Allah (c.c) tarih boyunca elçiler ve onlar aracılığı ile kitaplar göndermek sureti ile , insanların kendilerini yaratan Rablerine karşı olan sorumluluklarını unutmamalarını amaçlayan bilgiler göndermiştir. "Zikr" (Hatırlatma) adını verdiği bu kitaplara duyarsız kalanların ise , rehberden yoksun kalmak sureti ile yollarını şaşırdıklarını , ve şaşırdıkları yolun ise onları ateşe götüreceğini beyan ederek bundan sakınılmasını, son elçisi ile gönderdiği kitabının bir çok yerinde bizlere hatırlatmaktadır.
Yazımıza konu edeceğimiz , Zuhruf s. 36-39. ayetleri arasında zikre karşı kör kalmanın dünya hayatındaki sonucu , ve bu sonucun ahiret karşılığı haber verilerek insanlar uyarılmaktadır.
[043.036] Her kim Rahman'ın zikrinden körlük edip
görmemezlikten gelirse Biz ona bir şeytan sardırırız , artık o
ona arkadaş olur.
[043.037] Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar (şeytanların doğru yoldan alıkoydukları),
kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.
[043.038] Nihâyet Bize geldiği zaman (o arkadaşına) der ki: «Keşke benim ile
senin aranda iki doğu uzaklığı olsa idi, (sen) ne kötü arkadaşmışsın!»
[043.039] Zulmettiğiniz için bugün (nedâmet) size hiçbir fayda
vermeyecektir. Çünkü siz, azapta ortaksınız.
[043.040] Sağırlara sen mi duyuracaksın? Yoksa körleri ve apaçık sapıklıkta
olanları doğru yola sen mi eriştireceksin?
"Şeytan" Kur'an'ın bir çok yerinde geçen önemli bir terimdir. Bu terimi , kötülüğün sembol ismi olarak, insana düşman olan ve onun ayağının cennetten kaymasına vesile olan her şey olarak tarif edebiliriz.
36. ayet , insana Şeytan'ın arkadaş olmasının yasasını bizlere beyan etmektedir. İnsan fıtratının boşluk kabul etmediğini düşündüğümüzde , bu fıtrat eğer onun yaratan ve onun gönderdikleri doğrultusunda işlemez ise , başkaları tarafından o boşluk doldurulacaktır. Allah (c.c) nin elçiler vasıtası ile göndermiş olduğu kitapların ortak adı olan "Zikr" , yaratılış amacını unutan insana yaratılış amacını hatırlatan bilgiler ihtiva eden ve onların fıtratlarına dönmesini sağlayan bir kitaptır.
36. ayet içinde "Arkadaş" olarak çevrilen "Qarinun" kelimesi ; " İki ya da daha fazla nesnenin herhangi bir anlamda bir araya toplanması" anlamındadır.
Dikkat edilirse Şeytan'ın insana arkadaş olması, sebep sonuç ilişkisi dahilindedir. Allah (c.c) nin bir insana Şeytan'ı arkadaş kılması , insanın hür iradesi ile yaptığı seçim sonunda gerçekleşmektedir. İnsan , kendisini yaratan Rabbinin fıtratına yüklediği kodlara uygun olarak indirdiği Zikr'e karşı kayıtsız kaldığı zaman , bu kayıtsızlıktan doğan boşluk başka şeylerle doldurulmakta , Zikre alternatif olan her şey , dolayısı ile kişiyi cennetten uzaklaştıran bir hayat sürmesi yönünde teşvik eden bir sistemi önermekte ve bu hayat tarzı ise onu adım adım ateşe yaklaştırmaktadır.
Eğer insan yolunu vahyin önerdiği hatırlatıcı bilgiler doğrultusunda belirlemez ise , bu yolu vahyin dışındaki bilgiler istila ederek , insana bu doğrultuda yürümesi için teşvikte bulunacaktır. Allah (c.c) insana "Zikr" dışında bilgiler üreterek onun bu yolda yürümesi için teşvikte bulunan her türlü unsura "Şeytan" adını vermektedir.
Bir çok ayette Şeytan'ın insana düşman olduğu hatırlatılarak , bizimde ona düşman olmamız gerektiği emredilmektedir (Fatır s. 6). Bizim ona düşman olmamız , sözde değil amelde gerçekleşmediği müddetçe , sadece sloganda kalan bir düşmanlık olacaktır. Şeytanın insana olan düşmanlığı ,onu Allah'ın zikrinden uzaklaştırmak şeklinde olması , bizim ona düşmanlığımızın, Allah'ın zikrine yapışmak ile olması gerektiği sonucunu doğurmaktadır.
36. ayette Şeytan'ın insana olan yakınlığı "Nuqayyid" kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu kelime , "Yumurtanın kabuğu" anlamına gelen "El qaydu" kelimesinden türemiştir. Bu ifade , yaşamını "Zikr" den soyutlayan bir sistem üzerine bina edenlerin durumunu veciz biçimde açıklayan bir kelimedir. Yumurta nasıl içinde bulunan sıvıyı dış etkenlerden koruyarak , saklı biçimde tutuyor ise , kendisini Allah'ın zikrinden soyutlayan kimse de , artık Şeytan tarafından vahyin etkisinden korunmaya alınarak vahiy ile arasına kalın bir duvar çekilmiş olacak, bu durum ise kişinin vahiyden soyutlanmış bir hayat sürmesine sebep olarak, onun ateşe girmesine sebep olmaktadır.
Zuhruf s. 36. ayetinde bahsedilen durum , Fussilet s. 25. ayetinde de karşımıza çıkmaktadır.
[041.025] Hem onlara bir takım arkadaşlar sardırmışızdır da onlar, onlara
önlerindekini ve arkalarındakini süslü göstermişlerdir, Cin ve İnsten
önlerinden geçen ümmetler içinde onların aleyhine de söz hakk olmuştur, çünkü
hep kendilerine yazık etmişlerdir
Bu ayet , Fussilet s. 19. ayetinden başlayan bir bağlam dahilinde "Allah'ın düşmanları" olarak ifade edilen insanların hesap günündeki durumlarını anlatan ayetler gurubuna dahil olan , ve onların Allah'a düşman olmalarına sebep olan durumun ise , onlara yaptıkları çirkinlikleri süslü gösterenleri arkadaş edinmiş olmalarıdır. Allah'ı öteleyen bir yaşam sürmek demek , onun dışında bir takım yoldaşlar edinmek anlamına gelmekte , bu yoldaşlar ise insanların Allah'a düşman olan bir yaşam sürmelerine sebep olarak ebedi cehennem ile cezalandırılmalarına sebep olmaktadır.
İnsanı bir kabuk gibi sararak vahiy ile alakasını kesen bir yaşam sürmesine sebep olan Şeytan'ın insana süslü gösterdiği amellerin bazılarını şu şekilde görmekteyiz.
[004.038] Mallarını insanlara gösteriş için sarfedip, Allah'a ve ahiret
gününe inanmayanları da Allah sevmez. Şeytanın arkadaş olduğu kimsenin ne fena
arkadaşı vardır!
Yaşamını Allah'a ve ahiret gününe iman etmemek üzerine temellendiren insanlara ,Şeytan tarafından süslü gösterilen bir amel de, malını gösteriş için sarf etmektir. Halbuki mal , insanlara Allah tarafından dünya hayatının geçici bir süs olarak verilmiş bir emanettir. Bu emaneti kendisinin zannederek sahiplenmeye kalkan insan , bu mal üzerinde istediği gibi tasarruf edebileceğini zannetmekle Şeytana arkadaş olmuş olmaktadır.
Allah düşmanlarının mal konusunda 2 farklı tasarrufları olduğunu görmekteyiz. 1- Mallarını Allah yolunda harcamamak , 2- Mallarını insanlara gösteriş olsun diye harcamak . Bu tasarruf çeşitlerinin her ikisi de Şeytan'ın mal sahibine yaptığı düşmanlıklardandır.
Şeytan insana hesap gününü unutturan , onu yok sayan , onu ret eden bir hayat tarzı önermekte , onun bu önerisini kabul ederek , ahiret yokmuşçasına yaşayan insanlar ise , yapacaklarının hesabını verme kaygısı olmadan yaşamakta , ve bu yaşam onları her türlü çirkinliği güzel görerek işlemelerine sebep olmaktadır.
Allah (c.c) nin bir çok yerde insanların yaptıklarının zerre kadar kayıt dışı olmadığını hatırlatarak , onları bu konuda uyarmakta , yapacak olduklarını bu kayıtların karşılarına çıkacağı günü hesap ederek yapmalarını bildirmektedir.
Zuhruf s. 37. 38. ayetleri , Şeytanlar tarafından doğru yoldan alıkonulan insanların , üzerinde olduğu yolu, doğru bir yol zannettiklerini beyan etmektedir. İnsanlar fıtratları gereği yapmış olduğu yanlışların yanlış olduğunu mutlaka bilmektedirler . Ancak yine de bu yanlışları yapmaktan kendilerini alıkoyamamalarının sebebi , kendilerince bu yanlışı işlemek için haklı sebepler üretmiş olmalarıdır.
Her insan hırsızlığın yanlış olduğunu fıtratı gereği mutlaka bilir. Ancak bu hırsızlığı yapmak için önce vicdanında kendisini haklı çıkaracak sebepler uydurur ve bu sebeplere dayanarak bu fiili güzel görür ve bu fiili işler. İşte Şeytan'ın amelleri süslemesi , bir insanda bu şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu örnek bütün kötü fiiller için geçerlidir.
Hayatını Şeytan tarafından süslü gösterilen çirkinlikler üzere devam ettirerek , bu çirkinliklerle hesap gününe erişen insanın pişmanlığı 38. ayette görülmektedir.
"Keşke benim ile senin aranda iki doğu uzaklığı olsa idi, (sen) ne kötü arkadaşmışsın!" diyen insanın bu pişmanlığı, artık ona hiç bir fayda getirmeyecektir. Ayet içinde geçen "İki doğu uzaklığı" deyimi , Arapların iki zıt şeyden birinin ismini diğeri yerine kullanmalarından doğan "Doğu ve batı arasındaki uzaklık" anlamına gelmektedir. Bu deyim kişinin pişmanlığını gösteren , yaşadığı hayatta bir an olsun yanından ayrılmayan Şeytan ile arasında olmasını istediği uzaklığı ifade eden gecikmiş bir temennidir. Dünya hayatında iken onun kendisine süslü göstermesi ile Zikre karşı düşmanlık yapan kişi , yaptığı yanlışın ona neye mal olduğunu anladığında artık iş işten geçmiştir.
40. ayet , vahye karşı kulaklarını tıkayan ve gözlerini kapayanlara karşı, artık elden bir şey gelmeyeceğini hatırlatmaktadır.
Şeytan'ın arkadaş olduğu kimselerin hesap gününde birbirleri ile yaptıkları konuşmalar , Kur'an'ın bir çok yerinde bulunmaktadır. Bu konuşmalarda son pişmanlığın fayda etmeyeceği , insanların sonradan pişman olacakları çirkinlikleri , daha hayatta iken yapmaması gerektiği vurgusu yapılarak , Allah'ın zikrinden kendisini soyutlamış bir yaşam sürenlerin düşecekleri durum gösterilmektedir.
[037.019] İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri bakıp durmaktadırlar.
[037.020] Derler ki: «Eyvahlar bize; bu, din günüdür.»
[037.021] Bu, ayırdetme günüdür ki siz, onu yalanlamıştınız.
[037.022] Zulmetmiş olanları ve onların eşlerini toplayın. Onların
taptıklarını da;
[037.023] «Allah'tan başka (taptıklarını) ; artık onları cehennemin yoluna
yöneltip götürün.»
[037.024] (Cehenneme) vakfedin onları. Çünkü onlar sorumludurlar.
[037.025] Ne oldu sizlere yardımlaşmıyorsunuz?
[037.026] Hayır bugün onlar teslim olmuşlardır.
[037.028] Ve derler ki: Doğrusu siz, bize sağdan gelirdiniz.
[037.029] Onlar da şöyle derler: «Hayır; siz inanmış kimseler
değildiniz.»
[037.030] «Bizim sizin üzerinizde zorlayıcı hiç bir gücümüz yoktu; hayır,
siz azgın bir kavimdiniz.»
[037.031] «Bu sebeple, Rabbimizin sözü aleyhimizde gerçekleşti. şüphesiz
azabı tadacağız.»
[037.032] «Sizi biz azdırmıştık, çünkü kendimiz azgındık».
[037.033] Şüphesiz o gün onlar azapta ortaktırlar.
[037.034] Doğrusu suçlulara böyle yaparız.
[037.035] Çünkü onlara 'Allah'dan başka ilah yoktur' denildiği zaman
büyüklük taslarlardı.
[037.036] Ve «hiç biz mecnun şâır için ilâhlarımızı bırakır mıyız?»
diyorlardı
[037.037] Hayır, o, hakkı getirmiş ve gönderilenleri de
doğrulamıştı.
[037.038] Şüphesiz siz can yakıcı azabı tadacaksınız.
[037.039] Yapmakta olduklarınızdan başkasıyla cezalanmayacaksınız.
[037.040] Ancak Allah'a içten bağlı kullar bunun dışındadır.
Yukarıda meallerini verdiğimiz Saffat suresi ayetleri , cehennem ehlinin kendi aralarındaki konuşmalarıdır. Pişmanlığın fayda etmediği günde dünyada iken birbirleri ile yakın dost olan , fakat ateşi gördüklerinde birbirlerine düşman kesilenlerin düştükleri içler acısı durum , önceden gösterilerek , "Siz de böyle bir duruma düşmeyin" mesajı verilmektedir.
Cehenneme düşmelerine sebep olan durum Saffat s. 28. ayetinde " Doğrusu siz, bize sağdan gelirdiniz." şeklinde belirtilmektedir. Bilindiği üzere "Sağ" iyilik , güzellik ve doğruluğu sembolize eden bir kelimedir. Şeytanlar insanlara , onlara çirkinlikleri güzel göstermek sureti ile de yaklaşır , insanlarda bu süslemelere kanarak , onlara uyar ve neticede hepsi birlikte cehennem ehli olmaya hak kazanırlar.
Konumuz olan ayetlerin mesajı , Allah'ın "Zikr" olarak beyan ettiği kitabının, insan için belirleyici olarak, hayatının tam içinde yerini alması gerektiği üzerinedir. Zikr , insana yol gösteren , onu Şeytan'ın iğvalarına karşı uyanık tutarak ateşe düşmesine engel olan kurtarıcı bir kitaptır. Şeytanların sağdan yaklaşma yollarından bir tanesi , Kur'an'a alternatif kitaplar üretmek sureti ile Zikirden alıkoymaktır. İslam dünyasının içinde bulunduğu çalkantıların baş sebebi , zikirden uzaklaşarak, zikre muadil olarak gördükleri kitaplara sarılmak sureti ile çok başlı bir din anlayışına sahip olmak sureti ile fırka fırka olmalarıdır.
[025.026] O günde gerçek mülk, Rahman'ındır. Kafirler için de pek yaman bir
gündür.
[025.027] O gün, zalim kimse ellerini ısırıp şöyle der:
Keşke o resulle birlikte bir yol tutsaydım!
[025.028] «Vah yazıklar bana, ne olurdu da filanı dost edinmeseydim.»
[025.029] Zikir bana geldikten sonra , vallahi o beni saptırdı.» Öyle ya
şeytan insanı yapayalnız, yardımsız bırakır.
Yukarıdaki Furkan suresi ayetlerinde, yine hesap günündeki bir pişmanlık sahnesini görmekteyiz. kendisine Zikir geldikten sonra , bu zikirden kendisini soyutlamış bir hayat süren kişi, pişmanlığından ötürü parmaklarını ısırmaktadır. Kendisinin böyle bir pişmanlık içine düşmesine sebep olan şeyin, yine Şeytan olduğunu görmekteyiz. Dünyada kendisinin peşini bir an bırakmayan Şeytan, hesap gününde ayarttığı kişilerden kaçacak ve şöyle diyecektir ;
[014.022] İş olup bitince; şeytan dedi ki: Gerçekten Allah, size sözün
doğrusunu söylemişti. Ben de size söz verdim, ama caydım. Sizi zorlayacak hiç
bir gücüm de yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni
kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni
kurtaramazsınız. Esasen daha önce, beni Allah'a ortak koşmanızı kabul
etmemiştim. Doğrusu zalimlere elim bir azab vardır.
Yine Taha suresinde , zikre karşı kör kalmanın sonuçlarını beyan eden ayetlere rastlamaktayız;
[020.124] «Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı
bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.»
[020.125] O zaman: «Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören
bir kimseydim» der.
[020.126] Allah: «Böyledir, ayetlerimiz sana gelmişti de sen onları
unutmuştun, bugün de öylece unutulursun» der.
[020.127] İşte haddi aşanları, Rabbinin ayetlerine inanmayanları böylece
cezalandıracağız. Hem, ahiretin azabı bu dünya azabından daha şiddetli ve daha
devamlıdır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) kitabının bir çok yerinde , insanın ebedi hayatını cehennem ehli olarak geçirmesine sebep olan unsuru "Şeytan" olarak resmederek , bizlere ondan korunmanın yollarını göstermiştir. Yine aynı kitap içinde onun insana karşı nasıl düşmanlık yaparak onun ebedi olarak cehennemde kalmasına sebep olduğu da haber verilmektedir.
Allah (c.c) nin insanlara rahmet ve hidayet olarak gönderdiği "Zikir" insanların tabi olması , ve hayatlarını bu Zikrin önerdiği yol üzerinde yürümeleri gereken bir rehberdir. Bu rehbere uymayarak başka rehberlerin önerdiği yoldan gitmenin sonunun cehenneme varacağı , bizlere hesap gününde yaşanacak olan sahnelerle gösterilerek , "Yol yakın iken dönün" mesajı verilmektedir.
Zikri rehber edinmemek sureti ile doğan boşluk, Şeytan tarafından doldurulmak sureti ile , onun ile arkadaş olunmak durumunda kalınacaktır. Onun bu arkadaşlığı insanın hayrına gibi görünecek , fakat insanın hayrına bir arkadaşlık olmadığı hesap gününde ayan beyan ortaya çıkacaktır. Yaşanacak olan pişmanlıklar şimdiden haber verilerek , böyle bir pişmanlık içine girilmemesi için gerekli olan yolun kitabın önerdiği yol olduğu , ve bu yoldan ölene kadar sapılmaması gerektiği emredilmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
19 Ocak 2017 Perşembe
17 Ocak 2017 Salı
Enam s. 91. Ayeti Örneğinde Meallerde Bir Kelimenin Yerinin Değişmesi İle Ortaya Çıkan Anlam Farklılığı
Arap olan bir kavme inmiş olan Kur'an'ın , Arap olmayan topluluklar tarafından anlaşılabilmesinin yollarından birisi , bu kitabın o topluluğun konuştuğu dile çevrilmesidir. Konuyu Türkiye üzerinden düşündüğümüzde , son yıllarda Kur'an'a olan yönelim ve rağbet, bu kitabın anlaşılmasına büyük katkı sağlayan meallere olan rağbeti de artırmıştır.
Ancak meallerde bazı hataların yapılmakta olduğu, konu ile alakalı olanların malumudur. Bu hataların farklı nedenleri bulunmakla birlikte yazının konusu, yapılan meal hatalarının hangi saikler sonucu ortaya çıktığı değildir. Yazının konusu, belki de önemsiz bir ayrıntı olarak görülebilecek bir kelimenin, cümle içindeki yer değiştirilmesinden dolayı ortaya çıkardığı anlam farkını göstererek , meal yapıcılarının ve okuyucularının bu konularda daha dikkatli davranması konusunda hatırlatmalarda bulunmaya çalışmaktır.
Bir kelimenin sadece yerinin değişmesi ile nasıl bir anlam farkı oluşabileceğini , Enam s. 91. ayetinin yapılan meallerini örnek olarak vererek , daha kolay ve net olarak anlaşılabileceğini düşünmekteyiz.
وَمَا قَدَرُواْ اللّهَ حَقَّ قَدْرِهِ إِذْ قَالُواْ مَا أَنزَلَ اللّهُ عَلَى بَشَرٍ مِّن شَيْءٍ قُلْ مَنْ أَنزَلَ الْكِتَابَ الَّذِي جَاء بِهِ مُوسَى نُورًا وَهُدًى لِّلنَّاسِ تَجْعَلُونَهُ قَرَاطِيسَ تُبْدُونَهَا وَتُخْفُونَ كَثِيرًا وَعُلِّمْتُم مَّا لَمْ تَعْلَمُواْ أَنتُمْ وَلاَ آبَاؤُكُمْ قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ
Ayetin iki farklı meali şu şekildedir ;
[006.091] «Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir» demekle Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. De ki: «Musa'nın insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği Kitap'ı kim indirdi? Ki siz onu kağıtlara yazıp bir kısmını gösterip çoğunu gizlersiniz, atalarınızın ve sizin bilmediğiniz size onunla öğretilmiştir.» «Allah» de, sonra da onları daldıkları sapıklıkta bırak, oynasınlar.
[006.091] Onlar: "Allah, beşere hiç bir şey indirmemiştir" demekle Allah'ı, kadrinin hakkını vererek takdir edemediler. De ki: "Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de (parça parça) kâğıtlar üzerinde yazılı kılıp (bir kısmını) açıkladığınız ve çoğunu gözardı ettiğiniz kitabı kim indirdi? Sizin ve atalarınızın bilmediği şeyler size öğretilmiştir." De ki: "Allah." Sonra Onları bırak, içine 'daldıkları saçma uğraşılarında' oyalanıp dursunlar.
Problem olarak gördüğümüz nokta, yukarıda verdiğimiz iki ayet meali örneğindeki "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" ve "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" cümleleridir. İlk bakışta aralarında pek bir fark görülmeyen bu cümlelerin içindeki "HİÇBİR ŞEY" kelimesinin sadece yerinin değişmesi ile, ayetin anlamında değişiklik meydana gelmesi söz konusudur.
Ayeti nuzül dönemine giderek okuduğumuz zaman , muhatap kitlenin Yahudiler olduğu anlaşılacaktır. Yahudiler, ayet içinde "Beşer" olarak zikredilen kişi olan Muhammed (a.s) a inen kitabı ret etmek için , Allah'ın beşer üzerine herhangi bir kitap indirmediğini iddia etmektedirler. Allah (c.c) ise cevap olarak ise, bir kısmını açıkladıkları , bir kısmını ise gizledikleri Musa (a.s) a inen kitabı kim indirdi ise , "Beşer" olarak zikrettikleri Muhammed (a.s) a inen kitabı da kendisinin indirmiş olduğunu buyurmaktadır.
Eğer bu ayetin mealindeki konumuz olan (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" şeklinde çevrildiği zaman , dikkatli bir okuyucu , Yahudilerin bu sözüyle Musa (a.s) a da hiç bir şey indirilmediğini iddia etmiş olduklarını anlayacaktır. Yine dikkatli bir okuyucu Bakara s. 91. ayetine baktığı zaman orada Yahudilere hitaben yapılan "Allah'ın indirdiğine iman edin" emrine karşılık, onların verdikleri cevap olan "Biz kendimize indirilene iman ederiz" sözü ile aradaki bağı kurmakta zorlanacaktır.
Dikkatli bir meal okuyucusu bir ayette , kendilerine indirilene iman ettiklerini iddia eden Yahudilere karşılık , başka bir ayette , Allah'ın hiç bir insana bir şey indirmediği iddiası içinde olan Yahudilerin bu sözleri arasında bir çelişki olduğunu düşünecektir.
Çünkü Bakara s. 91. ayetinde Yahudiler kendilerine inen bir şeyin olduğunu kabul ederek, ona iman ettiklerini söylemektedirler. Yahudilerin bu sözleri ile , Enam s. 91. ayetindeki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesinin "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" şeklindeki çevirisinin birbiri ile uyuşmadığını görerek kafalarda istifham oluşacaktır.
Halbuki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi , "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" şeklinde çevrildiği zaman, herhangi bir sorun ortaya çıkmayacaktır. Çünkü böyle bir çeviri, Yahudilerin sadece Muhammed (a.s) a inen kitabın inkar ettiklerine dair bir anlam taşımaktadır.
Kanaaatimiz odur ki ; Enam s. 91. ayetindeki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi "ALLAH BEŞERE HİÇBİR ŞEY İNDİRMEMİŞTİR" şeklinde çevrildiğinde daha doğru bir anlam verilmiş olacak ve kafalarda herhangi bir istifhama yer açmayacaktır.
İlk bakışta önemsiz bir ayrıntı olarak görünmesine rağmen , dikkatli bir okuyucunun dikkatini çektiğinde , kafasında bazı istifhamların oluşmasına neden olma ihtimali doğurabilmesi açısından önemli bir ayrıntı olduğumu düşündüğümüz bu cümle üzerinden, dikkat çekmek istediğimiz asıl konu , meal yapıcılarının Arap dilini bilmesinin önemi kadar daha önemli bir nokta olan , Kur'an'a olan hakimiyetlerinin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaya çalışmaktır.
Yazımıza konu ettiğimiz hata görüldüğü gibi bir kelimenin anlamının yanlış olarak verilmesi gibi bariz bir hata değildir. Ayet orjinal metnine sadık kalarak çevrilmiş , fakat cümle içindeki "HİÇBİR ŞEY" kelimesinin sadece yer değiştirilmesi ile arada anlam farkı oluşmasına sebebiyet verilmiştir.
Bu ayetin mealinde geçen konumuz ile alakalı olan cümleyi Elmalılı Hamdi Yazır , "Allah beşere bir şey indirmedi" şeklinde doğru olduğunu düşündüğümüz yönde çevirmesine karşılık , onun mealini sadeleştirdiğini iddia edenler tarafından "Allah insanlara hiçbir şey göndermemiştir" şeklinde hatalı olduğunu düşündüğümüz yönde çevrilmiştir. Bu da göstermektedir ki Türkçe bir meali , yine Türkçeye çevirmek gibi bir ameliyeye soyunanlar , yapılan mealdeki inceliği anlamadan ve aslına sadık kalmadan kafalarına göre sadeleştirme yapmışlardır.
Amacımız meal yapıcılarını töhmet altında bırakmak değil , meal yapımına soyunanların ne kadar dikkatli olması gerektiği yönünde hatırlatmalar yapmaktır. Meal yapmaya soyunmak demek, Arap dilini bilmeyi gerektirdiği gibi , mealini yapacağı kitabı da çok iyi tanımayı gerektirmektedir. Yapılan bir çevirinin anlamının doğru olup olmadığına dikkat edilmekle birlikte , o ayete verilen anlamın , Kur'an bütünlüğü noktasında herhangi bir probleme yol açıp açmadığına da ayrıca dikkat edilmelidir.
Konumuz olan ayet, çeviri hatası olarak görülebilecek herhangi bir problem teşkil etmekten çok , doğru bir kelimenin doğru bir yere yerleştirilememesi sonucunda, ortaya yanlış bir anlamın nasıl çıkabileceğine dair bir örnek teşkil etmektedir.
Bir ayetin yapılan mealinin , diğer ayetler arasında çelişki veya anlam uyuşmazlığı gibi sorunlara yol açmayacak şekilde yapılmış olmasına çok dikkat edilmesi gerektiği , verdiğimiz örnekten anlaşılmaktadır. Bu dikkat , elbette meal yapıcısının Kur'an'a olan hakimiyeti ile yakından alakalıdır.
Meal yapıcısı , Kur'an'a olan hakimiyeti derecesinde , yapmış olduğu bir ayet meali ile ilgili önce kendisine bazı sorular sorarak , ayetin çevirisinin Kur'an bütünlüğünde herhangi bir sorun teşkil edip etmediğini kontrol etmelidir. Aksi takdirde Elmalılı örneğinde gördüğümüz gibi , okuduğu Türkçe meali anlamaktan yoksun kimselerin yapmaya çalışacakları meal , hatalar yığını olmaktan kurtulamayacaktır.
Buradan meal okuyucularına da hatırlatmalarımız olacaktır. Kur'an meali okurken sadece tek bir meali değil, bir kaç meali birden karşılaştırmalı okumak sureti ile yapılacak okumalar daha doğru neticeler verecektir. Bir mealin anlamı konusunda hata veya eksiklik ortaya çıktığında , bu hatanın başka bir meal tarafından yapılmaması söz konusu olabilir , bundan dolayı karşılaştırmalı okumaların meal okuyucuları tarafından daha verimli olacağı kanaatindeyiz.
Meallerin devamlı okunması sonucunda meal okuyucuları, okudukları meallerdeki hata ve eksikleri anında görebilme kabiliyeti kazanacaklardır. Çünkü meal okuyarak kazandıkları Kur'an bütünlüğünü kavrama yetenekleri, onları hatalı bir mealin, başka bir ayet ile olan uyumsuzluğunu görmelerine sebep olarak , uyum sağlayan anlamın verilmesi konusunda çalışmalarına sebep olacaktır.
Sonuç olarak ; Enam s. 91. ayeti içindeki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi , meallerde "Allah hiçbir beşere bir şey indirmemiştir" veya "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" şeklinde yapılmıştır. Her iki mealinde görünüşte birbirinden farklı olmadığı gibi izlenim vermiş olsa da , verilen anlamı Kur'an bütünlüğünde değerlendirdiğimiz zaman , dikkatli bir meal okuyucusunun gözünden kaçmayacak bir ayrıntı ortaya çıkacaktır.
Önemsiz veya küçük bir ayrıntı olarak görülebilecek bu nokta , bazı kimseler tarafından kafalarda istifhamlara yol açacaktır. Bu nedenle Kur'an meali yapıcıları , yaptıkları meallerde herhangi bir anlam bozulmasına yol açacak şekilde anlamlar vermemeleri konusunda daha dikkatli olmaları gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Ancak meallerde bazı hataların yapılmakta olduğu, konu ile alakalı olanların malumudur. Bu hataların farklı nedenleri bulunmakla birlikte yazının konusu, yapılan meal hatalarının hangi saikler sonucu ortaya çıktığı değildir. Yazının konusu, belki de önemsiz bir ayrıntı olarak görülebilecek bir kelimenin, cümle içindeki yer değiştirilmesinden dolayı ortaya çıkardığı anlam farkını göstererek , meal yapıcılarının ve okuyucularının bu konularda daha dikkatli davranması konusunda hatırlatmalarda bulunmaya çalışmaktır.
Bir kelimenin sadece yerinin değişmesi ile nasıl bir anlam farkı oluşabileceğini , Enam s. 91. ayetinin yapılan meallerini örnek olarak vererek , daha kolay ve net olarak anlaşılabileceğini düşünmekteyiz.
وَمَا قَدَرُواْ اللّهَ حَقَّ قَدْرِهِ إِذْ قَالُواْ مَا أَنزَلَ اللّهُ عَلَى بَشَرٍ مِّن شَيْءٍ قُلْ مَنْ أَنزَلَ الْكِتَابَ الَّذِي جَاء بِهِ مُوسَى نُورًا وَهُدًى لِّلنَّاسِ تَجْعَلُونَهُ قَرَاطِيسَ تُبْدُونَهَا وَتُخْفُونَ كَثِيرًا وَعُلِّمْتُم مَّا لَمْ تَعْلَمُواْ أَنتُمْ وَلاَ آبَاؤُكُمْ قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ
Ayetin iki farklı meali şu şekildedir ;
[006.091] «Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir» demekle Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. De ki: «Musa'nın insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği Kitap'ı kim indirdi? Ki siz onu kağıtlara yazıp bir kısmını gösterip çoğunu gizlersiniz, atalarınızın ve sizin bilmediğiniz size onunla öğretilmiştir.» «Allah» de, sonra da onları daldıkları sapıklıkta bırak, oynasınlar.
[006.091] Onlar: "Allah, beşere hiç bir şey indirmemiştir" demekle Allah'ı, kadrinin hakkını vererek takdir edemediler. De ki: "Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de (parça parça) kâğıtlar üzerinde yazılı kılıp (bir kısmını) açıkladığınız ve çoğunu gözardı ettiğiniz kitabı kim indirdi? Sizin ve atalarınızın bilmediği şeyler size öğretilmiştir." De ki: "Allah." Sonra Onları bırak, içine 'daldıkları saçma uğraşılarında' oyalanıp dursunlar.
Problem olarak gördüğümüz nokta, yukarıda verdiğimiz iki ayet meali örneğindeki "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" ve "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" cümleleridir. İlk bakışta aralarında pek bir fark görülmeyen bu cümlelerin içindeki "HİÇBİR ŞEY" kelimesinin sadece yerinin değişmesi ile, ayetin anlamında değişiklik meydana gelmesi söz konusudur.
Ayeti nuzül dönemine giderek okuduğumuz zaman , muhatap kitlenin Yahudiler olduğu anlaşılacaktır. Yahudiler, ayet içinde "Beşer" olarak zikredilen kişi olan Muhammed (a.s) a inen kitabı ret etmek için , Allah'ın beşer üzerine herhangi bir kitap indirmediğini iddia etmektedirler. Allah (c.c) ise cevap olarak ise, bir kısmını açıkladıkları , bir kısmını ise gizledikleri Musa (a.s) a inen kitabı kim indirdi ise , "Beşer" olarak zikrettikleri Muhammed (a.s) a inen kitabı da kendisinin indirmiş olduğunu buyurmaktadır.
Eğer bu ayetin mealindeki konumuz olan (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" şeklinde çevrildiği zaman , dikkatli bir okuyucu , Yahudilerin bu sözüyle Musa (a.s) a da hiç bir şey indirilmediğini iddia etmiş olduklarını anlayacaktır. Yine dikkatli bir okuyucu Bakara s. 91. ayetine baktığı zaman orada Yahudilere hitaben yapılan "Allah'ın indirdiğine iman edin" emrine karşılık, onların verdikleri cevap olan "Biz kendimize indirilene iman ederiz" sözü ile aradaki bağı kurmakta zorlanacaktır.
Dikkatli bir meal okuyucusu bir ayette , kendilerine indirilene iman ettiklerini iddia eden Yahudilere karşılık , başka bir ayette , Allah'ın hiç bir insana bir şey indirmediği iddiası içinde olan Yahudilerin bu sözleri arasında bir çelişki olduğunu düşünecektir.
Çünkü Bakara s. 91. ayetinde Yahudiler kendilerine inen bir şeyin olduğunu kabul ederek, ona iman ettiklerini söylemektedirler. Yahudilerin bu sözleri ile , Enam s. 91. ayetindeki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesinin "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" şeklindeki çevirisinin birbiri ile uyuşmadığını görerek kafalarda istifham oluşacaktır.
Halbuki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi , "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" şeklinde çevrildiği zaman, herhangi bir sorun ortaya çıkmayacaktır. Çünkü böyle bir çeviri, Yahudilerin sadece Muhammed (a.s) a inen kitabın inkar ettiklerine dair bir anlam taşımaktadır.
Kanaaatimiz odur ki ; Enam s. 91. ayetindeki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi "ALLAH BEŞERE HİÇBİR ŞEY İNDİRMEMİŞTİR" şeklinde çevrildiğinde daha doğru bir anlam verilmiş olacak ve kafalarda herhangi bir istifhama yer açmayacaktır.
İlk bakışta önemsiz bir ayrıntı olarak görünmesine rağmen , dikkatli bir okuyucunun dikkatini çektiğinde , kafasında bazı istifhamların oluşmasına neden olma ihtimali doğurabilmesi açısından önemli bir ayrıntı olduğumu düşündüğümüz bu cümle üzerinden, dikkat çekmek istediğimiz asıl konu , meal yapıcılarının Arap dilini bilmesinin önemi kadar daha önemli bir nokta olan , Kur'an'a olan hakimiyetlerinin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaya çalışmaktır.
Yazımıza konu ettiğimiz hata görüldüğü gibi bir kelimenin anlamının yanlış olarak verilmesi gibi bariz bir hata değildir. Ayet orjinal metnine sadık kalarak çevrilmiş , fakat cümle içindeki "HİÇBİR ŞEY" kelimesinin sadece yer değiştirilmesi ile arada anlam farkı oluşmasına sebebiyet verilmiştir.
Bu ayetin mealinde geçen konumuz ile alakalı olan cümleyi Elmalılı Hamdi Yazır , "Allah beşere bir şey indirmedi" şeklinde doğru olduğunu düşündüğümüz yönde çevirmesine karşılık , onun mealini sadeleştirdiğini iddia edenler tarafından "Allah insanlara hiçbir şey göndermemiştir" şeklinde hatalı olduğunu düşündüğümüz yönde çevrilmiştir. Bu da göstermektedir ki Türkçe bir meali , yine Türkçeye çevirmek gibi bir ameliyeye soyunanlar , yapılan mealdeki inceliği anlamadan ve aslına sadık kalmadan kafalarına göre sadeleştirme yapmışlardır.
Amacımız meal yapıcılarını töhmet altında bırakmak değil , meal yapımına soyunanların ne kadar dikkatli olması gerektiği yönünde hatırlatmalar yapmaktır. Meal yapmaya soyunmak demek, Arap dilini bilmeyi gerektirdiği gibi , mealini yapacağı kitabı da çok iyi tanımayı gerektirmektedir. Yapılan bir çevirinin anlamının doğru olup olmadığına dikkat edilmekle birlikte , o ayete verilen anlamın , Kur'an bütünlüğü noktasında herhangi bir probleme yol açıp açmadığına da ayrıca dikkat edilmelidir.
Konumuz olan ayet, çeviri hatası olarak görülebilecek herhangi bir problem teşkil etmekten çok , doğru bir kelimenin doğru bir yere yerleştirilememesi sonucunda, ortaya yanlış bir anlamın nasıl çıkabileceğine dair bir örnek teşkil etmektedir.
Bir ayetin yapılan mealinin , diğer ayetler arasında çelişki veya anlam uyuşmazlığı gibi sorunlara yol açmayacak şekilde yapılmış olmasına çok dikkat edilmesi gerektiği , verdiğimiz örnekten anlaşılmaktadır. Bu dikkat , elbette meal yapıcısının Kur'an'a olan hakimiyeti ile yakından alakalıdır.
Meal yapıcısı , Kur'an'a olan hakimiyeti derecesinde , yapmış olduğu bir ayet meali ile ilgili önce kendisine bazı sorular sorarak , ayetin çevirisinin Kur'an bütünlüğünde herhangi bir sorun teşkil edip etmediğini kontrol etmelidir. Aksi takdirde Elmalılı örneğinde gördüğümüz gibi , okuduğu Türkçe meali anlamaktan yoksun kimselerin yapmaya çalışacakları meal , hatalar yığını olmaktan kurtulamayacaktır.
Buradan meal okuyucularına da hatırlatmalarımız olacaktır. Kur'an meali okurken sadece tek bir meali değil, bir kaç meali birden karşılaştırmalı okumak sureti ile yapılacak okumalar daha doğru neticeler verecektir. Bir mealin anlamı konusunda hata veya eksiklik ortaya çıktığında , bu hatanın başka bir meal tarafından yapılmaması söz konusu olabilir , bundan dolayı karşılaştırmalı okumaların meal okuyucuları tarafından daha verimli olacağı kanaatindeyiz.
Meallerin devamlı okunması sonucunda meal okuyucuları, okudukları meallerdeki hata ve eksikleri anında görebilme kabiliyeti kazanacaklardır. Çünkü meal okuyarak kazandıkları Kur'an bütünlüğünü kavrama yetenekleri, onları hatalı bir mealin, başka bir ayet ile olan uyumsuzluğunu görmelerine sebep olarak , uyum sağlayan anlamın verilmesi konusunda çalışmalarına sebep olacaktır.
Sonuç olarak ; Enam s. 91. ayeti içindeki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi , meallerde "Allah hiçbir beşere bir şey indirmemiştir" veya "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" şeklinde yapılmıştır. Her iki mealinde görünüşte birbirinden farklı olmadığı gibi izlenim vermiş olsa da , verilen anlamı Kur'an bütünlüğünde değerlendirdiğimiz zaman , dikkatli bir meal okuyucusunun gözünden kaçmayacak bir ayrıntı ortaya çıkacaktır.
Önemsiz veya küçük bir ayrıntı olarak görülebilecek bu nokta , bazı kimseler tarafından kafalarda istifhamlara yol açacaktır. Bu nedenle Kur'an meali yapıcıları , yaptıkları meallerde herhangi bir anlam bozulmasına yol açacak şekilde anlamlar vermemeleri konusunda daha dikkatli olmaları gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
15 Ocak 2017 Pazar
Abdest Ayeti Neden Mekke'de Değil de Medine'de İndirildi ?
Namaza başlamadan önce abdest alınmasına dair olan emir bilindiği üzere , Medine'de nazil olan surelerden olan Maide s. 6. ayetinde bulunmaktadır. Namaz için abdest alma emrinin Medine'de nazil olmuş olması , son yıllardaki Kur'an'a yönelim sonrası ortaya çıkan bazı düşüncelerin sorgulama ve merak konusu olmuştur.
Kur'an'da namaz adı ile bildiğimiz bir ibadetin olmadığını savunanlar , namaz için emredilen abdest ayetinin , Medine'de nazil olduğundan hareketle , namaz eğer Mekke'de kılınıyor ise abdest ayetinin neden Medine'de indirilmiş olduğunu sorarak , namaz adı ile bilinen ibadetin olmadığının delilini bu yolla ortaya koymaya çalışmaktadırlar.
Kur'an'da namaz adı ile bildiğimiz ibadetin var olduğunu kabul eden, ve bu namazı ifa edenlerin bir kısmı ise , bu tür sorular ile kafaları karıştırılmak istenildiği için , bu soruya cevap aramaktadırlar.
Öncelikle namaz konusunda hem geleneksel anlayışta , hem de kendisini "Kur'an Ehli" olduğunu iddia edenlerin bir kısmında doğru bilinen, bir yanlışa dikkat çekmek istiyoruz.
Yaygın düşünceye göre namaz , Muhammed (a.s) a Mekke'de farz kılınan bir ibadet , ve bu namazı ona ilk defa Cibril öğretmiştir. Fakat bu türden rivayetlere katılmak mümkün değildir. Namazın ana formları olan "Kıyam - Rüku - Secde" gibi şekilsel hareketler , insanlığın kadim bir ibadet şeklidir. Bundan dolayı bu ibadetin daha önce hiç bilinmiyor , ve Mekke'de uygulanmıyor olması mümkün değildir.
Bu noktada ana formları ile insanlık tarafından ifa edilen ve bizim adına "Namaz" dediğimiz ibadetin, kadim bir şekilsel ibadet olmasından dolayı Mekkelilerin de ifa ettiği bir ibadet olup , şirk bulaşmış bir hale getirilmiş olması, Kur'an'ın namaz hakkındaki asıl konusunu oluşturmaktadır. Bundan dolayı Kur'an , namaz ile ilgili ilmihal ayrıntılarına girmeden , onu şirk bulaşmışlıktan çıkararak , tevhidi bir boyuta yöneltmeyi içeren ayetleri barındırmaktadır.
Namaz ibadetinin Kur'an'da olmadığını iddia edenlerin dayandıkları delillerden bir tanesi de bu dur. İddiaya göre eğer bu ibadet Kur'an tarafından emredilmiş olsa idi , ayrıntılı olarak anlatılması gerekirdi . İlmihal boyutunda ayrıntıya girilmemiş olması , bu kimseler için namaz ibadetinin Kur'an'da olmadığına dair bir delil olarak sunulmaktadır. Kur'an insanlar tarafından bilinen ve uygulanan bir namazı bundan dolayı tarif etmek gereğini duymamıştır.
Gelelim asıl konumuz olan abdestin neden Mekke'de değil de Medine'de nazil olduğuna, bu konuya iki açıdan yaklaşmak mümkündür.
Cahiliye Mekke'sinde yaşayan insanlar, şirk bulaşmış bir halde ifa ettikleri namaz öncesinde bizim abdest olarak bildiğimiz işlemi bildiklerinden dolayı uygulamış olabilirler. Bu işlem aynı şekilde namaz kılan Müslümanlar tarafından da uygulanmış olabilir. Çünkü namaz dediğimiz ibadet "Kıyam-Rüku-Secde" şeklindeki formları ile ilah olarak kabul edilen varlığa yapılan şekilsel bir tazimdir.
Namazın sorun teşkil eden kısmı şekli değil , kimin için ifa edildiğidir. Bundan dolayı Mekke'de Kur'an'ın nazil olmaya başlamasından evvel ifa edilen namaz için şayet abdest alınıyor ise , aynı uygulama Kur'an'ın nazil olmaya başlaması sonrasında da yapılmış olabilir.
Abdest'in Mekke'de değil , Medine'de nazil olan bir sure içinde emredilmiş olması , bilinen bir uygulamanın vahiy tarafından onaylanması anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Yani abdest eylemi önceden bilinen ve uygulanan bir eylem olduğu için, Mekke'de nazil olan ilk surelerde değil , bilinenin onaylanması ve tekrarı mahiyetinde, Medine'de nazil olan bir surede emredilmiştir.
Bu söylediklerimizin tersinin olması da mümkündür şöyle ki ;
Mekke'de nuzül öncesi şirk bulaşmış biçimde ifa edilen namaz öncesinde yapılan bizim abdest olarak bildiğimiz işlem bilinmiyor , bilinmediği için de uygulanmıyor olabilir. Bu şekil bir namaz , Müslümanlar tarafından da, ta ki Medine'de abdest ayeti nazil olana kadar , ifa edilmiş olabilir.
Bu noktada , "Müslümanlar abdest ayeti nazil olana kadar abdestsiz namaz mı kıldılar" sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir.
Allah (c.c) bizleri , kitabında emretmiş oldukları üzerinden sorumlu tutacaktır. Daha önce yapılan bir fiilin yanlış olduğunu haber vererek , artık yapılmamasını emretmiş olması , o fiilin yanlış olduğu yönünde önceden bilgi sahibi olmayanları mazur duruma sokacaktır. Nisa s. 22 , 23 , Maide s. 95. ayetlerine baktığımızda, yasaklanmış bir fiilin, öncesinde işlenmiş olan aynı fiillerden , yasaklanma öncesi o fiilleri işleyenlerin sorumlu tutulmayacağı haber verilmektedir.
Bundan dolayı , abdest ayetinin nazil olmasına kadar, eğer Müslümanlar abdest almadan namaz kıldılar ise , namaz için abdest alınması gerektiğine dair bir emir ile muhatap olmadıklarından dolayı , abdest almadan kıldıkları namazlardan dolayı herhangi bir sorumluluk sahibi olmayacaklardır. Çünkü namaz öncesi abdest alınması gerektiğine dair olan emrin onlara ulaşmamış olması , onları namaz için abdest almanın farz olduğuna dair bilgi sahibi olmaktan , dolayısı ile de abdest ile mükellef olmaktan çıkarmıştır.
Sonuç olarak ; Abdest ayetinin Medine'de nazil olmuş olması , bazı kimseler tarafından merak konusu olmuş , bazı kimseler tarafından ise namazı ret etme bahanesi olarak delil gösterilmektedir. Abdest , namaz gibi önceden bilinen ve uygulanan bir fiil olabileceği gibi , ilk olarak Medine'de nazil olan bir ayet ile emredilmiş olabilir.
Önceden bilinen ve uygulanan bir uygulama olduğunu düşündüğümüzde , vahiy bu uygulama konusunda Medine'ye kadar sessiz kalmış , sessiz kalması mevcut uygulamayı onaylamak anlamına geldiği için , Medine'de nazil olan ayet , yapılan uygulamayı tasdik etmek anlamında indirilmiş olabilir.
Medine'de ilk defa nazil olduğunu ve bilinmeyen bir uygulama olduğunu düşündüğümüzde , Maide s. 3. ayeti nazil olana kadar , namaz için abdest almak gibi farziyetin olmadığı için , abdest ayeti inene kadar Müslümanlar abdest almadan namaz kılmış olabilirler. Bu durum herhangi bir sorun teşkil etmemekte , Allah (c.c) tarafından yapılmaması veya yapılmaması emredilen bir emir ile muhatap olmadıkça kimse mükellef sayılmayacaktır. Kur'an'ın bazı konularda indirdiği yasaklardan önce işlenmiş fiiller konusunda iman edenleri sorumlu tutmayacağını beyan eden ayetlere bu konuda bakılabilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an'da namaz adı ile bildiğimiz bir ibadetin olmadığını savunanlar , namaz için emredilen abdest ayetinin , Medine'de nazil olduğundan hareketle , namaz eğer Mekke'de kılınıyor ise abdest ayetinin neden Medine'de indirilmiş olduğunu sorarak , namaz adı ile bilinen ibadetin olmadığının delilini bu yolla ortaya koymaya çalışmaktadırlar.
Kur'an'da namaz adı ile bildiğimiz ibadetin var olduğunu kabul eden, ve bu namazı ifa edenlerin bir kısmı ise , bu tür sorular ile kafaları karıştırılmak istenildiği için , bu soruya cevap aramaktadırlar.
Öncelikle namaz konusunda hem geleneksel anlayışta , hem de kendisini "Kur'an Ehli" olduğunu iddia edenlerin bir kısmında doğru bilinen, bir yanlışa dikkat çekmek istiyoruz.
Yaygın düşünceye göre namaz , Muhammed (a.s) a Mekke'de farz kılınan bir ibadet , ve bu namazı ona ilk defa Cibril öğretmiştir. Fakat bu türden rivayetlere katılmak mümkün değildir. Namazın ana formları olan "Kıyam - Rüku - Secde" gibi şekilsel hareketler , insanlığın kadim bir ibadet şeklidir. Bundan dolayı bu ibadetin daha önce hiç bilinmiyor , ve Mekke'de uygulanmıyor olması mümkün değildir.
Bu noktada ana formları ile insanlık tarafından ifa edilen ve bizim adına "Namaz" dediğimiz ibadetin, kadim bir şekilsel ibadet olmasından dolayı Mekkelilerin de ifa ettiği bir ibadet olup , şirk bulaşmış bir hale getirilmiş olması, Kur'an'ın namaz hakkındaki asıl konusunu oluşturmaktadır. Bundan dolayı Kur'an , namaz ile ilgili ilmihal ayrıntılarına girmeden , onu şirk bulaşmışlıktan çıkararak , tevhidi bir boyuta yöneltmeyi içeren ayetleri barındırmaktadır.
Namaz ibadetinin Kur'an'da olmadığını iddia edenlerin dayandıkları delillerden bir tanesi de bu dur. İddiaya göre eğer bu ibadet Kur'an tarafından emredilmiş olsa idi , ayrıntılı olarak anlatılması gerekirdi . İlmihal boyutunda ayrıntıya girilmemiş olması , bu kimseler için namaz ibadetinin Kur'an'da olmadığına dair bir delil olarak sunulmaktadır. Kur'an insanlar tarafından bilinen ve uygulanan bir namazı bundan dolayı tarif etmek gereğini duymamıştır.
Gelelim asıl konumuz olan abdestin neden Mekke'de değil de Medine'de nazil olduğuna, bu konuya iki açıdan yaklaşmak mümkündür.
Cahiliye Mekke'sinde yaşayan insanlar, şirk bulaşmış bir halde ifa ettikleri namaz öncesinde bizim abdest olarak bildiğimiz işlemi bildiklerinden dolayı uygulamış olabilirler. Bu işlem aynı şekilde namaz kılan Müslümanlar tarafından da uygulanmış olabilir. Çünkü namaz dediğimiz ibadet "Kıyam-Rüku-Secde" şeklindeki formları ile ilah olarak kabul edilen varlığa yapılan şekilsel bir tazimdir.
Namazın sorun teşkil eden kısmı şekli değil , kimin için ifa edildiğidir. Bundan dolayı Mekke'de Kur'an'ın nazil olmaya başlamasından evvel ifa edilen namaz için şayet abdest alınıyor ise , aynı uygulama Kur'an'ın nazil olmaya başlaması sonrasında da yapılmış olabilir.
Abdest'in Mekke'de değil , Medine'de nazil olan bir sure içinde emredilmiş olması , bilinen bir uygulamanın vahiy tarafından onaylanması anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Yani abdest eylemi önceden bilinen ve uygulanan bir eylem olduğu için, Mekke'de nazil olan ilk surelerde değil , bilinenin onaylanması ve tekrarı mahiyetinde, Medine'de nazil olan bir surede emredilmiştir.
Bu söylediklerimizin tersinin olması da mümkündür şöyle ki ;
Mekke'de nuzül öncesi şirk bulaşmış biçimde ifa edilen namaz öncesinde yapılan bizim abdest olarak bildiğimiz işlem bilinmiyor , bilinmediği için de uygulanmıyor olabilir. Bu şekil bir namaz , Müslümanlar tarafından da, ta ki Medine'de abdest ayeti nazil olana kadar , ifa edilmiş olabilir.
Bu noktada , "Müslümanlar abdest ayeti nazil olana kadar abdestsiz namaz mı kıldılar" sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir.
Allah (c.c) bizleri , kitabında emretmiş oldukları üzerinden sorumlu tutacaktır. Daha önce yapılan bir fiilin yanlış olduğunu haber vererek , artık yapılmamasını emretmiş olması , o fiilin yanlış olduğu yönünde önceden bilgi sahibi olmayanları mazur duruma sokacaktır. Nisa s. 22 , 23 , Maide s. 95. ayetlerine baktığımızda, yasaklanmış bir fiilin, öncesinde işlenmiş olan aynı fiillerden , yasaklanma öncesi o fiilleri işleyenlerin sorumlu tutulmayacağı haber verilmektedir.
Bundan dolayı , abdest ayetinin nazil olmasına kadar, eğer Müslümanlar abdest almadan namaz kıldılar ise , namaz için abdest alınması gerektiğine dair bir emir ile muhatap olmadıklarından dolayı , abdest almadan kıldıkları namazlardan dolayı herhangi bir sorumluluk sahibi olmayacaklardır. Çünkü namaz öncesi abdest alınması gerektiğine dair olan emrin onlara ulaşmamış olması , onları namaz için abdest almanın farz olduğuna dair bilgi sahibi olmaktan , dolayısı ile de abdest ile mükellef olmaktan çıkarmıştır.
Sonuç olarak ; Abdest ayetinin Medine'de nazil olmuş olması , bazı kimseler tarafından merak konusu olmuş , bazı kimseler tarafından ise namazı ret etme bahanesi olarak delil gösterilmektedir. Abdest , namaz gibi önceden bilinen ve uygulanan bir fiil olabileceği gibi , ilk olarak Medine'de nazil olan bir ayet ile emredilmiş olabilir.
Önceden bilinen ve uygulanan bir uygulama olduğunu düşündüğümüzde , vahiy bu uygulama konusunda Medine'ye kadar sessiz kalmış , sessiz kalması mevcut uygulamayı onaylamak anlamına geldiği için , Medine'de nazil olan ayet , yapılan uygulamayı tasdik etmek anlamında indirilmiş olabilir.
Medine'de ilk defa nazil olduğunu ve bilinmeyen bir uygulama olduğunu düşündüğümüzde , Maide s. 3. ayeti nazil olana kadar , namaz için abdest almak gibi farziyetin olmadığı için , abdest ayeti inene kadar Müslümanlar abdest almadan namaz kılmış olabilirler. Bu durum herhangi bir sorun teşkil etmemekte , Allah (c.c) tarafından yapılmaması veya yapılmaması emredilen bir emir ile muhatap olmadıkça kimse mükellef sayılmayacaktır. Kur'an'ın bazı konularda indirdiği yasaklardan önce işlenmiş fiiller konusunda iman edenleri sorumlu tutmayacağını beyan eden ayetlere bu konuda bakılabilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
13 Ocak 2017 Cuma
Zümer s. 49-52. Ayetleri : Varlık İle İmtihan Edilen İnsanlar
Allah (c.c) bir çok ayette , dara düştüğünde kendisine yalvaran , darlıktan kurtulduğunda ise kendisini unutan insan tiplerinden örnekler vererek , böyle bir kul tipi istemediğini beyan etmektedir. İnsanın yaşadığı hayat içindeki her türlü durumunun imtihan olarak değerlendirilerek , bu imtihanı başarılı olarak geçmek için gayreti sarf etmesi gerektiğini hatırlatan Rabbimiz , imtihanı geçemeyen kullarının başlarına gelenleri ve gelecek olanları hatırlatarak , bizlere nankör bir kul olmaktan sakınmayı tavsiye etmektedir.
[002.155-156] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlar ki, kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman, «Biz Allah içiniz ve biz nihâyet ona döneceğiz,» derler.
Zümer s. 49. ve 52. ayetler arasında , nankör bir insan portresi çizilmekte olup , daha önce yaşamış bu gibi insanların başlarına gelenler gösterilerek , söylediklerinin onlara neye mal olduğu hatırlatılmakta , aynı akıbetin bu yolu izleyen insanların da başlarına geleceği tehdidi yapılmaktadır.
[039.049] İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra, kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit, «Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir» der. Hayır o, bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.
[039.050] Bunu onlardan öncekiler de söylemişti, ama kazandıkları şeyler onlara fayda vermedi.
[039.051] Netîcede kazandıklarının fenalıkları başlarına geçti,şunlardan o zulmedenlerin de kazandıklarının fenalıklarına geçecektir onlar da atlatacak değillerdir.
[039.052] Onlar bilmiyorlar mı ki, gerçekten Allah, dilediğine rızkı genişletip-yayar ve (dilediğine) kısar da. Şüphesiz bunda, iman etmekte olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır.
Zümer s. 49. ayetinde zarara uğradığı zaman Allah'a kendisini bu zarardan kurtarması için dua eden , fakat Allah onu bu zarardan kurtardığında, ona karşı nankörlük eden bir insan tipi görmekteyiz. 50. ayette ise , bu sözlerin öncekiler tarafından da söylenmiş olduğu beyan edilerek , öncekilerden hata yapanların başlarına gelenler haber verilerek , sonraki gelenlerden hata yapanların da aynı akıbete uğrayacakları haber verilmektedir.
"Bu sözleri acaba kim söylemiştir?" diye düşündüğümüz zaman, bu sorunun cevabını Kasas suresinde bulmaktayız.
Bu insanın zarardan kurtulduğu zaman söylediği , 49. ayetteki "İnnema ütiytuhu ala ılmin" (Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir) sözünün benzeri , Kasas suresinde anlatılan kıssasında , Karun'un ağzından dökülmektedir.
[028.078] Dedi ki: «Bu, ancak bende olan ilim sebebiyle bana verilmiştir(İnnema ütiytuhu ala ılmin indi). O bilmedi mi ki, Allah ondan evvelki nesillerden daha kuvvetli ve daha ziyâde cemiyetli kimseleri helâk etmiştir ve mücrimler günahlarından sorulmaz.
Karun, içinde bulunduğu hayatın kendisi için bir imtihan olduğunu ret eden bir hayat tarzı sürmüş , sahip olduğu malın kendisine Allah tarafından verildiğini değil, kendi emek ve bilgisi sayesinde kazandığını iddia etmiş , ve neticede helak edilerek , tüm zamanlarda gelecek mal ve servet sahiplerine , aynı yolu izledikleri takdirde , onların da başlarına gelecek akıbeti gösteren bir kıssanın baş aktörü olarak , tüm zamanlarda anılacak sembol bir isim haline gelmiştir.
"Bundan öncekiler" derken , Karun'un başına gelenler hatırlatılarak , yaşamları Karun gibi olanların , sonlarının da Karun gibi olacağı hatırlatması yapılarak, "Karun gibi olmayın" denilmektedir.
51. ayet , bu gibi insanları "Zalim" olarak nitelemekte , ve bu zalimlerin kazandıklarının karşılıkları olan hazin son dan kurtulamadıkları , başkalarının da aynı yolu izledikleri takdirde onların da hazin son dan asla kurtulamayacakları beyan edilmektedir.
Yeri gelmişken Zümer s. 51. ayetinin meali üzerinde durmak istiyoruz. Ayetin Arapça metni şu şekildedir ;
"Fe esabehum seyyiatu ma kesebu vellezine zalemu min heulai seyusibuhum seyyiatü ma kesebu ve ma hum bimucizine"
Bu ayetin bazı meallerde "Bunun için, işledikleri kötülükler başlarına geldi. Bunlar içinde zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına gelecektir. Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar." şeklinde yapılmış olduğunu görmekteyiz.
Ayetin son cümlesi olan "Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar" şeklinde yapılan çevirinin , Arapça metindeki karşılığı "Ve ma hum bimucizine" cümlesidir. Fakat ayetin Arapça metni ile meali karşılaştırdığımızda, konu bütünlüğüne dikkat edilmeyen bir anlam verilmiş olduğunu görmekteyiz. Mealdeki "Allah" kelimesi, Arapça metinde bulunmamasına rağmen , meal içine konularak , Arapça metin ile meal arasında uygunluk olmayan (yanlış olduğunu iddia etmediğimizi hatırlatmak isteriz)bir anlam verilmiştir.
Bu ayete merhum Elmalılı Hamdi Yazır tarafından verilmiş olan , "Netîcede kazandıklarının fenalıkları başlarına geçti,şunlardan o zulmedenlerin de kazandıklarının fenalıklarına geçecektir onlar da atlatacak değillerdir" şeklindeki mealin, konu bütünlüğüne daha yakın bir anlam olduğunu söyleyebiliriz.
51. ayet , 49. ve 50. ayetlerde, kendisine dokunan zarardan sonra feraha çıkarak nankörleşen "Bu, ancak bende olan ilim sebebiyle bana verilmiştir" sözünü söyleyenlerin, kendilerinden önce aynı sözü söyleyerek, bu yönde amel işleyenlerin düştükleri akıbete düşecekleri beyan edildikten sonra , bu gibi kimselerin başına işlediklerinin sonuçlarının isabet ettiğini haber vermekte , ve ilk muhataplar olan Mekkeli müşriklerin varlıktan şımarmış mütreflerini tehdit etmektedir.
"Min heulai" (Şunlardan) ibaresi , ilk muhataplar olan Mekkeli müşriklere işaret etmektedir. Ellerindeki mal ve çocuklarına güvenerek , Allah'a ve elçisine kafa tutmaya kalkan Karuncukların , önceki atalarının başlarına gelen ile cezalanacaklarını haber vererek , bu cezanın öncekilerin başına nasıl geldi ise , bunlara da uğrayacağı haber verilmektedir. Yani Karun'un başına gelen son , Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasaların işleyişi sonucunda olmasından dolayı , aynı yasalar işleyişini sürdürerek , Mekkeli Karuncuklar için de işleyecektir.
51. ayetin sonundaki "bimucizine" kelimesi , "Bir şeyden geride arkada olmak , bir nesneyi yapmada eksik gelmek , aciz kalmak , güç yetirememek anlamında olan "Aczün" kelimesinden türemiştir.
Mekkeli müşrikler için söylenen "Seyusibuhum seyyiatu ma kesebu" sözü , kazandıkları kötülüklerin cezasının onlara mutlaka isabet edeceğini beyan etmekte , "Ve ma hum bimucizine" ifadesi ise , bu cezanın onlara isabet etmesinde herhangi bir eksiklik , acizlik , güçsüzlük olmayacağını , değişmez yasanın işleyeceğini beyan etmektedir.
Sebebin hususi olması , hükmün umumi olmasına engel değildir.
Bu ayetlerin ilk muhatapları Mekkelilerdir. Fakat bu ayetlerin hükmü Mekkeliler ile sınırlı kalmayacaktır. Her insanın başına, yaşadığı hayat içinde bir takım sıkıntılar gelebilir. Sağlığı sıhhati yerinde olan bir kimse sağlığını , işi gücü yerinde olan bir kimse ise, işini gücünü kaybederek muhtaç duruma düşebilir.
Sıhhatimizi ve işimizi gücümüzü yeniden kazanmak için yaptığımız her türlü sözlü veya fiili amel "Dua" yerine geçecektir. Sıkıntılı zamanlarımızda , bizleri bu sıkıntılardan kurtulmamız için dua ettiğimiz Allah (c.c) ye karşı , bizim sıkıntılarımızı giderdiği andan sonra, eğer tekrar nankörlük yapacak olursak, öncekilerin cezası ile karşılık bulacağımız kaçınılmaz bir gerçektir.
Hasta bir kimse hastalığından ilaçlar ile gördüğü tedavi sonrasında kurtulur iken , işini gücünü kaybetmiş bir tüccar , işlerinin yeniden açılması ile sıkıntıdan kurtulabilir. İnsanlar sıkıntılardan kurtulduktan sonra sanki hiç sıkıntıya düşmemiş gibi , bir hayat sürdükleri takdirde , imtihanı kaybetmiş olacak ve önceki nankörlerin akıbetine uğrayacaktır.
[017.067] Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah'tan başka yalvardıklarınız kaybolup gider, fakat O sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insan pek nankördür.
[017.068] Onun karada da, sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.
[017.069] Yoksa sizi tekrar denize döndürüp, üzerinize ortalığı yıkan bir fırtına gönderip, inkarlarınızdan ötürü sizi suda boğmasından güvende misiniz? O zaman bize soru soracak bir yardımcı da bulamazsınız.
Yukarıda meallerini verdiğimiz İsra suresi ayetleri , nankör insan tipini canlandırmaktadır.İsra s. 69. ayet özellikle , sıkıntı sonrası nankörlüğe dönenlere bir hatırlatma yaparak , "Yaşadığınız hayat içinde her an yeniden sıkıntılar ile karşı karşıya kalabilirsiniz , bir sıkıntıdan kurtulmuş olmanız , sizin tekrar başka bir sıkıntı içine düşmemeniz anlamına gelmez" şeklinde bir mesaj vermektedir.
Allah işi bozuk tüccar kuluna gökten para yağdırmak sureti ile yardım etmez. O kuluna ticaret hayatının kuralları gereğince yardım ederek o kulunun işlerinin açılması sureti ile sıkıntılarını giderir. Kul eğer Karun misali "Ben sıkıntılarımı işlerimin açılması ile giderdim" dediği anda Karunlaşmış olacak , ve içinde bulunduğu imtihanı kaybetmiş olacaktır.
Veya hasta bir kul , sağlığına kavuştuğu anda , "Ben X ilaç sayesinde , veya X doktor sayesinde sağlığımı kazandım" dediği anda o da imtihanı kaybederek Karunlaşmış olacaktır. Allah (c.c) kendisi inerek o kulunu elbette tedavi etmeyecek , ona ilaç veya doktorlar ile tedavi imkanı sunarak , iyileşmesini sağlayacaktır.
52. ayetteki , Allah (c.c) nin rızkı dilediğine yayıp , dilediğine kısması , rızk konusunda hiç bir kulun Allah'tan bağımsız olmadığını , mülkün tamamının Allah'ın elinde olduğunu hatırlatmaktadır. Aynı sözleri Karun kıssasının anlatıldığı Kasas s. 82. ayetinde de görmekteyiz.
[028.082] Daha dün onun yerinde olmayı dileyenler: «Demek Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletip bir ölçüye göre veriyor. Eğer Allah bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkarcılar başarıya eremezler» demeye başladılar.
Sonuç olarak ; Kur'an , dünya hayatı içinde sahip olunan imkanların , kişilere Allah tarafından verilmiş olan bir imtihan vesilesi olduğunu bir çok ayetinde hatırlatmaktadır. Aynı Kur'an bu imtihan konusunda yaşanmış örnekler vermek sureti ile örnek ve nankör davranışlar sergileyenleri bizlere anlatarak , hangi tercihte bulunursak , tercihlerimizin karşılığının dünya ve ahirette bizlere verileceğini beyan etmektedir.
Dara düştüğünde Allah hatırına gelerek ona yalvaran , dardan kurtulduğunda ise onu unuturak nankörlüğe geri dönen tipleri bir çok yerinde örnekler vererek , bizlere "Onlar gibi olmayın" mesajı veren Kur'an , onlar gibi olunduğunda ne gibi durumlarla karşılacağımızı da haber vererek sakınmamızı öğütlemektedir.
Salih bir kul için asıl olan , elindekinin kendisine Allah tarafından verilmiş bir imtihan vesilesi olduğunu bilen ve nankörlük yapmayan bir hayat sürmesi olup , bu kullar için de ne gibi karşılıklar olduğu yine bir çok yerde haber verilmiştir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[002.155-156] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlar ki, kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman, «Biz Allah içiniz ve biz nihâyet ona döneceğiz,» derler.
Zümer s. 49. ve 52. ayetler arasında , nankör bir insan portresi çizilmekte olup , daha önce yaşamış bu gibi insanların başlarına gelenler gösterilerek , söylediklerinin onlara neye mal olduğu hatırlatılmakta , aynı akıbetin bu yolu izleyen insanların da başlarına geleceği tehdidi yapılmaktadır.
[039.049] İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra, kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit, «Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir» der. Hayır o, bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.
[039.050] Bunu onlardan öncekiler de söylemişti, ama kazandıkları şeyler onlara fayda vermedi.
[039.051] Netîcede kazandıklarının fenalıkları başlarına geçti,şunlardan o zulmedenlerin de kazandıklarının fenalıklarına geçecektir onlar da atlatacak değillerdir.
[039.052] Onlar bilmiyorlar mı ki, gerçekten Allah, dilediğine rızkı genişletip-yayar ve (dilediğine) kısar da. Şüphesiz bunda, iman etmekte olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır.
Zümer s. 49. ayetinde zarara uğradığı zaman Allah'a kendisini bu zarardan kurtarması için dua eden , fakat Allah onu bu zarardan kurtardığında, ona karşı nankörlük eden bir insan tipi görmekteyiz. 50. ayette ise , bu sözlerin öncekiler tarafından da söylenmiş olduğu beyan edilerek , öncekilerden hata yapanların başlarına gelenler haber verilerek , sonraki gelenlerden hata yapanların da aynı akıbete uğrayacakları haber verilmektedir.
"Bu sözleri acaba kim söylemiştir?" diye düşündüğümüz zaman, bu sorunun cevabını Kasas suresinde bulmaktayız.
Bu insanın zarardan kurtulduğu zaman söylediği , 49. ayetteki "İnnema ütiytuhu ala ılmin" (Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir) sözünün benzeri , Kasas suresinde anlatılan kıssasında , Karun'un ağzından dökülmektedir.
[028.078] Dedi ki: «Bu, ancak bende olan ilim sebebiyle bana verilmiştir(İnnema ütiytuhu ala ılmin indi). O bilmedi mi ki, Allah ondan evvelki nesillerden daha kuvvetli ve daha ziyâde cemiyetli kimseleri helâk etmiştir ve mücrimler günahlarından sorulmaz.
Karun, içinde bulunduğu hayatın kendisi için bir imtihan olduğunu ret eden bir hayat tarzı sürmüş , sahip olduğu malın kendisine Allah tarafından verildiğini değil, kendi emek ve bilgisi sayesinde kazandığını iddia etmiş , ve neticede helak edilerek , tüm zamanlarda gelecek mal ve servet sahiplerine , aynı yolu izledikleri takdirde , onların da başlarına gelecek akıbeti gösteren bir kıssanın baş aktörü olarak , tüm zamanlarda anılacak sembol bir isim haline gelmiştir.
"Bundan öncekiler" derken , Karun'un başına gelenler hatırlatılarak , yaşamları Karun gibi olanların , sonlarının da Karun gibi olacağı hatırlatması yapılarak, "Karun gibi olmayın" denilmektedir.
51. ayet , bu gibi insanları "Zalim" olarak nitelemekte , ve bu zalimlerin kazandıklarının karşılıkları olan hazin son dan kurtulamadıkları , başkalarının da aynı yolu izledikleri takdirde onların da hazin son dan asla kurtulamayacakları beyan edilmektedir.
Yeri gelmişken Zümer s. 51. ayetinin meali üzerinde durmak istiyoruz. Ayetin Arapça metni şu şekildedir ;
"Fe esabehum seyyiatu ma kesebu vellezine zalemu min heulai seyusibuhum seyyiatü ma kesebu ve ma hum bimucizine"
Bu ayetin bazı meallerde "Bunun için, işledikleri kötülükler başlarına geldi. Bunlar içinde zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına gelecektir. Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar." şeklinde yapılmış olduğunu görmekteyiz.
Ayetin son cümlesi olan "Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar" şeklinde yapılan çevirinin , Arapça metindeki karşılığı "Ve ma hum bimucizine" cümlesidir. Fakat ayetin Arapça metni ile meali karşılaştırdığımızda, konu bütünlüğüne dikkat edilmeyen bir anlam verilmiş olduğunu görmekteyiz. Mealdeki "Allah" kelimesi, Arapça metinde bulunmamasına rağmen , meal içine konularak , Arapça metin ile meal arasında uygunluk olmayan (yanlış olduğunu iddia etmediğimizi hatırlatmak isteriz)bir anlam verilmiştir.
Bu ayete merhum Elmalılı Hamdi Yazır tarafından verilmiş olan , "Netîcede kazandıklarının fenalıkları başlarına geçti,şunlardan o zulmedenlerin de kazandıklarının fenalıklarına geçecektir onlar da atlatacak değillerdir" şeklindeki mealin, konu bütünlüğüne daha yakın bir anlam olduğunu söyleyebiliriz.
51. ayet , 49. ve 50. ayetlerde, kendisine dokunan zarardan sonra feraha çıkarak nankörleşen "Bu, ancak bende olan ilim sebebiyle bana verilmiştir" sözünü söyleyenlerin, kendilerinden önce aynı sözü söyleyerek, bu yönde amel işleyenlerin düştükleri akıbete düşecekleri beyan edildikten sonra , bu gibi kimselerin başına işlediklerinin sonuçlarının isabet ettiğini haber vermekte , ve ilk muhataplar olan Mekkeli müşriklerin varlıktan şımarmış mütreflerini tehdit etmektedir.
"Min heulai" (Şunlardan) ibaresi , ilk muhataplar olan Mekkeli müşriklere işaret etmektedir. Ellerindeki mal ve çocuklarına güvenerek , Allah'a ve elçisine kafa tutmaya kalkan Karuncukların , önceki atalarının başlarına gelen ile cezalanacaklarını haber vererek , bu cezanın öncekilerin başına nasıl geldi ise , bunlara da uğrayacağı haber verilmektedir. Yani Karun'un başına gelen son , Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasaların işleyişi sonucunda olmasından dolayı , aynı yasalar işleyişini sürdürerek , Mekkeli Karuncuklar için de işleyecektir.
51. ayetin sonundaki "bimucizine" kelimesi , "Bir şeyden geride arkada olmak , bir nesneyi yapmada eksik gelmek , aciz kalmak , güç yetirememek anlamında olan "Aczün" kelimesinden türemiştir.
Mekkeli müşrikler için söylenen "Seyusibuhum seyyiatu ma kesebu" sözü , kazandıkları kötülüklerin cezasının onlara mutlaka isabet edeceğini beyan etmekte , "Ve ma hum bimucizine" ifadesi ise , bu cezanın onlara isabet etmesinde herhangi bir eksiklik , acizlik , güçsüzlük olmayacağını , değişmez yasanın işleyeceğini beyan etmektedir.
Sebebin hususi olması , hükmün umumi olmasına engel değildir.
Bu ayetlerin ilk muhatapları Mekkelilerdir. Fakat bu ayetlerin hükmü Mekkeliler ile sınırlı kalmayacaktır. Her insanın başına, yaşadığı hayat içinde bir takım sıkıntılar gelebilir. Sağlığı sıhhati yerinde olan bir kimse sağlığını , işi gücü yerinde olan bir kimse ise, işini gücünü kaybederek muhtaç duruma düşebilir.
Sıhhatimizi ve işimizi gücümüzü yeniden kazanmak için yaptığımız her türlü sözlü veya fiili amel "Dua" yerine geçecektir. Sıkıntılı zamanlarımızda , bizleri bu sıkıntılardan kurtulmamız için dua ettiğimiz Allah (c.c) ye karşı , bizim sıkıntılarımızı giderdiği andan sonra, eğer tekrar nankörlük yapacak olursak, öncekilerin cezası ile karşılık bulacağımız kaçınılmaz bir gerçektir.
Hasta bir kimse hastalığından ilaçlar ile gördüğü tedavi sonrasında kurtulur iken , işini gücünü kaybetmiş bir tüccar , işlerinin yeniden açılması ile sıkıntıdan kurtulabilir. İnsanlar sıkıntılardan kurtulduktan sonra sanki hiç sıkıntıya düşmemiş gibi , bir hayat sürdükleri takdirde , imtihanı kaybetmiş olacak ve önceki nankörlerin akıbetine uğrayacaktır.
[017.067] Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah'tan başka yalvardıklarınız kaybolup gider, fakat O sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insan pek nankördür.
[017.068] Onun karada da, sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.
[017.069] Yoksa sizi tekrar denize döndürüp, üzerinize ortalığı yıkan bir fırtına gönderip, inkarlarınızdan ötürü sizi suda boğmasından güvende misiniz? O zaman bize soru soracak bir yardımcı da bulamazsınız.
Yukarıda meallerini verdiğimiz İsra suresi ayetleri , nankör insan tipini canlandırmaktadır.İsra s. 69. ayet özellikle , sıkıntı sonrası nankörlüğe dönenlere bir hatırlatma yaparak , "Yaşadığınız hayat içinde her an yeniden sıkıntılar ile karşı karşıya kalabilirsiniz , bir sıkıntıdan kurtulmuş olmanız , sizin tekrar başka bir sıkıntı içine düşmemeniz anlamına gelmez" şeklinde bir mesaj vermektedir.
Allah işi bozuk tüccar kuluna gökten para yağdırmak sureti ile yardım etmez. O kuluna ticaret hayatının kuralları gereğince yardım ederek o kulunun işlerinin açılması sureti ile sıkıntılarını giderir. Kul eğer Karun misali "Ben sıkıntılarımı işlerimin açılması ile giderdim" dediği anda Karunlaşmış olacak , ve içinde bulunduğu imtihanı kaybetmiş olacaktır.
Veya hasta bir kul , sağlığına kavuştuğu anda , "Ben X ilaç sayesinde , veya X doktor sayesinde sağlığımı kazandım" dediği anda o da imtihanı kaybederek Karunlaşmış olacaktır. Allah (c.c) kendisi inerek o kulunu elbette tedavi etmeyecek , ona ilaç veya doktorlar ile tedavi imkanı sunarak , iyileşmesini sağlayacaktır.
52. ayetteki , Allah (c.c) nin rızkı dilediğine yayıp , dilediğine kısması , rızk konusunda hiç bir kulun Allah'tan bağımsız olmadığını , mülkün tamamının Allah'ın elinde olduğunu hatırlatmaktadır. Aynı sözleri Karun kıssasının anlatıldığı Kasas s. 82. ayetinde de görmekteyiz.
[028.082] Daha dün onun yerinde olmayı dileyenler: «Demek Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletip bir ölçüye göre veriyor. Eğer Allah bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkarcılar başarıya eremezler» demeye başladılar.
Sonuç olarak ; Kur'an , dünya hayatı içinde sahip olunan imkanların , kişilere Allah tarafından verilmiş olan bir imtihan vesilesi olduğunu bir çok ayetinde hatırlatmaktadır. Aynı Kur'an bu imtihan konusunda yaşanmış örnekler vermek sureti ile örnek ve nankör davranışlar sergileyenleri bizlere anlatarak , hangi tercihte bulunursak , tercihlerimizin karşılığının dünya ve ahirette bizlere verileceğini beyan etmektedir.
Dara düştüğünde Allah hatırına gelerek ona yalvaran , dardan kurtulduğunda ise onu unuturak nankörlüğe geri dönen tipleri bir çok yerinde örnekler vererek , bizlere "Onlar gibi olmayın" mesajı veren Kur'an , onlar gibi olunduğunda ne gibi durumlarla karşılacağımızı da haber vererek sakınmamızı öğütlemektedir.
Salih bir kul için asıl olan , elindekinin kendisine Allah tarafından verilmiş bir imtihan vesilesi olduğunu bilen ve nankörlük yapmayan bir hayat sürmesi olup , bu kullar için de ne gibi karşılıklar olduğu yine bir çok yerde haber verilmiştir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
11 Ocak 2017 Çarşamba
Zümer s. 3. Ayeti : Kendilerini Allah'a Yaklaştırsın Diye Veliler Edinen Müslümanlar
Kur'an'ın Kitap Ehline , Kafirlere , Müşriklere yaptığı, onların yanlışlarına dair hitapların, sadece onlara has olduğu , biz Müslümanları ilgilendiren ayetlerin ise , sadece cennet ve cennet nimetleri ile ilgili ayetler olduğu zannı , bizleri Kur'an mesajının doğru bir şekilde anlamaktan uzaklaştırmaktadır.
Kur'an mesajının doğru olarak anlaşılması , bazı toplulukların yaptığı yanlışları dile getiren ayetlerin , sadece onlara has olduğu yönünde okunmayıp , dile getirilen yanlışların bizim tarafımızdan işlenip işlenmediği üzerinde tefekkür yapılarak , şayet aynı yanlışlar bizler tarafından işleniyor ise , kendimizi Kur'an'ın istediği biçimde düzeltmeye çalışmak yönünde olduğu takdirde gerçekleşecektir.
Kur'an mesajının doğru olarak anlaşılması , bazı toplulukların yaptığı yanlışları dile getiren ayetlerin , sadece onlara has olduğu yönünde okunmayıp , dile getirilen yanlışların bizim tarafımızdan işlenip işlenmediği üzerinde tefekkür yapılarak , şayet aynı yanlışlar bizler tarafından işleniyor ise , kendimizi Kur'an'ın istediği biçimde düzeltmeye çalışmak yönünde olduğu takdirde gerçekleşecektir.
Şirk , Allah (c.c) nin asla bağışlamayacağını vaat ettiği (Nisa s. 48 - 116), ve toplumların helak olmasına sebep olan bir cürüm olarak , Kur'an mesajının temelini teşkil etmektedir. Şirk'in insan hayatında nasıl yer bulduğu , ve bundan nasıl korunulması gerektiğine dair bilgiler, bu kitap içinde önemli bir hacme sahiptir.
Ancak Müslümanların bir çoğu şirk konulu ayetlerin , sadece Mekkelilere ve helak edilen kavimlere has olduğu zannı ile okuduğu için , bir çok Müslüman şirk batağının içine düşmüş bir halde , durumlarından habersiz , hallerinden memnun, cennette alacağı huri beklentisi içinde hayatlarını geçirmektedirler.
Bir çok Müslüman Zümer s. 3. ayetini okuduğu zaman , bu ayette bahsedilen şirk durumunun kendileri ile alakası olduğunu dahi düşünmemekte , ilgili ayetin sadece Mekke müşriklerinin içine düştüğü şirk'i anlattığını zannetmektedir. Ne acıdır ki yine bir çok Müslüman olduğunu iddia eden kimsenin hayatında, Zümer s. 3. ayetinin bahsettiği şirk gerçekleşmekte , fakat bu kimseler bu durumu görememeleri bir tarafa , yaşadıkları bu durumu İslam'ın bir gereği zannetmektedirler.
[039.003] Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'nun astından olan başka veliler edinenler (şöyle derler:) «Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.» Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında, hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kâfir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
Ayeti okuduğumuzda , insanları şirk'e düşüren halin, Allah'a yaklaşmak için taştan veya tahtadan yapılmış bazı nesneler edinmiş olmaları anlaşılmaktadır. İnsanlar bu nesneleri Allah ile aralarında yaklaştırıcı unsur olarak görmekte , bu aracı nesneler olmadan Allah'a yaklaşılamayacağını iddia etmektedirler. Dikkat edilirse bu insanlar Allah'ı kabul etmekte , hatta onun yaratıcı olduğu noktasında herhangi bir sorunları bulunmamaktadır.
[029.061] Andolsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorsan, mutlaka, «Allah» derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?
[029.063] And olsun ki onlara: «Gökten su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz, «Allah'tır» derler. De ki: «Övülmek Allah içindir», fakat çoğu bunu akletmezler.
[031.025] Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan, mutlaka «Allah...» derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.
[039.038] And olsun ki, onlara, «Gökleri ve yeri yaratan kimdir?» diye sorsan: «Allah'tır» derler. De ki: «Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?» De ki: «Allah bana yeter; güvenenler O'na güvenir.»
Dün Mekkeli müşriklere sorulan soruların aynısı, bugün bir Müslümana sorulacak olsa, bu sorulara onun da vereceği cevap, Mekke müşriklerinin verdiği cevaptan farklı olmayacaktır. Bu insanların "Müşrik" vasfını kazanmasına sebep olan nokta, onların putlarına yüklemiş oldukları "Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar" şeklindeki gerekçeleridir.
Mekkeli müşrikler , Allah ile aralarında yaklaşmaya vesile olması için , taştan veya tahtadan yapılmış bir takım putları aracı olarak görmektedirler. Dün Mekkeliler tarafından putlara tapma konusunda dile getirilen gerekçenin aynısı , bugün kendisini Müslüman olarak ifade eden bir kısım insanın dilinde dolaşmakta , aracılar oluşturmak sureti ile gerçekleşen dini bir yaşam onların hayat tarzı haline gelmiştir.
Dün Mekke veya başka bir yerde taştan tahtadan putlara taparak o putlar ile Allah'a yaklaştıklarını iddia edenlerin yerine geçenler , taştan tahtadan putları terk ederek , etten kemikten meydana gelmiş insanlara , kendilerini Allah'a yaklaştırıcılık görevi yüklemişlerdir.
Dün Mekke'de şirk işleyenler şirklerine, "Biz atalarımızı bu yol üzerinde bulduk" şeklindeki sözlerle gerekçe gösterir iken , bugün kendisini "Müslüman" olarak tanımlayarak şirk işleyenler, Allah'ın kitabını işledikleri şirk'e alet etmekten çekinmeyerek , Mekkelilerden daha aşağılık bir yönteme başvurmaktadırlar.
Maide s. 35. ayetinde "Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve O'na vesile arayın; O'nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz." şeklinde buyurulmuş olmasını , Allah ile aralarında aracı kılınması gerektiğine dair bir emir olarak algılamakta ve bu emri yerine getirmek için !! aracılar kılınması gerektiği yorumlarını yapmaktadırlar.
"Ruhul Beyan" adlı tefsirde ilgili ayetin tefsirinin nasıl yapıldığını gördüğümüzde içinde bulunduğumuz korkunç durum daha net anlaşılacaktır ;
"Bil ki, ayeti kerime, açıkça vesileye yapışmayı emretmektedir, öyleyse vesile gereklidir. Çünkü Allah’u Teala’ya vuslat bir vesile ve bir vasıta ile olmaktadır. Bunun için en güzel vesile ve vuslat yolu da, hakikat alimleri ve tarikat şeyhleridir. İnsanın kendi başına amel etmesi, benlik ve varlık duygusunu artırabilir. Fakat peygamber ve velilerin tarif, mürşidin işareti ve nezareti (gözetimi) ile yapılan amelde, benlik duygusu bulunmaz. Böyle bir amel, talibi, Rabbul Âlemine ulaştırır. Ehl-i Hayrın ve Salihlerin sohbetinde büyük bir şeref ve saadet vardır. "
Özellikle tasavvuf kesiminin yaşadığı ve adına "İslam" dediği din, aracılık esası üzerine tesis edilmiş bir inanç olup , bu inanç maalesef Allah'ın ayetleri hevaya uygun olarak yorumlanmak ve tahrif edilmek sureti ile, İslam coğrafyası üzerinde yaşayan Müslümanlar arasında yaygınlaştırılmıştır.
"Direk Allah'a bağlanıyorum diyen Şeytan'a bağlanır"
Yukarıdaki şahsın ağzından çıkan sözler , İslam adına Allah'a atılan iftiraları özetlemektedir.
[002.186] Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince, kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma olumlu karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.
Kullarına "Ben size yakınım" buyuran Rabbimizin bu beyanına karşı , bazı kullar tarafından zımnen "Hayır sen bize uzaksın araya aracılar koyarsak onlar bizi sana yaklaştıracaktır" şeklinde bir itiraz getirilmekte, ve en büyük cürüm olan şirk , Müslüman hayatı içinde bu şekilde kendisine yer bulmaktadır.
Veli kavramı da bu noktada dejenerayona uğratılarak , Allah ile araya konulan , ölmüş veya diri olan bir takım Şeyh , Gavs , Kutup v.s lakaplı kimselere verilmektedir. Halbuki Allah (c.c) kendisi ile arasına konulan ne olursa olsun onu "Şirk" olarak nitelemektedir.
Dün Mekke müşriklerinde veya helak edilen kavimlerde ortaya çıkan şirk'in bir benzeri, sadece aktör farkılığı ile , bugün bir kısım Müslümanın hayatında yer bulmaktadır. Mekke'de yaşayan müşrikler, Allah (c.c) ile aralarına taştan veya tahtadan yapılmış putları koyarak , Allah'a onlar ile yaklaşacaklarına inanırlar iken , bugün bir kısım Müslümanlık iddiasında bulunan kimseler ise, etten kemikten oluşan insanlara bu misyonu yükleyerek böylece Allah'a yaklaşacaklarına inanmaktadırlar.
Mekkeli müşriklerin ve Müslüman olma iddiasında olan her iki topluluğun ortak gerekçeleri, " Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar" şeklindedir. Dün Mekke'de yaşayan insanlar, Allah'ın dinini ret ederek bu putlara kulluk etmekte iken , bugün Allah'ın dinini kabul eden insanların aynı şirk amelini işlemeleri akıl alacak iş değildir.
Müslüman olmak iddiasında olan , ve kendisini Allah'a yaklaştırdığını düşünerek , bir takım insanları aracı olarak görenlerin önlerindeki en büyük engel , dinlerini iman ettiklerini söyledikleri kitap yerine, başka kişi ve kitaplardan öğrenme yoluna gitmeleridir. Bu kimseler maalesef aracılık kurumu ile işleyen bir dinin gereğine öyle inanmışlardır ki , böyle bir aracılık sisteminin şirk olduğunu uyaranlara karşı hasmane tavırlar takınarak, onları sapıklıkla suçlamaktadırlar.
Bu kimseleri , kendileri ile Allah arasında yakınlaştırıcı olduğunu düşündükleri insanlar hakkında uydurulan keramet ve insanüstülük yalanları onları öyle bir hale sokmuştur ki , Kur'an ayetleri bile onları yollarından döndürmeye yetmemektedir. Dindar olmayı kılık kıyafete indirgeyen bu kimseler , sakal , sarık , cüppe , şalvar ve yeşil örtüye bürünerek anlatılan hurafelerle bezenmiş yalanları Allah'ın dini zannederek , gelen itirazlara ise "Siz onlardan daha iyimi biliyorsunuz?" şeklinde cevap vermektedirler.
Şirk'i ortadan kaldırmak için indirilmiş bir dinin müntesipleri olarak şirk batağına batmak ve içinde bulunduğu durumdan rahatsız dahi olmadan bunu dinin bir gereği olduğunu sanmak , dünya hayatlarını bu şekilde geçirenler için , hesap gününde büyük bir pişmanlık sebebi olacaktır.
Sonuç olarak ; Şirk , hesap gününde af edilmeyecek tek cürüm olması nedeniyle , özellikle bundan Müslümanların sakınması gerekmektedir. Şirk maalesef , Muhammed (a.s) ın Mekke fethinde Kabe içindeki putları kırması ile sona ermemiş , tasavvuf ekolünün Müslümanlar içinde hayat bulması ile yeniden hortlamıştır.
İşin daha kötüsü , bir çok Müslümanın şirk içinde bir hayat sürmesine karşın , bu durumdan haberdar dahi olmamasıdır. İçinde bulundukları durumu kendilerine hatırlatanlara karşı , onları sapıklıkla suçlayarak , kendilerini en hakiki Müslüman olarak görmeleri içler acısı bir durum olup, yaşanan hayat içinde bu yanlışın fark edilmeyerek , şirk inancına sahip olarak can verildiği takdirde , dünyada iken hayal edilen huriler yerine, zebanilerle birlikte ebedi bir hayat sürülmesi içten değildir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Ancak Müslümanların bir çoğu şirk konulu ayetlerin , sadece Mekkelilere ve helak edilen kavimlere has olduğu zannı ile okuduğu için , bir çok Müslüman şirk batağının içine düşmüş bir halde , durumlarından habersiz , hallerinden memnun, cennette alacağı huri beklentisi içinde hayatlarını geçirmektedirler.
Bir çok Müslüman Zümer s. 3. ayetini okuduğu zaman , bu ayette bahsedilen şirk durumunun kendileri ile alakası olduğunu dahi düşünmemekte , ilgili ayetin sadece Mekke müşriklerinin içine düştüğü şirk'i anlattığını zannetmektedir. Ne acıdır ki yine bir çok Müslüman olduğunu iddia eden kimsenin hayatında, Zümer s. 3. ayetinin bahsettiği şirk gerçekleşmekte , fakat bu kimseler bu durumu görememeleri bir tarafa , yaşadıkları bu durumu İslam'ın bir gereği zannetmektedirler.
[039.003] Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'nun astından olan başka veliler edinenler (şöyle derler:) «Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.» Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında, hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kâfir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
Ayeti okuduğumuzda , insanları şirk'e düşüren halin, Allah'a yaklaşmak için taştan veya tahtadan yapılmış bazı nesneler edinmiş olmaları anlaşılmaktadır. İnsanlar bu nesneleri Allah ile aralarında yaklaştırıcı unsur olarak görmekte , bu aracı nesneler olmadan Allah'a yaklaşılamayacağını iddia etmektedirler. Dikkat edilirse bu insanlar Allah'ı kabul etmekte , hatta onun yaratıcı olduğu noktasında herhangi bir sorunları bulunmamaktadır.
[029.061] Andolsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorsan, mutlaka, «Allah» derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?
[029.063] And olsun ki onlara: «Gökten su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz, «Allah'tır» derler. De ki: «Övülmek Allah içindir», fakat çoğu bunu akletmezler.
[031.025] Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan, mutlaka «Allah...» derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.
[039.038] And olsun ki, onlara, «Gökleri ve yeri yaratan kimdir?» diye sorsan: «Allah'tır» derler. De ki: «Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?» De ki: «Allah bana yeter; güvenenler O'na güvenir.»
Dün Mekkeli müşriklere sorulan soruların aynısı, bugün bir Müslümana sorulacak olsa, bu sorulara onun da vereceği cevap, Mekke müşriklerinin verdiği cevaptan farklı olmayacaktır. Bu insanların "Müşrik" vasfını kazanmasına sebep olan nokta, onların putlarına yüklemiş oldukları "Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar" şeklindeki gerekçeleridir.
Mekkeli müşrikler , Allah ile aralarında yaklaşmaya vesile olması için , taştan veya tahtadan yapılmış bir takım putları aracı olarak görmektedirler. Dün Mekkeliler tarafından putlara tapma konusunda dile getirilen gerekçenin aynısı , bugün kendisini Müslüman olarak ifade eden bir kısım insanın dilinde dolaşmakta , aracılar oluşturmak sureti ile gerçekleşen dini bir yaşam onların hayat tarzı haline gelmiştir.
Dün Mekke veya başka bir yerde taştan tahtadan putlara taparak o putlar ile Allah'a yaklaştıklarını iddia edenlerin yerine geçenler , taştan tahtadan putları terk ederek , etten kemikten meydana gelmiş insanlara , kendilerini Allah'a yaklaştırıcılık görevi yüklemişlerdir.
Dün Mekke'de şirk işleyenler şirklerine, "Biz atalarımızı bu yol üzerinde bulduk" şeklindeki sözlerle gerekçe gösterir iken , bugün kendisini "Müslüman" olarak tanımlayarak şirk işleyenler, Allah'ın kitabını işledikleri şirk'e alet etmekten çekinmeyerek , Mekkelilerden daha aşağılık bir yönteme başvurmaktadırlar.
Maide s. 35. ayetinde "Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve O'na vesile arayın; O'nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz." şeklinde buyurulmuş olmasını , Allah ile aralarında aracı kılınması gerektiğine dair bir emir olarak algılamakta ve bu emri yerine getirmek için !! aracılar kılınması gerektiği yorumlarını yapmaktadırlar.
"Ruhul Beyan" adlı tefsirde ilgili ayetin tefsirinin nasıl yapıldığını gördüğümüzde içinde bulunduğumuz korkunç durum daha net anlaşılacaktır ;
"Bil ki, ayeti kerime, açıkça vesileye yapışmayı emretmektedir, öyleyse vesile gereklidir. Çünkü Allah’u Teala’ya vuslat bir vesile ve bir vasıta ile olmaktadır. Bunun için en güzel vesile ve vuslat yolu da, hakikat alimleri ve tarikat şeyhleridir. İnsanın kendi başına amel etmesi, benlik ve varlık duygusunu artırabilir. Fakat peygamber ve velilerin tarif, mürşidin işareti ve nezareti (gözetimi) ile yapılan amelde, benlik duygusu bulunmaz. Böyle bir amel, talibi, Rabbul Âlemine ulaştırır. Ehl-i Hayrın ve Salihlerin sohbetinde büyük bir şeref ve saadet vardır. "
Özellikle tasavvuf kesiminin yaşadığı ve adına "İslam" dediği din, aracılık esası üzerine tesis edilmiş bir inanç olup , bu inanç maalesef Allah'ın ayetleri hevaya uygun olarak yorumlanmak ve tahrif edilmek sureti ile, İslam coğrafyası üzerinde yaşayan Müslümanlar arasında yaygınlaştırılmıştır.
"Direk Allah'a bağlanıyorum diyen Şeytan'a bağlanır"
Yukarıdaki şahsın ağzından çıkan sözler , İslam adına Allah'a atılan iftiraları özetlemektedir.
[002.186] Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince, kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma olumlu karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.
Kullarına "Ben size yakınım" buyuran Rabbimizin bu beyanına karşı , bazı kullar tarafından zımnen "Hayır sen bize uzaksın araya aracılar koyarsak onlar bizi sana yaklaştıracaktır" şeklinde bir itiraz getirilmekte, ve en büyük cürüm olan şirk , Müslüman hayatı içinde bu şekilde kendisine yer bulmaktadır.
Veli kavramı da bu noktada dejenerayona uğratılarak , Allah ile araya konulan , ölmüş veya diri olan bir takım Şeyh , Gavs , Kutup v.s lakaplı kimselere verilmektedir. Halbuki Allah (c.c) kendisi ile arasına konulan ne olursa olsun onu "Şirk" olarak nitelemektedir.
Dün Mekke müşriklerinde veya helak edilen kavimlerde ortaya çıkan şirk'in bir benzeri, sadece aktör farkılığı ile , bugün bir kısım Müslümanın hayatında yer bulmaktadır. Mekke'de yaşayan müşrikler, Allah (c.c) ile aralarına taştan veya tahtadan yapılmış putları koyarak , Allah'a onlar ile yaklaşacaklarına inanırlar iken , bugün bir kısım Müslümanlık iddiasında bulunan kimseler ise, etten kemikten oluşan insanlara bu misyonu yükleyerek böylece Allah'a yaklaşacaklarına inanmaktadırlar.
Mekkeli müşriklerin ve Müslüman olma iddiasında olan her iki topluluğun ortak gerekçeleri, " Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar" şeklindedir. Dün Mekke'de yaşayan insanlar, Allah'ın dinini ret ederek bu putlara kulluk etmekte iken , bugün Allah'ın dinini kabul eden insanların aynı şirk amelini işlemeleri akıl alacak iş değildir.
Müslüman olmak iddiasında olan , ve kendisini Allah'a yaklaştırdığını düşünerek , bir takım insanları aracı olarak görenlerin önlerindeki en büyük engel , dinlerini iman ettiklerini söyledikleri kitap yerine, başka kişi ve kitaplardan öğrenme yoluna gitmeleridir. Bu kimseler maalesef aracılık kurumu ile işleyen bir dinin gereğine öyle inanmışlardır ki , böyle bir aracılık sisteminin şirk olduğunu uyaranlara karşı hasmane tavırlar takınarak, onları sapıklıkla suçlamaktadırlar.
Bu kimseleri , kendileri ile Allah arasında yakınlaştırıcı olduğunu düşündükleri insanlar hakkında uydurulan keramet ve insanüstülük yalanları onları öyle bir hale sokmuştur ki , Kur'an ayetleri bile onları yollarından döndürmeye yetmemektedir. Dindar olmayı kılık kıyafete indirgeyen bu kimseler , sakal , sarık , cüppe , şalvar ve yeşil örtüye bürünerek anlatılan hurafelerle bezenmiş yalanları Allah'ın dini zannederek , gelen itirazlara ise "Siz onlardan daha iyimi biliyorsunuz?" şeklinde cevap vermektedirler.
Şirk'i ortadan kaldırmak için indirilmiş bir dinin müntesipleri olarak şirk batağına batmak ve içinde bulunduğu durumdan rahatsız dahi olmadan bunu dinin bir gereği olduğunu sanmak , dünya hayatlarını bu şekilde geçirenler için , hesap gününde büyük bir pişmanlık sebebi olacaktır.
Sonuç olarak ; Şirk , hesap gününde af edilmeyecek tek cürüm olması nedeniyle , özellikle bundan Müslümanların sakınması gerekmektedir. Şirk maalesef , Muhammed (a.s) ın Mekke fethinde Kabe içindeki putları kırması ile sona ermemiş , tasavvuf ekolünün Müslümanlar içinde hayat bulması ile yeniden hortlamıştır.
İşin daha kötüsü , bir çok Müslümanın şirk içinde bir hayat sürmesine karşın , bu durumdan haberdar dahi olmamasıdır. İçinde bulundukları durumu kendilerine hatırlatanlara karşı , onları sapıklıkla suçlayarak , kendilerini en hakiki Müslüman olarak görmeleri içler acısı bir durum olup, yaşanan hayat içinde bu yanlışın fark edilmeyerek , şirk inancına sahip olarak can verildiği takdirde , dünyada iken hayal edilen huriler yerine, zebanilerle birlikte ebedi bir hayat sürülmesi içten değildir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
9 Ocak 2017 Pazartesi
Mustafa İslamoğlu'nun Maide s. 33. Ayeti Hakkında Söylediği Sözler Üzerine Bir Mütalaa
23-12-2016 tarihinde Hilal tv ekranlarında yayınlanan "Vahiy ve Hayat" programında, sayın Mustafa İslamoğlu hocanın, terör ve şiddet konusunda yaptığı konuşma içinde geçen ,Maide s. 33. ayeti hakkında söylediklerini, kendi ifadesi ile, yıllarını bu yola harcayan bir kimsenin ağzından dökülmemesi gereken sözler olarak düşündüğümüzden dolayı , onun ağzından çıkan bu sözler ile ilgili olarak bazı eleştirilerimiz olacaktır.
Sayın hocanın konu ile alakalı olarak söylediği sözler, izlemek isteyenler için programın 2 saat 3. dakikasından itibaren başlamaktadır.
Sayın hocanın Maide s. 33. ayetine verdiği meal hakkında daha önceden bir değerlendirme yapmaya çalıştığımız için , bu değerlendirmeyi burada tekrar etmeye gerek duymuyoruz.Sayın hocanın bu ayete yaptığı çeviri hakkındaki düşüncelerimiz, okumak isteyenler için aşağıdaki verdiğimiz linkte mevcuttur.
https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2014/01/maide-s-33-ayetine-esedislamoglu-ve.html
Sayın hoca Maide s. 33. ayeti ile ilgili sözlerine başlamadan önce , şiddetin sınırının meşru müdafaa olduğunu söyleyerek, sözü Muhammed (a.s) ın işkence emri vererek insan öldürttüğü iddiasının dayanağı olduğu söylenen Maide s. 33. ayetine getirmektedir. Muhammed (a.s) ın işkence emri verdiğini "İftira" olarak niteleyen sayın hocanın bu tesbitine katılmamak mümkün değildir. Ancak "İftira" olarak yaptığı tesbitin Maide s. 33. ayeti ile ilgili kısmına katılmak ta mümkün değildir.
Maide s. 33. ayeti ile ilgili kendisinin yapmış olduğu ve bizim yanlış olduğunu düşündüğümüz şekilde anlamını okuduktan sonra sayın hoca , ayetin inşa cümlesi değil haber cümlesi olduğunu , Kur'an'ın el ve ayakların çaprazlama kesilmesini emretmediğini , Peygamberimizin bu cezayı uygulamamış olmasından yola çıkarak iddia etmektedir.
Dahası bu cezanın , Taha s. 71 , Şuara s. 49 ve Araf s. 124. ayetlerinde Firavun tarafından, iman eden sihirbazlara uygulanmış olduğundan yola çıkarak , Kur'an'ın bu cezayı Firavun cezası olarak gördüğünü söylemekte , Firavun tarafından uygulanan ceza sisteminin, Allah (c.c) tarafından peygambere emredilemeyeceğini ve bunun Allah'a atılmış bir iftira olduğunu söylemektedir.
Sayın hoca şayet , Maide s. 33. ayeti hakkında söylediklerini "Ben bu ayetin anlamının böyle düşünüyorum" şeklinde bir ifade kullanarak söylemiş olsaydı , yine bu görüşüne katılmamakla birlikte , en azından kendi düşüncesidir diyerek ses çıkarmayabilirdik.
Ancak sayın hocanın , Maide s. 33. ayetinin bazı guruplar tarafından isitismar edilerek , Muhammed (a.s) ın işkence uygulamış olduğuna dair uydurma rivayetlerin delili olarak görmelerine , ve marjinal İslami gurupların bu ayete sarılarak insanlara işkence yapmalarının yanlış olduğuna dair düşünceyi, ayete yanlış anlam vermek sureti ile dile getirmesi yanlış bir tutumdur.
Dikkat edilirse sayın hoca konuşmasında sadece Maide s. 33. ayetini okumak sureti ile görüşlerini dillendirmiş , aynı konu ile alakalı olan 34. ayete hiç değinmemiştir. Şayet bu ayete de değinecek olsaydı , dile getirdiği görüşlerin ve ayete verdiği anlamın yanlış olduğu kolayca ortaya çıkacaktı.
[005.034] Ancak, sizin onlara güç yetirmenizden önce tevbe edenler başka. Biliniz ki, şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
Ayete dikkat edersek , bir önceki ayet ile bağlantılı olup , 33. ayete verilen anlamın 34. ayet ile uyuşması gerekmektedir.
Şimdi bir an için , Maide s. 33. ayetinin anlamının sayın hocanın iddia ettiği gibi , Allah (c.c) nin emretmediği bir ceza olduğunu , bu cezanın Firavun tarafından uygulanan bir ceza olduğunun haber verildiğini düşünerek , 34. ayeti okumaya çalışalım.
34. ayette , 33. ayette önerilen cezaların uygulanmasına engel olan istisnai bir durumdan bahsedilmiş olduğu noktasında herhangi bir ihtilaf yoktur. Bu cezanın uygulanmasına istisna getiren durum, suç işleyenlerin artık tevbe ederek bir daha böyle bir suçu işlememek sureti ile normal bir hayata geçmiş olmalarıdır. Ancak bu istisna suçu işleyerek yakalandıklarında "Şimdi tevbe ettim" diyenler için geçerli değildir.
Ayet içindeki "Min gablu en takdire aleyhim" (Sizin onlara güç yetirmenizden önce) cümlesindeki "Takdire" kelimesinin muhatap zamiri olmasına dikkat edilmelidir. Ayet, karşıdaki muhataba yani ilk muhataplar bazında olaya baktığımızda Muhammed (a.s) a ve ashabına hitap etmektedir.
Eğer Maide s. 33. ayeti Firavun tarafından uygulanan bir cezayı haber vermiş olsaydı , 34. ayette neden Müslümanlara hitaben "SİZİN ONLARA GÜÇ YETİRMENİZDEN ÖNCE" şeklinde bir ceza uygulaması istisnası getirilsin? . Çünkü bu cümle 33. ayet içinde önerilen cezalar hakkında Muhammed (a.s) ve ashabına hitaben , onların cezayı uygulamayacağı durumu beyan etmektedir.
Bu sorunun cevabı sayın hoca tarafından acaba ne şekilde verilebilir ?.
Sayın hoca , bu konuda sözler sarf ederken kendi düşüncesini mutlaklaştıran bir üslup ile konuşmakla en baştan hatalı bir davranışta bulunmuştur. Hele hele bu ayetin el ve ayakların çaprazlama kesilmesini emrettiğini düşünmenin "İftira" olduğunu iddia etmesi, yenilir yutulur bir hata değildir.
Yapmış olduğu ayet çevirisi , indi kabullerinin bir sonucu olup , bu kabulünü Allah'a mal etmekle , konuşmasında değindiği gibi Allah adına konuşmaya kalkmıştır ve böyle bir yetkiye hiç kimse sahip değildir. Allah'ın ayetleri bazı art niyetli kimselerin elinde istismar ediliyor diye "Aslında o ayet öyle değil böyle" diyerek , ayetleri bağlamından kopuk bir anlam vermeye kalkmak, ilim ehli olan kimselere yakışan bir davranış değildir.
Şuna inanıyoruz ki , sayın hoca eğer Maide s. 33. ayetini ön yargılarını bir kenara bırakarak , 34. ayet ile birlikte düşünecek ve ona göre bir anlam vermeye kalkacak olduğunda , Maide s. 33. ayetine verdiği anlamın yanlış olduğunu rahatlıkla görecektir. Müslümanların bazı kimselerin gözündeki kötü imajını silmek için kimsenin Allah'ın ayetleri üzerinde oynayarak onları güzel göstermeye hakkı yoktur.
Cezalarda asıl olan unsurun , caydırıcılık olması gerektiği unutulmamalıdır. Bir suça verilecek olan ceza , o suçun işlenmesine teşvik etmeye değil , başkaları tarafından işlenmemesi için caydırıcılık teşkil etmesi gerekmektedir. Maide s. 38. ayetine baktığımızda , hırsızlık için öngörülen cezanın "Nekalen" (ibretlik) olması şeklinde bir ifade içermesi , işlenen suçlar hakkında verilen cezaların nasıl olmasını da bizlere öğretmektedir.
Maide s. 33. ayetinde verilmesi istenen cezalara bu açıdan bakılmasının, daha sağlıklı bir netice doğrucağını düşünmekteyiz.
El ve ayakların çaprazlama kesilme cezasının Firavun tarafından uygulanmış olması , bu cezayı Allah (c.c) nin de öneremeyeceği veya önermemesi gerektiği anlamına gelmez. Firavun'un bu cezayı kendisinden önceki nesillerden beri süregelen bir ceza, ve bu cezanın Allah (c.c) tarafından, Firavun'dan önceki zamanlarda yaşamış olan elçilere de vahyetmediği , Firavun'un bu ceza sistemini bu yolla oradan öğrenmediği konusunda hangimizin bilgisi vardır?.
El ve ayakların çaprazlama kesilmesi cezasının , Firavun tarafından uygulanmış bir ceza olduğu dikkate alınarak Allah (c.c) tarafından böyle bir ceza önermesinin yapıldığını düşünmenin, Allah'a iftira olarak düşünülmesi , aynı iftiranın bu ceza hakkındaki düşüncelerinden dolayı sayın hoca tarafından yapılmış olabileceğini de beraberinde getirecektir.
Sayın hocanın iftira olarak nitelediği Maide s. 33. ayetinin yanlış anlaşılmak sureti ile , el ve ayakların çaprazlama kesilmesini emretmiş olması , şayet bu ayet sayın hocanın iddia ettiğinin tersine bir anlam taşıyor ise , aynı iftirayı "Allah böyle bir ceza emretmiyor" demek sureti ile kendisinin atmış olması söz konusudur.
Sayın hocanın düşmanlarının eline verdiği bir koz olduğunu düşündüğümüz Maide s. 33. ayeti ile ilgili düşüncelerini yeniden gözden geçirmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Söylemediği veya öyle söylemek istemediği sözleri üzerinden kendisine atılan iftiralar konusunda rahatsız olduğunu her fırsatta dile getiren sayın hoca , düşmanlarının eline bu tür yanlış çeviriler yaparak , kimse tarafından savunulamayacak malzemeler vermemesi gerekmektedir.
Sayın hoca halka açık olarak yapmış olduğu konuşmalarda Kur'an'ı anlama yöntemi ile ilgili olarak kullandığı ifadelerinin, izleyicileri tarafından dinlenerek o ifadelerin dinleyiciler tarafından örnek alındığını unutmamalıdır. Bu nedenle Kur'an hakkında söylediklerinin kendi anladığı olduğunu ifade etmesi , onu dinleyenler tarafından da örnek alınacaktır. Yaptığı konuşmada kendisinin bile yanlış yapacağını ifade etmiş olmasının dikkatimizden kaçmadığını söylemekle birlikte , Maide s. 33. ayeti hakkında ettiği sözler , önceki sözleri ile çelişki arz etmektedir.
Maide s. 33. ayeti ile ilgili ettiği sözler, şayet daha dikkatli seçilmiş olsaydı , kendisininde bu konuda yanlış yapma ihtimalinin olduğunu ifade eden sözlere yer veren cümlelerle , bazı kesimlerin ağzına sakız verilmemiş olacak ve bu konuşması üzerinden düşmanlık yürütülmesine vesile olmayacaktı.
Bu konuda bizlere düşen görev , araştırmacı olmak , hiç kimse için " O dediyse doğrudur" şeklinde bir ön kabule sahip olmamak , yanlış olduğunu düşündüğümüz sözleri için kimsenin hatırına susmamak olmalıdır. Böyle bir yapıya sahip olan toplulukların başındaki kişiler , söyledikleri konusunda daha dikkatli, ve kendi yanlışlarını düzeltme noktasında daha gayretli olacaklardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Sayın hocanın konu ile alakalı olarak söylediği sözler, izlemek isteyenler için programın 2 saat 3. dakikasından itibaren başlamaktadır.
Sayın hocanın Maide s. 33. ayetine verdiği meal hakkında daha önceden bir değerlendirme yapmaya çalıştığımız için , bu değerlendirmeyi burada tekrar etmeye gerek duymuyoruz.Sayın hocanın bu ayete yaptığı çeviri hakkındaki düşüncelerimiz, okumak isteyenler için aşağıdaki verdiğimiz linkte mevcuttur.
https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2014/01/maide-s-33-ayetine-esedislamoglu-ve.html
Sayın hoca Maide s. 33. ayeti ile ilgili sözlerine başlamadan önce , şiddetin sınırının meşru müdafaa olduğunu söyleyerek, sözü Muhammed (a.s) ın işkence emri vererek insan öldürttüğü iddiasının dayanağı olduğu söylenen Maide s. 33. ayetine getirmektedir. Muhammed (a.s) ın işkence emri verdiğini "İftira" olarak niteleyen sayın hocanın bu tesbitine katılmamak mümkün değildir. Ancak "İftira" olarak yaptığı tesbitin Maide s. 33. ayeti ile ilgili kısmına katılmak ta mümkün değildir.
Maide s. 33. ayeti ile ilgili kendisinin yapmış olduğu ve bizim yanlış olduğunu düşündüğümüz şekilde anlamını okuduktan sonra sayın hoca , ayetin inşa cümlesi değil haber cümlesi olduğunu , Kur'an'ın el ve ayakların çaprazlama kesilmesini emretmediğini , Peygamberimizin bu cezayı uygulamamış olmasından yola çıkarak iddia etmektedir.
Dahası bu cezanın , Taha s. 71 , Şuara s. 49 ve Araf s. 124. ayetlerinde Firavun tarafından, iman eden sihirbazlara uygulanmış olduğundan yola çıkarak , Kur'an'ın bu cezayı Firavun cezası olarak gördüğünü söylemekte , Firavun tarafından uygulanan ceza sisteminin, Allah (c.c) tarafından peygambere emredilemeyeceğini ve bunun Allah'a atılmış bir iftira olduğunu söylemektedir.
Sayın hoca şayet , Maide s. 33. ayeti hakkında söylediklerini "Ben bu ayetin anlamının böyle düşünüyorum" şeklinde bir ifade kullanarak söylemiş olsaydı , yine bu görüşüne katılmamakla birlikte , en azından kendi düşüncesidir diyerek ses çıkarmayabilirdik.
Ancak sayın hocanın , Maide s. 33. ayetinin bazı guruplar tarafından isitismar edilerek , Muhammed (a.s) ın işkence uygulamış olduğuna dair uydurma rivayetlerin delili olarak görmelerine , ve marjinal İslami gurupların bu ayete sarılarak insanlara işkence yapmalarının yanlış olduğuna dair düşünceyi, ayete yanlış anlam vermek sureti ile dile getirmesi yanlış bir tutumdur.
Dikkat edilirse sayın hoca konuşmasında sadece Maide s. 33. ayetini okumak sureti ile görüşlerini dillendirmiş , aynı konu ile alakalı olan 34. ayete hiç değinmemiştir. Şayet bu ayete de değinecek olsaydı , dile getirdiği görüşlerin ve ayete verdiği anlamın yanlış olduğu kolayca ortaya çıkacaktı.
[005.034] Ancak, sizin onlara güç yetirmenizden önce tevbe edenler başka. Biliniz ki, şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
Ayete dikkat edersek , bir önceki ayet ile bağlantılı olup , 33. ayete verilen anlamın 34. ayet ile uyuşması gerekmektedir.
Şimdi bir an için , Maide s. 33. ayetinin anlamının sayın hocanın iddia ettiği gibi , Allah (c.c) nin emretmediği bir ceza olduğunu , bu cezanın Firavun tarafından uygulanan bir ceza olduğunun haber verildiğini düşünerek , 34. ayeti okumaya çalışalım.
34. ayette , 33. ayette önerilen cezaların uygulanmasına engel olan istisnai bir durumdan bahsedilmiş olduğu noktasında herhangi bir ihtilaf yoktur. Bu cezanın uygulanmasına istisna getiren durum, suç işleyenlerin artık tevbe ederek bir daha böyle bir suçu işlememek sureti ile normal bir hayata geçmiş olmalarıdır. Ancak bu istisna suçu işleyerek yakalandıklarında "Şimdi tevbe ettim" diyenler için geçerli değildir.
Ayet içindeki "Min gablu en takdire aleyhim" (Sizin onlara güç yetirmenizden önce) cümlesindeki "Takdire" kelimesinin muhatap zamiri olmasına dikkat edilmelidir. Ayet, karşıdaki muhataba yani ilk muhataplar bazında olaya baktığımızda Muhammed (a.s) a ve ashabına hitap etmektedir.
Eğer Maide s. 33. ayeti Firavun tarafından uygulanan bir cezayı haber vermiş olsaydı , 34. ayette neden Müslümanlara hitaben "SİZİN ONLARA GÜÇ YETİRMENİZDEN ÖNCE" şeklinde bir ceza uygulaması istisnası getirilsin? . Çünkü bu cümle 33. ayet içinde önerilen cezalar hakkında Muhammed (a.s) ve ashabına hitaben , onların cezayı uygulamayacağı durumu beyan etmektedir.
Bu sorunun cevabı sayın hoca tarafından acaba ne şekilde verilebilir ?.
Sayın hoca , bu konuda sözler sarf ederken kendi düşüncesini mutlaklaştıran bir üslup ile konuşmakla en baştan hatalı bir davranışta bulunmuştur. Hele hele bu ayetin el ve ayakların çaprazlama kesilmesini emrettiğini düşünmenin "İftira" olduğunu iddia etmesi, yenilir yutulur bir hata değildir.
Yapmış olduğu ayet çevirisi , indi kabullerinin bir sonucu olup , bu kabulünü Allah'a mal etmekle , konuşmasında değindiği gibi Allah adına konuşmaya kalkmıştır ve böyle bir yetkiye hiç kimse sahip değildir. Allah'ın ayetleri bazı art niyetli kimselerin elinde istismar ediliyor diye "Aslında o ayet öyle değil böyle" diyerek , ayetleri bağlamından kopuk bir anlam vermeye kalkmak, ilim ehli olan kimselere yakışan bir davranış değildir.
Şuna inanıyoruz ki , sayın hoca eğer Maide s. 33. ayetini ön yargılarını bir kenara bırakarak , 34. ayet ile birlikte düşünecek ve ona göre bir anlam vermeye kalkacak olduğunda , Maide s. 33. ayetine verdiği anlamın yanlış olduğunu rahatlıkla görecektir. Müslümanların bazı kimselerin gözündeki kötü imajını silmek için kimsenin Allah'ın ayetleri üzerinde oynayarak onları güzel göstermeye hakkı yoktur.
Cezalarda asıl olan unsurun , caydırıcılık olması gerektiği unutulmamalıdır. Bir suça verilecek olan ceza , o suçun işlenmesine teşvik etmeye değil , başkaları tarafından işlenmemesi için caydırıcılık teşkil etmesi gerekmektedir. Maide s. 38. ayetine baktığımızda , hırsızlık için öngörülen cezanın "Nekalen" (ibretlik) olması şeklinde bir ifade içermesi , işlenen suçlar hakkında verilen cezaların nasıl olmasını da bizlere öğretmektedir.
Maide s. 33. ayetinde verilmesi istenen cezalara bu açıdan bakılmasının, daha sağlıklı bir netice doğrucağını düşünmekteyiz.
El ve ayakların çaprazlama kesilme cezasının Firavun tarafından uygulanmış olması , bu cezayı Allah (c.c) nin de öneremeyeceği veya önermemesi gerektiği anlamına gelmez. Firavun'un bu cezayı kendisinden önceki nesillerden beri süregelen bir ceza, ve bu cezanın Allah (c.c) tarafından, Firavun'dan önceki zamanlarda yaşamış olan elçilere de vahyetmediği , Firavun'un bu ceza sistemini bu yolla oradan öğrenmediği konusunda hangimizin bilgisi vardır?.
El ve ayakların çaprazlama kesilmesi cezasının , Firavun tarafından uygulanmış bir ceza olduğu dikkate alınarak Allah (c.c) tarafından böyle bir ceza önermesinin yapıldığını düşünmenin, Allah'a iftira olarak düşünülmesi , aynı iftiranın bu ceza hakkındaki düşüncelerinden dolayı sayın hoca tarafından yapılmış olabileceğini de beraberinde getirecektir.
Sayın hocanın iftira olarak nitelediği Maide s. 33. ayetinin yanlış anlaşılmak sureti ile , el ve ayakların çaprazlama kesilmesini emretmiş olması , şayet bu ayet sayın hocanın iddia ettiğinin tersine bir anlam taşıyor ise , aynı iftirayı "Allah böyle bir ceza emretmiyor" demek sureti ile kendisinin atmış olması söz konusudur.
Sayın hocanın düşmanlarının eline verdiği bir koz olduğunu düşündüğümüz Maide s. 33. ayeti ile ilgili düşüncelerini yeniden gözden geçirmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Söylemediği veya öyle söylemek istemediği sözleri üzerinden kendisine atılan iftiralar konusunda rahatsız olduğunu her fırsatta dile getiren sayın hoca , düşmanlarının eline bu tür yanlış çeviriler yaparak , kimse tarafından savunulamayacak malzemeler vermemesi gerekmektedir.
Sayın hoca halka açık olarak yapmış olduğu konuşmalarda Kur'an'ı anlama yöntemi ile ilgili olarak kullandığı ifadelerinin, izleyicileri tarafından dinlenerek o ifadelerin dinleyiciler tarafından örnek alındığını unutmamalıdır. Bu nedenle Kur'an hakkında söylediklerinin kendi anladığı olduğunu ifade etmesi , onu dinleyenler tarafından da örnek alınacaktır. Yaptığı konuşmada kendisinin bile yanlış yapacağını ifade etmiş olmasının dikkatimizden kaçmadığını söylemekle birlikte , Maide s. 33. ayeti hakkında ettiği sözler , önceki sözleri ile çelişki arz etmektedir.
Maide s. 33. ayeti ile ilgili ettiği sözler, şayet daha dikkatli seçilmiş olsaydı , kendisininde bu konuda yanlış yapma ihtimalinin olduğunu ifade eden sözlere yer veren cümlelerle , bazı kesimlerin ağzına sakız verilmemiş olacak ve bu konuşması üzerinden düşmanlık yürütülmesine vesile olmayacaktı.
Bu konuda bizlere düşen görev , araştırmacı olmak , hiç kimse için " O dediyse doğrudur" şeklinde bir ön kabule sahip olmamak , yanlış olduğunu düşündüğümüz sözleri için kimsenin hatırına susmamak olmalıdır. Böyle bir yapıya sahip olan toplulukların başındaki kişiler , söyledikleri konusunda daha dikkatli, ve kendi yanlışlarını düzeltme noktasında daha gayretli olacaklardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Ocak 2017 Cumartesi
Davud, Süleyman ve Eyyub (a.s) lar Örneğinde Evvab Bir Kul Olmak
Kur'an kıssaları , geçmiştekilerin yaşanmış hayat örneklerini bizlere göstermek sureti ile , gelecek olan yaşanacak hayatlar için ibretler alınmasını amaçlayan anlatımlardır. Kur'an içinde zikri geçen elçiler , insanlığın öğretmenleri olmaları hasebi ile , aldıkları vahyi en doğru şekilde önce kendi hayatlarında uygulamak sureti ile, insanlara örnek ve rehber olmuşlardır.
Yazımıza konu edeceğimiz 3 elçi, bu örnek ve rehberlerdendir. Bu elçilerin Sad suresi içinde anlatılan kıssası içindeki ortak özellikleri ise "Evvab" olmalarıdır. Bu elçilerin ellerinde olan muhteşem imkanlar ve imkansızlıklar, onları hiç bir zaman isyana sürüklememiş , her halükarda evvab bir kul nasıl olunabileceğini yaşantılarında göstererek , bizlere de örnek ve rehber olmuşlardır.
[038.017] Şimdi sen onların dediklerine sabret de güçlü kulumuz Davud'u an! Çünkü o evvab idi.
[038.030] Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, evvab idi.
[038.044] «Ve eline bir deste (sap) al, böylece onunla vur ve hanis olma.» Gerçekten, biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, evvab idi.
Adı geçen elçilerin ortak özellikleri görüldüğü üzere "Evvab bir kul" olmalarıdır. Sure içinde ve diğer surelerde bu elçilerin kıssaları bizlere anlatılarak örnek yaşamları bizlere gösterilmektedir.
Evvab ; " Her türlü günahı terk ederek , Allah'a olan kulluk görevlerini yerine getirmek sureti ile Allah'a dönen kimse" anlamındadır.
Davud ve Süleyman (a.s) lar , ellerinde güç ve servet bulunan hükümdar elçi olmaları nedeniyle her insanın ulaşmak istediği mülke sahipler iken Eyyub (a.s) ise, içine düştüğü hastalık sebebi ile , hiç bir insanın yaşamak istemediği bir hayatı yaşamak zorunda kalan bir elçidir. Davud ve Süleyman (a.s) ların ihtişamlı bir hayat sürmelerine karşın , Eyyub (a.s) ın meşakkatli bir hayat sürmesi her 3 elçinin de "Evvab bir kul" olarak anılmalarına engel olmamıştır.
Evvab , "Dönmek" anlamına gelen e-ve-be kelimesinden türemiştir. Dönmek yani evvab olmak, yapılan bir hatadan dönmeyi de ifade etmektedir. İnsan olmanın getirdiği bazı zaaflar , bizleri bir takım günah ve hatalara sürükleyebilir. Önemli olan hatada ısrar etmeden , geri dönerek tevbe etmek olmalıdır. Bu 3 elçinin Sad suresi içindeki kıssasının ortak özelliklerinden bir tanesi , yaptıkları hatadan dönmek olduğu görülmektedir.
Sad suresi içinde okuduğumuz 3 elçinin kıssasını kısaca özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz.
Davud (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Sad s. 17-26. ayetlerine baktığımızda , onun kendisine gelen davacılar arasında verdiği hüküm konusunda her iki davacıyı da dinleyerek karar vermek yerine , sadece ilk davacıyı dinlemek sureti ile verdiği karardan dolayı hataya düştüğünü görmekteyiz. Ancak Davud (a.s) her iki davacıyı da dinlemek sureti ile karar vermesi gerekirken , tek davacıyı dinleyerek, her ikisinin arasında verdiği karar konusunda hata yaptığını anlayarak hatasından geri dönmüş "Evvab bir kul" olarak anılmayı hak etmiştir.
Davud (a.s) ın başından geçen bu olay , insanlar arasında hüküm verme konumunda olanlara da mesajlar içermektedir. İnsanlar arasında verdikleri kararda adil olunması , ayrımcılık yapılmaması , verilen kararın adil olmaması neticesinde mesuliyet sahibi olunacağı , her hakimin üzerinde hakimlerin de hakimi olan Allah (c.c) nin olduğunun hatırdan çıkarılmaması gerektiğine dair mesajlar , bu kıssadan çıkarılabilir.
Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Sad s. 30-40. ayetler arasında , Süleyman (a.s) ın atlar üzerinden mala olan tutkusu konusunda yaptığı bir hatayı görmekteyiz. Ölümün ona hatırlatılması sureti ile , yaptığı hatadan dönmüş olması, onun da babası Davud (a.s) gibi "Evvab bir kul" olarak anılmasını hak ettiğini göstermektedir.
Süleyman (a.s) kıssası , bir devletin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda önemli mesajlar içeren bir kıssadır. Kendisini insanların ilahı ve rabbı olarak gören Firavun örneğine baktığımızda , Süleyman (a.s) ın sergilediği yönetim daha kolay anlaşılacaktır. Yönetim sahiplerinin özellikle ölümü her an hatırda tutarak ölüm sonrasında, yaşadığı hayat içindeki yapmış olduğu tasarruflardan dolayı hesaba çekileceğini unutmayan bir yaşam ve yönetim sergilemeleri , yönetimi altında tuttukları topraklarda yaşayanların daha mesut ve müreffeh bir yaşam sürmesini sağlayacaktır.
Eyyub (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Sad s. 41-44. ayetler arasında, onun dayanılmaz bir hastalığa düçar olduğunu ve hastalığı içinde hataya düşerek isyan etmiş olabileceği , 44. ayet içindeki "ve la tahnes" ifadesinin, günah işlemekten men etmeyi emreden bir ifade olduğunu düşündüğümüzde , mümkün görülmektedir.
Her insan yaşadığı hayat içinde bir takım hastalıklara düçar olabilir. Onların başına gelen bu musibetler , onları isyana değil tedavi imkanlarını araştırmaya ve sabırlı bir kul olmalarını gerektirmektedir. Eyyub (a.s) ın kıssası bizlere bu mesajı içeren bir kıssadır.
Bu 3 elçi örneği bizlere hatadan dönmenin erdemini ve ellerinde olan imkanlar ve imkansızlıklar konusunda nasıl bir davranış sergilenmesi gerektiğini öğretmektedir. Allah (c.c) kitabının bir çok yerinde, hata yapan kullarını tevbe ettikleri takdirde bağışlayacağını vaat etmektedir. Bu yaşanmış hayat örnekleri bizlere, Allah (c.c) nin bağışlayıcılığını da göstermesi bakımından önemli bilgiler sunmaktadır.
Bazı insanlar işlemiş oldukları günahlardan dolayı yaptıkları tevbenin, kabul olup olmadığı konusunda vesveseye kapılarak büyük tereddütler yaşamaktadırlar. Bu örnekler, Allah (c.c) nin bağışlayıcılığını canlı ve yaşanmış belgelerini sunması açısından okunduğunda , insanların bu gibi vesveseye kapılmalarının ne kadar yersiz olduğu da ortaya çıkacaktır. Çünkü Allah (c.c) tevbe eden hiç bir kuluna "Ey kulum seni affettim için rahat olsun" şeklinde bir vahiy ile seslenmeyecektir. Yaşanmış elçi örnekleri bizler için, Allah (c.c) nin af edici olduğuna dair yaptığı iddianın ispatı olarak karşımızda durmaktadır.
Davud ve Süleyman (a.s) lar bilindiği gibi hükümdar elçilerdendir. Onların ellerinde büyük bir güç ve servet bulundurmuş olmaları , onları hiç bir zaman kibre ve gurura kaptırmamış , ellerindeki bu gücü onlara Allah (c.c) nin verdiğini her zaman hayatlarında canlı ve diri tutarak , bu yönde bir yönetim sergilemişlerdir. İnsanlar hakkında hüküm verirken , "Ben istediğim hükmü vermekte serbestim" diyerek , Allah'ın her an üzerilerinde gözetleyici olduğunu bilerek adil karar vermişler , hata yaptıklarını anladıkları anda da geri dönerek "Evvab" olmasını bilmişlerdir.
Eyyub (a.s) ise Davud ve Süleyman (a.s) ların aksine hastalıklar ile uğraşan meşakkatli bir hayata sahip olan elçidir. Onun başına gelen bu meşakkatler , onu asi ve nankör bir kul haline sokmamış , hastalığından kurtulmak için mücadele eden bir kul olarak hem hastalıktan kurtulmuş hem de "Evvab" olarak anılmayı hak etmiştir. Dünyada evvab bir kul olarak hayat sürenler ise , hesap gününde cennet ile karşılık bulacaklardır.
[050.031-34] Ve cennet muttakîler için uzak olmaksızın yaklaştırılmıştır. Onlara: «İşte bu cennet, Allah'a dönen, O'nun buyruklarına riayet eden; görmediği Rahman'dan korkan, Allah'a yönelmiş bir kalble gelen sizlere, hepinize söz verilen yerdir. Oraya esenlikle girin; işte sonsuzluk günü budur» denir.
Kaf suresindeki bu ayetler , yaşamlarında evvab bir kul olanların , alacakları karşılığı beyan etmektedir.
Peki bu kıssalar bizlere neden anlatılmaktadır ?.
[011.120] Nebilerin başlarından geçenlerden, sana anlattığımız her şey, senin gönlünü pekiştirmemizi sağlar; sana bu belgelerle gerçek; inananlara da öğüt ve hatırlatma gelmiştir.
Sorunun cevabını Hud s. 120. ayetinde anlamaktayız. İndirilen kitabın ilk muhatabının Muhammed (a.s) olması hasebiyle , onun başına gelen olaylar hakkında geçmişlerden örnekler verilerek , onun motivasyonu sağlanmaktadır. Elbette ayetler sadece ona hitap etmemekte , bizlere dair mesajlarda ihtiva etmektedir.
Sad s. 17. ayetinde "Şimdi sen onların dediklerine sabret " şeklinde buyurulması , Muhammed (a.s) a karşı yapılan baskılar sonucunda bir anlık hataya düşse dahi , bu hatasından dönmesi, başına gelenlere sabretmesi gerektiği önce ona sonra bizlere öğretilmektedir.
Sonuç olarak ; İnsanlar yaşadıkları hayat içinde eşit imkanlara sahip olmayabilir. Kimi insanlar zengin ve iktidar sahibi bir hayat sürerken , kimi insanlar ise fakirlik ve hastalıklar içinde bir hayat geçirebilir. Bu kıssalar insanların hangi durumda ve halde olursa olsun , asla isyan , kibir , sabırsızlığa kapılmamalarını da bizlere öğretmektedir.
Hatanın insana mahsus bir özellik olması , peygamber de olsa herkesin hataya düşebileceği , asıl olanın hatada ısrar değil , hatadan dönmek olduğu bizlere bu kıssalar içinde verilen mesajlardandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yazımıza konu edeceğimiz 3 elçi, bu örnek ve rehberlerdendir. Bu elçilerin Sad suresi içinde anlatılan kıssası içindeki ortak özellikleri ise "Evvab" olmalarıdır. Bu elçilerin ellerinde olan muhteşem imkanlar ve imkansızlıklar, onları hiç bir zaman isyana sürüklememiş , her halükarda evvab bir kul nasıl olunabileceğini yaşantılarında göstererek , bizlere de örnek ve rehber olmuşlardır.
[038.017] Şimdi sen onların dediklerine sabret de güçlü kulumuz Davud'u an! Çünkü o evvab idi.
[038.030] Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, evvab idi.
[038.044] «Ve eline bir deste (sap) al, böylece onunla vur ve hanis olma.» Gerçekten, biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, evvab idi.
Adı geçen elçilerin ortak özellikleri görüldüğü üzere "Evvab bir kul" olmalarıdır. Sure içinde ve diğer surelerde bu elçilerin kıssaları bizlere anlatılarak örnek yaşamları bizlere gösterilmektedir.
Evvab ; " Her türlü günahı terk ederek , Allah'a olan kulluk görevlerini yerine getirmek sureti ile Allah'a dönen kimse" anlamındadır.
Davud ve Süleyman (a.s) lar , ellerinde güç ve servet bulunan hükümdar elçi olmaları nedeniyle her insanın ulaşmak istediği mülke sahipler iken Eyyub (a.s) ise, içine düştüğü hastalık sebebi ile , hiç bir insanın yaşamak istemediği bir hayatı yaşamak zorunda kalan bir elçidir. Davud ve Süleyman (a.s) ların ihtişamlı bir hayat sürmelerine karşın , Eyyub (a.s) ın meşakkatli bir hayat sürmesi her 3 elçinin de "Evvab bir kul" olarak anılmalarına engel olmamıştır.
Evvab , "Dönmek" anlamına gelen e-ve-be kelimesinden türemiştir. Dönmek yani evvab olmak, yapılan bir hatadan dönmeyi de ifade etmektedir. İnsan olmanın getirdiği bazı zaaflar , bizleri bir takım günah ve hatalara sürükleyebilir. Önemli olan hatada ısrar etmeden , geri dönerek tevbe etmek olmalıdır. Bu 3 elçinin Sad suresi içindeki kıssasının ortak özelliklerinden bir tanesi , yaptıkları hatadan dönmek olduğu görülmektedir.
Sad suresi içinde okuduğumuz 3 elçinin kıssasını kısaca özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz.
Davud (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Sad s. 17-26. ayetlerine baktığımızda , onun kendisine gelen davacılar arasında verdiği hüküm konusunda her iki davacıyı da dinleyerek karar vermek yerine , sadece ilk davacıyı dinlemek sureti ile verdiği karardan dolayı hataya düştüğünü görmekteyiz. Ancak Davud (a.s) her iki davacıyı da dinlemek sureti ile karar vermesi gerekirken , tek davacıyı dinleyerek, her ikisinin arasında verdiği karar konusunda hata yaptığını anlayarak hatasından geri dönmüş "Evvab bir kul" olarak anılmayı hak etmiştir.
Davud (a.s) ın başından geçen bu olay , insanlar arasında hüküm verme konumunda olanlara da mesajlar içermektedir. İnsanlar arasında verdikleri kararda adil olunması , ayrımcılık yapılmaması , verilen kararın adil olmaması neticesinde mesuliyet sahibi olunacağı , her hakimin üzerinde hakimlerin de hakimi olan Allah (c.c) nin olduğunun hatırdan çıkarılmaması gerektiğine dair mesajlar , bu kıssadan çıkarılabilir.
Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Sad s. 30-40. ayetler arasında , Süleyman (a.s) ın atlar üzerinden mala olan tutkusu konusunda yaptığı bir hatayı görmekteyiz. Ölümün ona hatırlatılması sureti ile , yaptığı hatadan dönmüş olması, onun da babası Davud (a.s) gibi "Evvab bir kul" olarak anılmasını hak ettiğini göstermektedir.
Süleyman (a.s) kıssası , bir devletin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda önemli mesajlar içeren bir kıssadır. Kendisini insanların ilahı ve rabbı olarak gören Firavun örneğine baktığımızda , Süleyman (a.s) ın sergilediği yönetim daha kolay anlaşılacaktır. Yönetim sahiplerinin özellikle ölümü her an hatırda tutarak ölüm sonrasında, yaşadığı hayat içindeki yapmış olduğu tasarruflardan dolayı hesaba çekileceğini unutmayan bir yaşam ve yönetim sergilemeleri , yönetimi altında tuttukları topraklarda yaşayanların daha mesut ve müreffeh bir yaşam sürmesini sağlayacaktır.
Eyyub (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Sad s. 41-44. ayetler arasında, onun dayanılmaz bir hastalığa düçar olduğunu ve hastalığı içinde hataya düşerek isyan etmiş olabileceği , 44. ayet içindeki "ve la tahnes" ifadesinin, günah işlemekten men etmeyi emreden bir ifade olduğunu düşündüğümüzde , mümkün görülmektedir.
Her insan yaşadığı hayat içinde bir takım hastalıklara düçar olabilir. Onların başına gelen bu musibetler , onları isyana değil tedavi imkanlarını araştırmaya ve sabırlı bir kul olmalarını gerektirmektedir. Eyyub (a.s) ın kıssası bizlere bu mesajı içeren bir kıssadır.
Bu 3 elçi örneği bizlere hatadan dönmenin erdemini ve ellerinde olan imkanlar ve imkansızlıklar konusunda nasıl bir davranış sergilenmesi gerektiğini öğretmektedir. Allah (c.c) kitabının bir çok yerinde, hata yapan kullarını tevbe ettikleri takdirde bağışlayacağını vaat etmektedir. Bu yaşanmış hayat örnekleri bizlere, Allah (c.c) nin bağışlayıcılığını da göstermesi bakımından önemli bilgiler sunmaktadır.
Bazı insanlar işlemiş oldukları günahlardan dolayı yaptıkları tevbenin, kabul olup olmadığı konusunda vesveseye kapılarak büyük tereddütler yaşamaktadırlar. Bu örnekler, Allah (c.c) nin bağışlayıcılığını canlı ve yaşanmış belgelerini sunması açısından okunduğunda , insanların bu gibi vesveseye kapılmalarının ne kadar yersiz olduğu da ortaya çıkacaktır. Çünkü Allah (c.c) tevbe eden hiç bir kuluna "Ey kulum seni affettim için rahat olsun" şeklinde bir vahiy ile seslenmeyecektir. Yaşanmış elçi örnekleri bizler için, Allah (c.c) nin af edici olduğuna dair yaptığı iddianın ispatı olarak karşımızda durmaktadır.
Davud ve Süleyman (a.s) lar bilindiği gibi hükümdar elçilerdendir. Onların ellerinde büyük bir güç ve servet bulundurmuş olmaları , onları hiç bir zaman kibre ve gurura kaptırmamış , ellerindeki bu gücü onlara Allah (c.c) nin verdiğini her zaman hayatlarında canlı ve diri tutarak , bu yönde bir yönetim sergilemişlerdir. İnsanlar hakkında hüküm verirken , "Ben istediğim hükmü vermekte serbestim" diyerek , Allah'ın her an üzerilerinde gözetleyici olduğunu bilerek adil karar vermişler , hata yaptıklarını anladıkları anda da geri dönerek "Evvab" olmasını bilmişlerdir.
Eyyub (a.s) ise Davud ve Süleyman (a.s) ların aksine hastalıklar ile uğraşan meşakkatli bir hayata sahip olan elçidir. Onun başına gelen bu meşakkatler , onu asi ve nankör bir kul haline sokmamış , hastalığından kurtulmak için mücadele eden bir kul olarak hem hastalıktan kurtulmuş hem de "Evvab" olarak anılmayı hak etmiştir. Dünyada evvab bir kul olarak hayat sürenler ise , hesap gününde cennet ile karşılık bulacaklardır.
[050.031-34] Ve cennet muttakîler için uzak olmaksızın yaklaştırılmıştır. Onlara: «İşte bu cennet, Allah'a dönen, O'nun buyruklarına riayet eden; görmediği Rahman'dan korkan, Allah'a yönelmiş bir kalble gelen sizlere, hepinize söz verilen yerdir. Oraya esenlikle girin; işte sonsuzluk günü budur» denir.
Kaf suresindeki bu ayetler , yaşamlarında evvab bir kul olanların , alacakları karşılığı beyan etmektedir.
Peki bu kıssalar bizlere neden anlatılmaktadır ?.
[011.120] Nebilerin başlarından geçenlerden, sana anlattığımız her şey, senin gönlünü pekiştirmemizi sağlar; sana bu belgelerle gerçek; inananlara da öğüt ve hatırlatma gelmiştir.
Sorunun cevabını Hud s. 120. ayetinde anlamaktayız. İndirilen kitabın ilk muhatabının Muhammed (a.s) olması hasebiyle , onun başına gelen olaylar hakkında geçmişlerden örnekler verilerek , onun motivasyonu sağlanmaktadır. Elbette ayetler sadece ona hitap etmemekte , bizlere dair mesajlarda ihtiva etmektedir.
Sad s. 17. ayetinde "Şimdi sen onların dediklerine sabret " şeklinde buyurulması , Muhammed (a.s) a karşı yapılan baskılar sonucunda bir anlık hataya düşse dahi , bu hatasından dönmesi, başına gelenlere sabretmesi gerektiği önce ona sonra bizlere öğretilmektedir.
Sonuç olarak ; İnsanlar yaşadıkları hayat içinde eşit imkanlara sahip olmayabilir. Kimi insanlar zengin ve iktidar sahibi bir hayat sürerken , kimi insanlar ise fakirlik ve hastalıklar içinde bir hayat geçirebilir. Bu kıssalar insanların hangi durumda ve halde olursa olsun , asla isyan , kibir , sabırsızlığa kapılmamalarını da bizlere öğretmektedir.
Hatanın insana mahsus bir özellik olması , peygamber de olsa herkesin hataya düşebileceği , asıl olanın hatada ısrar değil , hatadan dönmek olduğu bizlere bu kıssalar içinde verilen mesajlardandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
5 Ocak 2017 Perşembe
Şefaat İnancının Oluşmasına Sebep Olan Günahkar Müslümanların Cehennemde Belirli bir Süre Kalacağı Düşüncesi Üzerinde Bir Mütalaa
Şefaat kısaca, "Hesap gününde cehenneme girmeyi hak etmiş günahkar Müslümanların , Allah (c.c) tarafından kendisine şefaat etme yetkisi verilen bazı kimseler tarafından cehennemden kurtarılması" şeklinde tarif edilen bir inançtır. Bu inancın Kur'ani dayanağı olmaması bir tarafa, müşrik inancı olarak Kur'an içinde geçmekte ve bu inanç yanlış olduğu gerekçesi ile ret edilmektedir. Bu müşrik inancı zaman içinde , bir takım uydurma rivayetler ile İslam inancı haline getirilmiş, ve imanın bir şartı haline sokularak , bu inanç etrafında insanları maddi ve manevi sömürmeye dayanan büyük bir sektör oluşturulmuştur.
Kur'an tarafından ret edilen , fakat Müslümanlar arasında yaygın olan şefaat inancının gerçekleşmesi için öncelikle, cehenneme girmeyi hak eden Müslümanların olması gerekmektedir ki, Allah (c.c) tarafından şefaat etme izni verileceğine inanılan bazı kimseler, bu cehennemlik kimselere şefaat ederek, onları cehenneme girmekten kurtarsınlar. Fakat Kur'an, bir çok ayetinde cehennemin Müslümanlar için değil , Kafirler için hazırlanmış bir yer olduğunu beyan etmektedir.
Bu inancın oluşturulmasına zemin hazırlayan düşüncelerden bir tanesi , günahkar Müslümanların cehenneme gireceği , ve belirli bir süre cezasını çektikten sonra cehennemden çıkarılarak, cennete sokulacağı düşüncesidir. Şefaat inancı, işte bu noktada devreye girerek, günahkar Müslümanların cehennemden, kendilerine Allah tarafından şefaat etme yetkisi verileceğine inanılan bazı kimselerin araya girmesi ile kurtarılacağını inanmaktadır.
Yazımızın konusu, şefaat düşüncesinin alt yapısını oluşturan düşüncelerinden birisi olan, cehennemde belirli bir süre kalmanın Kur'an çerçevesinde değerlendirilmesi olacaktır. Bu düşünceyi Kur'an etrafında değerlendirdiğimizde, bazı insanlar tarafından şefaat edilmeye olan ihtiyacın da otomatikman ortadan kalkarak , bir çok Müslümanda mevcut olan bu düşüncenin, yanlış olduğu kadar gereksiz bir düşünce olduğu da anlaşılacaktır.
İslam düşüncesinde hakim olan düşüncelerden bir tanesi , hesap gününde günahkar Müslümanların cehennemde belirli bir süre kalarak cezalarını çekeceği , sonrasında ise cehennemden çıkarılarak cennete gireceğidir. Bu düşüncenin oluşma nedenini , Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında gelişen siyasi olayların , itikadi fırkalar haline dönüşmesi , ve bu fırkaların büyük günah işleyenin durumu hakkında ortaya attıkları düşünceler olarak gösterebiliriz.
Büyük günah işleyeni "Kafir" olarak ve dolayısı ile ebedi cehennemlik olarak gören Hariciye fırkasına karşı , "Mürcie" , "Ehli sünnet" gibi büyük günah işleyenin kafir olmayacağını savunan fırkalar, Haricilerin bu düşüncesine karşı çıkarak , alternatif düşünceler oluşturmuşlardır. Büyük günah işleyenin kafir olmayacağını savunan bu fırkalar, kafir olmadığı için ebedi cehennemlik olmayan, fakat günah işlemiş Müslümanların ahiretteki durumlarının ne olacağı konusunda da düşünceler üretmek zorunda kalmışlardır.
Günah işlemiş olmasının Müslüman kimliğine zarar vermediği , fakat işlediği günahlar yüzünden hesap vereceğine de inanılan Müslümanın durumu hakkında , önce işlediklerinin karşılığı olan cehennem cezası, sonrasında ise buradan çıkarılmak sureti ile cennete konulacağı düşüncesi geliştirilmiştir.
Günah işleyen Müslümanların belirli bir süre cehennemde cezalarını çektikten sonra , cennete girecekleri düşüncesi, böyle bir arka plan dahilinde ortaya atılmıştır. Fakat bu düşüncenin Kur'an'dan onay aldığını söylemek, maalesef mümkün değildir. Ateşin kendilerine sayılı günler dokunacağı yani cehennemde geçici bir süre için kalınacağı , Yahudilerin mesnetsiz iddiaları olarak Kur'an içinde yer almakta , ve bu iddialar kesinlikle ret edilmektedir.
Meryem s. 71. ve 72. ayetlerinde "Sizden cehenneme uğramayacak yoktur. Bu, Rabbinin yapmayı üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra, takva sahiplerini kurtarırız ve zulme sapanları diz üstü çökmüş olarak bırakıveririz." şeklinde buyurulmuş olması , bütün insanların önce cehenneme girecekleri , sonra bu insanlar içinden Müslüman olanların, belirli bir süre işledikleri günahların cezasını çektikten sonra cehennemden çıkarılarak, cennete gireceklerine dair bir düşünceye mesnet oluşturmuştur.
Fakat bu düşüncenin, ön yargıların Kur'an'a onaylatılmaya çalışılmasından başka bir amaç taşımadığı, konunun Meryem s. 66. ayetinden başlayan bağlamına dikkat edildiğinde kolaylıkla anlaşılabilmektedir.
İlgili ayetlerin bağlamına baktığımızda , 66. ayette "Ben öldüğümde mi diriltileceğim?" diyen bir insanın, hesap gününde başına gelecek olanların anlatıldığı ayetler olduğu, konunun Meryem s. 66. ve 74. ayetler arasında bir bütünlüğe sahip olduğu anlaşılacaktır. Cımbızla çıkarılan bir ayetin konunun doğru anlaşılmasından çok yanlış anlaşılmasına yaradığı görüldüğünde, "Takva sahiplerinin cehennemde ne işi olabilir?" sorusu akla gelecek, ve bu sorunun cevabı verilemeyecektir. Çünkü bir çok ayet, cennetin takva sahipleri için ebedi bir mekan olduğunu beyan ederek , bu kimselerin cehenneme kısa bir süreliğine dahi olsa geçici bir ziyarette bulunacakları konusunda herhangi bir bilgi kırıntısı dahi vermemektedir.
"Ateş bize sayılı günler dokunacaktır" (Bakara s. 80 - Al-i İmran s. 24) şeklinde dile getirilen, cehennemden çıkışın imkanlılığına dair düşüncenin Yahudilerin düşüncesi olduğu , ve bunun Kur'an tarafından ret edildiği bilinmektedir. Bütün insanların önce cehenneme girecekleri , kafirlerin ise cehennemde ebedi kalarak , Müslümanların belirli bir süre sonra cehennemden çıkarılacaklarına dair, delil olarak sunulan Meryem s. 71. ayetinin de , ön yargılı olarak, konu bütünlüğünden koparılmak sureti ile okunması sonucunda varılmış, yanlış bir düşünce olduğu anlaşılmaktadır.
Kur'an'ın hiç bir yerinde günahkar Müslümanların belirli bir süre cehennemde kaldıktan sonra cennete gireceklerine dair bir bilgi olmadığına göre , günahkar Müslümanların hesap günündeki nasıl bir karşılık alacakları merak edilmektedir.
[Nisa s. 48] Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.
[Nisa s.116] Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse derin bir sapıklığa sapmış olur.
Allah (c.c) hesap gününde karşısına , ebedi cehennemi hak edecek şirk günahı ile gelmeyen kulları hariç, dilediğini bağışlayacağını haber vermektedir. Hesap gününde, günahkar bir Müslümanın durumu ile ilgili olarak , bilgi sahibi olabileceğimiz ayetlerden olan Nisa suresi içindeki bu ayetler bizlere bu konuda ipucu verebilir.
[İsra s. 36] Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur.
İsra s. 36. ayeti, bilgisi verilmemiş olan konuların arkasına düşmememizi bizlere öğütlemektedir. Kur'an içinde, dünya hayatında günah işleyerek ölmüş bir Müslümanın , hesap günündeki durumu ile ilgili olarak net bir ifade bulamamış olmamız , bizlere İsra s. 36. ayetinin beyanı gereğince hareket etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır.
Hakkında bizlere bilgi verilmemiş olan, günahkar bir Müslümanın hesap gününde işlediği günahlar konusunda, Allah (c.c) tarafından nasıl bir hüküm verileceği meselesi, peşine düşmememiz gereken net bilgi sahibi olmadığımız konulardandır. Ancak şunu çok açık ve net olarak bilmekteyiz ki, Allah (c.c) hesap gününde bütün kulları hakkında zerre miktarı dahi bir haksızlık yapmadan, haklarında en doğru hükmü verecektir. Günahkar Müslümanların haklarında da en doğru karar verilecek ve onlara da zerre kadar haksızlık yapılmayacaktır.
Müslüman vasfını kaybetmemiş bir şekilde hesap gününde Allah (c.c) nin karşısına çıkan bir kulun, işlediği günahlar yüzünden geçici dahi olsa cehennem ile cezalandırılacağına dair bir bilgi olmamasına rağmen, Allah (c.c) nin hesap gününde Mümin kullarına karşı merhametli davranacağına dair olan bilgiler etrafında, günahkar Müslümanların durumunu düşündüğümüzde, her Müslümanın dünya hayatında işlediği amellerin karşılığını eksiksiz olarak alacak olması , bizi onların derecelerine göre cennetlerde ağırlanacağı yönünde bir düşünce sahibi kılabilir.
Dünya hayatında canı ve malı ile her şeyini Allah yolunda feda eden bir Mümin ile , bazı şeylerden kaçmak sureti ile nefsine yenilen Mü'min elbette eşit olmayacak , her ikisi de cennet ile karşılık görmekle birlikte aralarında derece farkı olacaktır. Bu durumun haber verildiği ayetleri Kur'an'da görmekteyiz (Nisa s. 95.96).
Bu da demek olur ki , Müslüman olarak can veren veren bir kimse asla cehennem yüzü görmez.
Müslüman olarak ölen bir kimsenin cehenneme gideceğine dair olan bilgi, Allah (c.c) nin kitabından ancak zorlama ve konu bütünlüğünü bozmak sureti ile çıkarılarak , bu konuda rivayetlerden destek alınmaktadırlar. Kur'an tarafından desteklenmeyen bir rivayet ise , sahih bir bilgi vermekten ve güvenilir olmaktan elbette uzak olacaktır.
Bu noktada şefaat etme yetkisine sahip olduğuna inanılan kimselerin fonksiyonu da otomatikman ortadan kalkmaktadır. Şefaat inançlarını , cehenneme gitmeyi hak eden bir Müslümanın kurtarılması üzerine kuranlar , Müslümanların cehenneme gitmek gibi bir durum ile karşı karşıya kalmayacak olmalarından ötürü, cehennemden kurtaracak kimseleri olmayınca ortada kalacaklardır. Bu durumda şefaat yetkileri kendilerinden veya müritlerinden menkul olan Şeyh ve Gavs takımı işsiz güçsüz kalarak, insanları sömürecek sermayeleri olan şefaat yetkileri hepten ellerinden alınmış olacaktır.
İŞLEDİĞİ BAZI GÜNAHLAR YÜZÜNDEN GEÇİCİ OLARAK DAHİ OLSA CEHENNEME GİDECEK BİR MÜSLÜMAN OLMAYINCA, ORTADA ŞEFAATE İHTİYACI OLACAK BİR MÜSLÜMAN DA OLMAYACAKTIR.
Şefaat konusunda bilgi alış verişi ve tartışmalar yapan Müslümanların, bu durum üzerinden deliller sunarak, kulların Allah karşısında başka bir kulu kayırmaya çalışması anlamına gelen şefaat düşüncesinin imkansızlığını anlatmaya çalışması , bu konuda rivayetleri kesin bilgi kabul eden kimseler haricindeki Müslümanların kafasında en azından soru işaretleri oluşmasına sebep olacaktır.
Özellikle tasavvuf meşrebine mensup olan Müslümanlar tarafından büyük rağbet gören şefaatçilik , tabi oldukları Şeyh , Gavs , Kutup v.s lakaplı kimselere karşı inanılmaz bir bağlılık oluşmasına sebebiyet vererek, bu kimseler tarafından maddi ve manevi olarak sömürülmelerine sebep olmaktadır.
Ahirette şefaatçi olarak bağlılarını cehennemden kurtaracağına inanılan bir tarikat şeyhi için artık bütün kapılar açılmış, ahiretlerini bu adam sayesinde garanti aldığına inanan saf ve zavallı müritler, dünya hayatlarında bu şeyhin karşısında akıl almaz saygı gösterilerinde bulunarak, onun şefaatinden mahrum kalmamak için !! ellerinden gelen maddi ve manevi fedakarlığı yaparak şeyhlerini krallar gibi yaşatmaktadırlar. Bu zavallılar, içine düştükleri yanlıştan dünya hayatları içinde pişman olarak dönmedikleri müddetçe, hesap günündeki şefaat beklentileri boşa çıktığında, pişmanlıkları da fayda etmeyecektir.
Buradan bazı kimselerden şefaat beklentisi içinde olan kardeşlerimize bir uyarıda bulunmak istiyoruz; Kim olursa olursa olsun hayatını şirk işlememiş bir halde yaşayarak Müslüman olarak can veren herkes günahkarda olsa cehenneme uğramadan cennete gidecektir. Sizleri cehennem ile korkutarak sizlerin üzerinden korku imparatorluğu kurmak sureti ile , sizleri maddi ve manevi olarak sömüren kimselerin tasallutundan kurtulmanın yolu , Müslüman kimseye ahirette Allah (c.c) dışında hiç kimseden fayda gelmeyeceğini ve Müslümanın cehenneme gitmeyeceğini bilmenizdir. Bundan dolayı "Bizler sizlerin şefaatçileriniz" diyerek sizleri sömüren kimselere artık ihtiyacınız olmadığını anlamanız ve bilmeniz gerekmektedir.
Sonuç olarak ; Kur'an'ın müşrik inancı olduğun gerekçesi ile ret ettiği şefaat inancı , Müslümanlar arasında rağbet görerek , cehennemden adam kurtarma yetkisi haline dönüştürülmüştür. Fakat bu yetki, günahkar Müslümanların geçici bir süreliğine cehenneme gireceği inancı üzerine kurulduğu için baştan yanlış yapılmıştır.
Müslümanların günahkar olanlarının geçici bir süre için cehenneme gireceğine dair olan düşünceler Yahudilerden devşirilmiş , veya bazı Kur'an ayetlerinin bağlam gözetilmeden ön yargılı biçimde okunması sonucunda varılmıştır.
Müslüman olarak ölmüş bir kimsenin cehenneme gitmeyeceğini, fakat dünya hayatlarında kulluk bakımından farklılıkları olanların cennette de derece olarak farklı olacağını , Allah (c.c) nin Mümin kullarına olan mağfiretini hesaba katarak düşündüğümüzde, şefaat yetkileri kendilerinden veya müritlerinden menkul olan Şeyh , Gavs , Kutup v.s lakaplı kimselerin , cehenneme gidecek bir Müslüman olmayacağından ötürü işsiz güçsüz takımı haline geleceği aşikardır.
Şefaat konulu ayetler üzerinde daha önceki yazılarımızda durmuş olduğumuzdan dolayı , bu yazımızda sadece şefaat üzerinden din sömürüsü yapanların kapılarını kapatmak amaçlı olarak Müslüman olarak ölen bir kimsenin cehenneme zaten gitmeyeceğini , dolayısı ile kendisini kayıracak kimselere ihtiyacı da olmayacağını hatırlatmaya çalıştık.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an tarafından ret edilen , fakat Müslümanlar arasında yaygın olan şefaat inancının gerçekleşmesi için öncelikle, cehenneme girmeyi hak eden Müslümanların olması gerekmektedir ki, Allah (c.c) tarafından şefaat etme izni verileceğine inanılan bazı kimseler, bu cehennemlik kimselere şefaat ederek, onları cehenneme girmekten kurtarsınlar. Fakat Kur'an, bir çok ayetinde cehennemin Müslümanlar için değil , Kafirler için hazırlanmış bir yer olduğunu beyan etmektedir.
Bu inancın oluşturulmasına zemin hazırlayan düşüncelerden bir tanesi , günahkar Müslümanların cehenneme gireceği , ve belirli bir süre cezasını çektikten sonra cehennemden çıkarılarak, cennete sokulacağı düşüncesidir. Şefaat inancı, işte bu noktada devreye girerek, günahkar Müslümanların cehennemden, kendilerine Allah tarafından şefaat etme yetkisi verileceğine inanılan bazı kimselerin araya girmesi ile kurtarılacağını inanmaktadır.
Yazımızın konusu, şefaat düşüncesinin alt yapısını oluşturan düşüncelerinden birisi olan, cehennemde belirli bir süre kalmanın Kur'an çerçevesinde değerlendirilmesi olacaktır. Bu düşünceyi Kur'an etrafında değerlendirdiğimizde, bazı insanlar tarafından şefaat edilmeye olan ihtiyacın da otomatikman ortadan kalkarak , bir çok Müslümanda mevcut olan bu düşüncenin, yanlış olduğu kadar gereksiz bir düşünce olduğu da anlaşılacaktır.
İslam düşüncesinde hakim olan düşüncelerden bir tanesi , hesap gününde günahkar Müslümanların cehennemde belirli bir süre kalarak cezalarını çekeceği , sonrasında ise cehennemden çıkarılarak cennete gireceğidir. Bu düşüncenin oluşma nedenini , Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında gelişen siyasi olayların , itikadi fırkalar haline dönüşmesi , ve bu fırkaların büyük günah işleyenin durumu hakkında ortaya attıkları düşünceler olarak gösterebiliriz.
Büyük günah işleyeni "Kafir" olarak ve dolayısı ile ebedi cehennemlik olarak gören Hariciye fırkasına karşı , "Mürcie" , "Ehli sünnet" gibi büyük günah işleyenin kafir olmayacağını savunan fırkalar, Haricilerin bu düşüncesine karşı çıkarak , alternatif düşünceler oluşturmuşlardır. Büyük günah işleyenin kafir olmayacağını savunan bu fırkalar, kafir olmadığı için ebedi cehennemlik olmayan, fakat günah işlemiş Müslümanların ahiretteki durumlarının ne olacağı konusunda da düşünceler üretmek zorunda kalmışlardır.
Günah işlemiş olmasının Müslüman kimliğine zarar vermediği , fakat işlediği günahlar yüzünden hesap vereceğine de inanılan Müslümanın durumu hakkında , önce işlediklerinin karşılığı olan cehennem cezası, sonrasında ise buradan çıkarılmak sureti ile cennete konulacağı düşüncesi geliştirilmiştir.
Günah işleyen Müslümanların belirli bir süre cehennemde cezalarını çektikten sonra , cennete girecekleri düşüncesi, böyle bir arka plan dahilinde ortaya atılmıştır. Fakat bu düşüncenin Kur'an'dan onay aldığını söylemek, maalesef mümkün değildir. Ateşin kendilerine sayılı günler dokunacağı yani cehennemde geçici bir süre için kalınacağı , Yahudilerin mesnetsiz iddiaları olarak Kur'an içinde yer almakta , ve bu iddialar kesinlikle ret edilmektedir.
Meryem s. 71. ve 72. ayetlerinde "Sizden cehenneme uğramayacak yoktur. Bu, Rabbinin yapmayı üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra, takva sahiplerini kurtarırız ve zulme sapanları diz üstü çökmüş olarak bırakıveririz." şeklinde buyurulmuş olması , bütün insanların önce cehenneme girecekleri , sonra bu insanlar içinden Müslüman olanların, belirli bir süre işledikleri günahların cezasını çektikten sonra cehennemden çıkarılarak, cennete gireceklerine dair bir düşünceye mesnet oluşturmuştur.
Fakat bu düşüncenin, ön yargıların Kur'an'a onaylatılmaya çalışılmasından başka bir amaç taşımadığı, konunun Meryem s. 66. ayetinden başlayan bağlamına dikkat edildiğinde kolaylıkla anlaşılabilmektedir.
İlgili ayetlerin bağlamına baktığımızda , 66. ayette "Ben öldüğümde mi diriltileceğim?" diyen bir insanın, hesap gününde başına gelecek olanların anlatıldığı ayetler olduğu, konunun Meryem s. 66. ve 74. ayetler arasında bir bütünlüğe sahip olduğu anlaşılacaktır. Cımbızla çıkarılan bir ayetin konunun doğru anlaşılmasından çok yanlış anlaşılmasına yaradığı görüldüğünde, "Takva sahiplerinin cehennemde ne işi olabilir?" sorusu akla gelecek, ve bu sorunun cevabı verilemeyecektir. Çünkü bir çok ayet, cennetin takva sahipleri için ebedi bir mekan olduğunu beyan ederek , bu kimselerin cehenneme kısa bir süreliğine dahi olsa geçici bir ziyarette bulunacakları konusunda herhangi bir bilgi kırıntısı dahi vermemektedir.
"Ateş bize sayılı günler dokunacaktır" (Bakara s. 80 - Al-i İmran s. 24) şeklinde dile getirilen, cehennemden çıkışın imkanlılığına dair düşüncenin Yahudilerin düşüncesi olduğu , ve bunun Kur'an tarafından ret edildiği bilinmektedir. Bütün insanların önce cehenneme girecekleri , kafirlerin ise cehennemde ebedi kalarak , Müslümanların belirli bir süre sonra cehennemden çıkarılacaklarına dair, delil olarak sunulan Meryem s. 71. ayetinin de , ön yargılı olarak, konu bütünlüğünden koparılmak sureti ile okunması sonucunda varılmış, yanlış bir düşünce olduğu anlaşılmaktadır.
Kur'an'ın hiç bir yerinde günahkar Müslümanların belirli bir süre cehennemde kaldıktan sonra cennete gireceklerine dair bir bilgi olmadığına göre , günahkar Müslümanların hesap günündeki nasıl bir karşılık alacakları merak edilmektedir.
[Nisa s. 48] Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.
[Nisa s.116] Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse derin bir sapıklığa sapmış olur.
Allah (c.c) hesap gününde karşısına , ebedi cehennemi hak edecek şirk günahı ile gelmeyen kulları hariç, dilediğini bağışlayacağını haber vermektedir. Hesap gününde, günahkar bir Müslümanın durumu ile ilgili olarak , bilgi sahibi olabileceğimiz ayetlerden olan Nisa suresi içindeki bu ayetler bizlere bu konuda ipucu verebilir.
[İsra s. 36] Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur.
İsra s. 36. ayeti, bilgisi verilmemiş olan konuların arkasına düşmememizi bizlere öğütlemektedir. Kur'an içinde, dünya hayatında günah işleyerek ölmüş bir Müslümanın , hesap günündeki durumu ile ilgili olarak net bir ifade bulamamış olmamız , bizlere İsra s. 36. ayetinin beyanı gereğince hareket etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır.
Hakkında bizlere bilgi verilmemiş olan, günahkar bir Müslümanın hesap gününde işlediği günahlar konusunda, Allah (c.c) tarafından nasıl bir hüküm verileceği meselesi, peşine düşmememiz gereken net bilgi sahibi olmadığımız konulardandır. Ancak şunu çok açık ve net olarak bilmekteyiz ki, Allah (c.c) hesap gününde bütün kulları hakkında zerre miktarı dahi bir haksızlık yapmadan, haklarında en doğru hükmü verecektir. Günahkar Müslümanların haklarında da en doğru karar verilecek ve onlara da zerre kadar haksızlık yapılmayacaktır.
Müslüman vasfını kaybetmemiş bir şekilde hesap gününde Allah (c.c) nin karşısına çıkan bir kulun, işlediği günahlar yüzünden geçici dahi olsa cehennem ile cezalandırılacağına dair bir bilgi olmamasına rağmen, Allah (c.c) nin hesap gününde Mümin kullarına karşı merhametli davranacağına dair olan bilgiler etrafında, günahkar Müslümanların durumunu düşündüğümüzde, her Müslümanın dünya hayatında işlediği amellerin karşılığını eksiksiz olarak alacak olması , bizi onların derecelerine göre cennetlerde ağırlanacağı yönünde bir düşünce sahibi kılabilir.
Dünya hayatında canı ve malı ile her şeyini Allah yolunda feda eden bir Mümin ile , bazı şeylerden kaçmak sureti ile nefsine yenilen Mü'min elbette eşit olmayacak , her ikisi de cennet ile karşılık görmekle birlikte aralarında derece farkı olacaktır. Bu durumun haber verildiği ayetleri Kur'an'da görmekteyiz (Nisa s. 95.96).
Bu da demek olur ki , Müslüman olarak can veren veren bir kimse asla cehennem yüzü görmez.
Müslüman olarak ölen bir kimsenin cehenneme gideceğine dair olan bilgi, Allah (c.c) nin kitabından ancak zorlama ve konu bütünlüğünü bozmak sureti ile çıkarılarak , bu konuda rivayetlerden destek alınmaktadırlar. Kur'an tarafından desteklenmeyen bir rivayet ise , sahih bir bilgi vermekten ve güvenilir olmaktan elbette uzak olacaktır.
Bu noktada şefaat etme yetkisine sahip olduğuna inanılan kimselerin fonksiyonu da otomatikman ortadan kalkmaktadır. Şefaat inançlarını , cehenneme gitmeyi hak eden bir Müslümanın kurtarılması üzerine kuranlar , Müslümanların cehenneme gitmek gibi bir durum ile karşı karşıya kalmayacak olmalarından ötürü, cehennemden kurtaracak kimseleri olmayınca ortada kalacaklardır. Bu durumda şefaat yetkileri kendilerinden veya müritlerinden menkul olan Şeyh ve Gavs takımı işsiz güçsüz kalarak, insanları sömürecek sermayeleri olan şefaat yetkileri hepten ellerinden alınmış olacaktır.
İŞLEDİĞİ BAZI GÜNAHLAR YÜZÜNDEN GEÇİCİ OLARAK DAHİ OLSA CEHENNEME GİDECEK BİR MÜSLÜMAN OLMAYINCA, ORTADA ŞEFAATE İHTİYACI OLACAK BİR MÜSLÜMAN DA OLMAYACAKTIR.
Şefaat konusunda bilgi alış verişi ve tartışmalar yapan Müslümanların, bu durum üzerinden deliller sunarak, kulların Allah karşısında başka bir kulu kayırmaya çalışması anlamına gelen şefaat düşüncesinin imkansızlığını anlatmaya çalışması , bu konuda rivayetleri kesin bilgi kabul eden kimseler haricindeki Müslümanların kafasında en azından soru işaretleri oluşmasına sebep olacaktır.
Özellikle tasavvuf meşrebine mensup olan Müslümanlar tarafından büyük rağbet gören şefaatçilik , tabi oldukları Şeyh , Gavs , Kutup v.s lakaplı kimselere karşı inanılmaz bir bağlılık oluşmasına sebebiyet vererek, bu kimseler tarafından maddi ve manevi olarak sömürülmelerine sebep olmaktadır.
Ahirette şefaatçi olarak bağlılarını cehennemden kurtaracağına inanılan bir tarikat şeyhi için artık bütün kapılar açılmış, ahiretlerini bu adam sayesinde garanti aldığına inanan saf ve zavallı müritler, dünya hayatlarında bu şeyhin karşısında akıl almaz saygı gösterilerinde bulunarak, onun şefaatinden mahrum kalmamak için !! ellerinden gelen maddi ve manevi fedakarlığı yaparak şeyhlerini krallar gibi yaşatmaktadırlar. Bu zavallılar, içine düştükleri yanlıştan dünya hayatları içinde pişman olarak dönmedikleri müddetçe, hesap günündeki şefaat beklentileri boşa çıktığında, pişmanlıkları da fayda etmeyecektir.
Buradan bazı kimselerden şefaat beklentisi içinde olan kardeşlerimize bir uyarıda bulunmak istiyoruz; Kim olursa olursa olsun hayatını şirk işlememiş bir halde yaşayarak Müslüman olarak can veren herkes günahkarda olsa cehenneme uğramadan cennete gidecektir. Sizleri cehennem ile korkutarak sizlerin üzerinden korku imparatorluğu kurmak sureti ile , sizleri maddi ve manevi olarak sömüren kimselerin tasallutundan kurtulmanın yolu , Müslüman kimseye ahirette Allah (c.c) dışında hiç kimseden fayda gelmeyeceğini ve Müslümanın cehenneme gitmeyeceğini bilmenizdir. Bundan dolayı "Bizler sizlerin şefaatçileriniz" diyerek sizleri sömüren kimselere artık ihtiyacınız olmadığını anlamanız ve bilmeniz gerekmektedir.
Sonuç olarak ; Kur'an'ın müşrik inancı olduğun gerekçesi ile ret ettiği şefaat inancı , Müslümanlar arasında rağbet görerek , cehennemden adam kurtarma yetkisi haline dönüştürülmüştür. Fakat bu yetki, günahkar Müslümanların geçici bir süreliğine cehenneme gireceği inancı üzerine kurulduğu için baştan yanlış yapılmıştır.
Müslümanların günahkar olanlarının geçici bir süre için cehenneme gireceğine dair olan düşünceler Yahudilerden devşirilmiş , veya bazı Kur'an ayetlerinin bağlam gözetilmeden ön yargılı biçimde okunması sonucunda varılmıştır.
Müslüman olarak ölmüş bir kimsenin cehenneme gitmeyeceğini, fakat dünya hayatlarında kulluk bakımından farklılıkları olanların cennette de derece olarak farklı olacağını , Allah (c.c) nin Mümin kullarına olan mağfiretini hesaba katarak düşündüğümüzde, şefaat yetkileri kendilerinden veya müritlerinden menkul olan Şeyh , Gavs , Kutup v.s lakaplı kimselerin , cehenneme gidecek bir Müslüman olmayacağından ötürü işsiz güçsüz takımı haline geleceği aşikardır.
Şefaat konulu ayetler üzerinde daha önceki yazılarımızda durmuş olduğumuzdan dolayı , bu yazımızda sadece şefaat üzerinden din sömürüsü yapanların kapılarını kapatmak amaçlı olarak Müslüman olarak ölen bir kimsenin cehenneme zaten gitmeyeceğini , dolayısı ile kendisini kayıracak kimselere ihtiyacı da olmayacağını hatırlatmaya çalıştık.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
1 Ocak 2017 Pazar
Kasas s. 76-84. Ayetleri : Karun Örneğinde Mal ve Servet Sahiplerine Hatırlatmalar
Kur'an , kıssa yollu anlatımlar ile, yaşadığımız arz üzerinde cari olan toplumsal yasaların ne şekilde işlediğini, canlı örnekler ile göstererek , bu yasaların değişmezliği üzerinden , gelecek olan sonraki nesillere öğütler vermektedir. Karun kıssası , mal ve servet sahiplerinin aynı yolu izlediği takdirde, başlarına gelecek olan değişmez yasayı hatırlatan bir kıssa olarak Kur'an'da yerini almıştır.
[028.076] Şüphe yok ki Karun, Mûsa'nın kavminden di. Fakat onlara karşı haddi tecavüz etti ve ona hazinelerden öylesini vermiş idik ki, onun anahtarları muhakkak kuvvetli, büyük bir cemaate ağır geliyordu. O vakit kavmi ona dedi ki: «Şımarma! Şüphe yok ki Allah şımarık olanları sevmez.
[028.077] [Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez.
[028.078] Dedi ki: «Bu, ancak bende olan ilim sebebiyle bana verilmiştir. O bilmedi mi ki, Allah ondan evvelki nesillerden daha kuvvetli ve daha ziyâde cemiyetli kimseleri helâk etmiştir ve mücrimler günahlarından sorulmaz.
[028.079] Derken kavminin karşısına ziynetiyle çıkıverdi. Dünya hayatını isteyenler dedi ki: «Keşke Karun'a verilmiş olan şeyin misli, bizim için de verilmiş olsa. Şüphe yok ki, o pek büyük bir baht sahibidir.»
[028.080] Kendilerine bilgi verilmiş olanlar da şöyle demişti: Yazıklar olsun size Allah'ın mükafatı, iman edip salih amel işleyenler için daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.
[028.081] Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi.
[028.082] Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler: Vay demek ki Allah; kullarından dilediğinin rızkını genişletip daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lutfetmemiş olsaydı; bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay, demek ki kafirler, asla felah bulmazlar, demeye başladılar.
[028.083] İşte ahiret yurdu, Biz onu yeryüzünde ne ululanmak ve ne de fesat çıkarmak istemeyen kimselere veririz ve akibet muttakîler içindir.
[028.084] Kim bir iyilik getirirse, ona daha iyisi verilir. Kim bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görürler.
Karun , İsrailoğullarına mensup olan mal ve servet sahibi bir kimsedir. Mal ve servet sahibi olması , bu serveti kendisine verene şükür etmesini gerektirirken , onu küfreden yani nankör bir kimse durumuna getirmiştir. Onun malı ve serveti üzerinde yaptığı yanlış tasarruflar ve haddi aşarak tuğyan etmesi , toplumsal yasalar gereği onun helak olmasını da beraberinde getirmiştir.
78. ayette Karun tarafından söylenen "Bu, ancak bende olan ilim sebebiyle bana verilmiştir" şeklindeki sözler , mal ve servet sahibi olan bir çok kimsenin yaşam tarzının temelini oluşturmaktadır. Allah'ı devre dışı bırakan, elinde olan nimetin geçici ve emanet olduğunu unutan her türlü yaşam tarzının, dünya da helak olmak ile sonuçlanacağını , bu durumun "Sünnetullah" dediğimiz değişmez bir yasa olduğunu , bu kıssa üzerinden bir kez daha görmekteyiz.
Toplumun zengin kişilerinin , sahip oldukları mal ve servete güvenerek , Allah'a kafa tutma cüretlerinin onları nasıl bir sona götüreceğini , yaşanmış bir hayat olan Karun kıssasından okuyarak ibret almaları gerekmektedir. Bu kıssa içindeki bazı anlatımlar , mal ve servet sahibi olma konusundaki bir takım yanlış anlamalara da açıklık kazandırmaktadır şöyle ki ;
Bakara s. 219. ayetinde , ihtiyaçtan arta kalanın infak edilmesi emrinden hareketle , mal ve servet sahibi olmanın yasak olduğu yönünde bir takım düşüncelerin ortaya atılmış olduğunu görmekteyiz. Karun kıssası , meşru yoldan olmak kaydı ile mal ve servet sahibi olmanın yanlış olmadığını, yanlış olanın mal servetin şükrünün ifa edilmeyerek nankörlük yapılması olduğunu göstermektedir.
Surenin 76. ve 77. ayetlerinde kavminin ona nasihat sadedinde söylediği "Şımarma! Şüphe yok ki Allah şımarık olanları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez. " şeklindeki sözler , elinde mal ve servet bulunduran herkes için geçerli ve uyulması gereken sözlerdir. Bu sözler aynı zamanda , mal ve servet sahibi olmanın yanlış olmadığını , yanlış olanın malı ve serveti fesat yolunda kullanmanın olduğunu göstermektedir.
Zenginlik , insanın dünya malına olan arzusu gereği (3. 14), herkesin ulaşmak istediği bir şey olmasına rağmen , toplum içinde herkese nasip olmayan , ve sayılı kimselerin ulaşabildiği bir nimettir. Her an için toplumun gözünün önünde bulunan zengin kimselere , zengin olmayan bazı kimseler tarafından imrenilebilir ve onlar gibi olmak ve yaşamak gibi bir hevese sokabilir (Kasas s. 79).
Zengin kimselerin bu zenginliklerini , kendileri gibi olmayanların gözlerinin içine sokarak, ultra lüks bir hayat yaşamaları , bazı kimselerin onlara karşı düşmanlıklarını celbederek , toplum içinde fesadın yayılmasına sebep olabilir. Dünya üzerindeki zenginlere düşmanlık esası üzerine ihdas edilmiş olan bazı ideolojilerin ortaya çıkmasına sebep olan en büyük etken , zenginlerin fakirleri kollayan ve onlarla aralarında derin uçurumlar olduğunu göstermeyen bir hayat sürmeleri yerine , fakiri ezen , onları kollamayan , onlara fakir olduklarını her an hatırlatan bir yaşamı yeğlemiş olmalarıdır. Karun , böyle bir yaşamı yeğleyen kimse olarak , bu tür insanların sonunu hatırlatan canlı bir örnek olarak karşımızdadır.
Karun , Firavun gibi evrensel sembol haline gelmiş bir isim olarak, çağlar boyu hayat süren mal ve servet sahibi mütref tabakanın ismi haline gelmiştir. Ellerindeki servet ile her şeyi yapabilme yetkisinin ve gücünün kendilerinde olduğunu zanneden Karunlar , yaşadığımız dünyadaki fesadın baş müsebbibi olarak hayat sürmekte ve mazlumların kanlarını dökerek , onların üzerinden servetlerine servet katmaya devam etmektedirler.
Karun'un sarayı ile yerin dibine geçirilmesi sadece ona has bir durum değil , tüm Karunlar için değişmeyecek toplumsal bir yasadır. Kıssası anlatılan Karun , yaşadığı hayat içinde yapmış olduğu yanlış tasarruflar ile helakı hak ederek , toplumsal yasaların işlemesine sebep olmuştur.
Geçmişte yaşayan Karun'un yolundan giden günümüzdeki uzantıları olan çağdaş Karunlar da aynı sona uğramaktan kurtulamayacaktır.
Kur'an'ın "Firavun - Haman - Karun" şeklinde 3 ismi bir arada kullanması (Ankebut s. 39 -Mü'min s. 24) iktidar ve servet sahiplerinin birbirlerine arka çıkan ve birbirlerini tamamlayan güçler olduğunu ortaya koymaktadır. Firavunlar, Hamanlar ve Karunlar ile ayakta kalırken , Karunlar ise, Firavunların ve Hamanların yardımı ile ayakta kalmaktadırlar. Bu durum, dün nasıl ise bu günde aynı şekilde işleyişini sürdürmektedir.
Karunlaşmanın günümüzdeki yansımaları nasıl ortaya çıkmaktadır?.
Dikkat edilirse Karun'un yaşadığı toplumda 2 farklı insan gurubu gözümüze çarpmaktadır.
1- Karun'un ihtişamlı hayatına karşı ona nasihat ederek ona "Şımarma! Şüphe yok ki Allah şımarık olanları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez." diyenler.
2- Karun'un yaşadığı hayata imrenerek "Keşke Karun'a verilmiş olan şeyin misli, bizim için de verilmiş olsa. Şüphe yok ki, o pek büyük bir baht sahibidir." diyerek Karun gibi olmak için iç geçirenler.
Karun'u sadece mal ve servet sahibi bir kimse olarak değil , elinde yönetim ve iktidar gücü olan bir kimse olarak düşünecek olursak , yaşadığımız hayat içinde Karun'u ve Karun olmak isteyenler ile , Karunlara karşı olmayı daha kolay anlayabiliriz. Karun haline gelmenin yollarından birisi de , bazı imkanları basamak olarak kullanmak ve fırsatları değerlendirmek sureti ile gerçekleşmektedir.
Bir ülke içinde iktidar ve yönetici konumunda olmak, veya bu konumda olanlara yakın olmak, bazı kimselere maddi refahın yollarını , yani Karun olmanın yolunu da açmaktadır. Bugün yaşayan Karunlar sahip oldukları konumu , ülke yönetimini ve iktidar gücünü kullanarak elde ederek kazanmış, veya bu güç ile el ele vermek sureti ile kazanmaktadırlar.
Karun kıssası içinde bulunan 2 gurup insan , bugün de hayatiyetini sürdürerek toplumların içinde yaşamaktadır. İktidar olmanın verdiği güce talip olarak , bu güç sayesinde Karun olmaya heves edenler ile , iktidar sayesinde Karun olanlara karşı olanların mücadelesi halen sürmektedir.
Bu mücadele yaşadığımız ülke içinde geçmişte yapıldığı gibi , halen yapılmaktadır. Geçmişte iktidar imkanlarından mahrum olan ve kendilerini "İslamcı" olarak tanıdığımız insanlar , ellerinde iktidar gücü yok iken , iktidar gücünü Karun olma yolunda kullananlara karşı İslami argümanları kullanmak sureti ile mücadele etmişlerdir.
Ancak bu mücadele "İslamcı" olarak tanınan insanların iktidar imkanlarına sahip olarak , belediyeler ve ülke yönetiminde söz sahibi olmaları ile farklı bir boyut kazanmıştır. Dün Karunları yıkmak adına söylem üreten bir çok kimse , iktidar sahibi olunca , bırakın Karunları yıkmayı , kendileri Karun hale gelerek yıkımı bekleyen insanlar haline gelmişlerdir.
Dün küçük bir memur , sıradan bir yazar , kendi halinde bir esnaf olan bir çok kimse , iktidar nimetlerinden faydalanarak mal ve servet sahibi olmuşlar, Karunlar ile savaşmayı bir kenara bırakarak, Karun olmayı savunur hale gelmişlerdir.
Dünya hayatının geçici bir yer , bu dünyada sahip olduğumuz her şeyin geçici ve emanet olduğunu en iyi bilmesi gereken bizler , iktidar nimetleri ile tanışmanın verdiği sarhoşluk ile , her şeyi unutarak , maalesef yeni Karunlar olma yolunda emin adımlarla ilerlemekteyiz.
Müslüman kimliğimiz ile yaşadığımız ülkede İslamı hakim kılmak için verdiğimiz mücadele, siyasi iktidar olmak ile sonuçlanınca işin rengi değişerek , geçmişte söylenenler unutulmuş , siyasi iktidar ile kol kola olan bir çok eski mücahit , su akarken testiyi doldurmanın derdine düşer olmuştur.
Bu devran elbette böyle gitmeyecektir. Bugün iktidar olmanın imkanlarını kullanarak Karun olanların elbette düşmanları da olacaktır. Onların iktidar nimetlerini kullanarak elde ettikleri nimetlere "Ah keşke bizde bu nimetlere ulaşsak" diyen bir çok insan bulunmakta ve bu nimetlere sahip olmak için onlar da var güçleri ile iktidara sahip olmak için mücadele etmektedirler.
Mahkeme kadıya mülk değildir.
Bazı imkanları basamak olarak kullanmak sureti ile elde edilen güç ve servet , o imkanların elden çıkması ile kaybolabilir. Bu kayboluş güç ve servet sahiplerinin yıkımını da beraberinde getirerek , toplumsal bir yasanın bu yolla işlemesinin yolunu açacaktır. Hiç bir ülkede mevcut olan siyasi iktidarlar ilelebet payidar kalamaz. Mevcut siyasi iktidarın çökmesi ise, bu iktidar üzerinden nemalananların da çökmesi anlamına gelecektir.
Karun'un sonu konağının ve servetinin yerin dibine geçirilmesi ile gerçekleşirken , iktidar olmanın verdiği imkanlar ile Karun haline gelenlerin sonu ise , iktidarlarının elden gitmesi ile gerçekleşecektir.
Bir Müslüman için asıl olan , 80. ayet içindeki kimselerden olmaktır. Bu ayet içindeki kimseler , dünya malının geçici bir meta olduğunu bilen kimselerden olup , zenginlik içinde olan kimselere imrenerek , onlar gibi olmak için her türlü yol meşru gören kimselerden olarak ahiretini satmayan örnek Müslümanlardır.
Sonuç olarak ; Kur'an içinde kıssası anlatılan Karun , belirli bir zaman ve mekanda yaşamış ve ölmüş bir kimse olarak kalmayarak , elinde bulunan güç ve serveti yanlış şekilde kullananların sembol bir ismi haline gelmiştir. Bugünün Karunları , aynı yolda giderek , Allah'ı devre dışı bırakan bir hayat sürmekte , servetlerine servet katmak için mazlumların kanlarını dökmekten çekinmemektedirler.
Karun kıssası elinde güç ve servet bulunduranlara bu gücü yanlış yollarda kullanmamalarını öğütleyen , yanlış yolda kullandıkları takdirde başlarına neler geleceğini hatırlatmaktadır.
Karunlar , servetlerine servet katmak için yine zalim yöneticilerin sembol isim olan Firavunlarla ortak bir şekilde çalışmaktadırlar. İktidar gücünün verdiği imkanlar ile servet sahibi olmak yanlışı , dün Karunları yıkmak adına söylem üreten bir kısım Müslümana da sirayet ederek onların da Karunlaşmasını beraberinde getirmiştir.
Kıssasının okuduğumuz Karun'un helakının Sünnetullah dediğimiz değişmez yasaların gereğince gerçekleştiğini düşündüğümüz de , aynı yasa geçerliliğini korumakta olup , dünyanın kanını emen Karunlarında helakı er veya geç gerçekleşecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[028.076] Şüphe yok ki Karun, Mûsa'nın kavminden di. Fakat onlara karşı haddi tecavüz etti ve ona hazinelerden öylesini vermiş idik ki, onun anahtarları muhakkak kuvvetli, büyük bir cemaate ağır geliyordu. O vakit kavmi ona dedi ki: «Şımarma! Şüphe yok ki Allah şımarık olanları sevmez.
[028.077] [Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez.
[028.078] Dedi ki: «Bu, ancak bende olan ilim sebebiyle bana verilmiştir. O bilmedi mi ki, Allah ondan evvelki nesillerden daha kuvvetli ve daha ziyâde cemiyetli kimseleri helâk etmiştir ve mücrimler günahlarından sorulmaz.
[028.079] Derken kavminin karşısına ziynetiyle çıkıverdi. Dünya hayatını isteyenler dedi ki: «Keşke Karun'a verilmiş olan şeyin misli, bizim için de verilmiş olsa. Şüphe yok ki, o pek büyük bir baht sahibidir.»
[028.080] Kendilerine bilgi verilmiş olanlar da şöyle demişti: Yazıklar olsun size Allah'ın mükafatı, iman edip salih amel işleyenler için daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.
[028.081] Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi.
[028.082] Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler: Vay demek ki Allah; kullarından dilediğinin rızkını genişletip daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lutfetmemiş olsaydı; bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay, demek ki kafirler, asla felah bulmazlar, demeye başladılar.
[028.083] İşte ahiret yurdu, Biz onu yeryüzünde ne ululanmak ve ne de fesat çıkarmak istemeyen kimselere veririz ve akibet muttakîler içindir.
[028.084] Kim bir iyilik getirirse, ona daha iyisi verilir. Kim bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görürler.
Karun , İsrailoğullarına mensup olan mal ve servet sahibi bir kimsedir. Mal ve servet sahibi olması , bu serveti kendisine verene şükür etmesini gerektirirken , onu küfreden yani nankör bir kimse durumuna getirmiştir. Onun malı ve serveti üzerinde yaptığı yanlış tasarruflar ve haddi aşarak tuğyan etmesi , toplumsal yasalar gereği onun helak olmasını da beraberinde getirmiştir.
78. ayette Karun tarafından söylenen "Bu, ancak bende olan ilim sebebiyle bana verilmiştir" şeklindeki sözler , mal ve servet sahibi olan bir çok kimsenin yaşam tarzının temelini oluşturmaktadır. Allah'ı devre dışı bırakan, elinde olan nimetin geçici ve emanet olduğunu unutan her türlü yaşam tarzının, dünya da helak olmak ile sonuçlanacağını , bu durumun "Sünnetullah" dediğimiz değişmez bir yasa olduğunu , bu kıssa üzerinden bir kez daha görmekteyiz.
Toplumun zengin kişilerinin , sahip oldukları mal ve servete güvenerek , Allah'a kafa tutma cüretlerinin onları nasıl bir sona götüreceğini , yaşanmış bir hayat olan Karun kıssasından okuyarak ibret almaları gerekmektedir. Bu kıssa içindeki bazı anlatımlar , mal ve servet sahibi olma konusundaki bir takım yanlış anlamalara da açıklık kazandırmaktadır şöyle ki ;
Bakara s. 219. ayetinde , ihtiyaçtan arta kalanın infak edilmesi emrinden hareketle , mal ve servet sahibi olmanın yasak olduğu yönünde bir takım düşüncelerin ortaya atılmış olduğunu görmekteyiz. Karun kıssası , meşru yoldan olmak kaydı ile mal ve servet sahibi olmanın yanlış olmadığını, yanlış olanın mal servetin şükrünün ifa edilmeyerek nankörlük yapılması olduğunu göstermektedir.
Surenin 76. ve 77. ayetlerinde kavminin ona nasihat sadedinde söylediği "Şımarma! Şüphe yok ki Allah şımarık olanları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez. " şeklindeki sözler , elinde mal ve servet bulunduran herkes için geçerli ve uyulması gereken sözlerdir. Bu sözler aynı zamanda , mal ve servet sahibi olmanın yanlış olmadığını , yanlış olanın malı ve serveti fesat yolunda kullanmanın olduğunu göstermektedir.
Zenginlik , insanın dünya malına olan arzusu gereği (3. 14), herkesin ulaşmak istediği bir şey olmasına rağmen , toplum içinde herkese nasip olmayan , ve sayılı kimselerin ulaşabildiği bir nimettir. Her an için toplumun gözünün önünde bulunan zengin kimselere , zengin olmayan bazı kimseler tarafından imrenilebilir ve onlar gibi olmak ve yaşamak gibi bir hevese sokabilir (Kasas s. 79).
Zengin kimselerin bu zenginliklerini , kendileri gibi olmayanların gözlerinin içine sokarak, ultra lüks bir hayat yaşamaları , bazı kimselerin onlara karşı düşmanlıklarını celbederek , toplum içinde fesadın yayılmasına sebep olabilir. Dünya üzerindeki zenginlere düşmanlık esası üzerine ihdas edilmiş olan bazı ideolojilerin ortaya çıkmasına sebep olan en büyük etken , zenginlerin fakirleri kollayan ve onlarla aralarında derin uçurumlar olduğunu göstermeyen bir hayat sürmeleri yerine , fakiri ezen , onları kollamayan , onlara fakir olduklarını her an hatırlatan bir yaşamı yeğlemiş olmalarıdır. Karun , böyle bir yaşamı yeğleyen kimse olarak , bu tür insanların sonunu hatırlatan canlı bir örnek olarak karşımızdadır.
Karun , Firavun gibi evrensel sembol haline gelmiş bir isim olarak, çağlar boyu hayat süren mal ve servet sahibi mütref tabakanın ismi haline gelmiştir. Ellerindeki servet ile her şeyi yapabilme yetkisinin ve gücünün kendilerinde olduğunu zanneden Karunlar , yaşadığımız dünyadaki fesadın baş müsebbibi olarak hayat sürmekte ve mazlumların kanlarını dökerek , onların üzerinden servetlerine servet katmaya devam etmektedirler.
Karun'un sarayı ile yerin dibine geçirilmesi sadece ona has bir durum değil , tüm Karunlar için değişmeyecek toplumsal bir yasadır. Kıssası anlatılan Karun , yaşadığı hayat içinde yapmış olduğu yanlış tasarruflar ile helakı hak ederek , toplumsal yasaların işlemesine sebep olmuştur.
Geçmişte yaşayan Karun'un yolundan giden günümüzdeki uzantıları olan çağdaş Karunlar da aynı sona uğramaktan kurtulamayacaktır.
Kur'an'ın "Firavun - Haman - Karun" şeklinde 3 ismi bir arada kullanması (Ankebut s. 39 -Mü'min s. 24) iktidar ve servet sahiplerinin birbirlerine arka çıkan ve birbirlerini tamamlayan güçler olduğunu ortaya koymaktadır. Firavunlar, Hamanlar ve Karunlar ile ayakta kalırken , Karunlar ise, Firavunların ve Hamanların yardımı ile ayakta kalmaktadırlar. Bu durum, dün nasıl ise bu günde aynı şekilde işleyişini sürdürmektedir.
Karunlaşmanın günümüzdeki yansımaları nasıl ortaya çıkmaktadır?.
Dikkat edilirse Karun'un yaşadığı toplumda 2 farklı insan gurubu gözümüze çarpmaktadır.
1- Karun'un ihtişamlı hayatına karşı ona nasihat ederek ona "Şımarma! Şüphe yok ki Allah şımarık olanları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez." diyenler.
2- Karun'un yaşadığı hayata imrenerek "Keşke Karun'a verilmiş olan şeyin misli, bizim için de verilmiş olsa. Şüphe yok ki, o pek büyük bir baht sahibidir." diyerek Karun gibi olmak için iç geçirenler.
Karun'u sadece mal ve servet sahibi bir kimse olarak değil , elinde yönetim ve iktidar gücü olan bir kimse olarak düşünecek olursak , yaşadığımız hayat içinde Karun'u ve Karun olmak isteyenler ile , Karunlara karşı olmayı daha kolay anlayabiliriz. Karun haline gelmenin yollarından birisi de , bazı imkanları basamak olarak kullanmak ve fırsatları değerlendirmek sureti ile gerçekleşmektedir.
Bir ülke içinde iktidar ve yönetici konumunda olmak, veya bu konumda olanlara yakın olmak, bazı kimselere maddi refahın yollarını , yani Karun olmanın yolunu da açmaktadır. Bugün yaşayan Karunlar sahip oldukları konumu , ülke yönetimini ve iktidar gücünü kullanarak elde ederek kazanmış, veya bu güç ile el ele vermek sureti ile kazanmaktadırlar.
Karun kıssası içinde bulunan 2 gurup insan , bugün de hayatiyetini sürdürerek toplumların içinde yaşamaktadır. İktidar olmanın verdiği güce talip olarak , bu güç sayesinde Karun olmaya heves edenler ile , iktidar sayesinde Karun olanlara karşı olanların mücadelesi halen sürmektedir.
Bu mücadele yaşadığımız ülke içinde geçmişte yapıldığı gibi , halen yapılmaktadır. Geçmişte iktidar imkanlarından mahrum olan ve kendilerini "İslamcı" olarak tanıdığımız insanlar , ellerinde iktidar gücü yok iken , iktidar gücünü Karun olma yolunda kullananlara karşı İslami argümanları kullanmak sureti ile mücadele etmişlerdir.
Ancak bu mücadele "İslamcı" olarak tanınan insanların iktidar imkanlarına sahip olarak , belediyeler ve ülke yönetiminde söz sahibi olmaları ile farklı bir boyut kazanmıştır. Dün Karunları yıkmak adına söylem üreten bir çok kimse , iktidar sahibi olunca , bırakın Karunları yıkmayı , kendileri Karun hale gelerek yıkımı bekleyen insanlar haline gelmişlerdir.
Dün küçük bir memur , sıradan bir yazar , kendi halinde bir esnaf olan bir çok kimse , iktidar nimetlerinden faydalanarak mal ve servet sahibi olmuşlar, Karunlar ile savaşmayı bir kenara bırakarak, Karun olmayı savunur hale gelmişlerdir.
Dünya hayatının geçici bir yer , bu dünyada sahip olduğumuz her şeyin geçici ve emanet olduğunu en iyi bilmesi gereken bizler , iktidar nimetleri ile tanışmanın verdiği sarhoşluk ile , her şeyi unutarak , maalesef yeni Karunlar olma yolunda emin adımlarla ilerlemekteyiz.
Müslüman kimliğimiz ile yaşadığımız ülkede İslamı hakim kılmak için verdiğimiz mücadele, siyasi iktidar olmak ile sonuçlanınca işin rengi değişerek , geçmişte söylenenler unutulmuş , siyasi iktidar ile kol kola olan bir çok eski mücahit , su akarken testiyi doldurmanın derdine düşer olmuştur.
Bu devran elbette böyle gitmeyecektir. Bugün iktidar olmanın imkanlarını kullanarak Karun olanların elbette düşmanları da olacaktır. Onların iktidar nimetlerini kullanarak elde ettikleri nimetlere "Ah keşke bizde bu nimetlere ulaşsak" diyen bir çok insan bulunmakta ve bu nimetlere sahip olmak için onlar da var güçleri ile iktidara sahip olmak için mücadele etmektedirler.
Mahkeme kadıya mülk değildir.
Bazı imkanları basamak olarak kullanmak sureti ile elde edilen güç ve servet , o imkanların elden çıkması ile kaybolabilir. Bu kayboluş güç ve servet sahiplerinin yıkımını da beraberinde getirerek , toplumsal bir yasanın bu yolla işlemesinin yolunu açacaktır. Hiç bir ülkede mevcut olan siyasi iktidarlar ilelebet payidar kalamaz. Mevcut siyasi iktidarın çökmesi ise, bu iktidar üzerinden nemalananların da çökmesi anlamına gelecektir.
Karun'un sonu konağının ve servetinin yerin dibine geçirilmesi ile gerçekleşirken , iktidar olmanın verdiği imkanlar ile Karun haline gelenlerin sonu ise , iktidarlarının elden gitmesi ile gerçekleşecektir.
Bir Müslüman için asıl olan , 80. ayet içindeki kimselerden olmaktır. Bu ayet içindeki kimseler , dünya malının geçici bir meta olduğunu bilen kimselerden olup , zenginlik içinde olan kimselere imrenerek , onlar gibi olmak için her türlü yol meşru gören kimselerden olarak ahiretini satmayan örnek Müslümanlardır.
Sonuç olarak ; Kur'an içinde kıssası anlatılan Karun , belirli bir zaman ve mekanda yaşamış ve ölmüş bir kimse olarak kalmayarak , elinde bulunan güç ve serveti yanlış şekilde kullananların sembol bir ismi haline gelmiştir. Bugünün Karunları , aynı yolda giderek , Allah'ı devre dışı bırakan bir hayat sürmekte , servetlerine servet katmak için mazlumların kanlarını dökmekten çekinmemektedirler.
Karun kıssası elinde güç ve servet bulunduranlara bu gücü yanlış yollarda kullanmamalarını öğütleyen , yanlış yolda kullandıkları takdirde başlarına neler geleceğini hatırlatmaktadır.
Karunlar , servetlerine servet katmak için yine zalim yöneticilerin sembol isim olan Firavunlarla ortak bir şekilde çalışmaktadırlar. İktidar gücünün verdiği imkanlar ile servet sahibi olmak yanlışı , dün Karunları yıkmak adına söylem üreten bir kısım Müslümana da sirayet ederek onların da Karunlaşmasını beraberinde getirmiştir.
Kıssasının okuduğumuz Karun'un helakının Sünnetullah dediğimiz değişmez yasaların gereğince gerçekleştiğini düşündüğümüz de , aynı yasa geçerliliğini korumakta olup , dünyanın kanını emen Karunlarında helakı er veya geç gerçekleşecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)