Yazımıza konu etmeye çalışacağımız kavramlar, Kur'an içinde sıkça geçen ve büyük bir öneme haiz kavramlardan olmasına rağmen, bu kavramların anlam alanı konusunda farklı mülahazaların bulunduğu, her fırkanın bu kavramları kendi anlayışları çerçevesinde tarif etmeye çalıştığı da bir gerçektir.
Bu kavramlar hakkında yazılabilecek bir çok şey olmasına rağmen, biz yazımızı, bu kavramların anlam alanı üzerinde sınırlı tutarak, özellikle Mümin Kimdir? sorusu üzerinde durmaya çalışacağız. Bu kavram üzerinde durmaya çalışırken, bazı kimseler tarafından ortaya atılan, Müslüman bir kimliğe sahip olmadığı halde insanlık için faydalı işler yapan kişilerin ahiretteki durumlarının ne olduğu sorusuna da cevap vermeye çalışacağız.
[004.124] Erkek veya kadın, mümin olarak, kim yararlı işler işlerse, işte
onlar cennete girerler, kendilerine zerre kadar zulmedilmez.
[016.097] Kadın, erkek, mümin olarak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir
hayat yaşatacağız. Ecirlerini yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz.
[017.019] Kim de ahireti isterse ve mümin olarak kendine yaraşır bir çaba
ile onun için çalışırsa, öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir.
[020.112] Her kim de mümin olarak salih amelleri işlerse, artık o, ne bir
haksızlıktan ve ne de çiğnenmekden korkar.
[021.094] Artık kim mü'min olarak yararlı işlerden bir iş yaparsa, onun
çalışmasına nankörlük edilmeyecek; şüphesiz Biz onun hesabına yazarız.
[040.040] Kim bir kötülük işlerse, onun kadar ceza görür. Kim de kadın veya
erkek, mümin olarak salih amel işlerse işte onlar, cennete girecekler, orada
onlara hesapsız rızık verilecektir.
Yukarıdaki ayet meallerine baktığımızda, ayetlerdeki ortak noktanın cennete girme şartının "Mümin olarak salih amel işlemek" şartına bağlandığını görmekteyiz. Böyle bir durum, mümin olmayan fakat salih amel işleyenlerin durumlarının ne olduğu sorusunu beraberinde getirmektedir. Bu sorunun cevabı için öncelikle Mümin kavramının anlamı üzerinde durmak gerektiğini düşünmekteyiz.
Bu kavramın Müslümanlar arasındaki yaygın olan tarifinin, kanaatimizce pek doğru olmadığını düşündüğümüzü baştan söyleyerek, bu kavrama bir çok kimse için sıra dışı olarak görülebilecek bir tarif getirmenin, bu konuda oluşan bazı sorulara daha kolay cevap bulunabilmesi açısından gerekli olduğunu düşünmekteyiz.
Kanaatimizce Mümin kavramının anlam alanını tespit edebilmek için insanları, 1- Vahiy ile muhatap olanlar, 2- Vahiy ile muhatap olmayanlar olarak ikiye ayırmak gerekmektedir. Ne yazıktır ki böyle bir ayrımın yapılmaması neticesinde ortaya konulan Mümin, Kafir kavramlarının tarifi, bir çok insanın kafasında oluşmuş olan sorulara cevap verememekte, haşa Allah (c.c) nin adaletinin kullar tarafından sorgulanmasına sebep olmaktadır.
Vahiy ile muhatap olan bir kimseye Mümin denilebilmesi için, o kişinin vahiy tarafından ortaya konulan bütün dini esaslara kayıtsız şartsız inanması gerekmektedir. Kendisine vahiy ile ulaşmış olan bilgiyi anlayarak ve bilerek ret eden bir kimsenin mümin olarak görülmesi mümkün değildir.
Vahiy ile muhatap olan kişilerin yaşadığı bölgeler, genel olarak islam coğrafyası olup, bu coğrafyada yaşayan insanların hemen hemen tamamı bir şekilde vahiy ile muhatap olmuş, ve onların vahiy ile muhatap olmuş olmaları, onları Kur'an içindeki hükümlerle aynı zamanda sorumlu kılmaktadır.
Fakat bir de bu coğrafya dışında yaşayan insanların bulunduğu, onların da bizler tarafından Kafir olarak görüldüğü bir gerçeği vardır. Bu durumda bir kişinin kafir olarak görülmesinin kriterinin ne olması gerektiği gündeme gelmektedir. Bizler tarafından kafir olarak görülen insanlara herhangi bir şekilde vahyin ulaşıp ulaşmadığı, ve onların kendilerine ulaşan vahyi ret ettiği konusunda kesin bilgi sahibi olmadan, o kişinin kafir olduğuna hükmetmek doğru bir karar olmayacaktır. Maalesef bir çok Müslümanın zihnindeki kafir portresi, İslam coğrafyası dışında yaşayan bütün insanları kapsamakta, İslam coğrafyası dışındaki insanların tamamı kafir olarak görülmektedir.
Bu meyanda dünyanın İslam coğrafyası dışında yaşayan ve İslam dini dışındaki dinlere tabi olan, fakat bir çok Müslümandan daha dürüst, daha erdemli, insanlığa daha faydalı olanların cehenneme mi gideceği sorusu, bir çok insanın zihninde cevap aramaktadır.
İslam coğrafyası dışında yaşayan bütün toplulukların, ve o topluluklarda yaşayan bütün fertlerin hepsinin kafir olduğunu düşünmek veya iddia etmek, kanaatimizce doğru bir yaklaşım değildir. Bu topluluklar içinde yaşayan, fakat Mümin olan insanlarında var olabileceği, maalesef bir çok Müslümanın aklının ucundan dahi geçmemektedir.
Bizim böyle bir düşünce ortaya atmış olmamız, Müslüman olmayan bir toplumda yaşayan bir insanın, nasıl mümin olarak görülebileceği sorusunu da beraberinde getirecektir.
Burada, İslam toplumu içinde doğmuş olan bir insan ile, ineğe, taşa, tahtaya tapan, yani müşrik bir toplumda doğan insanın fıtri olarak eşit şartlarda dünyaya geldiklerini bilmek, ve hesap gününde insanların kendilerine ulaşan bilgiden sorumlu tutulacaklarını dikkate almak önemli bir husustur. Afrika'nın balta girmemiş ormanlarında toteme tapan bir toplumda doğan çocuk ile, Mekke'nin göbeğinde doğan çocuğun fıtratı eşit düzeyde olup, bu şartlarda doğan çocuklar ahirette kendilerine ulaşan bilgi kadar sorumlu olacaklardır.
Mekke'nin göbeğinde doğan çocuk, vahiy ile muhatap olmuş bir toplumda doğduğu için, dolayısı ile ilerleyen yaşlarında o da vahiy ile muhatap olacak, ve vahyin kendisini sorumlu tuttukları ile hayatına yön vermek zorunda kalacak, ahirette ise kendisine ulaşan vahiy ile sorumlu tutulacaktır.
Afrika'nın balta girmemiş ormanlarında toteme tapan bir toplumda doğan çocuk, vahiy ile muhatap olmadığı için, bu çocuğun ahiretteki durumu, fıtratına yüklenmiş olan bilgi ile sınırlı kalacak, vahyin ona yüklediği hac, oruç, namaz, içki yasağı, domuz eti yasağı v.s gibi görevleri yerine getirip getirmediğinden sorulmayacaktır.
"Peki bu kişi ahirette hangi konulardan sorumlu olacaktır" diye sorulduğunda bunun cevabını Araf s. 172. ve 173. ayetlerde bulmaktayız.
[007.172-173] Hem Rabbin Ademoğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp onları
nefislerine karşı şahit tutarak: «Rabbiniz değil miyim?» diye şahit gösterdiği
zaman «Evet Rabbimizsin, şahidiz !» dediler. Kıyamet günü «Bizim bundan
haberimiz yoktu!» demeyesiniz,Yahut, «Ancak, atalarımız şirk koştular, biz ise onlardan sonra gelen bir nesil
idik; şimdi o batılı tesis edenlerin yaptıklarıyla bizi helak mı edeceksiniz?»
demeyesiniz diye.
Bu ayetler bizlere dünyaya gelen insanların fıtratına, Allah'ı rab olarak tanıma bilgisinin konulduğunu haber vermektedir. Buna göre hiç bir şekilde vahyi bilgi ile buluşmamış bir kişiye ahirette sadece Allah'a başka bir şeyi ortak koşup koşmadığından sorulacak, şayet bu kişi hayatında kavminin tapmış olduğu totemi, İbrahim (a.s) ın Enam suresi içinde geçen kıssasında gördüğümüz gibi, "Bunları da bir yaratan var" diyerek ret etmiş ise, bu kişi hayatında namaz hac, oruç gibi vahyi bilgileri yerine getirMEmiş olsa da bu kişi MÜMİNdir.
Şimdi acaba hangimiz, bugün müşrik toplumda yetiştiği, ve sadece adı yabancı bir isim olduğu için bir kimseye kafir veya müşrik diyebiliriz?.
El cevap= Bu kimselerin bilerek ve isteyerek Allah'a ortak koştukları konusunda elimizde kesin bilgiler şayet varsa bu kimselere kafir veya müşrik diyebiliriz, aksi takdirde elimizde herhangi kesin bir bilgi olmadan, bu kimseler sadece İslam coğrafyası dışında yaşıyor diye bu kimleri toptan kafir ve müşrik olarak görmek sadece zanna tabi olmaktır. Dolayısı ile bu kimselerin direk cehenneme gideceklerini iddia etmek hatalı olacaktır.
Sonuç olarak: Mümin kavramının anlam alanına sadece İslam coğrafyası dahilinde yaşayan insanların girdiği düşüncesi kanaatimizce doğru bir düşünce değildir. Mümin kavramının anlam alanını kendisine vahiy ulaşmış, ve ulaşmamış olarak ikiye ayırmanın daha sağlıklı bir yaklaşım olacağını düşünmekteyiz.
Bir kimsenin mümin veya kafir olarak görülmesinin kriterinin, o kişinin yaşadığı toplumun ağırlıklı inancı ile değerlendirilmesi isabetli bir yaklaşım değildir. İslam coğrafyası içinde yaşayan mümin olmayan kişiler olabileceği gibi, İslam coğrafyası dışında yaşayan müminlerde olabilir. Bu kişilerin, Hans, George, Michael, Barbara v.s gibi yabancı isimler olsa da, fıtratları bozulmamış ise bunlara kafir demek doğru olmayacaktır. Belki onlar bu isimlerle gayri müslim bir toplulukta yaşasalar dahi, mensup oldukları topluluğun yaşadığı inancı sahiplenmemekle bile içlerinde doğru bir Allah inancı olabileceği mümkündür.
Kendisine vahiy ulaşmamış fakat fıtratında mevcut bulunan Allah'ı rab olarak tanıma yetisini kullanarak puta tapan bir toplumda yetişen, fakat o putlara tapmayı ret ederek onların da bir yaratıcısı olduğuna inanan her bireyin de bir MÜMİN olduğu unutulmamalıdır.
Bu sebepten dolayı bazı kimseler tarafından sorulan "Edison cehenneme mi gidecek?, Rachel Corrie cehenneme mi gidecek" gibi soruların cevabını, bizler değil onları yaratan en doğru, en adil şekilde verecektir. Çünkü bizler o gibi kimselerin kafir veya müşrik olduğu konusunda şayet kesin bir bilgi sahibi değilsek ki çoğumuz değiliz, bundan dolayı bizlerden onların ahiretteki durumları konusunda herhangi bir cevap beklenemez.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
28 Nisan 2018 Cumartesi
15 Nisan 2018 Pazar
Bakara s. 134. ve 141. Ayetlerinin Bize Dönük Mesajı Üzerine
Kur'an ayetlerinin Medine'de inen büyük bir kısmı, Yahudi ve Hristiyanları muhatap almakta, onların yaptıkları yanlışlara dikkat çekerek, yanlışın yerine doğruyu ikame etmektedir. Onlar ile ilgili ayetlerin sadece ilk muhataplar ile sınırlı olduğunu düşünmek, eksik bir anlama yöntemi olacaktır. Şayet o ayetlerin onlara ne dediği doğru anlaşılacak olursa, onların düştüğü aynı hatalara Müslümanlar olarak bizlerin de düştüğünü görebilir, o ayetler ile bizlerin de muhatap olduğunu anlayabilir, hatalarımızı yeniden gözden geçirmek ihtiyacını duyabiliriz.
Yazımızda, birbirinin aynısı olan Bakara s. 134. ve 141. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerden bizlere ne gibi mesajlar çıkarılabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız.
تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ ۖ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ ۖ وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Bu ayetlerin son cümlesi olan وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ ibaresinin çevirisinin ekseriyetle "Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz" şeklinde yapıldığını, fakat bu çevirinin bağlam ile pek uyuşmadığına, bundan önceki bir yazımızda değinmeye çalışmış, aşağıdaki şekilde bir anlam vermeye çalışmıştık. Bu yazının konusu ise, ilgili ayetlerin mesajı üzerinde durmaya çalışmaktır.
---Bakara s. 134-141 Onlar bir topluluktu geldi geçti. Onların kazandıkları sadece kendileri içindir, sizin kazandıklarınız da sadece kendiniz içindir. Siz onların yapmış oldukları amellerden (hesap gününde) herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız.
Ayet içindeki Onlar ifadesinden, ayetin önceki ayetler ile bir bağlantısı olduğu anlaşılmakta, ve ayetlerin bu bağlantı dikkate alınarak okunması gerekmektedir. Yahudi ve Hristiyanların İbrahim (a.s) ve onun neslinden gelen elçileri sahiplenerek onların kendilerinden oldukları iddiaları bu ayetler ile yakından alakalıdır.
Bakara 132- İbrahim, sahip olduğu bu inancı oğullarına da öğütleyerek, aynı yolu takip etmelerini tembihledi. (İbrahim'in yolunu izleyen torunu) Yakup'ta aynı şekilde bu inancı oğullarına öğütleyerek, "Ey oğullarım Allah muhakkak sizin için bu dini seçti, siz asla ona teslim olmuşlardan başka bir inanca sahip olarak can vermeyin" (diye oğullarını tembihledi).
---Bakara 133- (Ey Yahudi ve Hristiyanlar) Yoksa siz Yakub'un ölümü anında onun yanında mı idiniz? (de onun sizin gibi inandığını söylüyorsunuz). Yakup oğullarına "Ben öldükten sonra da kime kulluk etmeye devam edeceksiniz?" dediğinde, oğulları ona "Senin ilahına, ve ataların İbrahim, İsmail, İshak'ın ilahına, bir tek ilah olarak onu tanıyarak ona kulluk etmeye devam edecek, ve sadece ona teslim olacağız" dediler.
---Bakara 134- Onlar bir topluluktu geldi geçti. Onların kazandıkları sadece kendileri içindir, sizin kazandıklarınız da sadece kendiniz içindir. Siz onların yapmış oldukları amellerden (hesap gününde) herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız.
---Bakara 135- (Yahudiler ve Hristiyanlar) "Yahudi ve Hristiyan olun ki, doğru yolu bulmuş olasınız" dediler. (Onlara) De ki: Hayır söyledikleriniz doğru değil, Doğru yolu bulmak Hanif ve Allah'a ortak koşmayan İbrahim'in tabi olduğu yaşam tarzına uymak ile mümkündür.
---Bakara 136- (Sizi kendilerine çağıran Yahudi ve Hristiyanlara) Şöyle deyin: Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve Nebilere Rablerinden verilenlere inandık. Onların aralarında (sizin yaptığınız gibi) ayrım yapmayız (hepsine inanırız). Bizler Allah'a teslim olanlarız.
---Bakara 137- Onlar Allah'a, sizin inandığınız gibi inanırlar ise, doğru yolu bulmuş olurlar. Eğer (böyle inanmak yerine) yüz çevirecek olurlarsa size muhalefet etmişlerdir. (Sana düşmanlık edecek olurlarsa) Allah, onların düşmanlıklarına karşı sana kafi gelecektir. O işiten ve bilendir.
---Bakara 138- Allah'ın dini, dini Allah'tan daha güzel olan kimdir?. Biz sadece ona kulluk edenleriz (deyin).
---Bakara 139- (Yahudi ve Hristiyanlara) De ki: Allah sizin de bizim de Rabbimiz olduğu halde, onun (elçilerini kimlerden seçeceği) hakkında mı tartışıyorsunuz?. Bizim yaptıklarımızın karşılığı bize, sizin yaptıklarınızın karşılığı sizedir. Biz dinimizi sadece ona has kılanlarız.
---Bakara 140- Yoksa siz İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunları Yahudi veya Hristiyan idi mi diyorsunuz?. (Onlara) De ki: (Onların ne olduklarını) siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah'mı (daha iyi biliyor)?. Kendisinde mevcut olan saklanmaması gereken bir bilgiyi, Allah'tan gizleyen bir kimseden daha zalim kim olabilir?.
---Bakara 141- Onlar bir topluluktu geldi geçti. Onların kazandıkları sadece kendileri içindir, sizin kazandıklarınız da sadece kendiniz içindir. Siz onların yapmış oldukları amellerden (hesap gününde) herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız.
Yahudi ve Hristiyanlar, İbrahim (a.s) ve onun zürriyetinden gelen elçilerin, kendileri ile aynı inanca sahip olduklarını iddia etmekte, fakat Allah (c.c) Yahudi ve Hristiyanların, o elçilerin taşıdıkları inanç ile alakaları olmadığını bildirmektedir. Bu topluluklar sahip oldukları yanlış inanca bu elçileri ortak ederek, bir şekilde onlara iftira atmakta idiler.
Çünkü bir yanlışı insanlara empoze edebilmenin en etkili yollarından birisi, o yanlışa o toplumun sevdiği ve saygı duyduğu insanların da sahip çıktığı şeklinde yapılan propagandadır. Cahil halk kesimi, bu tür propagandalara çabuk inanmakta, "Onlar inanıyorsa veya öyle diyorsa vardır bir bildikleri" diyerek, yanlışa kolayca teslim olmaktadır.
Ayetler, Yahudi ve Hristiyanların bu elçilere sözde tabi olduklarını iddia ederek, özde tabi olunmamasını eleştirmekte, göstermelik bir tabi olmanın, ahirette herhangi bir getirisi olmayacağını, elçilerin yaptıklarının kendilerine hayır getireceğini, bu elçilerin yaptıklarından kendilerine herhangi bir pay olduğuna inananların, bu inançlarının boşa çıkacağını hatırlatmaktadır. Ahirette iyi bir paya sahip olmanın yolunun, elçilerin kendilerinden oldukları gibi sözlerle avunmaktan değil, o elçilerin yolunu takip etmekten geçtiği özellikle vurgulanmaktadır.
Ayetler, elçileri sahiplenmenin doğru adresini kendi indi kabulleri doğrultusunda değil, Allah'ın gösterdiği doğrular olarak göstermektedir. Elçileri kuru kuruya sahiplenmenin kimseye bir faydası olmadığı, onlara tabi olmanın, onların gönderiliş amaçlarına uygun olarak şekillenmesi gerektiğini bildirmektedir. Ayetlerde zikri geçen ve geçmeyen bütün elçilerin ortak paydası, insanları yalnız Allah'ı İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmeye çağırmaları, ve onlara bu konuda önderlik yapmalarıdır. Bu önderlikleri dikkate alınmayan elçilere tabi olduğunu iddia etmek, kuru laftan başka bir anlam taşımayacaktır.
İbrahim (a.s) ın müşrik olmadığının bir çok yerde hatırlatılması, elçilerin gerçek inancı ile onları sahiplenenler arasında bir alaka olmadığına dikkatleri çekmeyi amaçlamakta, asıl olanın elçilerin sahip olduğu inancı benimsemek olduğu özellikle vurgulanmaktadır.
Hülasa, Yahudi ve Hristiyanların eleştirilen yönleri, elçileri örnek alan bir hayatı tercih etmeleri gerekirken, elçilerin geliş amaçlarını boşa çıkaran bir hayatı tercih etmeleridir.
Bu ayetlerin Müslüman hayatındaki yeri nedir? sorusu sorulduğunda ise, şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır;
Bilindiği üzere hadis literatürümüzde Uydurma Hadis olarak bildiğimiz bir hadis türü vardır. Bu kategoride değerlendirilen hadislerin Muhammed (a.s) a ait olmadığı, onun adına yalan olarak uydurulduğu bilinmektedir. Bu konuda asıl mesele Müslümanların neden böyle bir yalan üretmek ihtiyaç hissettiği, yani neden Muhammed (a.s) ın adını kullanarak yalanlarına onu da alet ettikleridir.
Malum olduğu üzere Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında bir takım saikler sonucunda Müslümanlar farklı fırkalara bölünmüş, birbirleri ile kanlı bıçaklı olmuşlardır. Bu fırkaların her biri kendisinin haklı olduğunu ileri sürmekte, bu haklılığının ise dini bir temele dayandırarak insanları ikna etme yoluna gitmekteydi. Her fırka kendi haklılığına, düşman fırkanın ise haksızlığına, dini bir kılıf uydurmak amacıyla Muhammed (a.s) ı alet ederek, onun adına bir takım sözler uydurmuştur.
Bu durumun konumuz olan ayetleri ile ilgisi nedir? diye sorduğumuzda, fırkaların Muhammed (a.s) a tabi olmak yerine, Muhammed (a.s) ı kendilerine tabi kılmak gibi bir düşünce içinde oldukları cevabını verebiliriz. Bu durum ise, konumuz olan ayetlerdeki Yahudi ve Hristiyanların elçilere karşı takındıkları tavır ile eşdeğerdir. Nasıl ki Yahudi ve Hristiyanlar, elçilere tabi olmak yerine, elçileri kendilerine tabi kıldırmak yolu ile onları istismar etmek yolunu seçmişlerse, Müslümanlarda aynı yolu izleyerek, Muhammed (a.s) ı sanki kendi fırkalarının mensubu bir kişi olarak göstermişler, aynı yöntem bugün de sürmektedir.
Bugün de günümüzde Müslümanların fırka fırka oldukları bir gerçektir. Bu fırkaların hemen hemen tamamının, Kur'an'a ve Muhammed (a.s) a iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen, Kur'an ve Muhammed (a.s), maalesef Müslümanların hayatında olması gerektiği yerde değildir. Özellikle Muhammed (a.s) bu fırkaların tamamı tarafından sahiplenilmekte, her fırka Muhammed (a.s) ı görmek istediği şekilde görerek, mensup olduğu hizbin sanki bir ferdi haline sokmaktadır.
Muhammed (a.s) ile ilgili sohbetler bütün fırkaların meclislerinde başı çekmekte, fakat bu fırkaların sohbetlerindeki peygamber, ömrü boyunca şirke karşı sanki hiç mücadele etmemiş, hayatı namaz kılmak ile geçmiş, işi gücü mucize göstermek olan, ümmetine nasıl bevl edeceğini, yemeği hangi elle yiyeceğini, sarığı, sakalı, misvağı öğreten bir şahsiyet haline getirilmiştir.
Bugün bir çok Müslümanın zihninde yer etmiş olan böyle bir peygamber algısının, gerçek Muhammed (a.s) ile zerre kadar alakası yoktur. Bugün onun menkıbeleri ile vakit geçirerek onu andıklarını, onun yolundan gittiklerini zannedenler maalesef, geçmişte Yahudi ve Hristiyanların uğradığı eleştirilerin birebir muhatabıdır.
Gerçek Muhammed (a.s) yaşamı boyunca şirke karşı mücadele eden, insanların sadece Allah'ı İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini tebliğ eden ve bu yönde onlara örneklik eden bir kişidir. Onun bu kişiliği maalesef gündem edilmemekte, suya sabuna dokunmamış bir peygamber kişiliği öne çıkarılmak sureti ile örnekliği buharlaştırılmaktadır.
Eğer bugün Muhammed (a.s) konuşulacak ise onun Nebi Resul kimliği yaptığı ve bize dair örneklik taşıyan yaptıkları konuşulmalı, ve bu konuşmaların amacı ise onu yüceltmek amacına değil, onun örnekliğini içselleştirmeye dair olmalıdır. Aksi takdirde Yahudi ve Hristiyanların düştüğü durumdan kurtulmamız mümkün olmayacaktır.
Sonuç olarak: Allah (c.c) elçilerini bizlere doğru yolu göstermeleri için göndermiş olmasına rağmen , insanlar onların öğretileri terk ederek, o elçileri kendi ürettikleri indi düşünceleri doğrultusunda yürüyen kişiler haline getirmiştir. Kur'an, Yahudi ve Hristiyanları bu yaptıklarından ötürü eleştirmekte, aynı hataya bizlerin de düşmüş olabileceği çoğumuzun aklına dahi gelmemektedir. Şu anda bir çok Müslümanın zihninde yaşayan peygamber portresi maalesef Kur'an'ın peygamberi değil, fırkaların ürettiği masal kahramanı bir peygamber portresidir.
Böyle bir peygamber portresinin asla kabul edilebilir olmadığını, Kur'an Yahudi ve Hristiyanların elçilere karşı yaptığı yanlış tasarruflar üzerinden göstermekte, bizleri de aynı yanlışa düşmememiz konusunda uyarmaktadır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yazımızda, birbirinin aynısı olan Bakara s. 134. ve 141. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerden bizlere ne gibi mesajlar çıkarılabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız.
تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ ۖ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ ۖ وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Bu ayetlerin son cümlesi olan وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ ibaresinin çevirisinin ekseriyetle "Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz" şeklinde yapıldığını, fakat bu çevirinin bağlam ile pek uyuşmadığına, bundan önceki bir yazımızda değinmeye çalışmış, aşağıdaki şekilde bir anlam vermeye çalışmıştık. Bu yazının konusu ise, ilgili ayetlerin mesajı üzerinde durmaya çalışmaktır.
---Bakara s. 134-141 Onlar bir topluluktu geldi geçti. Onların kazandıkları sadece kendileri içindir, sizin kazandıklarınız da sadece kendiniz içindir. Siz onların yapmış oldukları amellerden (hesap gününde) herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız.
Ayet içindeki Onlar ifadesinden, ayetin önceki ayetler ile bir bağlantısı olduğu anlaşılmakta, ve ayetlerin bu bağlantı dikkate alınarak okunması gerekmektedir. Yahudi ve Hristiyanların İbrahim (a.s) ve onun neslinden gelen elçileri sahiplenerek onların kendilerinden oldukları iddiaları bu ayetler ile yakından alakalıdır.
Bakara 132- İbrahim, sahip olduğu bu inancı oğullarına da öğütleyerek, aynı yolu takip etmelerini tembihledi. (İbrahim'in yolunu izleyen torunu) Yakup'ta aynı şekilde bu inancı oğullarına öğütleyerek, "Ey oğullarım Allah muhakkak sizin için bu dini seçti, siz asla ona teslim olmuşlardan başka bir inanca sahip olarak can vermeyin" (diye oğullarını tembihledi).
---Bakara 133- (Ey Yahudi ve Hristiyanlar) Yoksa siz Yakub'un ölümü anında onun yanında mı idiniz? (de onun sizin gibi inandığını söylüyorsunuz). Yakup oğullarına "Ben öldükten sonra da kime kulluk etmeye devam edeceksiniz?" dediğinde, oğulları ona "Senin ilahına, ve ataların İbrahim, İsmail, İshak'ın ilahına, bir tek ilah olarak onu tanıyarak ona kulluk etmeye devam edecek, ve sadece ona teslim olacağız" dediler.
---Bakara 134- Onlar bir topluluktu geldi geçti. Onların kazandıkları sadece kendileri içindir, sizin kazandıklarınız da sadece kendiniz içindir. Siz onların yapmış oldukları amellerden (hesap gününde) herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız.
---Bakara 135- (Yahudiler ve Hristiyanlar) "Yahudi ve Hristiyan olun ki, doğru yolu bulmuş olasınız" dediler. (Onlara) De ki: Hayır söyledikleriniz doğru değil, Doğru yolu bulmak Hanif ve Allah'a ortak koşmayan İbrahim'in tabi olduğu yaşam tarzına uymak ile mümkündür.
---Bakara 136- (Sizi kendilerine çağıran Yahudi ve Hristiyanlara) Şöyle deyin: Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve Nebilere Rablerinden verilenlere inandık. Onların aralarında (sizin yaptığınız gibi) ayrım yapmayız (hepsine inanırız). Bizler Allah'a teslim olanlarız.
---Bakara 137- Onlar Allah'a, sizin inandığınız gibi inanırlar ise, doğru yolu bulmuş olurlar. Eğer (böyle inanmak yerine) yüz çevirecek olurlarsa size muhalefet etmişlerdir. (Sana düşmanlık edecek olurlarsa) Allah, onların düşmanlıklarına karşı sana kafi gelecektir. O işiten ve bilendir.
---Bakara 138- Allah'ın dini, dini Allah'tan daha güzel olan kimdir?. Biz sadece ona kulluk edenleriz (deyin).
---Bakara 139- (Yahudi ve Hristiyanlara) De ki: Allah sizin de bizim de Rabbimiz olduğu halde, onun (elçilerini kimlerden seçeceği) hakkında mı tartışıyorsunuz?. Bizim yaptıklarımızın karşılığı bize, sizin yaptıklarınızın karşılığı sizedir. Biz dinimizi sadece ona has kılanlarız.
---Bakara 140- Yoksa siz İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunları Yahudi veya Hristiyan idi mi diyorsunuz?. (Onlara) De ki: (Onların ne olduklarını) siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah'mı (daha iyi biliyor)?. Kendisinde mevcut olan saklanmaması gereken bir bilgiyi, Allah'tan gizleyen bir kimseden daha zalim kim olabilir?.
---Bakara 141- Onlar bir topluluktu geldi geçti. Onların kazandıkları sadece kendileri içindir, sizin kazandıklarınız da sadece kendiniz içindir. Siz onların yapmış oldukları amellerden (hesap gününde) herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız.
Yahudi ve Hristiyanlar, İbrahim (a.s) ve onun zürriyetinden gelen elçilerin, kendileri ile aynı inanca sahip olduklarını iddia etmekte, fakat Allah (c.c) Yahudi ve Hristiyanların, o elçilerin taşıdıkları inanç ile alakaları olmadığını bildirmektedir. Bu topluluklar sahip oldukları yanlış inanca bu elçileri ortak ederek, bir şekilde onlara iftira atmakta idiler.
Çünkü bir yanlışı insanlara empoze edebilmenin en etkili yollarından birisi, o yanlışa o toplumun sevdiği ve saygı duyduğu insanların da sahip çıktığı şeklinde yapılan propagandadır. Cahil halk kesimi, bu tür propagandalara çabuk inanmakta, "Onlar inanıyorsa veya öyle diyorsa vardır bir bildikleri" diyerek, yanlışa kolayca teslim olmaktadır.
Ayetler, Yahudi ve Hristiyanların bu elçilere sözde tabi olduklarını iddia ederek, özde tabi olunmamasını eleştirmekte, göstermelik bir tabi olmanın, ahirette herhangi bir getirisi olmayacağını, elçilerin yaptıklarının kendilerine hayır getireceğini, bu elçilerin yaptıklarından kendilerine herhangi bir pay olduğuna inananların, bu inançlarının boşa çıkacağını hatırlatmaktadır. Ahirette iyi bir paya sahip olmanın yolunun, elçilerin kendilerinden oldukları gibi sözlerle avunmaktan değil, o elçilerin yolunu takip etmekten geçtiği özellikle vurgulanmaktadır.
Ayetler, elçileri sahiplenmenin doğru adresini kendi indi kabulleri doğrultusunda değil, Allah'ın gösterdiği doğrular olarak göstermektedir. Elçileri kuru kuruya sahiplenmenin kimseye bir faydası olmadığı, onlara tabi olmanın, onların gönderiliş amaçlarına uygun olarak şekillenmesi gerektiğini bildirmektedir. Ayetlerde zikri geçen ve geçmeyen bütün elçilerin ortak paydası, insanları yalnız Allah'ı İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmeye çağırmaları, ve onlara bu konuda önderlik yapmalarıdır. Bu önderlikleri dikkate alınmayan elçilere tabi olduğunu iddia etmek, kuru laftan başka bir anlam taşımayacaktır.
İbrahim (a.s) ın müşrik olmadığının bir çok yerde hatırlatılması, elçilerin gerçek inancı ile onları sahiplenenler arasında bir alaka olmadığına dikkatleri çekmeyi amaçlamakta, asıl olanın elçilerin sahip olduğu inancı benimsemek olduğu özellikle vurgulanmaktadır.
Hülasa, Yahudi ve Hristiyanların eleştirilen yönleri, elçileri örnek alan bir hayatı tercih etmeleri gerekirken, elçilerin geliş amaçlarını boşa çıkaran bir hayatı tercih etmeleridir.
Bu ayetlerin Müslüman hayatındaki yeri nedir? sorusu sorulduğunda ise, şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır;
Bilindiği üzere hadis literatürümüzde Uydurma Hadis olarak bildiğimiz bir hadis türü vardır. Bu kategoride değerlendirilen hadislerin Muhammed (a.s) a ait olmadığı, onun adına yalan olarak uydurulduğu bilinmektedir. Bu konuda asıl mesele Müslümanların neden böyle bir yalan üretmek ihtiyaç hissettiği, yani neden Muhammed (a.s) ın adını kullanarak yalanlarına onu da alet ettikleridir.
Malum olduğu üzere Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında bir takım saikler sonucunda Müslümanlar farklı fırkalara bölünmüş, birbirleri ile kanlı bıçaklı olmuşlardır. Bu fırkaların her biri kendisinin haklı olduğunu ileri sürmekte, bu haklılığının ise dini bir temele dayandırarak insanları ikna etme yoluna gitmekteydi. Her fırka kendi haklılığına, düşman fırkanın ise haksızlığına, dini bir kılıf uydurmak amacıyla Muhammed (a.s) ı alet ederek, onun adına bir takım sözler uydurmuştur.
Bu durumun konumuz olan ayetleri ile ilgisi nedir? diye sorduğumuzda, fırkaların Muhammed (a.s) a tabi olmak yerine, Muhammed (a.s) ı kendilerine tabi kılmak gibi bir düşünce içinde oldukları cevabını verebiliriz. Bu durum ise, konumuz olan ayetlerdeki Yahudi ve Hristiyanların elçilere karşı takındıkları tavır ile eşdeğerdir. Nasıl ki Yahudi ve Hristiyanlar, elçilere tabi olmak yerine, elçileri kendilerine tabi kıldırmak yolu ile onları istismar etmek yolunu seçmişlerse, Müslümanlarda aynı yolu izleyerek, Muhammed (a.s) ı sanki kendi fırkalarının mensubu bir kişi olarak göstermişler, aynı yöntem bugün de sürmektedir.
Bugün de günümüzde Müslümanların fırka fırka oldukları bir gerçektir. Bu fırkaların hemen hemen tamamının, Kur'an'a ve Muhammed (a.s) a iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen, Kur'an ve Muhammed (a.s), maalesef Müslümanların hayatında olması gerektiği yerde değildir. Özellikle Muhammed (a.s) bu fırkaların tamamı tarafından sahiplenilmekte, her fırka Muhammed (a.s) ı görmek istediği şekilde görerek, mensup olduğu hizbin sanki bir ferdi haline sokmaktadır.
Muhammed (a.s) ile ilgili sohbetler bütün fırkaların meclislerinde başı çekmekte, fakat bu fırkaların sohbetlerindeki peygamber, ömrü boyunca şirke karşı sanki hiç mücadele etmemiş, hayatı namaz kılmak ile geçmiş, işi gücü mucize göstermek olan, ümmetine nasıl bevl edeceğini, yemeği hangi elle yiyeceğini, sarığı, sakalı, misvağı öğreten bir şahsiyet haline getirilmiştir.
Bugün bir çok Müslümanın zihninde yer etmiş olan böyle bir peygamber algısının, gerçek Muhammed (a.s) ile zerre kadar alakası yoktur. Bugün onun menkıbeleri ile vakit geçirerek onu andıklarını, onun yolundan gittiklerini zannedenler maalesef, geçmişte Yahudi ve Hristiyanların uğradığı eleştirilerin birebir muhatabıdır.
Gerçek Muhammed (a.s) yaşamı boyunca şirke karşı mücadele eden, insanların sadece Allah'ı İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini tebliğ eden ve bu yönde onlara örneklik eden bir kişidir. Onun bu kişiliği maalesef gündem edilmemekte, suya sabuna dokunmamış bir peygamber kişiliği öne çıkarılmak sureti ile örnekliği buharlaştırılmaktadır.
Sonuç olarak: Allah (c.c) elçilerini bizlere doğru yolu göstermeleri için göndermiş olmasına rağmen , insanlar onların öğretileri terk ederek, o elçileri kendi ürettikleri indi düşünceleri doğrultusunda yürüyen kişiler haline getirmiştir. Kur'an, Yahudi ve Hristiyanları bu yaptıklarından ötürü eleştirmekte, aynı hataya bizlerin de düşmüş olabileceği çoğumuzun aklına dahi gelmemektedir. Şu anda bir çok Müslümanın zihninde yaşayan peygamber portresi maalesef Kur'an'ın peygamberi değil, fırkaların ürettiği masal kahramanı bir peygamber portresidir.
Böyle bir peygamber portresinin asla kabul edilebilir olmadığını, Kur'an Yahudi ve Hristiyanların elçilere karşı yaptığı yanlış tasarruflar üzerinden göstermekte, bizleri de aynı yanlışa düşmememiz konusunda uyarmaktadır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
4 Nisan 2018 Çarşamba
Resule İtaat Edin Emrinin Bugünkü Muhataplar Açısından Anlamı Üzerine
Kur'an'ın bir çok ayetinde Allah (c.c) nin "Allah'a ve Resulüne itaat edin" mealinde verdiği emirler, herkesçe malumdur. Bu emirlerin anlaşılması ve uygulanması ilk muhataplar nezdinde herhangi bir sorun teşkil etmemiş olmasına karşın, sonraki nesillerde değişen din algıları neticesinde, özellikle "Resule itaat edin" emri konusu üzerinde bir takım spekülasyonlara gidildiği, bunun sonucunda ise bu emrin bugün, hadis kitaplarındaki rivayetlere itaat etmek şeklinde anlaşıldığını görmekteyiz. Yazımızda, "Resule itaat edin" emrinin sonraki muhataplar olan bizler nezdinde nasıl bir yere oturması gerektiği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Bir insanın Allah (c.c) tarafından Resul olarak görevlendirilmesinin ne anlama geldiğinin bilinmesi, bu görevi yüklenen kişinin görev ve yetki alanının sınırlarının belirlenmesi, bugün bu emrin nasıl anlaşılması konusunda bizlere yardımcı olacaktır.
Allah (c.c) nin Nebi Resul olarak tanımladığı kimseler, onun kullarına dair olan emir ve yasaklarını iletmekle görevli, bizler gibi beşer cinsinden kimseler olmaları nedeniyle de o emirler ile kendilerinin de muhatap ve sorumlu oldukları kişilerdir. Allah (c.c) biz kulları ile Nebi Resul olma görevini yüklediği bazı kullarına vahyetmek sureti ile konuşur. Nebi Resul vasfına sahip olan kimseler, Allah (c.c) nin yetki alanına giren konularda herhangi bir söz söylemek ve hüküm koymak yetkisine sahip değillerdir. Bu durumun bugün farklı bir şekilde anlaşılması, Muhammed (a.s) ın konumunun daha üst bir dereceye, neredeyse ilahlık derecesine yükseltilmesine sebep olmuştur.
[006.050] De ki: «Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.» De ki: «Görenle görmeyen bir midir? Düşünmüyor musunuz?»
Kur'an içinde geçen "Allah'a ve Resulüne itaat edin" emri içinde geçen "Ve" bağlacının Allah ve elçiyi birbirinden ayırdığı, dolayısı ile elçinin görev ve yetki sınırlarının Allah (c.c) ile eşit olduğu gibi bir düşünceye ilk muhataplar sahip değildi. Çünkü elçi hayatta ve aralarında idi. Elçi, ashabının arasında iken onlara Allah'tan gelen vahyi okumakta, ashap ise onun elçilik görevi dahilindeki emirleri ile, devlet başkanı veya ordu komutanı olma görevi arasındaki farkı bilerek hareket etmekte idi.
[033.036] Allah ve Resulü bir işe karar verdiği zaman, gerek inanan bir erkeğin gerek inanan bir kadının kendilerine ait bir işte tercih hakları olamaz. Her kim Allah'a ve peygamberine asi olursa açık bir sapıklık etmiş olur.
Ashabı, onun Nebi Resul olarak kullandığı yetkiler konusunda herhangi bir seçim hakkına sahip olmadıklarını bilirken, bu görevinin dışında kullandığı yetkiler konusunda seçim hakkına sahip olabileceklerini düşünerek, bazı karşı tezler ortaya koyabilmekteydi. Uhut harbi öncesinde Muhammed (a.s) tarafından önerilen savaş taktiğine karşı, ashabın da karşı bir tez getirmesi, ve ashabın önerdiği savaş taktiği planının kabul edilmiş olması buna bir örnektir. Şayet Muhammed (a.s) tarafından önerilen savaş taktiğinin vahye dayalı olduğu düşünülmüş olsa idi, ashap tarafından ona böyle bir itiraz asla getirilmez, onun önerisi itiraza uğramadan kabul edilirdi.
Bu ve benzeri örnekler, ashabın bugün bazı Müslümanlar arasında yaygın bir inanç olan, "Onun ağzından çıkan her söz vahiydir" gibi bir inanca sahip olmadıklarını göstermesi açısından ibretli bir örnektir.
İlk muhataplarca "Allah'a ve Resulüne itaat edin" emri içindeki Ve bağlacının Allah'ı ve Resulü birbirinden ayırdığı, Resulün de hüküm koyma konusunda Allah (c.c) gibi olduğu düşünülmezken, Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan farklı din algıları, bu bağlacın Allah'ı ve Resulü birbirinden ayırdığını iddia etmeye, dolayısı ile Muhammed (a.s) ın da Allah (c.c) gibi teşri yetkisine sahip olduğunu söylemeye başladılar.
Ancak burada Muhammed (a.s) ın ölmüş olması gerçeği vardı, ve aynı zamanda ölü bir elçiye itaatin nasıl gerçekleşeceği sorusunun cevabının verilmesi gerekmekte idi.
Resul görevini üstlenmiş olan kişilerin en önemli özellikleri onların vahiy sayesinde böyle bir vasfa nail olmuş olmalarıdır. Bu nedenle vahiy olgusu bir kenara bırakılarak onların kimliklerinin öne çıkarılması doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Resul ve vahiy, et ile tırnak gibi birbirinden ayrılmaz parçalar olup, onları vahiyden soyutlayarak kendilerini öne çıkarmak demek, İsa (a.s) örneğinde olduğu gibi insanların şirke düşmeleri demek anlamına gelecektir.
[004.080] Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!
Kur'an ayetlerinde geçen Allah'a ve Resulüne itaat edin emrindeki asıl vurgu, Allah'a itaat etmektir. Resule itaat etmek demek, Allah adına konuşmak yetkisine sahip olması bakımından Allah'a itaat etmek demek anlamına gelir. Cümle içindeki ve bağlacının Resule ayrı bir teşri yetkisi tanıdığı bir anlamı yoktur. Aksini iddia etmek demek, Resulü Allah ile aynı kefeye koymak anlamına gelecektir. Allah'a itaat etmenin yolu, Resulü aracılığı ile gönderdiği vahye itaat etmek anlamına gelmesinden, ve Muhammed (a.s) ın da yaşayan bir kimse olmasından ötürü böyle bir emir verilmiş olması söz konusudur.
Bugün artık Muhammed (a.s) aramızda yoktur, onun aramızda olmaması, ona itaat etmenin nasıl gerçekleşeceği sorusunu beraberinde getirmiştir.
Bugün bu emrin Müslüman hayatında nasıl gerçekleşeceği sorusuna verilen ağırlıklı cevap ise, "Allah'a itaat Kur'an'a itaat, Resule itaat ise hadislere itaattir" şeklindedir. Böyle bir cevap ise bugün karşımıza bir çok problemi çıkarması açısından hatalı bir düşüncedir. Şöyle ki:
"Allah'a ve Resulüne itaat edin" emrinin fıkhi boyutunu düşündüğümüz zaman, bu emrin karşılığı "Farz" hükmündedir. Yani Allah (c.c) kendisine ve elçisine uyulmasını bizlere farz kılmaktadır. Bu farziyetin ilk muhataplar açısından hayata geçirilmesi şu şekilde olmuştur:
Allah'a ve Resule itaati emreden ayetlerin ayetlerin Medine'de nazil olması da ayrıca dikkat çekicidir. Bu emirler genelde vahyi kabul etmeyenleri değil, vahyi kabul eden müminleri muhatap almakta, onlara yol göstericilik yapmakta idi. Muhammed (a.s) artık Medine'de hem elçi, hem devlet başkanı, hem de ordu komutanlığı gibi vazifeleri de yüklenmiş olmasının Resule itaat edin emri ile ilişikli olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır.
Allah (c.c) elçisine bir konuda vahyetmiş, elçi bu vahyi ashabına bildirmiş, ashap ise bu vahye uymuştur. Resulün vahyi uygulama konusundaki herhangi bir hatası olduğunda ise, vahiy ile uyarı gelmiş ve hata düzeltilmiştir. Yani Resulün fiilleri olan sünnet, sözleri olan hadis konusunda eğer bir hatalı davranışta bulunmuş ise, bu hata anında düzeltilmekte idi. Resul hayatta iken bu konuda herhangi bir problem yok iken, resule itaat emrinin yerine getirilmesinin o öldükten sonra hadislere yüklenmiş olması bir takım problemleri beraberinde getirmiştir.
Resule itaatin hadislere yüklenmesi ile ortaya ne gibi problemler çıkmıştır?.
Yukarıda Resule itaatin fıkhi açıdan hükmünün farz olduğunu söylemiştik. Şayet bugün Resule itaat demek hadislere itaat demek ise, hadislere itaat etmekte aynı şekilde farz hükmündedir. Hadislere itaatin farz olmasını iddia etmek ise başka problemleri getirmektedir.
Hadislere itaatin farz olduğunu iddia etmek, beşer sözü ile Allah sözünü aynı kefeye koymak anlamına gelmektedir. Sahabe herhangi bir senet zinciri olmadan anında Muhammed (a.s) ın ağzından çıkan bazı sözleri işitmiş olmasına rağmen, bu sözlerin bir kısmına vahiy olmadığı için itiraz etmiş olması, onların beşer sözü ile Allah sözünü aynı kefeye koymadıklarını göstermektedir.
Bugün hadis kitaplarında bulunan ve Muhammed (a.s) atfedilen sözlerin tamamının, onun tarafından söylendiği asla kesin bir bilgi değildir. Ona atfedilen sözlerin sahih olup olmadığı, hadisçiler tarafından belirlenmiş kriterlere göre yapılmakta, bir hadisin sahih olup olmadığı, kişisel kriterlere göre karar verilmektedir. Buna göre aynı hadis için iki ayrı hadisçinin görüşleri farklılık gösterebilmekte, bir hadisçi tarafından sahih olarak görülen hadis, diğer hadisçiye göre sahih olarak görülmeyebilmektedir.
Kişisel kriterlerin söz konusu olduğu hadisin sahihliği meselesinde ortaya çıkan problem şu dur; Sahih olduğu düşünülen hadise itaatin farz olması, sahih olmadığı düşünülen hadise itaatin farz olmamasını gerektirmektedir. Bu durumun aynı hadis karşısında Sahihtir veya Sahih değildir şeklinde hüküm veren hadisçiler büyük bir kaosa yol açacağı malumdur. Bu duruma göre bir hadisi sahih kabul etmeyerek ona itaat etmeyen bir hadisçi, aynı hadisi sahih olarak kabul ederek ona itaati farz olarak kabul eden hadisçiye göre Kafir durumuna düşebilecektir.
Elimizdeki mevcut hadis külliyatında hadisçiler tarafından sahih olmadığı düşünülen bir çok hadisin bulunduğu gerçeğini göz önüne aldığımızda, hadislere karşı böyle bir hüküm yüklemenin ne kadar sakıncalı olduğu da böylece ortaya çıkmaktadır.
Öyleyse Resul hayatta iken Resule itaat edin inen emrinin çerçevesinin, onun diri olması ve bulunduğu toplum içinde sadece Resul olmasının haricinde devlet başkanı ve ordu komutanı olması ile yakından ilişkili olduğu hatırdan çıkarılmadan bu ayetler üzerinde düşünülmelidir.
Bugün ise Resule itaati emreden ayetlere karşı bakışımız onun ölü olmasını dikkate alarak olmalı, yaşamayan bir elçiye itaatin nasıl olabileceği üzerinde düşünülmeli, bu itaatin gerçekleşme şeklinin ancak ona inen vahiy, onun ve diğer elçilerin yaptıklarını beyan eden Kur'an ayetleri dikkate alınarak anlaşılmalıdır.
Muhammed (a.s) ve diğer elçilerin örnek alınması gereken yönleri zaten Kur'an içinde yeterinde bulunmakta, Kur'an içinde olmayan ve bugün bir çok Müslüman tarafından Peygamber Sünneti olarak bilinen bir çok şeyin sünnet ile alakası bile olmadığı, sakal, sarık, misvak, sağ elle yemek v.s gibi sünnet diye ihdas edilen şeylerin ortaya çıkardığı en büyük tehliken asıl sünnet olan elçilerin şirk ile olan mücadele örnekliklerinin önünü kapattığı artık anlaşılmalıdır.
Hatırdan çıkarılmaması gereken nokta, Kur'an ayetlerinin ilk muhataplarının Muhammed (a.s) ve onun etrafında olan iman eden ve etmeyenler olduğudur. Bizler bu ayetler ile ilk muhatap değil, dolaylı muhataplarız. Kendimizi ilk muhataplar yerine koyarak okuduğumuz bir Kur'an, bazı yerlerde bizlerin bir takım problemlere düşmemizi beraberinde getirecektir.
Sonuç olarak: Allah (c.c) nin Resule itaat etmeyi emrettiği ayetlerin ne anlama geldiği öncelikle, ilk muhataplar açısından okunmalı ve anlaşılmalı, sonrasında ise bize dair ne gibi mesajları olabileceği üzerinde düşünülmelidir.
Resule itaati emreden ayetlerin anlama çalışmalarında onun ölü ve aramızda olmadığı gerçeği göz önünde bulundurulmalı, diri iken inen ona itaati emreden ayetlerin onun devlet başkanı ve ordu komutanı olmasına da dikkat çektiği bilinmelidir.
Resule itaat etme emrini, bugün rivayet kitaplarına itaat etmek olarak anlamak, Allah sözünü beşer sözüne indirmek anlamına gelecektir.
Bugün Resul vasfına sahip olmayan bir kişiye itaatin nasıl olabileceği ise, o kişiye Allah (c.c) tarafından yüklenen Resul olma görevi çerçevesinde bakılmalıdır. Böyle bir göreve sahip olan kimseye itaat etmeyi, onun adına söylenen sözlerin toplandığı rivayet kitaplarında değil, ona inen vahyin içinde aramalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bir insanın Allah (c.c) tarafından Resul olarak görevlendirilmesinin ne anlama geldiğinin bilinmesi, bu görevi yüklenen kişinin görev ve yetki alanının sınırlarının belirlenmesi, bugün bu emrin nasıl anlaşılması konusunda bizlere yardımcı olacaktır.
Allah (c.c) nin Nebi Resul olarak tanımladığı kimseler, onun kullarına dair olan emir ve yasaklarını iletmekle görevli, bizler gibi beşer cinsinden kimseler olmaları nedeniyle de o emirler ile kendilerinin de muhatap ve sorumlu oldukları kişilerdir. Allah (c.c) biz kulları ile Nebi Resul olma görevini yüklediği bazı kullarına vahyetmek sureti ile konuşur. Nebi Resul vasfına sahip olan kimseler, Allah (c.c) nin yetki alanına giren konularda herhangi bir söz söylemek ve hüküm koymak yetkisine sahip değillerdir. Bu durumun bugün farklı bir şekilde anlaşılması, Muhammed (a.s) ın konumunun daha üst bir dereceye, neredeyse ilahlık derecesine yükseltilmesine sebep olmuştur.
[006.050] De ki: «Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.» De ki: «Görenle görmeyen bir midir? Düşünmüyor musunuz?»
Kur'an içinde geçen "Allah'a ve Resulüne itaat edin" emri içinde geçen "Ve" bağlacının Allah ve elçiyi birbirinden ayırdığı, dolayısı ile elçinin görev ve yetki sınırlarının Allah (c.c) ile eşit olduğu gibi bir düşünceye ilk muhataplar sahip değildi. Çünkü elçi hayatta ve aralarında idi. Elçi, ashabının arasında iken onlara Allah'tan gelen vahyi okumakta, ashap ise onun elçilik görevi dahilindeki emirleri ile, devlet başkanı veya ordu komutanı olma görevi arasındaki farkı bilerek hareket etmekte idi.
[033.036] Allah ve Resulü bir işe karar verdiği zaman, gerek inanan bir erkeğin gerek inanan bir kadının kendilerine ait bir işte tercih hakları olamaz. Her kim Allah'a ve peygamberine asi olursa açık bir sapıklık etmiş olur.
Ashabı, onun Nebi Resul olarak kullandığı yetkiler konusunda herhangi bir seçim hakkına sahip olmadıklarını bilirken, bu görevinin dışında kullandığı yetkiler konusunda seçim hakkına sahip olabileceklerini düşünerek, bazı karşı tezler ortaya koyabilmekteydi. Uhut harbi öncesinde Muhammed (a.s) tarafından önerilen savaş taktiğine karşı, ashabın da karşı bir tez getirmesi, ve ashabın önerdiği savaş taktiği planının kabul edilmiş olması buna bir örnektir. Şayet Muhammed (a.s) tarafından önerilen savaş taktiğinin vahye dayalı olduğu düşünülmüş olsa idi, ashap tarafından ona böyle bir itiraz asla getirilmez, onun önerisi itiraza uğramadan kabul edilirdi.
Bu ve benzeri örnekler, ashabın bugün bazı Müslümanlar arasında yaygın bir inanç olan, "Onun ağzından çıkan her söz vahiydir" gibi bir inanca sahip olmadıklarını göstermesi açısından ibretli bir örnektir.
İlk muhataplarca "Allah'a ve Resulüne itaat edin" emri içindeki Ve bağlacının Allah'ı ve Resulü birbirinden ayırdığı, Resulün de hüküm koyma konusunda Allah (c.c) gibi olduğu düşünülmezken, Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan farklı din algıları, bu bağlacın Allah'ı ve Resulü birbirinden ayırdığını iddia etmeye, dolayısı ile Muhammed (a.s) ın da Allah (c.c) gibi teşri yetkisine sahip olduğunu söylemeye başladılar.
Ancak burada Muhammed (a.s) ın ölmüş olması gerçeği vardı, ve aynı zamanda ölü bir elçiye itaatin nasıl gerçekleşeceği sorusunun cevabının verilmesi gerekmekte idi.
Resul görevini üstlenmiş olan kişilerin en önemli özellikleri onların vahiy sayesinde böyle bir vasfa nail olmuş olmalarıdır. Bu nedenle vahiy olgusu bir kenara bırakılarak onların kimliklerinin öne çıkarılması doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Resul ve vahiy, et ile tırnak gibi birbirinden ayrılmaz parçalar olup, onları vahiyden soyutlayarak kendilerini öne çıkarmak demek, İsa (a.s) örneğinde olduğu gibi insanların şirke düşmeleri demek anlamına gelecektir.
[004.080] Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!
Kur'an ayetlerinde geçen Allah'a ve Resulüne itaat edin emrindeki asıl vurgu, Allah'a itaat etmektir. Resule itaat etmek demek, Allah adına konuşmak yetkisine sahip olması bakımından Allah'a itaat etmek demek anlamına gelir. Cümle içindeki ve bağlacının Resule ayrı bir teşri yetkisi tanıdığı bir anlamı yoktur. Aksini iddia etmek demek, Resulü Allah ile aynı kefeye koymak anlamına gelecektir. Allah'a itaat etmenin yolu, Resulü aracılığı ile gönderdiği vahye itaat etmek anlamına gelmesinden, ve Muhammed (a.s) ın da yaşayan bir kimse olmasından ötürü böyle bir emir verilmiş olması söz konusudur.
Bugün artık Muhammed (a.s) aramızda yoktur, onun aramızda olmaması, ona itaat etmenin nasıl gerçekleşeceği sorusunu beraberinde getirmiştir.
Bugün bu emrin Müslüman hayatında nasıl gerçekleşeceği sorusuna verilen ağırlıklı cevap ise, "Allah'a itaat Kur'an'a itaat, Resule itaat ise hadislere itaattir" şeklindedir. Böyle bir cevap ise bugün karşımıza bir çok problemi çıkarması açısından hatalı bir düşüncedir. Şöyle ki:
"Allah'a ve Resulüne itaat edin" emrinin fıkhi boyutunu düşündüğümüz zaman, bu emrin karşılığı "Farz" hükmündedir. Yani Allah (c.c) kendisine ve elçisine uyulmasını bizlere farz kılmaktadır. Bu farziyetin ilk muhataplar açısından hayata geçirilmesi şu şekilde olmuştur:
Allah'a ve Resule itaati emreden ayetlerin ayetlerin Medine'de nazil olması da ayrıca dikkat çekicidir. Bu emirler genelde vahyi kabul etmeyenleri değil, vahyi kabul eden müminleri muhatap almakta, onlara yol göstericilik yapmakta idi. Muhammed (a.s) artık Medine'de hem elçi, hem devlet başkanı, hem de ordu komutanlığı gibi vazifeleri de yüklenmiş olmasının Resule itaat edin emri ile ilişikli olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır.
Allah (c.c) elçisine bir konuda vahyetmiş, elçi bu vahyi ashabına bildirmiş, ashap ise bu vahye uymuştur. Resulün vahyi uygulama konusundaki herhangi bir hatası olduğunda ise, vahiy ile uyarı gelmiş ve hata düzeltilmiştir. Yani Resulün fiilleri olan sünnet, sözleri olan hadis konusunda eğer bir hatalı davranışta bulunmuş ise, bu hata anında düzeltilmekte idi. Resul hayatta iken bu konuda herhangi bir problem yok iken, resule itaat emrinin yerine getirilmesinin o öldükten sonra hadislere yüklenmiş olması bir takım problemleri beraberinde getirmiştir.
Resule itaatin hadislere yüklenmesi ile ortaya ne gibi problemler çıkmıştır?.
Yukarıda Resule itaatin fıkhi açıdan hükmünün farz olduğunu söylemiştik. Şayet bugün Resule itaat demek hadislere itaat demek ise, hadislere itaat etmekte aynı şekilde farz hükmündedir. Hadislere itaatin farz olmasını iddia etmek ise başka problemleri getirmektedir.
Hadislere itaatin farz olduğunu iddia etmek, beşer sözü ile Allah sözünü aynı kefeye koymak anlamına gelmektedir. Sahabe herhangi bir senet zinciri olmadan anında Muhammed (a.s) ın ağzından çıkan bazı sözleri işitmiş olmasına rağmen, bu sözlerin bir kısmına vahiy olmadığı için itiraz etmiş olması, onların beşer sözü ile Allah sözünü aynı kefeye koymadıklarını göstermektedir.
Bugün hadis kitaplarında bulunan ve Muhammed (a.s) atfedilen sözlerin tamamının, onun tarafından söylendiği asla kesin bir bilgi değildir. Ona atfedilen sözlerin sahih olup olmadığı, hadisçiler tarafından belirlenmiş kriterlere göre yapılmakta, bir hadisin sahih olup olmadığı, kişisel kriterlere göre karar verilmektedir. Buna göre aynı hadis için iki ayrı hadisçinin görüşleri farklılık gösterebilmekte, bir hadisçi tarafından sahih olarak görülen hadis, diğer hadisçiye göre sahih olarak görülmeyebilmektedir.
Kişisel kriterlerin söz konusu olduğu hadisin sahihliği meselesinde ortaya çıkan problem şu dur; Sahih olduğu düşünülen hadise itaatin farz olması, sahih olmadığı düşünülen hadise itaatin farz olmamasını gerektirmektedir. Bu durumun aynı hadis karşısında Sahihtir veya Sahih değildir şeklinde hüküm veren hadisçiler büyük bir kaosa yol açacağı malumdur. Bu duruma göre bir hadisi sahih kabul etmeyerek ona itaat etmeyen bir hadisçi, aynı hadisi sahih olarak kabul ederek ona itaati farz olarak kabul eden hadisçiye göre Kafir durumuna düşebilecektir.
Elimizdeki mevcut hadis külliyatında hadisçiler tarafından sahih olmadığı düşünülen bir çok hadisin bulunduğu gerçeğini göz önüne aldığımızda, hadislere karşı böyle bir hüküm yüklemenin ne kadar sakıncalı olduğu da böylece ortaya çıkmaktadır.
Öyleyse Resul hayatta iken Resule itaat edin inen emrinin çerçevesinin, onun diri olması ve bulunduğu toplum içinde sadece Resul olmasının haricinde devlet başkanı ve ordu komutanı olması ile yakından ilişkili olduğu hatırdan çıkarılmadan bu ayetler üzerinde düşünülmelidir.
Bugün ise Resule itaati emreden ayetlere karşı bakışımız onun ölü olmasını dikkate alarak olmalı, yaşamayan bir elçiye itaatin nasıl olabileceği üzerinde düşünülmeli, bu itaatin gerçekleşme şeklinin ancak ona inen vahiy, onun ve diğer elçilerin yaptıklarını beyan eden Kur'an ayetleri dikkate alınarak anlaşılmalıdır.
Muhammed (a.s) ve diğer elçilerin örnek alınması gereken yönleri zaten Kur'an içinde yeterinde bulunmakta, Kur'an içinde olmayan ve bugün bir çok Müslüman tarafından Peygamber Sünneti olarak bilinen bir çok şeyin sünnet ile alakası bile olmadığı, sakal, sarık, misvak, sağ elle yemek v.s gibi sünnet diye ihdas edilen şeylerin ortaya çıkardığı en büyük tehliken asıl sünnet olan elçilerin şirk ile olan mücadele örnekliklerinin önünü kapattığı artık anlaşılmalıdır.
Hatırdan çıkarılmaması gereken nokta, Kur'an ayetlerinin ilk muhataplarının Muhammed (a.s) ve onun etrafında olan iman eden ve etmeyenler olduğudur. Bizler bu ayetler ile ilk muhatap değil, dolaylı muhataplarız. Kendimizi ilk muhataplar yerine koyarak okuduğumuz bir Kur'an, bazı yerlerde bizlerin bir takım problemlere düşmemizi beraberinde getirecektir.
Sonuç olarak: Allah (c.c) nin Resule itaat etmeyi emrettiği ayetlerin ne anlama geldiği öncelikle, ilk muhataplar açısından okunmalı ve anlaşılmalı, sonrasında ise bize dair ne gibi mesajları olabileceği üzerinde düşünülmelidir.
Resule itaati emreden ayetlerin anlama çalışmalarında onun ölü ve aramızda olmadığı gerçeği göz önünde bulundurulmalı, diri iken inen ona itaati emreden ayetlerin onun devlet başkanı ve ordu komutanı olmasına da dikkat çektiği bilinmelidir.
Resule itaat etme emrini, bugün rivayet kitaplarına itaat etmek olarak anlamak, Allah sözünü beşer sözüne indirmek anlamına gelecektir.
Bugün Resul vasfına sahip olmayan bir kişiye itaatin nasıl olabileceği ise, o kişiye Allah (c.c) tarafından yüklenen Resul olma görevi çerçevesinde bakılmalıdır. Böyle bir göreve sahip olan kimseye itaat etmeyi, onun adına söylenen sözlerin toplandığı rivayet kitaplarında değil, ona inen vahyin içinde aramalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
29 Mart 2018 Perşembe
Süleyman (a.s) ın Hüdhüd İle Yaptığı Konuşma Nasıl Bir Mesaj İçeriyor?
Kur'an'ın, muhatabına vermek istediği mesajı iletme yollarından birisi de, kıssa yollu anlatım yöntemidir. Kur'an içinde geçen çeşitli kıssalar içinde anlatılan olaylar, muhatabına bazı mesajlar vermeyi amaçlamaktadır. Okuyucu, şayet bu olay ile nasıl bir mesaj verildiğini öğrenmeyi amaçlamak yerine, kıssa içinde geçen bazı aktör veya objelere takılı kalacak olursa, verilmek istenilen mesaj anlaşılamayacak, kıssa buharlaşacaktır. Süleyman (a.s) kıssası içinde geçen Hüdhüd ile olan konuşma ile ilgili yapılan bazı yorumları bu söylediklerimize örnek olarak göstermek mümkündür.
Bu konuda yapılan bazı yorumlara bakıldığında, Hüdhüd'ün kuş değil, bir insan olduğu şeklinde olup, onun insan olduğu şeklinde varılan bir sonuçla, kıssadan hasıl olması gereken payın çıkarıldığı zannı bazı kimselerde hakim olmaktadır. Halbuki böyle bir haberin bir insan tarafından da getirilebileceğini, ama bu haberi bir kuşun getirdiğinden neden bahsedilme ihtiyacı duyulduğu üzerinde bir tefekkür çalışması yapılabilseydi, kıssa daha doğru anlaşılmış olabilirdi.
Neml suresindeki Süleyman (a.s) kıssası içinde geçen Hüdhüd ile yapılan konuşma, verilmek istenilen mesaja değil, Hüdhüd'ün kimliği, yani kuş mu yoksa bir insan mı olduğu noktasında yoğunlaşmış olmasından ötürü kanaatimizce bu olay üzerinden verilmek istenilen mesaj anlaşılamamıştır.
Bazı yazılarımızda özellikle vurgulamaya çalıştığımız, Kur'an'ın ilk muhataplarına olan mesajının anlaşılması, bizim bu kitabı daha kolay anlamamızı sağlayacağına dair olan hatırlatmayı tekrar yaparak, Süleyman (a.s) ile Hüdhüd arasında geçen konuşmanın, önce ilk muhataplara olan mesajı, sonra ise bizlere ne gibi mesajları olabileceğine dair düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Bilindiği üzere Kur'an, yaklaşık 1500 sene önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan bir topluma inmiştir. Bu kitabın ayetlerinin büyük çoğunluğu ise, bu iki şehirde yaşayan inanan ve inanmayan insanların bazı söz ve eylemleri üzerine inmiştir. Yani Kur'an ayetlerinin büyük çoğunluğunun inişinde arka plan sebebi bulunmaktadır. Süleyman (a.s) kıssasında geçen Hüdhüd ile olan konuşmasını konu alan ayetleri, bu durumu dikkate alarak okumaya çalışmak, bizleri daha sağlıklı sonuçlara götüreceğini düşünmekteyiz.
Mekke müşrikleri tarafından Muhammed (a.s) ın elçiliğine getirilen itirazları hatırlayacak olursak, neden onun gibi birisinin elçiliğe seçilmiş olduğu, onun bir beşer olduğu, veya neden yanında bir melek bulunmadığıdır.
[043.031] Ve dediler ki: «Bu Kur'an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?»
[038.008] (Müşrikler) "Biz bu kadar eşraf dururken, kitap gönderilecek bir o mu kalmış!" (dediler) Hayır, hayır! Onlar Benim buyruklarım hakkında tam bir şüphe içindedirler, doğrusu onlar azabımı henüz tatmadılar.
[011.012] Belki de sen (müşriklerin:) «Ona (gökten) bir hazine indirilseydi veya onunla beraber bir melek gelseydi!» demelerinden ötürü sana vahyolunan âyetlerin bir kısmını (duyurmayı) terk edeceksin ve bu yüzden ruhun daralacaktır. (İyi bil ki) sen ancak bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekîldir.
[025.007] Ve dediler ki: Bu peygambere ne oluyor ki; yemek yiyor, sokaklarda geziyor? Onun beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilmeli değil miydi?
[017.093] «Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız.» De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim.
Bu ve benzeri ayetler bizlere, asıl öne çıkması ve dikkate alınması gereken Muhammed (a.s) a inen vahyin dikkate alınmayarak, onun kişiliğinin öne çıkarıldığını, ve bir takım sudan bahaneler ile vahyin ret edildiğini göstermektedir. Mekke'li müşriklerin Muhammed (a.s) ın elçiliği konusundaki bu tür çekincelerini dikkate alarak okuyacağımız Süleyman (a.s) ve Hüdhüd arasında geçen konuşmanın, ilk muhataplar açısından içerdiği mesajı şöyle okuyabiliriz.
Kanaatimizce Hüdhüd isminin kıssa içinde bir insan olarak değil, kuş olarak geçmiş olması, Mekke müşriklerinin elçinin kim veya ne olduğuna değil, onun getirdiği mesaja yoğunlaşmaları gerektiğini hatırlatmaktadır. Kur'an okuyucusu da aynı şekilde bu kıssayı okurken, "Kuş nasıl konuşabilir, Süleyman (a.s) verdiği haber ile ilgili bilgileri bir kuş nasıl bilebilir?" gibi soruları bir kenara bırakarak, kıssada geçen sözleri kimin söylediğine değil, neden söylendiğine dikkatlerini yoğunlaştırmalıdır.
[027.020] (Süleyman) kuşları gözden geçirdi ve şöyle dedi: Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?
[027.021] Ya bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek ya da onun canını iyice yakacağım yahut onu boğazlayacağım!
[027.022] Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip: Ben, dedi, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe'den sana çok doğru (ve önemli) bir haber getirdim.
[027.023] Gerçekten, onlara (Sebe'lilere) hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadınla karşılaştım.
[027.024] Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar.
[027.025] Allah'a secde etmemeleri için (böyle yapmış). O Allah'a ki, göklerdeki ve yerdeki her gizliyi (meydana) çıkarır ve neyi gizlediğinizi ve neyi de âşikâre yaptığınızı bilir.
[027.026] Halbuki o en geniş hükümranlığın ve o en büyük arşın Rabbi olan Allah’tan başka ilah yoktur.
[027.027] (Süleyman:) «Durup bekleyeceğiz, doğruyu mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?» dedi.
[027.028] «Bu mektubumla git, onu kendilerine bırak, sonra onlardan (biraz) uzaklaş, böylelikle bir bakıver, neye başvuracaklar?»
[027.029] Kadın dedi ki: «Ey ileri gelenler bana çok önemli ve saygıdeğer bir mektup bırakıldı.
[027.030] Gerçekten o; Süleyman'dandır ve gerçekten o; Rahman, Rahim olan Allah'ın adıyladır.
[027.031] «Bana baş kaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin, diye (yazmaktadır)».
Bu ayetleri bütüncül olarak okuduğumuzda, anlatımda öne çıkması gereken tarafın Hüdhüd isminin kuş olup olmadığı meselesi değil, onun Sebe hükümdarına elçi olarak gönderilmiş olmasıdır. Hüdhüd ile ilgili ayetleri, onun kuş olup olmadığı üzerinden değil, elçi olarak gönderilmek ile ilgisini kurarak okuduğumuz zaman şöyle bir durum karşımıza çıkmaktadır.
Daha önce verdiğimiz ayet meallerine dikkat edecek olursak, Mekke'li müşriklerin Muhammed (a.s) ın elçiliği konusunda onun kişiliğini öne çıkarmak sureti ile, bir takım itirazlarda bulunduğunu görmekteyiz. Süleyman (a.s) ile Hüdhüd arasında geçen konuşmanın anlatıldığı ayetlerde ana mesaj, elçilerin kimliklerine değil, onlar tarafından gelen mesajın içeriğine dikkatlerin çevrilmesi gerektiğidir. Şöyle ki:
Süleyman (a.s) Hüdhüd'e, haber getirdiği Sebe ülkesinin Hükümdarına bir mesaj götürmesini emreder, Hüdhüd bu mesajı Sebe hükümdarına götürür, ve gelen mesaja Sebe hükümdarının tepkisi dikkat çekicidir. Hüdhüd ile ilgili ayetlerin asıl mesajı da işte buradadır.
Sebe hükümdarı kendisine gelen mesajın kimin tarafından bırakıldığı tarafına hiç takılmadan, direk mesajı okumuş MESAJI KİMİN GETİRDİĞİNE DEĞİL, KİMİN GÖNDERDİĞİNE BAKMIŞTIR. Neml s. 30. ayetindeki sözleri, onun bu durumunu işaret etmektedir. Hükümdarın, "Ey ileri gelenler bana kuşun biri mesaj bıraktı" şeklinde bir ifade kullanmamış olması, dikkat çekmesi gereken bir yöndür.
Bu noktayı dikkate aldığımızda konu ile ilgili ayetlerin ilk muhataplara olan mesajı zımnen şu şöyledir: Ey Mekke'liler, size gönderdiğim elçinin kim olup olmadığına bakmayın. Bakmanız gereken taraf o elçi ile size gönderdiğim vahiydir. Sebe hükümdarı kendisine gönderilen mektubu nasıl kimin getirdiğine bakmadan, önce kimin gönderdiğine baktı ise, siz de aynı şekilde size gelen mesajı önce kimin getirdiğine bakmadan, kimin gönderdiğine bakın.
Konu ile ilgili ayetlerin ilk muhataplara olan mesajını bu şekilde okuduktan sonra, bu ayetlerin bizlere dönük olarak nasıl bir mesaj içermiş olabileceği sorusu daha kolay cevap bulacaktır.
Yeniden hatırlayacak olursak, konu ile ilgili ayetlerin ana mesajı, dikkatlerin gelen vahye yönelmesi gerektiği, getirenin değil gönderenin merkeze alınmasıdır. Bu düşünceyi ortaya atarken, elçinin yok sayılması gerektiği gibi bir düşünce olduğumuzu dile getirmeye çalıştığımız anlaşılmamalıdır.
Bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların çoğunluğunda hakim olan din anlayışına baktığımızda, sahip olunan din anlayışının vahiy merkezli değil, elçi merkezli olduğu görülmektedir. Halbuki o elçinin getirdiği kitabın ana mesajı muhatapların vahyi merkeze almaları gerektiği olmasına rağmen bu böyle olmamakta, vahiy ötelenmekte hatta rivayetler ile eşdeğer görülerek ayağa düşürülmektedir.
İsa (a.s) ile ilgili ayetlerin ana mesajının bir elçinin kendisinin değil, onun ilettiği vahyin öne çıkarılması olduğu, tersi bir durumun kişileri ne gibi durumları düşüreceği olduğu halde, bu mesaj maalesef kale alınmamakta, İsa (a.s) a yapılan yanlış muamelenin aynısı hatta daha beteri, Muhammed (a.s) için uygulanmaktadır.
Bugün İslam coğrafyasının büyük çoğunluğunda hakim olan din algısına Kur'an bir çok yerde itiraz etmekte, itiraz ettiği yerlerden bir tanesi de Süleyman (a.s) kıssası içinde geçen Hüdhüd ile olan konuşmanın geçtiği ayetlerdir.
Bu ayetler bizlere zımnen şöyle bir mesaj içermektedir: Ey Müslümanlar size gelen elçinin kimliğini onun getirdiği vahyin önüne geçirmek sureti ile büyük bir hata yapmaktasınız. Elçilerin vazifesi sadece getirdikleri vahyi iletmek ve örnek olmaktır. Vahyi kimin getirdiğine değil, kimin gönderdiğine bakın.
Sonuç olarak: Kıssa yollu anlatımlarda asıl olan, o kıssa ile muhataba bir takım mesajlar vermeyi amaçlamak olmasına rağmen, mesajın içeriğini anlamaya yönelik olmayan kıssa okumaları bekleneni vermekten uzak okuma örnekleri olacaktır.
Süleyman (a.s) kıssası içinde geçen Hüdhüd ile ilgili ayetleri okuma yöntemi bu şekilde yapılmak yerine Hüdhüd'ün ne veya kim olduğu yönünde yoğunlaştığında verilmek istenilen mesaj anlaşılamayacaktır.
Kur'an bütünlüğünü dikkate alan bir yöntem ile Hüdhüd ile ilgili ayetleri okumaya çalıştığımızda, bizlere bir mesaj verildiğini ve bu mesajın merkezinde ise, elçilerin kim olduklarının önemi olmaması gerektiği, asıl önemli olanın onlar aracılığı ile gelen vahiy olması gerektiği hatırlatmasının yapıldığı anlaşılabilir.
Fabl olarak bilinen insan haricindeki canlıları konuşturan edebiyat sanatı örneklerini okuduğumuz zaman nasıl ki Hayvan nasıl konuşur? meselesine takılmadan verilmek istenilen mesaj odaklanıyor isek, bu konuya da bu şekilde bakmak daha doğru sonuçlar verecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu konuda yapılan bazı yorumlara bakıldığında, Hüdhüd'ün kuş değil, bir insan olduğu şeklinde olup, onun insan olduğu şeklinde varılan bir sonuçla, kıssadan hasıl olması gereken payın çıkarıldığı zannı bazı kimselerde hakim olmaktadır. Halbuki böyle bir haberin bir insan tarafından da getirilebileceğini, ama bu haberi bir kuşun getirdiğinden neden bahsedilme ihtiyacı duyulduğu üzerinde bir tefekkür çalışması yapılabilseydi, kıssa daha doğru anlaşılmış olabilirdi.
Neml suresindeki Süleyman (a.s) kıssası içinde geçen Hüdhüd ile yapılan konuşma, verilmek istenilen mesaja değil, Hüdhüd'ün kimliği, yani kuş mu yoksa bir insan mı olduğu noktasında yoğunlaşmış olmasından ötürü kanaatimizce bu olay üzerinden verilmek istenilen mesaj anlaşılamamıştır.
Bazı yazılarımızda özellikle vurgulamaya çalıştığımız, Kur'an'ın ilk muhataplarına olan mesajının anlaşılması, bizim bu kitabı daha kolay anlamamızı sağlayacağına dair olan hatırlatmayı tekrar yaparak, Süleyman (a.s) ile Hüdhüd arasında geçen konuşmanın, önce ilk muhataplara olan mesajı, sonra ise bizlere ne gibi mesajları olabileceğine dair düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Bilindiği üzere Kur'an, yaklaşık 1500 sene önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan bir topluma inmiştir. Bu kitabın ayetlerinin büyük çoğunluğu ise, bu iki şehirde yaşayan inanan ve inanmayan insanların bazı söz ve eylemleri üzerine inmiştir. Yani Kur'an ayetlerinin büyük çoğunluğunun inişinde arka plan sebebi bulunmaktadır. Süleyman (a.s) kıssasında geçen Hüdhüd ile olan konuşmasını konu alan ayetleri, bu durumu dikkate alarak okumaya çalışmak, bizleri daha sağlıklı sonuçlara götüreceğini düşünmekteyiz.
Mekke müşrikleri tarafından Muhammed (a.s) ın elçiliğine getirilen itirazları hatırlayacak olursak, neden onun gibi birisinin elçiliğe seçilmiş olduğu, onun bir beşer olduğu, veya neden yanında bir melek bulunmadığıdır.
[043.031] Ve dediler ki: «Bu Kur'an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?»
[038.008] (Müşrikler) "Biz bu kadar eşraf dururken, kitap gönderilecek bir o mu kalmış!" (dediler) Hayır, hayır! Onlar Benim buyruklarım hakkında tam bir şüphe içindedirler, doğrusu onlar azabımı henüz tatmadılar.
[011.012] Belki de sen (müşriklerin:) «Ona (gökten) bir hazine indirilseydi veya onunla beraber bir melek gelseydi!» demelerinden ötürü sana vahyolunan âyetlerin bir kısmını (duyurmayı) terk edeceksin ve bu yüzden ruhun daralacaktır. (İyi bil ki) sen ancak bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekîldir.
[025.007] Ve dediler ki: Bu peygambere ne oluyor ki; yemek yiyor, sokaklarda geziyor? Onun beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilmeli değil miydi?
[017.093] «Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız.» De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim.
Bu ve benzeri ayetler bizlere, asıl öne çıkması ve dikkate alınması gereken Muhammed (a.s) a inen vahyin dikkate alınmayarak, onun kişiliğinin öne çıkarıldığını, ve bir takım sudan bahaneler ile vahyin ret edildiğini göstermektedir. Mekke'li müşriklerin Muhammed (a.s) ın elçiliği konusundaki bu tür çekincelerini dikkate alarak okuyacağımız Süleyman (a.s) ve Hüdhüd arasında geçen konuşmanın, ilk muhataplar açısından içerdiği mesajı şöyle okuyabiliriz.
Kanaatimizce Hüdhüd isminin kıssa içinde bir insan olarak değil, kuş olarak geçmiş olması, Mekke müşriklerinin elçinin kim veya ne olduğuna değil, onun getirdiği mesaja yoğunlaşmaları gerektiğini hatırlatmaktadır. Kur'an okuyucusu da aynı şekilde bu kıssayı okurken, "Kuş nasıl konuşabilir, Süleyman (a.s) verdiği haber ile ilgili bilgileri bir kuş nasıl bilebilir?" gibi soruları bir kenara bırakarak, kıssada geçen sözleri kimin söylediğine değil, neden söylendiğine dikkatlerini yoğunlaştırmalıdır.
[027.020] (Süleyman) kuşları gözden geçirdi ve şöyle dedi: Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?
[027.021] Ya bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek ya da onun canını iyice yakacağım yahut onu boğazlayacağım!
[027.022] Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip: Ben, dedi, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe'den sana çok doğru (ve önemli) bir haber getirdim.
[027.023] Gerçekten, onlara (Sebe'lilere) hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadınla karşılaştım.
[027.024] Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar.
[027.025] Allah'a secde etmemeleri için (böyle yapmış). O Allah'a ki, göklerdeki ve yerdeki her gizliyi (meydana) çıkarır ve neyi gizlediğinizi ve neyi de âşikâre yaptığınızı bilir.
[027.026] Halbuki o en geniş hükümranlığın ve o en büyük arşın Rabbi olan Allah’tan başka ilah yoktur.
[027.027] (Süleyman:) «Durup bekleyeceğiz, doğruyu mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?» dedi.
[027.028] «Bu mektubumla git, onu kendilerine bırak, sonra onlardan (biraz) uzaklaş, böylelikle bir bakıver, neye başvuracaklar?»
[027.029] Kadın dedi ki: «Ey ileri gelenler bana çok önemli ve saygıdeğer bir mektup bırakıldı.
[027.030] Gerçekten o; Süleyman'dandır ve gerçekten o; Rahman, Rahim olan Allah'ın adıyladır.
[027.031] «Bana baş kaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin, diye (yazmaktadır)».
Bu ayetleri bütüncül olarak okuduğumuzda, anlatımda öne çıkması gereken tarafın Hüdhüd isminin kuş olup olmadığı meselesi değil, onun Sebe hükümdarına elçi olarak gönderilmiş olmasıdır. Hüdhüd ile ilgili ayetleri, onun kuş olup olmadığı üzerinden değil, elçi olarak gönderilmek ile ilgisini kurarak okuduğumuz zaman şöyle bir durum karşımıza çıkmaktadır.
Daha önce verdiğimiz ayet meallerine dikkat edecek olursak, Mekke'li müşriklerin Muhammed (a.s) ın elçiliği konusunda onun kişiliğini öne çıkarmak sureti ile, bir takım itirazlarda bulunduğunu görmekteyiz. Süleyman (a.s) ile Hüdhüd arasında geçen konuşmanın anlatıldığı ayetlerde ana mesaj, elçilerin kimliklerine değil, onlar tarafından gelen mesajın içeriğine dikkatlerin çevrilmesi gerektiğidir. Şöyle ki:
Süleyman (a.s) Hüdhüd'e, haber getirdiği Sebe ülkesinin Hükümdarına bir mesaj götürmesini emreder, Hüdhüd bu mesajı Sebe hükümdarına götürür, ve gelen mesaja Sebe hükümdarının tepkisi dikkat çekicidir. Hüdhüd ile ilgili ayetlerin asıl mesajı da işte buradadır.
Sebe hükümdarı kendisine gelen mesajın kimin tarafından bırakıldığı tarafına hiç takılmadan, direk mesajı okumuş MESAJI KİMİN GETİRDİĞİNE DEĞİL, KİMİN GÖNDERDİĞİNE BAKMIŞTIR. Neml s. 30. ayetindeki sözleri, onun bu durumunu işaret etmektedir. Hükümdarın, "Ey ileri gelenler bana kuşun biri mesaj bıraktı" şeklinde bir ifade kullanmamış olması, dikkat çekmesi gereken bir yöndür.
Bu noktayı dikkate aldığımızda konu ile ilgili ayetlerin ilk muhataplara olan mesajı zımnen şu şöyledir: Ey Mekke'liler, size gönderdiğim elçinin kim olup olmadığına bakmayın. Bakmanız gereken taraf o elçi ile size gönderdiğim vahiydir. Sebe hükümdarı kendisine gönderilen mektubu nasıl kimin getirdiğine bakmadan, önce kimin gönderdiğine baktı ise, siz de aynı şekilde size gelen mesajı önce kimin getirdiğine bakmadan, kimin gönderdiğine bakın.
Konu ile ilgili ayetlerin ilk muhataplara olan mesajını bu şekilde okuduktan sonra, bu ayetlerin bizlere dönük olarak nasıl bir mesaj içermiş olabileceği sorusu daha kolay cevap bulacaktır.
Yeniden hatırlayacak olursak, konu ile ilgili ayetlerin ana mesajı, dikkatlerin gelen vahye yönelmesi gerektiği, getirenin değil gönderenin merkeze alınmasıdır. Bu düşünceyi ortaya atarken, elçinin yok sayılması gerektiği gibi bir düşünce olduğumuzu dile getirmeye çalıştığımız anlaşılmamalıdır.
Bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların çoğunluğunda hakim olan din anlayışına baktığımızda, sahip olunan din anlayışının vahiy merkezli değil, elçi merkezli olduğu görülmektedir. Halbuki o elçinin getirdiği kitabın ana mesajı muhatapların vahyi merkeze almaları gerektiği olmasına rağmen bu böyle olmamakta, vahiy ötelenmekte hatta rivayetler ile eşdeğer görülerek ayağa düşürülmektedir.
İsa (a.s) ile ilgili ayetlerin ana mesajının bir elçinin kendisinin değil, onun ilettiği vahyin öne çıkarılması olduğu, tersi bir durumun kişileri ne gibi durumları düşüreceği olduğu halde, bu mesaj maalesef kale alınmamakta, İsa (a.s) a yapılan yanlış muamelenin aynısı hatta daha beteri, Muhammed (a.s) için uygulanmaktadır.
Bugün İslam coğrafyasının büyük çoğunluğunda hakim olan din algısına Kur'an bir çok yerde itiraz etmekte, itiraz ettiği yerlerden bir tanesi de Süleyman (a.s) kıssası içinde geçen Hüdhüd ile olan konuşmanın geçtiği ayetlerdir.
Bu ayetler bizlere zımnen şöyle bir mesaj içermektedir: Ey Müslümanlar size gelen elçinin kimliğini onun getirdiği vahyin önüne geçirmek sureti ile büyük bir hata yapmaktasınız. Elçilerin vazifesi sadece getirdikleri vahyi iletmek ve örnek olmaktır. Vahyi kimin getirdiğine değil, kimin gönderdiğine bakın.
Sonuç olarak: Kıssa yollu anlatımlarda asıl olan, o kıssa ile muhataba bir takım mesajlar vermeyi amaçlamak olmasına rağmen, mesajın içeriğini anlamaya yönelik olmayan kıssa okumaları bekleneni vermekten uzak okuma örnekleri olacaktır.
Süleyman (a.s) kıssası içinde geçen Hüdhüd ile ilgili ayetleri okuma yöntemi bu şekilde yapılmak yerine Hüdhüd'ün ne veya kim olduğu yönünde yoğunlaştığında verilmek istenilen mesaj anlaşılamayacaktır.
Kur'an bütünlüğünü dikkate alan bir yöntem ile Hüdhüd ile ilgili ayetleri okumaya çalıştığımızda, bizlere bir mesaj verildiğini ve bu mesajın merkezinde ise, elçilerin kim olduklarının önemi olmaması gerektiği, asıl önemli olanın onlar aracılığı ile gelen vahiy olması gerektiği hatırlatmasının yapıldığı anlaşılabilir.
Fabl olarak bilinen insan haricindeki canlıları konuşturan edebiyat sanatı örneklerini okuduğumuz zaman nasıl ki Hayvan nasıl konuşur? meselesine takılmadan verilmek istenilen mesaj odaklanıyor isek, bu konuya da bu şekilde bakmak daha doğru sonuçlar verecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
27 Mart 2018 Salı
Muhammed (a.s) ı Allah'a Ortak Koşmak: Şirkin Müslüman Hayatında Yer Bulması
7 den 7 e hangi Müslümana Şirk nedir? diye sorulacak olsa, alacağımız cevap Allah'tan başkasına kulluk etmektir, şeklinde olacaktır. Şirk denilince yine bir çok Müslümanda, Mekke'nin fethini müteakip Kabe içinde bulunduğu söylenen 360 adet putun kırılması ile şirk kavramının artık hayatta çıkmış olduğu düşüncesi hakim bulunmakta, bu kavramın Müslüman hayatında bundan sonra asla bir daha yer almadığı veya alamayacağı zannedilmektedir.
Halbuki bu durum kısa bir süre devam etmiş, Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan farklı din algıları, onun Kul ve Elçi olarak sınırlandırılan konumunu değiştirerek, onun İlah konumuna yükseltilmesinin önünü açmıştır. Bugün bir çok Müslümanın zihnindeki peygamber portresi, maalesef Kur'an ile asla uyuşmayan bir noktada olup, şirk kavramının Müslüman hayatından yeniden yer bulmasına sebep olmaktadır.
İşin daha acı olan yönü ise, Muhammed (a.s) üzerinden hayata geçirilen şirkin dini bir vecibe olarak görülmesi, şirk içeren ameller işlendiğinde sevap alınacağına inanılmasıdır. Bugün bir çok Müslüman şirk olduğunun farkında bile olmadığı bir çok ameli dini bir görev gibi saymakta, ve titizlikle bu görevleri işlemek hususunda büyük gayretler sarf etmektedir.
Bütün Müslümanlar Muhammed (a.s) dahil bütün elçileri sevmek durumunda hatta zorundadırdır. Ancak bu sevginin de bir ölçüsü olup, bu ölçü onun getirdiği kitap içinde bizlere verilmiştir. "Ne kadar çok seversek o kadar iyi Müslüman olunur" diye bir kaide olmamasına rağmen, sevgideki aşırılık öyle bir noktaya getirilmiştir ki, bu konudaki bazı yanlışları dile getirmeye çalışanlar, maalesef, Peygamber Düşmanı olmak gibi yaftalarla suçlanmaktadır.
Kur'an içindeki İsa (a.s) ile ilgili ayetlere bakıldığında, bu ayetlerdeki ana mesajın, onun Hristiyanlar tarafından ilah mertebesine çıkarılmasındaki yanlışlıklar olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz. Bu ayetlerin bize dönük mesajının, İsa (a.s) a yapılan muamelenin benzerinin Muhammed (a.s) için yapılmaması gerektiğinin hatırlatılması olmasına rağmen, sanki ayetlerin ana mesajı, İsa (a.s) için uygulanan muamelenin aynısının Muhammed (a.s) için de uygulanması emrediliyormuş olduğu gibi anlaşılmakta, Hristiyanlar tarafından İsa (a.s) a yapılan muamelenin belki daha aşırısı, Muhammed (a.s) için uygulanmaktadır.
Muhammed (a.s) a karşı yapılan ve Müslümanları şirke düşüren bazı aşırı uygulamalar.
Bugün sokaktaki 100 kişiye Muhammed (a.s) ölü müdür değil midir? şeklinde bir soru sorulacak olsa, alınacak cevapların ekserisi onun ölü olmadığı şeklindedir.
[Zümer s. 30] Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler.
Kur'an içindeki bu ve benzeri ayetlerin varlığından bile haberdar olmayan bir çok Müslüman, Muhammed (a.s) için Ölü kelimesini kullanmaktan imtina etmekte, bu kelimeyi onun için kullanmaktan, sanki Allah için kullanıyormuşçasına çekinmektedir. Akademik kariyer sahibi veya halkın gözünde Ulu Hoca olarak nam salmış kişilerden onun ölmediğini, kabirlerinde sağ olduğunu, namaz kıldığını, hatta eşleri ile bile ilişki kurabildiğini, ona yapılan salavatları işittiğini duyan kimseler, elbette bu hocalara pirim vererek, bunun aksini iddia edenleri Sapık, Peygamber Düşmanı olarak göreceklerdir.
Şefaat konusu açıldığında, şefaat edecek kimselerin başında geldiğine inanılan, her fırsatta Şefaat yaa Resulullah sözünü tekrarlamanın ibadet sayıldığı bir toplumun fertlerine, "Muhammed (a.s) ın böyle bir yetkisi yoktur, şefaat yetkisinin tümü ile kendisine ait olduğunu Allah (c.c) kitabında beyan etmektedir, ahirette ondan başka medet istenecek kimse yoktur" şeklinde sözler söyleyen bir kimseye "Bu sapık neler diyor böyle" diyerek bakılmakta, söylediği sözlerin doğru olup olmadığını bırakın araştırmak, sözleri kale bile alınmamaktadır.
Onun söylediği iddia edilen ve adına Hadis denilen sözlerin Kur'an ile aynı seviyede tutulması da şirkin Müslüman hayatında yer bulan bir çeşididir. İlah olmanın gereği olan insanlar için bir takım emir yasaklar koyma hakkı, Allah ile aynı görülerek Muhammed (a.s) a da verilmiş, bu hak bazı yalan ve iftira rivayetler ile desteklenmekte, bazı Kur'an ayetleri de bu yönde tevil edilmek sureti ile, Allah ile kulu aynı kefeye konmaktadır.
Tasavvufu şirk, tasavvuf ehlini ise müşrik olarak niteleyen Selefiyye ekolü mensuplarının, onun sözlerini Kur'an ile eşdeğer görmek sureti ile kendilerinin de tasavvufçular gibi şirk batağının içinde olduklarından maalesef haberleri dahi yoktur.
Müslümanlar böyle bir şirkten nasıl kurtulabilir?.
Bu veya benzeri şirk türlerinden kurtulmanın tek ve yegane yolu, Allah'ın kitabını dinde belirleyici ve yol gösterici olarak görmekle olacaktır. Bu kitap içindeki peygamber algısı en doğru ve en sahih bilgileri içermekte, bu bilgilerin ışığında öğrenilen peygamber algısı, bizi şirk batağına düşmekten kurtaracak olan bilgileri vermektedir.
Dinde belirleyici olarak görülen bir kitap içindeki peygamber algısını belirleyen ana çizgi, onun BEŞER BİR ELÇİ olmasını merkeze almaktadır. Böyle bir konuma sahip olan elçiye karşı yapılacak olan her türlü aşırı davranışlar, İsa (a.s) örnedğinde görüleceği üzere kişiyi şirke götürme tehlikesini barındırmaktadır.
Kur'an'ın İsa (a.s) ile ilgili ayetlerinin, sadece onu ilah mertebesine çıkaran Hristiyanları değil, böyle bir şirk içine düşme riskine sahip olan biz Müslümanları da yakından ilgilendirdiği hatırdan çıkarılmamalıdır. Böyle bir bilinç içinde okunan kitabın ayetleri, bizleri mevcut şirk riskine karşı uyaracak, ve ondan sakınmamızı sağlayacaktır.
Muhammed (a.s) ın Mekke'li müşrikler tarafından beşer oluşunun yadırganması ve onun beşer olduğu vurgusunun sıkça yapılıyor olmasının, bizler için de önemli mesajlar olduğu unutulmamalıdır. Onun beşer bir elçi oluşu onun örnekliği için önemli bir unsur olup, beşer olmaktan çıkarılması örnek alınır olmasını da olumsuz yönde etkileyecektir.
Geçtiğimiz günlerde bir üniversitenin ilahiyat fakültesi öğrencileri arasında yapılan "Peygamberimizin en önemli sünnetleri nedir?" adlı ankette soruya verilen cevapların en çoğunu "Sakal, Sarık, Misvak" gibi cevapların verilmiş olması, dini eğitim alanların bile sahip olduğu Peygamber algısının ne halde olduğunun acı bir örneğidir.
Halk arasında dolanan dini bilgi ve düşüncelerin merkezinde Muhammed (a.s) ın Kur'an ile taban tabana zıt olarak anlatılan kişiliğinin öne çıkmış olması, din konusunda düşülen büyük hatalardan bir tanesidir. Bir elçi olarak onun kişiliğinin getirdiği vahyin önüne çıkmaması gerekirken, Kur'an'ın onun gerisinde kalması asla kabul edilir bir durum olamaz.
Elçilerin kişilikleri şayet Kur'an merkezli öne çıkacak olsa, onların küfür ve şirke karşı nasıl canları pahasına mücadele ettiği öne çıkması gerekecek, fakat onların bu kişilikleri en başta bir çok Müslümanı rahatsız edecektir. Bundan dolayı suya sabuna dokunmamış, uçan kaçan, ümmetine sakal sarık v.s kullanmakla 100 şehit sevabı vaat eden, onları şirkten sakındırmaya çağıran bir peygamber portresi, bir çok Müslümana daha cazip gelmektedir.
Bu durumda olduğunu düşündüğümüz Müslümanlara karşı kullanacağımız üslup ta önemlidir. Şayet onlara karşı tekfir ve ötekileştirici bir dil ile yaklaştığımızda, onlar bırakın sahip oldukları düşünceleri terk etmek, bu düşüncelerine daha sıkı yapışacaklardır.
[Nisa s. 48] Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.
Sonuç olarak: Allah (c.c) kendisine elçisi dahi olsa kimse ile ortak koşulmasını asla bağışlamayacaktır. Muhammed (a.s) ı daha fazla sevmek adına yapılan ve Kur'an'dan onay almayan her türlü aşırılıklar, bizleri şirk batağına çekme riski barındırmasından ötürü, tehlike az etmekte, bundan kaçınılması gerekmektedir.
Yazımızın amacının bu durumda olanları müşrik olarak nitelemek ve tekfir olmadığı, amacımızın bu durumda olanları uyarmak, içinde bulundukları tehlikeli durumu haber vermeye çalışmak olduğu bilinmelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Halbuki bu durum kısa bir süre devam etmiş, Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan farklı din algıları, onun Kul ve Elçi olarak sınırlandırılan konumunu değiştirerek, onun İlah konumuna yükseltilmesinin önünü açmıştır. Bugün bir çok Müslümanın zihnindeki peygamber portresi, maalesef Kur'an ile asla uyuşmayan bir noktada olup, şirk kavramının Müslüman hayatından yeniden yer bulmasına sebep olmaktadır.
İşin daha acı olan yönü ise, Muhammed (a.s) üzerinden hayata geçirilen şirkin dini bir vecibe olarak görülmesi, şirk içeren ameller işlendiğinde sevap alınacağına inanılmasıdır. Bugün bir çok Müslüman şirk olduğunun farkında bile olmadığı bir çok ameli dini bir görev gibi saymakta, ve titizlikle bu görevleri işlemek hususunda büyük gayretler sarf etmektedir.
Bütün Müslümanlar Muhammed (a.s) dahil bütün elçileri sevmek durumunda hatta zorundadırdır. Ancak bu sevginin de bir ölçüsü olup, bu ölçü onun getirdiği kitap içinde bizlere verilmiştir. "Ne kadar çok seversek o kadar iyi Müslüman olunur" diye bir kaide olmamasına rağmen, sevgideki aşırılık öyle bir noktaya getirilmiştir ki, bu konudaki bazı yanlışları dile getirmeye çalışanlar, maalesef, Peygamber Düşmanı olmak gibi yaftalarla suçlanmaktadır.
Kur'an içindeki İsa (a.s) ile ilgili ayetlere bakıldığında, bu ayetlerdeki ana mesajın, onun Hristiyanlar tarafından ilah mertebesine çıkarılmasındaki yanlışlıklar olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz. Bu ayetlerin bize dönük mesajının, İsa (a.s) a yapılan muamelenin benzerinin Muhammed (a.s) için yapılmaması gerektiğinin hatırlatılması olmasına rağmen, sanki ayetlerin ana mesajı, İsa (a.s) için uygulanan muamelenin aynısının Muhammed (a.s) için de uygulanması emrediliyormuş olduğu gibi anlaşılmakta, Hristiyanlar tarafından İsa (a.s) a yapılan muamelenin belki daha aşırısı, Muhammed (a.s) için uygulanmaktadır.
Muhammed (a.s) a karşı yapılan ve Müslümanları şirke düşüren bazı aşırı uygulamalar.
Bugün sokaktaki 100 kişiye Muhammed (a.s) ölü müdür değil midir? şeklinde bir soru sorulacak olsa, alınacak cevapların ekserisi onun ölü olmadığı şeklindedir.
[Zümer s. 30] Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler.
Kur'an içindeki bu ve benzeri ayetlerin varlığından bile haberdar olmayan bir çok Müslüman, Muhammed (a.s) için Ölü kelimesini kullanmaktan imtina etmekte, bu kelimeyi onun için kullanmaktan, sanki Allah için kullanıyormuşçasına çekinmektedir. Akademik kariyer sahibi veya halkın gözünde Ulu Hoca olarak nam salmış kişilerden onun ölmediğini, kabirlerinde sağ olduğunu, namaz kıldığını, hatta eşleri ile bile ilişki kurabildiğini, ona yapılan salavatları işittiğini duyan kimseler, elbette bu hocalara pirim vererek, bunun aksini iddia edenleri Sapık, Peygamber Düşmanı olarak göreceklerdir.
Şefaat konusu açıldığında, şefaat edecek kimselerin başında geldiğine inanılan, her fırsatta Şefaat yaa Resulullah sözünü tekrarlamanın ibadet sayıldığı bir toplumun fertlerine, "Muhammed (a.s) ın böyle bir yetkisi yoktur, şefaat yetkisinin tümü ile kendisine ait olduğunu Allah (c.c) kitabında beyan etmektedir, ahirette ondan başka medet istenecek kimse yoktur" şeklinde sözler söyleyen bir kimseye "Bu sapık neler diyor böyle" diyerek bakılmakta, söylediği sözlerin doğru olup olmadığını bırakın araştırmak, sözleri kale bile alınmamaktadır.
Onun söylediği iddia edilen ve adına Hadis denilen sözlerin Kur'an ile aynı seviyede tutulması da şirkin Müslüman hayatında yer bulan bir çeşididir. İlah olmanın gereği olan insanlar için bir takım emir yasaklar koyma hakkı, Allah ile aynı görülerek Muhammed (a.s) a da verilmiş, bu hak bazı yalan ve iftira rivayetler ile desteklenmekte, bazı Kur'an ayetleri de bu yönde tevil edilmek sureti ile, Allah ile kulu aynı kefeye konmaktadır.
Tasavvufu şirk, tasavvuf ehlini ise müşrik olarak niteleyen Selefiyye ekolü mensuplarının, onun sözlerini Kur'an ile eşdeğer görmek sureti ile kendilerinin de tasavvufçular gibi şirk batağının içinde olduklarından maalesef haberleri dahi yoktur.
Müslümanlar böyle bir şirkten nasıl kurtulabilir?.
Bu veya benzeri şirk türlerinden kurtulmanın tek ve yegane yolu, Allah'ın kitabını dinde belirleyici ve yol gösterici olarak görmekle olacaktır. Bu kitap içindeki peygamber algısı en doğru ve en sahih bilgileri içermekte, bu bilgilerin ışığında öğrenilen peygamber algısı, bizi şirk batağına düşmekten kurtaracak olan bilgileri vermektedir.
Dinde belirleyici olarak görülen bir kitap içindeki peygamber algısını belirleyen ana çizgi, onun BEŞER BİR ELÇİ olmasını merkeze almaktadır. Böyle bir konuma sahip olan elçiye karşı yapılacak olan her türlü aşırı davranışlar, İsa (a.s) örnedğinde görüleceği üzere kişiyi şirke götürme tehlikesini barındırmaktadır.
Kur'an'ın İsa (a.s) ile ilgili ayetlerinin, sadece onu ilah mertebesine çıkaran Hristiyanları değil, böyle bir şirk içine düşme riskine sahip olan biz Müslümanları da yakından ilgilendirdiği hatırdan çıkarılmamalıdır. Böyle bir bilinç içinde okunan kitabın ayetleri, bizleri mevcut şirk riskine karşı uyaracak, ve ondan sakınmamızı sağlayacaktır.
Muhammed (a.s) ın Mekke'li müşrikler tarafından beşer oluşunun yadırganması ve onun beşer olduğu vurgusunun sıkça yapılıyor olmasının, bizler için de önemli mesajlar olduğu unutulmamalıdır. Onun beşer bir elçi oluşu onun örnekliği için önemli bir unsur olup, beşer olmaktan çıkarılması örnek alınır olmasını da olumsuz yönde etkileyecektir.
Geçtiğimiz günlerde bir üniversitenin ilahiyat fakültesi öğrencileri arasında yapılan "Peygamberimizin en önemli sünnetleri nedir?" adlı ankette soruya verilen cevapların en çoğunu "Sakal, Sarık, Misvak" gibi cevapların verilmiş olması, dini eğitim alanların bile sahip olduğu Peygamber algısının ne halde olduğunun acı bir örneğidir.
Halk arasında dolanan dini bilgi ve düşüncelerin merkezinde Muhammed (a.s) ın Kur'an ile taban tabana zıt olarak anlatılan kişiliğinin öne çıkmış olması, din konusunda düşülen büyük hatalardan bir tanesidir. Bir elçi olarak onun kişiliğinin getirdiği vahyin önüne çıkmaması gerekirken, Kur'an'ın onun gerisinde kalması asla kabul edilir bir durum olamaz.
Elçilerin kişilikleri şayet Kur'an merkezli öne çıkacak olsa, onların küfür ve şirke karşı nasıl canları pahasına mücadele ettiği öne çıkması gerekecek, fakat onların bu kişilikleri en başta bir çok Müslümanı rahatsız edecektir. Bundan dolayı suya sabuna dokunmamış, uçan kaçan, ümmetine sakal sarık v.s kullanmakla 100 şehit sevabı vaat eden, onları şirkten sakındırmaya çağıran bir peygamber portresi, bir çok Müslümana daha cazip gelmektedir.
Bu durumda olduğunu düşündüğümüz Müslümanlara karşı kullanacağımız üslup ta önemlidir. Şayet onlara karşı tekfir ve ötekileştirici bir dil ile yaklaştığımızda, onlar bırakın sahip oldukları düşünceleri terk etmek, bu düşüncelerine daha sıkı yapışacaklardır.
[Nisa s. 48] Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.
Sonuç olarak: Allah (c.c) kendisine elçisi dahi olsa kimse ile ortak koşulmasını asla bağışlamayacaktır. Muhammed (a.s) ı daha fazla sevmek adına yapılan ve Kur'an'dan onay almayan her türlü aşırılıklar, bizleri şirk batağına çekme riski barındırmasından ötürü, tehlike az etmekte, bundan kaçınılması gerekmektedir.
Yazımızın amacının bu durumda olanları müşrik olarak nitelemek ve tekfir olmadığı, amacımızın bu durumda olanları uyarmak, içinde bulundukları tehlikeli durumu haber vermeye çalışmak olduğu bilinmelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
24 Mart 2018 Cumartesi
Helak Kavramı ve Medya Sektörünün Karun'u Aydın Doğan'ın Helakının Yeni Karun Adaylarına İbretlik mesajı
Kur'an'ın kıssa yollu anlatımlarına bakıldığında o kıssalarda öne çıkan olay, adı geçen kavmin kendilerine gelen elçiyi ret etmeleri yüzünden helak edilmiş olmasıdır. Helak kavramı gündeme geldiğinde ise, bu helak edilişin sadece o kavimler ile mi sınırlı olduğu, yoksa helakın devam eden bir süreç olup olmadığı tartışma konusudur.
Kavimlerin helak edilişinin toplumsal bir yasa olduğunu, Allah (c.c) nin tarih boyunca bu yasayı hak eden kişi ve toplumlara gerektiği zaman işlettiğini hesaba kattığımızda, helak dediğimiz olay kıyamete dek sürecek olan bir toplumsal yasadır ve bu yasa hak eden herkes için eşit şekilde işlemeye devam edecektir. Bu yasanın literatürdeki adı bilindiği üzere SÜNNETULLAH tır ve bu yasada asla değişme olmayacağını, yani kıyamete değin süreceğini Rabbimiz bizlere haber vermektedir.
Helak dediğimiz şey sadece gökten insanların başına taş düşmesi gibi olaylarla gerçekleşmez. Bu anlatım Kur'an'ın din dilinin gereği olarak kullandığı bir üsluptur. Bizim için helak olaylarının asıl bakmamız gereken yönü nasıl ve ne şekilde olduğu değil, NEDEN gerçekleştiği yönü olmalıdır. Böyle bir bakış açısı, nedenler üzerinde yoğunlaşacağı için, bir toplum ve kişilerin sahip oldukları işleyen düzenlerinin artık işlemez olması, onlar için bir nevi helak olarak görülmelidir.
Tarihte bu değişmez yasanın uygulandığı kişilerden bir tanesi de bilindiği üzere KARUN dur. Bu kişinin öne çıkan özelliği ise akıl almaz zenginliği olup, onun bu serveti kendisini yıkımdan kurtaramamıştır. Karun'un helakına sebep olan en önemli şey ise, servetini yanlış yolda kullanmış olmasıdır. Onun kıssasının anlatıldığı Kasas s. 76-83. ayetlerde bu konu detaylı bir şekilde anlatılmaktadır.
Karun kıssası bize neden anlatılmaktadır?.
Bu soruya verilecek en kısa cevap, "Onun arkasından gelecek olan ve servetini doğru yolda kullanmak yerine, yanlış yolda kullanmak sureti ile yeni bir Karun olmak hevesi güdenlere ibret olması için anlatılmaktadır" şeklinde olacaktır. Dünyanın kuruluşundan beri sahip oldukları mal ve serveti yanlış yolsa kullanan nice Karun'lar helak olmuş, ve bu helak oluş kıyamete değin sürecektir.
Bu günlerde Türkiye gündeminde konuşulan önemli olaylardan bir tanesi Doğan Medya Gurubu adı bildiğimiz, Aydın Doğan adlı kişinin medya sektöründe sahip olduğu bütün yayın organlarını satma kararı almasıdır. Bu sadece normal bir satış kararı değil, bir kuruluşun artık helak olduğunun göstergesidir.
Peki bu olayın helak oluş ile ilgisi nedir?.
Aydın Doğan, Türkiye'nin medya sektörü denildiğinde akla gelen ilk ve tek isimdir. Bu isim kısaca ifade etmek gerekirse, Türkiye'nin yıllarca kaderini elinde tutmuş, siyasal iktidarın ve ekonomik hayatın belirlenmesinde önemli rol oynamış, sahip olduğu medya sektörünü silah gibi kullanarak istediğini vezir, isteğini ise rezil etmiş bir isimdir. Bu isim sahip olduğu gazete, dergi ve tv kanallarında yaptığı yayınlar ile kendisini Türkiye'nin yönlendiricisi olarak görmüş, elindeki gücü bu yönde kullanan bir nevi ÇAĞDAŞ BİR KARUN'DUR.
Şimdi bu çağdaş Karun, yeni aldığı bir kararla, yaşlandığını ileri sürerek elindeki bütün medya gücünü satacağını bildirmektedir. Onun böyle bir satış karar alması ne anlama gelmektedir?.
Dünyanın hiç bir ülkesinde böylesine güçlü bir kuruluş, ani bir kararla asla varını yoğunu satmak sureti ile kendisinin tarih sahnesinden çekmez. Bu tür kuruluşlar kendilerinin devamını sağlayacak bir veliaht mutlaka yetiştirir ve babadan oğula geçiş ile dünya sahnesindeki varlıklarını uzun yıllar sürdürmeye çalışırlar.
Bugün dünyanın kaderi üzerinde etkili olan ve istediklerini yapabilme gücüne sahip olan kuruluşlara baktığımızda, bu kuruluşların uzun yıllar bir nesilden nesile devam ettiklerini görebiliriz. Doğan Medya adındaki kuruluşun böyle bir karar alması büyük şaşkınlığa neden olmuş, Aydın Doğan gibi bir ismin neden nesilden nesile sürebilecek bir kuruluşu satma kararı alarak Türkiye'nin kaderi ile oynama sevdasından vazgeçtiği merak konusu olmuştur. Çünkü artık belirli bir zamandan sonra bu gibi kuruluşların para kazanma sevdası ikinci plana düşerek, birinci plana kazandıkları bu paralar ile ülkeleri istedikleri gibi dizayn etmek ve o ülkelerde kalıcı olabilmek sevdaları öne çıkar.
Bu gibi kuruluşların başlarında olan kişiler, isimlerinin ilelebet yaşamasını arzu etmelerine rağmen, Aydın Doğan isminin artık bundan sonra sadece öldüğü zaman duyulacak olması, onlar için büyük bir yıkım ve helak olmaktan başka bir şey değildir.
Yıllar öncesine geri döndüğümüzde, Türkiye'de şu anda mevcut siyasi iktidarın yerinde başka bir siyasi iktidar olduğunu, bu siyasi iktidarı istediği gibi yönlendiren en önemli kuruluşların başında ise Aydın Doğan isminin geldiğini görebiliriz. Dün siyasal iktidar tarafından hor görülen ve zulme ve baskıya maruz kalan insanların ise, bugün iktidar olduğunu ve dün kendilerine zulüm ve baskı yapanlara hesap sormaya başladığını da görmekteyiz.
Yani keser dönmüş sap dönmüş bir gün gelmiş hesap dönmüş, dün iktidar olanların bugün ellerindeki güç gitmiş, bu güç ise dün zulme maruz kalanların eline iktidar gücü geçmiştir.
Bugün mevcut iktidarın yaptığı icraatlardan bir tanesi, dün kendilerini bazı sıkıntılı durumlara maruz bırakanlardan hesap sormaya başlamak olmuş, hesap sorulanlardan bir tanesi de Aydın Doğan adlı kişidir. Mevcut iktidar bu kişinin elini kolunu öyle bir bağlamıştır ki çareyi bir şekilde kaçmak yolunda bulduğu, varını yoğunu satma kararı almasından anlaşılmaktadır.
Meselemiz sadece bu kişinin varını yoğunu satarak helakının gerçekleşmiş olması değildir. Bu durumun bir diğer yönü ise bu kişinin sattığı medya gurubunu, bir başka kişinin yani bir başka Karun'un alacak olmasıdır. Yani bir Karun yerin dibine batacak ama, başka bir Karun sahnede yerini alacaktır.
Burada kısaca Türkiye'de mevcut olan gazete, dergi, tv gibi yayın organlarının genel durumuna dikkat çekmek gerekmektedir.
Türkiye'de mevcut olan gazete, dergi, tv kanalı gibi yayın organlarının sadece o işi yapan kişi ve kuruluşlara ait olmadığı, holding çatısı altında toplanan şirket kuruluşların sahip oldukları şirketler arasında basın yayın alanı da bulunduğu bilinmektedir.
Bu holdingler sahip oldukları basın yayın kuruluşları ile halkı haber ve olaylar konusunda tarafsız olarak bilgilendirmeyi değil, Algı Operasyonu olarak bildiğimiz yöntem ile insanların olaylara kendilerinin baktığı perspektiften bakmalarını sağlamak amacı güttüğü de bilinmektedir.
Türkiye'de çıkan adı sanı duyulmamış bir kaç dergi gazete haricinde bütün yayın organları böyle bir amaç güderek insanları kendi amaçları doğrultusunda sürü haline sokmayı hedeflemektedir.
Türkiye genelindeki gazete, dergi, tv kanallarına baktığımızda bunların 1- İktidar yanlısı, 2- İktidar karşıtı olmak üzere 2 ana guruba ayrıldığı görülmektedir. İktidar yanlısı yayın organları ne olursa bütün yapılanları doğru ve güzel göstermek sureti ile insanların mevcut iktidara olan desteğini sağlamak, iktidar karşıtı yayın organları ise ne olursa olsun bütün yapılanları yanlış ve çirkin göstermek sureti ile insanların mevcut iktidarı desteklememelerini sağlamayı amaçlamaktadırlar.
Hasılı Türkiye'de objektif ve sadece hak ve haklıdan yana olan bir yayın organı bulmak imkansızdır. Hak ve haklı olmaktan anladıkları şey, sadece borusunu öttürdükleri kişi, holding ve siyasi partinin mevcut olan görüşleridir.
Dün Aydın Doğan adlı kişi tarafından kendi dünyevi menfaatleri doğrultusunda kullanılan basın yayın organları, bugün onları satın alan bir başka kişi tarafından kendi dünyevi menfaatleri doğrultusunda kullanılmak sureti ile Türkiye'nin kaderini elinde tutma mücadelesine devam edeceklerdir. Değişen şey sadece isimler olacak ama Karunluk aynı şekilde devam edecektir.
Ama unutulan bir şey var ki o da Allah'ın sünnetinde yani toplum ve kişilere uyguladığı toplumsal yasada asla değişiklik olmayacağıdır.
Dün Türkiye'nin siyasal, ekonomik ve iktisadi hayatına yön verecek kadar kuvvetli olan, fakat bugün artık o gücünü yitirmiş olan birisinin yerini, ondan satın aldığı basın yayın kuruluşlarını aynı amaçlar doğrultusunda kullanacak olan bir başkası alacaktır. Fakat bu kişinin akıbeti de Aydın Doğan'dan farklı olmayacak, ilerleyen zamanlarda Türkiye'nin değişecek olan siyasi şartları gereği, bu holding de gücünün elinden gitmesine Aydın Doğan gibi helak olmasına sebep olacaktır.
Sonuç olarak: Kur'an'da geçen helak kavramını Allah (c.c) nin toplum ve kişilere uyguladığı değişmez toplumsal yasalar çerçevesinde düşündüğümüzde, bu helakın kıyamete kadar süreceği ortaya çıkmaktadır.
Kur'an'da anlatılan Karun kıssasının ana mesajı, onun sahip olduğu konumda olanların dünyanın hangi zaman dilimi ve mekanında yaşarlarsa yaşasınlar, aynı şartları yerine getirdiği zaman, helak edilmeyi hak ettiğidir.
Türkiye'de basın yayın alanında sahip olduğu güç ile çağdaş bir Karun olduğunu söyleyebileceğimiz Aydın Doğan'ın, sahip olduğu kuruluşları satmak zorunda kalması, onun bir nevi helak oluşu anlamındadır. Onun bu şekilde helak olması, aynı yolu izleyen diğer Karun'lar için bir ibret vesikasıdır.
Dün iktidara dayanarak elde ettiği gücün bugün elinden gitmiş olması, bugün iktidara dayanarak onun sahip olduğu güce özenenlere ibret olmalı, iktidar gücü ellerinden gittiği zaman Aydın Doğan'ın düştüğü duruma düşeceklerini asla hatırdan çıkarmamalıdırlar.
Mal ve servetin dünya hayatının geçici bir menfaati olduğunu, bunlara sahip olanların bu serveti doğru yolda harcamaları gerektiği, aksi yolda hareket edenlerin başına neler geleceği Karun örneğinde haber verildiği asla hatırdan çıkarılmamalıdır.
Kavimlerin helak edilişinin toplumsal bir yasa olduğunu, Allah (c.c) nin tarih boyunca bu yasayı hak eden kişi ve toplumlara gerektiği zaman işlettiğini hesaba kattığımızda, helak dediğimiz olay kıyamete dek sürecek olan bir toplumsal yasadır ve bu yasa hak eden herkes için eşit şekilde işlemeye devam edecektir. Bu yasanın literatürdeki adı bilindiği üzere SÜNNETULLAH tır ve bu yasada asla değişme olmayacağını, yani kıyamete değin süreceğini Rabbimiz bizlere haber vermektedir.
Helak dediğimiz şey sadece gökten insanların başına taş düşmesi gibi olaylarla gerçekleşmez. Bu anlatım Kur'an'ın din dilinin gereği olarak kullandığı bir üsluptur. Bizim için helak olaylarının asıl bakmamız gereken yönü nasıl ve ne şekilde olduğu değil, NEDEN gerçekleştiği yönü olmalıdır. Böyle bir bakış açısı, nedenler üzerinde yoğunlaşacağı için, bir toplum ve kişilerin sahip oldukları işleyen düzenlerinin artık işlemez olması, onlar için bir nevi helak olarak görülmelidir.
Tarihte bu değişmez yasanın uygulandığı kişilerden bir tanesi de bilindiği üzere KARUN dur. Bu kişinin öne çıkan özelliği ise akıl almaz zenginliği olup, onun bu serveti kendisini yıkımdan kurtaramamıştır. Karun'un helakına sebep olan en önemli şey ise, servetini yanlış yolda kullanmış olmasıdır. Onun kıssasının anlatıldığı Kasas s. 76-83. ayetlerde bu konu detaylı bir şekilde anlatılmaktadır.
Karun kıssası bize neden anlatılmaktadır?.
Bu soruya verilecek en kısa cevap, "Onun arkasından gelecek olan ve servetini doğru yolda kullanmak yerine, yanlış yolda kullanmak sureti ile yeni bir Karun olmak hevesi güdenlere ibret olması için anlatılmaktadır" şeklinde olacaktır. Dünyanın kuruluşundan beri sahip oldukları mal ve serveti yanlış yolsa kullanan nice Karun'lar helak olmuş, ve bu helak oluş kıyamete değin sürecektir.
Bu günlerde Türkiye gündeminde konuşulan önemli olaylardan bir tanesi Doğan Medya Gurubu adı bildiğimiz, Aydın Doğan adlı kişinin medya sektöründe sahip olduğu bütün yayın organlarını satma kararı almasıdır. Bu sadece normal bir satış kararı değil, bir kuruluşun artık helak olduğunun göstergesidir.
Peki bu olayın helak oluş ile ilgisi nedir?.
Aydın Doğan, Türkiye'nin medya sektörü denildiğinde akla gelen ilk ve tek isimdir. Bu isim kısaca ifade etmek gerekirse, Türkiye'nin yıllarca kaderini elinde tutmuş, siyasal iktidarın ve ekonomik hayatın belirlenmesinde önemli rol oynamış, sahip olduğu medya sektörünü silah gibi kullanarak istediğini vezir, isteğini ise rezil etmiş bir isimdir. Bu isim sahip olduğu gazete, dergi ve tv kanallarında yaptığı yayınlar ile kendisini Türkiye'nin yönlendiricisi olarak görmüş, elindeki gücü bu yönde kullanan bir nevi ÇAĞDAŞ BİR KARUN'DUR.
Şimdi bu çağdaş Karun, yeni aldığı bir kararla, yaşlandığını ileri sürerek elindeki bütün medya gücünü satacağını bildirmektedir. Onun böyle bir satış karar alması ne anlama gelmektedir?.
Dünyanın hiç bir ülkesinde böylesine güçlü bir kuruluş, ani bir kararla asla varını yoğunu satmak sureti ile kendisinin tarih sahnesinden çekmez. Bu tür kuruluşlar kendilerinin devamını sağlayacak bir veliaht mutlaka yetiştirir ve babadan oğula geçiş ile dünya sahnesindeki varlıklarını uzun yıllar sürdürmeye çalışırlar.
Bugün dünyanın kaderi üzerinde etkili olan ve istediklerini yapabilme gücüne sahip olan kuruluşlara baktığımızda, bu kuruluşların uzun yıllar bir nesilden nesile devam ettiklerini görebiliriz. Doğan Medya adındaki kuruluşun böyle bir karar alması büyük şaşkınlığa neden olmuş, Aydın Doğan gibi bir ismin neden nesilden nesile sürebilecek bir kuruluşu satma kararı alarak Türkiye'nin kaderi ile oynama sevdasından vazgeçtiği merak konusu olmuştur. Çünkü artık belirli bir zamandan sonra bu gibi kuruluşların para kazanma sevdası ikinci plana düşerek, birinci plana kazandıkları bu paralar ile ülkeleri istedikleri gibi dizayn etmek ve o ülkelerde kalıcı olabilmek sevdaları öne çıkar.
Bu gibi kuruluşların başlarında olan kişiler, isimlerinin ilelebet yaşamasını arzu etmelerine rağmen, Aydın Doğan isminin artık bundan sonra sadece öldüğü zaman duyulacak olması, onlar için büyük bir yıkım ve helak olmaktan başka bir şey değildir.
Yıllar öncesine geri döndüğümüzde, Türkiye'de şu anda mevcut siyasi iktidarın yerinde başka bir siyasi iktidar olduğunu, bu siyasi iktidarı istediği gibi yönlendiren en önemli kuruluşların başında ise Aydın Doğan isminin geldiğini görebiliriz. Dün siyasal iktidar tarafından hor görülen ve zulme ve baskıya maruz kalan insanların ise, bugün iktidar olduğunu ve dün kendilerine zulüm ve baskı yapanlara hesap sormaya başladığını da görmekteyiz.
Yani keser dönmüş sap dönmüş bir gün gelmiş hesap dönmüş, dün iktidar olanların bugün ellerindeki güç gitmiş, bu güç ise dün zulme maruz kalanların eline iktidar gücü geçmiştir.
Bugün mevcut iktidarın yaptığı icraatlardan bir tanesi, dün kendilerini bazı sıkıntılı durumlara maruz bırakanlardan hesap sormaya başlamak olmuş, hesap sorulanlardan bir tanesi de Aydın Doğan adlı kişidir. Mevcut iktidar bu kişinin elini kolunu öyle bir bağlamıştır ki çareyi bir şekilde kaçmak yolunda bulduğu, varını yoğunu satma kararı almasından anlaşılmaktadır.
Meselemiz sadece bu kişinin varını yoğunu satarak helakının gerçekleşmiş olması değildir. Bu durumun bir diğer yönü ise bu kişinin sattığı medya gurubunu, bir başka kişinin yani bir başka Karun'un alacak olmasıdır. Yani bir Karun yerin dibine batacak ama, başka bir Karun sahnede yerini alacaktır.
Burada kısaca Türkiye'de mevcut olan gazete, dergi, tv gibi yayın organlarının genel durumuna dikkat çekmek gerekmektedir.
Türkiye'de mevcut olan gazete, dergi, tv kanalı gibi yayın organlarının sadece o işi yapan kişi ve kuruluşlara ait olmadığı, holding çatısı altında toplanan şirket kuruluşların sahip oldukları şirketler arasında basın yayın alanı da bulunduğu bilinmektedir.
Bu holdingler sahip oldukları basın yayın kuruluşları ile halkı haber ve olaylar konusunda tarafsız olarak bilgilendirmeyi değil, Algı Operasyonu olarak bildiğimiz yöntem ile insanların olaylara kendilerinin baktığı perspektiften bakmalarını sağlamak amacı güttüğü de bilinmektedir.
Türkiye'de çıkan adı sanı duyulmamış bir kaç dergi gazete haricinde bütün yayın organları böyle bir amaç güderek insanları kendi amaçları doğrultusunda sürü haline sokmayı hedeflemektedir.
Türkiye genelindeki gazete, dergi, tv kanallarına baktığımızda bunların 1- İktidar yanlısı, 2- İktidar karşıtı olmak üzere 2 ana guruba ayrıldığı görülmektedir. İktidar yanlısı yayın organları ne olursa bütün yapılanları doğru ve güzel göstermek sureti ile insanların mevcut iktidara olan desteğini sağlamak, iktidar karşıtı yayın organları ise ne olursa olsun bütün yapılanları yanlış ve çirkin göstermek sureti ile insanların mevcut iktidarı desteklememelerini sağlamayı amaçlamaktadırlar.
Hasılı Türkiye'de objektif ve sadece hak ve haklıdan yana olan bir yayın organı bulmak imkansızdır. Hak ve haklı olmaktan anladıkları şey, sadece borusunu öttürdükleri kişi, holding ve siyasi partinin mevcut olan görüşleridir.
Dün Aydın Doğan adlı kişi tarafından kendi dünyevi menfaatleri doğrultusunda kullanılan basın yayın organları, bugün onları satın alan bir başka kişi tarafından kendi dünyevi menfaatleri doğrultusunda kullanılmak sureti ile Türkiye'nin kaderini elinde tutma mücadelesine devam edeceklerdir. Değişen şey sadece isimler olacak ama Karunluk aynı şekilde devam edecektir.
Ama unutulan bir şey var ki o da Allah'ın sünnetinde yani toplum ve kişilere uyguladığı toplumsal yasada asla değişiklik olmayacağıdır.
Dün Türkiye'nin siyasal, ekonomik ve iktisadi hayatına yön verecek kadar kuvvetli olan, fakat bugün artık o gücünü yitirmiş olan birisinin yerini, ondan satın aldığı basın yayın kuruluşlarını aynı amaçlar doğrultusunda kullanacak olan bir başkası alacaktır. Fakat bu kişinin akıbeti de Aydın Doğan'dan farklı olmayacak, ilerleyen zamanlarda Türkiye'nin değişecek olan siyasi şartları gereği, bu holding de gücünün elinden gitmesine Aydın Doğan gibi helak olmasına sebep olacaktır.
Sonuç olarak: Kur'an'da geçen helak kavramını Allah (c.c) nin toplum ve kişilere uyguladığı değişmez toplumsal yasalar çerçevesinde düşündüğümüzde, bu helakın kıyamete kadar süreceği ortaya çıkmaktadır.
Kur'an'da anlatılan Karun kıssasının ana mesajı, onun sahip olduğu konumda olanların dünyanın hangi zaman dilimi ve mekanında yaşarlarsa yaşasınlar, aynı şartları yerine getirdiği zaman, helak edilmeyi hak ettiğidir.
Türkiye'de basın yayın alanında sahip olduğu güç ile çağdaş bir Karun olduğunu söyleyebileceğimiz Aydın Doğan'ın, sahip olduğu kuruluşları satmak zorunda kalması, onun bir nevi helak oluşu anlamındadır. Onun bu şekilde helak olması, aynı yolu izleyen diğer Karun'lar için bir ibret vesikasıdır.
Dün iktidara dayanarak elde ettiği gücün bugün elinden gitmiş olması, bugün iktidara dayanarak onun sahip olduğu güce özenenlere ibret olmalı, iktidar gücü ellerinden gittiği zaman Aydın Doğan'ın düştüğü duruma düşeceklerini asla hatırdan çıkarmamalıdırlar.
Mal ve servetin dünya hayatının geçici bir menfaati olduğunu, bunlara sahip olanların bu serveti doğru yolda harcamaları gerektiği, aksi yolda hareket edenlerin başına neler geleceği Karun örneğinde haber verildiği asla hatırdan çıkarılmamalıdır.
23 Mart 2018 Cuma
Bakara s. 134 ve 141. Ayetlerinin Çevirileri Üzerine Bir Mülahaza
Kur'anın Türkçeye yapılan çevirilerinde bazı ayetlerin metne sadık kalmak adına yapılan çevirileri, maalesef bir takım anlama sorunlarına yol açabilmesinden ötürü, genel olarak Kur'an'ın tamamı için böyle bir yönteme sıcak bakmamış olsak da, çevirinin anlam yorum tarzında yapılması, meal okuyucusu için o ayetin anlaşılır olmasını sağlayacaktır.
Nuzül dönemi insanının konuştuğu dile göre inmiş olan bir kitap içinde ayet ve kelimeler, o gün insanı çerçevesinde anlama yönünden herhangi bir problem teşkil etmemesine rağmen, ilerleyen zamanlarda kitabı sadece metinden okuyarak anlamak durumunda olan bizler, okuduğumuz ayeti anlamakta bir takım güçlüklerle karşılaşabiliriz. Ortaya çıkan bu güçlüklerin izalesi ise, ayetin siyak sibakı ve o günkü ilk muhataplara ne demek istemiş olabileceği dikkate alınması yolu ile mümkün olabilir.
Bizim kullandığımız anlamda sorumlu olmak demek, bir kimsenin işlemiş olduğu herhangi bir eylemden ötürü bir başkasının da suçlu bulunması ve o suça o kişinin de ortak olması anlamındadır. Bu anlamı göz önünde bulunduran bir meal okuyucusu haklı olarak, "Onlar ile ifade edilen kimseler önceki ayetlerde adı geçen elçilerdir, onlar ne gibi bir suç işlemiş olabilir ki sonrakiler o suçtan sorumlu olmasın?" şeklinde bir soru sorabilecektir.
Nuzül dönemi insanının konuştuğu dile göre inmiş olan bir kitap içinde ayet ve kelimeler, o gün insanı çerçevesinde anlama yönünden herhangi bir problem teşkil etmemesine rağmen, ilerleyen zamanlarda kitabı sadece metinden okuyarak anlamak durumunda olan bizler, okuduğumuz ayeti anlamakta bir takım güçlüklerle karşılaşabiliriz. Ortaya çıkan bu güçlüklerin izalesi ise, ayetin siyak sibakı ve o günkü ilk muhataplara ne demek istemiş olabileceği dikkate alınması yolu ile mümkün olabilir.
Bakara s. 134 ve 141. ayetlerinin çevirileri, metne bağlı yapıldığında anlaşılması güçleşen ayetlerdendir.
تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ ۖ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ ۖ وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Bu ayetlerin ikisi de metin olarak aynı olup, çevirileri şu şekilde yapılmaktadır:
Onlar geçmiş birer ümmettir. Kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da
sizedir. Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz.
Ayetlerin bu şekilde yapılan çevirilerinde herhangi bir hata olduğunu iddia etmemekle birlikte, وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ cümlesine verilen, "Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz" şeklinde bir meal, kafalarda bazı soru işaretlerine sebep olabilecektir. Şöyle ki:
Ayetlerin bu şekilde yapılan çevirilerinde herhangi bir hata olduğunu iddia etmemekle birlikte, وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ cümlesine verilen, "Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz" şeklinde bir meal, kafalarda bazı soru işaretlerine sebep olabilecektir. Şöyle ki:
Bizim kullandığımız anlamda sorumlu olmak demek, bir kimsenin işlemiş olduğu herhangi bir eylemden ötürü bir başkasının da suçlu bulunması ve o suça o kişinin de ortak olması anlamındadır. Bu anlamı göz önünde bulunduran bir meal okuyucusu haklı olarak, "Onlar ile ifade edilen kimseler önceki ayetlerde adı geçen elçilerdir, onlar ne gibi bir suç işlemiş olabilir ki sonrakiler o suçtan sorumlu olmasın?" şeklinde bir soru sorabilecektir.
Ayetlerde "Onlar" olarak bahsedilenlerin kim oldukları önceki ayetlerden anlaşılmaktadır.
[002.130] Benliğini aşağılığa mahkûm edenler dışında İbrahim'in dininden
kim yüz çevirir. Andolsun ki, biz onu dünyada seçkinlerden kıldık. O Ahirette de
salihler arasındadır.
[002.131] Rabbi ona: «Teslim ol» deyince (o:) «Alemlerin Rabbine teslim
oldum» demişti.
[002.132] İbrahim bunu oğullarına da tavsiye etti. Ya'kub da: Ey oğullarım,
Allah sizin için dinini seçti. Onun için siz de yalnız Müslüman olarak can
verin, dedi.
[002.133] Yoksa Ya'kub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman
(Ya'kub) oğullarına: Benden sonra kime kulluk edeceksiniz? demişti. Onlar: Senin
ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz;
biz ancak O'na teslim olmuşuzdur, dediler.
[002.140] Yoksa İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının Yahudi veya
Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? Peki, siz mi yoksa Allah mı daha iyi
bilir? de. Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği gizleyenden daha
zalim kim vardır? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.
Ayetinüçüncü ve son cümlesine verilecek olan anlam ayetin ilk iki cümlesi olan, "Onlar geçmiş birer ümmettir. Kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir." cümlesi ile uyum arz etmesi gerekmektedir.
Bu iki cümlede dikkat çekilen şey, kimsenin kendisinden önce yaşamış olan kimselerin yaptığı iyi amelleri sahiplenerek onlardan kendisini de pay çıkarmaya kalkmamasıdır. Geçmiştekilerin yaptığı iyi amellerin, hesap gününde bizlere herhangi bir fayda getirmeyeceği, fayda getirecek şeyin kendimizin yapmış olduğu hayırlı ameller olduğu vurgusu yapılmaktadır. Bugün bile bazı kimselerin dilinden düşürmediği, "Benim babam hacı, amcam hoca, dedelerim seyyid" gibi kendisini ahirette temize çıkaracağına inanılan sözlerin boş sözler olduğu da hatırlatılmaktadır.
Yahudi ve Hristiyanların ayetlerde adı geçen elçilerin kendilerinin sahip olduğu inanca sahip olduklarını iddia ettikleri, ayetlerin siyak ve sibakından anlaşılmaktadır. Fakat yine aynı kitap içindeki bazı ayetler Yahudi ve Hristiyanların sahip oldukları mevcut inançlarının, sahiplendikleri elçiler ile uzaktan yakından alakası olmadığını da bildirmektedir.
Bakara s. 134. ve 141. ayetlerin bu arka plan dikkate alınarak okunması, bizi ayetler hakkında daha sağlıklı bir sonuca götürecektir.
Bu iki cümlede dikkat çekilen şey, kimsenin kendisinden önce yaşamış olan kimselerin yaptığı iyi amelleri sahiplenerek onlardan kendisini de pay çıkarmaya kalkmamasıdır. Geçmiştekilerin yaptığı iyi amellerin, hesap gününde bizlere herhangi bir fayda getirmeyeceği, fayda getirecek şeyin kendimizin yapmış olduğu hayırlı ameller olduğu vurgusu yapılmaktadır. Bugün bile bazı kimselerin dilinden düşürmediği, "Benim babam hacı, amcam hoca, dedelerim seyyid" gibi kendisini ahirette temize çıkaracağına inanılan sözlerin boş sözler olduğu da hatırlatılmaktadır.
Yahudi ve Hristiyanların ayetlerde adı geçen elçilerin kendilerinin sahip olduğu inanca sahip olduklarını iddia ettikleri, ayetlerin siyak ve sibakından anlaşılmaktadır. Fakat yine aynı kitap içindeki bazı ayetler Yahudi ve Hristiyanların sahip oldukları mevcut inançlarının, sahiplendikleri elçiler ile uzaktan yakından alakası olmadığını da bildirmektedir.
Bakara s. 134. ve 141. ayetlerin bu arka plan dikkate alınarak okunması, bizi ayetler hakkında daha sağlıklı bir sonuca götürecektir.
Bakara s. 134. ve 141. ayetleri, Yahudi ve Hristiyanlara hitap ederek onların yani elçilerin, dünya hayatlarında imtihanlarını tamamladıklarını, yaşadıkları hayat içinde yapmış oldukları amellerin sadece kendilerine fayda vereceğini, Yahudi ve Hristiyanların başka kimselerin kazandıklarından herhangi bir pay sahibi olamayacaklarını, sahip olacakları payın sadece kendi amelleri olduğu bildirilmektedir.
Ayetlerin son cümlesi olan, "Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz" şeklinde çevrilen cümleye gelince: Cümle içinde geçen sorumlu olmak ifadesi, aynı zamanda pay sahibi olmayı da çağrıştırmaktadır. Yani birisinin yaptığı işten bir başkasının sorumlu olması demek, o kişinin de o işten gelecek olan karşılıktan bir pay sahibi olması demektir.
Bu noktayı dikkate alarak son cümleye, "Onların yapmış olduğu amellerden siz herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız" şeklinde bir anlam vermek, sanırım yanlış olmayacaktır.
Bu noktayı dikkate alarak son cümleye, "Onların yapmış olduğu amellerden siz herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız" şeklinde bir anlam vermek, sanırım yanlış olmayacaktır.
Hasan Elik tarafından Tevhit Mesajı adındaki Kur'an çevirisinde ilgili ayetler şu şekilde anlamlandırılmaktadır:
Ey ataları ile övünen fakat onların tevhit çizgisinden uzaklaşan Medine Yahudileri! işte bunlar geçmişte tevhit inancına bağlı olan kimselerdi. Onların erdemleri kendilerine ait olup, size bir şey kazandırmaz. Size ancak kendi erdemleriniz bir şey kazandırır. Nasıl ki onların hatalarından sorumlu değilseniz, onların faziletlerini de üstlenmezsiniz.
Bakara s. 134. ve 141. ayetlerine verilebilecek makul bir meal önerimiz ise şöyledir:
"Onlar bir topluluktu geldi geçti. Onların kazandıkları sadece kendileri içindir, sizin kazandıklarınız da sadece kendiniz içindir. Siz onların yapmış oldukları amellerden (hesap gününde) herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız."
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Ey ataları ile övünen fakat onların tevhit çizgisinden uzaklaşan Medine Yahudileri! işte bunlar geçmişte tevhit inancına bağlı olan kimselerdi. Onların erdemleri kendilerine ait olup, size bir şey kazandırmaz. Size ancak kendi erdemleriniz bir şey kazandırır. Nasıl ki onların hatalarından sorumlu değilseniz, onların faziletlerini de üstlenmezsiniz.
Bakara s. 134. ve 141. ayetlerine verilebilecek makul bir meal önerimiz ise şöyledir:
"Onlar bir topluluktu geldi geçti. Onların kazandıkları sadece kendileri içindir, sizin kazandıklarınız da sadece kendiniz içindir. Siz onların yapmış oldukları amellerden (hesap gününde) herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız."
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
21 Mart 2018 Çarşamba
Süleymaniye Vakfı'nın Kur'an'ı Açıklama İlmi ve Bu İlmin Darabe Kelimesi Hakkındaki Görüşleri Çerçevesinde Değerlendirilmesi
Süleymaniye Vakfı'nın kendi ifadelerine göre 40 yıldır yaptıkları sayısız toplantılar sonucu ulaştıklarını iddia ettikleri Kur'an'ı anlama ilmine göre:
1- Kur'an ayetlerini Allah'tan başka kimse açıklayamaz.
2- Allah'tan başkasının açıklamalarına uymak ona kul olmaktır.
3- Bu ilmi bildiği halde kendisini ayetleri açıklamaya yetkili gören kimse yoldan çıkmıştır. (Kafir olmuştur demeye sanırım dilleri varmadığı için yoldan çıkmıştır demişler)
4- Allah'ın açıklamalarını uzman bir ekip ortaya çıkarabilir.
5- Fussilet s. 3. ayetine göre Kur'an "Bilenler topluluğu" için açıklanmıştır. Bu topluluk ise "Kur'an'ı Açıklama İlmi" ni bilen ve ona göre davrananlardır. (Şıklarda olan iddialar kendi sitelerinden alınmıştır)
Direk olarak söylememiş olsalar da, örtülü olarak bu işte tek yetkili olduklarını söyledikleri için, Kur'an "Süleymaniye Vakfı" İçin açıklanmıştır.
Vakıf tarafından iddia edilen bu yönteme göre çalışmayanların nasıl yerden yere vurulduğu, başta Mehmet Okuyan hoca örneğinde malumdur.
Kur'an'ı anlama yöntemi hakkında böyle bir iddia içinde olan topluluğun, Kur'an hakkında konuştukları da doğal olarak kendi indi açıklamaları değil, Allah'ın açıklamaları olacaktır. Yani Süleymaniye Vakfı, sadece Allah'ın Kur'an hakkında bizlere ne dediğini iletmektedir. Allah'ın bilgisine sınır koyan bir düşünceye sahip olan vakfın, bu düşüncesinin ortaya çıkmasına sebep olan telefon konuşmasında Abdülaziz Bayındır hocanın bu düşünceleri için "Ben demiyorum Allah diyor" şeklindeki sözleri, bu durumu net olarak yansıtmaktadır.
Yaklaşık olarak 1500 sene önce indirilmiş bir kitap olan Kur'an'da, Allah (c.c) nin bizlere ne demiş olduğu artık tamamlanmış bitmiştir. Allah'ın kelimelerinde artık bundan sonra herhangi bir değişiklik olmayacağına göre, Allah (c.c) nin indirdiği kitap hakkında konuşan ve bu kitap hakkında yukarıdaki şıklarda sıralanan iddiaların sahiplerinin, Kur'an ayetleri ve kelimeleri hakkında görüş değişiklikleri yapmaları da artık mümkün değildir.
Bu gibi iddiaların sahiplerinin zaman içinde Kur'an kelime ve ayetleri hakkında yaptıkları bazı görüş değişiklikleri de, aynı zamanda Allah'ın görüş değiştirmesi olacaktır. Çünkü Allah adına konuştuğunu iddia etmek böyle bir anlam taşımaktadır.
Sayın Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır tarafından yazılmış olan, ilk baskısı 2006 yılında yapılan "Doğru Bildiğimiz Yanlışlar" adlı kitabın, 2014 yılında yapılan 5. baskısının "Kadının Dövülmesi" bölümünde şu görüşlere yer verilmektedir:
"Allah Teâlâ, belli şartlar oluştuğu taktirde, kocanın karısını dövmesine müsaade etmiştir. Bu şartlar, âyetlerle ve Nebîmizin sözleriyle açıklanmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Erkekler kadınların başlarında olurlar. Bu, Allah’ın birine diğerinden fazlasını vermesi ve mallarından harcama yapmaları sebebiyledir. İyi kadınlar, boyun eğenler ve Allah’ın korumasına karşılık yalnızken kendilerini koruyanlardır. Nüşûzundan havf ettiğiniz kadınlara gelince; onlara öğüt verin, yataklarında yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse onlara karşı başka bir yol aramayın. Allah yücedir, büyüktür.” (Nisa 4/34)
“hafif şekilde dövme” darp izi olmayacak şekilde dövme olur. Bu, kadının, dışa karşı zor duruma düşmesini önler.
Demek ki, eşinin fahişelik yaptığı açıkça belli olan koca onu yatağında yalnız bırakma ve dövme hakkına sahiptir. Âyette kocanın karısına öğüt vermesinden söz edilirken hadislerde bundan bahsedilmemesi, bilgiye dayalı korku ile zanna dayalı korku arasındaki farkı göstermektedir. Baş başa kalan her erkek ve kadın arasında cinsel davranışlar olmayabilir. Bu sebeple arada bir farkın bulunması gerekir. Her iki durumda da kadın davranışlarını düzeltirse koca, başka bir yola başvurmaz.
Zinanın tespiti halinde koca, olayı ister örter, isterse mahkemeye götürür. Mahkemede suçu ispatlarsa karısı bundan dolayı hem itibarını kaybeder, hem de 100 değnek yer. Olayı yalnız koca görmüş olur da dört şahitle ispatlayamazsa mahkemede liân yapılarak evliliğe son verilebilir. Liânda kadının kendini korumasına imkân verilir. Ama gerek liân ve gerekse suçun şahitle ispatı kadın için de aile için de yıpratıcı olur. Bu sebeple erkek davayı mahkemeye taşımayabilir. Kimi zaman eşini boşaması da uygun olmayabilir. Bu durumda kadının suçunu kimseye söyleyemez. Çünkü söyler de dört şahitle ispatlayamazsa ya iftira cezası giyer, ya da liân yapmak zorunda kalır. Hem suçun örtülmesi hem erkeğin rahatlaması hem de kadının cezasız kalmaması için kocanın karısını, bir süre yatakta yalnız bırakmasına ve eliyle onu hafifçe dövmesine izin verilmiştir.
Nisa Suresinin 34. âyetini, Allah ve Elçisi’nin açıklamalarına göre değil de kendimize göre anlamaya çalışırsak kocanın karısını, isteklerine boyun eğmedi diye dövebileceği şeklinde yanlış bir sonuca ulaşırız. Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur: “Kimse karısını, gündüzün köle gibi kırbaçlayıp akşam onunla yatağa girmesin.”"
Özetleyecek olursak: Sayın Abdülaziz Bayındır hoca Nisa s. 34. ayette geçen Darabe kelimesinin anlamının Dövmek olduğunu iddia ederek, bu yönde bir görüş sergilemektedir. Son paragrafı dikkatle okuyacak olursak o paragrafta Nisa s. 34. ayeti hakkındaki yaptıkları açıklamanın Allah'ın açıklaması olduğu iddiası vardır.
İlerleyen yıllarda Süleymaniye Vakfı'nın Nisa s. 34. ayeti hakkındaki görüşleri değişmiş, Darabe kelimesinin Dövmek anlamına gelmediği iddiası ortaya atılmıştır. Vakfın sitesinde 29 Eylül 2009 tarihinde yayınlanan "Kadının Dövülmesi" başlıklı bir yazıda, bu konu ile ilgili olarak şunlar söylenmektedir:
Bu durumu Süleymaniye Vakfı tarafından ortaya atılan "Kur'an'ı Açıklama İlmi" çerçevesinde düşündüğümüzde şöyle bir tezat ortaya çıkmaktadır:
Dün, Allah (c.c) Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesinin anlamını Dövmek olarak açıklamıştır.
Bugün ise Allah (c.c) Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesinin anlamını Onları tutun olarak açıklamıştır.
Örtülü olarak bile olsa, Allah adına konuştuğunu iddia edenlere burada haklı olarak şöyle bir soru sorulacaktır:
Allah (c.c) bu kelimenin dün Dövmek, bugün Onları tutmak anlamına geldiğini kime haber verdi de önceki sahip olduğunuz görüşünüzü değiştirdiniz?.
Olay bu kadarı ile de kalmamaktadır. Vakfın hazırlamış olduğu mealde Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesi bir başka evrim daha geçirerek Onları tutun anlamı yerine, VE KENDİLERİNİ RAHAT BIRAKIN şeklinde daha farklı bir anlama evrilmiştir.
Süleymaniye Vakfı'nın mantığı üzerinden konuşacak olursak Allah (c.c) değişik zamanlarda Darabe kelimesinin anlamını 1- DÖVMEK, 2- TUTMAK, 3- RAHAT BIRAKMAK olarak açıklamaktadır.
Şimdi vakıftaki Kur'an'ı açıklama ilmine sahip olan alimler topluluğuna sorarız: Allah (c.c) tarafından açıklandığını iddia ettiğiniz bir kitap içindeki kelime için yıllar içinde 3 farklı görüşe evrilmenizi nasıl açıklayacaksınız? Darabe kelimesinin anlamını şayet Allah (c.c) açıklıyor ise onun tarafından yapılan anlam değişikliklerinin haberini nasıl aldınız?.
Allah (c.c) den haber alma devri artık Muhammed (a.s) ile bir daha açılmamak üzere kapandığı için, bu soruya hiç kimse "Bana haber verdi" şeklinde bir cevabı asla vermez. Öyleyse vakıf bir yerlerde yanlış yapmaktadır.
Süleymaniye Vakfı nerede yanlış yapıyor?.
Vakıf, öncelikle kendileri tarafından üretilen ve adına Kur'an'ı Açıklama İlmi dedikleri anlama yöntemini Allah'a mal etmekle büyük bir hata yapmaktadır. Çünkü zaman içinde değişkenlik gösteren, bundan sonra da gösterebilecek olan görüşlerini Allah'a mal etmekle, Allah'ı haşa bir öyle bir böyle diyen birisi konumuna düşürmektedirler.
Halbuki Kur'an kelime ve ayetleri ile ilgili olarak vardıkları kanaati Allah'a mal etmek yerine, doğru ve yanlış olması muhtemel indi görüşleri olarak sunmuş olsalardı, ki herkes için aynı durum geçerlidir, böyle bir sıkıntılı duruma düşmemiş olacaklardı.
Her insan zaman içinde bazı düşüncelerinden onun yanlış olduğu gerekçesi ile vazgeçebilir. Bu gayet doğal bir durumdur. Vakfın, dün dövmek anlamına geldiğini iddia ettiği kelimenin, bugün onları tutmak anlamına geldiğinden vazgeçmekle kınanacak bir duruma düştüğünü asla iddia etmiyoruz. Bizim iddiamız, vakfın savunduğu yöntemi Allah'a mal etmekle yanlışlarına Allah'ı da ortak eder bir duruma düşmüş olmasıdır.
Yukarıda sıralanan şıklar çerçevesinde düşündüğümüz zaman, Allah (c.c) bir kelimenin anlamını bir gün değişik, bir gün değişik açıklamak sureti ile kulları ile haşa oynamaktadır. Elbette Allah (c.c) kulları ile oynamaz, onun kitabında olan bir kelime veya ayet hakkında ortaya atılan görüş, kullarının indi görüşleri olup, doğru veya yanlış olma ihtimali her zaman mevcuttur.
Darabe kelimesi ile Allah (c.c) dün hangi anlamı kast ediyorsa bugün de aynı şeyi kast etmekte, yarın ve kıyamete kadar da aynı anlamı kast etmektedir. Hiç bir kul veya kurum Allah'ın kitabının içindeki kelime ve ayetler ile ilgili olarak, "Allah bu ayet ve kelime hakkında kesin olarak şunu kast etmiştir" şeklinde bir ifade asla kullanamaz. Allah'ın kitabındaki kelime ve ayetler ile ortaya atılan görüşler kişilerin bilgi ve düşünceleri doğrultusunda ortaya attığı görüşler olup, bu görüşlerde isabet kaydetme veya kaydememe ihtimali her zaman bulunmaktadır.
Allah'ın kitabı ile ilgili konuşanların kendi görüşleri hakkında ortaya attığı "Bu söylediklerim kesin doğrulardır Allah bu kelime veya ayet ile ilgili olarak şunu kast etmiştir" şeklindeki bir ifade, iddia sahibinin problemli bir kafaya sahip olduğunu göstermektedir.
Darabe kelimesi hakkında değişen Allah (c.c) nin görüşleri değil, kulların bu kelimenin anlamı ile ilgili düşünceleridir. Çeşitli saikler sonucu dün dövmek anlamına geldiğini iddia ettikleri kelimenin anlamının bugün o anlama gelmediğini savunanlar, hala Kur'an konusunda Allah adına konuştuğunu iddia edebiliyorlar ise, ona karşı iftiranın en büyüğünü atmaktadırlar.
Vakıf biraz tevazu sahibi olarak, "Dün şöyle söylediğimiz bir konuda, bugün farklı düşünüyoruz" diyebilmiş olsaydı, değil böyle bir eleştirinin muhatabı olmak, gözümüzde saygınlığı halen devam eden bir kuruluş olarak kalırdı.
Hasılı kelam: Süleymaniye Vakfı, Kur'an'ı Açıklama İlmi adı vererek ürettiği teoriyi yeniden gözden geçirmek zorundadır. Allah'ın açıklaması olarak adlandırdıkları çıkarımların bazılarının yanlış olduğunu bir süre sonra anladıktan sonra, bu sefer farklı bir düşünce içine girmelerini izah etmeleri aksi takdirde güç olacaktır.
Ayrıca Bayındır hocanın bu düşünceleri 2006 yılında dile getirmiş, ve vakıf artık bu görüşünden geri dönmüş olmasına rağmen, kitabın 2014 yılı baskısında halen bulunması, vakfın sitesinden bulunan makalenin ise yayınlanma tarihinin 2009 yılı olması, vakfın değişen görüşlerini pek takip etmediğini göstermektedir. 2014 yılı baskısı olan bir kitapta darabe kelimesinin, "dövmek" anlamına geldiğinin iddia edilmesi, 2009 yılında yazılan bir makalede ise bu kelimenin "onları tutmak" anlamına geldiğinin iddia edilmesi, okuyucu nezdinde kafa karışıklığına sebep olacaktır.Vakfa tavsiyemiz, Bayındır hocanın kitabında olan kısmın, darabe kelimesi ile ilgili yeni görüşleri doğrultusunda yeniden değiştirilmesidir.
1- Kur'an ayetlerini Allah'tan başka kimse açıklayamaz.
2- Allah'tan başkasının açıklamalarına uymak ona kul olmaktır.
3- Bu ilmi bildiği halde kendisini ayetleri açıklamaya yetkili gören kimse yoldan çıkmıştır. (Kafir olmuştur demeye sanırım dilleri varmadığı için yoldan çıkmıştır demişler)
4- Allah'ın açıklamalarını uzman bir ekip ortaya çıkarabilir.
5- Fussilet s. 3. ayetine göre Kur'an "Bilenler topluluğu" için açıklanmıştır. Bu topluluk ise "Kur'an'ı Açıklama İlmi" ni bilen ve ona göre davrananlardır. (Şıklarda olan iddialar kendi sitelerinden alınmıştır)
Direk olarak söylememiş olsalar da, örtülü olarak bu işte tek yetkili olduklarını söyledikleri için, Kur'an "Süleymaniye Vakfı" İçin açıklanmıştır.
Vakıf tarafından iddia edilen bu yönteme göre çalışmayanların nasıl yerden yere vurulduğu, başta Mehmet Okuyan hoca örneğinde malumdur.
Kur'an'ı anlama yöntemi hakkında böyle bir iddia içinde olan topluluğun, Kur'an hakkında konuştukları da doğal olarak kendi indi açıklamaları değil, Allah'ın açıklamaları olacaktır. Yani Süleymaniye Vakfı, sadece Allah'ın Kur'an hakkında bizlere ne dediğini iletmektedir. Allah'ın bilgisine sınır koyan bir düşünceye sahip olan vakfın, bu düşüncesinin ortaya çıkmasına sebep olan telefon konuşmasında Abdülaziz Bayındır hocanın bu düşünceleri için "Ben demiyorum Allah diyor" şeklindeki sözleri, bu durumu net olarak yansıtmaktadır.
Yaklaşık olarak 1500 sene önce indirilmiş bir kitap olan Kur'an'da, Allah (c.c) nin bizlere ne demiş olduğu artık tamamlanmış bitmiştir. Allah'ın kelimelerinde artık bundan sonra herhangi bir değişiklik olmayacağına göre, Allah (c.c) nin indirdiği kitap hakkında konuşan ve bu kitap hakkında yukarıdaki şıklarda sıralanan iddiaların sahiplerinin, Kur'an ayetleri ve kelimeleri hakkında görüş değişiklikleri yapmaları da artık mümkün değildir.
Bu gibi iddiaların sahiplerinin zaman içinde Kur'an kelime ve ayetleri hakkında yaptıkları bazı görüş değişiklikleri de, aynı zamanda Allah'ın görüş değiştirmesi olacaktır. Çünkü Allah adına konuştuğunu iddia etmek böyle bir anlam taşımaktadır.
Sayın Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır tarafından yazılmış olan, ilk baskısı 2006 yılında yapılan "Doğru Bildiğimiz Yanlışlar" adlı kitabın, 2014 yılında yapılan 5. baskısının "Kadının Dövülmesi" bölümünde şu görüşlere yer verilmektedir:
"Allah Teâlâ, belli şartlar oluştuğu taktirde, kocanın karısını dövmesine müsaade etmiştir. Bu şartlar, âyetlerle ve Nebîmizin sözleriyle açıklanmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Erkekler kadınların başlarında olurlar. Bu, Allah’ın birine diğerinden fazlasını vermesi ve mallarından harcama yapmaları sebebiyledir. İyi kadınlar, boyun eğenler ve Allah’ın korumasına karşılık yalnızken kendilerini koruyanlardır. Nüşûzundan havf ettiğiniz kadınlara gelince; onlara öğüt verin, yataklarında yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse onlara karşı başka bir yol aramayın. Allah yücedir, büyüktür.” (Nisa 4/34)
“hafif şekilde dövme” darp izi olmayacak şekilde dövme olur. Bu, kadının, dışa karşı zor duruma düşmesini önler.
Demek ki, eşinin fahişelik yaptığı açıkça belli olan koca onu yatağında yalnız bırakma ve dövme hakkına sahiptir. Âyette kocanın karısına öğüt vermesinden söz edilirken hadislerde bundan bahsedilmemesi, bilgiye dayalı korku ile zanna dayalı korku arasındaki farkı göstermektedir. Baş başa kalan her erkek ve kadın arasında cinsel davranışlar olmayabilir. Bu sebeple arada bir farkın bulunması gerekir. Her iki durumda da kadın davranışlarını düzeltirse koca, başka bir yola başvurmaz.
Zinanın tespiti halinde koca, olayı ister örter, isterse mahkemeye götürür. Mahkemede suçu ispatlarsa karısı bundan dolayı hem itibarını kaybeder, hem de 100 değnek yer. Olayı yalnız koca görmüş olur da dört şahitle ispatlayamazsa mahkemede liân yapılarak evliliğe son verilebilir. Liânda kadının kendini korumasına imkân verilir. Ama gerek liân ve gerekse suçun şahitle ispatı kadın için de aile için de yıpratıcı olur. Bu sebeple erkek davayı mahkemeye taşımayabilir. Kimi zaman eşini boşaması da uygun olmayabilir. Bu durumda kadının suçunu kimseye söyleyemez. Çünkü söyler de dört şahitle ispatlayamazsa ya iftira cezası giyer, ya da liân yapmak zorunda kalır. Hem suçun örtülmesi hem erkeğin rahatlaması hem de kadının cezasız kalmaması için kocanın karısını, bir süre yatakta yalnız bırakmasına ve eliyle onu hafifçe dövmesine izin verilmiştir.
Nisa Suresinin 34. âyetini, Allah ve Elçisi’nin açıklamalarına göre değil de kendimize göre anlamaya çalışırsak kocanın karısını, isteklerine boyun eğmedi diye dövebileceği şeklinde yanlış bir sonuca ulaşırız. Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur: “Kimse karısını, gündüzün köle gibi kırbaçlayıp akşam onunla yatağa girmesin.”"
Özetleyecek olursak: Sayın Abdülaziz Bayındır hoca Nisa s. 34. ayette geçen Darabe kelimesinin anlamının Dövmek olduğunu iddia ederek, bu yönde bir görüş sergilemektedir. Son paragrafı dikkatle okuyacak olursak o paragrafta Nisa s. 34. ayeti hakkındaki yaptıkları açıklamanın Allah'ın açıklaması olduğu iddiası vardır.
İlerleyen yıllarda Süleymaniye Vakfı'nın Nisa s. 34. ayeti hakkındaki görüşleri değişmiş, Darabe kelimesinin Dövmek anlamına gelmediği iddiası ortaya atılmıştır. Vakfın sitesinde 29 Eylül 2009 tarihinde yayınlanan "Kadının Dövülmesi" başlıklı bir yazıda, bu konu ile ilgili olarak şunlar söylenmektedir:
Nisa 34. âyette “Nüşuzundan korktuğunuz kadınlarınıza öğüt verin/güzel sözler söyleyin, yataklarından ayrılın ve onları (oraya) darb edin” emirleri yer alır.
Nüşûz =نُشُوزً, gideceği zaman oturduğu yerden hafifçe kalkmaktır[1].
Darb =ضرب, bir şeyi bir şeyin üstüne vurmak veya sabitlemektir[2]. Hemen hemen her iş için kullanılan[3]darb kelimesinin anlamı, vurulan veya sabitlenen şeye göre değişir.
Türkçede, darb’a en yakın olan "vurmak" fiilinin de otuz civarında anlamı vardır. Damga vurma, ayağını yere vurma, silahla, yumrukla veya sopayla vurma, ışık vurması, karaya vurma gibi kullanımlar, “bir şeyi bir şeyin üzerine vurma” anlamındadır.
Duvara boya vurma, ata eğer vurma, başörtüyü boyuna vurma, binaya çatı vurma, kafayı vurup yatma, kapıya kilit vurma, soğuk vurması, dolu vurması ve birine vurulma gibi kullanımlar da “bir şeyi bir şeyin üstüne sabitleme” anlamındadır[4].
Gelenekte Nisa 34. âyetteki nüşûz’a baş kaldırma, darb’a da dövme anlamı verilmiştir. İlgili hadislere de bu anlam verilince İslâm’ın erkeğe, eşini dövme yetkisi verdiği kanaati oluşmuştur. Türkiye Diyanet Vakfı meâli şöyledir:
“Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.”[5]
Bize göre, âyete verilen bu meâlin hemen hemen tamamı yanlıştır. Bu yazıda, sadece kadını dövme ile ilgili kısım üzerinde durulacak ve diğer kısımlara değinilmeyecektir. Doğru meâl şöyle olmalıdır:
“Erkekler kadınlarını, özenle korur ve kollarlar. Bu, Allah'ın her birine diğerinden üstün özellikler vermesi ve erkeklerin mallarından harcamaları sebebiyledir. İyi kadınlar, (Allah’a) itaat eden ve Allah'ın korumasına karşılık yalnızken kendilerini koruyanlardır. Nüşûzundan / ayrılmasından korktuğunuz kadınlarınıza öğüt verin / güzel sözler söyleyin, yataklarından ayrılın ve onları (orada) tutun. Sizi gönülden kabul ederlerse onlara karşı başka bir yol aramayın. Allah yücedir, büyüktür.” (Nisa 4/34)
Verilen bu anlam, Nisa 34’ün iç bütünlüğüne de terstir. Çünkü “onları darb edin” sözünün devamında “فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ = size itaat ederlerse” ifadesi yer alır. Arapçada itaat, bir işi gönülden yapmaktır. Dayak sonucu yapmak itaat değil, kerhen yani zorla yapmak olur[8]. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
Vakfın sitesinde olan bu yazı "Hemen her konuda yapılan bu gibi yanlışların ana sebebi, Kur’an’ı Açıklama İlminin unutulmuş olmasıdır." cümlesi ile sona ermektedir.
Vakıf, iddiasına göre Darabe kelimesinin doğru anlamını Kur'an' Açıklama İlmi ile bulmuş, bu ilmi kullanmayanlar ise, bu kelimenin Dövmek anlamında olduğunu iddia etmektedirler.
Bayındır hoca tarafından yazılan kitaptan yaptığımız alıntıda görüldüğü üzere, ilgili kelimenin o gün doğru olarak bilinen ve savunulan Dövmek anlamı, bugün yanlış olduğu iddia edilmekte, kelimeye dövmek şeklindeki anlamın, gelenek tarafından savunulduğu iddia edilerek, doğru olduğu savunulan meal verilmektedir. Bu durumu Süleymaniye Vakfı tarafından ortaya atılan "Kur'an'ı Açıklama İlmi" çerçevesinde düşündüğümüzde şöyle bir tezat ortaya çıkmaktadır:
Dün, Allah (c.c) Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesinin anlamını Dövmek olarak açıklamıştır.
Bugün ise Allah (c.c) Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesinin anlamını Onları tutun olarak açıklamıştır.
Örtülü olarak bile olsa, Allah adına konuştuğunu iddia edenlere burada haklı olarak şöyle bir soru sorulacaktır:
Allah (c.c) bu kelimenin dün Dövmek, bugün Onları tutmak anlamına geldiğini kime haber verdi de önceki sahip olduğunuz görüşünüzü değiştirdiniz?.
Olay bu kadarı ile de kalmamaktadır. Vakfın hazırlamış olduğu mealde Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesi bir başka evrim daha geçirerek Onları tutun anlamı yerine, VE KENDİLERİNİ RAHAT BIRAKIN şeklinde daha farklı bir anlama evrilmiştir.
Süleymaniye Vakfı'nın mantığı üzerinden konuşacak olursak Allah (c.c) değişik zamanlarda Darabe kelimesinin anlamını 1- DÖVMEK, 2- TUTMAK, 3- RAHAT BIRAKMAK olarak açıklamaktadır.
Şimdi vakıftaki Kur'an'ı açıklama ilmine sahip olan alimler topluluğuna sorarız: Allah (c.c) tarafından açıklandığını iddia ettiğiniz bir kitap içindeki kelime için yıllar içinde 3 farklı görüşe evrilmenizi nasıl açıklayacaksınız? Darabe kelimesinin anlamını şayet Allah (c.c) açıklıyor ise onun tarafından yapılan anlam değişikliklerinin haberini nasıl aldınız?.
Allah (c.c) den haber alma devri artık Muhammed (a.s) ile bir daha açılmamak üzere kapandığı için, bu soruya hiç kimse "Bana haber verdi" şeklinde bir cevabı asla vermez. Öyleyse vakıf bir yerlerde yanlış yapmaktadır.
Süleymaniye Vakfı nerede yanlış yapıyor?.
Vakıf, öncelikle kendileri tarafından üretilen ve adına Kur'an'ı Açıklama İlmi dedikleri anlama yöntemini Allah'a mal etmekle büyük bir hata yapmaktadır. Çünkü zaman içinde değişkenlik gösteren, bundan sonra da gösterebilecek olan görüşlerini Allah'a mal etmekle, Allah'ı haşa bir öyle bir böyle diyen birisi konumuna düşürmektedirler.
Halbuki Kur'an kelime ve ayetleri ile ilgili olarak vardıkları kanaati Allah'a mal etmek yerine, doğru ve yanlış olması muhtemel indi görüşleri olarak sunmuş olsalardı, ki herkes için aynı durum geçerlidir, böyle bir sıkıntılı duruma düşmemiş olacaklardı.
Her insan zaman içinde bazı düşüncelerinden onun yanlış olduğu gerekçesi ile vazgeçebilir. Bu gayet doğal bir durumdur. Vakfın, dün dövmek anlamına geldiğini iddia ettiği kelimenin, bugün onları tutmak anlamına geldiğinden vazgeçmekle kınanacak bir duruma düştüğünü asla iddia etmiyoruz. Bizim iddiamız, vakfın savunduğu yöntemi Allah'a mal etmekle yanlışlarına Allah'ı da ortak eder bir duruma düşmüş olmasıdır.
Yukarıda sıralanan şıklar çerçevesinde düşündüğümüz zaman, Allah (c.c) bir kelimenin anlamını bir gün değişik, bir gün değişik açıklamak sureti ile kulları ile haşa oynamaktadır. Elbette Allah (c.c) kulları ile oynamaz, onun kitabında olan bir kelime veya ayet hakkında ortaya atılan görüş, kullarının indi görüşleri olup, doğru veya yanlış olma ihtimali her zaman mevcuttur.
Darabe kelimesi ile Allah (c.c) dün hangi anlamı kast ediyorsa bugün de aynı şeyi kast etmekte, yarın ve kıyamete kadar da aynı anlamı kast etmektedir. Hiç bir kul veya kurum Allah'ın kitabının içindeki kelime ve ayetler ile ilgili olarak, "Allah bu ayet ve kelime hakkında kesin olarak şunu kast etmiştir" şeklinde bir ifade asla kullanamaz. Allah'ın kitabındaki kelime ve ayetler ile ortaya atılan görüşler kişilerin bilgi ve düşünceleri doğrultusunda ortaya attığı görüşler olup, bu görüşlerde isabet kaydetme veya kaydememe ihtimali her zaman bulunmaktadır.
Allah'ın kitabı ile ilgili konuşanların kendi görüşleri hakkında ortaya attığı "Bu söylediklerim kesin doğrulardır Allah bu kelime veya ayet ile ilgili olarak şunu kast etmiştir" şeklindeki bir ifade, iddia sahibinin problemli bir kafaya sahip olduğunu göstermektedir.
Darabe kelimesi hakkında değişen Allah (c.c) nin görüşleri değil, kulların bu kelimenin anlamı ile ilgili düşünceleridir. Çeşitli saikler sonucu dün dövmek anlamına geldiğini iddia ettikleri kelimenin anlamının bugün o anlama gelmediğini savunanlar, hala Kur'an konusunda Allah adına konuştuğunu iddia edebiliyorlar ise, ona karşı iftiranın en büyüğünü atmaktadırlar.
Vakıf biraz tevazu sahibi olarak, "Dün şöyle söylediğimiz bir konuda, bugün farklı düşünüyoruz" diyebilmiş olsaydı, değil böyle bir eleştirinin muhatabı olmak, gözümüzde saygınlığı halen devam eden bir kuruluş olarak kalırdı.
Hasılı kelam: Süleymaniye Vakfı, Kur'an'ı Açıklama İlmi adı vererek ürettiği teoriyi yeniden gözden geçirmek zorundadır. Allah'ın açıklaması olarak adlandırdıkları çıkarımların bazılarının yanlış olduğunu bir süre sonra anladıktan sonra, bu sefer farklı bir düşünce içine girmelerini izah etmeleri aksi takdirde güç olacaktır.
Ayrıca Bayındır hocanın bu düşünceleri 2006 yılında dile getirmiş, ve vakıf artık bu görüşünden geri dönmüş olmasına rağmen, kitabın 2014 yılı baskısında halen bulunması, vakfın sitesinden bulunan makalenin ise yayınlanma tarihinin 2009 yılı olması, vakfın değişen görüşlerini pek takip etmediğini göstermektedir. 2014 yılı baskısı olan bir kitapta darabe kelimesinin, "dövmek" anlamına geldiğinin iddia edilmesi, 2009 yılında yazılan bir makalede ise bu kelimenin "onları tutmak" anlamına geldiğinin iddia edilmesi, okuyucu nezdinde kafa karışıklığına sebep olacaktır.Vakfa tavsiyemiz, Bayındır hocanın kitabında olan kısmın, darabe kelimesi ile ilgili yeni görüşleri doğrultusunda yeniden değiştirilmesidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)