Kur'an okumalarında yapılan yanlışlardan birisi , okunan ayetin kişisel , mezhepsel , düşünsel önyargılar ışığında okunarak , ön yargıları tasdikleyen bir ayet haline getirilmesi çalışmalarıdır. Bu duruma örnek vermeye çalışacağımız yazımızda , İsa (a.s) ın doğumunu anlatan Meryem suresi içindeki ayetlerde , Meryem'e gelen elçinin kimliği konusunda yapılan bir takım spekülatif yorumların ne kadar doğru olabileceği ve ön yargılı bir okumanın kişiyi nasıl trajikomik bir duruma düşürebileceği üzerinde düşüncelerimizi paylaşacağız.
Konumuz ile ilgili ayetlerin metni ve meali şöyledir.
Vezkur fil kitâbı meryem(meryeme), izintebezet min ehlihâ mekânen şarkıyyâ(şarkıyyen).
[019.016] Kitap'ta Meryem'i de zikret. Hani o, ailesinden kopup doğu
tarafında bir yere çekilmişti.
Fettehazet min dûnihim hicâben fe erselnâ ileyhâ rûhanâ fe temessele lehâ beşeren seviyyâ(seviyyen).
[019.017] Onlardan öte bir perde çekti derken kendisine ruhumuzu gönderdik
de düzgün bir beşer halinde ona temessül ediverdi
Kâlet innî eûzu bir rahmâni minke in kunte tekıyyâ(tekıyyen).
[019.018] Rahman'a sığınırım senden, dedi. Eğer takva sahibi isen.
Kâle innemâ ene resûlu rabbiki li ehebe leki gulâmen zekiyyâ(zekiyyen).
[019.019] Demişti ki: «Ben, yalnızca Rabbinden bir elçiyim; sana
tertemiz bir erkek çocuk armağan etmek için.»
Kâlet ennâ yekûnu lî gulâmun ve lem yemsesnî beşerun ve lem eku bagıyyâ(bagıyyen).
[019.020] O: «Benim nasıl bir erkek-çocuğum olabilir? Bana hiç bir beşer
dokunmamışken ve ben azgın-utanmaz değilken» dedi.
Kâle kezâlik(kezâliki), kâle rabbuki huve aleyye heyyin(heyyinun), ve li
nec’alehû âyeten lin nâsi ve rahmeten minnâ, ve kâne emren
makdıyyâ(makdıyyen).
[019.021] «İşte böyle» dedi. «Rabbin, dedi ki: -Bu benim için kolaydır. Onu
insanlara bir ayet ve bizden bir rahmet kılmak için .» Ve
iş de olup bitmiştir.
Meryem'in ,kendisine gönderilmiş olan Ruh ile olan konuşmasını anlatan bu ayetler , farklı bakış açıları doğrultusunda yorumlanarak , "Ruh" olarak bahsedilen kişinin, Zekeriyya (a.s) olduğu iddia edilmektedir.
Bu iddiayı dile getirenlerden birisi de sayın Hakkı Yılmaz 'dır , "Tebyin'ül Kur'an" adlı eserinde , Meryem suresinin bu konu ile ilgili ayetlerini şu şekilde yorumlamaktadır
Sayın Yılmaz , "Meryem'e gönderilen ruh" başlığı altında şunları söyleyerek gelen ruh'un Zekeriyya (a.s) olduğunu iddia etmektedir.
"Kadr suresinin tahlilinde yaptığımız ayrıntılı açıklamalarda
belirttiğimiz gibi, “ruh” sözcüğü Kur’an’da hep “vahiy, ilâhî bilgi”
anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla 17. ayetteki “ona ruhumuzu gönderdik”
ifadesi de “Meryem’e bir takım ilâhî bilgilerin gönderildiği” anlamına
gelmektedir. Ancak bu bilgiler doğrudan Meryem’e vahyedilmemiş, bir elçi
vasıtasıyla gönderilmiştir. Bu elçi, o dönemde yaşamış olan Zekeriyya
peygamberden başkası değildir. Çünkü Kur’an’dan öğrendiğimize göre,
Meryem o dönemde Zekeriyya peygamberin himayesindedir."
Meryem'in , Zekeriyya (a.s) ın himayesine verildiği konusunda sayın Yılmaz'a katılmakla birlikte , Meryem bu olayla karşılaşmadan önce Zekeriyya (a.s) ın vefat etmiş olduğunu düşünüyoruz. Meryem'in bulunduğu toprakları terkedip başka bir yere gitme sebebi büyük ihtimal , Zekeriyya (a.s) ölümü sonucu onu himaye eden birisinin olmama sebebidir.
Zekeriyya (a.s) velev ki hayatta olmuş olsa bile , ondan "Ruh" olarak bahsedilmesi mümkün değildir. Sayın Yılmaz "Ruh" kelimesine verdiği anlam ile , Zekeriyya (a.s) ın ruh olduğunu iddia etmesinin doğru bir tesbit olmadığını düşünüyoruz şöyle ki ;
"Ruh" kelimesini , sayın Yılmaz'ın tarifi üzerinde giderek "vahiy" anlamında olduğunu düşünürsek , Meryem'e gelen "Ruh", vahy'in kendisi olması gerekmektedir. Sayın Yılmaz bu durumu kurtarmak için mecburen araya metin harici bir ilave yaparak " mesajlarımızı getiren elçi" yazmak zorunda kalmıştır.
Sayın Yılmaz , Meryem'in evden ayrılma sebebi olarak onun "erselik" yani erkek ve dişi üreme organları bir arada bulunan birisi olduğu ve bu durumun onda açtığı psikolojik sıkıntı olduğunu söylemektedir. Meryem'in erselik bir yapıda olduğu düşüncesini doğrulatmak için bazı ayetleri delil göstererek düşüncesini destekleme yoluna gitmektedir , bu ayetler şunlardır.
"Diğer taraftan Âl-i Imran suresinin 37. ayetindeki “Ve onu güzel bir bitki olarak bitirdi”
ifadesi de, Meryem’in normal bir insan özelliğinden çok bir bitki
özelliği taşıdığını düşündürmektedir. Bir insanın bitki özelliğinde
olması Rabbimizin yaratılış kanunlarına ters değildir.
Çünkü insanın yaratılış aşamalarından birisi de bitkilik evresidir:
17Ve Allah, sizi yeryüzünden bir bitki olarak bitirdi. (Nuh/ 17) "
Bu iddiaların sayın Yılmaz'ın ön yargılarını onaylatmak amacına dayalı olduğunu düşündüğümüzü ifade etmeke isteriz , Al-i imran s. 37. ayetinde Meryem'in doğumu değil doğduktan sonraki durumu ile ilgili olarak ayetteki ifadeler kullanılmaktadır , dolayısı ile onun erselik bir yaratılışta olduğunu bu ayeti delil göstererek iddia etmek doğru değildir.
"Bu kanaatimizi doğrulayan bir husus da Âl-i Imran suresinin 42. ayetindeki “seni âlemlerin kadınlarına seçti”
ifadesidir. Çünkü bu ifade ile belirtilen seçkinlik, Meryem’in
meziyetleri dolayısıyla diğer kadınlardan üstünlüğünü değil, onun
biyolojik farklılığını, fazlalığını, fizikî bakımdan diğer kadınlarla
aynı yapıda olmadığını anlatmaktadır."
Sayın Yılmaz'ın delil olarak sunduğu ayetlerden birisi de Al-i imran s. 42. ayetidir. Meryem'in erselik olduğunun bu ayette ifade edildiğini onun bu farkının öne çıkarıldığını iddia etmektedir. Sayın Yılmaz'ın burada gözden kaçırdığı bir nokta vardır , onun iddiasına göre ayet içinde geçen "ve tahharake" (seni temizledi) ifadesinin , erselik olmanın utandırıcı bir durum olduğunu , bunun için ona bu şekilde bir hitapta bulunulduğunu düşünmek gerekmektedir. Halbuki erselik olarak yaratılmak utandırıcı bir durum değildir , sayın Yılmaz farkında olmadan diğer erselik yarartılışta olanların durumlarının utandırıcı olduğunu iddia etmek durumuna düştüğünün farkında değildir.
Sayın Yılmaz işine geldiği yerde gördüğü müzekker zamiri kendi iddiasına delil göstermeye çalışırken, Meryem'e yapılan hitapta kullanılan müennes yani dişil sigasını görmezlikten gelmesi onun bu konuda nasıl bir ön yargı içinde olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
"Ayrıca Meryem’in (20. ayette görüleceği üzere) “Bana bir beşer
dokunmamıştır” şeklindeki ifadesi de, onun erselik yapıda olmasına uygun
bir ifadedir. Çünkü Meryem “Bana bir erkek dokunmamıştır” dememiş, hem
erkek hem kadın için söz konusu edilebilecek bir ifade kullanmıştır."
Sayın Yılmaz "Beşer" kelimesini dikkate alarak , Meryem'in erselik olduğu iddiasını dile getirmeye çalışırken , resuller ile ilgili olarak onların "beşer" oldukları şeklindeki ifadeler için, resullerin hem kadın hem erkekler den gönderilebileceğini acaba iddia edebilir mi ?. Cevap olarak "evet" diyecek olursa, biz de ona Nahl s. 43 ve Enbiya s. 7. ayetlerine bakmasını tavsiye ederiz.
"Enbiya/91’de Meryem’e raci zamir müennes kullanılırken, Tahrim/ 12’de müzekker kullanılmıştır"
Sayın Yılmaz'ın , Meryem'in erselik olduğu iddiasının ne kadar önyargılı ve zorlama olduğu bu ifadelerinden de anlaşılmaktadır. Meryem ile ilgili ayetlerde geçen bütün ifadelerin dişil olmasına dikkat etmemiş veya göz ardı etmiş iken, sadece Tahrim s. 12.ayette geçen kelimenin eril olduğunu görebilmiş ve Meryem'in erselik olduğunu bu ayete dayanarak iddia etmektedir. Sayın Yılmaz burada "tağlib" sanatının kullanıldığını maalesef unutmuş görünmektedir.
Sayın Yılmaz'a eğer ,Kuran' da "ey iman edenler" şeklindeki hitapların eril hitaplar olduğu için bu hitapların kadınları muhatap alıp almadığını soracak olursak buna cevabı mutlaka "evet" olacaktır , çünkü "tağlib sanatı kullanılmıştır" diyecektir , peki bu sanatın Tahrim 12 de kullanıldığını neden unutmuş veya görememiştir. Bu ayete baktığımız zaman , Meryem'e yapılan hitapların tamamı dişil sigası ile yapılmış olup, önyargıların kör ettiği göz bunları görebilmekten maalesef mahrum kalmıştır.
Sayın Yılmaz , "Tamamen Kur’an ayetlerindeki ifadelere dayandırdığımız bu tahminler, bilimsel gerçeklerle de hiçbir çelişki göstermemektedir" diyerek , Kur'an ayetlerine nasıl dayan(ma)dığını !! göstermiştir.
Sayın Yılmaz , "MERYEM’E GÖNDERİLEN RUH" başlığı altında , Meryem'a gönderilen ruh'un Zekeriyya (a.s) olduğu iddiasını dile getirdikten sonra , "Bu ayette “ruhumuzu gönderdik” sözleri ile ifade edilen Meryem’e bilgi verme işlemi, aynı olayı anlatan başka ayetlerde “ruhumuzu üfledik” sözleri ile ifade edilmiştir." demektedir.
Sayın Yılmaz'ın bu tesbitinin isabetli olmadığını düşünüyoruz şöyle ki ; Meryem'e ruh üflenmesi , onun yaratılışı ile ilgili bir durum olup , aynı durumu Adem'e ruh üflenmesi ile ilişiklendirilmesi gerekmektedir. Adem'e ruh üflenmesi , insana hayatiyet verilerek duyu organları ile donatılması anlamında düşünülmesi gerekmektedir.
İlk düğmeyi yanlış ilikleyen sayın Yılmaz, ardından gelen düğmeleri de haliyle yanlış iliklemeye devam etmektedir. Sayın Yılmaz'a göre , Meryem'e gelen elçi Zekeriyya (a.s) olunca , onun gösterdiği örnek te Yahya (a.s) olmaktadır.
Meryem'e gelen elçinin Zekeriyya (a.s) olduğunu kanıtlamak için , "TEMESSÜL" başlığı altında şunları söylemektedir.
“ تمثّلTemessül” sözcüğünün
esas anlamı “örnek vermek” demektir. Bununla beraber sözcük, ikinci,
üçüncü anlam olarak “insan şekline girmek” manasında da kullanılmıştır.
Kur’an ile ilgili çalışma yapanlar, genellikle sözcüğün esas anlamı
yerine uzak anlamını tercih etmişlerdir. Böyle olunca da Meryem’e
haberci olarak Cebrail’in geldiği, korkmasın diye de Cebrail’in ona bir
delikanlı kılığında göründüğü yorumları ortaya çıkmıştır.
Biz “temessül” sözcüğünün esas anlamı ile çevrilmesi
gerektiği kanaatindeyiz. Sözcüğün burada asıl anlamıyla
değerlendirilmesi, yukarıdaki alıntıda geçen İncil’in şu ifadesi ile de
uyum göstermektedir:
36- Bak, senin akrabalarından Elizabet de yaşlılığında bir oğula gebe kaldı. Kısır bilinen bu kadın şimdi altıncı ayındadır."
Sayın Yılmaz burada , kelimeleri yerinden kaydırmanın örneğini vererek , ön yargılarına uygun ayet okumanın, kişiyi incilden bile medet uman bir hale sokabileceğinin acı bir bir örneğini vermektedir.
Bu kelime "ayağa kalkıp dikilmek" anlamına gelen , "mesulun" kelimesinden türemiştir.
"Elmümesselu" : "Bir başkasının misali üzerine biçimlendirilmiş , belirli şekil verilmiş , tasvir edilmiş , şekillendirilmiş veya resmedilmiş olan" . Türkçe de kullandığımız "mümessil" kelimesinin anlamını , " bir başkasını temsil etmek , başkası adına davranmak" olarak düşündüğümüz zaman sözcük daha doğru anlaşılacaktır.
"Ettemesselü" kelimesi , biçimlendirilmiş , belirli bir şekil verilmiş , tasvir edilmiş , şekillendirilmiş , resmedilmiş şey.
"Temesselü keza" : bir şeyin biçimini aldı , suretine girdi.
Bu sözcüğün farklı sözlüklerdeki anlamı şöyledir .
Kitabul ayn : bir başkasının yaratılışı üzerine tasvir edilmiş , biçimlendirilmiş , belirli şekil verilmiş şeyin adı.
Tehzibu'l-luga , Lisanu'l Arab , Tacul'l -Arus: Allah'ın mahlukatından herhangi birine benzetilerek yapılmış şeyin adı.
El-Misbahu'l -Munir: Musavver ,biçimlendirilmiş ,belirli bir şekil verilmiş , tasvir edilmiş, resmedilmiş bir suret.
Sayın Yılmaz , kendisinden alıntı yaptığımız paragrafta görüldüğü üzere , Cebrail veya başka adlarla bilinen elçinin olmadığı düşüncesinden yola çıkarak , yolda gördüğü ne varsa deviren frenleri patlamış kamyon misali, önüne geleni devirerek bir yerlere toslamış ve sonunda Meryem'e gelen elçiyi Zekeriyya (a.s) olarak ilan etmiştir.
Sayın Yılmaz , Meryem'e gelen elçinin Zekeriyya (a.s) olduğunu iddia etmekle birlikte , 18. ayet ile ilgili olarak kaynağı Kur'an olmayan başka ihtimalleri de sıralayarak şunları söylemektedir.
" Buradaki “ تقىّtakiyy” sözcüğü “takva sahibi biri” anlamında olabileceği
gibi, özel bir isim de olabilir. Bazı kaynaklarda Meryem’in bulunduğu
kentte “Takiyy” adında adı kötüye çıkmış, günahkâr bir adamın
varlığından bahsedilmektedir. Eğer bu bilgi doğru ise, Meryem’in, yalnız
başına yaşadığı yerde kendisine yaklaşan kişinin o kötü kişi
olabileceğini düşünmüş ve taciz edilmekten korkarak “Eğer sen Takiyy adındaki kimse isen” demiş olması mümkündür."
Sayın Yılmaz'ın buraya kadar olan iddialarını toparlarsak şunları söyleyebiliriz ; Şayet Meryem, kendisine gelen elçiyi daha önceden tanıyor ve bu kişi Zekeriyya (a.s) ise , Meryem neden bu kişiden korkarak kendisine kötülük yapabileceğini düşünmüştür ?. Kendisini yıllarca himaye eden bir kişiye karşı neden böyle bir hitapta bulunmuştur ?. Kaynağının nereden olduğu bilinmeyen "Takiyy" diye adı kötüye çıkmış birinden bahsedildiği , onun bir başkası olabileceği ihtimalini mümkün görüdükten sonra neden ayetlerin mealinde gelen elçinin ismini Zekeriyya olarak vermiştir ?.
Görülüyor ki sayın Yılmaz'ın iddiası olan , Meryem'e gelen elçinin Zekeriyya (a.s) olduğu iddiası neresinden tutsanız dökülmektedir.
Meryem'e gelen elçi kimdir?
MERYEM'E GELEN ELÇİ ALLAH (C.C) NİN "RUH" ADINI VERDİĞİ , KENDİSİ GERÇEK BİR İNSAN OLMAYIP , İNSAN SURETİ İÇİNDE MERYEM'E GÖRÜNEN BİR ELÇİ OLUP, ADININ CEBRAİL OLUP OLMADIĞI AYET İÇİNDE BİLDİRİLMEMİŞ VE KİMLİĞİ KONUMUZ HARİCİNDEDİR.
Surenin İsa (a.s) ın doğumunun anlatıldığı ayetlerde Zekeriyya ve Takıyy isimleri arasında kararsız kalan sayın Yılmaz , ilgili ayetlere yine Zekeriyya ismini ilave ederek ayetleri tahrif etmekten çekinmez.
24-26Sonra ona; Meryem’e
aşağısındaki kişi; ZEKERİYYA seslendi: “Sakın üzülme, Rabbin alt
tarafında bir su arkı yaptı. Hurma kütüğünü kendine doğru silkele,
üzerine olgunlaşmış taze hurmalar düşsün. Sonra ye-iç, gözün aydın
olsun. Sonra eğer beşerden birini görürsen, ‘Ben Rahmân’a [yarattığı
bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a] bir oruç adadım,
onun için bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım’ de.”
27-28Sonra Meryem,
çocuğunu yüklenerek toplumuna getirdi. Toplumu dediler ki: “Ey Meryem!
Doğrusu sen görülmemiş bir şey yaptın. Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin
baban kötü bir kişi değildi, annen de yasa tanımaz/iffetsiz bir kadın
değildi.”
29Bunun üzerine
Meryem ona; doğum anında aşağısında bulunan kişiye; ZEKERİYYA’ya işaret
etti, ondan gelişmeleri açıklamasını istedi. ZEKERİYYA, Meryem’in zina
etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun ma’bedde yetiştirilmesini
istedi. Onlar, “Biz, yüksek mevkide olan kişiler, henüz ergenlik çağına
gelmemiş birine nasıl söz söyleriz/yüksek mevkide olan kişiler henüz
ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyler?” dediler.
Sayın Yılmaz'ın Meryem s.24-29 ayetler arasına verdiği anlam bu şekil olup büyük harflerle yazdığımız isim orjinal metin içinde yer almamaktadır.
Bu ayetlerin çevirisi ile arapça orjinal metin ile karşılaştırarak yapılan tahrifi göstermek istiyoruz.
27. ve 28. ayetlerde , Meryem'in doğruduğu çocuk ile toplumuna geldğini görmekteyiz. Yanında Zekeriyya olduğuna dair herhangi bir bilgi ayet içinde yoktur. 29. ayette Zekeriyya (a.s) ın sahnede olması için önceki ayetlerde buna dair herhangi bir bilgi bulunması gerekirdi.
29. ayetin arapça metnindeki " fe eşaret ileyhi" ( o na işaret etti) ibaresi, 28. ayetteki Meryem tarafında getirilen çocuğa raci olması gerekirken , orjinal metin içinde ne ismen ne cismen esamesi bile olmayan Zekeriyya (a.s) ortaya çıkarak "ZEKERİYYA, Meryem’in zina
etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun ma’bedde yetiştirilmesini
istedi."şeklinde bir cümle ilave edilerek , tamamen kurgu ve uydurma bir anlam ayet içine sokulmuştur.
Sonuç olarak ; Önyargılı Kur'an okumalarının kişiyi ne hallere düşürebileceğine dair güzel bir örnek diyebileceğimiz "Tebyin'ül Kur'an" adlı eserin , Meryem suresi içindeki İsa (a.s) ın doğumu ile ilgili ayetleri ele alarak , kitaba değil kitabına uydurmanın nasıl olabileceğini göstermeye çalıştık. Meryem'e gelen Ruh'un Zekeriyya (a.s) olduğu ön kabulunden yola çıkıp ilk düğmeyi yanlış ilikleyerek sonraki iliklerinde yanlış düğmelenmesine sebeb olan yorumları ile ayetleri tahrif etmekten çekinmeyen birisi olduğunu maalesef göstermiştir.
Meryem'e gelen ve "Ruh" insan şekline girmiş bir elçi olup onun adının Cibril olup olmadığı konumuz değildir , aslı konumuz ön yargılı bir okuma örneği göstermek , ve bu tür okumaların kişileri nasıl bir duruma düşürdüğünü göstererek bundan kaçınılmasını sağlamaya yöneliktir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
14 Ekim 2015 Çarşamba
12 Ekim 2015 Pazartesi
ASA nın Evrensel Sembollüğü Üzerinden Musa ve Süleyman (a.s) ın Asalarını Okumak
Sembol kelimesini kısaca tarif etmek gerekirse; "duyularla algılanamayan ve ifade edilemeyen şeylerin somut objelerle ifade edilmesi" diyebiliriz. Semboller istisnasız olarak bütün insanların hayatlarında önemli yer kaplamaktadır. Allah(c.c) gönderdiği elçi ve kitapları, yaşayan insanların günlük hayatlarında algıladıkları ve tecrübe sahibi oldukları bilgiler dahilinde göndererek, elçi ve kitapların o insanlarla aynı dili konuşmalarını sağlayarak, elçi ve kitapların söylemlerinin aynı zamanda çağlar boyunca gelecek insanlar tarafından anlaşılmasını da beraberinde getirmiştir.
Sembolik dil kullanımı Allah(c.c)'nin son elçisine indirdiği kitap içinde de mevcut olup, bu dilin kullanımı aynı zamanda kitabın evrensel olmasını da sağlamıştır. Bu yazımızda Musa(a.s) ve Süleyman(a.s)'ın kıssasında gördüğümüz "Asa" objesinin sembolik dil üzerinden nasıl bir mesaj vermiş olabileceği yönünde düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Kur'an kıssaları, geçmişlerinden yaşantılarında kesitler sunarak, gelecekteki insanlara mesaj vermeyi amaçlayan anlatımlar olup, bu bağlamda Musa(a.s) kıssası, içinde birçok mesaj barındıran bir kıssa olarak ortaya çıkmaktadır. Onun elindeki asanın şekil değiştirmesi konusunda, geçmişte yazılan tefsirlerde bu olayın mesaj içerikli olması konusu hesaba katılmamış, sadece yaşanmışlığı ile ilgili hikayeler sayfalar doldurmuştur.
Modernist anlayışta ise bir kısım tarafından bu asanın şekil değiştirmesi imkansız olarak algılanarak, bu imkansızlık Sünnetullah'a bağlanmıştır. Halbuki Sünnetullah denilen yasalar doğru okunabilmiş olsaydı, asa üzerinden verilen mesajın Sünnetullah'a nasıl uygun olduğu görülünce hayretler içinde kalınırdı. Klasik ve modernist okumaların Kur'an kıssaları bazında düştüğü en önemli hata; bu kıssaları sadece yaşandığı zaman ve mekana hapsederek okumaya çalışarak evrensel mesajı okuyamamak olduğunu söyleyebiliriz.
Kur'an'da "yed" olarak geçen "el" kelimesi, birçok yerde mecaz anlamda "güç ve kuvvet"i sembolize etmesi anlamında kullanılmıştır. Bu anlam Kur'an öncesi zamanlardan beri bilinmektedir. Bu anlamı dikkate alarak "asa" kelimesi, kişinin elinde tutulan bir obje olarak güç ve kuvveti, elin uzamasına yardımcı olmasını yani güce güç katmasını ifade etmesi bakımından hükümdarların ve belirli güç sahibi kimselerin gücünü sembolize eden evrensel bir objedir.
"Sağ el" deyimi gücün ve kuvvetin doğru kullanımını ifade eden, "Kitabı sağ taraftan verilmek" deyimi cezai müeyyideden kurtulmak, hayırlı haber almak anlamında bir terim olarak Kur'an literatüründe yerini almıştır.
[037.093] (İbrahim) Derken onların üstüne yürüyüp sağ eliyle bir darbe indirdi.
[084.007-9] Amel defteri kendisine sağından verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir ve arkadaşlarının yanına sevinçle döner.
Musa(a.s) Medyen'den sözleştiği vakti tamamlayarak ayrıldıktan sonra, Tuva Vadisi'nde kendisine elçilik görevi verilerek Firavun'a gönderilir. Tuva Vadisi'nde olan konuşma Kur'an'ın birkaç ayrı suresinde anlatılmaktadır. TAHA Suresi ayetlerinde anlatılan konuşma şöyledir;
[020.017] «Ey Musa! Sağ elindeki nedir?»
[020.018] «O asamdır,» dedi, «üzerine dayanırım, onunla davarlarıma yaprak çırparım, ayrıca onunla daha birçok ihtiyacımı gideririm.»
[020.019] Dedi ki: «Onu at, ey Musa.»
[020.020] Hemen bırakıverdi, o derhal koşar bir yılan kesildi.
[020.021] Dedi ki: «Onu al ve korkma, biz onu ilk durumuna çevireceğiz.»
Musa(a.s) bilindiği gibi Medyen'de çobanlık yapmış ve elindeki asayı, çobanlığın gereği olan işlerde ve gücüne güç katması için kullanmıştır. Medyen'den çıktıktan sonra da bu asa onun elindedir. Allah(c.c)'nin sorduğu soruya cevaben, asanın yaptığı işleri ve onun kendisine olan faydalarını anlatmaktadır. Bu anlatımda, asanın hakiki kullanımı üzerinden nasıl bir sembolik anlamı olduğunu okumak mümkündür.
Musa(a.s) koyunlarının başında bir nevi hükümdar ve onların ihtiyaçlarını karşılamak için elini uzatması yani gücüne güç katması için asayı kullandığını ifade etmektedir. Koyunların bakıcılığını yani elinin altında olanların ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için kendisinin güçlü konumunu muhafaza etmesi gerekmektedir.
Tebasının yani koyunlarının herhangi bir yırtıcı tarafından yenilmesi gibi tehlikeleri bertaraf etmek için için devamlı uyanık bulunmak zorunda olup bu uyanıklığı asaya dayanarak sağlamaktadır. Asa; kişinin gücünü pekiştiren ve bunu sembolize eden bir obje olarak binlerce yıldır kullanılan ve bilinen bir nesne olarak Kur'an'da yerini almış ve bu bilinmişlik üzerinden bir takım mesajlar verilmektedir.
Kur'an'ın bu ayetleri üzerinden "asa" objesinin alelade bir obje değil, bulunduğu konuma göre yönetici sıfatında olanların, bu yönetimlerini devam ettirebilmek için sağladıkları güç sembolu olduğu anlaşılmaktadır.
Allah(c.c)'nin Musa(a.s)'a "elindeki asayı at" buyurarak, sonrasında bu asanın şeklinin değişerek yılan haline gelmesinin anlamını; Allah(c.c)'nin yeryüzünde olan bütün güç sahiplerinin üzerinde bir güç sahibi olduğu, onların güçlerini kontrol altında tuttuğu, onların yönetim güçlerinin kendi gücünün altında olduğu mesajını, önce Musa(a.s)'a , sonra bütün insanlara vererek asanın evrensel bir sembol olması üzerinden bizlere anlatmaktadır.
Musa(a.s)'ın asasının şeklinin değişip değişmediği tartışmaları, yapılabilecek en gereksiz tartışmalardan olup, bu oluşun ne anlama geldiğinin okunması gerektiğini tekrar hatırlamak istiyoruz.
Firavun'a alemlerin Rabbi tarafından elçi olarak gönderilen Musa(a.s)'ın elindeki asa, artık sadece bir ağaç parçası değil, Allah'(c.c)'nin hükümranlığını gösteren ve yeryüzündeki hiçbir güç sahibinin başa çıkamayacağı bir güç sembolu haline gelerek, işlevini Musa(a.s) üzerinden yerine getirecektir.
Firavun; halk üzerindeki tahakkümünü sürdürmek için bir takım güç sahiplerini de kullanır. Bu güç sahipleri, Firavun'un ayakta kalması için, ondan maddi ve manevi olarak nemalanıp, onun halk üzerinde üstün bir güç sahibi olduğunu vehmettirerek, destekledikleri Firavun'un ne kadar güçlü olduğunu halka kabul ettirmek sureti ile halkın Firavun'a olan bağlılığını sürdürmeye çalışırlar. Yani sihirbazlar iktidarların önemli bir ayağını oluşturan unsurlar olup evrensel bir yardakçı grubudur.
Firavun sihirbazları evrensellik taşıyan bir olgu olup, bugün çağdaş firavunların iktidarını ayakta tutmak için halkın gözünü boyayarak, firavunların zulümleri örtmek veya halka güzel göstermek için başvurulan her yolu "sihir", bu yolları oluşturan insanları "sihirbaz" olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.
Firavun, iktidarına karşı çıkan Musa(a.s)'ı yenmek için sihirbazlarını çağırarak, Musa(a.s) ile bir nevi düello yapmalarını istemiş, nasıl olsa galip gelecek olan tarafın kendisi olacağını bildiği için bu düelloyu Musa(a.s)'ın isteği üzerine halkın toplandığı bayram günlerinden birinde yapmayı kabul etmiştir.
Halk, Firavun, sihirbazlar ve Musa(a.s) düello için hazırlandılar. Bu arada yılanın Mısır kültüründe Firavun'un ilahi gücünü temsil ettiğini hatırlatmak, asanın yılan olmasının nedenini bizlerin anlamasını kolaylaştıracaktır.
[007.116-7] Musa: «Siz koyun» dedi. Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca insanların gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir yaptılar. Ve Mûsa'ya vahyettik: «Âsânı atıver.» Hemen o (âsâ) da onların uydurmuş oldukları şeyleri yutuverdi.
[026.044-5] Onlar da iplerini ve değneklerini attılar ve: «Firavun hakkı için, şüphesiz, biz üstün geleceğiz» dediler. Ardından Musa asasını attı. Bir de ne görsünler; onların uydurduklarını yutuveriyor.
Dikkat edileceği üzere sihirbazlar Firavun adı ile, Musa(a.s) Allah(c.c) adı ile düelloya başlamışlar, sonunda Allah(c.c) adı ile başlayan kişi galip gelmiştir. Bu galibiyet Musa(a.s)'ın galibiyeti değil, Allah(c.c)'nin galibiyetidir. Firavun'un izzeti adına başlayanlara karşı, Allah(c.c)'nin izzeti ile başlayanların alacağı sonuç bu olay ile bizlere gösterilmiştir.
[035.010] Her kim izzet istiyorsa, bilsin ki, izzet tamamıyla Allah'ındır. O'na hoş kelimeler yükselir, onu da salih amel yükseltir. Kötülükler kuranlara gelince, onlara şiddetli bir azap vardır ve onların tuzakları da hep tarumar (darmadağın) olur.
[008.017] Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.
ENFAL 17 ayetini okuduğumuzda, ayet her ne kadar Bedir savaşı ile bir bağlam dahilinde ise de ayetin evrensel mesajının "Allah(c.c)'nin adını yüceltmek için girişilen eylemlerin yardımcısının yine Kendisi olduğu"nu okumak ve bu bağlamda Musa(a.s)'ın galibiyetini de anlamak mümkündür.
Musa(a.s)'ın elindeki asa, alelade bir sopa olmaktan çıkarak, Allah(c.c)'nin gücünü, kudretini, azametini, Kendisine karşı efelenen sahte ilahların O'nun karşısında bir hiç olduğunu temsil eden bir güç sembolu haline gelerek Allah(c.c)'nin asasına dönüşmüş ve firavunların güç sembolu ve ilahi bir anlam yükledikleri yılan haline gelerek gerçek ilahi gücün kimde olduğunu göstermiştir. Bu gerçeği sihirbazlar anlayarak ve ölümü göze alarak iman etmişlerdir.
Bu olayın evrensel mesajını okumaya çalışırsak şunları söyleyebiliriz; her çağda var olan Firavun ve onların yardakçıları olan sihirbazların yenilmesi için, onların güçlerini alt edecek daha üstün bir güç gerekmektedir. Bu güç Allah(c.c)'nin yardımını almayı hak edecek seviyeye gelen Müslümanların elinde olursa, bu gücün nasıl meydana gelebileceği yine Musa(a.s) kıssasından okunabilir. Zalimlerin iktidarı yıkılarak mazlumların iktidarı kurulabilir. Eğer bunu biz yapmazsak, çağdaş firavunlar, bir başka firavun eliyle yıkılarak, zalim iktidar, bir başka zalimin eline geçerek kan ve gözyaşı seli akmaya devam edecektir.
Bugün bizim elimizde de bir nevi asa vazifesi görebilecek olan vahiy mevcut olup, maalesef bu vahiy firavunları yıkmak için değil, firavunların ayakta kalması için kullanılmaktadır. Vahyin firavunları desteklemek için değil, onları yıkmak için indirildiğini idrak eden Musa'lar olmadıkça bu durum böyle sürüp gidecektir.
[007.034] Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler.
[017.058] Hiç bir kasaba yoktur ki; kıyamet gününden önce Biz, onu helak edecek veya şiddetli bir azabla azablandıracak olmayalım. Bu, Kitab'da yazılmıştır.
Bu ve benzeri ayetler, arz üzerinde geçerli olan toplumsal yasaları beyan etmektedir. Dünya üzerinde "arkeolojik kalıntı" denilen yerleri, sırf turistik gezi olsun diye gezmek yerine, bu yıkımın sebeblerini okumak yönünden bir düşünce içinde gezilseydi, belki biraz ibret alınabilirdi.
Firavun'un yıkımı, arz üzerinde geçerli olan toplumsal yasaların işlemesi sonucunda olup, bu yasalar Kıyamet'e kadar geçerli olacaktır. Bu yasaların Müslümanlar tarafından doğru okunarak, zalimlerin yıkımının kendi elleri ile olması için çalışılmalıdır. Yakın yıllara baktığımızda, dünya üzerinde birçok devlet, bir şekilde yıkıma uğramış ve yerine gelenler başka zalimler olmuşlardır. Yani yıkılış yasaları bir başka zalimin eli ile olmuş, neticede sadece isim değişikliği ile dünya üzerinde kan ve gözyaşı selini akıtmaya devam etmektedirler.
Bu yasalar çerçevesinde, Süleyman(a.s)'ın ölümünü anlatan SEBE 14 ayeti önemli mesajlar vermektedir.
[034.014] Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak menseesini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.
Süleyman(a.s) kıssası, Kur'an kıssaları içinde önemli bir yere sahip olan kıssalardan olup, bu kıssadaki ana mesaj; yönetim gücüne sahip olanların bu gücü nasıl kullanması gerektiği dairdir. Süleyman(a.s), babası Davud(a.s)'dan aldığı yönetimi daha da büyüterek devam ettirmiş fakat toplumsal yasalar gereği bu yönetim de sona ermiştir.
Süleyman(a.s)'ın bu yönetiminin sona ermesi, tabi ki onun zalim bir yönetim sergilemesi sonucunda değildir. Ancak adil bir yönetimden rahatsız olanlar her zaman vardır ve olacaktır. SEBE 14 ayetinin tefsirlerine baktığımız zaman, tamamen asılsız yorumlar üzerine kurulmuş tefsirler görmekteyiz. Bu ayetin tefsirleri birçoğumuzun malumu olup, maalesef toplumsal yasaların neticesi olarak bir okumaya tabi tutulmamıştır.
Bu ayet maalesef literal bir okuma örneği dahilinde okunarak, Süleyman(a.s)'ın öldükten sonra bile ayakta kalmaya devam ettiği, onun ölümünü asasının kurtlar tarafından yenilmek suretiyle yere yıkılmasından sonra anlaşıldığı etrafında yorumlar getirilmiştir. Halbuki ayet bir iktidarın nasıl yıkılabileceği yönünde mesajlar ihtiva etmekte ve bu mesaj çerçevesinde okumaya tabi tutulması gerektiğini düşünmekteyiz.
Ayette, Süleyman(a.s)'ın ölene kadar yönetiminin ayakta kaldığını, onun ölümünden sonra onun yönetimini devam ettiren varislerinin onun gibi bir yönetim sergilemekte başarılı olamayarak, devleti içten kemiren insan kurtlarının bu amaçlarına ulaşamaması için gerekli önlemleri almadıkları için devletin yıkımının gerçekleştiğini görmekteyiz.
Ayette geçen "minsee" kelimesi "Vakit bakımından tehir etmek, ertelemek" anlamına gelen "nesee" kelimesinden türemiştir. "Minsee" kelimesi alet ismi sigasında olup, bir şeyi ertelemede kullanılan değnek olarak izafi bir anlama sahiptir. Ayetin bu kelimenin sembolize ettiği anlam etrafında bir yol izlenerek okunmasının, mesajın evrenselliğinin anlaşılmasında önemli bir katkı sağlayacaktır.
Bu kelimenin Süleyman(a.s) ile olan ilgisi, hükümranlık sembolu olan "asa" kelimesi ile yakından alakalı olup, onun bir hükümdar olarak elinde tuttuğu "Minsee" şu anlama gelmektedir. Bir hükümdar iş başına geçtiği zaman, elindeki gücün başkaları tarafından giderilmesi için yapılacak hiçbir eyleme izin vermez, bu durum adil olsun zalim olsun her iktidar için geçerlidir.
Süleyman(a.s) yaşarken bu asanın kurtlar tarafından kemirilerek, kırılmaması için yani gücünün zayi olmaması için gerekli her türlü önlemi almış, bu önlemler sayesinde gücü ve kuvveti elinden gitmemiştir.
Olaya Süleyman(a.s)'ın sahip olduğu güç ve mülk açısından bakacak olursak, onun da mülkü içinde onun adil yönetiminden rahatsız olan unsurlar mutlaka vardır. Onun yönetiminden rahatsız olan bu unsurlar, onun askeri bir gücü elinde tutarak iç ve dış düşmanlara karşı her an teyakkuzda bulunmasını hesaba katarak, ağaç kurdu misali onun iktidarını içten içe kemirerek yıkmak gibi bir taktik ile çalışmışlar ve sonunda onlar da başarıya ulaşmışlardır.
Süleyman(a.s) kıssasını okuduğumuz zaman onun, mülkü altında olan kimseleri sosyal ve ekonomik yönden doyuran bir icraat içinde olduğunu görmekteyiz. "Cin ve Şeytanlar" olarak ifade edilen yıkıcı unsurları dahi bu sistem içine katarak sistemin ekonomik ve sosyal imkanlarından onları da faydalanmıştır. "Cin ve Şeytan"ları, her devlet içinde olan ve o devletin yıkılması için çalışan kişiler olarak okumak, kıssanın evrensel bir mesaj taşıması açısından önemi olduğunu söyleyebiliriz.
Bu insanlar her fırsatı değerlendirerek, içinde bulundukları gemiyi batırmak için faaliyet gösterebilir. Yönetimlerin zaafiyet gösterdikleri yerde bu kurtlar için şartlar daha kolay olup yıkmak istedikleri yönetimleri yıkmaları daha da kolaylaşmaktadır.
Süleyman(a.s)'ın elindeki "asa"sı yani hükümranlığını ayakta tutmak için kullandığı yönetim mekanizmasının içine o her ne kadar gayret etse dahi dıştan değil, içten kemiren unsurlar girerek bu devletin yıkılmasını sağlamışlardır. Süleyman(a.s) yaşadığı zaman zarfı içinde bu unsurların içten kemiren faaliyetlerine engel olabilmişse de, ondan sonra gelen yöneticiler bu yıkıma engel olacak tedbirleri almakta Süleyman(a.s) gibi usta bir yönetim sergileyememişlerdir.
Bu kıssadan alınacak hisse; bir devletin yönetimi altında bulunanların hoşnutsuzluğunu çekecek, onları bu devlete karşı hasım olmaya yöneltecek sebebleri en aza indirmesi gereklidir. Bu yönetim şayet adil bir yönetim olsa bile bu yönetimlerin şeytan düşmanları olacaktır. Bu yönetimden rahatsız olanları memnun etmek için gayri adil bir yönetim sergilmesi gerekir demek istemediğimizin bilinmesi gerekmektedir.
Sonuç olarak; "asa" adı verilen objenin, yönetimi ve gücü temsil etmesi bakımından sembolik bir anlamı vardır. Bu asa, elinde tutulan kişinin kullanımına göre işlev taşır. Firavun'un elindeki asa gücün zulüm, baskı, katliam şeklinde yön bulmasına sebeb olurken, Musa(a.s)'ın elindeki asa gücün hak, adalet, doğru yol şeklinde yön bulmasına sebep olmaktadır.
Süleyman(a.s)'ın elindeki asa, onun her ne kadar adil bir yönetim anlayışı içinde olsa dahi bu yönetim onun yaşadığı müddet içinde gerçekleşerek, kendisinden sonra gelenler bu adil yönetimi devam ettirememişlerdir. Bu adil yönetimin devam edememe sebebi, yönetimi içten yıkmak isteyen unsurların yıkıcı faaliyetleri olup, yönetimdeki zaafiyet bu yıkımın gerçekleşmesine sebeb olmuştur.
Musa(a.s) ve Süleyman(a.s)'ın kıssasında geçen bu obje üzerinden verilen mesaj evrensellik arz etmekte olup, zalim iktidarların nasıl bir yolla yıkılabileceği Musa(a.s)'ın asası üzerinden verilen mesaj ile, adil yönetimlerin ayakta kalması için uygulanması gereken tedbirler Süleyman(a.s) kıssası ile verilmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
10 Ekim 2015 Cumartesi
KERİM KUR'AN Adlı Kur'an Çevirisi Üzerinde Bir Değerlendirme
Türkiye de son yıllarda artan Kur'anın mesajını okuma ve anlama çalışmalarının bir uzantısı olan , Kur'an çevirilerine geçtiğimiz ramazan ayı içinde , sayın Erhan Aktaş'ın "KERİM KUR'AN" adlı çevirisi eklenmiştir. Türkiye de yapılan bazı Kur'an çevirilerinin ticari amaçlı olduğunu düşündüğümüzde , sayın Aktaş'ın bu çeviriyi okuyucuya ulaştırma metodu takdire değer bir davranış olup , yaptığı iş üzerinden para kazanmayı amaçlamamış olmasının diğer Kur'an çevirmenlerine örnek olmasını diliyoruz.
Kur'an çevirilerinin genel olarak , çeviriyi yapan kişinin bilgi birikimi , yetiştiği kültür ortamı , meşrebi bakış açısı ile orantılı olarak yapılmış olduğu hepimizin malumudur. Sayın Aktaş, çevirisinin giriş bölümünde bu konuda hayli uzun bir malumat vermiş olup , verdiği malumatların hepsi altına imza atılacak malumatlardır. Hiç bir Kur'an çevirisi hatadan beri olmamakla birlikte sayın Aktaş'ın çevirisinde bizim açımızdan hata olarak gördüğümüz noktaları kendisine iletme cesaretimizin nedeni , kendisi bu konuda yapılan ikazları ikinci baskıda dikkate alacağını söylemesi olup , "Ben yaptım oldu" havası içinde bir çeviri sahibi olmak istemediğini açıkça göstermiştir, kendisini bu davranışından dolayı takdir ediyoruz.
Yaptığı çevirinin en önemli özelliği parantez kullanmaması ve bir çok çevirmenin dikkat etmediği kavramlara dikkat çekmesi olup , bazı ayetler ile ilgili düşüncelerini dipnot şeklinde paylaşmış ve bu dipnotlardan bazıları ciddi bir şekilde tepki çekmiştir. Bu dipnotların bazılarında , anlam yorum tarzına uygun bir yol izleyerek , ayet ile ilgili düşüncesini ayet içine değil ,altına dipnot şeklinde yazması bazı ayetler ile ilgili yorumlarında biz de, isabetli düşünmediği kanaatını oluşturmuştur.
Ayrıca metne sadık kalan bir tarzda yapılan çevirilerin , "Anlam yorum" tarzında yapılan çevirilere göre daha sağlıklı olduğunu düşündüğümüz için bu çevirinin metne sadık kalma noktasındaki hassayeti kayda değerdir ancak , ancak bazı ayetler ile ilgili olarak koyduğu dipnotlar çevirmenin kendi düşüncesinin bir ürünü olup bu konularda dikkat edilmesinin gerektiğini düşünüyoruz.
Yazımızda, kendisinin bazı ayetler ile ilgili yapmış olduğu çevirilerin hatalı olduğunu, özellikle Kur'anın inmesi ile ilgili ayetlerin çevirilerinde hata yapıldığını düşündüğümüz için bu ayetlere verdiği anlamlar üzerinde durmaya çalışacağız.
Bakara s. 97. ayeti .
Kul men kâne aduvven li cibrîle fe innehu nezzelehu alâ kalbike bi iznillâhi musaddikan limâ beyne yedeyhi ve huden ve buşrâ lil mu’minîn(mu’minîne).
De ki : Kim Cibril' düşmansa , bilsin ki O, onu bilgisi dahilinde iki eli arasındakileri tasdik edici , müminlere doğru yolu gösterme ve müjde olarak senin kalbine indirmiştir.
Sayın Aktaş'ın Bakara s. 97. ayetine verdiği anlam bu şekildedir. Ayet ile ilgili verdiği dipnotta "Cibril'in vahyi Muhammed (a.s) a getirdiğini düşüncelerine katılmadığını beyan ederek ,son cümleyi "Dolayısı ile Cibril'e vahiy meleği denilmesinin dayanağı yoktur" diyerek bağlamıştır. Biz, vahiy meleğinin olup olmadığını tartışmak için değil, bu ayetin çevirisinin doğru olmadığını düşünerek yanlışı ortaya koymaya çalışacağız.
Sayın Aktaş çeviride , "O" zamiri ile bahsedilen kişinin Allah (c.c) olduğunu söylemektedir. Arapça metinde "feinnehu" şeklindeki ibarenin Cibril'e raci olması gramer kuralları gereğidir. Ayet içindeki fail Cibril olup onun yaptığı iş anlatılmaktadır. Yapılan çeviride ki "O" zamirini Allah (c.c) olarak okuduğumuz zaman Cibril'in Allah (c.c) olduğu gibi bir durum ortaya çıkmaktadır.
Yapılan hata, ayet içindeki "feinnehu" zamirinin, Cibril'e raci edilmemiş olmasından kaynaklanan bir durumdur. Bu zamirin Allah (c.c) ye raci edilmesi gibi bir durum sözkonusu olamaz. Basit bir gramer kuralı olan , zamirin en yakın isme raci olması kuralına burada dikkat edilseydi "O" zamirinin karşılığının Allah (c.c) değil , Cibril olduğu anlaşılırdı. Yapılan hatanın sebebi ,dipnotta belirtildiği gibi Cibril'in vahiy meleği olduğu düşüncelerin dayanağının olmadığı iddiasıdır. Sayın Aktaş bu düşüncesini dipnotta belirtebilirdi ancak bunun böyle olduğunu ispatlamak için hatalı bir çeviri yapmak zorunda değildi.
Ayrıca ayet içindeki Bi iznillahi (Allah'ın izni ile) ibaresinin çeviriye dahil edilmeyerek çıkarılmış olması, hatadan ziyade bir tahrifattan başka bir şey değildir. Çünkü bu ibarenin çeviriye dahil edilmesi sayın Aktaş'ın önce zihninde oluşturduğu düşünceye aykırı olacağı için, çareyi, o ibareyi çeviriden çıkartmakta bulmuştur.
Bu ayetin doğru çevirisinin ,bir çok çeviride yapıldığı şekli ile şu şekilde olması gerektiğini düşünüyoruz.
De ki: «Cibril'e kim düşman ise, gerçekten o , onu, Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü'minler için hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine indirdi.
Nahl s. 102. ayeti.
Kul nezzelehu rûhul kudusi min rabbike bil hakkı li yusebbitellezîne âmenû ve huden ve buşrâ lil muslimîn(muslimîne).
De ki : İman edenlerin ; imanlarını pekiştirmek ,Müslümanlara kalvuz ve müjde olmak üzere Rabb'inden , Hakk ile çokça Ruhu'l-Kudus indi.
Sayın Aktaş Nahl s. 102. ayetine böyle bir anlam verdikten sonra dipnotunda , Ruhul Kudus tamlamasının Allah'ın vahyi olduğunu, bu nedenle bu tamlama ya Cebrail anlamı verilmesinin doğru olmadığını söylemektedir. Biz bu tamlamanın Cebrail olup olmadığını tartışmaktan çok dip notunda belirttiği " Ayrıca ayette yer alan "nezzele" fiiline "indirdi" anlamı vermek gramer olarak yanlıştır. Zira "indirdi" olabilmesi için , sözcüğün "nezzele" değil "enzele" olması gerekirdi. Ayette yer alan "nezzelehu Ruhu'l Kudus" ifadesinin anlamı , "Ona çokça vahiy / Ruhu'l Kudus indi" demektir. iddiasının üzerinde durmak istiyoruz.
Sayın Aktaş , "nezzele" filine, "indirdi" anlamı verilmesinin YANLIŞ olduğunu , bu kelimeye "indirdi" anlamı verilebilmesi için sözcüğün "enzele" olması gerektiğini söylemektedir. Sayın Aktaş'ın kendi çevirisinde , "nezzele" fiilinin geçtiği diğer ayetlere verdiği anlamlara baktığımız zaman bu kelimeye , gramer açısından YANLIŞ olduğunu ifade ettiği "İNDİRDİ" anlamı vermiştir. Bakara s. 97. ayetinde geçen "nezzelehu" fiiline, yanlış dediği "İNDİRDİ" anlamı vermiş olması sayın Aktaş için büyük bir çelişkidir.
Sayın Aktaş'a soruyoruz ; Sayın Aktaş eğer Nahl s. 102. ayetinde geçen "nezzelehu" kelimesine verilen "indirdi" anlamı gramer olarak yanlışsa , neden aynı kelimeye, Bakara s. 97. ayetinde ve kelimenin geçtiği bütün ayetlerde yanlış olduğunu iddia ettiğiniz anlamı verdiniz?. "Nezzele - nezzelna - nezzelehu - nezzelnahu" kelimelerinin geçtiği ayetlerde bu kelimeye verdiğiniz anlam eğer yanlışsa bu kelimelerin hepsini , doğru olduğunu iddia ettiğiniz "indi" olarak düzeltmeniz gerekmektedir. Yok eğer bunlar doğrudur derseniz o zaman Nahl s. 102. ayetine verdiğiniz sizin doğru olduğunu iddia ettiğiniz fakat kendiniz ile çelişkiye düşerek yanlış çevirdiğiniz bu kelimeyi düzeltmeniz gerekmektedir.
Bırakın diğer ayetleri sadece "nezzelehu" kelimesinin geçtiği bir ayeti "İndirdi" olarak çevirip , aynı kelimenin geçtiği diğer ayeti "indi" olarak çevirmeniz , üstelik Bakara s. 97 de verdiğiniz "indirdi" anlamının gramer açısından yanlış olduğunu iddia etmeniz , okuyucuların aynı kelimenin acaba hangi anlamı doğru şeklinde bir şüpheye düşmesine sebeb olacak ve sizinde bu konuda büyük bir çelişkiye düştüğünüz görülecektir. Bir kelimeye verilen anlam eğer gramer olarak yanlış olursa , aynı kelimeye başka ayette verilen ve yanlış olduğu iddia edilen nasıl doğru olabilir?.
Bu ayetin doğru olduğunu düşündüğümüz çevirisi şu şekilde olmalıdır.
De ki: «İnananları sağlamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu (Kur'an'ı) Ruh'ül Kudüs, Rabbinden hak olarak indirdi.»
Şuara s. 193. ayeti.
Nezele bihir rûhul emîn(emînu).
Onunla er-ruh'ul emin indi.
Şuara s. 193. ayetini bu şekil çeviren sayın Aktaş , "ruhul emin" terkibinin "vahiy" olduğunu söylemektedir.
Sayın Aktaş bu ayet içindeki "nezele bihi" ibaresine "indi" anlamı vermektedir. "be" harfi cerri nin geçişsiz fiili geçişli yapması gibi bir özelliği olduğunu düşündüğümüz zaman bu ibarenin "indirdi" şeklinde çevrilmesi daha doğrudur.
Sayın Aktaş , Yusuf s. 15. ayetindeki "zehebu bihi" ibaresini bu kurala riayet ederek "götürdüler" , aynı surenin 72. ayetindeki "cae bihi"ibaresini "bulana" (getirene şeklinde olması daha uygun olmakla birlikte bu çeviri aynı anlama gelmektedir) , müminun s. 18. ayetindeki "zehabin bihi" ibaresini "gidericiyiz" şeklinde çevirmiştir. Aynı surenin 210. ayetindeki "ve ma tenezzelet bihişşeytanü" cümlesinin " onu şeytanlar indirmedi" şeklinde çevirerek bu kurala riayet etmiş , fakat Şuara s. 193. ayetinde bu kurala riayet etmesi halinde Kur'anın "ruhul emin" tarafından indirilmesi anlamı , bu konu ile ilgili ayetlere verdiği anlam ile çakışacağı için çareyi bu kuralı ihlal etmekte bulduğunu düşünüyoruz.
Tekvir s. 19. ayetindeki "kerim elçi" nin kimliği konusunda dipnotunda yaptığı açıklamada onun Muhammed (a.s) olduğunu "Cebrail" olduğu şeklindeki ifadelerin doğru olmadığını söylemektedir. Biz Cebrail'in var olup olmadığı açısından değil bu ayetteki kerim resul'un Muhammed (a.s) olup olmadığı açısından ayeti irdeleyeceğiz.
19. ayette bahsedilen kişinin eğer Muhammed (a.s) olduğunu kabul ederek okuyacak olursak şöyle bir durum meydana gelecektir; 20 ve 21. ayetlerde vasıfları sayılan kişinin 23. ayette birisini gördüğünden bahsedilmektedir. Sayın Aktaş ın yorumu üzerinden gidecek olursak , Muhammed (a.s) , Muhammed (a.s) ı görmektedir. Bunun doğru olamayacağını bilen sayın Aktaş bu sefer 23. ayete koyduğu dipnotta görülen şeyin "Allah tan vahyedilen , Allahın büyük tecellisi" olduğunu söylemektedir.
Sayın Aktaş tezini, Cebrail adında birisinin olmadığı üzerine kurmadan bu ayetleri okusaydı , Muhammed (a.s) ın 23. ayette gördüğü beyan edilen şeyin , 19. ayette anlatılan kerim elçi olduğu konusunda, zorlama yorumlara girilmesine gerek kalmazdı.
Necm suresi 5. ayet dipnotunda , "Rahman suresi 1. 2. ayetlerinde Kur'anı öğretenin "Cebrail" değil Allah olduğu bildirilmektedir" demektedir. Rahman suresinde Kur'anı öğretenin elbette Allah olduğunu söylemektedir , ancak sayın Aktaş verdiği dipnotta Kur'anı Cebrail'in öğretmediği sanki Rahman suresi ayetlerinde yer alıyor gibi bir düşüncenin oluşmasına sebeb olmaktadır. Bu düşünceler Allah (c.c) nin , seçtiği beşer elçilere vahyetme keyfiyetinin , meleklerden seçtiği elçiler ile olduğunu düşünmeden yapılan yorumlardır. Allah (c.c) nin melek ile vahyetmesi mesajın onun tarafından ve onun öğretmesi olduğuna herhangi bir halel getirmez.
5. ayette Muhammed (a.s) a Kur'anı öğretenin Allah (c.c) olduğunu düşündüğümüz zaman , sonraki ayetler , Muhammed (a.s) ile 5. ayette bahsedilen kişinin ilişkisini anlatmaktadır. Eğer bu kişinin Allah (c.c) olduğunu iddia edersek , Muhammed (a.s) ile aralarının çok yakın olduğu , onun yere indiği gibi anlatımları Allah (c.c) ile ilişkisini kurmak zorunda kalırız.
Sayın Aktaş , 18. ayetin dipnotunda , 1-18. ayetler arasındaki anlatımların gaybi alemde gerçekleşen olaylar olduğu , bu anlatımların teşbih içerdiği , vahyin Muhammed (a.s) a nasıl ulaştığının anlatıldığını ifade etmektedir.
Bu düşüncelere katılmakla birlikte sayın Aktaş'ın kaçırdığı noktanın şurası olduğunu düşünmekteyiz ; Evet bu ayetler vahyin gelişini teşbihi ifadeler ile anlatmaktadır, bu anlatılanlarda gerçekleşen olayı Muhammed (a.s) birebir olarak yaşamıştır. Onun yaşadığı bu olay bizlere teşbihen anlatılmaktadır, onun yaşadıklarının teşbihi anlatımı değildir.
Ele almaya çalıştığımız ayetler , Kur'anın Muhammed (a.s) a ulaşması ilgili ayetler olup , sayın Aktaş bu ayetler ile ilgili çevirilerini , Cebrail adında bir vahiy meleğinin olmadığı tezi üzerine kurmaya çalışmıştır. Vahyin ulaşma keyfiyetini anlatan ayetlerde geçen , Cibril , Ruhul emin , Ruhul kudus gibi terimler ile ifade edilen şeylerin ne olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Allah (c.c) bu isimlerle soyut bir olguyu bize somutlaştırarak anlatmaktadır.
Rivayet kitaplarda geçen kanatlı meleklerin gelip Muhammed (a.s) a vahyi getirdiği düşüncesine bizimde katılmamız mümkün değildir , ancak Şura s. 51 de Allah (c.c) nin insanlarla konuşmasının 3 şeklinden biri olan , elçi göndererek vahyetmesi , Hacc. s 75 de Allah (c.c) nin meleklerden elçi seçmesi, Nahl s. 2. ayetinde beyan edilen " O, kullarından dilediğine kendi emrinden melekleri ruh ile indirir ki; Ben'den başka tanrı yoktur, Ben'den sakının, diye uyarsınlar." durum dikkate alınarak ilgili ayetler okunmaya çalışılsaydı , Cebrail in vahiy meleği olmadığının oturtulmaya çalışılması için ilgili ayetler üzerinde bu kadar oynamalar yapılmasına gerek kalmazdı.
Sayın Aktaş'tan şahsım adına şunu beklerdim , ilgili ayetlerin çevirisini Cebrail'in vahiy meleği olmadığı tezi üzerine kurulmuş bir anlayış üzerine kurarak değil , daha objektif bir yaklaşım sergileyerek , bu tezinin ayrı bir yazı konusu yapıp çevirinin dışında bunu paylaşabilirdi. Eleştirilerimiz sadece bu konuda olmayıp , faiz ve örtünme konularında yaptığı dipnot şeklinde açıklamaların yerinin bu çevirinin sayfaları içinde olmaması gerektiğini bu konularda eğer söylecekleri varsa ayrı bir kitap halinde paylaşılması gerektiğini düşünüyoruz.
Kendisinin de rahatsız olduğunu belirttiği, kişilerin şahsi düşüncelerinin Kur'ana onaylatma merkezli bir çalışma haline gelme tehlikesini taşıyan "anlam yorum" tarzı çeviri çalışmasının bir benzerini , vahyin gelişi , faiz ,örtünme , ile ilgili ayetlerin altına koymuş olduğu dipnotlar la "anlam yorum" tarzını kendisinin de takip ettiğini düşündüğümüzü söylemek istiyoruz.
Şahsım adına söylemek gerekirse , sayın Aktaş'ın yukarıdaki ayetler ile ilgili çevirilerinin yanlış olduğunu iddia etmiş olmam , her ne kadar vahyin Muhammed (a.s) a elçi ile inmiş olduğu düşüncesi içinde olsam da, bu ön yargı ile ayetlerin çevirisinin yanlış olduğu iddiasında olmadığımızın anlaşıldığını düşünüyorum.
Melek kavramı maalesef rivayetlerin gölgesi altında kalmış bir konu olup , Muhammed (a.s) ın vahiy alması konusundaki bazı rivayetlere baktığımızda , Cebrail ile sanki kanka durumunda olup ikide birde onunla görüşen bir kişi durumuna sokulmuştur. Bunun böyle olması mümkün olmayıp, olayın Kur'ani bir zemine oturtulması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu oturtma çalışmalarına eğer , ilgili ayetlerin anlamlarını yerinden oynatmakla başlarsak , doğru bir başlangıç olmayacağı bilinmelidir.
Sayın Aktaş'ın , Meryem s. 24. ayetine verdiği anlam hakkında da kısaca görüşlerimizi belirtmek istiyoruz.
Fe nâdâhâ min tahtihâ ellâ tahzenî kad ceale rabbuki tahteki seriyyâ(seriyyen).
Sonra aşağısından , ona "Üzülme" diye bir ses geldi: Rabb'in senin alt tarafında olanı şerefli kılmıştır.
Sayın Aktaş'ın bu ayete verdiği anlamın yanlış olduğunu düşünmemekle birlikte , bağlam gözetilmeden anlam verildiğini düşünüyoruz şöyle ki ; Ayet içinde ki "seriyyen" kelimesi, kendisinin de belirttiği gibi "su yolu" anlamına da gelmektedir. Biz Mü'minun s. 50. de " Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık ve ikisini barınmaya elverişli ve akar suyu olan bir tepede yerleştirdik." şeklindeki beyanın dikkate alınarak "su yolu" anlamının verilerek çevirlmesinin daha doğru olacağını düşünüyoruz.
Ayrıca ayet içinde ki nida nın doğum öncesi olduğunu düşündüğümüzde , sayın Aktaş tarafından verilen anlamın uygun olması için , ayet içindeki "tahteki" kelimesi yerine "senin karnındaki ni" şeklinde çevrilmeye müsait olan "batın" kelimesi ile ifade edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Sonuç olarak ; sayın Erhan Aktaş'ın yapmış olduğu çevirinin ilk baskısından sonra ,ikinci baskı için tashihe muhtaç yerlerini geecek olan uyarıları dikkate alacağını söyleyerek , bunları ikici baskı da düzelteceğini söylemesi üzerine , şahsımız tarafından gönderilen bazı tashihlerin dikkate alınması , kendisinin bu konuda "Ben yaptım oldu" mantığı içinde bir çalışma yapmamış olması bizi sevindirmiştir. İlk baskısında gördüğümüz ve önemli olarak dikkat çektiğimizi yazımızda ele aldığımız ayetler üzerinde düşüncelerinin aynı olduğunu gördüğümüz için ilgili ayetler üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmak istedik. Yazımızda ele aldığımız ayetleri, biz gibi düşünmediği üzerinden değil , çevirilerdeki hatalar noktasından ele almaya çalıştık.
Yapılan çevirinin emek ürünü ve uzun yıllar gerektiren bir çalışma olduğu ve bu çalışmalarını bir kalemde üzerinin çizilmesinin haksızlık olduğu düşüncesi içinde yazılmış bir yazı olduğunun önce sayın Aktaş'ın sonra okuyucuların bilmesini isterim. Yapılan hiç bir çeviride sıfır hata olmayacağı bilinci içinde olduğumuzu , kendimiz böyle bir işe girişsek bizdede hatalar olacağını bilerek böyle bir işe cesaret edemediğimizi itiraf etmek , cesaret edenlerin cesaretlerinin kırmamak gerektiği söyleyerek yapılan eleştirilerin yıkıcı değil yapıcı olmasını düşündüğümüz için, bu yapıcılığa örnek olmak için bunları kaleme almaya çalıştık, sayın Erhan Aktaş'ı tekrar tebrik eder , sürçü lisan ettik ise af ola diyoruz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an çevirilerinin genel olarak , çeviriyi yapan kişinin bilgi birikimi , yetiştiği kültür ortamı , meşrebi bakış açısı ile orantılı olarak yapılmış olduğu hepimizin malumudur. Sayın Aktaş, çevirisinin giriş bölümünde bu konuda hayli uzun bir malumat vermiş olup , verdiği malumatların hepsi altına imza atılacak malumatlardır. Hiç bir Kur'an çevirisi hatadan beri olmamakla birlikte sayın Aktaş'ın çevirisinde bizim açımızdan hata olarak gördüğümüz noktaları kendisine iletme cesaretimizin nedeni , kendisi bu konuda yapılan ikazları ikinci baskıda dikkate alacağını söylemesi olup , "Ben yaptım oldu" havası içinde bir çeviri sahibi olmak istemediğini açıkça göstermiştir, kendisini bu davranışından dolayı takdir ediyoruz.
Yaptığı çevirinin en önemli özelliği parantez kullanmaması ve bir çok çevirmenin dikkat etmediği kavramlara dikkat çekmesi olup , bazı ayetler ile ilgili düşüncelerini dipnot şeklinde paylaşmış ve bu dipnotlardan bazıları ciddi bir şekilde tepki çekmiştir. Bu dipnotların bazılarında , anlam yorum tarzına uygun bir yol izleyerek , ayet ile ilgili düşüncesini ayet içine değil ,altına dipnot şeklinde yazması bazı ayetler ile ilgili yorumlarında biz de, isabetli düşünmediği kanaatını oluşturmuştur.
Ayrıca metne sadık kalan bir tarzda yapılan çevirilerin , "Anlam yorum" tarzında yapılan çevirilere göre daha sağlıklı olduğunu düşündüğümüz için bu çevirinin metne sadık kalma noktasındaki hassayeti kayda değerdir ancak , ancak bazı ayetler ile ilgili olarak koyduğu dipnotlar çevirmenin kendi düşüncesinin bir ürünü olup bu konularda dikkat edilmesinin gerektiğini düşünüyoruz.
Yazımızda, kendisinin bazı ayetler ile ilgili yapmış olduğu çevirilerin hatalı olduğunu, özellikle Kur'anın inmesi ile ilgili ayetlerin çevirilerinde hata yapıldığını düşündüğümüz için bu ayetlere verdiği anlamlar üzerinde durmaya çalışacağız.
Bakara s. 97. ayeti .
Kul men kâne aduvven li cibrîle fe innehu nezzelehu alâ kalbike bi iznillâhi musaddikan limâ beyne yedeyhi ve huden ve buşrâ lil mu’minîn(mu’minîne).
De ki : Kim Cibril' düşmansa , bilsin ki O, onu bilgisi dahilinde iki eli arasındakileri tasdik edici , müminlere doğru yolu gösterme ve müjde olarak senin kalbine indirmiştir.
Sayın Aktaş'ın Bakara s. 97. ayetine verdiği anlam bu şekildedir. Ayet ile ilgili verdiği dipnotta "Cibril'in vahyi Muhammed (a.s) a getirdiğini düşüncelerine katılmadığını beyan ederek ,son cümleyi "Dolayısı ile Cibril'e vahiy meleği denilmesinin dayanağı yoktur" diyerek bağlamıştır. Biz, vahiy meleğinin olup olmadığını tartışmak için değil, bu ayetin çevirisinin doğru olmadığını düşünerek yanlışı ortaya koymaya çalışacağız.
Sayın Aktaş çeviride , "O" zamiri ile bahsedilen kişinin Allah (c.c) olduğunu söylemektedir. Arapça metinde "feinnehu" şeklindeki ibarenin Cibril'e raci olması gramer kuralları gereğidir. Ayet içindeki fail Cibril olup onun yaptığı iş anlatılmaktadır. Yapılan çeviride ki "O" zamirini Allah (c.c) olarak okuduğumuz zaman Cibril'in Allah (c.c) olduğu gibi bir durum ortaya çıkmaktadır.
Yapılan hata, ayet içindeki "feinnehu" zamirinin, Cibril'e raci edilmemiş olmasından kaynaklanan bir durumdur. Bu zamirin Allah (c.c) ye raci edilmesi gibi bir durum sözkonusu olamaz. Basit bir gramer kuralı olan , zamirin en yakın isme raci olması kuralına burada dikkat edilseydi "O" zamirinin karşılığının Allah (c.c) değil , Cibril olduğu anlaşılırdı. Yapılan hatanın sebebi ,dipnotta belirtildiği gibi Cibril'in vahiy meleği olduğu düşüncelerin dayanağının olmadığı iddiasıdır. Sayın Aktaş bu düşüncesini dipnotta belirtebilirdi ancak bunun böyle olduğunu ispatlamak için hatalı bir çeviri yapmak zorunda değildi.
Ayrıca ayet içindeki Bi iznillahi (Allah'ın izni ile) ibaresinin çeviriye dahil edilmeyerek çıkarılmış olması, hatadan ziyade bir tahrifattan başka bir şey değildir. Çünkü bu ibarenin çeviriye dahil edilmesi sayın Aktaş'ın önce zihninde oluşturduğu düşünceye aykırı olacağı için, çareyi, o ibareyi çeviriden çıkartmakta bulmuştur.
Bu ayetin doğru çevirisinin ,bir çok çeviride yapıldığı şekli ile şu şekilde olması gerektiğini düşünüyoruz.
De ki: «Cibril'e kim düşman ise, gerçekten o , onu, Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü'minler için hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine indirdi.
Nahl s. 102. ayeti.
Kul nezzelehu rûhul kudusi min rabbike bil hakkı li yusebbitellezîne âmenû ve huden ve buşrâ lil muslimîn(muslimîne).
De ki : İman edenlerin ; imanlarını pekiştirmek ,Müslümanlara kalvuz ve müjde olmak üzere Rabb'inden , Hakk ile çokça Ruhu'l-Kudus indi.
Sayın Aktaş Nahl s. 102. ayetine böyle bir anlam verdikten sonra dipnotunda , Ruhul Kudus tamlamasının Allah'ın vahyi olduğunu, bu nedenle bu tamlama ya Cebrail anlamı verilmesinin doğru olmadığını söylemektedir. Biz bu tamlamanın Cebrail olup olmadığını tartışmaktan çok dip notunda belirttiği " Ayrıca ayette yer alan "nezzele" fiiline "indirdi" anlamı vermek gramer olarak yanlıştır. Zira "indirdi" olabilmesi için , sözcüğün "nezzele" değil "enzele" olması gerekirdi. Ayette yer alan "nezzelehu Ruhu'l Kudus" ifadesinin anlamı , "Ona çokça vahiy / Ruhu'l Kudus indi" demektir. iddiasının üzerinde durmak istiyoruz.
Sayın Aktaş , "nezzele" filine, "indirdi" anlamı verilmesinin YANLIŞ olduğunu , bu kelimeye "indirdi" anlamı verilebilmesi için sözcüğün "enzele" olması gerektiğini söylemektedir. Sayın Aktaş'ın kendi çevirisinde , "nezzele" fiilinin geçtiği diğer ayetlere verdiği anlamlara baktığımız zaman bu kelimeye , gramer açısından YANLIŞ olduğunu ifade ettiği "İNDİRDİ" anlamı vermiştir. Bakara s. 97. ayetinde geçen "nezzelehu" fiiline, yanlış dediği "İNDİRDİ" anlamı vermiş olması sayın Aktaş için büyük bir çelişkidir.
Sayın Aktaş'a soruyoruz ; Sayın Aktaş eğer Nahl s. 102. ayetinde geçen "nezzelehu" kelimesine verilen "indirdi" anlamı gramer olarak yanlışsa , neden aynı kelimeye, Bakara s. 97. ayetinde ve kelimenin geçtiği bütün ayetlerde yanlış olduğunu iddia ettiğiniz anlamı verdiniz?. "Nezzele - nezzelna - nezzelehu - nezzelnahu" kelimelerinin geçtiği ayetlerde bu kelimeye verdiğiniz anlam eğer yanlışsa bu kelimelerin hepsini , doğru olduğunu iddia ettiğiniz "indi" olarak düzeltmeniz gerekmektedir. Yok eğer bunlar doğrudur derseniz o zaman Nahl s. 102. ayetine verdiğiniz sizin doğru olduğunu iddia ettiğiniz fakat kendiniz ile çelişkiye düşerek yanlış çevirdiğiniz bu kelimeyi düzeltmeniz gerekmektedir.
Bırakın diğer ayetleri sadece "nezzelehu" kelimesinin geçtiği bir ayeti "İndirdi" olarak çevirip , aynı kelimenin geçtiği diğer ayeti "indi" olarak çevirmeniz , üstelik Bakara s. 97 de verdiğiniz "indirdi" anlamının gramer açısından yanlış olduğunu iddia etmeniz , okuyucuların aynı kelimenin acaba hangi anlamı doğru şeklinde bir şüpheye düşmesine sebeb olacak ve sizinde bu konuda büyük bir çelişkiye düştüğünüz görülecektir. Bir kelimeye verilen anlam eğer gramer olarak yanlış olursa , aynı kelimeye başka ayette verilen ve yanlış olduğu iddia edilen nasıl doğru olabilir?.
Bu ayetin doğru olduğunu düşündüğümüz çevirisi şu şekilde olmalıdır.
De ki: «İnananları sağlamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu (Kur'an'ı) Ruh'ül Kudüs, Rabbinden hak olarak indirdi.»
Şuara s. 193. ayeti.
Nezele bihir rûhul emîn(emînu).
Onunla er-ruh'ul emin indi.
Şuara s. 193. ayetini bu şekil çeviren sayın Aktaş , "ruhul emin" terkibinin "vahiy" olduğunu söylemektedir.
Sayın Aktaş bu ayet içindeki "nezele bihi" ibaresine "indi" anlamı vermektedir. "be" harfi cerri nin geçişsiz fiili geçişli yapması gibi bir özelliği olduğunu düşündüğümüz zaman bu ibarenin "indirdi" şeklinde çevrilmesi daha doğrudur.
Sayın Aktaş , Yusuf s. 15. ayetindeki "zehebu bihi" ibaresini bu kurala riayet ederek "götürdüler" , aynı surenin 72. ayetindeki "cae bihi"ibaresini "bulana" (getirene şeklinde olması daha uygun olmakla birlikte bu çeviri aynı anlama gelmektedir) , müminun s. 18. ayetindeki "zehabin bihi" ibaresini "gidericiyiz" şeklinde çevirmiştir. Aynı surenin 210. ayetindeki "ve ma tenezzelet bihişşeytanü" cümlesinin " onu şeytanlar indirmedi" şeklinde çevirerek bu kurala riayet etmiş , fakat Şuara s. 193. ayetinde bu kurala riayet etmesi halinde Kur'anın "ruhul emin" tarafından indirilmesi anlamı , bu konu ile ilgili ayetlere verdiği anlam ile çakışacağı için çareyi bu kuralı ihlal etmekte bulduğunu düşünüyoruz.
Tekvir s. 19. ayetindeki "kerim elçi" nin kimliği konusunda dipnotunda yaptığı açıklamada onun Muhammed (a.s) olduğunu "Cebrail" olduğu şeklindeki ifadelerin doğru olmadığını söylemektedir. Biz Cebrail'in var olup olmadığı açısından değil bu ayetteki kerim resul'un Muhammed (a.s) olup olmadığı açısından ayeti irdeleyeceğiz.
19. ayette bahsedilen kişinin eğer Muhammed (a.s) olduğunu kabul ederek okuyacak olursak şöyle bir durum meydana gelecektir; 20 ve 21. ayetlerde vasıfları sayılan kişinin 23. ayette birisini gördüğünden bahsedilmektedir. Sayın Aktaş ın yorumu üzerinden gidecek olursak , Muhammed (a.s) , Muhammed (a.s) ı görmektedir. Bunun doğru olamayacağını bilen sayın Aktaş bu sefer 23. ayete koyduğu dipnotta görülen şeyin "Allah tan vahyedilen , Allahın büyük tecellisi" olduğunu söylemektedir.
Sayın Aktaş tezini, Cebrail adında birisinin olmadığı üzerine kurmadan bu ayetleri okusaydı , Muhammed (a.s) ın 23. ayette gördüğü beyan edilen şeyin , 19. ayette anlatılan kerim elçi olduğu konusunda, zorlama yorumlara girilmesine gerek kalmazdı.
Necm suresi 5. ayet dipnotunda , "Rahman suresi 1. 2. ayetlerinde Kur'anı öğretenin "Cebrail" değil Allah olduğu bildirilmektedir" demektedir. Rahman suresinde Kur'anı öğretenin elbette Allah olduğunu söylemektedir , ancak sayın Aktaş verdiği dipnotta Kur'anı Cebrail'in öğretmediği sanki Rahman suresi ayetlerinde yer alıyor gibi bir düşüncenin oluşmasına sebeb olmaktadır. Bu düşünceler Allah (c.c) nin , seçtiği beşer elçilere vahyetme keyfiyetinin , meleklerden seçtiği elçiler ile olduğunu düşünmeden yapılan yorumlardır. Allah (c.c) nin melek ile vahyetmesi mesajın onun tarafından ve onun öğretmesi olduğuna herhangi bir halel getirmez.
5. ayette Muhammed (a.s) a Kur'anı öğretenin Allah (c.c) olduğunu düşündüğümüz zaman , sonraki ayetler , Muhammed (a.s) ile 5. ayette bahsedilen kişinin ilişkisini anlatmaktadır. Eğer bu kişinin Allah (c.c) olduğunu iddia edersek , Muhammed (a.s) ile aralarının çok yakın olduğu , onun yere indiği gibi anlatımları Allah (c.c) ile ilişkisini kurmak zorunda kalırız.
Sayın Aktaş , 18. ayetin dipnotunda , 1-18. ayetler arasındaki anlatımların gaybi alemde gerçekleşen olaylar olduğu , bu anlatımların teşbih içerdiği , vahyin Muhammed (a.s) a nasıl ulaştığının anlatıldığını ifade etmektedir.
Bu düşüncelere katılmakla birlikte sayın Aktaş'ın kaçırdığı noktanın şurası olduğunu düşünmekteyiz ; Evet bu ayetler vahyin gelişini teşbihi ifadeler ile anlatmaktadır, bu anlatılanlarda gerçekleşen olayı Muhammed (a.s) birebir olarak yaşamıştır. Onun yaşadığı bu olay bizlere teşbihen anlatılmaktadır, onun yaşadıklarının teşbihi anlatımı değildir.
Ele almaya çalıştığımız ayetler , Kur'anın Muhammed (a.s) a ulaşması ilgili ayetler olup , sayın Aktaş bu ayetler ile ilgili çevirilerini , Cebrail adında bir vahiy meleğinin olmadığı tezi üzerine kurmaya çalışmıştır. Vahyin ulaşma keyfiyetini anlatan ayetlerde geçen , Cibril , Ruhul emin , Ruhul kudus gibi terimler ile ifade edilen şeylerin ne olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Allah (c.c) bu isimlerle soyut bir olguyu bize somutlaştırarak anlatmaktadır.
Rivayet kitaplarda geçen kanatlı meleklerin gelip Muhammed (a.s) a vahyi getirdiği düşüncesine bizimde katılmamız mümkün değildir , ancak Şura s. 51 de Allah (c.c) nin insanlarla konuşmasının 3 şeklinden biri olan , elçi göndererek vahyetmesi , Hacc. s 75 de Allah (c.c) nin meleklerden elçi seçmesi, Nahl s. 2. ayetinde beyan edilen " O, kullarından dilediğine kendi emrinden melekleri ruh ile indirir ki; Ben'den başka tanrı yoktur, Ben'den sakının, diye uyarsınlar." durum dikkate alınarak ilgili ayetler okunmaya çalışılsaydı , Cebrail in vahiy meleği olmadığının oturtulmaya çalışılması için ilgili ayetler üzerinde bu kadar oynamalar yapılmasına gerek kalmazdı.
Sayın Aktaş'tan şahsım adına şunu beklerdim , ilgili ayetlerin çevirisini Cebrail'in vahiy meleği olmadığı tezi üzerine kurulmuş bir anlayış üzerine kurarak değil , daha objektif bir yaklaşım sergileyerek , bu tezinin ayrı bir yazı konusu yapıp çevirinin dışında bunu paylaşabilirdi. Eleştirilerimiz sadece bu konuda olmayıp , faiz ve örtünme konularında yaptığı dipnot şeklinde açıklamaların yerinin bu çevirinin sayfaları içinde olmaması gerektiğini bu konularda eğer söylecekleri varsa ayrı bir kitap halinde paylaşılması gerektiğini düşünüyoruz.
Kendisinin de rahatsız olduğunu belirttiği, kişilerin şahsi düşüncelerinin Kur'ana onaylatma merkezli bir çalışma haline gelme tehlikesini taşıyan "anlam yorum" tarzı çeviri çalışmasının bir benzerini , vahyin gelişi , faiz ,örtünme , ile ilgili ayetlerin altına koymuş olduğu dipnotlar la "anlam yorum" tarzını kendisinin de takip ettiğini düşündüğümüzü söylemek istiyoruz.
Şahsım adına söylemek gerekirse , sayın Aktaş'ın yukarıdaki ayetler ile ilgili çevirilerinin yanlış olduğunu iddia etmiş olmam , her ne kadar vahyin Muhammed (a.s) a elçi ile inmiş olduğu düşüncesi içinde olsam da, bu ön yargı ile ayetlerin çevirisinin yanlış olduğu iddiasında olmadığımızın anlaşıldığını düşünüyorum.
Melek kavramı maalesef rivayetlerin gölgesi altında kalmış bir konu olup , Muhammed (a.s) ın vahiy alması konusundaki bazı rivayetlere baktığımızda , Cebrail ile sanki kanka durumunda olup ikide birde onunla görüşen bir kişi durumuna sokulmuştur. Bunun böyle olması mümkün olmayıp, olayın Kur'ani bir zemine oturtulması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu oturtma çalışmalarına eğer , ilgili ayetlerin anlamlarını yerinden oynatmakla başlarsak , doğru bir başlangıç olmayacağı bilinmelidir.
Sayın Aktaş'ın , Meryem s. 24. ayetine verdiği anlam hakkında da kısaca görüşlerimizi belirtmek istiyoruz.
Fe nâdâhâ min tahtihâ ellâ tahzenî kad ceale rabbuki tahteki seriyyâ(seriyyen).
Sonra aşağısından , ona "Üzülme" diye bir ses geldi: Rabb'in senin alt tarafında olanı şerefli kılmıştır.
Sayın Aktaş'ın bu ayete verdiği anlamın yanlış olduğunu düşünmemekle birlikte , bağlam gözetilmeden anlam verildiğini düşünüyoruz şöyle ki ; Ayet içinde ki "seriyyen" kelimesi, kendisinin de belirttiği gibi "su yolu" anlamına da gelmektedir. Biz Mü'minun s. 50. de " Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık ve ikisini barınmaya elverişli ve akar suyu olan bir tepede yerleştirdik." şeklindeki beyanın dikkate alınarak "su yolu" anlamının verilerek çevirlmesinin daha doğru olacağını düşünüyoruz.
Ayrıca ayet içinde ki nida nın doğum öncesi olduğunu düşündüğümüzde , sayın Aktaş tarafından verilen anlamın uygun olması için , ayet içindeki "tahteki" kelimesi yerine "senin karnındaki ni" şeklinde çevrilmeye müsait olan "batın" kelimesi ile ifade edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Sonuç olarak ; sayın Erhan Aktaş'ın yapmış olduğu çevirinin ilk baskısından sonra ,ikinci baskı için tashihe muhtaç yerlerini geecek olan uyarıları dikkate alacağını söyleyerek , bunları ikici baskı da düzelteceğini söylemesi üzerine , şahsımız tarafından gönderilen bazı tashihlerin dikkate alınması , kendisinin bu konuda "Ben yaptım oldu" mantığı içinde bir çalışma yapmamış olması bizi sevindirmiştir. İlk baskısında gördüğümüz ve önemli olarak dikkat çektiğimizi yazımızda ele aldığımız ayetler üzerinde düşüncelerinin aynı olduğunu gördüğümüz için ilgili ayetler üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmak istedik. Yazımızda ele aldığımız ayetleri, biz gibi düşünmediği üzerinden değil , çevirilerdeki hatalar noktasından ele almaya çalıştık.
Yapılan çevirinin emek ürünü ve uzun yıllar gerektiren bir çalışma olduğu ve bu çalışmalarını bir kalemde üzerinin çizilmesinin haksızlık olduğu düşüncesi içinde yazılmış bir yazı olduğunun önce sayın Aktaş'ın sonra okuyucuların bilmesini isterim. Yapılan hiç bir çeviride sıfır hata olmayacağı bilinci içinde olduğumuzu , kendimiz böyle bir işe girişsek bizdede hatalar olacağını bilerek böyle bir işe cesaret edemediğimizi itiraf etmek , cesaret edenlerin cesaretlerinin kırmamak gerektiği söyleyerek yapılan eleştirilerin yıkıcı değil yapıcı olmasını düşündüğümüz için, bu yapıcılığa örnek olmak için bunları kaleme almaya çalıştık, sayın Erhan Aktaş'ı tekrar tebrik eder , sürçü lisan ettik ise af ola diyoruz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
8 Ekim 2015 Perşembe
Kaf Suresi 1-30. Ayetleri : Vaad Gününden Sahneler
Kaf suresi Mekke de indirilen surelerden olup, mushaf ta 50. sırada yer alan , 45 ayetlik bir suredir. Bu yazımızda surenin ilk 30 ayeti üzerinde durmaya çalışacağız.
Kâf vel kur’ânil mecîd(mecîdi).
[050.001] Kaf , mecid Kur'ana andolsun.
Sure , "Hurufu mukattaa" denilen kesik harfle başlamaktadır. Bu harfler ile ilgili olarak tefsirlerde bir çok yorum bulunmaktadır. Ancak bu harflerin ne anlama gelebileceğini , bu harflerle başlayan Şura s. 3. ayetini okuduğumuzda anlayabilmek mümkündür.
[042.001-2] Hâ. Mîm. Ayn. Sîn. Kaf.
[042.003] Azîz ve hakîm olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder.
Şura s. 3. ayetinde ona ve önceki elçilere böyle vahyedilmesinin ne anlama geldiği , İbrahim s. 4. ayetinden anlaşılabilir.
[014.004] Ve Biz her elçiyi ancak kendi kavminin lisaniyle gönderdik ki, onlara beyan etsin. Artık Allah Teâlâ dilediğini saptırır ve dilediğini doğru yola sevkeder. Ve azîz, hakîm olan O'dur.
Allah (c.c) nin her elçiyi kendi kavminin dili ile göndermiş olmasının son örneği olan Muhammed (a.s) , Arap kavmine mensub olması nedeniyle o kavmin içinden birisi olarak seçilmiş ve ona indirilen kitap ta aynı dil üzere inmiştir. Bazı surelerin kesik harfler ile başlamasının , bu dilin harflerinden teşekkül eden kelime , cümle , ayet ve surelerin bu kitabı oluşturduğu , dolayısı ile ilk muhataplar tarafından anlaşılma sorunu diye bir sıkıntı ile karşı karşıya kalınmasının mümkün olmadığının , bu harflerle başlanarak anlatılmak olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca söze başlarken dikkat çekmek amacı ile kullanıldığı veya sure başı olduğunun bilinmesi için böyle başladığı şeklinde yorumlar bulunmaktadır.
Kur'anda yeminler önemli bir yer tutmaktadır , bunun sebebi yeminin biz insanların hayatında önemli bir konuma sahip olmasındandır. Bizler söylediğimiz bir şeyin doğruluğuna başkalarının inanması için yemin üslubunu kullanırız. Allah (c.c) kitabını yaşayan insanın bildiği , kullandığı dil ve edebi uslup üzerinde indirmiş olmasına binaen ,Kur'an içinde yeminle başlayan sureler mevcuttur.
Kur'anın "Mecid" olarak adlandırılmasının sebebini, bu kelimenin o günkü anlam alanını öğrenerek anlamak mümkündür.
"Mecdü" kelimesi , Arapların, "Develer çayırı bol olan otlakta bir araya geldiler" anlamındaki "Mecedetül iblü" sözlerinden gelir.
"Gad emcedel iblürraii" , Çoban develerini otu bol olan meraya getirdi. (Elmüfredat)
Mecid kelimesinin anlamını , develerin yaşamları için önemli ve onların beslenmesi ve büyümesi için elverişli mekanlar olarak bilen ve böyle mekanların değerinin çok iyi bilen o günkü arap insanı , Kur'anın "Mecid" olarak vasıflandırılmasının , kendilerinin yaşamları ,ve zihni beslenmeleri için önemli bir yer tuttuğunun develeri için kullandıkları kelimenin önemi dikkat çekilerek , Allah (c.c) tarafından onlara haber verildiğini anlamaktadır.
Bel acibû en câehum munzirun minhum fe kâlel kâfirûne hâzâ şey’un acîbun
E izâ mitnâ ve kunnâ turâbâ(turâben), zâlike rec’un baîdun.
[050.002-3] Kafirler, Aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da: «Bu şaşılacak bir şey; öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman dirilecek miyiz? Bu, ihtimali olmayan bir dönüştür» dediler.
Develeri için "Mecid" kelimesinin ne anlama geldiğini çok iyi bilen Mekkeliler , Kendileri için "Mecid" olarak vasıflanan Kur'anın, kendi içlerinden tanıdıkları bir kimse ile gönderilerek "Öldükten ve toprak olduktan sonra dirilecek ve yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz" şeklinde verdikleri habere şaşırarak inkar ettiler ve bunun imkansız olduğunu iddia ettiler.
Kad alimnâ mâ tenkusul ardu minhum, ve indenâ kitâbun hafîzun.
[050.004] Biz toprağın onlardan neleri eksilttiğini kesinlikle bilmekteyiz. Yanımızda ( o bilgileri) koruyan bir kitap vardır.
"Öldükten toprağa karıştıktan sonra eski halimize dönmemiz asla mümkün değildir" şeklinde itirazlar ortaya koyan müşriklerin bu itirazları, bir çok Kur'an ayetinde akli deliller ortaya koyularak red edilmektedir. Bu ayette "Koruyan Kitap" deyimi kullanılarak , ölen kişinin toprağa karışmış olsa dahi yeniden diriliş gününde, başka ayetlerde beyan edildiği üzere, parmak uçlarına varana kadar eksiksiz bir biçimde yeniden toparlanarak diriltileceği haber verilmektedir.
Ayet içinde "Kitap" kavramının kullanıldığı görülmektedir. Bu kavram teşbihi bir anlatım olup , teşbih edildiği şey bu kavramın bizim zihnimizde yansıttığı anlamlarından birisi olan, yazılan bir bilginin unutulmamasını ve kaybolmamasını bizlere hatırlatmak içindir. Ayeti literal bir okumaya tabi tuttuğumuz zaman , Allah (c.c) nin unutma veya kaybolma tehlikesine karşı bizlerden neyin eksildiğini, eline bir defter kalem alarak teker teker yazmış olması anlamına asla gelmez. Bu deyim bizlerin yeniden diriliş zamanında her azamızın yaşadığımız hayattaki gibi yerli yerinde olacağının bildirmek içindir.
Bel kezzebû bil hakkı lemmâ câehum fe hum fî emrin merîcin.
[050.005] Doğrusu hak kendilerine geldiği zaman yalanladılar da şimdi karmakarışıklık içindeler.
"Meric" kelimesi , bir şeyin başka bir şeyle karışmasıve bitkinin bolluğundan dolayı hayvanların birbirine karışması anlamındadır.
Kendilerine hak ve gerçek bilgi gelenler , bu bilgiyi yalanlayarak karışık ve hak olmayan bilgilere tabi olarak onları hak olarak görmekte ve dolayısı ile hak bilgi onlar için yanlış hale gelmektedir.
E fe lem yanzurû iles semâi fevkahum keyfe beneynâhâ ve zeyyennâhâ ve mâ lehâ min furûcin.
[050.006] Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız! Onda hiçbir çatlak da yok.
Vel arda medednâhâ ve elkaynâ fîhâ revâsiye ve enbetnâ fîhâ min kulli zevcin behîcin.
[050.007] Yeryüzünü de yaydık, ona sağlam dağlar yerleştirdik, onda her güzel çifti bitirdik.
Tebsıraten ve zikrâ li kulli abdin munîbin.
[050.008] (Bunlar,) 'İçten Allah'a yönelen' her kul için 'hikmetle bakan bir iç göz' ve bir zikirdir.
6-7-8. ayetlerde , Kur'annı başka surelerinde de yer alan , "Kevni Ayetler" dediğimiz ayetler gurubuna dikkat çekilerek , yeniden dirilme haberini veren elçiyi gönderen Allah (c.c) nin yaratma gücü , ve arz üzerinde bizler için yetiştirdikleri dikkat çekilerek bakan gözlerin boşa bakmaması , kendilerini yaratan gücü görmeleri ve bu güç sahibinin verdiği haberi red etmemeleri istenmektedir.
Ve nezzelnâ mines semâi mâen mubâreken fe enbetnâ bihî cennâtin ve habbel hasîdi.
[050.009] Gökten bereketli bir su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek daneler bitirdik.
Ven nahle bâsikâtin lehâ tal’un nadîdun.
[050.010] Ve birbiri üstünde dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da.
Rızkan lil ibâdi ve ahyeynâ bihî beldeten meytâ(meyten), kezâlikel hurûcu.
[050.011] Kullara rızık olmak üzere. Ve onunla (o suyla) ölü bir şehri dirilttik. İşte (ölümden sonra) dirilip-çıkarılma da böyledir.
9-10-11. ayetlerde , kevni ayetlere dikkat çekilmeye devam edilerek , gökten inen su ile ölü bitkilerin nasıl dirildiği hatırlatılarak , bu tür diriltme işlemine gücü yetenin insanları diriltmeye gücü yeteceği hatırlatılmaktadır. Burada gökten inen su ile , vahyi özdeşleştirerek , bu su ölülere nasıl hayat veriyorsa , vahiyde gökten inen su gibi ölü kalpleri diriltmektedir.
Kezzebet kablehum kavmu nûhın ve ashâbur ressi ve semûdu.
[050.012] Onlardan önce Nuh'un kavmi, Ress halkı ve Semud da yalanladı.
Ve âdun ve fir’avnu ve ihvânu lûtın.
[050.013] Âd, Firavun, Lût'un kardeşleri de (yalanladılar).
Ve ashâbul eyketi ve kavmu tubbain, kullun kezzeber rusule fe hakka vaîdi.
[050.014] Eyke halkı ve Tübbâ kavmi de, bunların hepsi elçileri yalanladılar da azabım hak oldu.
12-13-14. ayetlerde , daha önce geçmiş bazı kavimlerin isimleri verilerek , bu kavimlerin kendilerine gelen elçileri yalanlayarak , yanlışta ısrar eden bir hayata devam ederek helaka uğradıkları haber verilerek , aynı tavrı sürdürmeye devam edenlerin de aynı sona uğrayacakları bildirilmektedir.
Yeniden dirilişi inkar eden bir topluluk neden helak edilir ?
Yeniden dirilişi inkar demek , Allah (c.c) nin hayat içindeki kuralları belirleyici olmasını kabul etmemek anlamına gelmektedir. Bu inkar içinde olanlar, hayatlarında başka belirleyicileri hakim kılmak yani Allah (c.c) ye ortaklar kılmak sureti ile yanlış bir seçim yapmış olurlar. Allah (c.c) yarattığı insanlara yaşamlarında tabi olacakları kuralları haber veren elçiler göndererek , bu kuralların onları dünya ve ahirette mutluluğa götüreceklerini haber vermiştir.
Bu insanlar Allah (c.c) nin kurallarını red etmek sureti ile dünya hayatında ekonomik,sosyal ,ve ahlaki yönden çöküş içine girmişlerdir. Sünnetullah adı verilen bu kavimler üzerinde tecelli ederek ,ilk muhatap olmaları nedeniyle önce Mekkelilere, sonra bizlere bu çöküşlerin sebebleri dikkat çekilmekte , "Eğer sizde yanlış seçimler içinde olursanız sizinde helak olmanız kaçınılmazdır" denilmektedir.
E fe ayînâ bil halkıl evvel(evveli), bel hum fî lebsin min halkın cedîd(cedîdin).
[050.015] Ya Biz artık birinci yaratış ile yorulu mu verdik? Doğrusu, onlar yeni bir yaratılıştan şüphe içindelerdir.
[050.038] And olsun ki, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık ve Biz bir yorgunluk da duymadık.
[046.033] Gökleri, yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmezler mi? Evet; O her şeye Kadir'dir.
[079.027-9] Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa gökyüzünü yaratmak mı, ki onu Allah bina etti, onu yükseltip düzene koydu. Gecesini kararttı, gündüzünü ağarttı.
15. ayet , Allah (c.c) nin ölüleri yeniden diriltme gücünü , ilk yaratılışa dikkat çekerek hatırlatmakta , verdiğimiz diğer ayet örnekleri de 15. ayeti daha güzel açıklamaktadır.
Ve lekad halaknel insâne ve na’lemu mâ tuvesvisu bihî nefsuh(nefsuhu), ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi.
[050.016] Ve andolsun ki, Biz insanı yarattık ve ona nefsinin ne vesvese verdiğini de biliriz ve Biz ona şah damarından daha yakınız.
Ayet insanı Allah (c.c) nin yarattığını hatırlatarak , yarattıktan sonra başıboş bırakılmadığı, yaptıklarının ve söylediklerinin bilindiği , ilk ayetlerden beri bağlam içinde değerlendirecek olursak , kendisini yaratan Allah (c.c) nin ona verdiği yeniden dirilme haberini red eden bir yaşantısının her anının bilindiği haber verilmektedir.
İz yetelakkâl mutelakkîyâni anil yemîni ve aniş şimâli kaîdun.
Mâ yelfızu min kavlin illâ ledeyhi rakîbun atîdun.
[050.017-18 ]Saginda ve solunda, onunla beraber oturan iki alici, yaninda hazir birer gozcu olarak, soyledigi her sozu zaptederler.
16. ayette , bilmenin ve şah damarından yakın olmanın keyfiyeti teşbihi bir uslup içinde anlatılmaktadır. Bu ve benzeri ayetler maalesef literal bir okumaya tutularak sağımızda ve solumuzda oturan iki tane meleğin yapdıklarımızı kaydettiği , hatta namazda sağa ve sola verilen selamın bunlara verildiği gibi bir anlayış mevcuttur. Genel din algımızda "Melek" kavramı yanlış anlaşılan ve üzerinde bir sürü uydurma bilgiler eklenen bir konu olup , bu konuyu irdelemek yazının hacmini büyülteceği için sadece ayet ile ilgili düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Öncelikle bu ayetlerin 1500 sene önce Mekke de yaşayan insanların algılarına uygun bir dil kullanılarak indirilmiş olduğunu bilmek gerekmektedir. Kişilerin yaptıkları ve söylediklerinin en ufak bir kısmının dahi gözden kaçmadığının bilinmesi için görsel bir anlatım tarzı kullanılmaktadır. Gayba ait bir olayın , bizim zihnimizde mevcut olan bilgilerin kullanılarak anlatılma tarzı o gün insanının şartları göz önüne alınarak anlatılmıştır. Bu gün inen bir kitapta yaptıklarımızın her an kayıt altına alınması bizlere anlatılmış olsaydı bu gün sahip olduğumuz bilgi teknolojileri kullanılarak anlatılmaya çalışılabilirdi.
Bu tür konularda bize düşen görev , anlatımda kullanılan objelerin yani meleklerin ontolojik olarak mevcut olup olmadıklarının tartışılması değil , maksadın gözetilmesi yani bizlere verilmek istenen mesajın ne olduğunu okumak gerekmektedir.
Ve câet sekretul mevti bil hakk(hakkı), zâlike mâ kunte minhu tehîdu.
[050.019] Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldi. İşte bu; senin öteden beri kaçıp durduğun şeydir.
Ölüm anının şiddeti ve zorluğu , sarhoş olan bir kişinin haline benzetilmektedir. Ayetlerin bağlamını dikkate aldığımızda bu deyimin kullanılmış olması dikkat çekicidir. Ayetlerin ilk baştan beri yeniden dirilişi red edenlere hitap ettiğini düşünecek olursak, sarhoşluk veren maddelerin "Şeytan ameli" (5.90) olarak nitelendirilmesi, bunları kullananların şeytanlar ile dost olanlar olduklarının vurgulandığını ve sarhoş olmanın ne demek olduğunu bilen insanların müslümanlar değil , yeniden dirilişi red eden müşrikler olduğunu, bunun için ölüm anının bir müşrik için zorluğunun sarhoşluğun verdiği bir duruma benzetildiğini söyleyebiliriz.
Ve nufiha fîs sûr(sûri), zâlike yevmul vaîdi.
[050.020] Sûr'a üfürüldü; işte bu, vâdedilen gündür.
"Sur" adı verilen aletten çıkan ses ile toplanılması gerektiğini anlayan insanın, bu zihni algısı dikkate alınarak böyle bir ifade kullanılmıştır. Bu algı bu gün bile geçerli olup , özellikle askerlik yapanların çok iyi bildiği , "İctima alanı" denilen yerde toplanılması gerektiği haberi, borudan çıkan ses ile tüm askerler tarafından anlaşılarak o tarafa doğru koşulur. "Nufiha" kelimesinin geçmiş zaman sigasında kullanılması , yani yaşanmış bir zaman dilimini hatırlatması şeklinde gelmesi anlatılan olayın yani yeniden dirilişin mutlaka vaki olacağını anlatmak içindir.
Ve câet kullu nefsin meahâ sâikun ve şehîdun.
[050.021] Ve her nefis gelmiştir: beraberinde bir sevk me'muru ve bir şâhid vardır
Kur'anın diğer surelerinde geçen yeniden dirilişin anlatıldığı ayetlerde, kabirlerinden kalkan insanların hesap yerine gelme sahneleri anlatılmasına karşın , bu surede direk olarak mahkeme sahnesine geçilmiştir. Olay yine görselleştirilerek anlatılmakta, her nefis yanında onu mahkeme salonuna götürmek ile görevli birisi ve bir de yaptıklarının kaydını tutan şahid ile birlikte duruşmaya getirilmiştir.
Bu isimler altında bahsedilenlerin ne olduğundan ziyade , verilmek istenen mesajın dikkate alınması gerektiğini düşünmekteyiz. Anlatım benzetme uslubu kullanılarak yapılmış olup , dünya hayatında suç işleyen birisinin mahkeme edilişini tasvir etmektedir.
Lekad kunte fî gafletin min hâzâ fe keşefnâ anke gıtâeke fe besarukel yevme hadîdun.
[050.022]Andolsun sen bundan gaflette idin; derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir.
Bu ayette , sure başından beri yeniden dirilişi red eden kişinin yaşarken iddia ettiği gibi, öldükten ve toprak olduktan sonra bütün azaları birleştirilmiş ve ona yaşarken red ettiği şeyin gerçek olduğu ona gerçek olarak gösterilmektedir. Surenin 5. ayetine geri dönecek olursak , yeniden diriliş haberine karşı dünya hayatında inkarcı tavır içine girenler için kullanılan "Emrin mericin" deyiminin yerine , yeniden dirilişe gözü ile şahid oldukları için "atık gözünüz keskindir" yani "red ettiğiniz olayı gerçek olarak gördünüz" denilmektedir.
Bu ayet ile ilgili olarak bazı tefsirlerde yapılan yorumlarda bu hitabın mahkeme salonuna getirilmiş olan yeniden dirilişi red eden kişiye değil , Muhammed (a.s) a olduğu iddiası dile getirilmektedir. Muhammed (a.s) ın kendisine Kur'an inmeden önce gaflet halinde olduğu , kendisine Kur'an inmeye başladıktan sonra artık ondan perdenin kalktığı ve görüşünün keskin olduğu şeklinde yorumlara rastlamaktayız.
Bu yoruma katılmadığımızı söylemek istiyoruz. Bu yorumu yapan tefsirciler şayet , Kehf s. 99. ayetinden itibaren başlayan sura üfürülme sonrasını anlatan 101. ayeti dikkate alsalardı bu yorumların pek isabetli olmadığını görürlerdi.
[018.101]Ki onlar, beni zikretme (konusun) da gözleri bir perde (ğıtain) içindeydi, (Kur'an'ı) dinlemeye katlanamazlardı.
Kehf s. 101. ayetinde aynı sahne anlatılarak , dünya hayatında "Ğıtain" kelimesi ile ifade edilen durum, aynı kelime ile Kaf s. 22. ayet içinde de anlatılmakta olup ayetin Muhammed (a.s) a hitap ettiğini söylemek siyak sibaka baktığımızda zaten oturmamaktadır.
"Tebyin'ül Kur'an" adlı eserin sahibi , bu ayetin Muhammed (a.s) a hitap ettiğini düşünenelere katılmakla beraber , siyak sibak açısından bakıldığında bu düşüncesinin oturmadığını görünce , bu ayeti 1. ayetten sonraki sıraya yerleştirerek bir kaç sayfa gerekçe yazmış ve sonunda kendi sıralamasını mutlaklaştırma adına bu ayetin Kaf suresi 22. ayeti olarak sıralanmasının sahabe hatası olduğunu , "Dolayısıyla konumuz âyette olduğu gibi, bize göre sûrenin düzenlenmesinden kaynaklanan bu tip hataların, bu incelikleri düşünecek kadar müsait ortama sahip olmayan sahabeden kaynaklanması mümkündür." diyerek kendisini temize çıkarmak adına birilerini karalama ihtiyacı hissetmiştir.
Ve kâle karînuhu hâzâ mâ ledeyye atîd(atîdun).
[050.023] Yanındaki arkadaşı: «İşte yanımdaki hazır» dedi.
Bu ayet ile ilgili yapılan tefsirlere baktığımızda , ayet içindeki "Karinuhu" (Arkadaşı) kelimesi ile kast edilen kişinin , 21. ayette adı "Saikun" (sevkedici) olduğu yönünde yorumlar olmakla birlikte , aynı kelimenin geçtiği 27. ayetteki kişinin bu ayetteki kişi olduğu , dolayısı ile yapılan yorumlar bu yönde olmasının daha isabetli olacağını düşünmekteyiz. "Karin" (arkadaş) kelimesinin bazı ayetleri bu konu ile birbirine bağlamaya çalışarak okumak bizi daha isabetli bir yoruma götürecektir.
[043.036-37] Kim Rahman (olan Allah) ın zikrini görmezlikten gelirse, biz, bir şeytana onun 'üzerini kabukla bağlattırırız'; artık bu, onun bir yakın-dostudur.Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.
[019.066-68] İnsan: «Ben öldüğümde mi diriltileceğim?» der.Bu insan kendisi önceden bir şey değilken onu yaratmış olduğumuzu hatırlamaz mi? Rabbine and olsun ki Biz onları mutlaka uydukları şeytanlarla beraber haşredeceğiz. Sonra cehennemin yanında diz çöktürerek hazır bulunduracağız.
23. ayeti , Zuhruf ve Meryem surelerinden getirdiğimiz ayet örnekleri ile birlikte düşündüğümüz zaman , dünya hayatında kişiyi bir kabuk gibi sararak ondan ayrılmayan şeytan, ahirette de onunla beraber haşr meydanına gelmiştir. "İşte yanımdaki hazır" ifadesi kişi ile arkadaşı olan şeytanın birlikte haşredilmesini anlatan bir ibaredir.
Elkıyâ fî cehenneme kulle keffârin anîdin.
Mennâın lil hayri mu’tedin murîbin.
Ellezî ceale meallâhi ilâhen âhara fe elkıyâhu fîl azâbiş şedîdi.
[050.024-26] Atın atın cehenneme her inatçı nankörü!Hayra engel, haşarı, şüpheci kafiri!«O kimseyi ki, Allah Teâlâ ile beraber başka ilâh da edinmiştir. Hemen onu pek şiddetli bir azab içine atıveriniz.»
"Elkıya" (ikiniz atın) şeklinde ikili bir ifade kullanılması , bu ikiden kastın 21. ayetteki saik ve şehid olduğu yönünde yorumlara rastlamaktayız. Bazı tefsirlerde arap şiirinden verilen örnekler , arapların tek bir kişiye tesniye yani ikili hitapta bulundukları söylenmektedir. Arapların tek kişiye tesniye sigası ile seslendiğini düşünecek olursak , "Elkıya" şeklindeki tesniye sigası ile yapılan hitabın tek kişiye yapıldığını söyleyebiliriz.
Tabiki bu yorumları yaparken bazı tefsirlerin düştüğü gereksiz tartışmalar içinde girmek istemiyoruz. Neticede anlatılan olay gaybi bir sahne olup , bizlerin zihni algılarına uygun bir benzetme uslubu içinde yapılan anlatımlardır. Cehenneme atan bir kişi veya iki kişinin olması bizler için herhangi sorun teşkil etmez. Bize lazım olan mesaj burada ahireti inkar sonrası kişinin alacağı karşılığın cehennem olduğunun bilinmesidir.
Kâle karînuhu rabbenâ mâ etgaytuhu ve lâkin kâne fî dalâlin baîdin.
Kâle lâ tahtesımû ledeyye ve kad kaddemtu ileykum bil vaîdi.
[050.027] Yanındaki arkadaşı dedi ki: «Rabb'imiz, ben onu azdırmadım, zaten o kendisi derin bir sapıklık içinde idi.»
[050.028] Buyurdu ki: Benim katımda çekişmeyin. Size önceden tehdid göndermiştim.
Kur'anın diğer surelerinde de aynı şekilde cehenneme düşmüş birisinin oradan kurtulmak için ortaya attığı bahaneler ve birbirleri olan çekişmeleri burada da görülmektedir , ancak kendilerinin ortaya attığı hiç bir bahane kabul edilmeyecektir. Çekişenler çünkü oraya atılma sebeblerin yaşadıkları hayat içinde yaptıkları ile hak etmişler , artık ne deseler ne yapsalar buradan kurtulmaları mümkün olmayacaktır.
Mâ yubeddelul kavlu ledeyye ve mâ ene bi zallâmin lil abîd(abîdi).
[050.029] Benim katımda söz değiştirilmez ve Ben kullara zulmedici değilim.»
Dünya hayatında yaptıkları ile cehennem ehli olarak kalmaya hak kazananlar , oradan çıkarılmak için ne kadar feryat etseler artık boşa çıkacak , orada ebedi olarak kalacaklardır. Allah (c.c) den kendileri için verdiği hükmü değiştirmesini isteyen cehennem ehlinin bu isteklerini diğer ayetlerde görmekteyiz.
[006.027-28] Onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman: «Ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabb'imizin âyetlerini yalanlamasaydık da müminlerden olsaydık» dediklerini bir görsen!Hayır, daha önce gizleyip durdukları karşılarına çıktı da ondan. Geri çevrilselerdi yine o yasaklandıkları fenalığa mutlaka döneceklerdi. Şüphesiz onlar yine yalancıdırlar.
Enam suresindeki bu ayetler cehennem azabını tatmış olanların , bu ateşten çıkarılarak geri döndürülmeleri halinde bile yine eski halleri üzere bir hayat sürmeye devam edeceklerini bildirmektedir.
Yevme nekûlu li cehenneme helimtele’ti ve tekûlu hel min mezîdin.[050.030] O gün ki Cehenneme doldunmu? diyeceğiz, o, daha ziyade varmı? diyecek
Ayeti literal bir okumaya tabi tutup , "Cehennem nasıl konuşur?" sorusunu sorup onun cevabı etrafında vakit kaybetmek yerine , edebi bir uslup kullanılarak cehennemin, hak eden kimseyi dışarda bırakılmasına sebeb olacak bir darlıkta olmadığı , hak eden herkes için yer olduğunun bilinmesi gerekmektedir.
Sonuç olarak ; Bir çok surede olduğu gibi bu ayetlerde de , yeniden dirilişi inkar edenlerin bu inkarlarının onları nasıl bir sona götüreceği görsel bir uslup içinde anlatılmış ve inkarcılara , " Yol yakın iken hesap günün de böyle hallere düşmemek için gelin Rabbe teslim olun" mesajı verilmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kâf vel kur’ânil mecîd(mecîdi).
[050.001] Kaf , mecid Kur'ana andolsun.
Sure , "Hurufu mukattaa" denilen kesik harfle başlamaktadır. Bu harfler ile ilgili olarak tefsirlerde bir çok yorum bulunmaktadır. Ancak bu harflerin ne anlama gelebileceğini , bu harflerle başlayan Şura s. 3. ayetini okuduğumuzda anlayabilmek mümkündür.
[042.001-2] Hâ. Mîm. Ayn. Sîn. Kaf.
[042.003] Azîz ve hakîm olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder.
Şura s. 3. ayetinde ona ve önceki elçilere böyle vahyedilmesinin ne anlama geldiği , İbrahim s. 4. ayetinden anlaşılabilir.
[014.004] Ve Biz her elçiyi ancak kendi kavminin lisaniyle gönderdik ki, onlara beyan etsin. Artık Allah Teâlâ dilediğini saptırır ve dilediğini doğru yola sevkeder. Ve azîz, hakîm olan O'dur.
Allah (c.c) nin her elçiyi kendi kavminin dili ile göndermiş olmasının son örneği olan Muhammed (a.s) , Arap kavmine mensub olması nedeniyle o kavmin içinden birisi olarak seçilmiş ve ona indirilen kitap ta aynı dil üzere inmiştir. Bazı surelerin kesik harfler ile başlamasının , bu dilin harflerinden teşekkül eden kelime , cümle , ayet ve surelerin bu kitabı oluşturduğu , dolayısı ile ilk muhataplar tarafından anlaşılma sorunu diye bir sıkıntı ile karşı karşıya kalınmasının mümkün olmadığının , bu harflerle başlanarak anlatılmak olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca söze başlarken dikkat çekmek amacı ile kullanıldığı veya sure başı olduğunun bilinmesi için böyle başladığı şeklinde yorumlar bulunmaktadır.
Kur'anda yeminler önemli bir yer tutmaktadır , bunun sebebi yeminin biz insanların hayatında önemli bir konuma sahip olmasındandır. Bizler söylediğimiz bir şeyin doğruluğuna başkalarının inanması için yemin üslubunu kullanırız. Allah (c.c) kitabını yaşayan insanın bildiği , kullandığı dil ve edebi uslup üzerinde indirmiş olmasına binaen ,Kur'an içinde yeminle başlayan sureler mevcuttur.
Kur'anın "Mecid" olarak adlandırılmasının sebebini, bu kelimenin o günkü anlam alanını öğrenerek anlamak mümkündür.
"Mecdü" kelimesi , Arapların, "Develer çayırı bol olan otlakta bir araya geldiler" anlamındaki "Mecedetül iblü" sözlerinden gelir.
"Gad emcedel iblürraii" , Çoban develerini otu bol olan meraya getirdi. (Elmüfredat)
Mecid kelimesinin anlamını , develerin yaşamları için önemli ve onların beslenmesi ve büyümesi için elverişli mekanlar olarak bilen ve böyle mekanların değerinin çok iyi bilen o günkü arap insanı , Kur'anın "Mecid" olarak vasıflandırılmasının , kendilerinin yaşamları ,ve zihni beslenmeleri için önemli bir yer tuttuğunun develeri için kullandıkları kelimenin önemi dikkat çekilerek , Allah (c.c) tarafından onlara haber verildiğini anlamaktadır.
Bel acibû en câehum munzirun minhum fe kâlel kâfirûne hâzâ şey’un acîbun
E izâ mitnâ ve kunnâ turâbâ(turâben), zâlike rec’un baîdun.
[050.002-3] Kafirler, Aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da: «Bu şaşılacak bir şey; öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman dirilecek miyiz? Bu, ihtimali olmayan bir dönüştür» dediler.
Develeri için "Mecid" kelimesinin ne anlama geldiğini çok iyi bilen Mekkeliler , Kendileri için "Mecid" olarak vasıflanan Kur'anın, kendi içlerinden tanıdıkları bir kimse ile gönderilerek "Öldükten ve toprak olduktan sonra dirilecek ve yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz" şeklinde verdikleri habere şaşırarak inkar ettiler ve bunun imkansız olduğunu iddia ettiler.
Kad alimnâ mâ tenkusul ardu minhum, ve indenâ kitâbun hafîzun.
[050.004] Biz toprağın onlardan neleri eksilttiğini kesinlikle bilmekteyiz. Yanımızda ( o bilgileri) koruyan bir kitap vardır.
"Öldükten toprağa karıştıktan sonra eski halimize dönmemiz asla mümkün değildir" şeklinde itirazlar ortaya koyan müşriklerin bu itirazları, bir çok Kur'an ayetinde akli deliller ortaya koyularak red edilmektedir. Bu ayette "Koruyan Kitap" deyimi kullanılarak , ölen kişinin toprağa karışmış olsa dahi yeniden diriliş gününde, başka ayetlerde beyan edildiği üzere, parmak uçlarına varana kadar eksiksiz bir biçimde yeniden toparlanarak diriltileceği haber verilmektedir.
Ayet içinde "Kitap" kavramının kullanıldığı görülmektedir. Bu kavram teşbihi bir anlatım olup , teşbih edildiği şey bu kavramın bizim zihnimizde yansıttığı anlamlarından birisi olan, yazılan bir bilginin unutulmamasını ve kaybolmamasını bizlere hatırlatmak içindir. Ayeti literal bir okumaya tabi tuttuğumuz zaman , Allah (c.c) nin unutma veya kaybolma tehlikesine karşı bizlerden neyin eksildiğini, eline bir defter kalem alarak teker teker yazmış olması anlamına asla gelmez. Bu deyim bizlerin yeniden diriliş zamanında her azamızın yaşadığımız hayattaki gibi yerli yerinde olacağının bildirmek içindir.
Bel kezzebû bil hakkı lemmâ câehum fe hum fî emrin merîcin.
[050.005] Doğrusu hak kendilerine geldiği zaman yalanladılar da şimdi karmakarışıklık içindeler.
"Meric" kelimesi , bir şeyin başka bir şeyle karışmasıve bitkinin bolluğundan dolayı hayvanların birbirine karışması anlamındadır.
Kendilerine hak ve gerçek bilgi gelenler , bu bilgiyi yalanlayarak karışık ve hak olmayan bilgilere tabi olarak onları hak olarak görmekte ve dolayısı ile hak bilgi onlar için yanlış hale gelmektedir.
E fe lem yanzurû iles semâi fevkahum keyfe beneynâhâ ve zeyyennâhâ ve mâ lehâ min furûcin.
[050.006] Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız! Onda hiçbir çatlak da yok.
Vel arda medednâhâ ve elkaynâ fîhâ revâsiye ve enbetnâ fîhâ min kulli zevcin behîcin.
[050.007] Yeryüzünü de yaydık, ona sağlam dağlar yerleştirdik, onda her güzel çifti bitirdik.
Tebsıraten ve zikrâ li kulli abdin munîbin.
[050.008] (Bunlar,) 'İçten Allah'a yönelen' her kul için 'hikmetle bakan bir iç göz' ve bir zikirdir.
6-7-8. ayetlerde , Kur'annı başka surelerinde de yer alan , "Kevni Ayetler" dediğimiz ayetler gurubuna dikkat çekilerek , yeniden dirilme haberini veren elçiyi gönderen Allah (c.c) nin yaratma gücü , ve arz üzerinde bizler için yetiştirdikleri dikkat çekilerek bakan gözlerin boşa bakmaması , kendilerini yaratan gücü görmeleri ve bu güç sahibinin verdiği haberi red etmemeleri istenmektedir.
Ve nezzelnâ mines semâi mâen mubâreken fe enbetnâ bihî cennâtin ve habbel hasîdi.
[050.009] Gökten bereketli bir su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek daneler bitirdik.
Ven nahle bâsikâtin lehâ tal’un nadîdun.
[050.010] Ve birbiri üstünde dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da.
Rızkan lil ibâdi ve ahyeynâ bihî beldeten meytâ(meyten), kezâlikel hurûcu.
[050.011] Kullara rızık olmak üzere. Ve onunla (o suyla) ölü bir şehri dirilttik. İşte (ölümden sonra) dirilip-çıkarılma da böyledir.
9-10-11. ayetlerde , kevni ayetlere dikkat çekilmeye devam edilerek , gökten inen su ile ölü bitkilerin nasıl dirildiği hatırlatılarak , bu tür diriltme işlemine gücü yetenin insanları diriltmeye gücü yeteceği hatırlatılmaktadır. Burada gökten inen su ile , vahyi özdeşleştirerek , bu su ölülere nasıl hayat veriyorsa , vahiyde gökten inen su gibi ölü kalpleri diriltmektedir.
Kezzebet kablehum kavmu nûhın ve ashâbur ressi ve semûdu.
[050.012] Onlardan önce Nuh'un kavmi, Ress halkı ve Semud da yalanladı.
Ve âdun ve fir’avnu ve ihvânu lûtın.
[050.013] Âd, Firavun, Lût'un kardeşleri de (yalanladılar).
Ve ashâbul eyketi ve kavmu tubbain, kullun kezzeber rusule fe hakka vaîdi.
[050.014] Eyke halkı ve Tübbâ kavmi de, bunların hepsi elçileri yalanladılar da azabım hak oldu.
12-13-14. ayetlerde , daha önce geçmiş bazı kavimlerin isimleri verilerek , bu kavimlerin kendilerine gelen elçileri yalanlayarak , yanlışta ısrar eden bir hayata devam ederek helaka uğradıkları haber verilerek , aynı tavrı sürdürmeye devam edenlerin de aynı sona uğrayacakları bildirilmektedir.
Yeniden dirilişi inkar eden bir topluluk neden helak edilir ?
Yeniden dirilişi inkar demek , Allah (c.c) nin hayat içindeki kuralları belirleyici olmasını kabul etmemek anlamına gelmektedir. Bu inkar içinde olanlar, hayatlarında başka belirleyicileri hakim kılmak yani Allah (c.c) ye ortaklar kılmak sureti ile yanlış bir seçim yapmış olurlar. Allah (c.c) yarattığı insanlara yaşamlarında tabi olacakları kuralları haber veren elçiler göndererek , bu kuralların onları dünya ve ahirette mutluluğa götüreceklerini haber vermiştir.
Bu insanlar Allah (c.c) nin kurallarını red etmek sureti ile dünya hayatında ekonomik,sosyal ,ve ahlaki yönden çöküş içine girmişlerdir. Sünnetullah adı verilen bu kavimler üzerinde tecelli ederek ,ilk muhatap olmaları nedeniyle önce Mekkelilere, sonra bizlere bu çöküşlerin sebebleri dikkat çekilmekte , "Eğer sizde yanlış seçimler içinde olursanız sizinde helak olmanız kaçınılmazdır" denilmektedir.
E fe ayînâ bil halkıl evvel(evveli), bel hum fî lebsin min halkın cedîd(cedîdin).
[050.015] Ya Biz artık birinci yaratış ile yorulu mu verdik? Doğrusu, onlar yeni bir yaratılıştan şüphe içindelerdir.
[050.038] And olsun ki, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık ve Biz bir yorgunluk da duymadık.
[046.033] Gökleri, yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmezler mi? Evet; O her şeye Kadir'dir.
[079.027-9] Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa gökyüzünü yaratmak mı, ki onu Allah bina etti, onu yükseltip düzene koydu. Gecesini kararttı, gündüzünü ağarttı.
15. ayet , Allah (c.c) nin ölüleri yeniden diriltme gücünü , ilk yaratılışa dikkat çekerek hatırlatmakta , verdiğimiz diğer ayet örnekleri de 15. ayeti daha güzel açıklamaktadır.
Ve lekad halaknel insâne ve na’lemu mâ tuvesvisu bihî nefsuh(nefsuhu), ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi.
[050.016] Ve andolsun ki, Biz insanı yarattık ve ona nefsinin ne vesvese verdiğini de biliriz ve Biz ona şah damarından daha yakınız.
Ayet insanı Allah (c.c) nin yarattığını hatırlatarak , yarattıktan sonra başıboş bırakılmadığı, yaptıklarının ve söylediklerinin bilindiği , ilk ayetlerden beri bağlam içinde değerlendirecek olursak , kendisini yaratan Allah (c.c) nin ona verdiği yeniden dirilme haberini red eden bir yaşantısının her anının bilindiği haber verilmektedir.
İz yetelakkâl mutelakkîyâni anil yemîni ve aniş şimâli kaîdun.
Mâ yelfızu min kavlin illâ ledeyhi rakîbun atîdun.
[050.017-18 ]Saginda ve solunda, onunla beraber oturan iki alici, yaninda hazir birer gozcu olarak, soyledigi her sozu zaptederler.
16. ayette , bilmenin ve şah damarından yakın olmanın keyfiyeti teşbihi bir uslup içinde anlatılmaktadır. Bu ve benzeri ayetler maalesef literal bir okumaya tutularak sağımızda ve solumuzda oturan iki tane meleğin yapdıklarımızı kaydettiği , hatta namazda sağa ve sola verilen selamın bunlara verildiği gibi bir anlayış mevcuttur. Genel din algımızda "Melek" kavramı yanlış anlaşılan ve üzerinde bir sürü uydurma bilgiler eklenen bir konu olup , bu konuyu irdelemek yazının hacmini büyülteceği için sadece ayet ile ilgili düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Öncelikle bu ayetlerin 1500 sene önce Mekke de yaşayan insanların algılarına uygun bir dil kullanılarak indirilmiş olduğunu bilmek gerekmektedir. Kişilerin yaptıkları ve söylediklerinin en ufak bir kısmının dahi gözden kaçmadığının bilinmesi için görsel bir anlatım tarzı kullanılmaktadır. Gayba ait bir olayın , bizim zihnimizde mevcut olan bilgilerin kullanılarak anlatılma tarzı o gün insanının şartları göz önüne alınarak anlatılmıştır. Bu gün inen bir kitapta yaptıklarımızın her an kayıt altına alınması bizlere anlatılmış olsaydı bu gün sahip olduğumuz bilgi teknolojileri kullanılarak anlatılmaya çalışılabilirdi.
Bu tür konularda bize düşen görev , anlatımda kullanılan objelerin yani meleklerin ontolojik olarak mevcut olup olmadıklarının tartışılması değil , maksadın gözetilmesi yani bizlere verilmek istenen mesajın ne olduğunu okumak gerekmektedir.
Ve câet sekretul mevti bil hakk(hakkı), zâlike mâ kunte minhu tehîdu.
[050.019] Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldi. İşte bu; senin öteden beri kaçıp durduğun şeydir.
Ölüm anının şiddeti ve zorluğu , sarhoş olan bir kişinin haline benzetilmektedir. Ayetlerin bağlamını dikkate aldığımızda bu deyimin kullanılmış olması dikkat çekicidir. Ayetlerin ilk baştan beri yeniden dirilişi red edenlere hitap ettiğini düşünecek olursak, sarhoşluk veren maddelerin "Şeytan ameli" (5.90) olarak nitelendirilmesi, bunları kullananların şeytanlar ile dost olanlar olduklarının vurgulandığını ve sarhoş olmanın ne demek olduğunu bilen insanların müslümanlar değil , yeniden dirilişi red eden müşrikler olduğunu, bunun için ölüm anının bir müşrik için zorluğunun sarhoşluğun verdiği bir duruma benzetildiğini söyleyebiliriz.
Ve nufiha fîs sûr(sûri), zâlike yevmul vaîdi.
[050.020] Sûr'a üfürüldü; işte bu, vâdedilen gündür.
"Sur" adı verilen aletten çıkan ses ile toplanılması gerektiğini anlayan insanın, bu zihni algısı dikkate alınarak böyle bir ifade kullanılmıştır. Bu algı bu gün bile geçerli olup , özellikle askerlik yapanların çok iyi bildiği , "İctima alanı" denilen yerde toplanılması gerektiği haberi, borudan çıkan ses ile tüm askerler tarafından anlaşılarak o tarafa doğru koşulur. "Nufiha" kelimesinin geçmiş zaman sigasında kullanılması , yani yaşanmış bir zaman dilimini hatırlatması şeklinde gelmesi anlatılan olayın yani yeniden dirilişin mutlaka vaki olacağını anlatmak içindir.
Ve câet kullu nefsin meahâ sâikun ve şehîdun.
[050.021] Ve her nefis gelmiştir: beraberinde bir sevk me'muru ve bir şâhid vardır
Kur'anın diğer surelerinde geçen yeniden dirilişin anlatıldığı ayetlerde, kabirlerinden kalkan insanların hesap yerine gelme sahneleri anlatılmasına karşın , bu surede direk olarak mahkeme sahnesine geçilmiştir. Olay yine görselleştirilerek anlatılmakta, her nefis yanında onu mahkeme salonuna götürmek ile görevli birisi ve bir de yaptıklarının kaydını tutan şahid ile birlikte duruşmaya getirilmiştir.
Bu isimler altında bahsedilenlerin ne olduğundan ziyade , verilmek istenen mesajın dikkate alınması gerektiğini düşünmekteyiz. Anlatım benzetme uslubu kullanılarak yapılmış olup , dünya hayatında suç işleyen birisinin mahkeme edilişini tasvir etmektedir.
Lekad kunte fî gafletin min hâzâ fe keşefnâ anke gıtâeke fe besarukel yevme hadîdun.
[050.022]Andolsun sen bundan gaflette idin; derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir.
Bu ayette , sure başından beri yeniden dirilişi red eden kişinin yaşarken iddia ettiği gibi, öldükten ve toprak olduktan sonra bütün azaları birleştirilmiş ve ona yaşarken red ettiği şeyin gerçek olduğu ona gerçek olarak gösterilmektedir. Surenin 5. ayetine geri dönecek olursak , yeniden diriliş haberine karşı dünya hayatında inkarcı tavır içine girenler için kullanılan "Emrin mericin" deyiminin yerine , yeniden dirilişe gözü ile şahid oldukları için "atık gözünüz keskindir" yani "red ettiğiniz olayı gerçek olarak gördünüz" denilmektedir.
Bu ayet ile ilgili olarak bazı tefsirlerde yapılan yorumlarda bu hitabın mahkeme salonuna getirilmiş olan yeniden dirilişi red eden kişiye değil , Muhammed (a.s) a olduğu iddiası dile getirilmektedir. Muhammed (a.s) ın kendisine Kur'an inmeden önce gaflet halinde olduğu , kendisine Kur'an inmeye başladıktan sonra artık ondan perdenin kalktığı ve görüşünün keskin olduğu şeklinde yorumlara rastlamaktayız.
Bu yoruma katılmadığımızı söylemek istiyoruz. Bu yorumu yapan tefsirciler şayet , Kehf s. 99. ayetinden itibaren başlayan sura üfürülme sonrasını anlatan 101. ayeti dikkate alsalardı bu yorumların pek isabetli olmadığını görürlerdi.
[018.101]Ki onlar, beni zikretme (konusun) da gözleri bir perde (ğıtain) içindeydi, (Kur'an'ı) dinlemeye katlanamazlardı.
Kehf s. 101. ayetinde aynı sahne anlatılarak , dünya hayatında "Ğıtain" kelimesi ile ifade edilen durum, aynı kelime ile Kaf s. 22. ayet içinde de anlatılmakta olup ayetin Muhammed (a.s) a hitap ettiğini söylemek siyak sibaka baktığımızda zaten oturmamaktadır.
"Tebyin'ül Kur'an" adlı eserin sahibi , bu ayetin Muhammed (a.s) a hitap ettiğini düşünenelere katılmakla beraber , siyak sibak açısından bakıldığında bu düşüncesinin oturmadığını görünce , bu ayeti 1. ayetten sonraki sıraya yerleştirerek bir kaç sayfa gerekçe yazmış ve sonunda kendi sıralamasını mutlaklaştırma adına bu ayetin Kaf suresi 22. ayeti olarak sıralanmasının sahabe hatası olduğunu , "Dolayısıyla konumuz âyette olduğu gibi, bize göre sûrenin düzenlenmesinden kaynaklanan bu tip hataların, bu incelikleri düşünecek kadar müsait ortama sahip olmayan sahabeden kaynaklanması mümkündür." diyerek kendisini temize çıkarmak adına birilerini karalama ihtiyacı hissetmiştir.
[050.023] Yanındaki arkadaşı: «İşte yanımdaki hazır» dedi.
Bu ayet ile ilgili yapılan tefsirlere baktığımızda , ayet içindeki "Karinuhu" (Arkadaşı) kelimesi ile kast edilen kişinin , 21. ayette adı "Saikun" (sevkedici) olduğu yönünde yorumlar olmakla birlikte , aynı kelimenin geçtiği 27. ayetteki kişinin bu ayetteki kişi olduğu , dolayısı ile yapılan yorumlar bu yönde olmasının daha isabetli olacağını düşünmekteyiz. "Karin" (arkadaş) kelimesinin bazı ayetleri bu konu ile birbirine bağlamaya çalışarak okumak bizi daha isabetli bir yoruma götürecektir.
[043.036-37] Kim Rahman (olan Allah) ın zikrini görmezlikten gelirse, biz, bir şeytana onun 'üzerini kabukla bağlattırırız'; artık bu, onun bir yakın-dostudur.Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.
[019.066-68] İnsan: «Ben öldüğümde mi diriltileceğim?» der.Bu insan kendisi önceden bir şey değilken onu yaratmış olduğumuzu hatırlamaz mi? Rabbine and olsun ki Biz onları mutlaka uydukları şeytanlarla beraber haşredeceğiz. Sonra cehennemin yanında diz çöktürerek hazır bulunduracağız.
23. ayeti , Zuhruf ve Meryem surelerinden getirdiğimiz ayet örnekleri ile birlikte düşündüğümüz zaman , dünya hayatında kişiyi bir kabuk gibi sararak ondan ayrılmayan şeytan, ahirette de onunla beraber haşr meydanına gelmiştir. "İşte yanımdaki hazır" ifadesi kişi ile arkadaşı olan şeytanın birlikte haşredilmesini anlatan bir ibaredir.
Elkıyâ fî cehenneme kulle keffârin anîdin.
Mennâın lil hayri mu’tedin murîbin.
Ellezî ceale meallâhi ilâhen âhara fe elkıyâhu fîl azâbiş şedîdi.
[050.024-26] Atın atın cehenneme her inatçı nankörü!Hayra engel, haşarı, şüpheci kafiri!«O kimseyi ki, Allah Teâlâ ile beraber başka ilâh da edinmiştir. Hemen onu pek şiddetli bir azab içine atıveriniz.»
"Elkıya" (ikiniz atın) şeklinde ikili bir ifade kullanılması , bu ikiden kastın 21. ayetteki saik ve şehid olduğu yönünde yorumlara rastlamaktayız. Bazı tefsirlerde arap şiirinden verilen örnekler , arapların tek bir kişiye tesniye yani ikili hitapta bulundukları söylenmektedir. Arapların tek kişiye tesniye sigası ile seslendiğini düşünecek olursak , "Elkıya" şeklindeki tesniye sigası ile yapılan hitabın tek kişiye yapıldığını söyleyebiliriz.
Tabiki bu yorumları yaparken bazı tefsirlerin düştüğü gereksiz tartışmalar içinde girmek istemiyoruz. Neticede anlatılan olay gaybi bir sahne olup , bizlerin zihni algılarına uygun bir benzetme uslubu içinde yapılan anlatımlardır. Cehenneme atan bir kişi veya iki kişinin olması bizler için herhangi sorun teşkil etmez. Bize lazım olan mesaj burada ahireti inkar sonrası kişinin alacağı karşılığın cehennem olduğunun bilinmesidir.
Kâle karînuhu rabbenâ mâ etgaytuhu ve lâkin kâne fî dalâlin baîdin.
Kâle lâ tahtesımû ledeyye ve kad kaddemtu ileykum bil vaîdi.
[050.027] Yanındaki arkadaşı dedi ki: «Rabb'imiz, ben onu azdırmadım, zaten o kendisi derin bir sapıklık içinde idi.»
[050.028] Buyurdu ki: Benim katımda çekişmeyin. Size önceden tehdid göndermiştim.
Kur'anın diğer surelerinde de aynı şekilde cehenneme düşmüş birisinin oradan kurtulmak için ortaya attığı bahaneler ve birbirleri olan çekişmeleri burada da görülmektedir , ancak kendilerinin ortaya attığı hiç bir bahane kabul edilmeyecektir. Çekişenler çünkü oraya atılma sebeblerin yaşadıkları hayat içinde yaptıkları ile hak etmişler , artık ne deseler ne yapsalar buradan kurtulmaları mümkün olmayacaktır.
Mâ yubeddelul kavlu ledeyye ve mâ ene bi zallâmin lil abîd(abîdi).
[050.029] Benim katımda söz değiştirilmez ve Ben kullara zulmedici değilim.»
Dünya hayatında yaptıkları ile cehennem ehli olarak kalmaya hak kazananlar , oradan çıkarılmak için ne kadar feryat etseler artık boşa çıkacak , orada ebedi olarak kalacaklardır. Allah (c.c) den kendileri için verdiği hükmü değiştirmesini isteyen cehennem ehlinin bu isteklerini diğer ayetlerde görmekteyiz.
[006.027-28] Onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman: «Ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabb'imizin âyetlerini yalanlamasaydık da müminlerden olsaydık» dediklerini bir görsen!Hayır, daha önce gizleyip durdukları karşılarına çıktı da ondan. Geri çevrilselerdi yine o yasaklandıkları fenalığa mutlaka döneceklerdi. Şüphesiz onlar yine yalancıdırlar.
Enam suresindeki bu ayetler cehennem azabını tatmış olanların , bu ateşten çıkarılarak geri döndürülmeleri halinde bile yine eski halleri üzere bir hayat sürmeye devam edeceklerini bildirmektedir.
Yevme nekûlu li cehenneme helimtele’ti ve tekûlu hel min mezîdin.[050.030] O gün ki Cehenneme doldunmu? diyeceğiz, o, daha ziyade varmı? diyecek
Ayeti literal bir okumaya tabi tutup , "Cehennem nasıl konuşur?" sorusunu sorup onun cevabı etrafında vakit kaybetmek yerine , edebi bir uslup kullanılarak cehennemin, hak eden kimseyi dışarda bırakılmasına sebeb olacak bir darlıkta olmadığı , hak eden herkes için yer olduğunun bilinmesi gerekmektedir.
Sonuç olarak ; Bir çok surede olduğu gibi bu ayetlerde de , yeniden dirilişi inkar edenlerin bu inkarlarının onları nasıl bir sona götüreceği görsel bir uslup içinde anlatılmış ve inkarcılara , " Yol yakın iken hesap günün de böyle hallere düşmemek için gelin Rabbe teslim olun" mesajı verilmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
6 Ekim 2015 Salı
Müslümanların Gündemini Hangi Konular Meşgul Etmelidir ?
Biz müslümanlar , maalesef yüzyıllardır dünya üzerinde yaşayan toplulukların birbiri ile en fazla ihtilaf ettiği , birbirlerine karşı düşmanlıkta yarışan gurupların en başta geleni olarak nerede olumsuzluk varsa üzerimizde toplamış bir vaziyette yaşamlarımızı sürdürmekteyiz. Halbuki Allah (c.c) bizleri , "İnsanlar içinde çıkarılmış en hayırlı topluluk" olarak vasıflandırarak , "İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak" (3. 110) gibi bir sorumluluk yüklemiştir.
Ne acıdır ki bizler, Allah (c.c) sanki bunun tersini emretmiş gibi algı içine girerek, var gücümüzle bu ayetin tersini yapmakta birbirimiz ile yarışır bir hal içinde olmamız hem bizleri , hem bütün insanları zalimlerin elinde oyuncak haline düşürmüştür.
Bugün yaşadığımız dünyanın zulüm , kan , gözyaşı içinde olan topluluklarının en başında yine biz müslümanların geldiği hepimizin malumu olup, hala yaşadığımız olaylardan ders çıkararak " Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sorarak, bunun cevabını aramak gibi bir ameliye içinde olamamamız , bırakın bütün insanlara hayırlı olmayı bizleri, kendimize dahi hayrı olmayan bir topluluk haline getirmiştir.
Bu zilletten kurtulmak için ne yapmalıyız ?.
Bu kısa sorunun cevabı sadece bir makale içinde verilemeyecek kadar uzun bir cevap olduğunu söyleyerek bir kaç yol önermesi yapabiliriz.
Öncelikle kitabın temel çağrısının ne olduğu bilincine vakıf olmaya çalışarak , bu çağrıyı içselleştirmek gerekmektedir. "Kitabın temel çağrısı nedir ?" sorusunun cevabı ise, yaratılan tüm insanların Allah (c.c) yi tek ilah olarak kabul etmeleri ve bütün insanların onun kulu olduğunun temel alınmasıdır diyebiliriz.
Bu çağrı nasıl içselleştirilir?
Bu sorunun yüzyıllardır verilen cevabı, maalesef artık günümüz müslümanını tatmin etmemekte ve bu verilen cevapların etrafında geliştirilen müslüman yaşamı ne müslümana ne de başka insanlara örnek olaMAmaktadır.
İslamın sadece tapınak dini bu dinin kitabının da sadece bir sevap kazanma makinesi olduğu kanısı kafalara öyle bir kazınmış ki, hayatı boyunca sadece namaz kılan , oruç tutan , günde bilmem kaç defa tevbe istiğfar eden, Kur'anı boyna hatim eden bir resulu örnek almak şeklinde geliştirilen din algısı, bu gün bile hala geçerliliğini korumaktadır. Bu yapılanları tamamen red etmek adına söylem geliştirmek istemediğimizi, bu yapılanların tevhidi şuurun gelişmesi yönünde bir seyirde olması gerektiğini hatırlatarak , din dediğimiz şeyin sadece bunlardan ibaret olmadığının bilinci içinde bir düşünce ve yaşam sistemi geliştirilmesi zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.
Bir çok insan, adına müslüman denilen bu insanların yaptıkları ibadetlerin kendilerine bir hayır sağlamadığını , bu ibadetleri yapmayan başka insanların , bir çok konuda biz müslümanlardan ileride olduğunu gördükçe "Din bu ise ben gavur olmayı tercih ederim" diyerek kendilerini artık müslüman kimliği altında göstermekten imtina etmektedirler.
Her inanç sisteminde bir takım ritüellerin olması gayet doğal bir durum olup , İslam'da da böyle ritüeller vardır. Ancak bu ritüellere bakış açısı maalesef yanlış olup, sadece bunların uygulanması ile müslüman olunacağı zannı hakim olmuştur. Kesilen kurbanlarla ilgili olarak Rabbimizin " Onların ne etleri ne kanları Allaha ulaşır , ona ulaşan sizin takvanızdır" (22.37) buyurması ,ritüellerden elde edilmesi gereken maksadı beyan etmektedir.
Bütün ritüellerin maksadında ta'zim edilen her kimse ona olan saygının birlikte olarak dışa vurumu yatmaktadır ,bu dışa vurum İslamda da aynı maksada matuf olarak yapılmaktadır. Bizler ritüelleri maksadı bırakarak araçları amaç edinen bir yapıya büründürüp, "İşte din bu dur" dediğimiz zaman, birileri bunda bir yanlışlık olduğunu sezerek "Böyle olmamalı , din sadece bu olmamalı" diyerek sorgulama içine girmektedir.
Sorgulayan insanların büyük çoğunluğu yanlışı görerek, biz müslümanlar tarafından tarafından yapılan bu yanlışın ,dinin doğruları olduğunu zannetme hatasına düşmektedirler , halbuki Allah (c.c) bizlere böyle bir yaşantı önerMEmektedir.
Bu yanlışları görerek hepten hayattan silmeye yönelik düşünceler, bir başka yanlışı beraberinde getirerek , Osmanlı da bir maarif nazırının espri olarak söylediği "Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim" sözünü anımsatmaktadır. Mektebi olmayan bir hayat nasıl eksik kalırsa dinin gereklerinden olan herhangi bir şey yanlış yapılıyor diyerek toptan atılması o kadar yanlıştır.
Gündemimizi bu tür konuların varlığı veya yokluğu üzerinden yapılan tartışmalar değil bu yapılanların hangi amaca matuf olarak yapılması gerektiği doldurmalıdır. Doğru bir gündem üzerinde tartışarak , fikir birlikteliği sağlamanın ve bu birliktelik üzerinden yeni düşünce açılımları yapmanın , hem suni gündemleri örtmek açısından faydaları olacaktır.
Bu gündemin yakalanması için Kur'anın , "Din dili" dediğimiz bir uslup içinde yaptığı anlatımların , bu gün yaşayan müslümanlar tarafından güncellenerek okunması gerekmektedir.
Örneğin kavimlerin helakı ile ilgili ayetler , bu dil kullanılarak anlatılmış , kavimler gelen elçileri red ederek şirklerini sürdürdükleri için helak edilmişlerdir. Ancak bu anlatımlar klasik tefsirlerde israiliyyat ve uydurmalarla örtülmüş hasıl olması gereken maksat elde edilememiştir.
Modernist yaklaşımlarda ise böyle bir yıkımın olmasının mümkün olmadığı çünkü "Sünnetullah" denilen yasalar gereği herkesin hesap gününde yaptıklarının karşılığını alacakları iddiası dile getirilerek "Sünnetullah" kavramının ne olduğunun bilinmediği ortaya çıkmıştır. Ayrıca yüzyıllardır tartışılan konulardan birisi de kavimlerin helakı ile ilgili olarak bu helakların neden devam etmediği , helakın devam eden bir süreç olup olmadığı konusundadır.
Halbuki "Sünnetullah" kavramının ne olduğu, doğru olarak anlaşılmış olsaydı bu tür tartışmaların yanlış olduğu , esas tartışılması gereken noktanın , kavimleri helake götüren sebeblerin kıyamete kadar yaşanacağı için böyle bir helaka neden olacak sebeblerin hayattan çıkarılması için gerekli önlemlerin alınması yönünde bir yaşam sürülmesi gerektiği anlaşılabilirdi.
Kavimleri helaka götüren en önemli faktör "Şirk" tir. Bu kavram maalesef bir takım selefi tekfirci gurupların elinde , kendileri gibi düşünmeyenlere vurdukları bir damga haline gelmiştir. Halbuki şirk olgusunun boyutlarını çağdaş dünya insanının anlayacağı bir dil ile ifade etmek gerekmektedir , tabiki öncelikle bu kavramı anlatmaya aday insanların kendilerinin bu kavramı doğru anlamaları gerektiği açıktır.
Şirk dediğimiz olgu, bütün insanların karşı karşıya olduğu bir tehlike olup bu kavramın insan hayatında nasıl tezahür ettiğinin konuşulması ve ortaya konulmaya çalışılması gerekmektedir. Bu kavram herkesin elinde gezen bir kılıç gibi önüne gelene sallayabileceği bir şey olmamalıdır.
Allah (c.c) kullarına yaşadıkları hayata dair kurallar koyarak bu kuralların uygulamaya konulduğu takdirde onları dünya ve ahirette güzellikler beklediğini vaad etmiştir. Dünya hayatına dair konan kurallar kompleks bir yapı halinde olup , ekonomik , sosyal , hukuki, ahlaki olarak bir takım kurallar vaaz edilmiştir.
Kur'an da adı geçen kavimlerin helak edilme sebeblerine baktığımızda, onlara gelen elçilerin tavsiye ettiği sisteme karşı çıkmaları idi . Bu kavimler elçilerin önerdiği sistemi red ederek , kendi yanlarından çıkardıkları sistem ile idare edilmeyi seçtikleri takdirde, toplumsal yasalar gereği yıkım onlar için kaçınılmaz bir son olmaktadır.
Kur'ana baktığımız zaman toplumların yıkımına sebeb olan en önemli nokta, Allah (c.c) nin isteği doğrultusunda bir hayat sürmemeleridir. Bu doğrultuda hayat sürmemeleri yer yüzünde fesadın artmasına sebeb olmakta ve o toplulukların sonlarını getirmektedir.
Bu yok oluş evrensel bir yasa olup kıyamete kadar sürecektir. Bu yok oluşun illaki bütün insanların birden ölmesi şeklinde gerçekleşme şartı yoktur. En yakın örnek olarak komşu ülke Yunanistan bazında bu helakı düşündüğümüzde helakın yasalarını canlı olarak görmek mümkündür.
Yusuf (a.s) ın Mısır ülkesinin ekonomisini yönetme şekli bizlere tek kişilik ekonomi yönetimi ile en geniş halka olan ülkelerin ekonomi yönetimlerinin nasıl olması gerektiği öğretmektedir. Yusuf (a.s) kıssasından öğrendiğimiz ekonomi yasalarını formülüze edecek olursak "Bollukta biriktirip darlıkta harcamak" diyebiliriz. Yusuf (a.s) bu formülü hayata oratize ederek Mısır ülkesinin kıtlık ekonomisini başarılı bir şekilde yürütmüştür.
Yunanistan örneğinde ise uygulanan ekonomi modelini formülüze edecek olursak "Bollukta harca darlıkta ele güne muhtaç ol" şeklinde yaşanan bir ekononmik hayat bu ülkenin helak olmasına sebeb olmuştur. Yunanistan adındaki ülke, şu anda ekonomik yasaları uygulamadığı için helaka uğramıştır. Bu helaktan kurtulup yeniden toparlanmaları evrensel ekonomik yasaları yeniden hayata pratize etmeleri ile mümkündür.
Kur'an , Ad , Semud gibi kavimlerin adlarını vererek bu kavimlerin yaşanan zamanın en üst refah seviyesinde oldukları , ancak bu refahı başkalarına karşı zulüm aracı olarak kullandıkları için helak edildiklerini beyan eder. Helak yasaları sadece Kur'anda adı geçen bu kavimler için geçerli değildir , helak yasaları bu kavimlerin işlediği cürümleri işleyen bütün kavimleriçin geçerli olup , bu gün dünkü Ad , Semud gibi kavimlerin yerini almış olan A.B.D , Rusya , Çin , İngiltere ,Fransa gibi ülkeler toplumsal yasalar gereği yıkılmaya mahkumdur.
Hacc s. 40 , bakara s. 251. ayetlerin de , "Allah'ın bir kısım insanı bir kısım ile def etmesi" şeklinde bir yasadan bahsedilmektedir. Bu yasa evrensel bir yasa olup bu gün zalim olan bir topluluk , mutlaka bir başka topluluk tarafından yıkıma uğratılacaktır. Zalimleri yıkıma uğratan topluluk , bir başka zalim toplulukta olabilir.
Bizler eğer bu yasaları Kur'andan doğru okuyabilirsek , bu zalim müstekbirlerin ecellerini tamamladıkları zaman yok olacaklarının bilinci içinde olarak , bu yok olanların yerine başka zalimlerin değil bizlerin başa geçmesi için gerekli çalışmaların yapılması gerektiğini idrakı içinde oluruz. Çünkü bir zalimi yıkan başka zalim ,zulmün devamından başka bir icraat yapmayacaktır.
Bizler üzerimize yüklenen "İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak" şeklindeki görevin bilici içinde bir hayat sürmemiz gerekirken , suni gündemler oluşturarak birbirimizi kırmaktan başka bir icraatımız olmadığı apaçık ortadadır.
Bizler , "İnsanlar içinde çıkarılmış en hayırlı ümmet" vasfına sahip olmamız , ırkımız nedeniyle değil Allah (c.c) nin vahyini yüklenmiş olmamız nedeniyledir. Ancak bu vahyin sorumluluğunu dahi akletmekten uzak bir hayat sürmemiz , hem bizlerin hem başkalarının zelil bir hayat sürmesine sebeb olmaktadır.
Bu düşünceleri dile getirirken , bazılarımız müslümanların tarih boyunca yaptıkları yönetimsel icraatların, dünya insanlarına ne kadar faydası olduğunu haklı olarak sorgulayacaklardır. Çünkü Muhammed (a.s) ın vefatı sonrası meydana gelen olaylar, bizim tarihimizin kara sayfalarını oluşturmaktadır. Bu kara sayfaların yazıcılarının hiç biri kendilerine Allah (c.c) nin önerdiği sistemi dikkate almamış sadece geçmişten gelen kavgalarını devam ettirmek için yönetimi ellerinde bir güç olarak kullanmışlardır.
Bizler gündem olarak geçmişteki , "Sefer ve Telli oğulları" kavgasının hangi tarafında olacağız kavgasını gündemimizden çıkarmadığımız müddetçe , dünyaya söyleyecek herhangi bir sözü olan topluluk olarak değil , söylenen sözler üzerinde kavgalar yaparak birbirlerini kıran bir topluluk olmaya mahkum kalmaktan kurtulamayız.
Müslümanların gündemini , kısır ilmihal tartışmaları değil vahyin evrensel çağrısının insanlara doğru anlatılması üzerinde yapılan tartışmalar meşgul etmelidir. Hayırlı topluluk olmanın gereğini, birbirimizi kırarak değil önce birbirimiz ile kenetlenerek oluşturabileceğimiz hatırdan çıkarılmamalıdır.
Sünnetin , hadisin vahiy olup olmadığı yönünde yapılan kısır tartışmalar bir kenara bırakılarak , Sünnet kavramının Kur'anda adı geçen bütün elçiler ile bağının kurularak onların mücadelelerinin bu çağa olan mesajını okumaya çalışarak , sağ elle yemenin , sarık sarmanın , misvak kullanmanın hükümleri v.s gibi şeyler üzerinde vakit kaybetmemeliyiz.
Vahyi gündeme getirmeye çalışan bir kısım kişilerin de maalesef suni gündemler üzerinde vakit geçirmekte olduklarını görmekteyiz. Belirli ayetleri ellerine alarak , hadis ve sünnet yanlılarının kafir müşrik olduklarını iddia edenler , aynı ayetleri ellerine alan hadis ve sünnet taraftarlarınca aynı şekilde kafir ve müşrik olarak suçlanmaktadırlar.
Kafir ve müşrik kavramları kimsenin elinde birbirine karşı kullanacağı ucuz kavramlar haline dönüşmemelidir. Müslümanların birbirleri olan kavgalarının kimlere yarayacağı dikkate alınarak , düşmanları kendimize güldürecek kavgaları bir tarafa bırakarak , düşmanların korkulu rüyası , mazlumların beklediği kurtarıcılar haline gelmenin yollarını tartışmalıyız. Mehdi adında birisinin gelerek dünyayı kurtaracağı masallarını bırakarak , hepimizin dünyayı kurtaracak mehdiler olması için çalışmalıyız.
Yazdıklarımızın uygulama safhasına konulmasının güçlüğü hepimizin malumu olup , bu güçlükler dikkate alınarak ipin ucunu koyvermek müslümana yakışan bir davranış değildir. Kur'an bu konuda Yunus ve Nuh (a.s) ların yaşamlarından kesitler sunarak , Yunus (a.s) ın sabırsızlığı neticesinde başına gelenleri hatırlatarak , Nuh (a.s) ın uzun yıllar kavmini sabırla doğru yola iletme çabaları bizler için örnek olmalıdır.
Bu gün içinde bulunduğumuz ortama baktığımız zaman , bize vaaz edilen din ile yaşantımız arasında derin uçurumlar bulunmaktadır. Adımız müslüman dahi olsa yaşadığımız sistem içinde maalesef eriyip gitmiş bir halde bulunmaktayız. Biz bu dinin değerlerini doğru bir biçimde hayata aktarmada sıkıntı içinde olmamız, başkalarına örnek olma noktasında büyük bir eksikliktir. Din dediğimiz şeyin sadece mistik değerler ve cami ile sınırlı bir inanç olmadığı , dünyanın içinde bulunduğu ekonomik , sosyal , siyasal , askeri v.s gibi konularda söyleyecek sözleri olduğunu önce kendimizin bilmesi gerekmektedir ki sonra bu dinin gerici ve yobazların sarıldığı bir din olmadığı ilan edilebilsin.
Sonuç olarak ; Müslümanlar olarak illaki bir yerlerden başlamak gerekmektedir. Bu başlangıç, önce inandığımız dinin inanç değerlerini doğru ve çağdaş insanın algısına uygun bir biçimde öğrenip ona göre bir söylem geliştirmek , onu hayata pratize etmeye yönelik ameller içinde olmalıdır. Söylemi çağdaş insanın algısına uygun bir biçimden kastımız yamultarak veya başkalrına şirin görünmeye yönelik olarak değil tavizsiz bir biçimde olmalıdır. İnancımız kimseye zorla kabul ettirme gibi bir vazifemiz olmadığını bilerek , sadece inancımızı doğru bir biçimde aktarmak gibi bir görevimiz olduğu bilinmelidir.
Gündem belirleme konusunda başkalarının belirlediği suni gündemleri değil , kendimizin oluşturduğu ve bizlerin ufkunu açmaya yarayan , bizleri daha ilerilere taşıyacak gündemler oluşturarak bunları konuşmaya çalışmalıyız. Aramızda olan ihtilafların daha fazla açılmasına yarayacak şeyleri değil , aramızda ihtilaf konusu olan konuların ortak bir payda olan Kur'an üzerinde anlaşılarak en aza indirilmeye çalışılması gerekmektedir. Bunun tersi yapılan çalışmaların bizi nereye götürdüğü veya hiç bir yere götüremediği maalesef şu zamandaki durumumuzdan belli olmaktadır.
ÇALIŞMA BİZDEN BAŞARI ALLAH (C.C) DEN DİR.
Ne acıdır ki bizler, Allah (c.c) sanki bunun tersini emretmiş gibi algı içine girerek, var gücümüzle bu ayetin tersini yapmakta birbirimiz ile yarışır bir hal içinde olmamız hem bizleri , hem bütün insanları zalimlerin elinde oyuncak haline düşürmüştür.
Bugün yaşadığımız dünyanın zulüm , kan , gözyaşı içinde olan topluluklarının en başında yine biz müslümanların geldiği hepimizin malumu olup, hala yaşadığımız olaylardan ders çıkararak " Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sorarak, bunun cevabını aramak gibi bir ameliye içinde olamamamız , bırakın bütün insanlara hayırlı olmayı bizleri, kendimize dahi hayrı olmayan bir topluluk haline getirmiştir.
Bu zilletten kurtulmak için ne yapmalıyız ?.
Bu kısa sorunun cevabı sadece bir makale içinde verilemeyecek kadar uzun bir cevap olduğunu söyleyerek bir kaç yol önermesi yapabiliriz.
Öncelikle kitabın temel çağrısının ne olduğu bilincine vakıf olmaya çalışarak , bu çağrıyı içselleştirmek gerekmektedir. "Kitabın temel çağrısı nedir ?" sorusunun cevabı ise, yaratılan tüm insanların Allah (c.c) yi tek ilah olarak kabul etmeleri ve bütün insanların onun kulu olduğunun temel alınmasıdır diyebiliriz.
Bu çağrı nasıl içselleştirilir?
Bu sorunun yüzyıllardır verilen cevabı, maalesef artık günümüz müslümanını tatmin etmemekte ve bu verilen cevapların etrafında geliştirilen müslüman yaşamı ne müslümana ne de başka insanlara örnek olaMAmaktadır.
İslamın sadece tapınak dini bu dinin kitabının da sadece bir sevap kazanma makinesi olduğu kanısı kafalara öyle bir kazınmış ki, hayatı boyunca sadece namaz kılan , oruç tutan , günde bilmem kaç defa tevbe istiğfar eden, Kur'anı boyna hatim eden bir resulu örnek almak şeklinde geliştirilen din algısı, bu gün bile hala geçerliliğini korumaktadır. Bu yapılanları tamamen red etmek adına söylem geliştirmek istemediğimizi, bu yapılanların tevhidi şuurun gelişmesi yönünde bir seyirde olması gerektiğini hatırlatarak , din dediğimiz şeyin sadece bunlardan ibaret olmadığının bilinci içinde bir düşünce ve yaşam sistemi geliştirilmesi zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.
Bir çok insan, adına müslüman denilen bu insanların yaptıkları ibadetlerin kendilerine bir hayır sağlamadığını , bu ibadetleri yapmayan başka insanların , bir çok konuda biz müslümanlardan ileride olduğunu gördükçe "Din bu ise ben gavur olmayı tercih ederim" diyerek kendilerini artık müslüman kimliği altında göstermekten imtina etmektedirler.
Her inanç sisteminde bir takım ritüellerin olması gayet doğal bir durum olup , İslam'da da böyle ritüeller vardır. Ancak bu ritüellere bakış açısı maalesef yanlış olup, sadece bunların uygulanması ile müslüman olunacağı zannı hakim olmuştur. Kesilen kurbanlarla ilgili olarak Rabbimizin " Onların ne etleri ne kanları Allaha ulaşır , ona ulaşan sizin takvanızdır" (22.37) buyurması ,ritüellerden elde edilmesi gereken maksadı beyan etmektedir.
Bütün ritüellerin maksadında ta'zim edilen her kimse ona olan saygının birlikte olarak dışa vurumu yatmaktadır ,bu dışa vurum İslamda da aynı maksada matuf olarak yapılmaktadır. Bizler ritüelleri maksadı bırakarak araçları amaç edinen bir yapıya büründürüp, "İşte din bu dur" dediğimiz zaman, birileri bunda bir yanlışlık olduğunu sezerek "Böyle olmamalı , din sadece bu olmamalı" diyerek sorgulama içine girmektedir.
Sorgulayan insanların büyük çoğunluğu yanlışı görerek, biz müslümanlar tarafından tarafından yapılan bu yanlışın ,dinin doğruları olduğunu zannetme hatasına düşmektedirler , halbuki Allah (c.c) bizlere böyle bir yaşantı önerMEmektedir.
Bu yanlışları görerek hepten hayattan silmeye yönelik düşünceler, bir başka yanlışı beraberinde getirerek , Osmanlı da bir maarif nazırının espri olarak söylediği "Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim" sözünü anımsatmaktadır. Mektebi olmayan bir hayat nasıl eksik kalırsa dinin gereklerinden olan herhangi bir şey yanlış yapılıyor diyerek toptan atılması o kadar yanlıştır.
Gündemimizi bu tür konuların varlığı veya yokluğu üzerinden yapılan tartışmalar değil bu yapılanların hangi amaca matuf olarak yapılması gerektiği doldurmalıdır. Doğru bir gündem üzerinde tartışarak , fikir birlikteliği sağlamanın ve bu birliktelik üzerinden yeni düşünce açılımları yapmanın , hem suni gündemleri örtmek açısından faydaları olacaktır.
Bu gündemin yakalanması için Kur'anın , "Din dili" dediğimiz bir uslup içinde yaptığı anlatımların , bu gün yaşayan müslümanlar tarafından güncellenerek okunması gerekmektedir.
Örneğin kavimlerin helakı ile ilgili ayetler , bu dil kullanılarak anlatılmış , kavimler gelen elçileri red ederek şirklerini sürdürdükleri için helak edilmişlerdir. Ancak bu anlatımlar klasik tefsirlerde israiliyyat ve uydurmalarla örtülmüş hasıl olması gereken maksat elde edilememiştir.
Modernist yaklaşımlarda ise böyle bir yıkımın olmasının mümkün olmadığı çünkü "Sünnetullah" denilen yasalar gereği herkesin hesap gününde yaptıklarının karşılığını alacakları iddiası dile getirilerek "Sünnetullah" kavramının ne olduğunun bilinmediği ortaya çıkmıştır. Ayrıca yüzyıllardır tartışılan konulardan birisi de kavimlerin helakı ile ilgili olarak bu helakların neden devam etmediği , helakın devam eden bir süreç olup olmadığı konusundadır.
Halbuki "Sünnetullah" kavramının ne olduğu, doğru olarak anlaşılmış olsaydı bu tür tartışmaların yanlış olduğu , esas tartışılması gereken noktanın , kavimleri helake götüren sebeblerin kıyamete kadar yaşanacağı için böyle bir helaka neden olacak sebeblerin hayattan çıkarılması için gerekli önlemlerin alınması yönünde bir yaşam sürülmesi gerektiği anlaşılabilirdi.
Kavimleri helaka götüren en önemli faktör "Şirk" tir. Bu kavram maalesef bir takım selefi tekfirci gurupların elinde , kendileri gibi düşünmeyenlere vurdukları bir damga haline gelmiştir. Halbuki şirk olgusunun boyutlarını çağdaş dünya insanının anlayacağı bir dil ile ifade etmek gerekmektedir , tabiki öncelikle bu kavramı anlatmaya aday insanların kendilerinin bu kavramı doğru anlamaları gerektiği açıktır.
Şirk dediğimiz olgu, bütün insanların karşı karşıya olduğu bir tehlike olup bu kavramın insan hayatında nasıl tezahür ettiğinin konuşulması ve ortaya konulmaya çalışılması gerekmektedir. Bu kavram herkesin elinde gezen bir kılıç gibi önüne gelene sallayabileceği bir şey olmamalıdır.
Allah (c.c) kullarına yaşadıkları hayata dair kurallar koyarak bu kuralların uygulamaya konulduğu takdirde onları dünya ve ahirette güzellikler beklediğini vaad etmiştir. Dünya hayatına dair konan kurallar kompleks bir yapı halinde olup , ekonomik , sosyal , hukuki, ahlaki olarak bir takım kurallar vaaz edilmiştir.
Kur'an da adı geçen kavimlerin helak edilme sebeblerine baktığımızda, onlara gelen elçilerin tavsiye ettiği sisteme karşı çıkmaları idi . Bu kavimler elçilerin önerdiği sistemi red ederek , kendi yanlarından çıkardıkları sistem ile idare edilmeyi seçtikleri takdirde, toplumsal yasalar gereği yıkım onlar için kaçınılmaz bir son olmaktadır.
Kur'ana baktığımız zaman toplumların yıkımına sebeb olan en önemli nokta, Allah (c.c) nin isteği doğrultusunda bir hayat sürmemeleridir. Bu doğrultuda hayat sürmemeleri yer yüzünde fesadın artmasına sebeb olmakta ve o toplulukların sonlarını getirmektedir.
Bu yok oluş evrensel bir yasa olup kıyamete kadar sürecektir. Bu yok oluşun illaki bütün insanların birden ölmesi şeklinde gerçekleşme şartı yoktur. En yakın örnek olarak komşu ülke Yunanistan bazında bu helakı düşündüğümüzde helakın yasalarını canlı olarak görmek mümkündür.
Yusuf (a.s) ın Mısır ülkesinin ekonomisini yönetme şekli bizlere tek kişilik ekonomi yönetimi ile en geniş halka olan ülkelerin ekonomi yönetimlerinin nasıl olması gerektiği öğretmektedir. Yusuf (a.s) kıssasından öğrendiğimiz ekonomi yasalarını formülüze edecek olursak "Bollukta biriktirip darlıkta harcamak" diyebiliriz. Yusuf (a.s) bu formülü hayata oratize ederek Mısır ülkesinin kıtlık ekonomisini başarılı bir şekilde yürütmüştür.
Yunanistan örneğinde ise uygulanan ekonomi modelini formülüze edecek olursak "Bollukta harca darlıkta ele güne muhtaç ol" şeklinde yaşanan bir ekononmik hayat bu ülkenin helak olmasına sebeb olmuştur. Yunanistan adındaki ülke, şu anda ekonomik yasaları uygulamadığı için helaka uğramıştır. Bu helaktan kurtulup yeniden toparlanmaları evrensel ekonomik yasaları yeniden hayata pratize etmeleri ile mümkündür.
Kur'an , Ad , Semud gibi kavimlerin adlarını vererek bu kavimlerin yaşanan zamanın en üst refah seviyesinde oldukları , ancak bu refahı başkalarına karşı zulüm aracı olarak kullandıkları için helak edildiklerini beyan eder. Helak yasaları sadece Kur'anda adı geçen bu kavimler için geçerli değildir , helak yasaları bu kavimlerin işlediği cürümleri işleyen bütün kavimleriçin geçerli olup , bu gün dünkü Ad , Semud gibi kavimlerin yerini almış olan A.B.D , Rusya , Çin , İngiltere ,Fransa gibi ülkeler toplumsal yasalar gereği yıkılmaya mahkumdur.
Hacc s. 40 , bakara s. 251. ayetlerin de , "Allah'ın bir kısım insanı bir kısım ile def etmesi" şeklinde bir yasadan bahsedilmektedir. Bu yasa evrensel bir yasa olup bu gün zalim olan bir topluluk , mutlaka bir başka topluluk tarafından yıkıma uğratılacaktır. Zalimleri yıkıma uğratan topluluk , bir başka zalim toplulukta olabilir.
Bizler eğer bu yasaları Kur'andan doğru okuyabilirsek , bu zalim müstekbirlerin ecellerini tamamladıkları zaman yok olacaklarının bilinci içinde olarak , bu yok olanların yerine başka zalimlerin değil bizlerin başa geçmesi için gerekli çalışmaların yapılması gerektiğini idrakı içinde oluruz. Çünkü bir zalimi yıkan başka zalim ,zulmün devamından başka bir icraat yapmayacaktır.
Bizler üzerimize yüklenen "İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak" şeklindeki görevin bilici içinde bir hayat sürmemiz gerekirken , suni gündemler oluşturarak birbirimizi kırmaktan başka bir icraatımız olmadığı apaçık ortadadır.
Bizler , "İnsanlar içinde çıkarılmış en hayırlı ümmet" vasfına sahip olmamız , ırkımız nedeniyle değil Allah (c.c) nin vahyini yüklenmiş olmamız nedeniyledir. Ancak bu vahyin sorumluluğunu dahi akletmekten uzak bir hayat sürmemiz , hem bizlerin hem başkalarının zelil bir hayat sürmesine sebeb olmaktadır.
Bu düşünceleri dile getirirken , bazılarımız müslümanların tarih boyunca yaptıkları yönetimsel icraatların, dünya insanlarına ne kadar faydası olduğunu haklı olarak sorgulayacaklardır. Çünkü Muhammed (a.s) ın vefatı sonrası meydana gelen olaylar, bizim tarihimizin kara sayfalarını oluşturmaktadır. Bu kara sayfaların yazıcılarının hiç biri kendilerine Allah (c.c) nin önerdiği sistemi dikkate almamış sadece geçmişten gelen kavgalarını devam ettirmek için yönetimi ellerinde bir güç olarak kullanmışlardır.
Bizler gündem olarak geçmişteki , "Sefer ve Telli oğulları" kavgasının hangi tarafında olacağız kavgasını gündemimizden çıkarmadığımız müddetçe , dünyaya söyleyecek herhangi bir sözü olan topluluk olarak değil , söylenen sözler üzerinde kavgalar yaparak birbirlerini kıran bir topluluk olmaya mahkum kalmaktan kurtulamayız.
Müslümanların gündemini , kısır ilmihal tartışmaları değil vahyin evrensel çağrısının insanlara doğru anlatılması üzerinde yapılan tartışmalar meşgul etmelidir. Hayırlı topluluk olmanın gereğini, birbirimizi kırarak değil önce birbirimiz ile kenetlenerek oluşturabileceğimiz hatırdan çıkarılmamalıdır.
Sünnetin , hadisin vahiy olup olmadığı yönünde yapılan kısır tartışmalar bir kenara bırakılarak , Sünnet kavramının Kur'anda adı geçen bütün elçiler ile bağının kurularak onların mücadelelerinin bu çağa olan mesajını okumaya çalışarak , sağ elle yemenin , sarık sarmanın , misvak kullanmanın hükümleri v.s gibi şeyler üzerinde vakit kaybetmemeliyiz.
Vahyi gündeme getirmeye çalışan bir kısım kişilerin de maalesef suni gündemler üzerinde vakit geçirmekte olduklarını görmekteyiz. Belirli ayetleri ellerine alarak , hadis ve sünnet yanlılarının kafir müşrik olduklarını iddia edenler , aynı ayetleri ellerine alan hadis ve sünnet taraftarlarınca aynı şekilde kafir ve müşrik olarak suçlanmaktadırlar.
Kafir ve müşrik kavramları kimsenin elinde birbirine karşı kullanacağı ucuz kavramlar haline dönüşmemelidir. Müslümanların birbirleri olan kavgalarının kimlere yarayacağı dikkate alınarak , düşmanları kendimize güldürecek kavgaları bir tarafa bırakarak , düşmanların korkulu rüyası , mazlumların beklediği kurtarıcılar haline gelmenin yollarını tartışmalıyız. Mehdi adında birisinin gelerek dünyayı kurtaracağı masallarını bırakarak , hepimizin dünyayı kurtaracak mehdiler olması için çalışmalıyız.
Yazdıklarımızın uygulama safhasına konulmasının güçlüğü hepimizin malumu olup , bu güçlükler dikkate alınarak ipin ucunu koyvermek müslümana yakışan bir davranış değildir. Kur'an bu konuda Yunus ve Nuh (a.s) ların yaşamlarından kesitler sunarak , Yunus (a.s) ın sabırsızlığı neticesinde başına gelenleri hatırlatarak , Nuh (a.s) ın uzun yıllar kavmini sabırla doğru yola iletme çabaları bizler için örnek olmalıdır.
Bu gün içinde bulunduğumuz ortama baktığımız zaman , bize vaaz edilen din ile yaşantımız arasında derin uçurumlar bulunmaktadır. Adımız müslüman dahi olsa yaşadığımız sistem içinde maalesef eriyip gitmiş bir halde bulunmaktayız. Biz bu dinin değerlerini doğru bir biçimde hayata aktarmada sıkıntı içinde olmamız, başkalarına örnek olma noktasında büyük bir eksikliktir. Din dediğimiz şeyin sadece mistik değerler ve cami ile sınırlı bir inanç olmadığı , dünyanın içinde bulunduğu ekonomik , sosyal , siyasal , askeri v.s gibi konularda söyleyecek sözleri olduğunu önce kendimizin bilmesi gerekmektedir ki sonra bu dinin gerici ve yobazların sarıldığı bir din olmadığı ilan edilebilsin.
Sonuç olarak ; Müslümanlar olarak illaki bir yerlerden başlamak gerekmektedir. Bu başlangıç, önce inandığımız dinin inanç değerlerini doğru ve çağdaş insanın algısına uygun bir biçimde öğrenip ona göre bir söylem geliştirmek , onu hayata pratize etmeye yönelik ameller içinde olmalıdır. Söylemi çağdaş insanın algısına uygun bir biçimden kastımız yamultarak veya başkalrına şirin görünmeye yönelik olarak değil tavizsiz bir biçimde olmalıdır. İnancımız kimseye zorla kabul ettirme gibi bir vazifemiz olmadığını bilerek , sadece inancımızı doğru bir biçimde aktarmak gibi bir görevimiz olduğu bilinmelidir.
Gündem belirleme konusunda başkalarının belirlediği suni gündemleri değil , kendimizin oluşturduğu ve bizlerin ufkunu açmaya yarayan , bizleri daha ilerilere taşıyacak gündemler oluşturarak bunları konuşmaya çalışmalıyız. Aramızda olan ihtilafların daha fazla açılmasına yarayacak şeyleri değil , aramızda ihtilaf konusu olan konuların ortak bir payda olan Kur'an üzerinde anlaşılarak en aza indirilmeye çalışılması gerekmektedir. Bunun tersi yapılan çalışmaların bizi nereye götürdüğü veya hiç bir yere götüremediği maalesef şu zamandaki durumumuzdan belli olmaktadır.
ÇALIŞMA BİZDEN BAŞARI ALLAH (C.C) DEN DİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)