29 Eylül 2014 Pazartesi

Şeytan Kavramının İblis Üzerinden Müşahhaslaştırılarak Anlatılması

Şeytan kelimesi sözlükte; "uzaklaştı" anlamına gelen "şa-ta-ne" kökünden türemiştir. Bu kelime çerçevesinde yapılan anlatımlar, insan hayatını derinden etkileyen ve onun Cehennem ile cezalandırılmasına sebep olan bir durum meydana getirmesi açısından bakıldığında; Kur’an’ın odak kavramlarından biri olduğu görülür.

Kur’an’ın anlatım metodlarından birisi; vermek istediği mesajı görsel bir olay şekline sokarak anlatması olup, bu metodu  "Adem ve İblis" kıssasında görmekteyiz. Bu kıssayı sadece yaşandığı zaman ve mekan içinde değerlendirmeye kalktığımız zaman, verilmek istenen mesaj mâlesef güme giderek "kıssa içinde dönüp dolaşmak" tâbir ettiğimiz bir kısır döngü etrafından çıkılamayacaktır. Adem ve İblis kıssasının, öncelikle Kur’an’ın görselleştirerek anlatma uslubu içinde bir anlatım yapmış olduğu kavranarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz.

İblis; Adem kıssasında ortaya çıkan bir aktör olup Şeytan adını almasına sebep olan olayın ve olay akabinde onun dili üzerinden yapılan anlatımların çok iyi okunarak, bu düşmanlığın nasıl ve ne şekilde cereyan ettiği ve bizlere karşı nasıl cereyen edeceği, Adem'in kandırılması sonucu başlarına gelenler ile kendimiz arasında ortak bir bağ kurmak gerekmektedir. 

Şeytan kavramının anlaşılması için; İblis karakteri üzerinden verilen mesajların dikkate alınmasının öncelikli olduğunu düşünmekteyiz. Bu konu ile ilgili ayetleri sıralayarak "Şeytanlaşma" sürecine giden yola nasıl ulaşıldığını görelim.

Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs (iblîse), ebâ vestekbere ve kâne minel kâfirîn (kâfirîne).
[002.034] Hani meleklere: Adem'e secde edin demiştik de onlar hemen secde edivermişlerdi. Sadece iblis kaçınmış, büyüklük taslamış ve kafirlerden olmuştu.

BAKARA 34 ayetine baktığımız zaman, İblis'in secde etmeme sebebi "vestekbere" (büyüklenmek) olarak ifade edilmektedir. “EL-KEBİR"; Allah(c.c)’ın esmâsına dahil olan isimlerden biri olması sebebi ile İblis'in büyüklenmesi demek; Allah'ın isimlerinden birini üzerine almak istemesi anlamına gelmesi ve bu durumun şeytanlaşması yolunda atılmış bir adım olduğunu anlamaktayız.

Kur’an’da bu kelimenin Allah(c.c)’ın dışındakiler için kullanılmış olması; büyüklenmek sadece ve sadece Allah(c.c)’ın hakkı olmasına rağmen onun hakkını gasp etmek isteyenlerin, onun esmâsından rol çalmaya oynadıkları, dolayısı ile "ŞEYTAN" vasfını aldıkları anlaşılır.

1- Şeytanlaşmaya giden yol; "el-kebir" ismini, Allah(c.c)’ın dışında olan kişi, kurum, kuruluş v.s’nin sahiplenerek ilahlaşmaya çalışmasından yani "MÜSTEKBİR"leşmesinden geçer.

Kâle mâ meneake ellâ tescude iz emertuk(emertuke), kâle ene hayrun minh(minhu), halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn(tînin).
[007.012]  (Allah) Dedi: «Sana emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen neydi?» (İblis) Dedi ki: «Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.»

Kıssanın ARAF Suresi içindeki bölümüne baktığımız zaman; İblis'in secde etmeme gerekçesinin 12. ayet içinde kendisinin Adem'den hayırlı olduğu ve yaratılış farkını öne sürdüğü görülmektedir.

Allah(c.c)’ın yaratmış oldukları üzerinde yegâne hâkim olduğunu düşünecek olursak, onun kullarına "yapın" veya "yapmayın" şeklindeki bir emrinin, bu emre muhatap olanlar tarafından herhangi bir yoruma tabi tutularak red edilmesi yerine "işittik ve itaat ettik" denilerek kayıtsız şartsız yerine getirilme mecburiyeti vardır.

2- Şeytanlaşmaya giden yol; kendi yanından çıkardığı bir gerekçeye dayanarak, Allah(c.c)’ın ona karşı olan herhangi bir emrini geçersiz sayarak kendi doğrusunu Allah(c.c)'a sunmak.

Kâle lem ekun li escude li beşerin halaktehu min salsâlin min hamein mesnûn(mesnûnin).
[015.033] Dedi ki: «Kuru bir çamurdan, sûretlenmiş bir balçıktan yaratmış olduğun bir insana ben secde etmek için olmadım.»

HİCR 33 ayetinde; secde etmeme gerekçesi olarak yaratılış gayesinin bu olmadığı gerekçesini ileri sürmektedir. Halbuki Allah(c.c) yarattıklarını sadece kendisine ibadet etmek için yarattığını beyan etmektedir. Allah'a ibadet demek; yaratılış amacına uygun ameller işlemek demek olduğuna göre, İblis bu amacı red ederek isyan edenlerden olmaktadır.

3- Şeytanlaşmaya giden yol; yaratılış amacının unutularak kulun kendisinin bir yaratılış amacı uydurması ve o amaç yolunda çaba sarfetmesi.

Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâle e escudu li men halakte tînâ(tînen).
[017.061]  Meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik, İblis'ten başka hepsi secde etmiş, o ise: «çamurdan yarattığına mı secde edeceğim?» demişti.

İSRÂ 61. ayette; diğer ayetlerde gördüğümüz, gerekçe olmadan resmen kafa tutar bir tavır ile emre karşı gelinmektedir. 

4- Şeytanlığa giden yol; yaratıcısını hiçe sayarak gerekçe bile göstermeye tenezzül etmeden ona kafa tutmak.

Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâne minel cinni fe feseka an emri rabbih(rabbihî), e fe tettehızûnehu ve zurriyyetehû evliyâe min dûnî ve hum lekum aduvv(aduvvun), bi'se liz zâlimîne bedelâ(bedelen). 
[018.050]  Hani meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik; İblis'in dışında secde etmişlerdi. O cinlerden oldu, böylelikle Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı. Bu durumda Beni bırakıp onu ve onun soyunu veliler mi edineceksiniz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır.  Zalimler için ne kadar kötü bir değiştirmedir.

KEHF 50 ayetinde; İblis'in secde etmeyerek "Fasık"lardan olduğu bildirilmektedir. Ayet içinde geçen bu kelimenin; Kur'an bütünlüğünde geçişleri dikkate alınarak bu kelime ile ifade edilen durumun ne olduğu ve bu duruma düşünlerin akıbeti öğrenilebilir.

5- Şeytanlığa giden yol; imân dairesine girmeyi kabul ettikten sonra, o dairenin dışında bir yol tutmak istemek (fısk).

Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), ebâ.
[020.116]  Hani biz meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik, İblis'in dışında (diğerleri) secde etmişlerdi, o, ayak diretmişti.

TAHA 116 ayetinde; İblis'in secde etmemesi "Ebaa" kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu kelimeyi BAKARA ve HİCR Sureleri içinde anlatılan kıssada da görmekteyiz. Bu kelime, "aşırı derecede kendini uzak tutma, çekinme, ayak direme" anlamına gelmektedir.

6- Şeytanlığa giden yol; kendisine yaratıcısı tarafından verilen bir emre karşı ayak diretmek.

İllâ iblîs(iblîse), istekbere ve kâne minel kâfirîn(kâfirîne). 
[038.074]  Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.

BAKARA Suresi içindeki kıssada gördüğümüz “İstikbar" (büyüklenme) hali, SAD 74 ayetinde de karşımıza çıkmaktadır.

İblis'in secde etmeyerek "Şeytan" vasfını almasına sebep olan gerekçelerini özetleyecek olursak;

1- Allah'tan rol çalmaya çalışması,
2- Kendi yanından çıkardığı bir gerekçeye dayanarak Allah(c.c)’ın ona karşı olan herhangi bir emrini geçersiz sayarak kendi doğrusunu Allah(c.c)’a sunması,
3- Yaratılış amacının unutularak kulun kendisinin bir yaratılış amacı uydurması ve o amaç yolunda çaba sarfetmesi,
4- Yaratıcısını hiçe sayarak gerekçe bile göstermeye tenezzül etmeden ona kafa tutması,
5- İmân dairesine girmeyi kabul ettikten sonra o dairenin dışında bir yol tutmak istemek (fısk) olarak anlayabiliriz.

Burada İblis adlı bir varlık üzerinden müşahhaslaştırılan "Şeytan”lığın, yine onun üzerinden nasıl tezahür edebileceği kendi sözleri üzerinden bizlere hatırlatılarak beyan edilmektedir.

[007.016] İblis dedi ki: «Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.

ARAF 16. ve 17. ayetlerde; kullarını nasıl saptırcağının haberini veren İblis, bu sözlerini nasıl pratiğe geçirdiğini, Adem ile eşini bulundukları makamdan çıkarılmalarına sebeb olarak göstermektedir. 

[7.20-22] Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi. «Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim» diye ikisine yemin etti. Böylece onların yanılmalarını sağladı. Ağaçtan meyve tattıklarında kendilerine ayıp yerleri göründü, cennet yapraklarından oralarına örtmeğe koyuldular. Rableri onlara, «Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?» diye seslendi.

Adem ile eşine "size düşmandır" diyerek haber veren Allah(c.c)’ın bu haberi, Adem ve eşi tarafından unutulmuş ve Şeytan’ın onlara güzel sözler ile verdiği vesvesenin kurbanı olarak Şeytan’a uymuşlar ve sonucunda bulundukları makamdan çıkarılmışlardır.

[007.027] Ey Âdem oğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.
ARAF 16 ve 17 ayetlerinde saptırmanın nasıl olacağını, 20. ve 22. ayetler arası pratiğini bizlere göstererek bu tür taktiklerle bizim sapmamıza sebeb olacak her türlü unsurdan uzak durmamız öğütlenmektedir.

[004.117-121] Onlar Allah'ı bırakıp dişilere taparlar ve: «Elbette senin kullarından belli bir takımı alıp onları saptıracağım, onlara kuruntu kurduracağım, develerin kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim» diyen, Allah'ın lanet ettiği azgın şeytana taparlar. Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinen şüphesiz açıktan açığa kayba uğramıştır. (Şeytan) Onlara vaidler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va’detmez. Onların barınma yerleri cehennemdir, ondan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır.

[015.039-40] «Rabbim! Beni saptırdığın için, and olsun ki yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim; halis kıldığın kulların bir yana, onların hepsini saptıracağım» dedi.

[017.062-65] «Benden üstün kıldığını görüyor musun? Kıyamet gününe kadar beni ertelersen, and olsun ki, azı bir yana, onun soyunu kendi buyruğum altına alacağım» demişti. Demişti ki: «Git, onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz sizin cezanız cehennemdir; eksiksiz bir ceza.» «Sesinle, gücünün yettiğini yerinden oynat, onlara karşı yaya ve atlılarınla haykırarak yürü, mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara vaadlerde bulun ama şeytan sadece onları aldatmak için vaadeder. Doğrusu Benim mümin kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin olamaz. Rabbin vekil olarak yeter.»

[020.120-122] Ama şeytan ona vesvese verip: «Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?» dedi. Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. (Bu suretle) Âdem Rabbine âsi olup yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tevbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.

[038.82-85]  (İblis): «Öyle ise yüceliğine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka aldatıp saptırırım. «Ancak onlardan, muhlis olan kulların hariç.» Allah buyurdu: «İşte bu doğru! Ben de şu hakikati söyleyeyim ki cehennemi, gerek senin cinsinden, gerek insanlardan sana uyanlarla dolduracağım.»

Şeytan kavramının, İblis ismi üzerinden müşahhaslaştırılarak bizlere anlatılması, bu ismin anlamı üzerinde durmayı gerektirdiğini düşünmekteyiz. Bu kelime; "aşırı ümitsizlikten kaynaklanan hüzün, keder, tasa" anlamındadır. Bu kelimenin türevleri Kur’an’da şu şekilde geçmektedir.

[030.012]  Kıyamet koptuğu gün suçlular umutsuz kalıverirler (yublisu).

[006.044]  Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık; kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler (müblisune).

[023.077]  Sonunda onlara şiddetli bir azap kapısı açtığımız zaman ümitsiz kalıverdiler (müblisune).

[043.075]  Azaba hiç ara verilmez, onlar orada tamamen umutsuzdurlar (müblisune).

[030.049]  Oysa onlar, daha önce, üzerlerine yağmur yağdırılmasından iyice ümitlerini kesmişlerdi (müblisine).

Burada şöyle bir soru akla gelecektir; "Allah(c.c) adını «ümitsiz kalmış» olarak verdiği bir varlığı neden yaratmıştır? O varlık O’na «Ey Rabbim, beni neden ümitsiz bir varlık olarak yarattın?» diye sorsa ne cevap verirdi?"

Bu soruların sorulmasını gerektirebilecek durum, İblis adının ontolojik bir mahiyeti olduğundan yola çıkılarak sorulmuş sorulardır. Allah(c.c), Cennet veya Cehennem ile cezalandıracağı bir kulunu önceden Cehennemi garantilemiş olarak yaratmaz. Ona iki yol göstererek hangisine gideceği konusunda iradesine baskı yapmaz, sadece hangisine giderse o gittiği yolun neticesini ona haber verip tercihi kuluna bırakır.

İblis adı ile Adem'in karşısında olan şey ontolojik varlığı olan birisi olmayan, Şeytan amellerini işleyip, tevbe etmediği takdirde Ahiretteki sonunun "ümitsiz kalan" yani Cehennem’i hak eden her kişinin adıdır. Kelimenin geçtiği ayetlere dikkat edecek olursak; Cehennem’i hak edenler için kullanılmış olması, o hak edenlerin yapmış olduğu ameller ile Adem kıssası içinde geçen İblis isminin yaptığı ameller ortak olup hak ettikleri yerin neresi olacağı haber verilmektedir.

Şeytan kavramı; Kur’an’ın odak kavramlarından birisi olup, kulun yaratıcısına karşı olan kulluğunu engelleyen her şeye verilebilecek bir isimdir. İBRAHİM 22 ayeti bu iğvaları yapanların ve kapılanların hallerini tasvir eden bir çok ayetten biridir.

[014.022] İş bitince şeytan onlara şöyle diyecek: «Şüphesiz ki Allah size gerçek olanı vaad etti, ben de size vaad ettim, ama sonra caydım! Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi (küfür ve isyana) çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim.» Doğrusu zalimler için acı bir azab vardır!.

ENFAL 48 ayeti; onun insanı kandırma yolunu Bedir harbi örneğinde vererek bizlere anlatmaktadır.

[008.048]  Şeytan onlara işlediklerini güzel gösterdi ve «Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur; doğrusu ben de size yardımcıyım» dedi. İki ordu karşılaşınca da, geri dönüp, «Benim sizinle ilgim yok; doğrusu sizin görmediğinizi ben görüyorum ve şüphesiz Allah'tan korkuyorum, Allah'ın azabı şiddetlidir» dedi.

Adem ve İblis kıssasındaki yukarda verilen ayetlere tekrar göz atacak olursak; Şeytan’ın insanlara vaadler vererek aldatacağını söylediği görülür. Bedir harbindeki Müşrik tarafa böyle bir vaadde bulunarak onları Müslümanların üzerine kışkırtmış, fakat Şeytanın kışkırttığı bu ordu darmadağın olmuştu. Bunu yaparken Müşrik ordusunun karşısına etten kemikten oluşan canlı biri olarak çıkmamış, onlara vesvese yolu ile Adem ile eşine yaptığını tekrarlamıştır. Geri dönüp söylediklerinin bizlere yönelik mesajının şu şekilde okunması gerektiğini düşünmekteyiz; "Ey insanlar, size vaadler vererek yaptığınızı güzel gösteren Şeytan, bu amacına ulaştıktan sonra sizi aldatmış olduğunu kendisi itiraf etmektedir. Siz aklınızı kullanın, kendinizi Şeytan’a kullandırarak yarın kıyamet günü cehennem ile cezalandırılmayın".

Sonuç olarak; Kur’an’ın bir çok ayetinde bize düşman olduğu beyan edilen Şeytan'ın bizi nasıl bir yolla kandırabileceği, Adem ve İblis kıssası olarak görselleştirilmiştir. Şeytan, İblis ismi üzerinden müşahhaslaştırılarak muhatapların zihninde kalıcılık sağlaması ve daha uzun yer etmesi amacı sağlanmaya çalışılmıştır. Adem ve İblis kıssası olarak Kur’an'ın yedi ayrı Suresi’nde anlatılan bu kıssadaki baş rol kahramanları, kıyamete kadar gelecek olan insanların başlarından geçecek olan bir kıssa olup, bu kıssada bir kısım insan Adem rolünde, bir kısım insan Şeytan rolünde olacaktır.

Adem rolündekiler hayatlarının herhangi bir anında Şeytan’a uyup hata yapabilirler. Eğer hatasını anlayıp tevbe edip dönerlerse Adem olarak kalırlar, hata edip hatada İblis gibi ısrar ederlerse onlar da kendilerini ayartan Şeytan’ın ordusunun bir neferi olarak hep birlikte Cehennemi boylarlar.

Bu kıssada şahısların kimliklerinden çok, kimlikler üzerinden verilmek istenen mesajın okunmaya çalışılması gerektiğini, özellikle İblis adı ile anlatılanın kim olduğundan çok, insan üzerindeki düşmanlık planlarının okunması ve bu tür düşmanlıkları yapanların ortak adının "Şeytan" olduğu, bu Şeytanların ve onların yardakçılarının kıyamet günü "Müblisin"den yani ümidi kesenlerden olacağının bizlere anlatılmış olduğu bilinmelidir. Bize düşen vazife; Şeytan’ı sadece Kur'an içinde anlatılan Adem ve İblis kıssası içinde değil, hayatımıza yön vermek isteyen Müstekbirler’de arayarak, onların düşmanlıklarına karşı gerekli hazırlıkları yapmaktır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH(C.C) BİLİR

27 Eylül 2014 Cumartesi

KASAS 57 Ayeti ve Dünya Hayatını Ahiret'e Tercih Etmek

Allah(c.c) sadece kendisine kul olmak için yarattığı insanı geçici bir süre için dünya adını verdiği yer üzerinde imtihana tabi tutarak, ölümsüzlük diyarı olan Ahiret'teki yerini hazırlama imkanı vermiştir. İmtihan dediğimiz olay; adından da anlaşılacağı üzere kolay bir şey olmayıp hayat içinde zorlu bir süreç anlamına gelmektedir.

Bu zorlu süreç, kişinin dünya hayatında kendisine verilen geçici meta ile imtihan edilmesini kapsamakta olup, soruları en zor imtihan sayılabilir.

[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

Bu ve benzeri bir çok ayet; dünya hayatının geçici olduğunu, esas kalıcı hayatın Ahiret hayatı olduğunu, geçici olanın tercih edilmeyerek kalıcı olanın tercih edilmesi ve dünya hayatında yapılan amellerin Ahiret endeksli olması gerektiğini bizlere haber vermektedir.

Allah(cc) kendisine kul olması için yarattığı insanın, başka ilahlara kul olmaya yöneldiği zamanlarda, onlara elçiler göndererek tek İlah olarak kendisinin tanınmasını istemiştir. Elçilerin bunu tebliğ etmelerinin akabinde, kabul edenler ve etmeyenler olarak iki gruba ayrılmaları yine Kur'an kıssalarından öğrenilmektedir.

Allah(cc)'ın ilahlığını kabul etmeyenlerın, sahte ilahlarının ortadan kalkmaması için var güçleri ile mü'minlere saldırarak, onları sindirmek amaçlı her türlü baskıyı yaptıkları da yine kıssalar vasıtası ile bizlere anlatılmaktadır. Bu durum tâ Muhammed(as)'in elçi olarak gönderilmesine kadar devam ederek, aynı şekil baskı ve zulüm Mekkeliler tarafından da icra edilmeye devam edilmiştir.

İnanmayanların, inananlara karşı her türlü ekonomik ve sosyal baskıyı uygulayarak onları yalnız bırakma yolunu seçmiş olmaları "Mekke boykotu" veya "hüzün yılları" başlıkları altında siyer kitaplarında yerini almıştır.

Hicret adı verilen olgunun, "bir kimsenin herhangi bir ihtiyacını temin etmek için bulunduğu konumu değiştirmesi" anlamı üzerinden hareket edecek olursak; tarih boyunca elçiler ve onlarla birlikte olanlar inandıkları dini yaşayabilmek için müşrik kavimlerini terkederek o beldeden hicret etmişlerdir.

Hicret olgusu; Muhammed(as) ve ona iman edenler içinde geçerli olup, bunu Mekke'den Medine'ye giderek yaşamışlardır. Bu şekil bir terketme; mal, mülk, evlat ve eşten ayrılmak anlamına geldiği için ve "mü'min oldum" demenin bu terki gerektirecek potansiyele sahip olan bir şehirde mutlaka gerçekleşeceği bilinmekteydi.

Mekke'de inen ayetlerde; belli bir safhadan sonra artık o şehri terketmenin zamanının gelmeye başladığına dair beyanlar bulunmaktadır. Medine'de inen ayetlerde ise hicretin artık bir mecburiyet haline gelmesi, mümin olduğunu beyan edenlerin hicret etmedikleri takdirde mes'ul duruma düşecekleri beyanı vardır.

[029.056] Ey iman etmekte olan kullarım, hiç şüphesiz benim arzım geniştir; artık yalnızca bana ibadet edin.

[039.010] De ki: Ey iman eden kullarım, Rabbınızdan korkun. Bu dünyada iyilik yapanlara, iyilik vardır. Ve Allah'ın arzı geniştir. Yalnız sabredenlere ecirleri, hesapsız ödenecektir.

[004.097-100] Kendilerine yazık edenlerin melekler canlarını aldıkları zaman onlara: «Ne yaptınız bakalım?» deyince, «Biz yeryüzünde zavallı kimselerdik» diyecekler, melekler de: «Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!» cevabını verecekler. Onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü dönülecek yerdir! Çaresiz kalan, yol bulamayan zavallı erkek, kadın ve çocuklar müstesnadırlar.İşte Allah'ın bunları affetmesi umulur. Allah Affedendir, Bağışlayan'dır.Allah yolunda hicret eden kişi, yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur. Evinden, Allah'a ve Peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah'a düşer. Allah bağışlar ve merhamet eder.

AL-İ İMRAN 14 ayetinde beyan edildiği üzere; geçici hayatın metaını terketmek, Mekke'deki bazı insanlara zor geliyordu. Bu insanlar vahye direk olarak karşı çıkmak yerine, iman ettikleri takdirde başlarına gelecek olan sıkıntıları bahene ederek iman etmiyorlardı. KASAS 57 ayeti onların bu durumunu anlatmaktadır.

[028.057] Dediler ki: Seninle beraber hidayete uyacak olursak, yerimizden oluruz. Halbuki onları katımızdan bir rızık olarak her şeyin mahsulünün toplandığı emin bir haremde yerleştirmedik mi? Ama onların çoğu bilmezler.

Bir sonraki ayet; bu sözü söyleyenlere karşı müthiş bir tehdit olup, kimsenin servetinin kalıcı olmadı hatırlatılmaktadır.

[028.058] Nimet ve refaha karşı nankörlük eden nice şehri yok etmişizdir. İşte yerleri! Kendilerinden sonra pek az kimseler oturabilmiştir. Oralara Biz varis olmuşuzdur.

TEVBE 24 ayeti; ültimatom niteliğinde bir ayet olup dünya malı ile Ahiret arasında kesin bir tercih yapılması gerektiğini haber vermektedir.

[009.024] De ki «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez.»

Kur'an ayetleri sadece indiği zaman ve mekana has olmadığına göre, "bugün için bu ayetler bizlere nasıl bir mesaj vermektedir?" sorusu gündeme gelecektir.

İnsan fıtratı, mala ve servete karşı meyyal olma niteliğinde yaratıldığı için; dün, bugün ve yarın aynı şekilde mala karşı zaafı her zaman olacaktır. İmtihan dediğimiz olgu aynı şekilde devam ederek, sadece Allah(cc)'a kul olma noktasında denemeye tutulmak kıyamete değin sürecektir. Allah(cc)'ın dinine karşı olanlar da aynı şekilde dün, bügün ve yarın inananlara karşı baskı ve zulümde bulunarak onları yerlerinden etmeye devam edeceklerdir.

İman iddiasında bulunan bizler bu tür baskılar karşısında Muhammed(as) ve ona inananların yaptığı gibi; yerimizi, yurdumuzu, servetimizi, evladımızı, kısaca herşeyimizi feda etmek zorunda kalabiliriz. Denenmenin bir çeşidi olan bu hicret etme zorunluluğu karşısında eğer KASAS 57 ayetindeki gibi bir bahanemiz olacak olursa, TEVBE 24 ayeti suratımıza tokat gibi yapışacaktır.

Dün sokaklarda, dergilerde, gazetelerde "kahrolsun kafir sistem" türünden sloganlar ile tevhidî bir mücadele peşinde koşan bir kısım kardeşlerimiz, bugün mevcut iktidarın kendilerine sağladığı bazı avantajları kullanarak, terketmesi çok zor olacak mal ve servete sahip oldukları görülmekte olup, servetlerine servet eklemekten başka bir cihad(!) yapmamaktalar ve eskiden yapmış oldukları mücadeleleri anılarda kalmış ve torunlarına bile anlamaktan çekindikleri şeyler olmuştur. Bu satırları yazan kişi kendisi bu tür bir servete kavuşamadığı için eskileri eleştirmemekte; eğer o da böyle bir mal edinmeye başkoysaydı mutlaka hatırı sayılır bir mal sahibi olurdu.

Sonuç olarak; iman etmek demenin sadece dilde olmadığı, bu iddianın ispat isteyeceği ve bu ispatın, en zor olan mal ve can ile verilebileceği müteaddit Kur'an ayetlerinde bizlere beyan edilmiştir. Sadece mal ve servete zarar geleceği kaygısı ile Allah(cc)'ın bizler üzerindeki bir takım emirlerinin göz ardı edilerek, tatlı su müslümanlığının bizlere Ahiret hayatında hayırlı sonuçlar sağlamayacağı bilinmelidir. Müslümanlar olarak geçici dünya hayatına olan sevgimiz, bizleri hiç bir zaman Ahiret hayatını terk ettirmemelidir. Böyle bir terk edişin hesabı yine bir çok Kur'an ayetinde bizlere haber verilmiştir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

25 Eylül 2014 Perşembe

Musa (a.s) Kıssası ile İlgili Genel bir Değerlendirme

Kur'an kıssaları; taşıdıkları mesajlar itibarı ile "Tevhid" ve "Şirk"in kıyamete kadar olacak mücadelesinin, Muhammed(as) öncesi elçiler ve kavimleri arasında nasıl cereyan ettiğini canlı biçimde gösteren ve bu mücadelenin içindeki aktörler olan "Mü'min" ve "Müşrik"lere vaad edilen karşılık önerisinin boş bir iddiadan ibaret olmadığını gösteren yaşanmış anlatımlardır.

Musa(as) kıssası, Kur’an'da en fazla yer tutan kıssa olması itibarı ile bizlere bir çok mesaj vermektedir. Musa(as) kıssasında öne çıkan aktörleri;

1. Firavun,
2. Haman,
3. Karun,
4. Askerler,
5. Sihirbazlar,
6. İsrailoğulları,
7. Samiri,
8. Asa, olarak sıralamak mümkündür.

Bu aktörlerin üzerinden yapılan anlatımları sadece yaşadıkları zaman içinde düşünerek ileriye dönük mesajlar taşımış olması bakımından okumayacak olursak, kıssalar sadece "eskilerin masalları"na dönüşür. Musa(as) kıssasındaki bu aktörler ile ilgili anlatımları ayrı ayrı başlıklar halinde değerlendirerek, onlar üzerinden verilmek istenen mesajları anlamaya çalıştığımız takdirde, onlarca ayrı başlık altında yazılabilecek bir çok konu başlığı çıkacaktır.

Musa(as) kıssasını;

1. Firavun ile olan mücadelesi,
2. İsrailoğulları ile olan mücadelesi şeklinde iki ana başlık altında değerlendirmek mümkündür.

Firavun ile olan mücadelesini; Allah(cc) tarafından sadece kendisine kul olmak için yarattığı insanın eline güç, servet ve iktidar geçince nasıl "Müstekbir"leştiğinin, yönetimi altındaki insanlara karşı nasıl zalim olabileceğinin, ezilen "Müstaz'af"ların bir zalimi nasıl devirebileceklerinin ipuçlarının verilmesi açısından evrensel bir mesaj olarak okumak gerektiğini düşünmekteyiz.

İsrailoğulları ile olan mücadelesini ise; insanın nasıl nankör olabileceği, "Müstaz'af" iken "Müstekbir"lerin elinden kurtulmalarının onlar için bir ibret olmaması, "Müstaz'af" iken onları kurtaranı unutarak "Müstekbir"leşerek arz üzerinde hakim olan yasalar gereği başlarına neler geldiğini okuyarak, bu yolu takip edenlerin akıbetlerinin ne olacağı açısından evrensel bir mesaj olarak okumak gerektiğini düşünmekteyiz.

1. FİRAVUN İLE OLAN MÜCADELE

[28.4-6] Şüphe yok ki, Firavun o yerde yükseldi ve ahalisini bölük bölük etti, onlardan bir tâifeyi zayıf düşürmek istiyordu. Oğullarını boğazlıyordu, kadınlarını da berhayat bırakıyordu. Muhakkak ki o müfsitlerden olmuştu.Biz, memlekette güçsüz sayılanlara iyilikte bulunmak, onları önderler kılmak, onları varis yapmak, memlekete yerleştirmek; Firavun, Haman ve her ikisinin askerlerine, çekinmekte oldukları şeyleri göstermek istiyorduk.

KASAS 4 ve 6 ayetleri; Musa(as) kıssasının, Firavun ile olan mücadelesi kısmının bel kemiğini oluşturan ayetlerdir. Firavun ve kıyamete kadar gelecek olan çağdaş “Firavunlar"ın yıkımlarının nasıl bir yasaya tâbi olarak gerçekleştiği, onun denizde boğulmasına kadar varan süreç içinde anlatılmaktadır.

Firavunların yıkımının yasası; onların zulmü altında inleyen mazlumların, onları yıkmak için gerekli olan çabayı göstermeleri sonucunda olduğu, bu çabanın nasıl olması gerektiği YUNUS 87 ayetinde anlatılmaktadır.

[010.087] Biz de Musa ile kardeşine şöyle vahyettik. «Kavminiz için Mısır'da bir takım evler hazırlayın, evlerinizi kıble edinin ve salatı ayakta tutun ! Bir de mü'minleri müjdele!

İsrailoğulları, Mısır’da zulme uğradıkları süre içinde elleri kolları bağlı olarak sadece Musa(as)'a güvenselerdi, bu zulumden kurtulmaları asla mümkün olmazdı. Kurtuluş; hep birlikte çabalayarak gelmiş ve zalimler helak olmuştur. Musa(as) kurtuluş sürecini koordine eden bir önder olarak önemli bir konuma sahiptir ve bu tür önderlik her devir içinde olması gereken bir kurum olup, mazlumların örgütlenerek başkaldırması ve başarıya ulaşması için gereklidir.

Kıssa ile ilgili anlatımlarda, bu olayların sanki çok kısa bir zaman içinde olmuş gibi bir izlenim vermesine rağmen kurtuluş; uzun yıllar içine yayılan bir mücadele sürecinde gelmiştir. Denizin ortadan ikiye ayrılarak İsrailoğulları’nın kurtulmasının sağlanmasının sıradışı bir olay olması; böyle bir olayın bir daha gerçekleşeceği anlamına gelmez. Böyle bir durumun gerçekleşmeyeceğini söylemek; Allah(cc)'nin kullarına yardım etmeyeceği anlamına da gelmez.

Denizin yarılması üzerinden verilen mesaj; Allah(cc)’nin, zulümden kurtulmak için en üst seviyede gayret gösteren kullarına vermiş olduğu, onları zalimler elinden kurtarma sözünün gerçek olduğunun canlı bir ifadesidir. İsrailoğulları’nın kurtuluşu; denizin yarılması ile gerçekleşmesine rağmen, daha önceki yıllar içinde yapılan kurtuluş faaliyetlerinin, Allah(cc)’nin kullarına ve elçilerine söz verdiği onları zalimlerden kurtarma sünnetinin, kullara düşen kısmını yerine getirmeleri sonucunda gerçekleşmiştir. Allah(cc) zalimlerin yıkılarak mazlumların iş başına geçmesi için bir takım yasalar koymuş ve bu yasalara tabi olarak çalışıldığı takdirde kullarına yardım edeceğine söz vermiştir. Denizin yarılma olayı mazlumlara verilen bu sözün lafta kalan bir söz olmadığının açık bir göstergesidir.

2. İSRAİLOĞULLARI İLE OLAN MÜCADELE

Ancak mazlumlar zalimlerin elinden kurtulduktan sonra rol değiştirip, zalim rolune soyunacak olurlarsa; aynı yasalar bu sefer dünkü mazlum bugünkü zalimlerin üzerinde de işleyecektir. İsrailoğulları’nın denizin karşı kıyısına geçtikten sonra yapmış oldukları nankörlükler yüzünden başlarına gelenler, bu yasanın sadece onlara değil evrensel olduğu ve bütün zalimlere uygulanacağını göstermektedir.

Denizin öte yanına geçtiklerinde müşrik bir kavme rastlayan İsrailoğulları, Musa(as)'dan o kavmin putları gibi bir put yapmasını istemiş, Tur Dağı’na 40 günlük bir süre için çıkmasını fırsat bilenler hemen buzağı heykeli yapıp “Musa'nın ilahı bu fakat unuttu" diyerek halkı aldatmışlar (ARAF 137, 148), kesmeleri gereken ineği kırk dereden su getirerek kesmişler (BAKARA 67-74), kendilerine nimet olarak sunulanları beğenmeyerek daha başka yiyecekler istemişler (BAKARA 61), girmeleri istenen şehre girmeyi red ederek "sen ve Rabbin gidin savaşın” demiş ve Musa(as)'ı yalnız bırakmışlardır.

Kur'an genelinde, daha bir çok nankörlük örnekliklerini gördüğümüz İsrailoğulları; prototip bir kavim olarak mazlum iken zalimleşenlerin nasıl bir sona uğradığının canlı örneği olarak karşımızdadır. İSRA 2-8 ayetleri; bu kavim üzerinden ulusların yükseliş ve düşüşlerinin yasasının nasıl gerçekleştiğini bizlere göstermektedir.

Bugüne gelecek olursak; ezilen mazlumlar, ezen zalimlerin tasallutundan kurtulmak için Musa(as) ve İsrailoğulları gibi "Mısır direnişi" diyebileceğimiz bir örnekliği Kur’an'dan okumak zorundadırlar. Zalimler mazlumlara en ağır baskıları revâ görebilirler. Bu da zalimin zalim olmasının bir gereğidir. Eğer mazlumlar bu zulme seyirci kalarak, sadece birilerinin gelip onları kurtaracaklarını umarlarsa; zulümden kurtulmaları asla mümkün olmayacaktır.

Burada önderlik dediğimiz olgu büyük bir önem taşımaktadır. Örgütlenmeden, başıbozuk bir şekilde, bölük börçük parçalar halinde yapılan zulme başkaldırı hareketleri meyvesini vermez. Aksine zalimlerin ekmeğine yağ sürer. YUNUS 87 ayetinde emredilen hareket süreci; önemli bir süreç olup, çileli ve meşakkatli bir yolculuktur, sabır isteyen bir süreçtir. Liderlik vasıflarına haiz olan kimsenin bu işin ehli olmasının ve emri altında olan farklı karakterdeki insanları yönetmesinin kolay bir şey olmadığı malumdur. Musa(as)’ın; bir yöneticide olması gereken baskın ve sert bir karakterde olması, bu işi başarmasında önemli bir rol oynadığını düşünmekteyiz.

[007.129] Kavmi de ona: «Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da işkenceye uğratıldık.» dediler. O da: «Umulur ki, Rabbiniz hasımınızı helak edip de sizi yeryüzünde halife kılacak ve sizin nasıl işler yapacağınıza bakacaktır.»
ARAF 129 ayeti; direniş süreci içinde olması muhtemel bazı sabırsızlık örneklerinin nasıl bertaraf edilebileceğinin ipuçlarını vermesi bakımından önemli mesajlar taşımaktadır. Her topluluk içinde o topluluğa ayak bağı olabilecek düşünceler ve kişiler mutlaka çıkacaktır. 

Özellikle Medine’de nâzil olan ayetlerde ortaya çıkan, savaştan geri kalanların iki farklı karakter taşıdıklarını görürüz;

1. Müslüman olmasına rağmen savaşın zorluğuna katlanmaya cesaret edemeyen tip,
2. Menfaatleri doğrultusunda iman etmiş görünen fakat iman etmeyen, her defasında Müslümanların tekerine çomak sokmaya çalışan münafık tip.

Bu iki tipi biribirinden ayırmamızı sağlayan ayetler bir toplum içinde olması muhtemel tipleri anlatmaktadır.

İsrailoğulları içindede bu tip insanlar olmasına rağmen liderlik vasıflarını son derece iyi kuşanmış olan Musa(as), bu tür sıkıntılı durumları yönetmesini bilerek İsrailoğulları’nın kurtuluş sürecini ustalıkla yönetmiştir.

Sonuç olarak; Kur'an kıssaları içinde önemli bir hacmi olan Musa(as) kıssasını, iki ana başlık altında değerlendirmeye çalıştığımız takdirde; onlarca alt başlık açılarak gündem edilmesi gereken konular çıkacak kadar geniş ve evrensel mesajları olan bir kıssadır. Firavun ve yandaşları olan aktörlerin nasıl bir süreç içinde yıkılmış olduğu, yine kıssa içindeki ayetlerin okunması ile bizlere öğretilerek, bizlerin bundan sonraki zalimleri yıkma çalışmalarında örneklik olarak sunulmuştur.

Mazlumların zulümden kurtulduktan sonra zalim rolunü üstlenmeleri, bu sefer onların yıkımlarını beraberinden getirmiş olması, Firavun zulmünden kurtulduktan sonra zalimleşen İsrailoğulları üzerinden canlı olarak bizlere anlatılarak aynı yolu izlemememiz hatırlatılmaktadır.

Musa(as) kıssası okunurken bu tür bir değerlendirme ile okunacak olursa, kıssalar üzerinden verilmek istenen Tevhid ve Şirk mücadelesinin aktörlerinin, sadece yaşamış bitmiş şahıslar olmadığı, evrensellik taşıyan bir karaktere sahip olduğu görülerek, Kur’an’ın yaşanan zamana hitap eden beyanları olduğu görülecektir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

--

22 Eylül 2014 Pazartesi

Nuh(as)'ın 950 Yıllık Sabrı ve Yunus(as)'ın Sabırsızlığı


Kur'an kıssaları, taşıdıkları mesaj itibarı ile evrensellik taşıyan anlatımlar olup; yaşandığı zaman ve mekana hapsedilerek anlaşılmaya çalışıldığı takdirde, anlatımlardan alınması gereken ibretlerin alınamamış olacağını, kıssalar konusu ile ilgili yazılarımızda özellikle vurgulamaya çalışmıştık.

Kur'an'ın, Muhammed(as)'a vahyedilmesine başlanır başlanmaz, ona tebliğ sürecinde zorluklarla karşılacağı haberi verilerek "Balık sahibi gibi olma" (KALEM 48) buyurulmaktadır. Yunus(as)'ın örnekliğinde, tebliğ sürecinde başına gelen ezâlara katlanamayarak kavmini terketmesi ve bunun sonucunda balık tarafından yutulması ve pişmanlık göstererek tevbe etmesinin ardından yeniden elçi olarak kavmine geri döndürülmesi ve o kavmin ona iman etmesi, ENBİYA ve SAFFAT Sureleri'nde  anlatılmaktadır.

Nuh(as) da; kıssası bir çok surede anlatılan bir elçi olması nedeniyle, onun kıssası da ibret vesikaları ile doludur. Onu diğer elçilerden ayıran özelliği ANKEBUT 14 ayetinde "Andolsun ki; Biz, Nuh'u, kavmine gönderdik. Aralarında elli yılı müstesna olmak üzere bin yıl kaldı. Sonunda onlar, zulme devam edip dururken kendilerini tufan yakalayıverdi." şeklinde buyurulmasıdır. Bu ayet içinde Nuh(as)'ın 950 sene kavmi içinde kaldığı beyan edilmektedir.

Bu kadar sene kalmasını "olmaz öyle şey, yıl değil olsa olsa aydır" olarak mı, yoksa bu kadar kalmış olmasının bizlere anlatılmasının sebebini sabır olgusu açısındanmı okumak lazımdır? Öncelikle birinci iddia üzerinde kısaca durmak istiyoruz.

Kıssaları mesaj içerikli okuma yöntemini tercih etmeyerek, yaşandığı zaman ve mekana hapsetmek ve sıradışı olan bazı durumları akla uydurarak okuma yöntemi içinde okunan Yunus(as) kıssasında, "balık Yunus'u değil, Yunus balığı yutmuş olabilir" veya "böyle bir olay hakiki; olarak değil, olsa olsa mecazdır mecaz" denilerek geçiştirilmeye çalışılmıştır. Bu konuyu daha önceki yazılarımızda anlamaya çalıştığımız için daha fazla uzatmak istemiyoruz.

Kıssaları mesaj içerikli okuma yöntemini tercih etmeyerek, yaşandığı zaman ve mekana hapsetmek ve sıradışı olan bazı durumları akla uydurarak okuma yöntemi içinde okunan Nuh(as) kıssasında; onun kavmi içinde 950 yıl kalmış olması bir insan ömrünün bu kadar uzun olamayacağından hareketle yıl yerine ay olarak anlaşılması gerektiğini ileri sürenlere rastlamaktayız.

Sümerler'in kullandıkları takvimde yıl olmadığı, 29-30 günlük sürenin "yıl" olarak adlandırıldığından hareketle Nuh(as)'ın yaşadığı sürenin, 1000 aya tekabül eden yıl kadar yaşamış olması gerektiği dile getirilmektedir.

Bu düşünceleri sahiplenen kişilerin özellikle Kur'an dışı bilgiler olan Hadis ve Sünnet'e olan karşı tutumları "sadece Kur'an" söylemini dillerinden düşürmediklerini görmekle birlikte, Sümerler'in kullandıkları takvim üzerinden Kur'an'da geçen "a men" (yıl) kelimesini rivayetlere vurarak anlama gayretinde olmaları kendileri için ne yaman bir çelişkidir.

Nuh(as); 950 sene değil de çok uzun yıllar kalmış olsaydı, Kur'an bunu o şekilde söylerdi. Ama net olarak yıl adedi vermesi; onun ne kadar sabır gerektiren bir sürece katlanmış olduğunun görülmesi içindir.

"Sadece Kur'an" demenin içini doğru olarak doldurmak istiyorsak, bu kelimenin geçtiği şu ayetler bizlere gerekli bilgiyi verecek ve Sümerler'in kullandığı iddia edilen takvim rivayetlerine itibar etmenin ne kadar yanlış olduğu görülecektir (2.259- 9.126-12.49-9.37.28-31.14).

"Essabru" kelimesi "nefsi; aklın ve şeriatın gerektirdiği şekilde bazı şeylerden hapsedip alıkoymak" anlamındadır. Muhammed(as)'a tebliğ sürecinde karşılaştığı sıkıntıları dışa vurmadan içinde saklaması "sabır" kelimesi ile ifade edilen ayetlerde görülmektedir.

[Ahkaf s. 035] Artık sabret, resûllerden azim sahiplerinin sabrettiği gibi ve onlar için acele etme. Sanki onlar vaadolunduklarını görecekleri gün, gündüzden bir saatten başka durmamışlar gibi olacaklardır. (Bu) Bir tebliğdir, fâsıklar olan kavimden başkası, helâke uğratılacak mıdır?

[Yunus s.109] Sana vahyedilene uy; Allah hükmünü verene kadar sabret. O, hüküm verenlerin en iyisidir.

[Hud s. 049] İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O halde sabret. Çünkü iyi sonuç (sabredip) sakınanlarındır.

[Hud s.115] Sabret, Allah iyi davrananların ecrini elbette zayi etmez.

[Nahl s.127] Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyladır; onlara üzülme, kurdukları düzenlerden de endişe etme.

[Kehf s.28] Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma.

[Taha s.130] Onların dediklerine sabret; güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et; gece saatlerinde ve gündüzleri de tesbih et ki Rabbinin rızasına eresin.

[Rum s.60] Sabret ki, Allah'ın sözü şüphesiz gerçektir. Kesin olarak inanmayanlar seni hafife almasınlar.

[İnsan s.24] Rabbinin hükmüne kadar sabret; onların günah işleyen ve inkarcı olanlarına uyma.

[Müzzemmil s.10] Başkalarının sözlerine sabret ve onları güzel bir terkedişle terket

Muhammed(as)'ın tebliğ sürecince karşılaştığı sıkıntılara sabretmesini öğütleyen ayetler Kur'an'ın bir çok suresinde mevcuttur. Bu öğüt ile birlikte Muhammed(as)'a; kendinden önce geçen elçilerden olan Yunus(as)'ın bu öğüdü yerine getirmediği için başına gelenler anlatılarak, bir çeşit tehdit verilmektedir. Nuh(as)'ın yaşadığı hayat süresinden örnek verilerek ne kadar sabırlı olduğu ve bu uzun zaman içinde ona ne kadar az kişinin iman ettiği anlatılarak ümitsizliğe düşmemesi öğütlenmektedir.

Aynı öğüt ve tehditler bizler için de geçerli olup, Allah(cc)'nin dinini yaşama noktasında karşımıza çıkacak olan zorluklara katlanmak gibi bir mecburiyetimiz olduğu vurgulanarak, bunun tersi bir eylemin Yunus(as)'a verilen ceza gibi karşılık bulacağı bizlere anlatılmaktadır.

Sabır kelimesinin içeriğinde; başa gelene ses etmemek veya taviz vererek kendisini bazı zararlardan korumak şeklinde bir durum asla yoktur. Mekke sürecinde yapılan sabır örneği; başa gelen ezalara sabretmei emretmekle birlikte, süreç içinde din konusunda kimse ile taviz pazarlığı yapılmaması, onlardan küçük bir adım için herhangi bir şekilde asla taviz verilmemesi, onlardan da hiç bir şekilde taviz kabul edilmemesi emredilmektedir.

Günümüzde Türkiye Müslümanlarının bir kısmının mevcut iktidar tarafından bir takım tavizler ile susturulmuş olması, din konusunda yapılan en büyük stratejik hatalardandır. Dün "İslam devleti" sloganları ile ortalığı çınlatan bir kısım Müslüman, bugün "yoksa siz hala ordamısınız?" diyerek, eski söylemlerin artık değerini kaybettiği ve bugün mevcut iktidarın verdiği tavizlerin yeterli olduğu düşüncesini taşıyor olması, bu yolda sabredilmemiş olması ve Yunus(as) gibi tebliği terkedip kaçmak anlamına gelmektedir. Tabi ki hiçbir şey bitmiş değildir; Muhammed(as)'a tebliğ sürecinde inen ayetler doğrultusunda yeniden bir düşünce ihtilali yaparak, bu yanlıştan kurtulmak ve Yunus(as) kavminin misali hedefe ulaşmak mümkündür.

Sonuç olarak; kıssalardaki yaşanmışlıklar vasıtası ile bizlere örnek olarak gösterilen Elçilerin yaşantıları, Nuh(as)'ın sabır örneği, Yunus(as)'ın sabırsızlık örneği olarak karşımızdadır. "Parmak ayı gösterirken, aya değil parmağa bakmak" misali, okunan kıssalarda bu Elçilerin başlarından geçenlerin bizler için örnek teşkil edip etmediği sorusunun cevabı aranmadan, sadece yaşanmışlık içindeki bazı sıra dışı olayların akla uydurulmaya çalışılması ve bunun için dışardan alınan rivayetlerin delil gösterilmesi traji-komik bir durumdur. Kıssaları mesaj içerikli olarak yapılan bir okumada, Yunus(as)'ın balık tarafından yutulması, Nuh(as)'ın 950 sene tebliğ de bulunması; "sadece Kur'an" söylemine uygun olarak Kur'an dışı bilgiler ile değil, Kur'an içi bilgiler ile okunduğunda ibret ve örneklik olarak bizlere, yürüdüğümüz yolda karşımıza çıkacak olan engelleri nasıl aşmamız gerektiğinin püf noktalarını vermiş olduğu görülecektir.

Nuh (a.s) kaç yıl yaşadığının anlatılma sebebini onun inkarcı kavminin karşısında gösterdiği sabır örneğini önce Muhammed (a.s) ve onunlar birlikte olan ashabının bu örneği dikkate alması, sonra bu örneği kıyamete kadar gelecek olan Müslümanların dikkate alarak sabır konusuna dikkat çekilmesi açısından okuduğumuz zaman, gereksiz tartışmaların da önü alınmış olacaktır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

20 Eylül 2014 Cumartesi

İnsanlığın Kadim Ritüeli "Kurban"

İnsan; yaratılış itibarı ile kendisine sığınabileceği ve başkasından gelecek tehlikelere karşı korunabileceği bir varlığın himayesinde olduğunu hissetmek ister ve bunları hissettiği varlığa karşı bir takım "ritüel" dediğimiz törenler icra eder. "Kurban" adı verilen yakınlık takdimleri de bu duygudan kaynaklanarak "İlah" olarak kabul edilen varlığa karşı yapılan bir takım sunumlardır.

"Beyt" kelimesinin "gece karanlığından ve tehlikeden sığınılan yer" anlamına gelmesinden hareketle, "Beytullah" teriminin ne demek olduğu daha doğru anlaşılacaktır. Kur'an'ın "Zulumat" (karanlık) kelimesini mecaz anlamda kullanmış olması, insanların küfür karanlığından ve tehlikesinden sığınmaya ihtiyaç duyduğu bir yer olması gerektiğinden hareketle; Mekke'deki "Kâbe"nin bu isimle anılarak oradaki yapıya karşı yapılan bir takım ritüellerin bu sığınışın bir ifadesidir. Bu izahı yapma sebebimiz; yazımızın konusu olan kurban ibadetinin Kabe ile olan bağı olup, yazımızın ilerleyen bölümlerinde ilgili ayetleri örnek vererek konu ile bağını anlamaya çalışacağız.

"Kurban" kelimesi; "yakın olmak", "yaklaşmak", "yakınlık" anlamına gelen "karebe" kelimesinden türemiştir. Kur'an'da geçen bu tür yakınlık gösterisi; "Adem'in iki oğlunun kıssası" adı altında, MAİDE 27-32 ayetleri arasında anlatılmaktadır.

İbrahim(as)'in müşrik kavminden kurtulduktan sonra, hayatının ikinci kısmı diyebileceğimiz bölümler; BAKARA, İBRAHİM ve HACC Sureleri'nde anlatılmaktadır. Hayatının bu bölümünde, insanlar için ilk kurulan evin temellerinin olduğu (3:96) topraklara gelen atamızın, buraya geliş sebebini İBRAHİM 35-41 ayetleri arasında görmekteyiz. BAKARA 124-129 ayetleri arasında, oğlu ile Beyt'in temellerini yükselten İbrahim(as)'in; 128. ayette "Rabbimiz ve menasıkımızı (ibadet yöntemlerimizi) göster" şeklindeki duasını görmekteyiz. 

"Menasık" kelimesi; "neseka" kelimesinden türeyen, "yeri ıslah için gübrelemek", "elbiseyi suyla yıkayıp temizlemek", "eve gelmek" gibi anlamları olan bir kelimedir. "Mensek" kelimesinin "Neseka" kelimesinin "zaman ve mekan ismi" sigasından türemiş olması, zamanlı ve mekanlı bir ibadeti çağrıştırmış olduğunu göstermektedir. Istılahi olarak; zamanlı ve mekanlı bir ibadet olan "Hacc" ve orada yapılan ritüeller için kullanılmıştır. Toprağı gübrelemek ve elbiseyi temizlemekten hâsıl olması istenen muradı düşünecek olursak, kelimenin lûgat anlamı ile ıstılah anlamı arasında bir benzerlik kurmak mümkündür.

Hacc ibadeti; "Beyt" kelimesinin anlamından hareketle Mekke'deki "Beytullah" etrafında yapılan bir takım sembolik hareketlerin toplamından ibarettir. Küfrün karanlığından ve tehlikesinden "Allah'ın evi"ne sığınmanın ifade ettiği anlamın şuur boyutunu düşüncek olursak, bizler için çok şeyler ifade ettiği görülecektir. Oradaki "Beyt"e karşı olan tazim hareketlerinin, bu şuurun bir dışa vurumu olduğunu bilen hacılar artık sadece İlah olarak Allah(cc)'ı bilmek gerektiği, sahte ilahları red etmek demek olduğunu, şeytanları alkışlamanın yanlış olduğunu göstererek onları recm ettiğini İlah olarak kabul ettiği varlığa bir nevi deklere eder.

"Kurban" ritüelinin Hacc ibadeti içinde yapılması gereken bir amel olduğu ilgili ayetlerin beyanından anlaşılmaktadır.

[022.034] Biz her ümmet için bir «Mensek» kıldık, O'nun kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine Allah'ın adını ansınlar diye. İşte sizin ilahınız bir tek ilahtır, artık yalnızca O'na teslim olun. Sen alçak gönüllü olanlara müjde ver. 

[022.036] Ve develeri de sizin için Allah'ın şeâirinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Artık onların üzerlerine birer ayakları bağlı, üçer ayakları bağlı, üçer ayakları üzerine kâim bulundukları halde Allah'ın ismini zikredin. Yanları üzerine yere düşünce de artık etlerinden yeyin; haline kanaat edip istemeyene de ve isteyene de yediriniz. Onları size öylece musahhar kıldık, tâ ki şükredesiniz.

[022.037]  Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz, ancak O'na sizden takva ulaşır. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidayet vermesine karşılık Allah'ı tekbir etmeniz için. Güzellikte bulunanlara müjde ver.

[022.067]  Biz her ümmete bir ibadet-tarzı (Mensek) kıldık, onlar bu tarz üzere ibadet etmektedirler. Öyleyse, (din) iş(in) de seninle çekişmesinler. Sen, Rabbine çağır. Şüphesiz sen dosdoğru bir hidayet üzerindesin.

Bu ayetleri okuyunca şöyle bir soru akla gelecektir; "kurban ibadeti Hacc mekanına has bir ibadet ise, bu mekan haricinde kesilen kurbanların durumu nedir?".

Ayetlerin bize verdiği mesajdan anlaşıldığı üzere, yapılan bu kurban ritüeli Mekke şehri sınırları içinde yapılan Hacc ibadetinin bir rüknüdür. Mesela; bu hac rüknünün içinde olarak yapılan şeytan taşlama ritüelini, herkes kendi beldesinde bir meydana kurduğu taşlama mekanında yapsa, bunun Hacc mekanı haricinde yapılması gibi bir durum olmadığı için ne gibi bir değeri olabilir (şeytan taşlamanın gerekli olup olmamadığı tartışması bir tarafa, sadece misal olarak verilmiştir)?

Kurban ritüeli de aynı şekilde belirli zaman ve mekanda icra edilmesi gerektiği için; Hacc mekanı dışında yapılan bu ritüelin vucub noktasında bir gereği yoktur. Bunu söylerken, yapılmasının herhangi bir vebali olduğunu söylemek istemiyoruz ancak insanların bu ibadeti bir vucubiyet olarak algılayarak yapmasını veya borca girme pahasına bu ibadeti icra etmesinin herhangi bir gereği olmadığını ifade etmek istiyoruz.

Bardağın dolu tarafını görme açısından şunları söylemek mümkündür; bugün ülkemizdeki yardım kuruluşları vasıtası ile organize edilen kurban kesimleri, halkının ihtiyaç içinde olduğu ülkelerde yapılarak oradaki muhtaç insanlara faydalı olmaktadır. Ancak istisnaları olmakla beraber ülke içinde bu ibadeti yerine getirenlerin bir çoğu olayın, şuur boyutundan mahrum bırakarak sadece et yemek üzerine bir ritüeli(!) ifâ etmektedir.

"Kurban" ibadetinin geçmişine gidecek olursak; İbrahim(as)'in geç yaşında olan oğlu İsmail'i, gördüğü rüya üzerine boğazlamaya götürmesi, bu olayın bir deneme olduğu, bu denemeyi başarıyla geçen İbrahim ve oğlu İsmail'e kurbanlık bir hayvan verildiği SAFFAT Suresi içinde geçen kıssasındaki ayetlerden öğrenmekteyiz.

Bu denemenin perde arkasına baktığımız zaman; İbrahim(as)'in en sevdiğini Allah(cc) için kurban etmeye kalkmasının arkasında; Allah(cc)'a olan kulluk bilincinin evlat sevgisinden daha ağır basmış olduğu görülür. Bizler bu olayı yâd ederek, bizimde en sevdiğimizi onun yolunda harcamaktan çekinmeyecemize dair bir gösteri sunmuş olmaktayız.

Bugün yapılan bu eylemin zaman içinde boyutunun et yemek ritüeline(!) dönüşmüş olması, bu olayın yeniden şuur boyutunun ayağa kaldırılmasını ve tevhîdî bir boyuta dündürülemesi gereğinin aciliyetini göstermektedir.

İbrahim(as)'in duasına karşılık Mekke'nin bir Hacc mekanı olması ve orada Allah(cc)'a olan kulluk şuurunun sembolik hareketler ile ifade edilmesi olayı; zaman içinde şekil değiştirerek şirk unsurların karıştığı bir ibadet haline gelmiştir. Hacc ibadeti içinde yapılan kurban kesimi, Kabe içinde bulunan putların adı anılarak kesilir olmuş ve bu durum Allah(cc) tarafından "şirk" olarak vasıflandırılmıştır. Kur'an içinde birçok ayet, bu eylemin yanlışlığına vurgu yaparak; bu tür kesilmiş olan hayvanların etlerini "haram" olarak nitelemiş ve kesilen hayvanın "helal" olması için putların adının anılmış olmaması ve Allah adı anılmış olması esasını getirmiştir.

Sonuç olarak; genel olarak ana hatları ile ifade etmeye etmeye çalıştığımız kurban ibadeti, insanlığın ilahına karşı olan bir fedakarlık gösterisinin bir dışa vurumu olup, zaman içinde şirk unsurları karıştırılarak olması gereken yönünden çevrilmiştir. Kur'an bu durumu yeniden olması gereken boyutuna çevirmesine rağmen, bu ibadet zaman içinde geleneksel bir hale gelmiş ve yine şuur boyutundan başka bir yöne çevrilerek et yeme ritüeli haline getirilmiştir.

"Nusuk" kelimesinin "zamanlı ve mekanlı bir ibadet" anlamından hareketle; bu ibadet sadece hacc mekanı ve zamanı dahilinde icra edilmesi gerekmekte olup, bu mekan ve zaman haricinde ifâ edilmesinin herhangi bir vucubiyeti olmamakla birlikte, sadece birlik ve beraberliği güçlendirme açısından faydalı olduğunu düşünmekteyiz. Kişilerin kendilerini böyle bir yükümlülük altına sokarak kredi kartı vb. işlemlerle bunları yapmasının hiç gereği yoktur.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR


16 Eylül 2014 Salı

Kasas s. 4.ve 5. Ayetlerini Türkiye Örneği Üzerinden Okumak

Musa(as) kıssası; Kur'an'da en fazla yer tutması itibarı ile mesaj taşıyan kıssaların başında gelmektedir. Musa(as)'nın kavmi olan İsrailoğulları prototip bir kavim olarak Kur'an'da yerini bulmuş, müstaz'af ve müstekbirlerin, arz üzerine konulmuş olan yasalar gereği nasıl başarıya ulaştıkları veya nasıl fesadlarına son verildiği, bu kavim üzerinden yaşanmış canlı örnekleri ile anlatılmıştır.

İsrailoğulları kavmini;

1- Müstaz'af oldukları zamanlar (Firavun zulmü altında inledikleri zamandan, denizin karşı kıyısına kadar geçen zamana kadar),
2- Müstekbir oldukları zamanlar (denizin karşı kıyısından, tâ ki Müslümanlar ile karşılaştıkları Medine'ye kadar)

şeklinde iki ayrı bölüm başlığı içinde inceleyerek, Allah(cc)'ın koymuş olduğu yasaların işleyişlerinin canlı örneklerini bu kavim üzerinden okuyabiliriz.

Allah(cc)'ın koymuş olduğu yasaların işleyişinin bu kavim üzerinden anlatılması demenin, bu yasaların sadece bu kavme özgü bir işleyişi olduğu zannedilmemelidir. İsrailoğulları'na uygulanan zulmü veya İsrailoğulları'nın yaptığı fesadı yapan bütün uluslar ve iktidarlar yasa gereği yıkılmaya mahkumdur.

KASAS 4 ve 5 ayetleri; müstekbirlerin Firavun'un şahsında nasıl yıkıldığı, müstaz'afların İsrailoğulları şahsında nasıl bir yasa ile feraha çıktıklarının anlatıldığı ayetler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur'an kıssaları sadece yaşanmış bitmiş hikayeler olarak okunduğunda, Kur'an'ın bu tür mesajlarını maalesef anlama imkanı yoktur.

İsrailoğulları'nın Firavun zulmü altında inlediği zamanı hatırlayacak olursak; Kur'an ayetlerinden anlaşılacağı üzere, onlara büyük bir soykırım uygulanmakta idi. Musa(as) ve kardeşi Harun(as); kavimlerini Firavun zulmunden kurtarmak için Allah(cc) tarafından gönderildiler. Firavun bu elçilerin itaat isteklerini red ederek sihirbazları ile Musa(as)'yı düelloya davet etti ve sonuç olarak sihirbazlar "Musa(as) ve Harun(as)'un rabbine iman ettik" diyerek secdeye kapandılar. Bunu takip eden olaylarda İsrailoğulları'na yeniden bir soykırım başlamış ve yıllarca süren büyük bir sıkıntı ile karşı karşıya gelmişlerdir.

Yıllar süren bu dönem içinde nasıl bir strateji takip ederek çalışmaları gerektiği YUNUS 87 ayetinde şöyle beyan edilmiştir;

[010.087] Biz de Musa ile kardeşine şöyle vahyettik. «Kavminiz için Mısır'da bir takım evler hazırlayın, evlerinizi kıble edinin ve salatı ayakta tutun! Bir de mü'minleri müjdele!

Allah(cc)'ın İsrailoğulları'na vahyetmiş olduğu bu çalışma şekli, zulüm altında olan insanların zalimlerin eline geçmemek için yürütmesi gereken bir çeşit yeraltı faaliyeti olup; İsrailoğulları denizin karşı kıyısına kadar geçen yıllar içinde uğradıkları zulmü bertaraf etmek için bu tür bir çalışma içinde olmuşlardır.

Bizler Musa(as) kıssasını güncel mesajları olan bir kıssa olarak okumadığımız için, yaşanmış olayların bizler için nasıl bir mesaj taşıdığını pek düşünmemekteyiz. Şayet bu anlatımların mesaj içerikli olduğunu anlar ve öyle bir metod ile okursak, kıssalar bizlerin hayatı içinde birer işaret taşı olacaktır. İsrailoğulları'nın denizin karşı kıyısına geçmelerine kadar geçen zaman içinde mücadele içinde bir hayat geçirdikleri bu ayetten anlaşılmaktadır.

Allah(cc), koyduğu yasa gereği kullarına yardım etme kuralını; o kulun çalışma ve gayret etme şartına bağlamış olup, kulları arasında "mü'min" veya "kafir" şeklinde bir ayrım yapmaz ve herkese çalıştığının karşılığını dünya hayatında verir. İsrailoğulları Firavun zulmünden kurtulmak için asla yıllarca yan gelip yatmamışlardır, aksine Allah(cc)'ın onlara YUNUS 87 ayeti içinde emredilen çalışma metodunu uygulamışlardır. İşte bu çalışma karşılığında Allah(cc)'ın çalışan kuluna yardım etme kuralının kendileri lehine işlemesine nail olmuşlardır. 


Allah(cc)'ın koyduğu yasa gereği; Firavun örneği müstekbirler yıkılmaya mahkumdur ancak onların yıkılma kuralı mazlumların ayağa kalkarak zalimlere karşı başkaldırması şeklinde olacaktır. Hiçbir zalim mazlumların sadece duası ile asla yıkılmaz. Zalim yöneticilerin insanlar üzerine uyguladığı baskı örneği Firavun'un İsrailoğulları'na uyguladığı baskı örneğinin bir benzeri olduğu takdirde; bu şekil baskı yönetimleri yıkılmaya mahkumdur. Dünya tarihinde bu tür ayaklanmalar sonucu yıkılan birçok iktidar örneği bilinmektedir. Bu örneği; uzağa gitmeye gerek yok, ülkemiz üzerinden görmeye çalışalım. KASAS 4 ayeti; Firavun zulmünün nasıl tezahür ettiğini bizlere şu şekilde anlatmaktadır.

[028.004] Firavun ülkesinde ululandı ve zorbalığa kalktı, halkını çeşitli sınıflara böldü. Onlardan bir topluluğu (İsrailoğulları'nı) zayıflatıyor, oğullarını kesiyor, kadınları sağ bırakıyordu. Çünkü o bozguncunun biriydi.

Şimdi bu ayetteki "Firavun" kelimesi yerine "T.C" kelimelerini, zayıf bırakılan halkın yerine "Kürtleri" koyalım ve ayeti okuyalım. Bilindiği üzere T.C sınırları içinde kendilerine "KÜRT" adı verilen bir kavim yaşamaktadır. Bu kavim, cumhuriyetin ilanından beri süregelen bir asimilasyona tâbi tutularak, özellikle dilleri konusunda büyük sıkıntılara sokulmuşlardır. T.C'nin kuruluşunun ilk yıllarında isyan ettikleri gerekçesi ile soykırımvâri bir işleme tabi tutuldukları da bilinen bir durumdur. Bu halkın üzerinde yaşadıkları topraklar "ŞARK" (doğu) olarak adlandırılarak Firavunvâri bir işlem olan ayrıma tabi tutulmuşlardır.

Yıllarca devlet memurlarını "ŞARK GÖREVİ" adı altında (şu an biraz farklı olarak yine devam etmektedir; batıdaki illerin bazı ilçeleri bu isim altında devlet memurlarına yeri olarak tahsis edilmiştir) bu topraklarda görev yapmaya mecbur etme sebebi; o bölge insanının geri bırakılarak tahsiline devam etme olanağı sunulmamış olması ve dolayısı ile o bölge insanının bu görevleri ifâ edebilecek tahsili yapamamış olmasındandır. O bölge insanına eşit bir imkan tanınarak tahsil imkanı sunulmuş olsaydı; o bölge insanı da diğer bölge insanları gibi görev alacak ve o bölgede olan memur açığı diğer bölgelerde yaşayan insanların buraya tayin edilerek onlara "şark görevi" adı altında mecburi hizmet zorlaması yapılmasına gerek kalmayacaktı 

"ŞARK" adı altında toprakları ayrılarak ötekileştirilen ve asimilasyona tâbi tutulan Kürtler, T.C'nin ırkçı faşist politikalarından nasibini alarak her köy, kasaba ve illerin meydanlarına "NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE" yazan afişlerle ve okullarda her gün bunlar söyletilerek şuur altlarında Kürt olduklarını unutmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Bu satırları yazan kişi bir Kürt değildir. Eğer T.C, Kürtler'in çoğunluk olduğu bir yer olmuş olsa ve yaşadığımız batı illerinden birisine gelip de "NE MUTLU KÜRDÜM DİYENE" şeklinde bir afiş asılsa ve okul çocuklarına her gün bunları tekrarlamaları mecbur tutulsa; tepkimiz acaba ne olurdu? Batı illerinde yaşayan bütün Türk ırkına mensup olanlar "biz Kürt değiliz ki, neden böyle söyleyelim?" diyerek ayağa kalkacaklardı. Şimdi sorarız; siz Türk olmayan bir kavme her gün "Türküm" diye zorlama yaparsanız, karşısındaki bir gün gelir buna isyan etmez mi?

Nitekim öyle de oldu; yıllarca baskı ve ötekileştirilmeye tâbi tutulan Kürtler, zaman içinde kendi kimliklerinin farkına vararak bu zulmü yapanlara karşı ayağa kalktı. Ayağa kalkan Kürtlerin isteklerini dile getiriş şekilleri bu yazının konusu değildir. Bu yazının konusu; zulme uğrayanların bir gün bir şekilde ayağa kalkacakları, eğer ayağa kalkışları kendilerini başarıya ulaşmalarını sağlayacak şekilde kararlı ise mutlaka başarıya ulaşacaklarıdır.

Kürt kavmine mensup insanların istekleri ne olursa olsun bu istekleri doğrultusunda Allah(cc)'ın koymuş olduğu yasalara uygun hareket ettikleri müddetçe, eninde sonunda başarıya ulaşacaklardır. Eğer kürtler T.C'den ayrılarak özerk bir devlet kurmak arzu ederlerse ve bu istekleri konusunda son derece kararlı olarak gayret ettikleri takdirde; yasalar gereği amaçlarına ulaşacaklardır. Bu satırların yazılma amacının bölücülük gayesi olmadığı, sadece zalimlik yapanların, zulme uğrayan mazlumlara tarafından bir gün yıkılmasının "Sünnetullah" olduğunun hatırlatılmasıdır.

Eğer T.C ötekileştirmeden vazgeçip, "ŞARK-GARP" şeklinde bir ayrım yapmayı terkederek ülkede yaşayan bütün insanlara eşit muamele yaptığı takdirde; iktidarların yıkılma sünnetinin kendisi üzerinde tezahür etmesinden kurtulacaktır. Bu günlerde konuşulmakta olan "açılım süreci" adı verilen durum tehlikenin farkına varılıp kürtlerin artık gözlerini açtığının T.C tarafından farkedildiğini göstermektedir. 


Kürt örneği sadece hepimizin şahit olduğu bir örnek olduğu için verilmiştir. Dünya tarihine şöyle bir göz attığımızda, mazlumların her ne adına olsun ayağa kalkmaları sonucunda, dünyanın bir çok kösesinde iktidarlar devrilmiş ve yerine yeni iktidarlar tesis edilmiştir. Bu tesis edilen iktidarlar aynı şekilde zulme başladıkları zaman başkaları tarafından yerle bir edilmiştir, bu dünya üzerinde konulmuş bir yasadır.

Dünya üzerinde kurulan herhangi bir iktidar hiç bir surette yönetmiş olduğu halk üzerinde ayrım, baskı, zulüm yapma hakkına sahip olamaz. İktidar sahiplerinin farklı din ve inanca veya ırka sahip olmaları, kendilerinin inançlarını taşımadığı veya kendi ırklarına mensup olmayan halka zulmetme hakkını vermez.

Firavun'un İsrailoğulları üzerinde kendisini böyle bir hak sahibi zannetmiş olması; onun yıkımını beraberinde getirmiştir. Firavun, halkı üzerinde ilahlık ve rablık iddiasında bulunarak büyüklenmiş ve bu büyüklenmesi onun hakim olduğunu iddia ettiği denizde boğulmasını önleyememiştir. İlahlık ve rablık iddia etmek sadece Firavun'a has bir durum değildir. Eğer yönetim kademesinde olan kişi veya kurumlar Allah(cc)'ın uhdesinde bulunan konularda onu bırakıp kendi yanlarından çıkardıklarını ortaya koyuyorlarsa, onların ilahlık ve rablık iddiasında bulunmaları anlamına gelmektedir. Her ne kadar Allah(cc)'ı rab ve ilah olarak tanımak iddiasında olsalar bile, O'nu yönetim kademesinde kabul etmedikleri takdirde, yine başkalarını ilah ve rab olarak tanımışlar anlamına gelmektedir.

[028.005] Biz de o yerde zayıf düşürülmeleri istenilen kimselere lütfetmek ve onları ileri gelenler kılmak ve onları (o yere) varisler kılmak irade ettik.

KASAS 5 ayeti; Firavunvâri yönetimler altında ezilenlerin, şayet bu yönetimlere baş kaldırdıkları takdirde koyulan yasalara uygun davrandıkları müddetçe başarıya ulaşacaklarını beyan etmektedir. "Koyulan yasalar ne demektir?" sorusuna şöyle bir cevap verebiliriz; 

Allah(cc); "Er-rahman" ismi mucibince yaratmış olduğu kulları arasında "mü'min" veya "kafir" ayrımı yapmadan çalışanlara hakkını verecektir. Eğer zalim bir iktidara başkaldıranlar Allah(cc) düşmanı olsalar bile, gerekli galibiyet için gerekli kurallara uydukları takdirde onları galip getirecektir. Dünya üzerindeki halk hareketlerine baktığımız zaman; bir çoğunun İslâmî bir kaygı taşımadığı görülmektedir. Müstaz'afların kimliği ne olursa gereğini yerine getirdikleri zaman, Allah(cc) onları zalimler üzerine galip getirecektir. Bugün Müslümanlar maalesef bu gereği yerine getirmeden, sadece dua ile bu işin olacağını zannederek zalimlere beddua seansları ile onların yıkılmalarını beklemelerinin boşuna olduğunu öğrendikleri gün; dünyadaki zalimlerin tahtları sarsılmaya başlayacaktır.

Şayet müstaz'aflar zalim yönetimlerden kurtulmak yönünde bir irade beyanında bulunmadıkları takdirde, Allah(cc)'ın onları bu zulümden kurtarma iradesi tecelli etmeyecektir. Allah(cc)'ın iradesi müstaz'afların bu yönetimlerden kurtulmak yönünde bir irade beyan etmeleri ve bu istekleri doğrultusunda çalışmaları şartı ile kurtulabilecekleri sünnetini koymuş olup, bu sünnetine aykırı olarak yattığı yerden istekte bulunanlara yardım etmez.

Sonuç olarak; İsrailoğulları örneği üzerinden Allah(cc)'ın zalim yönetimlerin yıkılma sünnetinin, arz üzerine koymuş olduğu yasalar ile işleyişi, onlara zulmeden Firavun örneğinde bizlere gösterilmiştir. Bu gösterilme sadece İsrailoğulları ve Firavun örneği ile sınırlı olmayıp, "evrensel yasalar" dediğimiz kıyamete kadar geçerli olacak kuralların Musa(as) zamanında işlemesidir. Bu yasanın işleyişi, eğer T.C eli altındaki Kürt kavmine, kuruluşundan beri uyguladığı asimilasyonu uygulamaya devam ettiği takdirde; ezilen kavmin haklarını aramak için ayağa kalkması ile sonuçlanacak ve bu ayağa kalkışları yine arz üzerine konulmuş olan galip gelme yasalarına uygun bir şekilde gerçekleştiği takdirde onların galibiyeti T.C'nin yenilgisi olarak sonuçlanacaktır. Böyle bir sonucu istemeyenler yıllardır Kürt kavmi üzerinde uyguladığı ayrımcılığı kaldırarak ülke insanını "Türk-Kürt", ülke toprağını "şark-garb" ayrımı yapmadan aynı görmek zorundadırlar. Bu yıkım sadece T.C için değil, dünya üzerinde geçmiş bir çok Firavunvâri yönetimin başına gelmiş olup, bundan sonra da bu tür iktidar kayıpları bütün zalimlerin başlarına gelecektir. 

Kur'an kıssaları sadece hikaye olarak değil geçmişlerin başından geçenlerin, gelecektekiler için bir ibret olduğu bilinci ile okunduğu takdirde; zalim yöneticilerin hiç bir zaman bâki olmayacakları bilinir. Zalimler bu bilinç içinde olduğu zaman; halklarına karşı daha yumuşak, mazlumlar bu bilinç içinde oldukları zaman zalim yöneticilere karşı daha dik bir duruş sergileyerek, onların diken üstünde oturmalarını sebeb olacaklardır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH(CC) BİLİR.

14 Eylül 2014 Pazar

Düşünce Tarihimizin Kara Sayfası "Nesih Teorisi"

"Nasih mensuh" teorisi adı altında geliştirilen; Kur'an ayetlerinin başka bir ayetle hükmünün kaldırıldığı iddiası, düşünce dünyamızın en problemli düşüncelerinden birisidir. Bu teori öyle bir hale getirilmiştir ki; alt kategori başlıkları ile genişletilerek traji-komik bir hale dönüştürülmüştür. Adı geçen kelimenin, önce lügat anlamına bakıp, daha sonra konu ile ilgili olarak delil getirilen ayetler üzerinde durmaya gayret edeceğiz.

Teoride adı geçen "nasih" kelimesi; nesheden yani ortadan kaldıran, "mensuh" kelimesi ise neshedilmiş yani ortadan kaldırılmış anlamına gelmektedir.

"Enneshü" kelimesi lügatte; "bir nesneyi kendisini takip eden bir başka nesne ile ortadan kaldırmak" ya da "gidermek" anlamına gelmektedir. Güneşin gölgeyi (neshuşşemsizzılli), gölgenin güneşi (neshuzzllişşemse), saçtaki ağarmanın gençliği gidermesi (neshüşşeybeşşebab) gibi. Bununla kimi zaman "izale etme", "ortadan kaldırma", "giderme" anlaşılır, kimi zaman "sabit" veya "payidar kılma" anlaşılır, kimi zaman da bunların her ikisi anlaşılır. "Neshülkitabi"; bir hükmün kendisini takib eden bir başka hüküm aracılığı ile izale edilmesi, ortadan kaldırılması ya da giderilmesi.

"Neshül kitabi"; kitabın ya da yazının mücerred suretini başka bir kitaba ya da aktarmak, bu işlem ilk suretin izale edilmesini veya ortadan kaldırılmasını gerektirmez (Elmüfredat).

Bu teori; tefsircilerin inen ayetler arasındaki bağı kuramamasından kaynaklanan bir düşünce olup, konu ile alakalı olarak uydurma olarak bile niteleyebileceğimiz bir tek hadis dahi gelmemiş olması; konunun tamamen sonraki tefsircilerin ürettikleri bir düşünce olduğunu göstermektedir. Bu teoriyi kabul edenlerin aralarında herhangi bir sayı birlikteliği olmaması; işin ne kadar göreceli olduğunuda göstermektedir. En az beş ayet ile en fazla ikiyüz elli ayet arasında hükmünün kalktığı(!), iddia edilen ayetler olduğunun iddia edilmiş olması ayeti anlamakta zorlanan tefsircinin ayetin neshedilmiş olduğunu iddia etmesi ile neticelenmiştir. Konuya delil getirilen ayetler BAKARA, NAHL ve A'LA Sureleri'nde olup, bu ayetleri bu ayetleri ele almaya çalışacağız.

Mâ nensah min âyetin ev nunsihâ ne'ti bi hayrin minhâ ev mislihâ e lem ta'lem ennallâhe alâ kulli şey’in kadîr(kadîrun).

[002.106] Biz bir âyetten her neyi nesh eder veya unutturursak ondan daha hayırlısını veya onun mislini getiririz. Bilmez misin ki Allah Teâlâ şüphe yok her şeye kemaliyle kâdirdir.

BAKARA 106. ayeti olan bu ayet; Kur'an içindeki ayetlerin birbirlerini nesh etmiş olduğu iddiasına delil getirilmektedir. Bu ayeti siyak ve sibak gözeterek okuduğumuz takdirde, Kur'an içinde herhangi bir ayetin hükmünün kaldırılacağına dair delil getirilmesine imkan görülmemektedir.

Mâ yeveddullezîne keferû min ehlil kitâbi ve lel muşrikîne en yunezzele aleykum min hayrin min rabbikum vallâhu yahtassu bi rahmetihî men yeşâu, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).

[002.105] Ne Kitap ehlinden, ne de müşriklerden hiçbiri, size Rabbinizden bir hayır indirilsin istemez. Allah ise, üstünlüğü, rahmetiyle dilediğine mahsus kılar ve Allah çok büyük lütuf sahibidir.

BAKARA 106 ayetini doğru anlamak; için bu surenin bütünlüğünü dikkate almak gerekmektedir. Sureyi kısaca hatırlayacak olursak; Medine'de nazil olan bir suredir ve içinde Ehl-i Kitap'a hitab eden ayetler mevcuttur. 105 ve 106. ayetler içinde geçen "Hayr" kelimesinin, 105. ayet içindeki anlamı, 106. ayeti anlamayı kolaylaştıracaktır. İndirilen Hayr'ın 105. ayette "Kitab" olduğu hatırlanacak olursa, 106. ayet içinde "nesh edilen bir şeyin daha hayırlısının getirilmesinin" ne demek olduğu anlaşılacaktır.

105. ayet içinde; Kitap Ehli ve müşriklerden olanların, mü'minlere indirilmesini istemedikleri "Hayr" kelimesi ile ifade edilmek istenen kitap olduğuna göre, neshedilen veya unutturulanın yerine daha hayırlısı olan şeyin kitap olduğu anlaşılmaktadır. Konu ile ilgili olarak NAHL Suresi'nde geçen ayetlere bir göz atalım;

Ve izâ beddelnâ âyeten mekâne âyetin vallâhu a’lemu bimâ yunezzilu kâlû innemâ ente mufter(mufterin), bel ekseruhum lâ ya’lemûn(ya’lemûne). 

[016.101] Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini çok iyi bilir- «Sen ancak bir iftiracısın» dediler. Hayır; onların çoğu bilmezler.

Kul nezzelehu rûhul kudusi min rabbike bil hakkı li yusebbitellezîne âmenû ve huden ve buşrâ lil muslimîn(muslimîne).

[016.102] De ki: Onu Ruh-el Kudüs, mü'minlerin imanını pekiştirmek, müslümanlara hidayet ve müjde olmak üzere Rabbın katından hak ile indirmiştir.

"Nasih mensuh" teorisine delil olarak getirilen ayetlerden birisi de NAHL 101 ayeti olup, bu ayet; önceki BAKARA Suresi ayeti gibi cımbızlanarak okunmuş ve siyak sibak gözetilmeden anlaşılmaya çalışılmıştır. 101. ayet içinde "Sen ancak bir iftiracısın" dedikleri şey; sanki Kur'an ayetleri içinde hükmü kaldırılan bir ayet varmış da Muhammed(as) bunu haber vermiş ve böyle bir itiraz ile karşılaşmış bir durum meydana gelmiş gibi anlaşılmıştır.

SEBE 34. ayet ve bezer ayetlerde "Karşılarında açık deliller halinde ayetleriniz okunduğu zaman o zalimler: «Bu, yalnızca sizi atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek isteyen bir adamdır!» dediler ve: «Bu (Kur'an), uydurulmuş bir iftiradan başka birşey değil!» dediler. Ve o küfredenler gerçek kendilerine geldiği vakit: «Bu apaçık bir büyüden başka birşey değildir!» dediler." şeklinde buyurulması; müşriklerin "iftira" dedikleri şeyin indirilen "kitap" olduğu açıkça anlaşılmasına rağmen, sadece anlamama sorunundan kaynaklanan bir durumu Kur'an'a onaylatmak için, ilgili ayetler bağlamdan kopuk olarak okunmuş ve "nasih mensuh" teorisinin Kur'an'dan delili(!) aranmaya çalışılmıştır.

A'LA Suresi 6 ve 7. ayetlerinde "Bundan böyle sana Kur’ân okutacağız da sen unutmayacaksın. Ancak Allah’ın dilediği müstesna." mealindeki ayetlerin; bazı ayetlerin inmiş olduğu, sonra bunların unutturulduğu şeklinde içler acısı bir düşünce ortaya atılarak bu traji-komik duruma kılıf giydirilmeye çalışılmıştır. Halbuki ayet içinde istisna getirilmiş olmasının, imkanlılığı değil aksine imkansızlığı anlattığı; yani Muhammed(as)'a indirilen Vahy'in unutturulmama garantisi olduğu, bu garantinin bizzat Allah(cc) tarafından verilmiş olduğu anlaşılmış olsaydı böyle bir hatalı anlayışa düşülmez idi.

Allah(cc)'nin elçileri vasıtası ile indirmiş olduğu kitapların aralarının ayrılması sonucunda böyle bir düşüncenin oluşturulmuş olduğunu düşünmekteyiz. İlk elçiden son elçiye kadar giden halkanın birbirinden ayrılmaması gerektiği bizlere Kur'anın bir beyanı iken, geleneksel düşünce içinde, önceki elçiler olan Musa(as) ve İsa(as)'ın Allah(cc)'ın elçisi oldukları maalesef unutularak "bizim peygamberimiz" terimi dillerimizde yerini almıştır. "Bizim peygamberimiz" tabiri; Muhammed(as) için kullanılır olup, şuur altında özellikle Musa(as) ve İsa(as) bizim peygamberimiz değilmiş gibi bir zan içine düşülmüştür. Amentü içinde bütün peygamberlere iman ettiğimizi söylememize rağmen, maalesef bu söz pratiğe yansımamıştır.

Peygamberlerin arasını ayırma gibi bir düşüncenin yansıması olarak görebileceğimiz "nasih mensuh" düşüncesi, eğer Tevrat, İncil ve adını bilmediğimiz bütün kitapların kaynağının aynı olduğunu bildiğimiz halde, bu bilgiyi pratiğe yansıtarak, Kur'an'dan önce nâzil olan kitaba iman ettiklerini iddia edenlerin, bu kitaplarındaki bir takım hükümlerin ortadan kaldırıldığı olarak, yani Allah(cc)'ın göndermiş olduğu Tevrat içinde geçen bazı hükümlerin artık neshedildiği şeklinde okunsaydı, Kur'an ayetlerinin içinde böyle bir durum olması akla bile gelmezdi.

Kur'an'ın beyanına göre; Allah(cc) İsrailoğulları'na, yapmış oldukları zulüm ve haksızlıklar nedeni ile onlara önceden helal olan bazı yiyecekleri haram kılmıştır. Bu yasakların bir kısmı İsa(as) ile, geri kalan kısmı Muhammed(as) ile helal kılınmıştır. Bu durumu ARAF 157 ayetinde görmemize rağmen, bu ayet yine bağlamdan kopuk olarak okunması neticesinde; sadece Muhammed(as)'in Kur'an harici helal haram yetkisi olduğu(!) düşüncesine dayanak edilmeye çalışılmıştır.

Kur'an ayetlerinin bağlam gözetilmeden okunması ve oluşturulmuş olan ön kabullerin Kur'an'a onaylattırılma çalışmasından başka bir şey olmayan "nasih mensuh" teorisi; şu 3 alt başlık altında kategorize edilerek düşünce dünyamızda kara bir sayfa olarak yerini bulmuştur. 

1- Metni bâki hükmü mensuh ayetler: Bu kategori altında sayıları 5-250 arasında, tefsircilerin anlayışına göre değişkenlik gösteren Kur'an ayetlerinin birbirlerinin hükümlerini ortadan kaldırmaları(!) söz konusudur.

2- Metni ve hükmü mensuh ayetler: Bu kategori altında; içler acısı bir durum olan Kur'an'ın korunmuşluğuna gölge düşüren bir sürü rivayet mevcut olup, Muhammed(as)'e indirilmiş fakat sonradan unutturulmuş(!) olan bir sürü ayetin mevcut olduğu iddiası söz konusudur.

3- Metni mensuh hükmü baki ayetler: Bu kategori altında; sadece tek bir ayet olup, söylemeye söz bulamayacağımız kadar kara bir sayfa bu kategoriye giren ayet sayesinde açılmıştır. Bu kategori altında zinâ eden evlilerin recm edilerek öldürülmeleri gerektiğine dair inen bir ayet(!) olduğu, Muhammed(as)'in vefatının telaşı sırasında Aişe validemizin odasındaki divanın altından bir keçi tarafından yenildiği, onun için mushafa konulmadığı ancak hükmünün âaki olduğu(!) şeklinde bir iftira ile İslam ceza hukukunun bir maddesi olarak ilave edilmiştir.

Sonuç olarak; hakkında uydurma bile diyemeceğimiz bir rivayet bulunmayan, "Kur'an ayetlerinin hükmünün başka bir ayetle kaldırılması" olarak teorize edilen "nasih mensuh" düşüncesi kara bir sayfa olarak karşımızda durmaktadır. Ayetlerin bağlamı gözetilmeden sadece ön kabullerin Kur'an'a onaylatılma ameliyesinden başka bir şey olmayan bu teori altında kategorize edilen alt başlıkların 2. ve 3. traji-komik bir durum arz ederek Kur'an'ın korunmuşluğuna gölge düşürmektedir. Bu düşünceyi savunanlara sorulduğu zaman, Kur'an'ın korunmuş olduğu düşüncesinin hakim olduğunu görmekle birlikte, mushafa alınmayan bir çok ayetin olduğu rivayetlerine itibar edilmektedir. Kur'an'ın bütünlük gözetilerek okunması sonucunda; hükmünün diğer bir ayet tarafından kaldırılmış bir ayetin olması mümkün görülmemektedir. Hükmünün kaldırıldığı düşünülen ayetlerin, nuzül bağlamı gözetilerek okunması sonucunda yaşanan hayat içinde inen ayetlerin o günkü duruma göre hüküm bildirdiği görülür ve bu durum sonrakiler için yol haritası teşkil etmesi gerekmektedir. Mekke'de elçiye sabır tavsiye edilirken, Medine'de insiyatifi ellerine geçiren mü'minlere savaş emredilmesi; sabır ayetlerinin hükmünün kalkması anlamında değil, süreç içinde nasıl davranılması gerektiğine dair bilgilerin beyanı olarak anlaşılması gerekmektedir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH(CC) BİLİR.

11 Eylül 2014 Perşembe

Çağdaş Samirilik ve 19'culuk Projesi

Samiri; Musa(as) kıssasında ortaya çıkan bir karakter olup, sadece o gün yaşamış ve kaybolmuş bir karakter olmayıp, kıyamete kadar gelecek olan aldatıcıları tanımak için bizlere verilmiş bir ip ucu örneğidir. Musa(as)'ın kıssasının anlatıldığı TAHA 96 ayetinde; Samiri'nin "elçinin izinden bir avuç alması" ibaresini, Musa(as)'ın ayak izinden alması şeklinde yorumlamak; kıssada verilmek istenen evrensel mesajın anlaşılmamasına yol açacaktır. "Samirilik" olarak ifade edilen olguyu kısaca tarif edecek olursak; "insanları aldatmak isteyenlerin dini motifleri kullanarak sadece bir avuç doğru söylem kullanarak yanlışları onlara içirmesi" şeklinde özetleyebiliriz.

Samiri'nin, elçinin izinden avuçlayarak İsrailoğulları'na yapmış olduğu buzağı; belki o gün yakılıp külleri denize savruldu ama bugün çağdaş Samiriler’in yapmış oldukları buzağılar böğürmeye devam etmektedirler. Bu tür bir böğürmeye verebileceğimiz örnek; Kur'an'ın MÜDDESSİR SURESİ 30. ayetindeki "üzerinde 19 vardır" mealindeki ayetten yola çıkarak Kur'an'ın matematiksel bir mucize(!) ile korunduğu iddiasıdır.

Samiriliğin temelinde yatan olgu burada da ortaya çıkarak, bir avuç doğru katılarak yanlışın içirilmesi çalışmalarına şahit olmaktayız. "Bu doğru nedir?" dersek; Kur'an'ın bir kısım kelimelerinin ve harflerinin 19 rakamı ile matematiksel bir uyum sağladığıdır. "İçirilmek istenen yanlış nedir?" dersek; Kur'an'ın TEVBE SURESİ'nin son iki ayetinin sonradan ilave edildiği iddiasıdır.

"O kadar ayet var, iki ayet olmayıversin" demek veya “hepsini mi red ediyorlar, sadece iki ayeti red ediyorlar” demek; olayın altında yatan tehlikeyi hafife almak veya görmezden gelmek anlamına gelecektir. Bazılarının komplo teorisi olarak görebileceği tehlike şudur;

Müslümanlar olarak bizler; Kur’an'ın Allah(cc) tarafından Muhammed(as)'a indirilmiş bir kitap olduğuna iman ederiz. Bu imanımız somut delillere dayanmaz. Kitap’ın iniş sürecince vahiy ile ilgili olguyu sadece Muhammed(as) yaşadı ve bunu kimse görmedi. Kitap’a inanan sahabe veya inanmayan müşrik; Muhammed(as)'ın kendilerine söylediği söze güvenerek veya güvenmeyerek o Kitap’a iman ettiler veya inkar ettiler. Ondan sonrakiler, bizler ve bizden sonrakiler Kitap’a bu şekilde inanmak durumundadırlar. Dünyanın hiçbir laboratuvarının, Kur’an’ı tetkik edip; "evet bu kitap Allah tarafından indirilmiştir veya indirilmemiştir" şeklinde bir rapor vermesi mümkün değildir. Kur’an’ın bir çok ayetinin; mü’min olma vasıflarından birisinin gayba iman etmek ve Kur’an’a inananların bu insanlar olduğunu vurgulaması; bu kitabın Allah katından olup olmadığının hiçbir şekilde somut olarak ispatlanamayacağı içindir.

Kur’an’ın matematik ilminin verileri ile Allah katından olduğunun ispatlanması için yapılan çalışmalar, onun içinde Allah katından olmayan(!!!) iki ayetin bulunması ile sonuçlanmıştır. Biz burada TEVBE SURESİ son iki ayetinin Allah katından olduğunun ispatı ile ilgili olarak herhangi bir görüş beyan etmekten çok, Kur’an’ın Allah katından olduğunun 19 sayısının uyumu ile ispatlanması çalışmalarının masum bir çalışma olmadığı hakkındaki düşüncelerimizi paylaşacağız.

Yazımızın başlığında bunu bir proje olarak nitelendirmemizin gerekçesini şu şekilde açıklayabiliriz. 1974 yılına kadar TEVBE SURESİ son iki ayeti Kur'an'dan sanılarak okunmuş, bilgisayar yardımı ile 19 sayısının katlarının sağladığı uyum ile hesaplanarak Kur'an'a ayet sokulduğu 1000 küsür sene sonra ispatlanmıştır!!! Bilgisayar adlı aletin olmaması nedeniyle, bizden öncekiler TEVBE SURESİ son iki ayetini Kur'an'dan zannederek yüzyıllarca boşuna okumuşlar ve bu hata bilgisayar yardımı ile düzeltilmiştir!!!!

Bilgisayar yardımı ile düzeltilen bu büyük yanlış(!!!!), bizlerin kafasında şöyle bir soru işareti bırakmaz mı; eğer Kur'an'da böyle sonradan ilave edilmiş sahte ayetler varsa, Reşad Halife'nin bulmayı başaramadığı başka ayetler de bulunamazmı? Madem Kur'an'da bu çeşit ilaveler var, sadece iki ayet olduğunun garantisi olabilir mi?

Kur'an'ın korunmasının somut bir delil(!) ile sağlanmış olmasının arkasında yatan asıl amacın; Kur'an'ın korunduğu değil, korunmadığı olduğu için böyle bir soru işareti oluşturulan kafalarda, artık Kur'an hidayet kitabı olmaktan çıkacaktır. İçinde çakma ayetler olan bir kitabın sahte ayetleri, 1000 küsür sene sonra birisi tarafından ortaya çıkarılıyor ve insanların kafasında, "Kur'an'ın içinde sahte ayetler varmış" şeklinde bir düşünce oluşturularak, onun korunmuşluk duvarı yıkılmak istenmektedir.

Bugün Kur'an adına söz söyleyen bazı insanlara baktığımızda, anlayamadığı veya işine gelmeyen bazı ayetler hakkında "bu ayetler çakmadır" demesi; Kur'an'da çakma ayetler arama çalışmalarına girmesi, bu projenin onlara vermiş olduğu cesaret sayesindedir. Kur'an'da iki ayet fazlalıksa, bu tür fazlalıklar olma ihtimalini göz ardı etmeyen hafiye Kur'ancılar(!!!), elde büyüteç ile fazlalık ayetleri özenle ayıklamaktadırlar!!!

Kimsenin kalbini yarıp niyetini okuma gibi bir durumumuz asla yoktur ancak yapılan eylemin kime yaradığına bakarak o eylem hakkında düşünce beyan edebiliriz. 19'culuk adı ile bugün yapılan eylem, Kur'an'ın korunmuşluğunun somut deliller ile ispatlanması gibi bir niyet ile yola çıkmış olmasının altında yatan asıl düşünce; Kur'an'ın sanıldığı gibi korunmuş bir kitap olmadığı ve içinde sahte ayetleri barındırdığı fikri olup, Kur'an'daki sahte ayetleri arayan yeni yetme hafiyelere baktığımız zaman bu düşüncenin asıl amacının bu olduğu anlaşılmaktadır.

Müslümanlar için yegane ölçü olan bir kitap hakkında güvenilmezlik oluşturduğunuz zaman, eldeki tek sermaye olan Kitap gidecek, dayanacak ve "kesin doğrudur" diyecek herhangi bir materyal elimizde olmayacaktır. "Et kokarsa tuzlanır, tuz kokarsa ne çare!" sözünü hatırlayalım; Kur'an bugün elimizde tuz mesabesinde olan bir Kitap'tır. Din adına gelen bilgileri onun ile sağlama yaparak doğruluğunu veya yanlışlığını tespit ederiz. İçindeki ayetlerin hadisler gibi sahih olup olmadığı gibi bir tartışmaya asla girmeyiz. Bizler için tuz olan bir kitabın güvenilirliğinin sarsılması; tuzun kokutulması, dolayısıyla da artık elimizde sağlam bir Kulp'un olmaması anlamına gelir ki bundan faydalanacak kesim herhalde müslümanlar olmayacaktır.

Olayın bir de şöyle bir boyutu vardır; hepimiz dahil 19 taraftarları da Kur'an'ın anlaşılır bir kitap olduğu iddiasını her fırsatta dile getirmekteyiz. Allah Kur'an'ın anlaşılmasını, indirilmesinden yüzlerce yıl sonra icad edilen bir makinaya bağladıysa; o makina icad edilmeden hayattan ayrılanların Kur'an'ı anlamadan, dolayısı ile eksik bir imanla göçüp gitmeleri gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Ve bu makinanın olmadığı zamanlarda Kur'an anlaşılmaz bir kitap işlev sürdürmüş anlamına gelmiş demektir. Buluşu yapan kişilerden birisi olan Ahmed Deadat'ın, bu işin nereye gittiğini görerek tevbe edip geri dönmesi, bu işi devam ettiren Reşad Halife'nin kendisini "resul" ilan etmesi, daha ileri giderek kendisinin miraca çıkma(!!!) iddiaları, olayın sanıldığı gibi masum bir olay olmadığı savını güçlendirmektedir.

Olayın Türkiye ayağına baktığımızda, 19'cu olmak neredeyse bir iman şartı haline gelmiş ve müslüman olmanın temel kuralı, Kur'an'ın 19 rakamı ile uyumlu olmasına ve TEVBE SURESİ son iki ayetinin şeytan ayetleri(!!) olduğuna iman etmek haline getirilmiştir. Edip Yüksel tarafından yapılan Kur'an meali, bu tarikatın başucu kitabı haline gelmiş ve yapılan bazı ayet mealleri metinde olmamasına rağmen meale sokularak Kitap'ın ayetlerinin 19'a iman etmeyi gerektirdiği şeklinde bir anlam örgüsü etrafında tercüme edilmeye çalışılmıştır. Olay artık bir nevi tarikat haline gelmiş, Kur'an sadece 19 rakamının uyumu ile ilgili olarak okunmaya başlanmıştır. Harfler teker teker sayılarak 19 ile olan uyumu ispat edilmeye çalışılmıştır.

Sonuç olarak; Kur'an'ın korunmuşluğunun delili olarak 19 rakamının bazı kelime ve harfler ile uyumundan yola çıkılıp, Samiri misali doğrulardan bir avuç alınarak yanlışların içirilme taktiği adına 19'culuk denilen tarikat yapılanması içinde kendisini göstermiştir. Kur'an'ın 19 ile korunduğunun iddiasının altında; aslında kafalarda istifham yaratmak amaçlı bir düşünce olduğu, son senelerde bırakın 2 ayet atmayı eline Kur'an alan hafiyecikler, Kur'an'da çakma ayet arama sevdasına 19'culuk ile açılan duvardan tırmanarak girmeye çalışmaları, olayın samimi bir çalışmadan çok bir proje ürünü olduğu düşüncesini güçlendirmektedir. Kur'an'ın tuz mesabesinde olan bir kitap olduğunu bizlerden daha iyi bilenler, tuzu kokutmak için ellerinden geleni yapmaktan çekinmemektedirler. Tuzu kokutma eylemleri düşmanca bir tavır ile değil; içeriye sokulan truva atlarına yerleştirilmiş Samiriler ile yapılmakta olması, işin ciddiyetini daha da artırmaktadır. 19'culuğun öne çıkan söylemlemlerinden birisinin, Kur'an'ın indiği zaman ve mekandaki yaşantıyı gözönüne almadan, sadece tek bir defada dağ başına inmiş bir kitap zannı ile okunması olup, yaşanan hayat içinde inen bir kitap olduğunun unutulmasıdır. Allah(cc)'nin; Kitap'ı, harflerini ve kelimelerini saymak için değil, harf kelimelerden oluşan ayetleri, sureleri okuyarak anlamak ve hayat içinde tatbik etmek için göndermiş olduğu akıllardan çıkarılmamalıdır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

9 Eylül 2014 Salı

Duhan s. 24. Ayetinin Meali Üzerine Bir Düşünce

Musa(as) kıssası; Kur'an'da en fazla yer tutan kıssaların başında gelmekte olup, DUHAN Suresi içinde bu kıssa anlatılmaktadır. Meal dediğimiz şeyin; meal yapıcısının yorumu olduğu unutulmadan okunması gerektiğini hatırlatarak, bazı ayetler ile ilgili yapılan meallerde görülen farklı yaklaşımları ayetin tahrife uğratılmadığı sürece makul karşılamak gerekmektedir. DUHAN 24 ayeti ile ilgili olarak yapılan mealler genelde şu şekildedir;

Vetrukil bahre rehvâ(rehven), innehum cundun mugrekûn(mugrekûne)

Diyanet İşleri:
"Denizi açık hâlde bırak." Çünkü onlar boğulacak bir ordudur.

Edip Yüksel:
"Denizi yarılmış olarak terket. Onlar boğulmaya mahkum bir ordudur."

Elmalılı Hamdi Yazır:
Ve denizi açık bırak, çünkü onlar ordu halinde gelip gark olunacaklar

Hasan Basri Çantay:
"Denizi (sen ve ashaabın selâmetle geçdikden sonra) durgun ve açık bırak. Çünkü onlar boğul (mıya mahkûm ol) muş bir ordudur."

Hayrat Neşriyat:
"Ve (karşıya geçince asânla vurarak kapanmasını isteme,) denizi açık bırak! Çünki onlar suda boğul(malarına hükmedil)miş bir ordudur."

Bu ayet ile ilgili olarak tetkik ettiğimiz meallerin hepsi aşağı yukarı bu minvalde olup, sadece sayın Bayraktar Bayraklı hocanın bu ayete vermiş olduğu meal farklılığı dikkatimizi çekmektedir. Sayın hocanın bu ayete verdiği mealin diğer meallere göre daha isabetli olduğunu düşündüğümüzü ifade etmek istiyoruz.

Bayraktar Bayraklı :
"Denizi sükûnetle geç/terk et; çünkü onlar boğulacak bir ordudur."

Sayın hocanın tercih ettiği anlam; ayet içinde geçen "rahven" kelimesinin farklı anlamı olan, bugün bizim dilimizde de kullandığımız "bir çeşit yürüyüş" şeklindeki anlamdan kaynaklanmaktadır. Bugün özellikle Ege Bölgesi'nde yaygın olan rahvan at yarışlarında; atın yürüyüş şekli dörtnala değil, daha hafif bir yürüyüş şekli olup, bu yürüyüş şekline "rahvan" denilmektedir.

DUHAN 24 ayetini sayın Bayraktar hocanın vermiş olduğu meale göre şu şekilde anlamak mümkündür; "Firavun ve ordusunun seni takip etmelerinden dolayı korkuya kapılma ve telaşlanmadan rahvan bir halde yoluna devam et, onlar boğularak sana yetişemeyeceklerdir".

Kurtubî'nin tefsirinde; bu ayetin tefsiri ile ilgili yapılan yorumları alıntılayarak, sayın hocanın bu ayete vermiş olduğu mealin daha önceki yorumlarda da olduğunu görmekteyiz.

"el-Cevherî dedi ki: 'Bu işi sükunetle yap' anlamında deni­lir, 'sakin ve müreffeh bir yaşayış', 'develerin su içtik­leri yerin uzakta bulunduğu yumuşak ve düzlük araziyi' anlatmak için kul­lanılır. 'Deniz sakinleşti' demektir."

"Ebu Ubeyde dedi ki: 'Ayaklarını (adımlarını) açtı, açar' demektir. Yüce Allah'ın: 'Denizi de olduğu gibi açık bırak' buyruğu da buradan gelmektedir. 'Kolay yol alış' demektir. 'At­lar sükunetle geldi' denilir".

İbnu'l-A'rabî dedi ki: 'Yürüyüş­te zorluk çıkarmadı, çıkarmaz' demektir".

"el-Katamî de binekleri nitelendirir­ken şunları söylemektedir: 'Rahat ve kolay yürür (o binek)ler, bunun içen ne sağrıları yardımsız bırakır, Ne de göğüsleri sağrılarına bel bağlar'. 'Yüksekçe bir yer' demektir. Aynı şekilde içinde suyun top­landığı alçak ve çukur yer anlamına da gelir. O halde bu, zıt anlamlı lafız­lardandır".

"el-Herevî dedi ki: Buradaki 'açık' lafzının Musa'nın sıfatı olması da mümkündür. el-Kuşeyrî de böyle demiştir. 'Sükunetle yavaş yavaş yürü', de­mek olur. O halde bu Musa'nın ve onun kavminin sıfatı olup denizin sıfatı değildir. Birinci görüşe göre ise denizin sıfatıdır, yani sen denizi ayrılmış ha­liyle sakin olarak bırak. Ona, eski haline gelmesi için kavuşması emrini ver­me ki, Firavun ve kavmi de içine girsin." 

Sonuç olarak; DUHAN 24 ayetinin mealinin, sayın Bayraktar Bayraklı hocanın yapmış olduğu şekli ile daha doğru olduğunu düşündüğümüzü belirterek, diğer meallerin hatalı olduğunu söylemek istemiyoruz. "Rahven" kelimesinin; telaşsız bir yürüyüş şekli anlamının, ayetin anlamına daha uygun olduğu düşünerek sayın hocayı tebrik ediyoruz.

DENİZİ SUKUNETLE GEÇ/TERKET; ÇÜNKÜ ONLAR BOĞULACAK BİR ORDUDUR.

EN DOĞRUSUNU ALLAH(CC) BİLİR.

8 Eylül 2014 Pazartesi

Muhsanat Kelimesi Üzerinde Tarihi Arkaplan Çalışması

Kur’an; Arap dilini konuşan ve her kavim gibi örf, âdet ve gelenekleri olan bir topluluğa nazil
olmuştur. O’nu anlamak için; "nuzül öncesi tarihi arka plan" diyebileceğimiz, Kitap’a ilk muhatap
olan topluluğun kullandığı kelimeleri ve bu kelimelerin ürettiği kültürü bilmek gerekmektedir. Şayet
bu tarihi arka plan bilgisini hiç düşünmeden, sadece bugün inmiş gibi okuyacak olursak, bazı
kelimelerin kullanılışının tarihi arka plan ile alakalı olmasından dolayı anlama hatalarına düşmek
mümkündür.

Tarihi arka plan bilinmeden, sanki şimdi inmiş gibi okunan bir Kur’an; bizlerin kafasında bir çok
soru işaretinin oluşmasına neden olacak ve bu soruların cevaplarının bulunmamasına sebep
olacaktır. Kur’an’ın nuzül öncesi Arap toplumunun bazı bilindiklerini kullanması, o dönemin göz
ardı edilmeden okunmasını gerektirmektedir ki bu önemli bir noktadır. Salat, hac, kurban gibi
ritüellerin anlaşılmasında, bu tarihi arka planın göz ardı edilerek okunması sonucunda bazı Kur’an
okurlarının trajikomik diyebileceğimiz çıkarımlarda bulunduğunu görmemiz, tarihi arka plan
bilgisinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

"Muhsanat" kelimesi, yukarda belirtmeye çalıştığımız düşünceler içinde anlaşılmaya çalışılmadığı
takdirde, kişilerin zihninde; Kur'an’da sanki çelişkili ifadeler varmış gibi bir düşünce oluşturabilir.
Bu kelimenin; bir ayette "evli kadın", başka bir ayette "bekar kadın" anlamına gelmesi, bu arka
planı bilmeden yapılan okumalarda kafaların karışmasına sebep olmaktadır.

“Muhsanat” kelimesi; kale anlamına gelen "elhısnü" kelimesinden türemiştir. Mecaz olarak; her
türlü korunmayla ya da hazırlıklı olmayla ilgili kullanılmaktadır. Buradan hareketle; beden için
sağlam bir kale mesabesinde olduğundan dolayı zırh'a (dır'ün hasinetün), binicisi için bir koruma
olması nedeniyle erkek at’a (feresün hisanun) denmiştir. "Hasenün" kelimesi; ya iffeti, namusu
aracılığı ile ya evliliği ile ya da benimsediği şeriatı ve hürriyeti gibi bir maniden dolayı koruma
altında olan kadın anlamına gelir (el müfredat).

Bu kelimeye geçmeden önce HaSaNe(ortadaki harf sad iledir) kelimesinin Kur’an’da geçtiği
diğer ayetlerin meallerini verelim;

[021.091] Mahrem yerini koruyan (ahsenet) Meryem'e ruhumuzdan üflemiş, onu ve
oğlunu, alemler için bir ayet kılmıştık.

[066.012] Mahrem yerini korumuş (ahsenet) olan İmran kızı Meryem de bir misaldir. Ona
ruhumuzdan üflemiştik; Rabbinin sözlerini ve kitablarını tasdik etmişti; o, Bize gönülden
itaat edenlerdendi.

[021.080] Ve sizin için ona, zorlusavaşınızda sizi korusun diye (lituhsineküm), '(madeni)
giyimsanatını' öğrettik. Buna rağmen siz şükredenler misiniz?

[012.048] Sonra onun arkasından yedi kurak yıl gelecek, koruyacağınız (tuhsinune) az bir
miktar hariç, önce biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek.

[059.002] Kitap ehlinden inkarcı olanları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Oysa ey
inananlar! Çıkacaklarını sanmamıştınız, onlar da, kalelerinin (husunuhüm) kendilerini
Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı onlara beklemedikleri yerden geldi,
kalblerine korku saldı; evlerini kendi elleriyle ve inananların elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl
sahipleri! Ders alın.

[059.014] Onlar müstahkem şehirlerde (muhassenetün) veya siperler arkasında
bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir.
Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını
kullanmayan bir topluluktur.

Konumuz ile ilgili olan ayetler de şunlardır;

[004.024] Evli kadınlarla (elmuhsanat) evlenmeniz de haram kılındı. Maliki bulunduğunuz
cariyeler müstesna, bunlar, Allah'ın üzerinize farz kıldığı hükümlerdir. Bunlardan başkasını, zinadan kaçınıp, iffetli olarak, mallarınızla istemeniz size helal kılındı. Onlardan faydalandığınıza mukabil, kararlaştırılmış olan mehirlerini verin; kararlaştırılandan başka, karşılıklı hoşnud olduğunuz hususda size bir sorumluluk yoktur. Allah Bilen'dir, Hakim'dir.

[004.025] Sizden, hür mümin (elmuhsanat) kadınlarla evlenmeye güç yetiremeyen kimse ellerinizdeki mümin cariyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı çok iyi bilir. Birbirinizdensiniz, aynı soydansınız. Onlarla, zinadan kaçınmaları, iffetli olmaları ve gizli dost tutmamış olmaları halinde, velilerinin izniyle evlenin ve örfe uygun bir şekilde mehirlerini verin. Evlendiklerinde zina edecek olurlarsa, onlara, hür kadınlara edilen azabın yarısı edilir. Cariye ile evlenmedeki bu izin içinizden, günaha girme korkusu olanlaradır. Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır. Allah bağışlar ve merhamet eder.

[005.005] Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin
(yahudi, hıristiyan vb. nin) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir.
Mümin kadınlardan iffetli olanlar (velmuhsanat) ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da, (velmuhsanat) mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir. Kim (İslâmî hükümlere) inanmayı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, ahirette de ziyana uğrayanlardandır.

[024.004] İffetli kadınlara (elmuhsanati) zina isnat edip de, sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun; ebediyen onların şahidliğini kabul etmeyin. İşte onlar yoldan çıkmış kimselerdir.

[024.004023] İffetli, (elmuhsanati) habersiz, mümin kadınlara zina isnat edenler dünya
ve ahirette lanetlenmişlerdir. Kendi dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarına şahidlik
ettikleri gün onlar büyük azaba uğrayacaklardır.

[024.033] Evlenme imkânını bulamayanlar ise, Allah, lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya
kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve câriyelerden)
mükâtebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır (kabiliyet ve güvenilirlik)
görüyorsanız, hemen mükâtebe yapın. Allah'ın size vermiş olduğu malından siz de onlara
verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak
(tehassûnen) isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zor altında bırakırsa,
bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra Allah (onlar için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir.

NİSA 24 ayetine baktığımızda; 22 ve 23. ayetten gelen bir bağlamı olup, evlenilmesi haram olanlar
beyan edilmektedir. Evlenilmesi haram olanlara "elmuhsanat" da ilave edilerek "meleket eymanukum" ibaresi ile bir istisna getirilmiştir; yani “meleket eymanukum” statüsüne tâbi olan
savaş esirleri olan kadınlar, evli olsalar dahi otomatikman nikahları düşüyor ve boşanmış hale
gelerek onlarla evlenme helal ediliyor. Bu ayet içinde geçen "muhsanat" kelimesi; evlenerek
kocası tarafından koruma altına girmiş olan kadınlar için kullanılarak, boşanma işlemi
gerçekleşmeden onların başka biri ile evlenmelerinin haram olduğu beyan edilmektedir.

"Meleket eymanukum" kelimesi ile ifade edilen terimin, savaş esiri olarak kullanılmasının Kur'an’î
dayanağını; AHZAB 50 ayeti için Nebi’ye helal kılınan eşler beyan edilirken "ve mâ meleket
yeminuke mimme efe e Allahu (Allah’ın sana ganimet olarak verdiği elinin altındakiler)"
ibaresinden öğrenmekteyiz.

NİSA 25 ayetindeki "muhsanat" kelimesinin; bekar ve hür mü'min kadınlar için kullanılmakta
olduğunu görmekteyiz. “Eğer ‘muhsanat’ statüsüne tâbi olanlar ile evlenmeye gücünüz
yetmiyorsa, ‘meleket eymanukum’ statüsüne tâbi olanlar ile evlenin” buyurulmaktadır. Bu
cümleyi anlamak için; nuzül dönemi yaşantısı önemli bir unusur olup, o zamanki durumu
bilmediğimiz takdirde NİSA 24 ve 25. ayetlerde kullanılan kelimeleri anlamak zorlaşacaktır.

NİSA 24 ve 25. ayetlerde geçen kelimeleri, sadece "bekar kadın" olarak anlamlandırdığımız
takdirde; “bekar kadınlarla evlenmek neden haram?” sorusu akla gelecektir. Sadece "evli kadın"
olarak anlamlandırdığımız takdirde; bu sefer de “evli kadınlarla evlenmek neden helal?” sorusu
akla gelecektir ve içinden çıkılmaz bir hale gelecektir. Kelimeyi, “korunaklı olmak” anlamı
üzerinden okuduğumuz takdirde; o kadınların evli veya bekar olma durumları ayet içindeki
bütünlükten anlaşılacaktır.

Nuzül dönemi yaşantısı içinde; kadınların hür yani "muhsanat", esir olmuş yani "meleket
eymanukum" statüsüne tabi iki ayrı kadın gurubunun olduğu yine Kur’an içindeki ayetlerden
öğrenilmektedir. Savaş esirliği sebebi ile kölelik dediğimiz olgu Kur’an’ın nazil olması ile gündeme
gelmiş bir durum değil; Allah(cc)’ın savaş ile ilgili olarak koymuş olduğu evrensel yasalardandır.
Bazılarının kölelik müessesi yüzünden İslam’a karşı bir takım hakaretlerde bulunmalarına karşın
"islam köleliği kaldırmıştır" şeklinde bir müdafâ çok gereksiz ve yanlış bir durumdur. Yanlış olan
durum; savaş esiri olarak müslümanların eline geçmiş olan kadınların nikahsız olarak alınması
durumudur. Ayetler nikahsız bir ilişkiye zaten cevaz vermemektedir.

Allah(cc)’ın savaş ile ilgili koyduğu evrensel yasalardan birisi; yenilen tarafta savaşanların, yenen
tarafın eline sağ olarak düşmesi sonucunda esir hükmüne tâbi olmalarıdır. Kur’an’ın nâzil olduğu
Arap toplumunda da bu yasa geçerli olup, düşman tarafın kadın ve erkekleri savaşta ganimet
olarak galiplere paylaştırılmaktaydı. Kur’an nâzil olunca, bu statüdekilerin durumlarını iyileştirme
adına bir takım düzenlemeler getirmiş olup, içki ve kumar örneğinde olduğu gibi tamamen
kaldırılmamıştır. Konumuz kölelik ve cariyelik olmadığı için konumuza açıklık getirecek kadarı ile
yetiniyoruz.

NUR 4 ve 23. ayetlerinde geçen "muhsanat" kelimesi; nuzül sebebi olarak Aişe validemiz ile ilgili
olsa bile, bu ayetlerde evli ve bekar ayrımı yapılmamakta ve suçsuz kadınlara yapılan zinâ
iftirasının cezası ile ilgilidir.

Burada hatırlanması gereken bir durum da şudur; Kur’an’da geçen kelimeler cümle içinde
kullanımına uygun olarak anlam kazanırlar. Bu durum "çok anlamlılık" olarak izah edilen Arap
dilinin bir özelliğidir. “Muhsanat” kelimesini sadece "evli kadın" veya "bekar kadın" anlamı
etrafında düşünürsek, ayetler arasındaki olan uyumu ters anlayıp uyumsuzluk olarak görmek
mümkündür. Bu kelimenin esas anlamı “korunmak” olmasından yola çıkılarak, ona göre bir
okuma yapmak gerekmektedir.

Bugün bir kısım Kur’an okuyucusunda gözlemlediğimiz sorun bu olup, "Kur’an’dan bir yerde
geçen kelime, bütün ayetlerde aynı anlamda kullanılması gerekir" şeklinde bir iddia içinde
oldukları görülmektedir. Böyle bir dil kuralı; bırakın Arapça’yı, kullandığımız Türk dilinde bile yoktur.

Misalen; "yüzdüm" kelimesini tek başına kullandığımız zaman; birisi kalkıp "denizde mi yüzdün?"
yoksa "deriyi mi yüzdün?" diye soracaktır. Bunun gibi bir çok örnek mevcuttur. Bu düşünce ile
Kur’an’ı okumaya çalışanların içine düştükleri çelişki ve çıkmazlara şahit olduğumuz için böyle bir
hatırlatmayı uygun gördük.

Sonuç olarak; “muhsanat” kelimesini baz alarak, Kur’an’daki kullanılan bazı kelimelerin anlamını
tarihi arkaplan bilgisi gerektirdiği düşüncesini dile getirmeye çalıştık. Bunu söylerken Kur’an’ın
hadise muhtaç olduğu vurgusunu yapmak istemediğimizi de beyan edelim ki; bazı
yazılarımızdaki anlatmak istediğimizi anlamakta zorlananlar böyle bir iddia içinde olduğumuzu
zannetmektedirler. Kur’an’ın, yaşanan bir kültür ve dil mensuplarına hitap ederek nazil olması;
bizlerin önce o kültürün ve dilin yapısını bilmemizi gerektirir. Arap’a dilini öğretmek adına yapılan
çalışmalar; aynı Kitap tarafından geri çevrilerek, yapılan yanlışlar yapanın aynen yüzünde
patlamaya mahkumdur. Kur’an kendi içinde öyle uyumlu bir kitaptır ki; bir kelime üzerinde yapılan
oynama, aynı kelime ve türevlerinin geçtiği ayetlerde kelime üzerinde oynayanın yüzünde patlar.
Bu tür kelime oynamaları ile tahrif edilen ayetlere örnekler, blogumuzda bazı yazılarda mevcuttur.

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.