birlikte , şükür daha dar kapsamlıdır.
Yazımızda geçen "Hamd" - "Kader" - "İmtihan" kavramlarının birbiri ile alakasını kurduğumuz takdirde ortaya çıkan sonuç şudur ;
Hamd = Allah c.c nin alemlerin rabbi olarak yaratmış olduğu her şeyin üzerinde yapmış olduğu tasarrufta , verdiği kararda , hiç bir şekilde hata ve yanılma gibi durumların söz konusu olmaması , yaptığı her şeyin övgüye layık olması anlamındadır.
Kader = Allah c.c nin Yarattığı her şeyin bir yasa gereği olması , yaratılan her şeyin üzerinde bir yasa bulunması , bu dünya yüzünde her ne meydana geliyorsa bu yasaların sonucu meydana gelmesi , Allah c.c nin keyfi davranışı , taraflı davranışı , ilkesiz davranışı gibi şeyin söz konusu olmaması anlamındadır.
İmtihan = Yaşadığımız hayat içinde kendi işlediklerimiz yüzünden veya bizim elimizde olmayan sebeplerden dolayı başımıza gelen herhangi bir musibetin bizim tarafımızdan görülmesi gereken yönüdür. Kendisine bir musibet gelen kul, "Allah c.c beni bu şekilde imtihan ediyor" bilinci içinde başına gelene karşı isyan etmemek sureti ile, gereken çalışma ve gayreti gösterdiği takdirde , "Hamd" kavramını hayatı içinde doğru bir yere oturtarak , nankör insan olmak yerine , şükreden bir insan olacaktır.
Çünkü bu kul başına gelenin sorumluluğunu Allah c.c ye yüklemeyerek , meydana gelen olayın kendi sorumluluğundan ötürü başına geldiğini bilerek hareket etmek sureti ile isyan etmek yerine , başına gelen sıkıntıdan kurtulmayı veya sabretmeyi bilecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)