Kur'an'ın kıyametin vaktini vermemiş , o saat gelmeden önce onun bir takım alametlerinden bahsetmemiş olmasına rağmen , rivayet kitaplarında Kıyamet Alametleri şeklinde açılan başlıklarda , Muhammed (a.s) a atfen bir çok rivayet uydurulmuş olduğu herkesçe malumdur. Kıyametten önce Dabbetü'l Arz olarak bilinen bir yaratığın çıkacağına dair haberler , rivayet kitaplarının en mütenahi köşelerinde yerini almış bir vaziyettedir.
Yazımızda bu konuyu irdelemeye çalışarak önce bu kelimenin Kur'an içinde geçtiği ayetleri okumak sureti ile bu kelimenin anlam alanına nelerin dahil olduğunu görmeye , sonra bu deyimin geçtiği ayeti okuyarak, Dabbe'nin ne zaman çıkacağı konusunu açıklığa kavuşturmaya , sonra ise bu deyim ile neyin ve kimin kast edilmiş olabileceğini anlamaya çalışacağız.
Eddebibü veya Eddebbe , hafif , yavaş yavaş veya belli belirsiz yürümek anlamındadır. Dabbetün ise , hareket eden bütün canlıları içine alan bir kelimedir. Bu kelimenin anlam alanına , en küçük bir böcekten tutun , insana kadar bütün canlılar girmektedir.
Bu kelimenin geçtiği ayetler aşağıdadır.
[002.164] Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri
ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde,
Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı (dabbetin) orada yaymasında, rüzgarları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları
döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır.
[006.038] Hem yerde hareket eden hiç bir canlı (dabbetin), kanatlarıyla uçan hiç bir
kuş türü yoktur ki sizin gibi birer toplum teşkil etmesinler. Biz o kitapta
hiçbir şeyi ihmal etmedik. Sonra hepsi Rab’lerinin huzuruna sevkedilip
toplanacaklardır.
[008.022] Allah katında, yeryüzündeki canlıların (eddevabbi) en şerlisi gerçeği
akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.
[008.055] Allah katında yeryüzündeki canlıların (eddevabbi) en şerlisi, inkar
edenlerdir. Onlar artık inanmazlar.
[011.006] Yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı yoktur ki (dabbetin), rızkı Allah'a ait
olmasın. Onların durup dinlenecek ve saklanacak yerlerini de O bilir. Hepsi
apaçık kitabdadır.
[011.056] Ben, sadece benim de, sizin de Rabbınız olan Allah'a tevekkül
ettim. Yürüyen hiç bir canlı yoktur ki (dabbetin); O, alnından tutmasın. Elbette dosdoğru
yol üzeredir benim Rabbım.
[016.049] Hem göklerde ve yerde ne varsa hepsi, herhangi bir canlı olsun (dabbetin) ,
melaike olsun hepsi Allah’a secde eder, asla kibirlenmezler.
[016.061] Allah insanları haksızlıklarından ötürü yakalayacak olsaydı,
yeryüzünde canlı (dabbetin) bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler.
Süreleri dolunca onu ne bir saat geciktirebilirler ne de öne alabilirler.
[022.018] Göklerde ve yerde olanların; güneş, ay, yıldızlar, dağlar,
ağaçlar, hayvanlar (eddevabbi) ile insanların bir çoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor
musun? İnsanların bir çoğu da azabı hak etmiştir. Ve Allah kimi alçaltırsa; ona
ikram edecek kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah; dilediğini yapar.
[024.045] Allah, her canlıyı (dabbetin) sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı
üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür...
Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
[029.060] Nice canlı (dabbetin) vardır ki; rızkını kendi taşımaz. Sizin de, onların da
rızkını Allah verir. Ve O; Semi'dir, Alim'dir.
[031.010] Allah gökleri gördüğünüz gibi direksiz yaratmış, sizi sallar diye
yeryüzüne sabit dağlar koymuş; orada her türlü canlıyı (dabbetin) yaymıştır. Gökten su
indirip orada her hoş çiftten yetiştirmişizdir.
[034.014] Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman; ölümünü onlara ancak değneğini
yiyen canlı (dabbetin) farkettirdi. Yere düşünce ortaya çıktı ki; eğer onlar gaybı
bilselerdi, horlayıcı azab içinde kalmazlardı.
[035.028] İnsanlardan da, yerde yürüyen canlılardan (eddevabbi) ve davarlardan da böyle
renkleri değişik değişik olanlar vardır. Allah'tan ancak bilgin kulları korkar.
Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Gafur'dur.
[035.045] Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen)
cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık(dabbetin) bırakmazdı. Fakat Allah, onları
belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar).
Kuşkusuz Allah, kullarını görmektedir.
[042.029] Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları (dabbetin) yaratması varlığının
delillerindendir.
[045.004] Ey insanlar! Sizin yaratılmanızda ve canlıların (dabbetin) yeryüzünde
yayılmasında, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır.
Yukarıdaki ayet meallerindeki Dabbetün kelimesinin anlamlarına baktığımızda , kelimenin insan dışındaki canlılara has olarak kullanıldığı gibi , insanı da içine canlılara has , ve sadece insana has olarak ta kullanılmış olduğu görülmektedir.
Bu kelime Neml s. 82. ayetinde de geçmekte ve bu Dabbe'nin yerden çıkacağı belirtilmektedir.
[027.082] O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman, onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize yakınen inanmadıklarını onlara söyler.
Ayetten anlaşılacağı üzere yerden çıkacak olan dabbenin çıkış zamanı "O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman" cümlesinden anlaşılmaktadır. Bu çıkışın rivayetlerde anlatıldığı gibi kıyametten önceki bir zamanda değil KIYAMET SONRASINDA olacağı, konu ile ilgili ayetleri bağlamı dahilinde okuduğumuz zaman görülecektir.
[027.087] Sura üfürüldüğü gün, Allah'ın diledikleri bir yana, göklerde
olanlar da yerde olanlar da, korku içinde kalırlar. Hepsi Allah'a boyunları
bükülmüş olarak gelirler.
[027.089] Kim bir iyilikle gelirse, artık kendisine ondan daha hayırlısı
vardır ve onlar, o günün korkusuna karşı güvenlik içindedirler.
[027.090] Kim de bir kötülükle gelirse, artık onlar da ateşe yüzükoyun
atılır (ve onlara:) «Yapmakta olduklarınızdan başkasıyla mı
cezalandırılıyorsunuz?» (denir) .
[027.083] O gün, her ümmet içinden âyetlerimizi yalan sayanlardan bir
cemaat toplarız da onlar toplu olarak (hesap yerine) sevkedilirler.
[027.084] Nihayet geldikleri zaman, (Allah) der ki: «Siz benim ayetlerimi,
bilgi bakımından kavramadığınız halde yalanladınız mı? Yoksa ne
yapıyordunuz?»
[027.085] Haksızlıklarından ötürü, söylenilen söz başlarına gelir. Artık
konuşamaz olurlar.
[027.082] O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman, onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize yakınen (la yukinune) inanmadıklarını onlara söyler.
Ayetlerin sıralamasında yapmış olduğumuz değişiklik, bazı kimseler için yadırgama sebebi olabilir. Ancak ayetlerin böyle bir sıra halinde dizimi yapılarak kıyamet , hesap , ve karşılıkların verilmesi gibi kronolojik bir sıralamaya tabi tutularak okunması konunun daha net anlaşılmasını sağlayacaktır. Ayetleri böyle bir sıralama dahilinde okuduğumuzda , kıyamet ve sonrası olacak olayların gözler önüne serildiği kolayca anlaşılmaktadır. Rivayet kitaplarında Dabbetü'l Arz ile alakalı bilgiler ile, Kur'an'ın bu konuda verdiği arasında en küçük bir ilgi ve alaka kırıntısı dahi bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Dabbetü'l Arz ile ilgili olarak bu tespiti yaptıktan sonra sıra, bu Dabbe'nin ne olduğu konusuna gelecektir. Dikkat edilirse bu Dabbe'nin konuşacağı ve insanların Allah'ın ayetlerine yakinen inanmadıklarını söyleyeceği bildirilmektedir. Şimdi ayetin Arapça orjinal metnindeki "la yukinune" kelimesinin geçtiği diğer ayetleri görerek , Allah'ın ayetlerine yakinen inanmayanların kimler olduklarını görmey çalışarak , Neml s. 82. ayetinde çıkarılacak olan Dabbe'nin kim olabileceğini adım adım ayetleri takip ederek bulmaya çalışalım.
[030.060] Sabret, şüphesiz ki Allah'ın vaadi haktır. Yakınen inanmayanlar
(la yukinune) seni hafifliğe (gevşekliğe) itmesinler.
[052.036] Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır; onlar, yakinen (la yukinune) inanmıyorlar.
Kur'an'ın doğru anlaşılmasının öncelikle ilk muhataplarına olan hitabının anlaşılması ile mümkün olacağını daha önceki yazılarımızda da vurgulamaya çalışmıştık. Kur'an Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan bir topluma inmeye başlayan bir kitap olması nedeniyle (bu sözlerimizin bize dair mesajları olmadığı anlamına gelmediğini hatırlatırız), bu kitap içindeki ayetlerin ilk muhatapları bu şehirlerde yaşayan toplumdur.
Yukarıdaki verdiğimiz ayetlerde Allah'ın ayetlerine yakinen inanmayanların Muhammed (a.s) ın risaletini inkar edenler olduğu açık ve net bir biçimde ortadadır. Bu ayetlerde anlatılan dünya hayatında iken yakinen inanmayanlar , hesap gününde yakin bir imana sahip olmadıkları konusunda, Neml s. 82. ayetinde görüldüğü üzere yerden çıkan bir Dabbe tarafından Allah'a şikayet edilmektedir.
ÖYLEYSE YERDEN ÇIKACAK OLAN BU DABBE , BU KİMSELERİN YAŞADIKLARI HAYATA ŞAHİT , ONLARIN İÇİNDE ONLARLA BİRLİKTE HAYAT SÜRMÜŞ , VE ONLARIN YAKİN BİR SAHİP OLMADIKLARINA DAİR BİLGİ SAHİBİ OLAN BİR KİMSEDİR.
Bu düşüncemize karşı , bu kimsenin kim olduğu , ve bu iddianın Kur'an'i delili haklı olarak sorulacaktır.
[033.045] Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve
bir uyarıcı olarak gönderdik.
[048.008] Şüphesiz biz seni, şâhit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdik.
[073.015] Hiç şüphesiz biz size, üzerinize şahid olacak bir resul gönderdik; Firavun'a da bir resul gönderdiğimiz gibi.
Yukarıdaki ayetler , Muhammed (a.s) ın gönderiliş amacını anlatmakta olup, onun ŞAHİT olarak gönderilmiş bir elçi olduğu belirtilmektedir. Peki bu şahitlik nedir ?.
Şahitlik , gerçekleştirilen bir işe başka bir kimsenin duyu organları ile tanık olmasıdır.
Muhammed (a.s) ın ve diğer elçilerin yaşadıkları zaman içinde tebliğini ulaştırdığı kimselere karşı hesap gününde şahitlik edecekleri Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Maide s. 116-119. ayetlerini okuduğumuz zaman , İsa (a.s) ın sorgulanmasını ve kavmi hakkında şahitlik yapmasını görmekteyiz.
[007.006] Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara da soracağız, gönderilen
elçilere de soracağız.
Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki , insanlara elçi olarak gönderilen tüm elçilerin şahitlikleri sadece yaşadıkları zaman içinde muhatap oldukları kişiler ve toplumlar ile sınırlıdır. Onların da öncelikle bir beşer olduklarını göz önüne aldığımızda , elçilerin kendileri öldükten sonra yaşamış olan diğer insanlar hakkında herhangi bir şahitlik yapabilmeleri asla mümkün değildir. Bu durumu Maide s. 116-119. ayetleri arasında İsa (a.s) ın sözlerinden anlamaktayız.
[004.041] Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit
olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!.
[016.089] Her ümmette bir kişiyi aleyhlerine şahid gönderdiğimiz gün; seni
de onların üzerine tastamam şahid olarak getirdik. Sana; her şeyi açıklayan,
hidayet ve rahmet, müslümanlara da bir müjde olan kitabı indirdik.
[010.047] Her ümmetin bir rasulü vardır. Onların rasulleri gelince
aralarında adaletle hükmedilir. Ve asla zulme uğratılmazlar.
Nisa s. 41 ve Nahl s. 89. ayetlerinde Muhammed (a.s) ın kıyamet günü tebliğini ulaştırdığı kimselere karşı olacak şahitliğinden bahsedilmektedir. Onun bu şahitliğinin diğer ayetlerde şu şekilde olacağı bildirilmektedir.
[025.030] Ve resul dedi ki: «Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı
terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar.»
[006.066] Kur'an hak olduğu halde kavmin onu yalanladı. De ki: Ben size
vekil (kefil) değilim.
[043.088-9] Yâ Rabbi! Bunlar, iman etmeyen bir kavimdir,
demesine karşı Allah: Şimdilik sen onlardan yüz çevir ve size selam olsun de.
Yakında bilecekler! buyurdu.
Furkan s. 30. ayeti , Muhammed (a.s) ın kıyamet gününde Kur'an'a iman etmeyen kavmi hakkında yapacağı şikayeti haber vermektedir.
Şimdiye kadar yazılanları toparlayacak olursak , ortaya kıyamet günü yapılacak bir şahitlik bulunmakta ve bu şahitliğin Muhammed (a.s) tarafından kavmi hakkında olacağı haber verilmektedir.
Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılan Dabbe'nin yapacağı şahitlik ile , Muhammed (a.s) ın yapacağı şahitliği birlikte düşünerek okuduğumuzda Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılacak olan Dabbe'nin MUHAMMED (a.s) olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü yerden çıkan Dabbe, insanların Allah'ın ayetlerine iman etmekdikleri konusunda şikayette bulunmaktadır. Bu insanları şikayet edecek olan kişinin ise MUHAMMED (a.s) olacağını, diğer ayetlerin delaleti ile bilmekteyiz.
Dabbetü'l Arzın kim olduğu konusunda öne sürmüş olduğumuz bu iddia , belki ilk defa söylenen bir iddia olması nedeniyle haklı olarak tedirginliklere yol açabilir. Bizim ilk defa söylenmiş bir söz ortaya atarak sansasyon yaratmak ilgi çekmeye çalışmak gibi bir düşünce içinde olmadığımızı özellikle hatırlatmak isteriz.
Dabbe konusunda ortaya atılan düşüncelerin rivayet kültürü ağırlıklı olduğu herkesin malumudur. Dabbe denildiği zaman akla önce kurt , böcek , yaratık v.s gibi insan haricindeki varlıklar akla geldiği için , bizim Neml s. 82. ayetinde geçen Dabbetü'l Arz'ı Muhammed (a.s) olarak tanımlamış olmamız yadırganabilir, hatta tepkilere bile neden olabilir. Bizim ortaya attığımız bu iddia , bu konudaki bilgilerini ve inancını Kur'an ile yoğurmaya çalışanlar için ilk defa duydukları ilginç ve değerlendirilmeye değer bir iddia olabilir.
Neml s. 82. ayetini dikkatli okuduğumuz zaman Dabbe'nin YERDEN ÇIKARILAN ve konuşan bir şey olduğunu görmekteyiz. Dabbe kelimesinin anlam alanlarına dikkat ettiğimiz zaman , bu kelimenin anlam alanına İNSANIN'DA girmekte olduğunu , kıyamet günü insanların kabirlerinden yani YERDEN çıkarılacağını yine Allah'ın ayetlerinden öğrenmekteyiz.
[099.002] Ve yer, bütün ağırlıklarını çıkardığı zaman;
[084.003-5] Yer dümdüz edildiği, içinde bulunanları atıp boşaldığı ve
Rabbini dinleyip O'na hakkıyla itaata mecbur kılındığı vakit
[071.017-18] Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi bitirdi.Sonra sizi tekrar oraya geri çevirecek ve tekrar çıkaracaktır.
Yukarıdaki ayet mealleri kıyamet günü yerin yarılarak insanların tamamının YERDEN ÇIKARILACAĞINI haber vermektedir. Dabbe kelimesinin geçtiği ayetlere baktığımızda bu kelimenin anlam alanına insan cinsinin de dahil edildiğini daha önce görmüştük.
Yukarıda Dabbe kelimesinin geçtiği ayetlerin Bakara s. 164. ayetinde geçen "her türlü canlıyı orada yaymasında" , Lukman s. 10. ayetinde geçen " orada her türlü canlıyı yaymıştır" Şura s 29. ayetinde geçen "Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları" cümlelerinde , Dabbe kelimesinin anlamına biz insanlarında dahil edilmiş olduğunu görmekteyiz.
[007.024-25] Buyurdu ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Sizin için
yeryüzünde bir müddet yerleşip kalmak ve geçinmek vardır.Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan (dirilip)
çıkarılacaksınız!» dedi.
Dabbe kelimesinin insanı da kapsamış olmasını , ve biz insanların öldükten sonra yerden çıkarılacağımızı düşündüğümüz de öncelikle bütün insanlar yerden çıkan bir canlı olması nedeniyle DABBETÜ'L ARZ sayılacaktır.
BU DEYİMİN ANLAM ALANINA BÜTÜN İNSANLAR DAHİL OLMAKTA , KIYAMET GÜNÜ YERDEN ÇIKARILACAK OLMAMIZDAN ÖTÜRÜ HEPİMİZ DABBETÜ'L ARZ OLMUŞ OLMAKTAYIZ.
Yalnız Kıyamet günü ile ilgili ayetlere baktığımızda , o gün kimsenin konuşamayacağından bahsedilmiş olması dikkate alındığında , Neml s. 82. ayetindeki Dabbetü'l Arz , konuşan bir kimse olması nedeniyle diğer insanlardan farklı bir duruma sahip olan özel bir kimsedir.
[027.085] Haksızlıklarından ötürü, söylenilen söz başlarına gelir. Artık konuşamaz olurlar.
[020.108] O gün davetçiye hiçbir yana sapmadan uyacaklar. Öyle ki,
Rahman'ın heybetinden sesler kısılmıştır; artık bir hışırtıdan başka birşey
işitmezsin.
[011.105] O gün geldiğinde Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse konuşamaz. O
gün kimi insanlar mutlu, kimisi ise bedbahttır.
[078.038] Ruh ve meleklerin dizi dizi durdukları gün, Rahman olan
Allah'ın izni olmadan kimse konuşamayacaktır. Konuştuğu zaman da doğruyu
söyleyecektir.
Kimsenin konuşamayacağı kıyamet gününde kavimleri hakkında şahitlik edecek olan elçilerin bu durumdan muaf tutularak , kavimleri hakkında şahitlik edeceklerini haber veren ayetleri daha önceden paylaşmıştık.
KİMSENİN KONUŞAMAYACAĞI BİR GÜNDE KAVİMLERİ ALEYHİNDE ŞAHİTLİK YAPMALARINA İZİN VERİLEREK KONUŞABİLECEK OLANLAR ELÇİLER OLDUĞUNA GÖRE , NEML S. 82. AYETİNDE GEÇEN KONUŞAN DABBETÜ'L ARZ'IN , MUHAMMED (A.S) OLDUĞUNU SÖYLEYEBİLİRİZ.
Bu konuda kafa karışıklığına sebep olabilecek bir noktayı da açıklığa kavuşturmak gerektirdiğini düşünmekteyiz. Neml s. 82. ayetinde yerden çıkarılacak olan Dabbe, sanki herkesin sorgusu suali bittikten sonra tek başına özel olarak yerden çıkarılacak bir Dabbe olduğu düşünülmektedir.
Bu ayet ile ilgili yapılan mealler maalesef böyle bir durum meydana geleceğini çağrıştıracak şekilde yapılmıştır. Hatta Dabbe kelimesine verilen bazı anlamlar ise , bizim Dabbe kelimesine insan anlamı ve daha özelde Muhammed (a.s) olabileceği düşüncemizin çok yanlış olduğu kanaatinin doğmasına dahi sebep olabilecektir.
Neml s. 82. ve ize vakaal kavlü aleyhim, ve 85. ayetindeki ve vakaal kavlü aleyhim ibarelerini dikkate alarak , bütün insanların aynı anda yerden çıkarılacaklarını düşündüğümüzde , Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılan Dabbenin de bütün insanlarla aynı anda yerden çıkan bir dabbe olduğu , daha sonra özel olarak yerden bir Dabbe olmadığı görülecektir.
Dabbetü'l Arz tarafından Allah'ın ayetlerine yakinen iman etmediği şikayet edilen insanların bütün insanlar olarak anlaşılmaması gerektiğini önemli hatırlatmak isteriz. Çünkü bu Dabbe kendisi yaşarken insanların Allah'ın ayetlerine yakinen iman etmediklerini bilen gören bir kimsedir.
Bu ayetin tefsirlerine bakıldığında Dabbetü'l Arz'ın kıyamet öncesi çıkacağı yönündeki yorumları bir çok kişinin zihninde yer etmiş durumdadır. Rivayet kültürünün ayet yorumları üzerindeki etkisi maalesef bir çok Kur'an ayetinin doğru anlaşılamamasını , hatta yanlış anlaşılmasını beraberinde getirdiği de bir gerçektir. Kafaları rivayet kültürü ile yoğrulmamış olan okuyucular tarafından dahi , bizim bu iddiamızın ilk okuyuşta garipsenmesi doğaldır , ancak ortaya koyduğumuz ayet delilleri dikkatli incelendiğinde bu konuda bize hak verileceğini umuyoruz.
Neml s. 82. ayetinde geçen Dabbetü'l Arz'ın Muhammed (a.s) olabileceği iddiası, konu ile ilgili ayetlerden yaptığımız çıkarım çalışmalarının bir neticesidir. Bütün çalışmalarımızda, öne sürdüğümüz düşünceyi en doğru , en hakiki , en gerçek , bundan başka doğru olamaz edasında sunmaktan Allah'a sığındığımızı tekrar hatırlatarak , bu düşüncenin yanlış olduğu iddiasında olan olduğu takdirde, deliller ile karşımıza geldiğinde onu dinlemekten veya okumaktan geri durmayacağımız hatırlatmak isteriz.
Sonuç olarak ; Dabbetü'l Arz olarak bildiğimiz deyim , bir çok kimsenin zihninde kıyamet alametleri ile ilgili bilgiler dahilindedir. Ancak bu bilginin Kur'an ile sağlaması yapıldığında yanlış olduğu, bu deyimin Neml s. 82. ayetinde kıyamet sonrası ile alakalı olduğu net bir biçimde anlaşılmaktadır.
Neml s. 82. ayetini Kur'an bütünlüğü ile anlam örgüsünü kurarak okumaya çalıştığımızda , Dabbe kelimesinin insanı da içine alan bir anlama sahip olduğunu görmekteyiz. Bütün insanların kıyamet günü yerden çıkmaları Dabbetü'l Arz deyiminin bütün insanları içine dahil eden bir deyim olduğunu göstermektedir. Yani her insan yerden çıkarılan bir dabbe olup bunun Neml s. 82. ayetteki karşılığı Dabbetü'l Arz olarak geçmektedir.
Kıyamet gününde kimsenin konuşamayacağını , elçilerin kavimleri aleyhinde şahitlik edeceklerini , Muhammed (a.s) ın kavmini şikayet edeceğini haber veren ayetleri dikkate aldığımızda Neml s. 82. ayetinde konuşan Dabbetü'l Arz'ın Muhammed (a.s) olduğunu söylemek mümkündür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
4 Mart 2017 Cumartesi
2 Mart 2017 Perşembe
Nisa s. 78. ve 79. Ayetleri Arasında Çelişki Var mı ?
Son yıllarda Kur'an'a olan yönelişin neticesinde Kur'an meali okuyanlar çoğalmış , fakat bu okumalarda, bazı ayetlerin Kur'an bütünlüğü ile olan bağının kurulamaması neticesinde , meal okuyucularının bazılarının kafalarında istifhamlar oluşmakta , ve bu istifhamlara cevaplar arama yoluna gitmektedirler. Özellikle internet ortamında boy gösteren ve Kur'an ayetleri arasında çelişki arayan sitelere rastladıklarında ise kafaları daha da fazla karışmaktadır.
[004.082] Onlar hâlâ Kur'ân'ı gereği gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı?
Eğer o Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı mutlaka onda birçok
çelişkiler bulurlardı.
[018.001] Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık
kılmayan Allah'a aittir.
Bir Müslüman Kur'an ayetleri arasında çelişki olabileceğini asla düşünmez. Kur'an ayetlerinin birbirleri ile aralarında çelişki olduğu gibi bir durum sezdiğinde , bu durumun Allah'ın kitabındaki bir hatadan dolayı değil, kendisinin konuyu doğru kavrayamamış olmasından kaynaklandığını bilir. Ancak bazı Kur'an ayetleri arasında kuramadığı bağın nasıl kurulabileceğini öğrenmek ve araştırmak kişinin en tabii hakkı ve vazifesidir.
Nisa s. 78. ve 79. ayetlerini okuyan bir kimse , bu ayetler arasında müşkül bir duruma rastlayacak , ve bu müşkülatın nasıl çözülebileceği konusunda arayışa girecektir.
[004.078] Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile, ölüm size yetişecektir. Onlara bir iyilik gelirse: «Bu Allah'tandır» derler, bir kötülüğe uğrarlarsa «Bu, senin tarafındandır» derler. De ki: «Hepsi Allah'tandır». Bunlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?
[004.079] Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.
Bu ayetleri okuyan bir kimse , bir ayette iyiliğin ve kötülüğün Allah'tan geldiğinin beyan edilmesi , diğer ayette ise iyiliğin Allah'tan, kötülüğün ise kişiden geldiğinin beyan edilmesinde farklılıklar olduğunu gördüğünde bu ayetleri nasıl anlamak gerektiği konusunda düşünecektir.
Kur'an bilindiği üzere Mekke ve Medine'de yaşayan bir topluluğa inmiştir. İnen Kur'an ayetlerinin bir çoğu, özellikle Medine'de inen ayetler, yaşanan canlı ve dinamik bir hayat ile ilgili bir olay ve konu ile alakalıdır. İlgili ayetlerin ilk muhataplara ne dediği doğru olarak anlaşılmadan , sonraki muhataplara yani bizlere ne demiş olabileceğini anlamak zorlaşacak hatta imkansızlaşacaktır.
İlk muhataplara ne dediğinin anlaşılması için sebebi nuzül gibi rivayet kitaplarını adres olarak göstermediğimizi hatırlatmak isteriz. Kur'an yine kendi içinde bizlere bu anlama yolunun ip uçlarını vermektedir. Yazımıza konu edeceğimiz ayetler de , yaşanan bir hayat içinde ve ilk muhataplar dediğimiz insanların yaşadıkları bir hayata inmiş, ve bu ayetlerin anlaşılmasının ilk muhataplar ile olan bağı koparılmamak sureti ile mümkün olduğunu düşünmekteyiz.
Nisa s. 77. ayeti , konumuz ile alakalı olan ayetlerin ilk muhataplarının kimler olduğunu bizlere göstermektedir.
[004.077] Kendilerine; «Elinizi çekin, salatı ayakta tutun, zekâtı verin» denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi- hata daha da şiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar ve: «Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?» dediler. De ki: «Dünyanın metaı azdır, ahiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz 'bir hurma çekirdeğindeki ince bir iplik kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız.»
Nisa s. 77. ayetinde ayetinde bahsedilen kimseler , Müslüman toplum içine çöreklenmiş ve her fırsatta Müslümanlara zarar vermeye çalışan Münafıklardır. Devam eden 78 ve 79. ayetlerdeki muhataplar , 77. ayette bahsedilen bu kimselerdir. Tefsirlerde bu konuda farklı yorumlar bulunmakla birlikte , münafıklar ile ilgili olduğu şeklindeki yorumların daha isabetli olduğunu söylemek istiyoruz.
Bu ayet dikkatli okunduğunda savaşmaları gerektiği halde ölüm korkusu nedeniyle savaşmaktan geri durmak isteyenlerin münafıklar olduğu anlaşılmaktadır. Ayetlerde bahsedilenlerin kim olduklarının bilinmesi , ayetlerin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.
Nisa s. 78. ayetindeki "Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde dahi olsanız ölüm sizi bulacaktır" cümlesi , ölümden kaçışın olmadığını herkese hatırlatmaktadır. Ölüm korkusu ile Allah yolunda cihat etmekten kaçmak , gerçek iman sahibi olan bir mümin için olacak iş değildir. Mümin kişi Allah yolunda ölümü ebedi cennetin anahtarı olarak görürken , münafık ise böyle bir inanca sahip olmadığı ve yaptıklarının karşılığını almaktan korktuğu için ölümü asla istemez.
Ayetin devamında , o münafıkların kendilerine iyilik dokunduğunda "Bu Allah'tandır" , bir kötülük dokunduğunda ise "Bu, senin tarafındandır" demelerine karşılık , Muhammed (a.s) a iyilik ve kötülüğün " Hepsi Allah'tandır" demesi emredilmektedir.
Bu cümleler üzerinde biraz durmak gerektiğini düşünmekteyiz. Münafık olarak tanımlanan kimseler bilindiği gibi , Müslüman topluluk içine çöreklenmiş , inanmadıkları halde inandık diyerek, her fırsatta Müslümanları aldatmaya ve onlara zarar vermeye çalışan kimselerdir.
[047.030] Eğer dileseydik, Biz onları sana gösterirdik; sen de onları yüzlerinden tanırdın. And olsun ki sen, onları konuşmalarından da tanırsın; Allah işlediklerinizi bilir.
Münafıkların kendilerini saklamaları , onların Müslüman toplum içinde tanınmalarını güçleştirmektedir. Ancak onların toplum içindeki fiilleri ve sözleri , onların deşifre olmalarını sağlamaktadır. Nisa s. 78. ayetindeki münafıkların sözlerini, onların tanınmalarını sağlayan konuşmaları olarak anlamak mümkündür. Muhammed (a.s) ı incitmek sureti ile ona iman etmediklerini dil ile söylemek anlamına gelen bu sözler , bir toplum içinde elçiye karşı inkarcı tavırlar takınmanın , iman edenlerin yapacakları işlerden olmadığını göstermektedir.
Aynı itirazların , Musa ve Salih (a.s) lara karşı da yapılmakta olduğunu görmekteyiz.
[007.130-131] And olsun ki, Biz de Firavun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.Fakat kendilerine iyilik geldiği zaman, işte bu bizim hakkımızdır, dediler, başlarına bir kötülük gelince de, işte bu Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu yüzünden, dediler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındandır. Lâkin çoğu bunu bilmezler.
[027.047] «Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık» dediler. Salih: «Uğursuzluğunuz Allah katındandır; belki imtihana çekilen bir kavimsiniz» dedi.
Araf ve Neml surelerindeki bu ayetleri Nisa s. 78. ayet, ile birlikte okuduğumuzda , Musa ve Salih (a.s) lara karşı yapılan muamele ile , Muhammed (a.s) a yapılan muamele eşleştirilerek , elçilerine karşı böyle bir muameleyi reva görenlerin iman etmiş olmayacağı gösterilmekte , bu yol ile münafıkların yapmış oldukları ile kafirlerin yapmış oldukları aynı düzleme çekilerek küfür ve nifakları ayan beyan ortaya çıkarılmaktadır.
Elçi gönderilmiş toplumların bazı sıkıntılara uğratılması , toplumsal bir yasanın sonucu olup, bu yasa Enam ve Araf s. ayetlerinde karşımıza çıkmaktadır.
[006.042] Andolsun ki; Biz, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Yalvarsınlar diye, onları darlık ve sıkıntıya soktuk.
[007.094] Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.
Tevbe s. ayetlerinde ise , münafıkların yanlışlarını görmeleri için aynı yasanın onlar üzerinde de işletildiğini görmekteyiz.
[009.126] Onlar, yılda bir iki defa belaya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.
[030.036] İnsanlara bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinirler, ama yaptıklarından ötürü başlarına bir kötülük gelirse hemen ümitlerini kaybediverirler.
Münafıkların kendilerine gelen iyiliği Allah'tan , kötülüğü ise elçiden bilmek sureti ile elçiyi incitmeleri , Kur'an'ın bir çok yerinde gördüğümüz nankör insan tiplemesinin de bir karşılığıdır. Allah (c.c) "De ki: Hepsi Allah'tandır" buyurmak sureti ile , münafıklar tarafından elçisine yüklenmek istenen sorumluluğu onun üzerinden almakta , iyilik ve kötülüğün kendisinden olduğunu beyan etmektedir.
İnsana isabet eden her ne olursa olsun Sünnetullah dediğimiz yasalara bağlanmış bir kader (ölçü) neticesindedir , Hadid s. 22. 23. ayetleri buna işaret etmektedir.
[057.022] Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, Kitap'da bulunmasın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır. Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi sevmez;
[064.011] Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musîbet başa gelmez. Kim Allah’ı tasdik ederse, Allah onun kalbini hakka ve doğruya açar. Allah her şeyi hakkıyla bilir.
79. ayete gelecek olursak ; Ayet içindeki " Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir" cümlesindeki Sana kelimesi ile kimin kast edildiği yönünde 2 farklı yorumda bulunmak mümkündür. Ayet içindeki Sana ifadesinin münafıkları kast ederek, Muhammed (a.s) ı incitmek için kullandıkları sözlerin ret edilme yoluna gittiğini söylemek mümkündür. Yine Sana ifadesinin Muhammed (a.s) ı kast ederek onun üzerinden bütün insanları içine alan bir anlama sahip olduğunu anlamak ta mümkündür.
Çünkü Allah (c.c) nin koyduğu yasalar bir kişi için ayrı , diğer bir kişi için ayrı işleyiş göstermeden her kul için aynı şekilde işleyiş gösterir. Ayet münafığı veya Muhammed (a.s) ı kast etmiş olsa bile Sünnetullah dediğimiz yasalar bütün insanlar için eşit olarak işleyiş gösterir.
[042.030] Ve size musibetten her ne şey isabet ederse kendi ellerinizin kazandığı şey sebebiyledir ve bir çoğundan ise affeder.
Şura s. 30. ve benzeri ayetlerde insana isabet eden herhangi bir musibetin nasıl bir yasaya bağlı olduğunu beyan edilmektedir. Allah (c.c) tarafından insanlara iyilikten veya kötülükten isabet eden her şey, insanların kendi elleri ile işlediklerinin bir sonucu olup , bu konudaki sorumluluk tamamen insana aittir. Allah (c.c) insanların elleri ile işlediklerinin karşılığını koymuş olduğu yasalar gereğince vermektedir.
Nisa s. 78. ayetindeki "De ki: «Hepsi Allah'tandır " cümlesi ile 79. ayetteki " Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir" cümlesini nasıl bağdaştırabiliriz ?.
Dikkat edilecek olursa her iki ayette iyiliğin Allah'tan olduğu konusunda müştereklik söz konusudur. 78. ayette münafıkları tarafından dile getirilen , kötülüğün Muhammed (a.s) sebebi ile başlarına geldiği iddiaları ret edilerek , insanlara isabet eden kötülüğü başkalarının üzerine yıkmaları onları sorumluluktan kurtarmayacağı , kişinin başına gelen kötülüğün kendi elleri ile kazandıklarının bir sonucu olduğu anlatılmaktadır.
Kur'an'da çelişki arayan bazı kimselerin bulduklarını zannettikleri çelişkilerden bir tanesi bu ayetlerdedir. Bu kimselere göre iyiliğin ve kötülüğün Allah'tan olması şeklindeki 78. ayete mukabil , 79. ayet ise Allah (c.c) bu ayetlerde iyiliğin kendisinden , kötülüğün ise kullarından sadır olduğunu beyan etmektedir.
Bu kimselerin yanıldıkları nokta , insana isabet eden iyilik ve kötülük Allah (c.c) nin kendi tercihi doğrultusunda değil , kullarının elleri ile işlediklerinin sonucu olarak, Sünnetullah denilen toplumsal yasaların gereğince meydana gelmektedir. Allah (c.c) kullarına eğer iyilik ve kötülüğü sadece kendi tercihleri doğrultusunda vermiş olsaydı bu adaletsizliğe yol açacağı gibi , dünyada işlenen iyilik ve kötülüklerin karşılığı olan cennet ve cehennemin kurulmasına gerek görülmezdi.
Allah (c.c) kullarına 2 yol göstermek sureti ile iyi ve kötüyü göstermiş , fakat bu yollardan hangisine gideceği noktasında onlara seçim hakkı tanımıştır. İnsanların tüm kazandıkları serbest iradeleri ile yaptıkları seçimlerin bir neticesi olup , bu noktada Allah (c.c) kullarının bu isteklerinin neticesini yaratmaktadır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin kitabının art niyetli okunması veya iyi niyetli kimselerin ayetler arasında anlam bütünlüğünü kuramaması neticesinde, bazı ayetler arasında sanki çelişki olarak görülebilecek bazı müşkül durumlar ortaya çıkmaktadır.
Nisa s. 78. ve 79. ayetler arasında iyiliğin ve kötülüğün nereden geldiği noktasında farklı gibi görünen bir durum olsa da , Allah (c.c) nin kullarının kazandığı iyilik ve kötülüğü kendi tercihi olarak meydana getirdiği değil , koyduğu yasalar gereği kullarının elleri ile işlediklerinin bir sonucu olarak meydana getirmiş olduğu bilindiğinde problem ortadan kalkacaktır.
Kader olarak bildiğimiz kavram , Allah (c.c) nin insanın alnına daha doğmadan önce ne yapacaklarını yazması değil , doğduktan sonra işlediklerinin karşılığını alacağı yasalar olarak bilindiğinde doğru bir düşünce sahibi olunmuş olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Nisa s. 78. ve 79. ayetlerini okuyan bir kimse , bu ayetler arasında müşkül bir duruma rastlayacak , ve bu müşkülatın nasıl çözülebileceği konusunda arayışa girecektir.
[004.078] Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile, ölüm size yetişecektir. Onlara bir iyilik gelirse: «Bu Allah'tandır» derler, bir kötülüğe uğrarlarsa «Bu, senin tarafındandır» derler. De ki: «Hepsi Allah'tandır». Bunlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?
[004.079] Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.
Bu ayetleri okuyan bir kimse , bir ayette iyiliğin ve kötülüğün Allah'tan geldiğinin beyan edilmesi , diğer ayette ise iyiliğin Allah'tan, kötülüğün ise kişiden geldiğinin beyan edilmesinde farklılıklar olduğunu gördüğünde bu ayetleri nasıl anlamak gerektiği konusunda düşünecektir.
Kur'an bilindiği üzere Mekke ve Medine'de yaşayan bir topluluğa inmiştir. İnen Kur'an ayetlerinin bir çoğu, özellikle Medine'de inen ayetler, yaşanan canlı ve dinamik bir hayat ile ilgili bir olay ve konu ile alakalıdır. İlgili ayetlerin ilk muhataplara ne dediği doğru olarak anlaşılmadan , sonraki muhataplara yani bizlere ne demiş olabileceğini anlamak zorlaşacak hatta imkansızlaşacaktır.
İlk muhataplara ne dediğinin anlaşılması için sebebi nuzül gibi rivayet kitaplarını adres olarak göstermediğimizi hatırlatmak isteriz. Kur'an yine kendi içinde bizlere bu anlama yolunun ip uçlarını vermektedir. Yazımıza konu edeceğimiz ayetler de , yaşanan bir hayat içinde ve ilk muhataplar dediğimiz insanların yaşadıkları bir hayata inmiş, ve bu ayetlerin anlaşılmasının ilk muhataplar ile olan bağı koparılmamak sureti ile mümkün olduğunu düşünmekteyiz.
Nisa s. 77. ayeti , konumuz ile alakalı olan ayetlerin ilk muhataplarının kimler olduğunu bizlere göstermektedir.
[004.077] Kendilerine; «Elinizi çekin, salatı ayakta tutun, zekâtı verin» denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi- hata daha da şiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar ve: «Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?» dediler. De ki: «Dünyanın metaı azdır, ahiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz 'bir hurma çekirdeğindeki ince bir iplik kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız.»
Nisa s. 77. ayetinde ayetinde bahsedilen kimseler , Müslüman toplum içine çöreklenmiş ve her fırsatta Müslümanlara zarar vermeye çalışan Münafıklardır. Devam eden 78 ve 79. ayetlerdeki muhataplar , 77. ayette bahsedilen bu kimselerdir. Tefsirlerde bu konuda farklı yorumlar bulunmakla birlikte , münafıklar ile ilgili olduğu şeklindeki yorumların daha isabetli olduğunu söylemek istiyoruz.
Bu ayet dikkatli okunduğunda savaşmaları gerektiği halde ölüm korkusu nedeniyle savaşmaktan geri durmak isteyenlerin münafıklar olduğu anlaşılmaktadır. Ayetlerde bahsedilenlerin kim olduklarının bilinmesi , ayetlerin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.
Nisa s. 78. ayetindeki "Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde dahi olsanız ölüm sizi bulacaktır" cümlesi , ölümden kaçışın olmadığını herkese hatırlatmaktadır. Ölüm korkusu ile Allah yolunda cihat etmekten kaçmak , gerçek iman sahibi olan bir mümin için olacak iş değildir. Mümin kişi Allah yolunda ölümü ebedi cennetin anahtarı olarak görürken , münafık ise böyle bir inanca sahip olmadığı ve yaptıklarının karşılığını almaktan korktuğu için ölümü asla istemez.
Ayetin devamında , o münafıkların kendilerine iyilik dokunduğunda "Bu Allah'tandır" , bir kötülük dokunduğunda ise "Bu, senin tarafındandır" demelerine karşılık , Muhammed (a.s) a iyilik ve kötülüğün " Hepsi Allah'tandır" demesi emredilmektedir.
Bu cümleler üzerinde biraz durmak gerektiğini düşünmekteyiz. Münafık olarak tanımlanan kimseler bilindiği gibi , Müslüman topluluk içine çöreklenmiş , inanmadıkları halde inandık diyerek, her fırsatta Müslümanları aldatmaya ve onlara zarar vermeye çalışan kimselerdir.
[047.030] Eğer dileseydik, Biz onları sana gösterirdik; sen de onları yüzlerinden tanırdın. And olsun ki sen, onları konuşmalarından da tanırsın; Allah işlediklerinizi bilir.
Münafıkların kendilerini saklamaları , onların Müslüman toplum içinde tanınmalarını güçleştirmektedir. Ancak onların toplum içindeki fiilleri ve sözleri , onların deşifre olmalarını sağlamaktadır. Nisa s. 78. ayetindeki münafıkların sözlerini, onların tanınmalarını sağlayan konuşmaları olarak anlamak mümkündür. Muhammed (a.s) ı incitmek sureti ile ona iman etmediklerini dil ile söylemek anlamına gelen bu sözler , bir toplum içinde elçiye karşı inkarcı tavırlar takınmanın , iman edenlerin yapacakları işlerden olmadığını göstermektedir.
Aynı itirazların , Musa ve Salih (a.s) lara karşı da yapılmakta olduğunu görmekteyiz.
[007.130-131] And olsun ki, Biz de Firavun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.Fakat kendilerine iyilik geldiği zaman, işte bu bizim hakkımızdır, dediler, başlarına bir kötülük gelince de, işte bu Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu yüzünden, dediler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındandır. Lâkin çoğu bunu bilmezler.
[027.047] «Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık» dediler. Salih: «Uğursuzluğunuz Allah katındandır; belki imtihana çekilen bir kavimsiniz» dedi.
Araf ve Neml surelerindeki bu ayetleri Nisa s. 78. ayet, ile birlikte okuduğumuzda , Musa ve Salih (a.s) lara karşı yapılan muamele ile , Muhammed (a.s) a yapılan muamele eşleştirilerek , elçilerine karşı böyle bir muameleyi reva görenlerin iman etmiş olmayacağı gösterilmekte , bu yol ile münafıkların yapmış oldukları ile kafirlerin yapmış oldukları aynı düzleme çekilerek küfür ve nifakları ayan beyan ortaya çıkarılmaktadır.
Elçi gönderilmiş toplumların bazı sıkıntılara uğratılması , toplumsal bir yasanın sonucu olup, bu yasa Enam ve Araf s. ayetlerinde karşımıza çıkmaktadır.
[006.042] Andolsun ki; Biz, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Yalvarsınlar diye, onları darlık ve sıkıntıya soktuk.
[007.094] Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.
Tevbe s. ayetlerinde ise , münafıkların yanlışlarını görmeleri için aynı yasanın onlar üzerinde de işletildiğini görmekteyiz.
[009.126] Onlar, yılda bir iki defa belaya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.
[030.036] İnsanlara bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinirler, ama yaptıklarından ötürü başlarına bir kötülük gelirse hemen ümitlerini kaybediverirler.
Münafıkların kendilerine gelen iyiliği Allah'tan , kötülüğü ise elçiden bilmek sureti ile elçiyi incitmeleri , Kur'an'ın bir çok yerinde gördüğümüz nankör insan tiplemesinin de bir karşılığıdır. Allah (c.c) "De ki: Hepsi Allah'tandır" buyurmak sureti ile , münafıklar tarafından elçisine yüklenmek istenen sorumluluğu onun üzerinden almakta , iyilik ve kötülüğün kendisinden olduğunu beyan etmektedir.
İnsana isabet eden her ne olursa olsun Sünnetullah dediğimiz yasalara bağlanmış bir kader (ölçü) neticesindedir , Hadid s. 22. 23. ayetleri buna işaret etmektedir.
[057.022] Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, Kitap'da bulunmasın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır. Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi sevmez;
[064.011] Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musîbet başa gelmez. Kim Allah’ı tasdik ederse, Allah onun kalbini hakka ve doğruya açar. Allah her şeyi hakkıyla bilir.
79. ayete gelecek olursak ; Ayet içindeki " Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir" cümlesindeki Sana kelimesi ile kimin kast edildiği yönünde 2 farklı yorumda bulunmak mümkündür. Ayet içindeki Sana ifadesinin münafıkları kast ederek, Muhammed (a.s) ı incitmek için kullandıkları sözlerin ret edilme yoluna gittiğini söylemek mümkündür. Yine Sana ifadesinin Muhammed (a.s) ı kast ederek onun üzerinden bütün insanları içine alan bir anlama sahip olduğunu anlamak ta mümkündür.
Çünkü Allah (c.c) nin koyduğu yasalar bir kişi için ayrı , diğer bir kişi için ayrı işleyiş göstermeden her kul için aynı şekilde işleyiş gösterir. Ayet münafığı veya Muhammed (a.s) ı kast etmiş olsa bile Sünnetullah dediğimiz yasalar bütün insanlar için eşit olarak işleyiş gösterir.
[042.030] Ve size musibetten her ne şey isabet ederse kendi ellerinizin kazandığı şey sebebiyledir ve bir çoğundan ise affeder.
Şura s. 30. ve benzeri ayetlerde insana isabet eden herhangi bir musibetin nasıl bir yasaya bağlı olduğunu beyan edilmektedir. Allah (c.c) tarafından insanlara iyilikten veya kötülükten isabet eden her şey, insanların kendi elleri ile işlediklerinin bir sonucu olup , bu konudaki sorumluluk tamamen insana aittir. Allah (c.c) insanların elleri ile işlediklerinin karşılığını koymuş olduğu yasalar gereğince vermektedir.
Nisa s. 78. ayetindeki "De ki: «Hepsi Allah'tandır " cümlesi ile 79. ayetteki " Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir" cümlesini nasıl bağdaştırabiliriz ?.
Dikkat edilecek olursa her iki ayette iyiliğin Allah'tan olduğu konusunda müştereklik söz konusudur. 78. ayette münafıkları tarafından dile getirilen , kötülüğün Muhammed (a.s) sebebi ile başlarına geldiği iddiaları ret edilerek , insanlara isabet eden kötülüğü başkalarının üzerine yıkmaları onları sorumluluktan kurtarmayacağı , kişinin başına gelen kötülüğün kendi elleri ile kazandıklarının bir sonucu olduğu anlatılmaktadır.
Kur'an'da çelişki arayan bazı kimselerin bulduklarını zannettikleri çelişkilerden bir tanesi bu ayetlerdedir. Bu kimselere göre iyiliğin ve kötülüğün Allah'tan olması şeklindeki 78. ayete mukabil , 79. ayet ise Allah (c.c) bu ayetlerde iyiliğin kendisinden , kötülüğün ise kullarından sadır olduğunu beyan etmektedir.
Bu kimselerin yanıldıkları nokta , insana isabet eden iyilik ve kötülük Allah (c.c) nin kendi tercihi doğrultusunda değil , kullarının elleri ile işlediklerinin sonucu olarak, Sünnetullah denilen toplumsal yasaların gereğince meydana gelmektedir. Allah (c.c) kullarına eğer iyilik ve kötülüğü sadece kendi tercihleri doğrultusunda vermiş olsaydı bu adaletsizliğe yol açacağı gibi , dünyada işlenen iyilik ve kötülüklerin karşılığı olan cennet ve cehennemin kurulmasına gerek görülmezdi.
Allah (c.c) kullarına 2 yol göstermek sureti ile iyi ve kötüyü göstermiş , fakat bu yollardan hangisine gideceği noktasında onlara seçim hakkı tanımıştır. İnsanların tüm kazandıkları serbest iradeleri ile yaptıkları seçimlerin bir neticesi olup , bu noktada Allah (c.c) kullarının bu isteklerinin neticesini yaratmaktadır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin kitabının art niyetli okunması veya iyi niyetli kimselerin ayetler arasında anlam bütünlüğünü kuramaması neticesinde, bazı ayetler arasında sanki çelişki olarak görülebilecek bazı müşkül durumlar ortaya çıkmaktadır.
Nisa s. 78. ve 79. ayetler arasında iyiliğin ve kötülüğün nereden geldiği noktasında farklı gibi görünen bir durum olsa da , Allah (c.c) nin kullarının kazandığı iyilik ve kötülüğü kendi tercihi olarak meydana getirdiği değil , koyduğu yasalar gereği kullarının elleri ile işlediklerinin bir sonucu olarak meydana getirmiş olduğu bilindiğinde problem ortadan kalkacaktır.
Kader olarak bildiğimiz kavram , Allah (c.c) nin insanın alnına daha doğmadan önce ne yapacaklarını yazması değil , doğduktan sonra işlediklerinin karşılığını alacağı yasalar olarak bilindiğinde doğru bir düşünce sahibi olunmuş olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
27 Şubat 2017 Pazartesi
Kendilerinin İnsanlar Üzerine Hafiz ve Vekil Olarak Gönderildiklerini Zanneden Müslümanlar
İnsanlar sahip oldukları dini inançlarının diğer insanlar tarafından da kabul edilmesi isteyerek , bu isteklerini çeşitli yollarla diğer insanlara iletmeye çalışırlar. Olayı biz Müslümanlar bazında değerlendirdiğimizde , sahip olduğumuz İslam inancının diğer insanlar tarafından bilinmesi , tanınması ve kabul edilmesi için yaptığımız ameliyenin adına Tebliğ, İslam adına sahip olduğumuz inancın başkaları tarafından kabul edilmesi için kullanılan yönteme ise Tebliğ Metodu denilmektedir.
Kur'an ,tebliğ metodu konusunda özellikle Mekke döneminin ilk yıllarında inen surelerde , Muhammed (a.s) a izlemesi gereken yöntemi açık ve net olarak beyan etmiştir. Ona beyan edilen tebliğ yöntemi sadece ona has bir yöntem önermesi değil, bizlerin de uyması gereken yöntemlerdir.
Muhammed (a.s) a önerilen tebliğ metodunun , İslamdan habersiz veya haberi olup ta ona şiddetle karşı çıkan bir toplum bireyleri için vaz edildiği açıktır. Ancak Kur'an ayetlerindeki bu tebliğ yönteminin, bu gün için bizlerin bırakın İslamdan habersiz toplumları uyarmak için kullanmasını , kendi içimizdeki farklı fikirde olan Müslümanların birbirlerine karşı kullandıkları üslubun yanlışlığını düşündüğümüzde öncelikli olarak kendimize lazım olduğu görülmektedir.
Kendilerinin Müslüman olduğunu iddia eden insanların aralarındaki bazı fikri ayrılık noktaları konusunda yaptıkları tartışmalarda , Kur'an tarafından önerilen yöntemleri değil , holigan bir futbol taraftarına bürünmek sureti ile tartışma yaptıklarını görmekteyiz. Bütün hafta yaşamış olduğu bazı sıkıntıların vermiş olduğu öfkeyi boşaltmak için futbol maçına giden ve orada aklına ve ağzına gelen her türlü küfrü savurmak sureti ile öfkesini boşaltan holiganlar misali , bazı Müslümanlar bu öfkelerini karşıt görüşlere sahip olan diğer Müslümanlar üzerinde boşaltmaya çalışmaktadırlar.
Allah (c.c) elçisine (aynı yöntem diğer elçiler için de geçerlidir) kullanması gereken yöntem konusunda yol gösterirken ona , hiç kimse üzerinde baskıcı ve zorba olmaması gerektiğini , insanlar üzerine Hafiz (gözetleyici) ve Vekil olarak gönderilmediğini , görevinin sadece uyarmak olduğunu , üzerine basa basa hatırlatır.
[004.080] Kim peygambere itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine gözetleyici göndermedik.
[006.104] Gerçek şu ki size Rabbinizden basîretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.
[006.107] Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazdı. Biz seni onlar üzerinde bir gözetleyici kılmadık ve sen onlar üzerinde bir vekil de değilsin.
[010.108] De ki: Ey insanlar; size Rabbınızdan hak gelmiştir. Artık kim hidayeti kabul ederse; o, ancak kendi faydası için hidayete ermiş, kim de saparsa; kendi zararına sapmış olur. Ben, sizin başınıza bir vekil değilim.
[011.086] (Şuayb dedi ki) «Eğer mü'minseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.»
[039.041] Biz, insanlar için bu Kitab'ı hak ile sana indirdik. Artık kim doğru yola gelirse kendi yararınadır; kim de saparsa kendi zararınadır. Sen onların üzerine vekil değilsin.
[042.006] Allah'ın dışında birtakım veliler edinenler ise, Allah, onların üzerinde gözetleyicidir. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin.
[042.048] Şayet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen, yalnızca tebliğdir. Gerçek şu ki, biz insana tarafımızdan bir rahmet taddırdığımız zaman, ona sevinç-duyar. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isabet ederse, bu durumda da insan bir nankör kesiliverir.
İnsanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmak ilaha has bir özellik olup , Allah (c.c) elçisinin böyle bir konuma sahip olmadığını , insanlar üzerinde sadece Beşir (müjdeci) ve Nezir (korkutucu) olduğunu bir çok keresinde ona hatırlatmak sureti ile, insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmaya soyunmamasını öğütlemektedir.
Elçisine böyle bir görevi vermeyen Allah (c.c) nin önerdiği tebliğ metodunu arkalarına atarak , sadece kendi düşünce ve inançlarını insanlar üzerinde baskıcı yollar kullanmak sureti ile kabul ettirmeye kalkmak , elçiye verilmeyen ve sadece ilah olmanın bir gereği olan Hafiz ve Vekil olmaya soyunmak anlamına gelecektir. Bu yöntemin kullanılması yolu ile fikir ve düşüncelerini yaymaya ve kabul ettirmeye çalışmak , maalesef bir çok Müslüman arasında Kur'an'i tebliğ metodundan daha fazla rağbet görmektedir.
İslam adına sahip olduğu inanç ve düşünceyi merkeze almak sureti ile, İslamı sadece kendi düşüncesi ve sahip olduğu inançtan ibaret zanneden bir çok Müslüman, karşısına kendisi gibi düşünmeyen bir başka Müslüman çıktığında sahip olduğu doğrularını , tebliğ dilinin gerekleri dahilinde anlatmaya yanaşmadan , karşısındaki kimseye küfür , hakaret , tekfir gibi her türlü muameleyi reva görmekte , hatta bu muameleyi farz bilmekte , ve bu farzı !! yerine getirdiğinde ise cihat vazifesini tamamlamış bir mücahit edası ile yatağına yatmaktadır.
Müslümanlar arasındaki fikir ayrılıklarının çözülebilmesi, önce karşıt fikirlere sahip olanların birbirleri ile medeni bir şekilde konuşabilme kabiliyetine sahip olmaları ile mümkün olabilir. Birbirleri ile konuşamayan Müslümanlar aralarındaki sorunların çözüme kavuşması şöyle dursun , sorunların kemikleşmesine ve çözümsüzlüğüne sebep olmaktadır.
Bu sorunlar nasıl çözüme kavuşturulabilir veya sorunlar nasıl en aza indirilebilir ?.
Müslümanların farklı fikir ve görüşlere sahip olması bir realitedir. Herkesin aynı fikre ve görüşe sahip olması gibi bir durumun mümkün olmayacağını düşündüğümüzde , en makul yol farklı fikir ve düşünceleri hazmedebilme , karşıt fikre en az kendi düşüncesi kadar değer verebilme , onu dinleyebilme , kendi düşüncesini merkeze almama , eğer yanlışlık görüyorsa o yanlışları tebliğ dilinin gerekleri dahilinde uyarma yolu olmalıdır.
Müslümanlar arasındaki kavgaların kaynağı, herkesin sahip olduğu düşünceyi merkeze alması , sadece kendisini doğru yolda görmesidir. Sadece kendisini doğru yolda gören bir kimse için , diğerleri artık yanlış yoldadır. Ancak yanlış yolda olduğunu düşündüğü bir kimseyi kendi yoluna davet etmekte ve yanlışlarını ortaya koyabilmekte Müslümanlar arasında büyük bir sıkıntı yaşanmaktadır.
İlim ve bilgi eksikliği, bu sıkıntıların en başta gelen sebebidir. Yanlış olduğuna inandığı düşüncenin yanlışlarını ilmi bir dil ve nebevi bir üslup ile ortaya koyabilme yeteneğinden mahrum olan Müslümanlar, çareyi küfür ve hakarette bularak , karşısındakileri sindirmek yoluna gitmektedir.
Halbuki ilim ve bilgi sahibi olan bir kimse öncelikle bu bilginin kendisine verdiği ilmi vakar ile karşısındaki fikre saygı duymayı öğrenecektir. Karşı fikri uygun deliller ile çürütmeye çalışan bir kimse , öne sürdüğü fikri kabul görmediği takdirde küfür ve hakaret dilini kullanmak gibi yanlışa düşmeyecek , hatta kendisini Hafiz ve Vekil olarak görmeyecek , sadece doğru olduğuna inandığı düşünceyi karşısındaki aktarmak ile yetinecek , karşısındaki kimseden kendi düşüncelerini kabul etmesi yönünde baskıcı bir dil kullanmayacaktır.
Bütün Müslümanlar din adına taşıdıkları düşüncenin doğru olduğuna inanarak görüşlerini savunurlar. Fakat bu doğrularını savunmakta kullandıkları kriterler farklıdır. Kriter olarak Kur'an'ı merkeze aldıklarını iddia edenlerin bile kendi aralarında fikir ve düşünce ayrılıklarına düştüğünü gördüğümüzde durumun vahameti ortaya çıkmaktadır.
Kriter olarak vahyi merkeze aldıklarını iddia edenlerin dahi aralarında fikir ve görüş ayrılıklarını olması , sahip olunan düşüncenin doğruluğunun vahiy ile onaylanmış olmadığını , sahip olunan görüşün, vahyin kişisel yorumunun sonucu olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Durum bu halde iken , hiç kimsenin sahip olduğu düşüncenin vahyin en gerçek ve en doğru yorumu olduğunu , herkesin bu doğruları kabul etmesini istemesi , kabul etmeyenlere ise her türlü küfür , hakaret ve tekfiri caiz görmesi , Müslüman ahlakı ile asla bağdaşmaz.
Savunduğu görüşleri tek doğru görüş olarak gören insanların bu görüşlerinin doğruluğunu Allah (c.c) nin kitabından almış olmalarını iddia etmiş olmaları , onların doğru olduklarını göstermez. Müslümanların doğru olarak bildikleri ve savundukları , görüşleri sadece kendi doğrularıdır. Bu görüşlerin doğru olma ihtimali olduğu kadar yanlış olma ihtimali de mevcuttur. Doğru veya Yanlış olma ihtimali mevcut olan bir düşünceyi tek ve nihai doğru olarak öne çıkarmak sureti ile , karşı görüşü mahkum etmeye çalışmak , cehaletten başka bir şey değildir.
Müslümanlar birbirleri ile olan ilişkilerinde saygılı olmayı ön plana çıkarmak zorundadırlar. Birbirimize karşı saygılı olmanın kriterini en dar alana hapsetmek sureti ile aynı düşünceye sahip olmak olarak değil , en geniş alana çekerek ÖNCE İNSAN olmak olarak belirlemek zorundayız. Karşısındaki kişini önce insan olduğunun bilincinde olan bir Müslüman bu ortak payda üzerinden bakış açısı geliştirdiği zaman , daha medeni bir ortamda konuşma imkanı hasıl olacaktır.
İnsanlara Beşir ve Nezir olarak gönderilen bir elçinin ümmeti olduğunu iddia ederek , insanlara Hafiz ve Vekil olarak gönderilmiş edasında, karşısındaki insanlara karşı muamele edenlerin akıbeti, yine Kur'an tarafından haber verilmektedir.
[083.029] Doğrusu, 'suç ve günah işleyenler,' kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi.
[083.030] Onlara uğradıkları vakit birbirlerine göz kırpıyorlardı.
[083.030] Yanlarından geçerken kaş göz hareketleriyle onları küçümserlerdi.
[083.031] Kendi yakınlarına döndükleri zaman da 'sevinç ve neşeyle' dönerlerdi.
[083.032] Onları gördükleri zaman ise: «Bunlar kuşkusuz şaşkın-sapıklardır» derlerdi.
[083.033] Oysa kendileri onların üzerine hafiz olarak gönderilmemişlerdi.
Ayetin bağlamının müşrikler ile ilgili olması , bu ayetin bizi ilgilendirmediği anlamına geldiğini düşünmek bizi aldanışa sürükleyecektir. Ayetler kendi düşüncelerini nihai doğrular olarak gören Mekke müşriklerinin , karşılarındaki insanlara karşı olan muamelerinin onlara neye mal olacağını haber vermektedir. Ayetlerin bize dönük olarak ne söylemiş olabileceği yönünde düşündüğümüzde , kendi doğrusunu merkeze alarak karşısındakini sapık olarak görenlerin ahirette düşmesi muhtemel duruma işaret edilmektedir.
Sonuç olarak ; Müslümanlar din adına sahip oldukları görüşlerin başkaları tarafından kabul edilmesini istemek hakkına elbette sahiptir. Ancak bu hakkı onlardan talep ederken onlara karşı kullandıkları dil önemlidir. Müslümanların birbirlerine karşı olan ilişkilerinde öne çıkarmaya çalışmaları gereken dil Muhammed (a.s) a önerilen tebliğ dili olmalıdır.
Tebliğ dilinin en önemli özelliği , insanlara karşı zorlayıcı bir üslup kullanılmaması noktasındadır. Bir çok ayet elçinin görevinin belirli bir sınırı olduğunu vurgulayarak , ilah olmaya ait olan sınırı geçmemesini özellikle hatırlatmaktadır.
İnsanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmak, Allah (c.c) nin tekelinde olan ve elçisine vermediği bir yetkidir. Elçiye dahi verilmemiş olan bir yetki bazı Müslümanlar tarafından, sahip oldukları inanç ve düşünceleri tek ve nihai doğru olarak sunularak herkesin bu görüşler üzerinde bir düşünceye sahip olması istenilmekte , bu istekler ise insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmaya soyunmak anlamına gelmektedir.
Kendilerinin insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olarak gönderildiklerini zannederek , sahip oldukları fikir ve düşüncelerin herkes tarafından kabul görmesini istemek , büyük bir kaosa sebep olmakta ve bugün içinde bulunduğumuz bölünmenin temelini teşkil etmektedir. Eğer Müslümanlar doğru olarak bildiklerini karşısındaki kimselere doğru bir dil ve Kur'an'i bir üslup ile anlatmaya kalktıklarında , kimseyi zorlamaya , küfretmeye , hakaret ve tekfir etmeye hakları olmadığını anlayacak ve daha medeni bir durumda birbirleri ile konuşmayı deneyeceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an ,tebliğ metodu konusunda özellikle Mekke döneminin ilk yıllarında inen surelerde , Muhammed (a.s) a izlemesi gereken yöntemi açık ve net olarak beyan etmiştir. Ona beyan edilen tebliğ yöntemi sadece ona has bir yöntem önermesi değil, bizlerin de uyması gereken yöntemlerdir.
Muhammed (a.s) a önerilen tebliğ metodunun , İslamdan habersiz veya haberi olup ta ona şiddetle karşı çıkan bir toplum bireyleri için vaz edildiği açıktır. Ancak Kur'an ayetlerindeki bu tebliğ yönteminin, bu gün için bizlerin bırakın İslamdan habersiz toplumları uyarmak için kullanmasını , kendi içimizdeki farklı fikirde olan Müslümanların birbirlerine karşı kullandıkları üslubun yanlışlığını düşündüğümüzde öncelikli olarak kendimize lazım olduğu görülmektedir.
Kendilerinin Müslüman olduğunu iddia eden insanların aralarındaki bazı fikri ayrılık noktaları konusunda yaptıkları tartışmalarda , Kur'an tarafından önerilen yöntemleri değil , holigan bir futbol taraftarına bürünmek sureti ile tartışma yaptıklarını görmekteyiz. Bütün hafta yaşamış olduğu bazı sıkıntıların vermiş olduğu öfkeyi boşaltmak için futbol maçına giden ve orada aklına ve ağzına gelen her türlü küfrü savurmak sureti ile öfkesini boşaltan holiganlar misali , bazı Müslümanlar bu öfkelerini karşıt görüşlere sahip olan diğer Müslümanlar üzerinde boşaltmaya çalışmaktadırlar.
Allah (c.c) elçisine (aynı yöntem diğer elçiler için de geçerlidir) kullanması gereken yöntem konusunda yol gösterirken ona , hiç kimse üzerinde baskıcı ve zorba olmaması gerektiğini , insanlar üzerine Hafiz (gözetleyici) ve Vekil olarak gönderilmediğini , görevinin sadece uyarmak olduğunu , üzerine basa basa hatırlatır.
[004.080] Kim peygambere itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine gözetleyici göndermedik.
[006.104] Gerçek şu ki size Rabbinizden basîretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.
[006.107] Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazdı. Biz seni onlar üzerinde bir gözetleyici kılmadık ve sen onlar üzerinde bir vekil de değilsin.
[010.108] De ki: Ey insanlar; size Rabbınızdan hak gelmiştir. Artık kim hidayeti kabul ederse; o, ancak kendi faydası için hidayete ermiş, kim de saparsa; kendi zararına sapmış olur. Ben, sizin başınıza bir vekil değilim.
[011.086] (Şuayb dedi ki) «Eğer mü'minseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.»
[039.041] Biz, insanlar için bu Kitab'ı hak ile sana indirdik. Artık kim doğru yola gelirse kendi yararınadır; kim de saparsa kendi zararınadır. Sen onların üzerine vekil değilsin.
[042.006] Allah'ın dışında birtakım veliler edinenler ise, Allah, onların üzerinde gözetleyicidir. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin.
[042.048] Şayet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen, yalnızca tebliğdir. Gerçek şu ki, biz insana tarafımızdan bir rahmet taddırdığımız zaman, ona sevinç-duyar. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isabet ederse, bu durumda da insan bir nankör kesiliverir.
İnsanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmak ilaha has bir özellik olup , Allah (c.c) elçisinin böyle bir konuma sahip olmadığını , insanlar üzerinde sadece Beşir (müjdeci) ve Nezir (korkutucu) olduğunu bir çok keresinde ona hatırlatmak sureti ile, insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmaya soyunmamasını öğütlemektedir.
Elçisine böyle bir görevi vermeyen Allah (c.c) nin önerdiği tebliğ metodunu arkalarına atarak , sadece kendi düşünce ve inançlarını insanlar üzerinde baskıcı yollar kullanmak sureti ile kabul ettirmeye kalkmak , elçiye verilmeyen ve sadece ilah olmanın bir gereği olan Hafiz ve Vekil olmaya soyunmak anlamına gelecektir. Bu yöntemin kullanılması yolu ile fikir ve düşüncelerini yaymaya ve kabul ettirmeye çalışmak , maalesef bir çok Müslüman arasında Kur'an'i tebliğ metodundan daha fazla rağbet görmektedir.
İslam adına sahip olduğu inanç ve düşünceyi merkeze almak sureti ile, İslamı sadece kendi düşüncesi ve sahip olduğu inançtan ibaret zanneden bir çok Müslüman, karşısına kendisi gibi düşünmeyen bir başka Müslüman çıktığında sahip olduğu doğrularını , tebliğ dilinin gerekleri dahilinde anlatmaya yanaşmadan , karşısındaki kimseye küfür , hakaret , tekfir gibi her türlü muameleyi reva görmekte , hatta bu muameleyi farz bilmekte , ve bu farzı !! yerine getirdiğinde ise cihat vazifesini tamamlamış bir mücahit edası ile yatağına yatmaktadır.
Müslümanlar arasındaki fikir ayrılıklarının çözülebilmesi, önce karşıt fikirlere sahip olanların birbirleri ile medeni bir şekilde konuşabilme kabiliyetine sahip olmaları ile mümkün olabilir. Birbirleri ile konuşamayan Müslümanlar aralarındaki sorunların çözüme kavuşması şöyle dursun , sorunların kemikleşmesine ve çözümsüzlüğüne sebep olmaktadır.
Bu sorunlar nasıl çözüme kavuşturulabilir veya sorunlar nasıl en aza indirilebilir ?.
Müslümanların farklı fikir ve görüşlere sahip olması bir realitedir. Herkesin aynı fikre ve görüşe sahip olması gibi bir durumun mümkün olmayacağını düşündüğümüzde , en makul yol farklı fikir ve düşünceleri hazmedebilme , karşıt fikre en az kendi düşüncesi kadar değer verebilme , onu dinleyebilme , kendi düşüncesini merkeze almama , eğer yanlışlık görüyorsa o yanlışları tebliğ dilinin gerekleri dahilinde uyarma yolu olmalıdır.
Müslümanlar arasındaki kavgaların kaynağı, herkesin sahip olduğu düşünceyi merkeze alması , sadece kendisini doğru yolda görmesidir. Sadece kendisini doğru yolda gören bir kimse için , diğerleri artık yanlış yoldadır. Ancak yanlış yolda olduğunu düşündüğü bir kimseyi kendi yoluna davet etmekte ve yanlışlarını ortaya koyabilmekte Müslümanlar arasında büyük bir sıkıntı yaşanmaktadır.
İlim ve bilgi eksikliği, bu sıkıntıların en başta gelen sebebidir. Yanlış olduğuna inandığı düşüncenin yanlışlarını ilmi bir dil ve nebevi bir üslup ile ortaya koyabilme yeteneğinden mahrum olan Müslümanlar, çareyi küfür ve hakarette bularak , karşısındakileri sindirmek yoluna gitmektedir.
Halbuki ilim ve bilgi sahibi olan bir kimse öncelikle bu bilginin kendisine verdiği ilmi vakar ile karşısındaki fikre saygı duymayı öğrenecektir. Karşı fikri uygun deliller ile çürütmeye çalışan bir kimse , öne sürdüğü fikri kabul görmediği takdirde küfür ve hakaret dilini kullanmak gibi yanlışa düşmeyecek , hatta kendisini Hafiz ve Vekil olarak görmeyecek , sadece doğru olduğuna inandığı düşünceyi karşısındaki aktarmak ile yetinecek , karşısındaki kimseden kendi düşüncelerini kabul etmesi yönünde baskıcı bir dil kullanmayacaktır.
Bütün Müslümanlar din adına taşıdıkları düşüncenin doğru olduğuna inanarak görüşlerini savunurlar. Fakat bu doğrularını savunmakta kullandıkları kriterler farklıdır. Kriter olarak Kur'an'ı merkeze aldıklarını iddia edenlerin bile kendi aralarında fikir ve düşünce ayrılıklarına düştüğünü gördüğümüzde durumun vahameti ortaya çıkmaktadır.
Kriter olarak vahyi merkeze aldıklarını iddia edenlerin dahi aralarında fikir ve görüş ayrılıklarını olması , sahip olunan düşüncenin doğruluğunun vahiy ile onaylanmış olmadığını , sahip olunan görüşün, vahyin kişisel yorumunun sonucu olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Durum bu halde iken , hiç kimsenin sahip olduğu düşüncenin vahyin en gerçek ve en doğru yorumu olduğunu , herkesin bu doğruları kabul etmesini istemesi , kabul etmeyenlere ise her türlü küfür , hakaret ve tekfiri caiz görmesi , Müslüman ahlakı ile asla bağdaşmaz.
Savunduğu görüşleri tek doğru görüş olarak gören insanların bu görüşlerinin doğruluğunu Allah (c.c) nin kitabından almış olmalarını iddia etmiş olmaları , onların doğru olduklarını göstermez. Müslümanların doğru olarak bildikleri ve savundukları , görüşleri sadece kendi doğrularıdır. Bu görüşlerin doğru olma ihtimali olduğu kadar yanlış olma ihtimali de mevcuttur. Doğru veya Yanlış olma ihtimali mevcut olan bir düşünceyi tek ve nihai doğru olarak öne çıkarmak sureti ile , karşı görüşü mahkum etmeye çalışmak , cehaletten başka bir şey değildir.
Müslümanlar birbirleri ile olan ilişkilerinde saygılı olmayı ön plana çıkarmak zorundadırlar. Birbirimize karşı saygılı olmanın kriterini en dar alana hapsetmek sureti ile aynı düşünceye sahip olmak olarak değil , en geniş alana çekerek ÖNCE İNSAN olmak olarak belirlemek zorundayız. Karşısındaki kişini önce insan olduğunun bilincinde olan bir Müslüman bu ortak payda üzerinden bakış açısı geliştirdiği zaman , daha medeni bir ortamda konuşma imkanı hasıl olacaktır.
İnsanlara Beşir ve Nezir olarak gönderilen bir elçinin ümmeti olduğunu iddia ederek , insanlara Hafiz ve Vekil olarak gönderilmiş edasında, karşısındaki insanlara karşı muamele edenlerin akıbeti, yine Kur'an tarafından haber verilmektedir.
[083.029] Doğrusu, 'suç ve günah işleyenler,' kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi.
[083.030] Onlara uğradıkları vakit birbirlerine göz kırpıyorlardı.
[083.030] Yanlarından geçerken kaş göz hareketleriyle onları küçümserlerdi.
[083.031] Kendi yakınlarına döndükleri zaman da 'sevinç ve neşeyle' dönerlerdi.
[083.032] Onları gördükleri zaman ise: «Bunlar kuşkusuz şaşkın-sapıklardır» derlerdi.
[083.033] Oysa kendileri onların üzerine hafiz olarak gönderilmemişlerdi.
Ayetin bağlamının müşrikler ile ilgili olması , bu ayetin bizi ilgilendirmediği anlamına geldiğini düşünmek bizi aldanışa sürükleyecektir. Ayetler kendi düşüncelerini nihai doğrular olarak gören Mekke müşriklerinin , karşılarındaki insanlara karşı olan muamelerinin onlara neye mal olacağını haber vermektedir. Ayetlerin bize dönük olarak ne söylemiş olabileceği yönünde düşündüğümüzde , kendi doğrusunu merkeze alarak karşısındakini sapık olarak görenlerin ahirette düşmesi muhtemel duruma işaret edilmektedir.
Tebliğ dilinin en önemli özelliği , insanlara karşı zorlayıcı bir üslup kullanılmaması noktasındadır. Bir çok ayet elçinin görevinin belirli bir sınırı olduğunu vurgulayarak , ilah olmaya ait olan sınırı geçmemesini özellikle hatırlatmaktadır.
İnsanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmak, Allah (c.c) nin tekelinde olan ve elçisine vermediği bir yetkidir. Elçiye dahi verilmemiş olan bir yetki bazı Müslümanlar tarafından, sahip oldukları inanç ve düşünceleri tek ve nihai doğru olarak sunularak herkesin bu görüşler üzerinde bir düşünceye sahip olması istenilmekte , bu istekler ise insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmaya soyunmak anlamına gelmektedir.
Kendilerinin insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olarak gönderildiklerini zannederek , sahip oldukları fikir ve düşüncelerin herkes tarafından kabul görmesini istemek , büyük bir kaosa sebep olmakta ve bugün içinde bulunduğumuz bölünmenin temelini teşkil etmektedir. Eğer Müslümanlar doğru olarak bildiklerini karşısındaki kimselere doğru bir dil ve Kur'an'i bir üslup ile anlatmaya kalktıklarında , kimseyi zorlamaya , küfretmeye , hakaret ve tekfir etmeye hakları olmadığını anlayacak ve daha medeni bir durumda birbirleri ile konuşmayı deneyeceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
25 Şubat 2017 Cumartesi
Kataa Fiili Örneğinde Kelimelerin Hakiki Anlam Mecaz Anlam Sorunu Üzerine Bir Mülahaza
Allah (c.c) nin son elçisi aracılığı ile indirdiği alemlere yol gösterici olan Kur'an , bilindiği üzere nazil olduğu kavmin dili üzerine nazil olan bir kitaptır. Bu kitabın ihtiva ettiği ayetler , konuşulan dilin lafız mana ilişkisinin sınırları dahilindedir. Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de bir takım edebi kurallar bulunmakta olup , Kur'an da bu edebi kuralları kullanmak sureti ile mesajını muhataplarına ileten bir kitaptır.
Türkiye genelinde Kur'an'ın daha fazla gündeme gelmeye başlaması , bir takım anlama sorunlarını da beraberinde getirdiği konu ile alakalı olanların malumudur. Bu sorunlardan bir tanesi de kelimelere, bağlı bulunduğu cümle ve konu bütünlüğünden koparılarak anlam yüklenmeye çalışılmasıdır. Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de kelimeler Hakiki Anlam - Mecaz Anlam olarak ifade edilebilecek anlamlara sahiptirler.
Bir kelimenin cümle içinde hangi anlamda kullanıldığının tesbit edilmesi , o kelimenin bağlı bulunduğu cümle ile yakından alakalıdır. Şayet kelime bağlı bulunduğu cümleden çıkarılmak sureti ile tek başına ele alınarak hangi anlama sahip olduğu konusunda karar verilecek olursa , verilen bu kararın isabetli olma ihtimali yok denecek kadar azdır.
Söylemek istediklerimizin daha kolay ve net olarak anlaşılabilmesi için Kataa fiilinin Kur'an içinde geçtiği ayetleri okumaya çalışarak bu kelimenin, Kur'an içinde Hakiki veya Mecaz , hangi anlamda kullanılmış olduğunu görmeye çalışacağız. Ele almaya çalışacağımız kelime , Maide s. 38. ayetinde geçen hırsızlık cezası ile verilen hükümde de geçmekte , ve bu cezanın hakiki anlamda bir el kesmek değil , el kelimesinin güç anlamı da taşımasından yola çıkılarak, mecaz anlamda bir el yani güç kesme olduğu iddiaları gündeme getirilmektedir.
Bir kelime, geçtiği bütün ayetlerde tamamen hakiki anlamda , veya tamamen mecazi anlamda kullanılmaz. Kelimenin bağlı bulunduğu cümle içindeki kullanılışına göre hangi anlamda kullanıldığı tespit edilebilir.
Hakiki anlam ; Kelimelerin taşıdığı ilk ve , insanın kelimeyi duyduğu anda zihninde canlandırdığı anlama denir. Sözlük anlamı olarak bildiğimiz terim de bunu ifade etmektedir.
Mecaz anlam ; Kelimenin ilk ve insanın ilk duyduğu anda zihninde canlandırdığı anlamın dışında kazanmış olduğu anlama denir. Bir kelimenin mecaz anlam taşıyıp taşımadığı , o kelimenin sözlük anlamını taşıdığı düşünüldüğünde, ortaya yanlış anlaşılmaların çıktığında anlaşılabilir.
Elkat'u ; İster cisimler gibi gözle idrak edilen şey olsun , ister aklın alanına giren şeyler gibi basiretle idrak edilen şeyler olsun , birbiri ile bitişik olan bir şeyi aralarında bir aralık veya yarık oluşacak şekilde ayırmak. Bu ayırma, kesici bir alet ile yapıldığı zaman bu kelime kesmek anlamına gelir.
Bu kelimenin Kur'an içinde geçişleri aşağıda ayet meallerindedir ;
[059.005] Hurma ağaçlarından her hangi bir şey kesmeniz (katta'tüm) veya kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve O'nun, yoldan çıkanları cezalandırması içindir.
Haşr s. 5. ayeti kitap ehli ile olan bir savaşın anlatıldığı ayetlerin bağlamına dahil olup , savaşta strateji gereği hurma ağaçlarının kesilmesine itiraz edenlerin bu itirazları ret edilmekte , bu ağaçların kesilmesinde herhangi bir sakınca olmadığı beyan edilmektedir. Konumuz olan kelimenin bu ayet içinde hakiki anlamında kullanıldığı görülmektedir.
[012.031] Kadınların kendisini yermesini işitince onları davet etti; koltuklar hazırladı; geldiklerinde her birine birer bıçak verdi. Yusuf'a: «Yanlarına çık» dedi. Kadınlar Yusuf'u görünce şaşıp ellerini kestiler (ve katta'ne) ve «Allah'ı tenzih ederiz ama, bu insan değil ancak çok güzel bir melektir» dediler.
[012.050] Hükümdar: «Onu bana getirin» dedi. Yusuf'a elçi gelince, «Efendine dön, kadınlar niçin ellerini kesmişlerdi (katta'ne) bir sor; doğrusu Rabbim onların hilesini bilir» dedi.
Yusuf kıssasının içinde geçen bu ayetlerde ise , Yusuf'u gören kadınların onun güzelliği karşısında şaşkınlıktan ellerini kesmiş olmalarından bahsedilmektedir. Yine burada konumuz ile ilgili olan kelimenin , hakiki anlamında kullanılmış olduğu görülmektedir.
[005.033] Allah ve Rasulü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanların cezası; ancak öldürülmek, asılmak, çaprazvari el ve ayakları kesilmek (tukattaa) veya yerlerinden sürülmektir. Bu, onlara dünyada rüsvaylıktır. Onlara ahirette de büyük bir azab vardır.
Maide s. 33. ayetinde "Allah ve Rasulü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanlar" olarak belirlenen suça, verilmesi emredilen cezalardan bir tanesi el ve ayakların çaprazlama kesilmesidir. Bu cezanın da hakiki anlamda bir ceza olduğu konusunda herhangi bir itiraza mahal bırakacak durum söz konusu değildir.
[007.124] Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim (leukattianne), sonra da hepinizi asacağım!»
[020.071] (Firavun) Dedi ki: «Ben size izin vermeden önce O'na inandınız, öyle mi? Kuşkusuz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim (leukattianne) ve sizi hurma dallarında sallandırıcağım. Siz de elbette, hangimizin azabı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız.»
[026.049] Firavun: «Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Muhakkak ki o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi bileceksiniz; ellerinizi ayaklarınızı, and olsun, çaprazlama kestireceğim (leukattianne), hepinizi astıracağım» dedi.
Musa (a.s) kıssasında iman eden sihirbazlara uygulayacağı ceza olarak karşımıza çıkan ve Maide s. 33. ayeti ile aynı olan, ayetlerdeki ceza yine hakiki anlamda el kesmeden bahsetmektedir.
[005.038] Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin (faktau). Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.
Maide s. 38. ayetinde "Erkek hırsız ve kadın hırsızın" buyurulmuş olması , suçun sabit olmasının ve fiiliyata dökülerek işlendiğini göstermektedir. Bu suça verilecek olan cezayı, elin kesilmesi olarak beyan eden ayetin hakiki anlamda bir el kesmekten bahsetmiş olduğunu görmekteyiz.
Fakat son yıllarda ortaya çıkan bazı farklı algılar , bu cezanın hakiki anlamda el kesmekten değil , mecaz anlamda bir el kesmekten, yani güç kesmekten bahsettiği yönündeki iddiaların dile getirilmesine sebep olmaktadır. Bu cezanın mecaz anlamda olarak anlaşılması, ancak bu cezanın mutlaka mecazi olması gerektiği yönünde bir ön yargının olması , bu ceza konusunda bazı kaygıların bulunması ile mümkün olabilir.
Ayetin iddia edildiği gibi mecaz anlamda bir güç kesmekten, yani hırsızlığı önlemekten bahsetmesi için, fiilin vuku bulmaması gerekmektedir. Halbuki ayet, işlenmiş olan bir cürümden, ve bu cürümü işleyenlere verilmesi gereken bir cezadan bahsetmektedir. Hırsızlığa gidecek yolların önlenmesi için adımlar atmak, her devletin asli vazifesidir. Fertlerini hırsızlık yapmaya mecbur eden bir devletin bu cezayı uygulaması zaten zulüm olacaktır.
Ayet içinde geçen Yed (el) kelimesinin bazı ayetlerde mecazi anlamda kullanılarak güç anlamına gelmiş olması , bu cezanın mecazi olduğunu iddia edenler tarafından delil olarak sunulmaktadır. Ancak yukarıda söylediğimiz gibi her kelime bütün ayetlerde sadece hakiki , ne de sadece mecaz anlamda kullanılmaz. Kelimenin mecaz veya hakiki anlamdan hangisine sahip olduğu , o kelimenin ayet içinde sahip olduğu bağlamdan anlaşılabilir.
Yusuf suresindeki kadınları ellerini kesmiş olmaları , nasıl onların mecaz olarak güçlerini kesmiş oldukları anlamında düşünülmüyor ise , bu ayetin de mecaza işaret ettiğinin düşünmek hatalı bir okuma biçimidir Bu ayetin hakiki anlamda bir el kesmekten bahsettiği konusunda şüphe yoktur. Böyle bir şüphe içinde bulunmak , ancak önce bu konuda bir takım ön yargılar oluşturmak , sonra da bu ön yargıları Kur'an'a kabul ettirmeye çalışmak ile mümkün olur.
[007.072] Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik (katta'na).
[008.007] Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve (Kureyş ordusunu yok ederek) kâfirlerin ardını kesmek (ve yektaa) istiyordu.
[006.045] Böylece zulmeden toplumun kökü kesildi (kutia). Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
[015.066] Ona şu kesin emri vahyettik: «Sabaha çıkarlarken onların kökü kesilmiş (maktuun) olacaktır!».
Yukarıdaki ayetler hakiki anlamda değil , mecaz anlamda bir kesimden , yani iman etmeyenlerin helak edilmiş olmasını , kökünü kesmek olarak bildiğimiz bir deyim ile ifade etmektedir.
[069.046] Sonra onun can damarını elbette keserdik (katta'na).
Hakka suresindeki bu ayet , elçinin kendisine vahyedilene herhangi bir ilavede bulunduğunda başına gelecek olanı anlatmaktadır. Onun hayat ile bağının koparılması yani canının alınması, can damarının kesilmesi şeklinde, mecazi bir anlamda kullanılmıştır.
[029.029] «Siz hâlâ erkeklere gidecek ve yolu kesecek (taktaune) ve toplantılarınızda çirkin şeyleri yapacakmısınız?» Artık (O'nun) kavminin cevabı, «Eğer sen sâdıklardan isen bize Allah'ın gazabını getir» demekten başka olmadı.
Lut kıssası ile ilgili olan bu ayette , Lut (a.s) kavmine hitaben onların yaptıkları yanlışları söylerken kullandığı yok kesmek deyimi , yine kataa kelimesinin mecaz anlamda bir kullanımıdır.
[003.127] ta ki o küfredenlerden bir kolu kessin (liyektaa) veya perişan etsin de umutsuz olarak dönüp gitsinler.
Uhud savaşı ile ilgili bir bağlama sahip olan yukarıdaki ayette yine müşriklerin bir kısmının imha edilmesi ile ilgili olarak, tarfen kelimesi ile birlikte mecazi anlamda bir kullanımı görmekteyiz.
[022.015] Kim Allah'ın dünyada ve âhirette kendisine yardım etmeyeceğini sanıyorsa; semaya bir sebeb uzatsın, sonra (öteki sebebleri) kessin de (litekta) bakıversin: Oyunu, öfkelendiği şeyleri gerçekten giderecek mi?.
Hac s. 15. ayetinde geçen bu kelime , bir çok mealde hakiki anlamda bir ip kesmekten bahsetmiş olmasına karşın , ayetin siyak sibak dahilinde okunduğu takdirde , mecaz anlamda bir bağ kesmekten bahsettiği anlaşılmaktadır.
[002.027] Ki (bunlar) Allah'ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar, Allah'ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler (yaktaune) ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarırlar. Kayba uğrayanlar, işte bunlardır.
[013.025] Ve o kimseler ki, Allah'ın ahdini takviye ettikten sonra bozarlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler (ve yaktaune) ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İşte lânet onlaradır. Yurdun kötüsü de onlaradır.
[047.022] Geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye (ve tukatteu) dönmüş olmaz mısınız?.
Yukarıdaki ayetler , Allah (c.c) tarafından bildirilen emirlere aykırı davranışlar sergileyenlerden bahsetmektedir. Bu ayetlerde bahsedilen kesmek fiili , mecaz anlamda bir kesmeyi ifade etmektedir.
[009.121] Ve küçük, büyük bir masraf yapmazlar ve bir vadî kat'etmezler ki (ve la yaktaune) amellerinin daha güzeliyle Allah kendilerine mükâfat etmek için hisablarına yazılmış olmasın.
Tevbe s. 121. ayetinde , iman edenlerin Allah yolunda çıktıkları yolda çektikleri meşakkatin karşılıksız kalmayacağı haber verilmekte olup , bu haber vadi kat etmek şeklinde bir deyim ile ifade edilmekte, ve kataa kelimesi yine burada mecaz anlamda kullanılmaktadır.
[047.015] Allah’a karşı gelmekten sakınanlara vâd edilen cennetin durumu ise şudur: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içerken lezzet veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Onlara orada her türlü meyve ile bir de Rab’leri tarafından bir mağfiret vardır. Bu nimetlere erişenler hiç, ateşte devamlı kalıp, kaynar sulardan içirilip bununla bağırsakları lime lime olan (fekattaa) kimseler gibi olur mu?
Cennet nimetleri ile ilgili olan Muhammed s. 15. ayetinde , cennet ehli ile cehennem ehli arasında yapılan kıyaslamada cehennem ehline sunulan içeceğin , ne kadar acı ve elem verici olduğu, içtiğinde bu kimseleri ne hale getirdiği, kataa kelimesi ile ifade edilirken, bu kelimenin yine mecaz anlamda kullanıldığını görmekteyiz.
[007.160] Biz İsrailoğullarını oymaklar halinde on iki topluluğa ayırdık katta'nahum). Milleti Musa'dan su isteyince ona: «Asanla taşa vur» diye bildirdik; ondan on iki pınar fışkırdı. Herkes içeceği yeri öğrendi. Bulutla üzerlerine gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın indirdik, «Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin» dedik. Onlar, karşı gelmekle, Bize değil kendilerine zulmediyorlardı.
[007.168] Ve onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık (katta'nahum). İçlerinde iyi olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.
Araf suresindeki bu ayetlerde , İsrailoğullarının ayrılması kataa fiili ile anlatılmakta ve yine bu fiil mecaz anlamda kullanılmaktadır.
[013.031] Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı (kuttiat), yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o Kitap yine bu Kur'an olacaktı). Fakat bütün işler Allah'a aittir. İman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi? Allah'ın vâdi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansızın büyük bir belâ gelmeye devam edecek veya o belâ evlerinin yakınına inecek. Allah, vâdinden asla dönmez.
Rad s. 31. ayetinde , Kur'an hakkında şüpheleri olan kimselerin inatçılıkları ifade edilmekte olup , yine kataa kelimesi yerin birbirinden ayrılması anlamında mecaz anlamda kullanılmıştır.
[022.019] Şu iki gurup, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır: İmdi, inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir (kuttiat). Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir!.
Hac s. 19. ayetinde , kafirler için cehennemde karşılaşacakları azap elbise tasviri ile belirtilmekte, onların her tarafını kaplayacak olan ateşin , elbise olarak giydirileceğinin beyan edilmesi, yine kataa filinin mecaz anlamda kullanılması ile ifade edilmektedir.
[006.094] Bugün, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız huzurumuza geldiniz, size verdiğimiz herşeyi arkanızda bıraktınız. Allah'ın size göre ortağı olduklarını iddia ederek yardımlarına, şefaatlarına güvendiğiniz ortakları yanınızda görmüyoruz. Aranızdaki bütün bağlar artık kesilmiş (tekattaa) , güvendiklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir.
[002.166] İşte önderler kendilerini izleyenlerden uzak durdular, Azabı gördüler ve aralarındaki her türlü bağ kesildi (tekattaat).
Enam ve Bakara surelerindeki bu ayetlerde , yaşamlarını kafir olarak bitirmiş olanların hesap gününde karşılaşacakları durum anlatılmakta , dünyada iken dost edindiklerinin ahirette onlara hiç bir faydasının olmadığı , kataa kelimesinin mecaz anlamda kullanılması ile ifade edilmektedir.
[021.093] Onlar, işlerini kendi aralarında parça parça dağıttılar (tekattau) (dinlerinde bölünmeler yaptılar) ; hepsi bize döneceklerdir.
[023.053] Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçaladılar (tekattau); her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.
Yukarıdaki ayetler , fırkalaşmayı ve bölünmeyi konu ederek , bir bütünden ayrılmış olmak yine kataa fiili ile ifade edilmektedir.
[009.110] Yaptıkları bina, (ölüp de) kalpleri parçalanıncaya (tekattaa) kadar yüreklerine devamlı olarak bir kuşku (sebebi) olacaktır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.
Tevbe s. 110. ayeti , Dırar Mescidi olarak bildiğimiz münafıkla tarafından yapılan mescid ile alakalı bir bağlama dahildir. Yaptıkları mescidin kalplerindeki nifağın bir eseri olduğu , ve onların kalplerindeki bu nifağın onlar ölene kadar süreceği beyan edilmektedir.
[011.081] Dediler ki: «Ey Lût! Şüphe yok ki biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana elbette kavuşamayacaklardır. Artık sen âilen ile gecenin bir kısmında (bi kıt'in) yürü ve sizden hiçbir kimse geri kalmasın, zevcen ise müstesna. Şüphesiz ki onlara isabet edecek şey, ona da isabet edicidir. Muhakkak ki onların vaad edilen zamanları, sabah vaktidir, sabah vakti ise yakın değil midir?»
[015.065] «Gecenin bir kısmında (bi kıt'in) aileni yola çıkar, sen de arkalarından yürü ve sizden kimse ardına bakmasın; istenen yere gidin.».
Lut (a.s) kıssası içindeki bu ayetler , Lut ve ehline kavmi terk etmelerini emrini verirken , ne zaman yola çıkacakları ile bilgiyi gecenin bir kısmında şeklinde beyan ederek , kataa kelimesini kullanmaktadırlar.
[013.004] Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar (kıtaun) üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır.
[010.027] Ve o kimseler ki, kötülükleri kazandılar. Kötülüğün cezası da kendi misli iledir. Ve onları bir alçaklık kaplar. Onlar için Allah'tan koruyacak bir şey yoktur. Onların yüzleri sanki geceden karanlık bir parçaya (kıtaan) bürünmüştür. İşte onlar ateşin yârânıdır. Onlar onun içinde ebedî sûrette kalacak kimselerdir.
Yukarıdaki ayetlerde geçen Kıt'a kelimesi hepimizin bildiği bir kelime olup bir bütünden koparılmış kara parçası, ve yüzlerin karalığını tasvir eden geceden bir parça olarak , yine kataa kelimesi kullanılmaktadır.
[027.032] (Sonra Melike) dedi ki: «Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam (katiatün).»
Süleyman (a.s) kıssası ile ilgili bu ayet ise , Sebe hükümdarı olan kadının , herhangi bir iş için danışmanlarının yardımı olmadan karar vermeyeceğini ifade ederken yine kataa kelimesi kullanılmaktadır.
[056.033] Kesilip-eksilmeyen (la maktuatun) ve yasaklanmayan (meyveler) .
Vakıa suresindeki bu ayet ise , cennet nimetlerinin sonsuzluğunu beyan etmekte kullanılan kelime kataa kelimesidir.
Sonuç olarak Kataa fiilinin geçtiği ayetlerin tamamını alt alta koyup okuduğumuzda şunları söyleyebiliriz; Bu fiilin Haşr , Maide , Yusuf ve Firavunun iman eden sihirbazlara karşı uygulayacağını vaat ettiği surelerdeki geçişleri, kesici bir alet ile yapılan fiile işaret etmektedir. Bu sureler içindeki ayetlerdeki fiilin kesici bir ayet ile birbirinden ayırmak olduğunu görmekteyiz. Dolayısı ile bu fiilin bu ayetlerde kullanılışının Hakiki Anlamda bir kullanılış olduğunu söyleyebiliriz. Diğer surelerde geçişleri ise, kesici bir alet ile yapılmayan kesimlere işaret etmekte ve kullanımların Mecazi anlamda olduğunu söyleyebiliriz.
Bu çalışmayı yapmaktaki amacımız , kelimelerin cümle içindeki geçişlerine göre anlam kazandığını görmeye çalışmaktır. Kataa fiilinin geçtiği ayetleri 2 ana gurupta topladığımız zaman , kesici bir alet ile yapılan kesim işinin geçtiği ayetlerin tamamının hakiki anlamda bir kullanım olduğunu görmekteyiz. Maide s. 38. ayetini bu guruptan çıkararak , kelimenin mecaz geçişlerinin gurubuna dahil ettiğimiz zaman , aynı anlama sahip olan bir kelimeyi sahip olması gereken guruptan söküp çıkartmak sureti ile hatalı bir okuma yapılmış olacağı açıktır.
Kur'an okumalarında dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan bir tanesi , ön yargılardan arınmış bir zihne sahip olunmasıdır. Biz bu çalışmayı yapmaya çalışırken , el kesme cezası konusunda bu ceza mutlaka hakiki anlamda bir ceza olmalıdır şeklinde bir ön yargıya sahip olmadığımızı hatırlatmak isteriz. Ancak bu cezanın mecaz anlamda olduğunu düşünenlerde aynı tarafsız bakışı gördüğümüzü söylemek güçtür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Türkiye genelinde Kur'an'ın daha fazla gündeme gelmeye başlaması , bir takım anlama sorunlarını da beraberinde getirdiği konu ile alakalı olanların malumudur. Bu sorunlardan bir tanesi de kelimelere, bağlı bulunduğu cümle ve konu bütünlüğünden koparılarak anlam yüklenmeye çalışılmasıdır. Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de kelimeler Hakiki Anlam - Mecaz Anlam olarak ifade edilebilecek anlamlara sahiptirler.
Bir kelimenin cümle içinde hangi anlamda kullanıldığının tesbit edilmesi , o kelimenin bağlı bulunduğu cümle ile yakından alakalıdır. Şayet kelime bağlı bulunduğu cümleden çıkarılmak sureti ile tek başına ele alınarak hangi anlama sahip olduğu konusunda karar verilecek olursa , verilen bu kararın isabetli olma ihtimali yok denecek kadar azdır.
Söylemek istediklerimizin daha kolay ve net olarak anlaşılabilmesi için Kataa fiilinin Kur'an içinde geçtiği ayetleri okumaya çalışarak bu kelimenin, Kur'an içinde Hakiki veya Mecaz , hangi anlamda kullanılmış olduğunu görmeye çalışacağız. Ele almaya çalışacağımız kelime , Maide s. 38. ayetinde geçen hırsızlık cezası ile verilen hükümde de geçmekte , ve bu cezanın hakiki anlamda bir el kesmek değil , el kelimesinin güç anlamı da taşımasından yola çıkılarak, mecaz anlamda bir el yani güç kesme olduğu iddiaları gündeme getirilmektedir.
Bir kelime, geçtiği bütün ayetlerde tamamen hakiki anlamda , veya tamamen mecazi anlamda kullanılmaz. Kelimenin bağlı bulunduğu cümle içindeki kullanılışına göre hangi anlamda kullanıldığı tespit edilebilir.
Hakiki anlam ; Kelimelerin taşıdığı ilk ve , insanın kelimeyi duyduğu anda zihninde canlandırdığı anlama denir. Sözlük anlamı olarak bildiğimiz terim de bunu ifade etmektedir.
Mecaz anlam ; Kelimenin ilk ve insanın ilk duyduğu anda zihninde canlandırdığı anlamın dışında kazanmış olduğu anlama denir. Bir kelimenin mecaz anlam taşıyıp taşımadığı , o kelimenin sözlük anlamını taşıdığı düşünüldüğünde, ortaya yanlış anlaşılmaların çıktığında anlaşılabilir.
Elkat'u ; İster cisimler gibi gözle idrak edilen şey olsun , ister aklın alanına giren şeyler gibi basiretle idrak edilen şeyler olsun , birbiri ile bitişik olan bir şeyi aralarında bir aralık veya yarık oluşacak şekilde ayırmak. Bu ayırma, kesici bir alet ile yapıldığı zaman bu kelime kesmek anlamına gelir.
Bu kelimenin Kur'an içinde geçişleri aşağıda ayet meallerindedir ;
[059.005] Hurma ağaçlarından her hangi bir şey kesmeniz (katta'tüm) veya kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve O'nun, yoldan çıkanları cezalandırması içindir.
Haşr s. 5. ayeti kitap ehli ile olan bir savaşın anlatıldığı ayetlerin bağlamına dahil olup , savaşta strateji gereği hurma ağaçlarının kesilmesine itiraz edenlerin bu itirazları ret edilmekte , bu ağaçların kesilmesinde herhangi bir sakınca olmadığı beyan edilmektedir. Konumuz olan kelimenin bu ayet içinde hakiki anlamında kullanıldığı görülmektedir.
[012.031] Kadınların kendisini yermesini işitince onları davet etti; koltuklar hazırladı; geldiklerinde her birine birer bıçak verdi. Yusuf'a: «Yanlarına çık» dedi. Kadınlar Yusuf'u görünce şaşıp ellerini kestiler (ve katta'ne) ve «Allah'ı tenzih ederiz ama, bu insan değil ancak çok güzel bir melektir» dediler.
[012.050] Hükümdar: «Onu bana getirin» dedi. Yusuf'a elçi gelince, «Efendine dön, kadınlar niçin ellerini kesmişlerdi (katta'ne) bir sor; doğrusu Rabbim onların hilesini bilir» dedi.
Yusuf kıssasının içinde geçen bu ayetlerde ise , Yusuf'u gören kadınların onun güzelliği karşısında şaşkınlıktan ellerini kesmiş olmalarından bahsedilmektedir. Yine burada konumuz ile ilgili olan kelimenin , hakiki anlamında kullanılmış olduğu görülmektedir.
[005.033] Allah ve Rasulü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanların cezası; ancak öldürülmek, asılmak, çaprazvari el ve ayakları kesilmek (tukattaa) veya yerlerinden sürülmektir. Bu, onlara dünyada rüsvaylıktır. Onlara ahirette de büyük bir azab vardır.
Maide s. 33. ayetinde "Allah ve Rasulü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanlar" olarak belirlenen suça, verilmesi emredilen cezalardan bir tanesi el ve ayakların çaprazlama kesilmesidir. Bu cezanın da hakiki anlamda bir ceza olduğu konusunda herhangi bir itiraza mahal bırakacak durum söz konusu değildir.
[007.124] Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim (leukattianne), sonra da hepinizi asacağım!»
[020.071] (Firavun) Dedi ki: «Ben size izin vermeden önce O'na inandınız, öyle mi? Kuşkusuz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim (leukattianne) ve sizi hurma dallarında sallandırıcağım. Siz de elbette, hangimizin azabı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız.»
[026.049] Firavun: «Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Muhakkak ki o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi bileceksiniz; ellerinizi ayaklarınızı, and olsun, çaprazlama kestireceğim (leukattianne), hepinizi astıracağım» dedi.
Musa (a.s) kıssasında iman eden sihirbazlara uygulayacağı ceza olarak karşımıza çıkan ve Maide s. 33. ayeti ile aynı olan, ayetlerdeki ceza yine hakiki anlamda el kesmeden bahsetmektedir.
[005.038] Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin (faktau). Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.
Maide s. 38. ayetinde "Erkek hırsız ve kadın hırsızın" buyurulmuş olması , suçun sabit olmasının ve fiiliyata dökülerek işlendiğini göstermektedir. Bu suça verilecek olan cezayı, elin kesilmesi olarak beyan eden ayetin hakiki anlamda bir el kesmekten bahsetmiş olduğunu görmekteyiz.
Fakat son yıllarda ortaya çıkan bazı farklı algılar , bu cezanın hakiki anlamda el kesmekten değil , mecaz anlamda bir el kesmekten, yani güç kesmekten bahsettiği yönündeki iddiaların dile getirilmesine sebep olmaktadır. Bu cezanın mecaz anlamda olarak anlaşılması, ancak bu cezanın mutlaka mecazi olması gerektiği yönünde bir ön yargının olması , bu ceza konusunda bazı kaygıların bulunması ile mümkün olabilir.
Ayetin iddia edildiği gibi mecaz anlamda bir güç kesmekten, yani hırsızlığı önlemekten bahsetmesi için, fiilin vuku bulmaması gerekmektedir. Halbuki ayet, işlenmiş olan bir cürümden, ve bu cürümü işleyenlere verilmesi gereken bir cezadan bahsetmektedir. Hırsızlığa gidecek yolların önlenmesi için adımlar atmak, her devletin asli vazifesidir. Fertlerini hırsızlık yapmaya mecbur eden bir devletin bu cezayı uygulaması zaten zulüm olacaktır.
Ayet içinde geçen Yed (el) kelimesinin bazı ayetlerde mecazi anlamda kullanılarak güç anlamına gelmiş olması , bu cezanın mecazi olduğunu iddia edenler tarafından delil olarak sunulmaktadır. Ancak yukarıda söylediğimiz gibi her kelime bütün ayetlerde sadece hakiki , ne de sadece mecaz anlamda kullanılmaz. Kelimenin mecaz veya hakiki anlamdan hangisine sahip olduğu , o kelimenin ayet içinde sahip olduğu bağlamdan anlaşılabilir.
Yusuf suresindeki kadınları ellerini kesmiş olmaları , nasıl onların mecaz olarak güçlerini kesmiş oldukları anlamında düşünülmüyor ise , bu ayetin de mecaza işaret ettiğinin düşünmek hatalı bir okuma biçimidir Bu ayetin hakiki anlamda bir el kesmekten bahsettiği konusunda şüphe yoktur. Böyle bir şüphe içinde bulunmak , ancak önce bu konuda bir takım ön yargılar oluşturmak , sonra da bu ön yargıları Kur'an'a kabul ettirmeye çalışmak ile mümkün olur.
[007.072] Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik (katta'na).
[008.007] Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve (Kureyş ordusunu yok ederek) kâfirlerin ardını kesmek (ve yektaa) istiyordu.
[006.045] Böylece zulmeden toplumun kökü kesildi (kutia). Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
[015.066] Ona şu kesin emri vahyettik: «Sabaha çıkarlarken onların kökü kesilmiş (maktuun) olacaktır!».
Yukarıdaki ayetler hakiki anlamda değil , mecaz anlamda bir kesimden , yani iman etmeyenlerin helak edilmiş olmasını , kökünü kesmek olarak bildiğimiz bir deyim ile ifade etmektedir.
[069.046] Sonra onun can damarını elbette keserdik (katta'na).
Hakka suresindeki bu ayet , elçinin kendisine vahyedilene herhangi bir ilavede bulunduğunda başına gelecek olanı anlatmaktadır. Onun hayat ile bağının koparılması yani canının alınması, can damarının kesilmesi şeklinde, mecazi bir anlamda kullanılmıştır.
[029.029] «Siz hâlâ erkeklere gidecek ve yolu kesecek (taktaune) ve toplantılarınızda çirkin şeyleri yapacakmısınız?» Artık (O'nun) kavminin cevabı, «Eğer sen sâdıklardan isen bize Allah'ın gazabını getir» demekten başka olmadı.
Lut kıssası ile ilgili olan bu ayette , Lut (a.s) kavmine hitaben onların yaptıkları yanlışları söylerken kullandığı yok kesmek deyimi , yine kataa kelimesinin mecaz anlamda bir kullanımıdır.
[003.127] ta ki o küfredenlerden bir kolu kessin (liyektaa) veya perişan etsin de umutsuz olarak dönüp gitsinler.
Uhud savaşı ile ilgili bir bağlama sahip olan yukarıdaki ayette yine müşriklerin bir kısmının imha edilmesi ile ilgili olarak, tarfen kelimesi ile birlikte mecazi anlamda bir kullanımı görmekteyiz.
[022.015] Kim Allah'ın dünyada ve âhirette kendisine yardım etmeyeceğini sanıyorsa; semaya bir sebeb uzatsın, sonra (öteki sebebleri) kessin de (litekta) bakıversin: Oyunu, öfkelendiği şeyleri gerçekten giderecek mi?.
Hac s. 15. ayetinde geçen bu kelime , bir çok mealde hakiki anlamda bir ip kesmekten bahsetmiş olmasına karşın , ayetin siyak sibak dahilinde okunduğu takdirde , mecaz anlamda bir bağ kesmekten bahsettiği anlaşılmaktadır.
[002.027] Ki (bunlar) Allah'ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar, Allah'ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler (yaktaune) ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarırlar. Kayba uğrayanlar, işte bunlardır.
[013.025] Ve o kimseler ki, Allah'ın ahdini takviye ettikten sonra bozarlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler (ve yaktaune) ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İşte lânet onlaradır. Yurdun kötüsü de onlaradır.
[047.022] Geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye (ve tukatteu) dönmüş olmaz mısınız?.
Yukarıdaki ayetler , Allah (c.c) tarafından bildirilen emirlere aykırı davranışlar sergileyenlerden bahsetmektedir. Bu ayetlerde bahsedilen kesmek fiili , mecaz anlamda bir kesmeyi ifade etmektedir.
[009.121] Ve küçük, büyük bir masraf yapmazlar ve bir vadî kat'etmezler ki (ve la yaktaune) amellerinin daha güzeliyle Allah kendilerine mükâfat etmek için hisablarına yazılmış olmasın.
Tevbe s. 121. ayetinde , iman edenlerin Allah yolunda çıktıkları yolda çektikleri meşakkatin karşılıksız kalmayacağı haber verilmekte olup , bu haber vadi kat etmek şeklinde bir deyim ile ifade edilmekte, ve kataa kelimesi yine burada mecaz anlamda kullanılmaktadır.
[047.015] Allah’a karşı gelmekten sakınanlara vâd edilen cennetin durumu ise şudur: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içerken lezzet veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Onlara orada her türlü meyve ile bir de Rab’leri tarafından bir mağfiret vardır. Bu nimetlere erişenler hiç, ateşte devamlı kalıp, kaynar sulardan içirilip bununla bağırsakları lime lime olan (fekattaa) kimseler gibi olur mu?
Cennet nimetleri ile ilgili olan Muhammed s. 15. ayetinde , cennet ehli ile cehennem ehli arasında yapılan kıyaslamada cehennem ehline sunulan içeceğin , ne kadar acı ve elem verici olduğu, içtiğinde bu kimseleri ne hale getirdiği, kataa kelimesi ile ifade edilirken, bu kelimenin yine mecaz anlamda kullanıldığını görmekteyiz.
[007.160] Biz İsrailoğullarını oymaklar halinde on iki topluluğa ayırdık katta'nahum). Milleti Musa'dan su isteyince ona: «Asanla taşa vur» diye bildirdik; ondan on iki pınar fışkırdı. Herkes içeceği yeri öğrendi. Bulutla üzerlerine gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın indirdik, «Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin» dedik. Onlar, karşı gelmekle, Bize değil kendilerine zulmediyorlardı.
[007.168] Ve onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık (katta'nahum). İçlerinde iyi olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.
Araf suresindeki bu ayetlerde , İsrailoğullarının ayrılması kataa fiili ile anlatılmakta ve yine bu fiil mecaz anlamda kullanılmaktadır.
[013.031] Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı (kuttiat), yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o Kitap yine bu Kur'an olacaktı). Fakat bütün işler Allah'a aittir. İman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi? Allah'ın vâdi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansızın büyük bir belâ gelmeye devam edecek veya o belâ evlerinin yakınına inecek. Allah, vâdinden asla dönmez.
Rad s. 31. ayetinde , Kur'an hakkında şüpheleri olan kimselerin inatçılıkları ifade edilmekte olup , yine kataa kelimesi yerin birbirinden ayrılması anlamında mecaz anlamda kullanılmıştır.
[022.019] Şu iki gurup, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır: İmdi, inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir (kuttiat). Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir!.
Hac s. 19. ayetinde , kafirler için cehennemde karşılaşacakları azap elbise tasviri ile belirtilmekte, onların her tarafını kaplayacak olan ateşin , elbise olarak giydirileceğinin beyan edilmesi, yine kataa filinin mecaz anlamda kullanılması ile ifade edilmektedir.
[006.094] Bugün, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız huzurumuza geldiniz, size verdiğimiz herşeyi arkanızda bıraktınız. Allah'ın size göre ortağı olduklarını iddia ederek yardımlarına, şefaatlarına güvendiğiniz ortakları yanınızda görmüyoruz. Aranızdaki bütün bağlar artık kesilmiş (tekattaa) , güvendiklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir.
[002.166] İşte önderler kendilerini izleyenlerden uzak durdular, Azabı gördüler ve aralarındaki her türlü bağ kesildi (tekattaat).
Enam ve Bakara surelerindeki bu ayetlerde , yaşamlarını kafir olarak bitirmiş olanların hesap gününde karşılaşacakları durum anlatılmakta , dünyada iken dost edindiklerinin ahirette onlara hiç bir faydasının olmadığı , kataa kelimesinin mecaz anlamda kullanılması ile ifade edilmektedir.
[021.093] Onlar, işlerini kendi aralarında parça parça dağıttılar (tekattau) (dinlerinde bölünmeler yaptılar) ; hepsi bize döneceklerdir.
[023.053] Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçaladılar (tekattau); her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.
Yukarıdaki ayetler , fırkalaşmayı ve bölünmeyi konu ederek , bir bütünden ayrılmış olmak yine kataa fiili ile ifade edilmektedir.
[009.110] Yaptıkları bina, (ölüp de) kalpleri parçalanıncaya (tekattaa) kadar yüreklerine devamlı olarak bir kuşku (sebebi) olacaktır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.
Tevbe s. 110. ayeti , Dırar Mescidi olarak bildiğimiz münafıkla tarafından yapılan mescid ile alakalı bir bağlama dahildir. Yaptıkları mescidin kalplerindeki nifağın bir eseri olduğu , ve onların kalplerindeki bu nifağın onlar ölene kadar süreceği beyan edilmektedir.
[011.081] Dediler ki: «Ey Lût! Şüphe yok ki biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana elbette kavuşamayacaklardır. Artık sen âilen ile gecenin bir kısmında (bi kıt'in) yürü ve sizden hiçbir kimse geri kalmasın, zevcen ise müstesna. Şüphesiz ki onlara isabet edecek şey, ona da isabet edicidir. Muhakkak ki onların vaad edilen zamanları, sabah vaktidir, sabah vakti ise yakın değil midir?»
[015.065] «Gecenin bir kısmında (bi kıt'in) aileni yola çıkar, sen de arkalarından yürü ve sizden kimse ardına bakmasın; istenen yere gidin.».
Lut (a.s) kıssası içindeki bu ayetler , Lut ve ehline kavmi terk etmelerini emrini verirken , ne zaman yola çıkacakları ile bilgiyi gecenin bir kısmında şeklinde beyan ederek , kataa kelimesini kullanmaktadırlar.
[013.004] Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar (kıtaun) üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır.
[010.027] Ve o kimseler ki, kötülükleri kazandılar. Kötülüğün cezası da kendi misli iledir. Ve onları bir alçaklık kaplar. Onlar için Allah'tan koruyacak bir şey yoktur. Onların yüzleri sanki geceden karanlık bir parçaya (kıtaan) bürünmüştür. İşte onlar ateşin yârânıdır. Onlar onun içinde ebedî sûrette kalacak kimselerdir.
Yukarıdaki ayetlerde geçen Kıt'a kelimesi hepimizin bildiği bir kelime olup bir bütünden koparılmış kara parçası, ve yüzlerin karalığını tasvir eden geceden bir parça olarak , yine kataa kelimesi kullanılmaktadır.
[027.032] (Sonra Melike) dedi ki: «Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam (katiatün).»
Süleyman (a.s) kıssası ile ilgili bu ayet ise , Sebe hükümdarı olan kadının , herhangi bir iş için danışmanlarının yardımı olmadan karar vermeyeceğini ifade ederken yine kataa kelimesi kullanılmaktadır.
[056.033] Kesilip-eksilmeyen (la maktuatun) ve yasaklanmayan (meyveler) .
Vakıa suresindeki bu ayet ise , cennet nimetlerinin sonsuzluğunu beyan etmekte kullanılan kelime kataa kelimesidir.
Sonuç olarak Kataa fiilinin geçtiği ayetlerin tamamını alt alta koyup okuduğumuzda şunları söyleyebiliriz; Bu fiilin Haşr , Maide , Yusuf ve Firavunun iman eden sihirbazlara karşı uygulayacağını vaat ettiği surelerdeki geçişleri, kesici bir alet ile yapılan fiile işaret etmektedir. Bu sureler içindeki ayetlerdeki fiilin kesici bir ayet ile birbirinden ayırmak olduğunu görmekteyiz. Dolayısı ile bu fiilin bu ayetlerde kullanılışının Hakiki Anlamda bir kullanılış olduğunu söyleyebiliriz. Diğer surelerde geçişleri ise, kesici bir alet ile yapılmayan kesimlere işaret etmekte ve kullanımların Mecazi anlamda olduğunu söyleyebiliriz.
Bu çalışmayı yapmaktaki amacımız , kelimelerin cümle içindeki geçişlerine göre anlam kazandığını görmeye çalışmaktır. Kataa fiilinin geçtiği ayetleri 2 ana gurupta topladığımız zaman , kesici bir alet ile yapılan kesim işinin geçtiği ayetlerin tamamının hakiki anlamda bir kullanım olduğunu görmekteyiz. Maide s. 38. ayetini bu guruptan çıkararak , kelimenin mecaz geçişlerinin gurubuna dahil ettiğimiz zaman , aynı anlama sahip olan bir kelimeyi sahip olması gereken guruptan söküp çıkartmak sureti ile hatalı bir okuma yapılmış olacağı açıktır.
Kur'an okumalarında dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan bir tanesi , ön yargılardan arınmış bir zihne sahip olunmasıdır. Biz bu çalışmayı yapmaya çalışırken , el kesme cezası konusunda bu ceza mutlaka hakiki anlamda bir ceza olmalıdır şeklinde bir ön yargıya sahip olmadığımızı hatırlatmak isteriz. Ancak bu cezanın mecaz anlamda olduğunu düşünenlerde aynı tarafsız bakışı gördüğümüzü söylemek güçtür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
22 Şubat 2017 Çarşamba
Elmalılı Mealinin Sadeleştirilmişinde Yapılan Bir Tahrif ve İlmi Ahlaksızlık Örneği
Kur'an'ın Arap dilinde nazil olması , bu dili konuşmayan ve bilmeyenler tarafından anlaşılma sorununu ortaya çıkarmış, bu sorun Kur'an'ın diğer dillere çevirilerinin yapılması ile aşılmaya çalışılmıştır. Konuya Türkiye boyutundan baktığımız zaman , bu kitabı okumak ve anlamak isteyen, fakat Arap dilini bilmeyen insanlar, bu kitabın Türkçeye çevrilmiş meallerine başvurmak zorundadırlar.
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır tarafından yapılmış olan Hak dini Kur'an dili adlı tefsir, yıllardır Kur'an'ı anlamak isteyen bir çok kimsenin başvuru kaynağı olmuş , halen de olmaktadır. Ancak bu tefsirin günümüz insanı için dilinin ağır ve anlaşılır olmaktan uzak olması , bir çok insanın bu tefsiri anlamakta sıkıntı çekmesine sebep olmaktadır. Bu tefsirin dilinin ağır olmasından doğan sıkıntının aşılması için, onun günlük konuşulan Türkçeye çevrilmesi yani sadeleştirilmesi yolu ile daha çok kimsenin okumasını sağlamak fikrini doğurmuş, ve bu tefsirin dili sadeleştirilerek konuştuğumuz dile çevrilmek sureti ile farklı yayın evleri tarafından piyasaya sürülmüştür.
Ancak Elmalılı tefsirini sadeleştirmek adına yola çıkanlar, bu konuda 2 defa sorumlu oldukları yani hem çevirdikleri tefsirin aslına ve ilmi ahlaka sadık kalmak sureti ile bir çeviri yapmak, hem de orjinal mealdeki ayet çevirileri üzerinde herhangi bir tahrifatta bulunmamak bilinci içinde olmaları gerekiğini öncelikli olarak bilmeleri gerekirken, bu tefsirin sadeleştirilmiş meali üzerinde bazı hatalar ve tahrifler bulunduğu gözden kaçmamaktadır.
Bu tefsirin sadeleştirmesini yapan kimselerin mutlaka akademik kariyer sahibi insanlar olduğunu düşünmekteyiz. Bu yazıyı yazarken, bu tefsiri sadeleştirenlerin hiç birini tanımadığımızı, ismini dahi bilmediğimizi , yapacağımız eleştirideki hatayı yapan sadeleştiriciyi tanımadığımızı, ve amacımızın herhangi bir kimseyi karalamak olmadığını öncelikle hatırlatmak isteriz.
Bundan önceki yazılarımızda adı geçen tefsirdeki Enbiya s. 95. ve Mümtehine s. 13. ayetlerinin Elmalılı tarafından yapılmış olan orjinal meale sadık kalınmayarak, farklı biçimde çevrilmiş olduklarını ele almaya çalışmıştık. Bu yazımızda Zuhruf. 61. ve 63. ayetlerinin Elmalılı tarafından yapılmış olan orjinal çevirisi ile , sadeleştiriciler tarafından yapılmış olan çevirisini ele alarak bu konuda yapılan hatayı ve büyük bir tahrifi gözler önüne sermeye çalışacağız.
Herkesin malumu olduğu üzere İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir süre dünyaya geri döneceği inancı , Hristiyan inancından İslam inancına ithal edilmiştir. Kur'an bu konuda herhangi bir bilgi vermez iken , Hristiyanlardan ithal edilen bu bilgiler, rivayetler yolu ile inanç konusu haline getirilmiş ve İsa (a.s) ile ilgili bazı ayetler , bu rivayetler merkeze alınarak rivayetleri tasdik etmeye yönelik biçimde tahrifata uğratılmaya çalışılmıştır.
Zuhruf s. 61. ayeti bu konuda başı çeken bir ayet olup , ayet meallerine parantez açmak veya hiç açmadan , onun tekrar dünyaya gelecek olduğu inancı sanki Kur'an tarafından bildiriliyormuş gibi bir hava oluşturulmaya çalışılmakta ve Kur'an tahrif edilmektedir.
Zuhruf s. 61. ve 63. ayetlerinin Arapça metnini , bu ayetlerin Elmalılı tarafından yapılmış orjinal meallerini ve internet ortamında bulunan "Elmalılı sadeleştirmiş 2" olarak yapılmış sadeleştirilmiş halini vererek durumu görmeye çalışalım ;
Zuhruf s. 61 . ayeti ;
وَإِنَّهُ لَعِلْمٌ لِّلسَّاعَةِ فَلَا تَمْتَرُنَّ بِهَا وَاتَّبِعُونِ هَذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ
Elmalılı Hamdi Yazır (orjinal meal):
Ve hakkıkat o, saat için bir ılimdir, onun için sakın o saatin geleceğinde şekk etmeyin de bana tabi' olun, işte bu yegâne doğru yoldur
Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
Gerçekten o, (İsâ'nın yere inişi) kıyâmetin yaklaştığını gösteren bir bilgidir. Sakın kıyâmet hakkında şüpheye düşmeyip, bana uyun, bu doğru yoldur.
2 meali karşılaştıracak olursak , Elmalılı orjinal mealinde bulunmayan İsa'nın yere inişi kısmı parantez içinde sadeleştirici tarafından ilave edilmiştir. Sadeleştirme adına yapılan bu ilave önce ilmi bir ahlaksızlık örneği olup , sonra da asıl metinde olmayan bir ilavenin sadeleştiriciler tarafından meale sokulmak sureti ile yapılan bir tahrif örneğidir.
Ayetin Arapça metninde İsa'nın yere inişi ile ilgili olarak en küçük bir bilgi kırıntısı dahi olmamasına rağmen , sadeleştirme adına meale yapılan bu ilave ile İsa'nın yere inişi ayetin tahrif edilmesi yolu ile Allah'a söyletilmek istenilmektedir. İsa'nın tekrar dünyaya geri gelebileceğine inanmak ayrıdır , onun tekrar dünyaya geleceğini Kur'an'a söyletmeye çalışmak ayrıdır. Kur'an içinde olmayan bir şeyi parantez yolu ile olsa dahi Kur'andanmış gibi göstermek ne ilim adamı ne de Müslüman sıfatına sahip olan kimselere asla yakışmamaktadır.
Zuhruf s. 63. ayetinde yapılan hata ise tam bir cinayet örneğidir.
وَلَمَّا جَاء عِيسَى بِالْبَيِّنَاتِ قَالَ قَدْ جِئْتُكُم بِالْحِكْمَةِ وَلِأُبَيِّنَ لَكُم بَعْضَ الَّذِي تَخْتَلِفُونَ فِيهِ فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ
Elmalılı Hamdi Yazır (orjial meal) :
Isâ da o beyyinelerle geldiği vakıt şöyle dedi: ben size hikmet ile ve ihtilâf edip durduğunuz şeylerin ba'zısını size beyan edeyim diye geldim, onun için Allahdan korkun ve bana ıtaat edin,
Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
İsâ mucizelerle İNDİĞİ zaman dedi ki: «Ben size hikmeti getirdim ve hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklamak için geldim. O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin.
Zuhruf s. 63. ayetinin Arapça metni içindeki CAE (geldi) fiili , Elmalılı tarafından doğru çevrilerek aslına sadık biçimde anlam verilmiş olmasına karşın , sadeleştirici tarafından tahrif edilerek, İNDİĞİ şeklinde çevrilmiştir. Bu eseri sadeleştiren kimse büyük ihtimal ilahiyat eğitimi görmüş, ve Arapçayı bilen bir kimsedir.
Bu kimsenin Cae fiilinin hangi anlama geldiğini bilmemesine imkan ve ihtimal yoktur. İndiği olarak sadeleştirdiği kelimenin Arapça aslının hangi kelime olması gerektiğini çok iyi bilmesi gereken bu kimse , sırf İsa'nın yere inişi olarak parantez içine aldığı 61. ayetin devamı olan 63. ayetin, rivayetler ile gelen bir bilgi olan , sanki İsa (a.s) kıyamete yakın bir sürede yere indikten sonra bu sözleri söyleyecekmiş gibi bir anlam oluşturmaya çalışması ,yenilir yutulur bir hata değil , açık ve net bir tahrif örneğidir.
Bu şahsın yapmış olduğu sadeleştirilmiş Elmalılı mealinden Kur'an'ı okuyan bir kimse, bu ayeti okuyunca , İsa (a.s) ın yeniden dünyaya geleceğinin Kur'an tarafından beyan edilmiş olduğunu zannederek , 63. ayetteki İsa (a.s) tarafından söylenen sözlerin , onun yere indikten sonra söyleyeceği sözler olduğuna inanarak , yanlış bir düşünceye sahip olacaktır. Halbuki ilgili ayetler , İsa (a.s) ın yaşadığı zaman içindeki kavmi ile olan mücadelesinden kesitler sunmakta olup , yeniden dünyaya indikten sonra söyleyeceği sözler değildir , çünkü böyle bir yeniden iniş Kur'an tarafından beyan edilmemiştir.
Zuhruf s. 63. ayetinde yapılan bu kelime tahrifi hem sadeleştirildiği iddia edilen bir kitaba karşı İLMİ BİR AHLAKSIZLIK örneği , hem de Allah (c.c) nin ayetleri üzerinde yapılan TAHRİFAT örneğidir.
Adı her neyse veya kimse Elmalılıyı sadeleştirdiğini iddia eden bu şahsiyetin kafasında İsa'nın kıyamete yakın dünyaya geri döneceği fikri hakim olup , bu düşüncesini ayete söyletmek istemektedir. Bu kişi ilmi ahlaktan öyle yoksun bir kimsedir ki , bu düşüncesini Elmalılı meali üzerinden yapmakla önce Elmalılı'ya iftira atmakta , sonra da Allah (c.c) nin kelimesini tahrif ederek tam bir Yahudilik örneği sergilemektedir.
Elmalılı veya onun mealini sadeleştiren kişi, İsa'nın kıyamete yakın bir zamanda dünyaya geri döneceğine dair bir inanç içinde bulunabilir, bu onların bileceği iştir. Ancak Elmalılı nasıl Allah'ın ayetleri üzerinde tahrifat yapmak sureti ile bu düşüncesini Kur'an'a onaylatmak yoluna gitmekten imtina etti ise , onun mealini sadeleştirmek adına eline kimsenin de, önce Elmalılının eserine karşı yerine getirmesi gereken ilmi ahlaka sahip olarak onun demediğini ona dedirtmeye çalışmaya , sonra da Allah'ın demediğini Allah'a dedirtmeye asla hakkı yoktur.
İlmi ahlak , herhangi bir kimsenin eseri üzerinde çalışma yapan kimsenin , o eser üzerinde herhangi bir şahsi tasarruf yapması imkanı tanımaz. İlmi ahlaka sahip bir kimse , üzerinde çalıştığı esere sadık kalmak zorundadır. Hele bu eser Allah (c.c) kitabı ise bu kimsenin 2 defa dikkatli olmasını gerektirmektedir. Eser sahibinin demediği ve yazmadığı bir şeyi onun eserine ilave etmeye , Allah (c.c) nin demediği bir şeyi ona dedirtmeye kimsenin hakkı yoktur , böyle bir ameliye içine giren kimse asla güvenilir olamaz.
Bu yanlışı yapan kimseye tavsiyemiz şu olacaktır ; Önce eserini çevirdiğiniz kişinin eserine karşı yaptığınız gayri ahlaki davranıştan vazgeçerek ilgili ayetleri onun orjinal mealine sadık kalarak yeniden düzenlemeniz , sonra da Allah (c.c) nin kelimesine karşı yapmış olduğunuz tahrifattan dolayı ondan bağışlanma istemenizdir. Bunu yapmadığınız takdirde, bir kimsenin eserine karşı yapmış olduğunuz hata ile, ilmi kariyerinizin nasıl bir çukurda olduğunu gözler önüne sermiş olacak, Allah (c.c) nin ayetlerine karşı tahrifkar bir tutum takınmanız sebebi ile de sizden önceki tahrifçilerin akıbetine uğramaktan kendinizi kurtaramayacaksınız.
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır tarafından yapılmış olan Hak dini Kur'an dili adlı tefsir, yıllardır Kur'an'ı anlamak isteyen bir çok kimsenin başvuru kaynağı olmuş , halen de olmaktadır. Ancak bu tefsirin günümüz insanı için dilinin ağır ve anlaşılır olmaktan uzak olması , bir çok insanın bu tefsiri anlamakta sıkıntı çekmesine sebep olmaktadır. Bu tefsirin dilinin ağır olmasından doğan sıkıntının aşılması için, onun günlük konuşulan Türkçeye çevrilmesi yani sadeleştirilmesi yolu ile daha çok kimsenin okumasını sağlamak fikrini doğurmuş, ve bu tefsirin dili sadeleştirilerek konuştuğumuz dile çevrilmek sureti ile farklı yayın evleri tarafından piyasaya sürülmüştür.
Ancak Elmalılı tefsirini sadeleştirmek adına yola çıkanlar, bu konuda 2 defa sorumlu oldukları yani hem çevirdikleri tefsirin aslına ve ilmi ahlaka sadık kalmak sureti ile bir çeviri yapmak, hem de orjinal mealdeki ayet çevirileri üzerinde herhangi bir tahrifatta bulunmamak bilinci içinde olmaları gerekiğini öncelikli olarak bilmeleri gerekirken, bu tefsirin sadeleştirilmiş meali üzerinde bazı hatalar ve tahrifler bulunduğu gözden kaçmamaktadır.
Bu tefsirin sadeleştirmesini yapan kimselerin mutlaka akademik kariyer sahibi insanlar olduğunu düşünmekteyiz. Bu yazıyı yazarken, bu tefsiri sadeleştirenlerin hiç birini tanımadığımızı, ismini dahi bilmediğimizi , yapacağımız eleştirideki hatayı yapan sadeleştiriciyi tanımadığımızı, ve amacımızın herhangi bir kimseyi karalamak olmadığını öncelikle hatırlatmak isteriz.
Bundan önceki yazılarımızda adı geçen tefsirdeki Enbiya s. 95. ve Mümtehine s. 13. ayetlerinin Elmalılı tarafından yapılmış olan orjinal meale sadık kalınmayarak, farklı biçimde çevrilmiş olduklarını ele almaya çalışmıştık. Bu yazımızda Zuhruf. 61. ve 63. ayetlerinin Elmalılı tarafından yapılmış olan orjinal çevirisi ile , sadeleştiriciler tarafından yapılmış olan çevirisini ele alarak bu konuda yapılan hatayı ve büyük bir tahrifi gözler önüne sermeye çalışacağız.
Herkesin malumu olduğu üzere İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir süre dünyaya geri döneceği inancı , Hristiyan inancından İslam inancına ithal edilmiştir. Kur'an bu konuda herhangi bir bilgi vermez iken , Hristiyanlardan ithal edilen bu bilgiler, rivayetler yolu ile inanç konusu haline getirilmiş ve İsa (a.s) ile ilgili bazı ayetler , bu rivayetler merkeze alınarak rivayetleri tasdik etmeye yönelik biçimde tahrifata uğratılmaya çalışılmıştır.
Zuhruf s. 61. ayeti bu konuda başı çeken bir ayet olup , ayet meallerine parantez açmak veya hiç açmadan , onun tekrar dünyaya gelecek olduğu inancı sanki Kur'an tarafından bildiriliyormuş gibi bir hava oluşturulmaya çalışılmakta ve Kur'an tahrif edilmektedir.
Zuhruf s. 61. ve 63. ayetlerinin Arapça metnini , bu ayetlerin Elmalılı tarafından yapılmış orjinal meallerini ve internet ortamında bulunan "Elmalılı sadeleştirmiş 2" olarak yapılmış sadeleştirilmiş halini vererek durumu görmeye çalışalım ;
Zuhruf s. 61 . ayeti ;
وَإِنَّهُ لَعِلْمٌ لِّلسَّاعَةِ فَلَا تَمْتَرُنَّ بِهَا وَاتَّبِعُونِ هَذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ
Elmalılı Hamdi Yazır (orjinal meal):
Ve hakkıkat o, saat için bir ılimdir, onun için sakın o saatin geleceğinde şekk etmeyin de bana tabi' olun, işte bu yegâne doğru yoldur
Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
Gerçekten o, (İsâ'nın yere inişi) kıyâmetin yaklaştığını gösteren bir bilgidir. Sakın kıyâmet hakkında şüpheye düşmeyip, bana uyun, bu doğru yoldur.
2 meali karşılaştıracak olursak , Elmalılı orjinal mealinde bulunmayan İsa'nın yere inişi kısmı parantez içinde sadeleştirici tarafından ilave edilmiştir. Sadeleştirme adına yapılan bu ilave önce ilmi bir ahlaksızlık örneği olup , sonra da asıl metinde olmayan bir ilavenin sadeleştiriciler tarafından meale sokulmak sureti ile yapılan bir tahrif örneğidir.
Ayetin Arapça metninde İsa'nın yere inişi ile ilgili olarak en küçük bir bilgi kırıntısı dahi olmamasına rağmen , sadeleştirme adına meale yapılan bu ilave ile İsa'nın yere inişi ayetin tahrif edilmesi yolu ile Allah'a söyletilmek istenilmektedir. İsa'nın tekrar dünyaya geri gelebileceğine inanmak ayrıdır , onun tekrar dünyaya geleceğini Kur'an'a söyletmeye çalışmak ayrıdır. Kur'an içinde olmayan bir şeyi parantez yolu ile olsa dahi Kur'andanmış gibi göstermek ne ilim adamı ne de Müslüman sıfatına sahip olan kimselere asla yakışmamaktadır.
Zuhruf s. 63. ayetinde yapılan hata ise tam bir cinayet örneğidir.
وَلَمَّا جَاء عِيسَى بِالْبَيِّنَاتِ قَالَ قَدْ جِئْتُكُم بِالْحِكْمَةِ وَلِأُبَيِّنَ لَكُم بَعْضَ الَّذِي تَخْتَلِفُونَ فِيهِ فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ
Elmalılı Hamdi Yazır (orjial meal) :
Isâ da o beyyinelerle geldiği vakıt şöyle dedi: ben size hikmet ile ve ihtilâf edip durduğunuz şeylerin ba'zısını size beyan edeyim diye geldim, onun için Allahdan korkun ve bana ıtaat edin,
Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
İsâ mucizelerle İNDİĞİ zaman dedi ki: «Ben size hikmeti getirdim ve hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklamak için geldim. O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin.
Zuhruf s. 63. ayetinin Arapça metni içindeki CAE (geldi) fiili , Elmalılı tarafından doğru çevrilerek aslına sadık biçimde anlam verilmiş olmasına karşın , sadeleştirici tarafından tahrif edilerek, İNDİĞİ şeklinde çevrilmiştir. Bu eseri sadeleştiren kimse büyük ihtimal ilahiyat eğitimi görmüş, ve Arapçayı bilen bir kimsedir.
Bu kimsenin Cae fiilinin hangi anlama geldiğini bilmemesine imkan ve ihtimal yoktur. İndiği olarak sadeleştirdiği kelimenin Arapça aslının hangi kelime olması gerektiğini çok iyi bilmesi gereken bu kimse , sırf İsa'nın yere inişi olarak parantez içine aldığı 61. ayetin devamı olan 63. ayetin, rivayetler ile gelen bir bilgi olan , sanki İsa (a.s) kıyamete yakın bir sürede yere indikten sonra bu sözleri söyleyecekmiş gibi bir anlam oluşturmaya çalışması ,yenilir yutulur bir hata değil , açık ve net bir tahrif örneğidir.
Bu şahsın yapmış olduğu sadeleştirilmiş Elmalılı mealinden Kur'an'ı okuyan bir kimse, bu ayeti okuyunca , İsa (a.s) ın yeniden dünyaya geleceğinin Kur'an tarafından beyan edilmiş olduğunu zannederek , 63. ayetteki İsa (a.s) tarafından söylenen sözlerin , onun yere indikten sonra söyleyeceği sözler olduğuna inanarak , yanlış bir düşünceye sahip olacaktır. Halbuki ilgili ayetler , İsa (a.s) ın yaşadığı zaman içindeki kavmi ile olan mücadelesinden kesitler sunmakta olup , yeniden dünyaya indikten sonra söyleyeceği sözler değildir , çünkü böyle bir yeniden iniş Kur'an tarafından beyan edilmemiştir.
Zuhruf s. 63. ayetinde yapılan bu kelime tahrifi hem sadeleştirildiği iddia edilen bir kitaba karşı İLMİ BİR AHLAKSIZLIK örneği , hem de Allah (c.c) nin ayetleri üzerinde yapılan TAHRİFAT örneğidir.
Adı her neyse veya kimse Elmalılıyı sadeleştirdiğini iddia eden bu şahsiyetin kafasında İsa'nın kıyamete yakın dünyaya geri döneceği fikri hakim olup , bu düşüncesini ayete söyletmek istemektedir. Bu kişi ilmi ahlaktan öyle yoksun bir kimsedir ki , bu düşüncesini Elmalılı meali üzerinden yapmakla önce Elmalılı'ya iftira atmakta , sonra da Allah (c.c) nin kelimesini tahrif ederek tam bir Yahudilik örneği sergilemektedir.
Elmalılı veya onun mealini sadeleştiren kişi, İsa'nın kıyamete yakın bir zamanda dünyaya geri döneceğine dair bir inanç içinde bulunabilir, bu onların bileceği iştir. Ancak Elmalılı nasıl Allah'ın ayetleri üzerinde tahrifat yapmak sureti ile bu düşüncesini Kur'an'a onaylatmak yoluna gitmekten imtina etti ise , onun mealini sadeleştirmek adına eline kimsenin de, önce Elmalılının eserine karşı yerine getirmesi gereken ilmi ahlaka sahip olarak onun demediğini ona dedirtmeye çalışmaya , sonra da Allah'ın demediğini Allah'a dedirtmeye asla hakkı yoktur.
İlmi ahlak , herhangi bir kimsenin eseri üzerinde çalışma yapan kimsenin , o eser üzerinde herhangi bir şahsi tasarruf yapması imkanı tanımaz. İlmi ahlaka sahip bir kimse , üzerinde çalıştığı esere sadık kalmak zorundadır. Hele bu eser Allah (c.c) kitabı ise bu kimsenin 2 defa dikkatli olmasını gerektirmektedir. Eser sahibinin demediği ve yazmadığı bir şeyi onun eserine ilave etmeye , Allah (c.c) nin demediği bir şeyi ona dedirtmeye kimsenin hakkı yoktur , böyle bir ameliye içine giren kimse asla güvenilir olamaz.
Bu yanlışı yapan kimseye tavsiyemiz şu olacaktır ; Önce eserini çevirdiğiniz kişinin eserine karşı yaptığınız gayri ahlaki davranıştan vazgeçerek ilgili ayetleri onun orjinal mealine sadık kalarak yeniden düzenlemeniz , sonra da Allah (c.c) nin kelimesine karşı yapmış olduğunuz tahrifattan dolayı ondan bağışlanma istemenizdir. Bunu yapmadığınız takdirde, bir kimsenin eserine karşı yapmış olduğunuz hata ile, ilmi kariyerinizin nasıl bir çukurda olduğunu gözler önüne sermiş olacak, Allah (c.c) nin ayetlerine karşı tahrifkar bir tutum takınmanız sebebi ile de sizden önceki tahrifçilerin akıbetine uğramaktan kendinizi kurtaramayacaksınız.
21 Şubat 2017 Salı
HUCURAT S. 13 : İnsana Üst Kimliğini Hatırlatan Bir Ayet
Dünyaya gelen her insan , bir anne babaya ,coğrafi bir bölgeye , ırka , kavme , dine mensup olarak doğar. Sayılan bu unsurlar, insan için kim olduğunu bilmesinde , kimliğini belirlemesinde önemli rol oynamaktadır. Ancak bu unsurlar, fesada meyilli olan insanlar tarafından istismar edilerek, diğer insanların kanını , canını , malını , ırzını ve namusunu çiğnemek için ortaya atılan bahanelere dayanak teşkil ederek , binlerce yıldır insan kanı dökülmektedir.
"Üst Kimlik - Alt Kimlik" tartışmalarının daha çok seslendirilmeye başlandığı son yıllarda , bu konuda alemlere rahmet ve hidayet olan Kur'an ne diyor diye baktığımız zaman, karşımıza Hucurat s. 13. ayeti çıkmaktadır. Bu ayet insana kimliğini hatırlatarak , diğer insanlara karşı olan bakış açısının kriterlerini belirlemesinde ona yol göstermektedir.
Üst kimlik ; Bir insanın diğer insanlara bakış açısını , onlar ile olan ilişkisini düzenleyen en geniş ortak paydasıdır.
[049.013] Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için siz halklar ve kabileler kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en kerim olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah, bilendir, haber alandır.
Hitabın Ey insanlar şeklinde başlaması dikkat çekicidir. Devam eden cümle, insanın diğer insanlarla olan ortak bağını hatırlatmaktadır. Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık cümlesi , insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde dikkate alınması gereken en geniş ortak paydayı beyan etmektedir.
Kur'an bilindiği üzere insanlığın üremesini bir erkek ve bir dişi üzerinden başlatmaktadır (Nisa s. 1). Kur'an'ın insanlığın başlangıcını bu noktadan başlatmış olması , bu başlangıçtan anlaşılması gereken mesaj yerine , insanlığın ensest ilişki ile çoğalıp çoğalmadığı konusundaki tartışmaların açılmasına sebep olmuş , bir kısım Müslüman ilahiyatçı ise , itirazlara sebep olan bu başlangıcın böyle olmadığı , daha farklı bir şekilde insanlığın çoğaldığını iddia ederek, ensest ilişki yolu ile çoğalma olmadığını ispat etmeye çalışmaktadır.
Kur'an elbette bir biyoloji kitabı değildir. Bu kitap içinde biyoloji bilimini ilgilendiren konular ile alakalı ayetler aramaya çalışmak, eziklik psikolojisinin bir ürünüdür. Kur'an insana Allah'a nasıl iyi kul olunacağını öğreten bir kitap olup , muhteviyatında olan ayetlerin, bu noktanın merkeze alınarak okunması, onun mesajının daha doğru ve kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.
Kur'an'ın insanlığın bir erkek ve bir dişiden çoğaldığını beyan eden ayetleri okurken aklımıza gelen nokta , ensest ilişki yolu ile çoğalıp çoğalmadığımız olduğunda, kısır döngüden çıkmak mümkün değildir. Kur'an'ın insanlığın başlangıcını bir erkek ve bir dişiden başladığını beyan eden ayetlerini mesaj içerikli okuduğumuzda ise şunları söylemek mümkündür ;
Bir erkek ve bir dişiden doğan insanların ortak paydası birbirleri ile kardeş olmalarıdır. Birbirleri ile kardeş olan insanlar ise aralarındaki yakınlığın en üst seviyesinde olup, ilişkilerinde bu noktayı dikkate alacaklardır. Hucurat s. 13. ayetinde bir erkek ve bir dişiden yaratıldığımızın beyan edilmiş olması , insanlar ile olan ilişkilerimizde dikkate almamız gereken en geniş ortak paydaya yani üst kimliğe işaret etmektedir.
Bütün insanlarla aramızdaki ortak paydanın aynı erkek ve kadından yaratılmış olduğunu bilmek , bütün insanlarla aramızdaki ilişkilerde temel alınması gereken en tepe noktadır. Karşımızdaki insana bakış açımız , ona olan hitabımız, onun önce bizim gibi bir insan olduğunu bilerek şekillendiği zaman , bize karşımızdaki insanın en az bizim kadar saygın olduğunu düşündürecek, ve ona yapacağımız muamelede bu bakış açısı kilit rol oynayacaktır.
İnsanlar arasındaki ilişkilerin temelinde, sahip olduğumuz üst kimlik olan, hepimizin bir erkek ve bir dişiden türeyen insanlar olduğumuz alındığında, insanların birbirlerine olan bakışları değişecek ve birbirimiz ile olan ortak bağımızın, ÖNCE İNSAN olduğumuz dikkate alındığında birbirimize karşı daha saygın davranmanın önü açılacaktır. Kendisine yapılmasını istemediği muameleyi başkasına yapmaktan kaçınan insanların hakim olduğu dünyanın nasıl bir şekil alacağı herkesçe malumdur.
Bütün insanlar ile ortak noktamızın kardeş olmamız demek , ilişkilerimizde temel alınması gereken en geniş çerçeveyi gösterir. Bu düşüncemiz Kur'an'ın kafirler ile olan ilişkilerimizi düzenleyen ayetleri ret ettiğimiz, veya o ayetleri hevamıza göre anlamlandırmaya çalıştığımız anlamına gelmemelidir. Kur'an bizlere , kafirler ile Velayet kavramının anlam alanına giren konularda ilişkiler kurulmamasını emretmektedir.
Kafirler ile onlar bize karşı herhangi bir kötülükte bulunmaya çalışmadıkları müddetçe onlar ile insani ilişkiler kurulmasında herhangi bir mahzur yoktur. Maide s. 5. ayetinde Ehli Kitap olarak belirtilen kafirlerin yemeğini yemekte ve kadınları ile evlenilmesinde herhangi bir mahzur olmadığının beyan edilmiş olması , onlarla insani sınırlar dahilinde iyi ilişkiler kurulabileceğini göstermektedir.
Hucurat s. 13. ayetinin devamında , Birbiriniz ile tanışmanız için sizi halklar ve kabileler kıldık buyurulmuş olması , Alt kimlik dediğimiz unsura dikkat çekmektedir.
İnsanların farklı halk , ırk, renk , dil ve kabilelere ayrılmış olması , insanın kendi iradesi dışında meydana gelmektedir. İnsanlar arasındaki bu farklılıklar, Alt Kimlik dediğimiz unsurun oluşmasına sebep olmaktadır. Alt kimliği biraz daha genişletecek olursak farklı din , mezhep , meşrep , tarikat , parti , dernek , vakıf gibi oluşumlar, yine insanın alt kimliğinin oluşmasına zemin hazırlamaktadır.
İnsanlar arasındaki kavgaların temelinde, üst kimlik olan insan olmak yerine , alt kimliği oluşturan unsurların öne çıkarılması , dünyayı fesada boğan savaşlara , katliamlara , milyonlarca kişinin kan ve gözyaşı selinde boğulmasına yol açmaktadır.
İnsanların farklı alt kimliklere sahip olması bir realitedir. Bu farklılıkları kimse yok sayamaz veya ortadan kaldırılmasını isteyemez. Asıl olanın bu farklılıklara rağmen barış ve huzur içinde yaşamayı becerebilmek olmalıdır. Allah (c.c) , insanlar arasındaki bu alt kimliklerin onların birbirleri ile savaşarak kanlarını dökmeye değil , birbirleri ile tanışıp kaynaşmalarına vesile olmasını istemektedir.
Alt kimliklerin gurur ve kibir kaynağı olarak kullanılarak , diğer insanlara karşı üstünlük vesilesi olarak görülmesinin önü, Allah (c.c) tarafından " Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en kerim olanınız, takvaca en ileride olanınızdır" buyurulmak sureti ile kesilmektedir Allah (c.c) insanları ayırma konusunda ölçü sahibinin sadece kendisinin olduğunu beyan etmek sureti ile , biz insanlar tarafından konulacak olan indi ölçüleri ret etmektedir.
İnsanların alt kimliklerini oluşturan en temel unsurlardan bir tanesi Din dir. İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerini aynı din ve inanca mensup olmaları nedeniyle kurmakta , ve bu ortak paydaları, birbirleri arasında sevgi ve saygı unsurunun oluşmasına sebep olmaktadır.
Olayı biz Müslümanlar açısından değerlendirmeye çalıştığımız zaman , ortaya şöyle bir durum çıkmaktadır ;
En üst kimlikleri insan olmak, ve alt kimlik olarak aynı dine mensup olmak olan biz Müslümanların bir çoğu, bu kimlik yerine daha alt kimlikler oluşturmak sureti ile bölük pörçük bir hale düşmüşler , dahası sahip oldukları alt kimlikleri en üst seviyeye çıkararak , karşılarındaki insanları sahip oldukları bu kimliklere göre değerlendirmek yanlışına düşmüşlerdir.
[041.033] Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben Müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?
Kendisinin Müslüman olduğunu iddia eden, fakat bu isminin yanına ilave isimler alarak sonradan oluşturulmuş fırka , mezhep , meşrep , tarikat v.s hiziplere kendisini ait görerek tanıtan Müslümanlar , bugün dünyanın birbirleri ile kavgalı olan topluluklarının başında gelmektedir.
İnsan üst kimliğine ve Müslüman alt kimliğine sahip bir kimse ile arasında kardeşlik ilişkisi kurması gerekmesine rağmen , sadece kendi hizbi ,tarikatı , mezhep , meşrep , dernek , ve vakfına mensup olmadığı için, karşısındaki kimseye kin ve nefret duyan Müslüman tipi, 1400 küsur senedir, en büyük sıkıntımız olarak halen yaşatılmaya çalışılmaktadır. Sahip oldukları alt kimliklerin en doğru yol olduğunu dini temellere dayandırmak isteyen Müslümanlar, meşhur!! 73 fırka hadisi ile kendilerini fırka-i naciye (kurtulan fırka) ilan ederek , herkesi kendi fırkalarına çağırmaktadırlar.
Halbuki karşısındaki insana önce kendisi gibi bir insan olduğu için saygı duyması gereken bir çok Müslüman , bir başka Müslümanı sadece kendi hizbine , meşrebine , mezhebine , tarikatına v.s mensup olmadığı gerekçesi ile insan olarak dahi görmemektedir. Kendi aralarındaki farklılıklarından dolayı yüzlerce yıldır birbirinin kanını dökmeyi Cihad olarak gören , kendisi gibi düşünmeyen bir Müslümanı tekfir etmeyi imanın ilk şartı sayan bir Müslüman tipinin artık İslam adına verdiği zararların acilen son bulması gerekmektedir.
İnsana önce insan olduğu için değer veren , bırakın kendi hizbinden olmadığı için bir başka Müslümana düşmanlık göstermeyi , kendi dininden olmayan birine dahi Kur'an tarafından belirlenen kriterleri dikkate alarak düşmanlık gösteren bir Müslüman tipine dünyanın acilen ihtiyacı vardır.
Müslümanların içinde bulunduğu karanlık durum , iman iddiasında bulundukları kitabın kendilerine gösterdiği yolu terk ederek , başka belirleyiciler tarafından gösterilen yollara gitmeleridir. Bu yollar Müslümanları karanlığa götürdüğü gibi , dünyanında karanlığa gömülmesine sebep olmuştur. Bu karanlıktan çıkışın çaresi Nur'a yani Kur'an'a yeniden yönelmektir.
Bu yöneliş, kitabın bizlere İnsanlar ile iletişim nasıl kurulur ? sorusunun cevabını veren ayetlerini okumak ve yaşamak ile olmalıdır. İnsanlar ile konuşmayı bilmeyen , onlar ile düzgün iletişim kurmasını bilmeyen topluluklar , kendilerini ifade etmekte sıkıntı çekecek , başkalarının kendilerini yanlış tanımalarına sebep olacaklardır.
Bu noktada Muhammed (a.s) ve diğer elçilere önerilen tebliğ metodu ve müşrikler ile olan ilişkilerinde, onlara önerilen yolun öğrenilmesi önemlidir. Şurası asla unutulmamalıdır ki , insanların gönüllerinin İslama ısındırılması onları zorla kılıç yolu ile boyun eğdirmek ile değil , onların gönüllerini İslama ısındıracak söz ve fiillerle olacaktır.
Müslümanlar birbirlerine ve kendileri dışındaki insanlara karşı olan davranışlarında önce insan olmayı öne çıkaran davranışlar sergilemeye başladıkları, zaman dünyanın çehresi bile değişmeye başlayacaktır.
Bir insan Müslüman olabilir ama önce insandır . Bir insan Hristiyan , Yahudi , Mecusi v.s olabilir ama önce insandır. Bir insan Türk , Kürt , Arap , Alman v.s ırka mensup olabilir ama önce insandır. İnsanlar dinlerini , ırklarını , kavimlerini üst kimlik olarak görerek , asıl üst kimliklerini unuttukları zaman , en iyi , en doğru , en hakiki , en güzel olarak sadece kendi mensup oldukları alt kimlikleri görecek , kendi dışındakileri ise yaşamaya hakkı olmayan sefil mahluklar olarak görmek sureti ile katletmek yoluna gidecektir.
Kimlik arayışındaki insanın önce sahip olması gereken kimlik, kendisinin diğer insanlar gibi bir insan olduğunu ve herkesle eşit derecede haklara sahip olduğunu bilmesidir. Bu kimliğe sahip olduğunun şuuruna vakıf olan bir insan , kendi dini , kavmi , ırkı ve rengine mensup olmayanların da en az kendisi kadar dünya yüzünde yaşamaya hak sahibi olduğunu bilecek ve onların haklarını gasp etmek yoluna gitmeyecektir.
Sonuç olarak ; Kur'an bize her konuda yol gösterdiği gibi , dünya yüzünde yaşayan insanlara karşı nasıl bir bakış açımız olması gerektirdiği konusunda da yol göstermektedir. Hucurat s. 13. ayeti bu konuda bizlere önemli bilgiler vermektedir.
Ayet bütün insanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığın beyan etmekle herkese bir üst kimlik vermektedir. Bu üst kimliğin altındaki insanın sahip olduğu bir takım ırk , kavim , renk gibi özellikleri ise alt kimlik olarak nitelemek mümkündür.
Ayet bizlere sahip olduğumuz alt kimliklerimizin birbirimize karşı övünç vesilesi olarak görülemeyeceği , insanlar arasında derecelendirme yapma yetkisinin sadece Allah (c.c) ye ait olduğunu beyan ederek , herhangi kimsenin veya toplumun sahip olduğu alt kimliğiyle diğer insanlara karşı üstünlük taslamasının önünü kesmektedir.
Dünyanın fesat içinde olduğunu , her geçen gün yeni insanlık felaketlerinin yaşandığını dikkate aldığımızda , bu fesadın sebeplerinin alt kimliklerin öne çıkarılmak sureti ile diğer insanlara zulüm edilmesinin meşru hak ve vazifeleri olduğuna inanan insan ve toplumlar olduğunu görebiliriz.
Eğer insanlar birbirlerine karşı bakışlarını ve düşüncelerini sahip oldukları üst kimlik olan önce insan oldukları şuuruna vakıf bir halde yapacak olsalar , bırakın bir insanın diğer bir insanın canına kast etmesi , bir karıncanın dahi incitilmesi insanı yaralayacaktır.
Yaşadığı arz üzerinde yaşama hakkına sahip olan canlı türünün sadece , kendi ırkı , kavmi , rengi , dini , mezhebine mensup olanlar değil , hangi ırk ,kavim ,renk , din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar , herkesin arz üzerinde yaşama hakkına sahip olduğunu düşünen insanlar çoğalmaya başladığı zaman dünyanın çehresi değişmeye başlayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Üst Kimlik - Alt Kimlik" tartışmalarının daha çok seslendirilmeye başlandığı son yıllarda , bu konuda alemlere rahmet ve hidayet olan Kur'an ne diyor diye baktığımız zaman, karşımıza Hucurat s. 13. ayeti çıkmaktadır. Bu ayet insana kimliğini hatırlatarak , diğer insanlara karşı olan bakış açısının kriterlerini belirlemesinde ona yol göstermektedir.
Üst kimlik ; Bir insanın diğer insanlara bakış açısını , onlar ile olan ilişkisini düzenleyen en geniş ortak paydasıdır.
[049.013] Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için siz halklar ve kabileler kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en kerim olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah, bilendir, haber alandır.
Hitabın Ey insanlar şeklinde başlaması dikkat çekicidir. Devam eden cümle, insanın diğer insanlarla olan ortak bağını hatırlatmaktadır. Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık cümlesi , insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde dikkate alınması gereken en geniş ortak paydayı beyan etmektedir.
Kur'an bilindiği üzere insanlığın üremesini bir erkek ve bir dişi üzerinden başlatmaktadır (Nisa s. 1). Kur'an'ın insanlığın başlangıcını bu noktadan başlatmış olması , bu başlangıçtan anlaşılması gereken mesaj yerine , insanlığın ensest ilişki ile çoğalıp çoğalmadığı konusundaki tartışmaların açılmasına sebep olmuş , bir kısım Müslüman ilahiyatçı ise , itirazlara sebep olan bu başlangıcın böyle olmadığı , daha farklı bir şekilde insanlığın çoğaldığını iddia ederek, ensest ilişki yolu ile çoğalma olmadığını ispat etmeye çalışmaktadır.
Kur'an elbette bir biyoloji kitabı değildir. Bu kitap içinde biyoloji bilimini ilgilendiren konular ile alakalı ayetler aramaya çalışmak, eziklik psikolojisinin bir ürünüdür. Kur'an insana Allah'a nasıl iyi kul olunacağını öğreten bir kitap olup , muhteviyatında olan ayetlerin, bu noktanın merkeze alınarak okunması, onun mesajının daha doğru ve kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.
Kur'an'ın insanlığın bir erkek ve bir dişiden çoğaldığını beyan eden ayetleri okurken aklımıza gelen nokta , ensest ilişki yolu ile çoğalıp çoğalmadığımız olduğunda, kısır döngüden çıkmak mümkün değildir. Kur'an'ın insanlığın başlangıcını bir erkek ve bir dişiden başladığını beyan eden ayetlerini mesaj içerikli okuduğumuzda ise şunları söylemek mümkündür ;
Bir erkek ve bir dişiden doğan insanların ortak paydası birbirleri ile kardeş olmalarıdır. Birbirleri ile kardeş olan insanlar ise aralarındaki yakınlığın en üst seviyesinde olup, ilişkilerinde bu noktayı dikkate alacaklardır. Hucurat s. 13. ayetinde bir erkek ve bir dişiden yaratıldığımızın beyan edilmiş olması , insanlar ile olan ilişkilerimizde dikkate almamız gereken en geniş ortak paydaya yani üst kimliğe işaret etmektedir.
Bütün insanlarla aramızdaki ortak paydanın aynı erkek ve kadından yaratılmış olduğunu bilmek , bütün insanlarla aramızdaki ilişkilerde temel alınması gereken en tepe noktadır. Karşımızdaki insana bakış açımız , ona olan hitabımız, onun önce bizim gibi bir insan olduğunu bilerek şekillendiği zaman , bize karşımızdaki insanın en az bizim kadar saygın olduğunu düşündürecek, ve ona yapacağımız muamelede bu bakış açısı kilit rol oynayacaktır.
İnsanlar arasındaki ilişkilerin temelinde, sahip olduğumuz üst kimlik olan, hepimizin bir erkek ve bir dişiden türeyen insanlar olduğumuz alındığında, insanların birbirlerine olan bakışları değişecek ve birbirimiz ile olan ortak bağımızın, ÖNCE İNSAN olduğumuz dikkate alındığında birbirimize karşı daha saygın davranmanın önü açılacaktır. Kendisine yapılmasını istemediği muameleyi başkasına yapmaktan kaçınan insanların hakim olduğu dünyanın nasıl bir şekil alacağı herkesçe malumdur.
Bütün insanlar ile ortak noktamızın kardeş olmamız demek , ilişkilerimizde temel alınması gereken en geniş çerçeveyi gösterir. Bu düşüncemiz Kur'an'ın kafirler ile olan ilişkilerimizi düzenleyen ayetleri ret ettiğimiz, veya o ayetleri hevamıza göre anlamlandırmaya çalıştığımız anlamına gelmemelidir. Kur'an bizlere , kafirler ile Velayet kavramının anlam alanına giren konularda ilişkiler kurulmamasını emretmektedir.
Kafirler ile onlar bize karşı herhangi bir kötülükte bulunmaya çalışmadıkları müddetçe onlar ile insani ilişkiler kurulmasında herhangi bir mahzur yoktur. Maide s. 5. ayetinde Ehli Kitap olarak belirtilen kafirlerin yemeğini yemekte ve kadınları ile evlenilmesinde herhangi bir mahzur olmadığının beyan edilmiş olması , onlarla insani sınırlar dahilinde iyi ilişkiler kurulabileceğini göstermektedir.
Hucurat s. 13. ayetinin devamında , Birbiriniz ile tanışmanız için sizi halklar ve kabileler kıldık buyurulmuş olması , Alt kimlik dediğimiz unsura dikkat çekmektedir.
İnsanların farklı halk , ırk, renk , dil ve kabilelere ayrılmış olması , insanın kendi iradesi dışında meydana gelmektedir. İnsanlar arasındaki bu farklılıklar, Alt Kimlik dediğimiz unsurun oluşmasına sebep olmaktadır. Alt kimliği biraz daha genişletecek olursak farklı din , mezhep , meşrep , tarikat , parti , dernek , vakıf gibi oluşumlar, yine insanın alt kimliğinin oluşmasına zemin hazırlamaktadır.
İnsanlar arasındaki kavgaların temelinde, üst kimlik olan insan olmak yerine , alt kimliği oluşturan unsurların öne çıkarılması , dünyayı fesada boğan savaşlara , katliamlara , milyonlarca kişinin kan ve gözyaşı selinde boğulmasına yol açmaktadır.
İnsanların farklı alt kimliklere sahip olması bir realitedir. Bu farklılıkları kimse yok sayamaz veya ortadan kaldırılmasını isteyemez. Asıl olanın bu farklılıklara rağmen barış ve huzur içinde yaşamayı becerebilmek olmalıdır. Allah (c.c) , insanlar arasındaki bu alt kimliklerin onların birbirleri ile savaşarak kanlarını dökmeye değil , birbirleri ile tanışıp kaynaşmalarına vesile olmasını istemektedir.
Alt kimliklerin gurur ve kibir kaynağı olarak kullanılarak , diğer insanlara karşı üstünlük vesilesi olarak görülmesinin önü, Allah (c.c) tarafından " Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en kerim olanınız, takvaca en ileride olanınızdır" buyurulmak sureti ile kesilmektedir Allah (c.c) insanları ayırma konusunda ölçü sahibinin sadece kendisinin olduğunu beyan etmek sureti ile , biz insanlar tarafından konulacak olan indi ölçüleri ret etmektedir.
İnsanların alt kimliklerini oluşturan en temel unsurlardan bir tanesi Din dir. İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerini aynı din ve inanca mensup olmaları nedeniyle kurmakta , ve bu ortak paydaları, birbirleri arasında sevgi ve saygı unsurunun oluşmasına sebep olmaktadır.
Olayı biz Müslümanlar açısından değerlendirmeye çalıştığımız zaman , ortaya şöyle bir durum çıkmaktadır ;
En üst kimlikleri insan olmak, ve alt kimlik olarak aynı dine mensup olmak olan biz Müslümanların bir çoğu, bu kimlik yerine daha alt kimlikler oluşturmak sureti ile bölük pörçük bir hale düşmüşler , dahası sahip oldukları alt kimlikleri en üst seviyeye çıkararak , karşılarındaki insanları sahip oldukları bu kimliklere göre değerlendirmek yanlışına düşmüşlerdir.
[041.033] Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben Müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?
Kendisinin Müslüman olduğunu iddia eden, fakat bu isminin yanına ilave isimler alarak sonradan oluşturulmuş fırka , mezhep , meşrep , tarikat v.s hiziplere kendisini ait görerek tanıtan Müslümanlar , bugün dünyanın birbirleri ile kavgalı olan topluluklarının başında gelmektedir.
İnsan üst kimliğine ve Müslüman alt kimliğine sahip bir kimse ile arasında kardeşlik ilişkisi kurması gerekmesine rağmen , sadece kendi hizbi ,tarikatı , mezhep , meşrep , dernek , ve vakfına mensup olmadığı için, karşısındaki kimseye kin ve nefret duyan Müslüman tipi, 1400 küsur senedir, en büyük sıkıntımız olarak halen yaşatılmaya çalışılmaktadır. Sahip oldukları alt kimliklerin en doğru yol olduğunu dini temellere dayandırmak isteyen Müslümanlar, meşhur!! 73 fırka hadisi ile kendilerini fırka-i naciye (kurtulan fırka) ilan ederek , herkesi kendi fırkalarına çağırmaktadırlar.
Halbuki karşısındaki insana önce kendisi gibi bir insan olduğu için saygı duyması gereken bir çok Müslüman , bir başka Müslümanı sadece kendi hizbine , meşrebine , mezhebine , tarikatına v.s mensup olmadığı gerekçesi ile insan olarak dahi görmemektedir. Kendi aralarındaki farklılıklarından dolayı yüzlerce yıldır birbirinin kanını dökmeyi Cihad olarak gören , kendisi gibi düşünmeyen bir Müslümanı tekfir etmeyi imanın ilk şartı sayan bir Müslüman tipinin artık İslam adına verdiği zararların acilen son bulması gerekmektedir.
İnsana önce insan olduğu için değer veren , bırakın kendi hizbinden olmadığı için bir başka Müslümana düşmanlık göstermeyi , kendi dininden olmayan birine dahi Kur'an tarafından belirlenen kriterleri dikkate alarak düşmanlık gösteren bir Müslüman tipine dünyanın acilen ihtiyacı vardır.
Müslümanların içinde bulunduğu karanlık durum , iman iddiasında bulundukları kitabın kendilerine gösterdiği yolu terk ederek , başka belirleyiciler tarafından gösterilen yollara gitmeleridir. Bu yollar Müslümanları karanlığa götürdüğü gibi , dünyanında karanlığa gömülmesine sebep olmuştur. Bu karanlıktan çıkışın çaresi Nur'a yani Kur'an'a yeniden yönelmektir.
Bu yöneliş, kitabın bizlere İnsanlar ile iletişim nasıl kurulur ? sorusunun cevabını veren ayetlerini okumak ve yaşamak ile olmalıdır. İnsanlar ile konuşmayı bilmeyen , onlar ile düzgün iletişim kurmasını bilmeyen topluluklar , kendilerini ifade etmekte sıkıntı çekecek , başkalarının kendilerini yanlış tanımalarına sebep olacaklardır.
Bu noktada Muhammed (a.s) ve diğer elçilere önerilen tebliğ metodu ve müşrikler ile olan ilişkilerinde, onlara önerilen yolun öğrenilmesi önemlidir. Şurası asla unutulmamalıdır ki , insanların gönüllerinin İslama ısındırılması onları zorla kılıç yolu ile boyun eğdirmek ile değil , onların gönüllerini İslama ısındıracak söz ve fiillerle olacaktır.
Müslümanlar birbirlerine ve kendileri dışındaki insanlara karşı olan davranışlarında önce insan olmayı öne çıkaran davranışlar sergilemeye başladıkları, zaman dünyanın çehresi bile değişmeye başlayacaktır.
Bir insan Müslüman olabilir ama önce insandır . Bir insan Hristiyan , Yahudi , Mecusi v.s olabilir ama önce insandır. Bir insan Türk , Kürt , Arap , Alman v.s ırka mensup olabilir ama önce insandır. İnsanlar dinlerini , ırklarını , kavimlerini üst kimlik olarak görerek , asıl üst kimliklerini unuttukları zaman , en iyi , en doğru , en hakiki , en güzel olarak sadece kendi mensup oldukları alt kimlikleri görecek , kendi dışındakileri ise yaşamaya hakkı olmayan sefil mahluklar olarak görmek sureti ile katletmek yoluna gidecektir.
Kimlik arayışındaki insanın önce sahip olması gereken kimlik, kendisinin diğer insanlar gibi bir insan olduğunu ve herkesle eşit derecede haklara sahip olduğunu bilmesidir. Bu kimliğe sahip olduğunun şuuruna vakıf olan bir insan , kendi dini , kavmi , ırkı ve rengine mensup olmayanların da en az kendisi kadar dünya yüzünde yaşamaya hak sahibi olduğunu bilecek ve onların haklarını gasp etmek yoluna gitmeyecektir.
Sonuç olarak ; Kur'an bize her konuda yol gösterdiği gibi , dünya yüzünde yaşayan insanlara karşı nasıl bir bakış açımız olması gerektirdiği konusunda da yol göstermektedir. Hucurat s. 13. ayeti bu konuda bizlere önemli bilgiler vermektedir.
Ayet bütün insanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığın beyan etmekle herkese bir üst kimlik vermektedir. Bu üst kimliğin altındaki insanın sahip olduğu bir takım ırk , kavim , renk gibi özellikleri ise alt kimlik olarak nitelemek mümkündür.
Ayet bizlere sahip olduğumuz alt kimliklerimizin birbirimize karşı övünç vesilesi olarak görülemeyeceği , insanlar arasında derecelendirme yapma yetkisinin sadece Allah (c.c) ye ait olduğunu beyan ederek , herhangi kimsenin veya toplumun sahip olduğu alt kimliğiyle diğer insanlara karşı üstünlük taslamasının önünü kesmektedir.
Dünyanın fesat içinde olduğunu , her geçen gün yeni insanlık felaketlerinin yaşandığını dikkate aldığımızda , bu fesadın sebeplerinin alt kimliklerin öne çıkarılmak sureti ile diğer insanlara zulüm edilmesinin meşru hak ve vazifeleri olduğuna inanan insan ve toplumlar olduğunu görebiliriz.
Eğer insanlar birbirlerine karşı bakışlarını ve düşüncelerini sahip oldukları üst kimlik olan önce insan oldukları şuuruna vakıf bir halde yapacak olsalar , bırakın bir insanın diğer bir insanın canına kast etmesi , bir karıncanın dahi incitilmesi insanı yaralayacaktır.
Yaşadığı arz üzerinde yaşama hakkına sahip olan canlı türünün sadece , kendi ırkı , kavmi , rengi , dini , mezhebine mensup olanlar değil , hangi ırk ,kavim ,renk , din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar , herkesin arz üzerinde yaşama hakkına sahip olduğunu düşünen insanlar çoğalmaya başladığı zaman dünyanın çehresi değişmeye başlayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
18 Şubat 2017 Cumartesi
Enam s. 108 : Kutsal Değerlere Saygı Duymayı Öğreten Bir Ayet
İnsan , fıtri olarak kendisinden güçlü ona sığınabileceği , saygı duyabileceği , kutsal olarak görebileceği, kısacası Rab edinebileceği bir varlığa ihtiyaç duyar. Araf s. 172 ve 173. ayetlerini okuduğumuzda, bu ihtiyacın karşılanacağı yegane varlık olan Allah (c.c) adres olarak kendisini göstermektedir. Ancak çeşitli sebepler insana Allah (c.c) dışında başkalarını Rab olarak tanıma, ve onu kutsal bir varlık olarak görmek hatasına düşmesine sebep olmaktadır.
Her insan yaşamında kutsal olarak bildiği , saygı duyduğu , kendisince dokunulmazlık atfettiği, başkaları tarafından kötü söz söylenmesine dahi tahammül edemeyecek kadar sevdiği, kutsal olarak kabul ettiği bazı değerlere sahiptir. Yazımızın konusu , İnsanların sahip olduğu, bu kutsal değerlerin doğruluğunu veya yanlışlığını irdelemek değil , Enam s. 108. ayetinde emredildiği üzere , o kutsallara saygı duymak gerektiği üzerinedir.
[006.108] Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyiniz. Sonra onlar da bilmeksizin Allah'a düşmanlıkla söverler. Öylece her ümmete amellerini tezyin etmişizdir. Sonra dönüşleri Rablerinedir. Artık onlara ne yapar olduklarını haber verecektir.
"Allah'tan başkasına dua etmek" şeklinde ortaya çıkan halin , İslam literatüründeki adı bilindiği üzere "Şirk" tir. Şirk ise bir kulun Allah (c.c) ye karşı işleyebileceği günahların en büyüğüdür. Rabbimiz bu ayette, kendisine bırakarak başkalarını Rab edinmiş olanlara karşı nasıl bir tutum sergilememiz gerektiğini bizlere öğretmektedir.
Karşımızda "Müşrik" olarak vasfedilmiş bir kişi veya toplum var ve biz bunların kutsal olarak gördüğü değerlere karşı herhangi bir kötü söz ve muamelede bulunmaktan Allah (c.c) tarafından men edilmekteyiz. Müşrik olarak gördüğümüz insanlara karşı bu şekil bir muameleyi Allah (c.c) bizlere emretmektedir. Çağdaş dünyada her insanın ağzında gezen "İnsan Hakları" kavramının en önemli bir maddelerinden birisi olarak , insanların kutsallarına saygı gösterilmesi gerektiğini beyan eden bu ayeti göstermek mümkündür.
Dünya tarihine baktığımızda , binlerce yıldır dökülen kanların en başta gelen sebebi , kendileri tarafından kutsal olarak bilinen değerlerin , başkaları tarafından aynı şekilde kutsal olarak bilinmemesi , insanların birbirlerinden ayrı kutsalların olması , her insanın veya toplumun kendi kutsalını En doğru , iyi , güzel , mükemmel olarak görmesi , karşısındakinin kutsalını ise En yanlış, kötü,çirkin,eksik olarak görmesidir. İnsanlar ve toplumlar arasındaki kutsal değerleri tanıyıp tanımama yüzünden çıkan savaşlarda binlerce yıldır kan dökülmüş , hala dökülmektedir.
Bir toplumu birbiri ile savaştırmak sureti ile güçsüz düşürerek onları hegemonyası altına almak isteyenlerin ellerindeki en büyük silahları , insanlar arasındaki kutsal değerler farkıdır. İnsanlar ve toplumlar arasındaki değerler farkını istismar ederek , onları birbiri ile savaştırmak sureti ile insanlar arasında fitne sokmak , insan şeytanlarının en sevdiği ve kullandığı kadim yollardan birisidir.
İnsan haklarını , Din , Akıl , Nesil , Can ve Malın korunması olarak 5 ana ilke de özetlemek mümkündür. Bu 5 esas insanların ve devletlerin birbirleri ile olan ilişkilerinde esas alındığında , dünya cennetten farksız olacaktır. Allah (c.c) bir insanın kanının hangi suçları işlediğinde helal olacağını beyan etmişken , insanlar birbirlerinin kanlarını helal görmeyi kendi tesbit ettikleri kurallara göre belirlemektedirler.
Kendi dinine , mezhebine , meşrebine , partisine , ırkına , kavmine , devletine , tarikatına mensup olmayanları , potansiyel düşman olarak görmek sureti ile , onlara her türlü eza ve cefayı reva görmeyi meşru bir hak , hatta görev olarak gören insanların dünyayı nasıl fesada soktuklarını hepimiz görmekteyiz.
Ancak insanların kutsallarına karşı düzgün davranış sergilenmesi isteyen kitaba iman etme iddiasında olan biz Müslümanların , bu emre aykırı davranışlar sergileyen toplulukların başında geldiğimiz de herkesçe malumdur.
Mensup olduğu meşrep , mezhep , tarikat , gurup , hizip , cemaatin gittiği yolu, en doğru yol olarak gören Müslümanların bir çoğu , kendilerine mensup olmayan diğer Müslümanlara maalesef iyi gözle bakmamaktadır. Bu kötü bakış, bazı fırkalarda öyle bir hale gelmiştir ki , kendilerine mensup olmayan diğer Müslümanların kanını , malını , canını ve ırzını helal görecek kadar gözü dönmüş bir hale gelinmiştir.
Müslümanlar arasındaki olan bu düşmanlıklar , bize düşman olan diğer toplulukların iştahını kabartarak , aramızdaki düşmanlıkları körüklemek sureti ile bizi güçten düşürmeyi , bizi birbirimize kırdırmak sureti ile yapmaktadırlar.
[003.110] Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet olmak üzere vücude geldiniz, ma'rufı emredersiniz, münkerden nehy eylersiniz ve Allaha inanır iman getirirsiniz, Ehli kitab da imana gelse idi elbette haklarında hayırlı olurdu, içlerinden iman edenler varsa da ekserisi dinden çıkmış fasıklardır
İnsanlar arasından çıkarılmış olan hayırlı bir topluluk ve insanlara şahit (örnek) olması emredilen bizler (22.78) , maalesef insanlara önce insan olduğu için saygı duymaları gerektiğini unutarak , saygının ve sevginin ölçüsünü kendileri gibi düşünenler ile sınırlamak , diğerlerini ötekileştirmek sureti ile önce Kafir - Müşrik olarak yaftalayarak , bu yaftaları taktıkları insanların kanlarının , mallarının , ırzlarının kendilerine helal olduğunu Allah'ın emrettiğini öne sürerek , yaptıkları bu cinayetlerin adını Kur'an'i bir kavram olan Cihad olarak koymaktadırlar.
Allah (c.c) bırakın aynı dine mensup olanların birbirlerinin kanlarını dökmelerine izin vermeyi , kendisine şirk koşanların söz ile dahi olsa incitilmelerini yasaklamıştır. Bunun sebebi ise , söz ile incitilenlerin bu sefer aynı şekilde incitme hakkını kendilerinde görmek sureti ile, karşı tarafı incitme yoluna gitmeleridir.
Dininin sahibi olan , kullarına hayat içinde gerekli olan kuralları vaz eden Allah (c.c) nin biz kulları ise, onun tarafından vaz edilmiş kuralları az görerek , onun emretmediklerini onun emri gibi göstermek sureti ile, onun adına yeni bir din inşa etmek yoluna gitmekteyiz.
Enam s. 108. ayetindeki emrin muhatabı dikkat edilirse iman edenlerdir. Bizlere "Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyiniz" denilerek , bizim kutsallarımıza sövülmemesi bu şekilde sağlanmaktadır. Eğer biz karşı tarafı incitecek eylemlerde bulunduğumuz zaman , onların da bizi incitme yolunu açarak , hem onların günaha dalmalarına , hem de bu yolla insanlar arasında düşmanlıkların körüklenmesinin yolunu açmış olacağız. İnsanlar arasındaki düşmanlıkların körüklenmemasinin yollarından bir tanesi , kimsenin kutsal bildiği değerlerine karşı saygısızlık edilmemesinden geçtiği bize bu ayette öğretilmektedir.
"Biz onların kutsallarına küfretmediğimiz halde , onlar bizim kutsallarımıza küfrederse biz nasıl davranalım?" sorusunun cevabını, Fussilet s. 34. ve 35. ayetinde bulabiliriz.
[041.034] İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.
[041.035] Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz.
Fussilet s. 34. ve 35. ayetleri , konu etmeye çalıştığımız Enam s. 108. ayeti gibi , insana önce insan olduğu için saygı duyulması gerektiğini öğreten ayetlerdendir. Bir insan başka bir insana karşı bir takım hatalar yaparak onu kızdırabilir veya incitebilir. Allah (c.c) kişiye bazı durumlarda düştüğü duruma , benzer şekilde karşılık vermesine de müsaade etmiştir (Nisa s. 148) . Ancak kişinin yaptığı hataya karşı ona iyilik ile mukabelede bulunmak daha erdemli bir davranış olup , karşı tarafın saygısını kazanmaya vesile olacak bir davranıştır. Yapılan bir haksızlığa karşı misli ile mukabelede bulunmadan önce , iyilik ile karşılık vermek , insani duyguları körelmemiş olanlarda derin izler bırakacaktır.
Kur'an'ın insani değerleri öne çıkaran ayetlerinin bu kitaba iman ettiğini iddia edenler tarafından uygulama alanına sokulmamış olması daha acı verici bir durumdur. Dünyanın insani değerlere en fazla önem veren topluluğu biz Müslümanlar olması , ve insan olmanın değerini başkalarının bizden öğrenmesi gerekmesine karşılık , bu öğretmenliği bırakın yapmak , kendi içimizde bile birbirimize karşı olan davranışlarımız, vahşet boyutlarına kadar varmaktadır.
Müslümanların kendi içlerinde birbirlerine karşı olan vahşet uygulamaları içinde bulunduğumuz cehalet batağının boyutlarını göstermektedir. Müslüman olmak demek bu dinin kitabına harfiyen uymak demek olması gerekirken , farklı düşünce sahiplerinin , aralarındaki farklılıkları daha ileriye gitmek için bir basamak olarak kullanmak varken , düşmanlık vesilesi olarak görerek , birbirlerinin kanını helal saymaları hiç bir şeyle izah edilemez.
Biz Müslümanlar eğer dünyaya yön vermek iddiasında isek ki öyle olmalıyız , önce kendimize yön vermekle işe başlamak zorundayız. Kendimize yön vermenin ilk basamağı ise , aramızdaki fikir ayrılıklarına tahammül etmek , insani ölçüler içinde tartışabilmeyi öğrenmek ve bunu hayata uygulamak olmalıdır.
En küçük bir ayrılıkta Tekfirnikof marka silahı çalıştırarak karşısındaki Müslümana son mermisine kadar sıkmaktan cihad bilinci içinde haz alan bir Müslüman tipolojisinin artık dünya yüzünde yeri olmaması gerekmektedir. Farklılıkları hazmedebilmek önce kişinin olgun bir karaktere sahip olması ile gerçekleşecektir.
Kendi doğrularını tek ve nihai olarak gören , Kargadan başka kuş tanımam edasında Müslümancılık oynamaya çalışan insanların rağbet ettiği kitaplar ve konular arasında tekfiri konu alan kitaplar olduğu sürece , Müslümanların karanlıktan kurtularak , aydınlığa kavuşması ve insanlara olan şahitliklerini (örnekliğini) yerine getirmeleri asla mümkün olmayacaktır. Müslümanlar kendi aralarındaki fikir ayrılıklarını hazmederek , kendi doğrularını birbirleri ile aralarında Bedevi Dil yerine Medeni Dil ile konuşmaya başladıkları zaman aydınlamanın önü büyük ölçüde açılmış sayılacaktır.
Bu başlangıcın bir cemaat önderinin , bir tarikat liderinin aldığı karar ile kitlesel bir eylem olarak gerçekleşemeyeceği de bilinmelidir. Ötekileştirici ve ayrıştırıcı dilin en başta gelen söylem sahiplerinin kendilerini herhangi bir gurup ve cemaate vakfetmiş kişiler olduğu malumdur. Bu kişilerin bir çoğu mensup olduğu cemaat ve tarikatın söylemini din edinerek , herkesin bu söylem etrafında toplanması gerektiğini iddia etmekte , kendi dışındakileri ise Kafir - Müşrik - Sapık olarak görmektedir. Allah'ın dini bu gibi din baronlarının ve yandaşlarının elinden kurtulmadıkça gerçek işlevine asla kavuşamayacaktır.
Müslümanlar bağlı bulunduğu kişilerin ve kitapların tahakkümünden kurtularak , iman ettiğini iddia ettikleri kitabın emirlerini hayata yansıtmak için gerekli olan diyalog ve eylem içine girmedikleri sürece , aramızdaki ihtilaflardan doğan düşmanlıklar neticesindeki zararları telafi etmek mümkün olmayacaktır.
[005.105] Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.
Maide s. 105. ayeti , bize dışarıdaki düşmanlarımızın hangi şartlarda zarar veremeyeceğini beyan eden bir ayettir. Biz eğer Allah (c.c) nin beyanları doğrultusunda bir fikir , düşünce , amel ve eylem birliği içinde olduğumuz sürece , bizim kendi aramızdaki düşmanlıklarımızdan fayda görecek olanlar , bizim kendi aramızda artık medeni bir dil ile konuştuğumuzu görerek birbirimizi kırmaktan vazgeçtiğimizi gördüklerinde, ancak avuçlarını yalamak zorunda kalacaklardır.
Sonuç olarak ; İnsanları birbirine bağlayan en üst kimlik ve ortak payda önce Hucurat s. 13. ayetinin beyanı mucibince İNSAN olmaktır. İnsanlık ortak paydasının altında farklı din ve inanca sahip olmak bir alt kimlik olarak herkesin sahip olduğu bir kimliktir.
İnsanların kendilerinin sahip oldukları din ve inançları öne çıkarmak sureti ile , kendilerinin dışındaki insanlara hayat hakkı tanınmaması gerektiğine dair olan düşünceleri dünyada fesadın yayılmasına sebep olan en büyük etkendir.
Kur'an bu konuda bizlere nasıl bir yol izlememiz gerektiğini beyan eden ayetleri ihtiva etmektedir. İnsanın farklı bir inanca sahip olduğu gerekçesi ile ona sövmenin , hakaret etmenin , incitmenin yanlış olduğu beyan eden Enam s. 108. ayetini ve bu konudaki bazı ayetleri baz alarak yaşanan Müslüman hayatı , bütün insanlara örnek olacak ve dünyada fesadın değil ıslahın yayılmasına ön ayak olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Her insan yaşamında kutsal olarak bildiği , saygı duyduğu , kendisince dokunulmazlık atfettiği, başkaları tarafından kötü söz söylenmesine dahi tahammül edemeyecek kadar sevdiği, kutsal olarak kabul ettiği bazı değerlere sahiptir. Yazımızın konusu , İnsanların sahip olduğu, bu kutsal değerlerin doğruluğunu veya yanlışlığını irdelemek değil , Enam s. 108. ayetinde emredildiği üzere , o kutsallara saygı duymak gerektiği üzerinedir.
[006.108] Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyiniz. Sonra onlar da bilmeksizin Allah'a düşmanlıkla söverler. Öylece her ümmete amellerini tezyin etmişizdir. Sonra dönüşleri Rablerinedir. Artık onlara ne yapar olduklarını haber verecektir.
"Allah'tan başkasına dua etmek" şeklinde ortaya çıkan halin , İslam literatüründeki adı bilindiği üzere "Şirk" tir. Şirk ise bir kulun Allah (c.c) ye karşı işleyebileceği günahların en büyüğüdür. Rabbimiz bu ayette, kendisine bırakarak başkalarını Rab edinmiş olanlara karşı nasıl bir tutum sergilememiz gerektiğini bizlere öğretmektedir.
Karşımızda "Müşrik" olarak vasfedilmiş bir kişi veya toplum var ve biz bunların kutsal olarak gördüğü değerlere karşı herhangi bir kötü söz ve muamelede bulunmaktan Allah (c.c) tarafından men edilmekteyiz. Müşrik olarak gördüğümüz insanlara karşı bu şekil bir muameleyi Allah (c.c) bizlere emretmektedir. Çağdaş dünyada her insanın ağzında gezen "İnsan Hakları" kavramının en önemli bir maddelerinden birisi olarak , insanların kutsallarına saygı gösterilmesi gerektiğini beyan eden bu ayeti göstermek mümkündür.
Dünya tarihine baktığımızda , binlerce yıldır dökülen kanların en başta gelen sebebi , kendileri tarafından kutsal olarak bilinen değerlerin , başkaları tarafından aynı şekilde kutsal olarak bilinmemesi , insanların birbirlerinden ayrı kutsalların olması , her insanın veya toplumun kendi kutsalını En doğru , iyi , güzel , mükemmel olarak görmesi , karşısındakinin kutsalını ise En yanlış, kötü,çirkin,eksik olarak görmesidir. İnsanlar ve toplumlar arasındaki kutsal değerleri tanıyıp tanımama yüzünden çıkan savaşlarda binlerce yıldır kan dökülmüş , hala dökülmektedir.
Bir toplumu birbiri ile savaştırmak sureti ile güçsüz düşürerek onları hegemonyası altına almak isteyenlerin ellerindeki en büyük silahları , insanlar arasındaki kutsal değerler farkıdır. İnsanlar ve toplumlar arasındaki değerler farkını istismar ederek , onları birbiri ile savaştırmak sureti ile insanlar arasında fitne sokmak , insan şeytanlarının en sevdiği ve kullandığı kadim yollardan birisidir.
İnsan haklarını , Din , Akıl , Nesil , Can ve Malın korunması olarak 5 ana ilke de özetlemek mümkündür. Bu 5 esas insanların ve devletlerin birbirleri ile olan ilişkilerinde esas alındığında , dünya cennetten farksız olacaktır. Allah (c.c) bir insanın kanının hangi suçları işlediğinde helal olacağını beyan etmişken , insanlar birbirlerinin kanlarını helal görmeyi kendi tesbit ettikleri kurallara göre belirlemektedirler.
Kendi dinine , mezhebine , meşrebine , partisine , ırkına , kavmine , devletine , tarikatına mensup olmayanları , potansiyel düşman olarak görmek sureti ile , onlara her türlü eza ve cefayı reva görmeyi meşru bir hak , hatta görev olarak gören insanların dünyayı nasıl fesada soktuklarını hepimiz görmekteyiz.
Ancak insanların kutsallarına karşı düzgün davranış sergilenmesi isteyen kitaba iman etme iddiasında olan biz Müslümanların , bu emre aykırı davranışlar sergileyen toplulukların başında geldiğimiz de herkesçe malumdur.
Mensup olduğu meşrep , mezhep , tarikat , gurup , hizip , cemaatin gittiği yolu, en doğru yol olarak gören Müslümanların bir çoğu , kendilerine mensup olmayan diğer Müslümanlara maalesef iyi gözle bakmamaktadır. Bu kötü bakış, bazı fırkalarda öyle bir hale gelmiştir ki , kendilerine mensup olmayan diğer Müslümanların kanını , malını , canını ve ırzını helal görecek kadar gözü dönmüş bir hale gelinmiştir.
Müslümanlar arasındaki olan bu düşmanlıklar , bize düşman olan diğer toplulukların iştahını kabartarak , aramızdaki düşmanlıkları körüklemek sureti ile bizi güçten düşürmeyi , bizi birbirimize kırdırmak sureti ile yapmaktadırlar.
[003.110] Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet olmak üzere vücude geldiniz, ma'rufı emredersiniz, münkerden nehy eylersiniz ve Allaha inanır iman getirirsiniz, Ehli kitab da imana gelse idi elbette haklarında hayırlı olurdu, içlerinden iman edenler varsa da ekserisi dinden çıkmış fasıklardır
İnsanlar arasından çıkarılmış olan hayırlı bir topluluk ve insanlara şahit (örnek) olması emredilen bizler (22.78) , maalesef insanlara önce insan olduğu için saygı duymaları gerektiğini unutarak , saygının ve sevginin ölçüsünü kendileri gibi düşünenler ile sınırlamak , diğerlerini ötekileştirmek sureti ile önce Kafir - Müşrik olarak yaftalayarak , bu yaftaları taktıkları insanların kanlarının , mallarının , ırzlarının kendilerine helal olduğunu Allah'ın emrettiğini öne sürerek , yaptıkları bu cinayetlerin adını Kur'an'i bir kavram olan Cihad olarak koymaktadırlar.
Allah (c.c) bırakın aynı dine mensup olanların birbirlerinin kanlarını dökmelerine izin vermeyi , kendisine şirk koşanların söz ile dahi olsa incitilmelerini yasaklamıştır. Bunun sebebi ise , söz ile incitilenlerin bu sefer aynı şekilde incitme hakkını kendilerinde görmek sureti ile, karşı tarafı incitme yoluna gitmeleridir.
Dininin sahibi olan , kullarına hayat içinde gerekli olan kuralları vaz eden Allah (c.c) nin biz kulları ise, onun tarafından vaz edilmiş kuralları az görerek , onun emretmediklerini onun emri gibi göstermek sureti ile, onun adına yeni bir din inşa etmek yoluna gitmekteyiz.
Enam s. 108. ayetindeki emrin muhatabı dikkat edilirse iman edenlerdir. Bizlere "Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyiniz" denilerek , bizim kutsallarımıza sövülmemesi bu şekilde sağlanmaktadır. Eğer biz karşı tarafı incitecek eylemlerde bulunduğumuz zaman , onların da bizi incitme yolunu açarak , hem onların günaha dalmalarına , hem de bu yolla insanlar arasında düşmanlıkların körüklenmesinin yolunu açmış olacağız. İnsanlar arasındaki düşmanlıkların körüklenmemasinin yollarından bir tanesi , kimsenin kutsal bildiği değerlerine karşı saygısızlık edilmemesinden geçtiği bize bu ayette öğretilmektedir.
"Biz onların kutsallarına küfretmediğimiz halde , onlar bizim kutsallarımıza küfrederse biz nasıl davranalım?" sorusunun cevabını, Fussilet s. 34. ve 35. ayetinde bulabiliriz.
[041.034] İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.
[041.035] Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz.
Fussilet s. 34. ve 35. ayetleri , konu etmeye çalıştığımız Enam s. 108. ayeti gibi , insana önce insan olduğu için saygı duyulması gerektiğini öğreten ayetlerdendir. Bir insan başka bir insana karşı bir takım hatalar yaparak onu kızdırabilir veya incitebilir. Allah (c.c) kişiye bazı durumlarda düştüğü duruma , benzer şekilde karşılık vermesine de müsaade etmiştir (Nisa s. 148) . Ancak kişinin yaptığı hataya karşı ona iyilik ile mukabelede bulunmak daha erdemli bir davranış olup , karşı tarafın saygısını kazanmaya vesile olacak bir davranıştır. Yapılan bir haksızlığa karşı misli ile mukabelede bulunmadan önce , iyilik ile karşılık vermek , insani duyguları körelmemiş olanlarda derin izler bırakacaktır.
Kur'an'ın insani değerleri öne çıkaran ayetlerinin bu kitaba iman ettiğini iddia edenler tarafından uygulama alanına sokulmamış olması daha acı verici bir durumdur. Dünyanın insani değerlere en fazla önem veren topluluğu biz Müslümanlar olması , ve insan olmanın değerini başkalarının bizden öğrenmesi gerekmesine karşılık , bu öğretmenliği bırakın yapmak , kendi içimizde bile birbirimize karşı olan davranışlarımız, vahşet boyutlarına kadar varmaktadır.
Müslümanların kendi içlerinde birbirlerine karşı olan vahşet uygulamaları içinde bulunduğumuz cehalet batağının boyutlarını göstermektedir. Müslüman olmak demek bu dinin kitabına harfiyen uymak demek olması gerekirken , farklı düşünce sahiplerinin , aralarındaki farklılıkları daha ileriye gitmek için bir basamak olarak kullanmak varken , düşmanlık vesilesi olarak görerek , birbirlerinin kanını helal saymaları hiç bir şeyle izah edilemez.
Biz Müslümanlar eğer dünyaya yön vermek iddiasında isek ki öyle olmalıyız , önce kendimize yön vermekle işe başlamak zorundayız. Kendimize yön vermenin ilk basamağı ise , aramızdaki fikir ayrılıklarına tahammül etmek , insani ölçüler içinde tartışabilmeyi öğrenmek ve bunu hayata uygulamak olmalıdır.
En küçük bir ayrılıkta Tekfirnikof marka silahı çalıştırarak karşısındaki Müslümana son mermisine kadar sıkmaktan cihad bilinci içinde haz alan bir Müslüman tipolojisinin artık dünya yüzünde yeri olmaması gerekmektedir. Farklılıkları hazmedebilmek önce kişinin olgun bir karaktere sahip olması ile gerçekleşecektir.
Kendi doğrularını tek ve nihai olarak gören , Kargadan başka kuş tanımam edasında Müslümancılık oynamaya çalışan insanların rağbet ettiği kitaplar ve konular arasında tekfiri konu alan kitaplar olduğu sürece , Müslümanların karanlıktan kurtularak , aydınlığa kavuşması ve insanlara olan şahitliklerini (örnekliğini) yerine getirmeleri asla mümkün olmayacaktır. Müslümanlar kendi aralarındaki fikir ayrılıklarını hazmederek , kendi doğrularını birbirleri ile aralarında Bedevi Dil yerine Medeni Dil ile konuşmaya başladıkları zaman aydınlamanın önü büyük ölçüde açılmış sayılacaktır.
Bu başlangıcın bir cemaat önderinin , bir tarikat liderinin aldığı karar ile kitlesel bir eylem olarak gerçekleşemeyeceği de bilinmelidir. Ötekileştirici ve ayrıştırıcı dilin en başta gelen söylem sahiplerinin kendilerini herhangi bir gurup ve cemaate vakfetmiş kişiler olduğu malumdur. Bu kişilerin bir çoğu mensup olduğu cemaat ve tarikatın söylemini din edinerek , herkesin bu söylem etrafında toplanması gerektiğini iddia etmekte , kendi dışındakileri ise Kafir - Müşrik - Sapık olarak görmektedir. Allah'ın dini bu gibi din baronlarının ve yandaşlarının elinden kurtulmadıkça gerçek işlevine asla kavuşamayacaktır.
Müslümanlar bağlı bulunduğu kişilerin ve kitapların tahakkümünden kurtularak , iman ettiğini iddia ettikleri kitabın emirlerini hayata yansıtmak için gerekli olan diyalog ve eylem içine girmedikleri sürece , aramızdaki ihtilaflardan doğan düşmanlıklar neticesindeki zararları telafi etmek mümkün olmayacaktır.
[005.105] Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.
Maide s. 105. ayeti , bize dışarıdaki düşmanlarımızın hangi şartlarda zarar veremeyeceğini beyan eden bir ayettir. Biz eğer Allah (c.c) nin beyanları doğrultusunda bir fikir , düşünce , amel ve eylem birliği içinde olduğumuz sürece , bizim kendi aramızdaki düşmanlıklarımızdan fayda görecek olanlar , bizim kendi aramızda artık medeni bir dil ile konuştuğumuzu görerek birbirimizi kırmaktan vazgeçtiğimizi gördüklerinde, ancak avuçlarını yalamak zorunda kalacaklardır.
Sonuç olarak ; İnsanları birbirine bağlayan en üst kimlik ve ortak payda önce Hucurat s. 13. ayetinin beyanı mucibince İNSAN olmaktır. İnsanlık ortak paydasının altında farklı din ve inanca sahip olmak bir alt kimlik olarak herkesin sahip olduğu bir kimliktir.
İnsanların kendilerinin sahip oldukları din ve inançları öne çıkarmak sureti ile , kendilerinin dışındaki insanlara hayat hakkı tanınmaması gerektiğine dair olan düşünceleri dünyada fesadın yayılmasına sebep olan en büyük etkendir.
Kur'an bu konuda bizlere nasıl bir yol izlememiz gerektiğini beyan eden ayetleri ihtiva etmektedir. İnsanın farklı bir inanca sahip olduğu gerekçesi ile ona sövmenin , hakaret etmenin , incitmenin yanlış olduğu beyan eden Enam s. 108. ayetini ve bu konudaki bazı ayetleri baz alarak yaşanan Müslüman hayatı , bütün insanlara örnek olacak ve dünyada fesadın değil ıslahın yayılmasına ön ayak olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)