4 Şubat 2018 Pazar

Fatiha s. 4. Ayeti: Allah'ın Din Gününün Sahibi Olduğu İnancının Müslüman Hayatındaki Yeri Üzerine

Fatiha suresi, hemen hemen bütün Müslümanların ezberinde olan, her gün defalarca okunulan, fakat diğer sureler gibi anlamının yaşam içinde nasıl olması gerektiği yönünde herhangi bir fikir yürütülmeyen surelerden birisi olarak karşımızda durmaktadır. Bırakın anlamının hayat içinde nasıl olması gerektiğini, anlamının taban tabana zıttı olan inançlar, bir çok Müslümanın hayatında maalesef yer etmiş vaziyettedir.

Yazımızda, surenin 4. ayeti üzerinde durarak, bu ayetin nasıl bir mesajı olabileceği ve bu ayetin bir çok Müslümanın hayatındaki bazı inançla ile nasıl taban tabana zıtlık arz etiği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

Surenin 4. ayeti olan Maliki yevmiddin ifadesi, bir çok mealde Din gününün sahibidir şeklinde anlamlandırılmaktadır. Peki nedir bu Din Günü, bu sorunun cevabını bizlere yine Kur'an vermektedir.

[015.035]  «Ve şüphesiz, din gününe kadar (ile yevmiddini) lanet senin üzerinedir.»
[015.036]  Dedi ki: «Rabbim, öyleyse onların dirileceği güne kadar (ile yevmi yub'asune) bana süre tanı.»

Hicr suresindeki bu ayetlerde, Din Günü olarak bildirilen günün, insanların yeniden diriltilecekleri gün olduğunu görmekteyiz.

[037.019] İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp durmaktadırlar.
[037.020] Ve dediler ki: Vay bize, bu; din günüdür.

[051.012] Din günü ne zaman? diye sorarlar.
[051.013] O gün onlar, ateşin üstünde tutulup-eritilecekler.

Saffat ve Zariyat surelerindeki bu ayetlerde de, Din Günü olarak bildirilen zamanın, ölüm sonrası diriliş olduğu görülmektedir.

[082.017] Din gününü sana bildiren şey nedir?
[082.018] Ve yine din gününü sana bildiren şey nedir?
[082.019] Hiç bir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeye güç yetiremeyeceği gündür; o gün emir yalnızca Allah'ındır.

İnfitar suresindeki bu ayetlerde ise, Din Günü hakkında verilen bilgiler gerçekten çarpıcıdır, daha çarpıcı olan ise, ayetlerdeki verilen bilgi ile biz Müslümanların bir çoğunun sahip olduğu şefaat inancı taban tabana zıttır.

İnfitar suresi 19. ayetine baktığımızda, ki benzer bilgiler diğer ayetlerde de bulunmaktadır, hiç bir nefsin başka bir nefse faydasının olamayacağı, o günde emrin sadece Allah'a ait olduğunun özellikle hatırlatılmasına rağmen, neredeyse imanın şartı haline getirilmiş olan şefaat inancına göre, din gününde bir nefis başka bir nefse faydası olacak, yani onu ateşten kurtaracaktır.

Bu inanç aynı zamanda, din gününde Allah'ın Malik, yani tek yetkili ve tasarruf sahibi olmasına gölge düşürmektedir. Günde defalarca Allah (c.c) nin din gününün yegane yetkilisi ve tasarruf sahibi olduğunu lafzen tekrarlayan bir çok Müslümanın sahip olduğu şefaat inancında, Allah'ın yanında öyle yetkili ve tasarruf sahipleri ihdas edilmiştir ki bu durum maalesef akıllara zarardır. 

Her ne kadar kendi yanlarından ihdas ettikleri şefaatçileri için, Allah onlara izin verecek şeklinde bir kılıf bulsalar dahi, Allah'ın kendisi dışında bir kuluna şefaat etmesi için yetki vermesi bile yetki paylaşımına girer ki, böyle bir durum asla mümkün değildir. Yine her ne kadar, Allah kitabında bazı kullarına şefaat hakkı tanıyacağına dair haber veriyor şeklindeki iddiaların, şefaat ayetlerinin tamamını Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak okunduğunda ne kadar yanlış olduğu da ortaya çıkacaktır.

Sonuç olarak; Fatiha s. 4. ayetinin Müslüman hayatında doğru bir şekilde yer bulması, din gününde Allah (c.c) den başka kimseden medet beklememek üzerine kurulu bir inanca sahip olmaktan geçmektedir. Bu ayeti defalarca tekrarladığı halde din gününde kendisini onun hakkında verdiği ateş kararından döndüreceğine inandığı bazı kimseler olacağına inanan bir kimse, bu ayetin anlamı ile taban tabana bir zıt bir inanca sahip olmakta, bu inancın literatürdeki adı ise şirktir.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

2 Şubat 2018 Cuma

FATİHA SURESİ MEALİ

                                                            FATİHA SURESİ MEALİ

1- Çok şefkâtli çok merhamet edici Allah adına.

2- 3- Övgü, göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların (1) efendisi çok şefkatli çok merhamet edici Allah'a dır.

4-  İtaat döneminin (2) hükümranıdır.
5- Yalnızca sana kulluk eder ve yalnızca sana yardım isteğinde bulunuruz.

6-  Bizi dosdoğru yola(3) ilet.

7- Nebilerin, Sıddıkların, Şahitlerin, Salihlerin (4) yoluna, hiddetlenilmişlerin ve sapkınların değil.
 


Dipnotlar:

1- Fatiha s. 2. ayetinde geçen "Alemine" kelimesinin anlamı, Şuara s. 23. ayetinde Firavun tarafından Musa (a.s) a sorulan soru üzerine, Musa (a.s) tarafından, Şuara s. 24. ayetinde verilen cevaptan alınmıştır.
2- Hiç bir nefsin başka bir nefis üzerinde yetki ve tasarruf hakkının bulunamadığı gün.
3- Fatiha s. 6. ayetinde geçen "Sıratel Müstakim" deyiminin anlamı, Al-i İmran s. 51. , Yasin s. 61. ve Zuhruf s. 64. ayetlerinden alınmıştır.
4- Fatiha s. 7. ayetinde geçen "En'amte" kelimesinin anlamı, Nisa s. 69. ayetinden alınmıştır.

13 Ocak 2018 Cumartesi

Enbiya s. 78-79. Ayetleri: Davut ve Süleyman'a Verilen Hüküm ve İlmin Hayat İçindeki Yansıması

Davut ve Süleyman (a.s) lar, Kral Peygamber olarak bildiğimiz, ellerinin altında büyük bir coğrafya bulunan ve bu coğrafya içinde yaşayan insanlara hükmeden elçiler olarak, onların Kur'an içinde anlatılan yaşamları, yönetici ve hakim konumunda olanlar için örneklikler teşkil etmektedir. Onların Enbiya s. 78-82. ayetler arasında anlatılan kıssasında, bize dönük mesajlar olarak şunları görmekteyiz.

[021.078] Davud ve Süleyman'a da. Hani kavmin koyunlarının gece çobansız halde yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken; Biz, onların hükmüne şahidlerdik.
[021.079] Biz bunu (hükmü) Süleymana kavrattık, her birine de hüküm ve ilim verdik. Davud ile birlikte tesbih etsinler diye, dağlara ve kuşlara boyun eğdirdik. (Bunları) Yapanlar biz idik.

Yukarıdaki ayet meallerinde Davut ve Süleyman (a.s) ların bir konuda hüküm verdikleri anlatılmaktadır. Kavmin gece çobansız olarak yayılan koyunları olarak geçen konunun, hakiki anlamda bir koyun olayı mı, yoksa mecazi bir anlatım mı olduğu üzerinde fazla durmayacağız. Çünkü kıssayı mesaj odaklı okumaya çalıştığımızda ayette anlatılan konu ikinci planda kalmakta, birinci plana ise hüküm verirken takındıkları tavır çıkmaktadır.

Enbiya s. 78. ayetinde geçen Biz, onların hükmüne şahitlerdik cümlesini, hakim konumunda olan bir kimsenin asla hatırından çıkarmaması gerekmektedir. Hakim ünvanı ve yetkisine sahip olan bir kimse, verdiği her hükme onu yaratanın şahit olduğunu bilmelidir. Hakim konumunda olan bir kimse, kendisinden daha üstte olan bir hakime karşı sorumlu olduğunu unutmadığı sürece, verdiği hüküm adil olacaktır. Bu cümle Davut ve Süleyman (a.s) ların verdikleri hükümde kendilerinin üzerinde Allah'ın şahit olduklarını her zaman bildiklerini ve ona göre hüküm verdiklerini bildirmekte, bu cümle bütün hakimlerin başlarının üzerinde yazması gereken bir cümledir.

Hükmün Süleyman'a kavratılması demek, sadece o mesele hakkında nasıl hüküm vereceğinin ona vahiy yolu ile öğretilmesi değil, bütün konularda vereceği hükmün adil biçimde olması gerektiğinin öğretilmesidir. Bu noktada Enbiya s. 79. ayet içinde geçen, Her birine hüküm ve ilim verdik cümlesi dikkat çekicidir. Hüküm denildiğinde aklımıza yetki, ilim denildiğinde ise bilgi geldiğinde, bu iki kelimenin anlaşılması ve hayat içinde nasıl pratiğe geçebileceği de kolay anlaşılacaktır.

Bir insan sahip olduğu bilgi ve yetkiyi, istediği gibi kullanmak gibi bir hak ve özgürlüğüne sahip değildir. İnsan kendisine bu yetenekleri kim verdiyse, onun isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır. İnsanlar arasında hüküm vermek bilgi ve yetkisine sahip olan bir kimse, verdiği hükümde adil olmak ve ona göre karar vermek zorundadır. Davut (a.s) ın Sad s. içinde geçen kendisine gelen davacılar hakkında verdiği kararın her iki tarafı da dinlemeden vermiş olması ve bu hatasından dolayı tevbe edip bağışlanma istemesi, hakim olan bir kimsenin yargılamada nasıl davranması gerektiği bizlere öğretmektedir.

Hakim konumunda olan bir kimse, karşısına gelen davalarda hüküm vermek konusunda siyasi, ve ekonomik bakımdan güçlü olanlar tarafından baskı altına alınarak, vereceği kararın siyasi ve ekonomik bakımdan güçlü olanların lehine olması istenebilir, hatta böyle bir kararı vermesi için rüşvet dahi teklif edilebilir.

Hakim konumunda olan kişilerin kendilerini siyasi ve ekonomik baskı guruplarından tecrit edebilmesi, onların boyunduruğu altında kalmadan karar verebilme yetki ve gücüne sahip olması, bir ülkede adaletin tesisi için olmazsa olmazlardandır.

Adalet herkese lazımdır.

Bugün ellerinde siyasi ve ekonomik güç bulundurarak adaleti istedikleri şekilde yönlendirme gücüne sahip olanlar, yarın ellerindeki bu güçleri gittiği zaman istedikleri şekilde yönlendirdikleri adalet, başkaları tarafından yönlendirilerek bu sefer kendileri adalet diye bağıracaklardır.

Bu durumu Türkiye genelinde düşündüğümüzde hukukun bağımsızlığı söylemi, sıkça dile getirilmekte, fakat bağımsızlıktan anlaşılan şey, siyasi iktidara bağımlılık olarak gerçekleşmektedir. Hangi siyasi parti olursa olsun iktidara geldiğinde yaptığı icraatların başında, mevcut hukuk sistemini kendi düşünce ve menfaatleri doğrultusunda yeniden yapılandırmak olmuş, halen de aynı şey olmaktadır.

Elindeki gücünü kullanarak hukuku yönlendiren iktidar, elindeki mevcut gücünü kaybettiğinde ise, diğer iktidar tarafından bazı haksızlıklara uğramakta, kendisi bu sefer adalet diye haykırmaktadır. Fakat aynı iktidar daha önce kendisini ebedi olarak kalıcı zannederek uyguladığı hukuk kurallarının bu sefer kendi aleyhine işlememesi için imkanlarını seferber etmektedir.

[004.135] Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.

Bir ülkede olması gereken şey, hukuk kurallarının siyasi iktidarların belirlemelerine göre değil evrensel ahlak ve vicdan kurallarına göre işlemesidir. Bu yönde işleyen hukuk kuralları kimseye göre değişkenlik göstermez, siyasi ve ekonomik durumu nasıl olursa olsun, herkes için eşit olarak işler.

Davut ve Süleyman (a.s) lar siyasi ve ekonomik güce sahip iktidar sahipleri olarak adil yönetimin örneği sergilemişler, tüm zamanlarda gelecek olan yönetici kademesine yol göstermişlerdir. Bugün dünyanın bazı ülkelerinde yönetici konumunda olanların kendilerine layık gördükleri dokunulmazlık adındaki zırh, hangi ülkede olursa olsun o ülke için yüz karasından başka bir şey değildir. Yönetici konumunda olanların bu konularda halka karşı daha şeffaf olmaları gerekirken, kendilerini özel kanunlarla koruma altına alması adalet kavramı asla bağdaşmaz.

Davut ve Süleyman (a.s) ların hüküm verirken kendilerinden daha üst bir makam olduğunu unutmamış olmaları, günümüzde yaşayan iktidar sahipleri için örnek olmalıdır. Hukuksal düzenlemeler ile yaptıkları hatalardan dolayı dünyada hesap vermekten bir şekilde kurtulanlar, bu hataların bedelinin ahirette asla yanlarına bırakılmayacağını unutmamalıdır.

Ahiret hesabı sadece halk tabakası için değil, bütün insanlar için vardır. Dünyevi konumu ne kadar büyük olursa olsun, bütün insanlar hakimlerin hakimi olan Allah'ın karşısında mahkemeye çıkacak, ve bu mahkemede sadece Allah'ın vereceği hüküm olacaktır. Bu durumu aklından çıkarmayan yöneticiler tarafından yönetilen ülkeler, dünyada cennetin yaşanacağı ülkeler olacaktır.

Sonuç olarak; Davud ve Süleyman (a.s) lara verilen hüküm ve ilmin hayat içindeki yansıması, yönetici bir konuma sahip olmaları nedeniyle, insanlar arasında adaletle hükmetlerini gerektirmiş, ve bu gereği gereği en doğru biçimde yerine getirerek, kendilerinden sonra gelecek olanlara örnek teşkil etmişlerdir. Onların Kur'an içinde anlatılan kıssalarına baktığımızda, yönetici kademesinde bulunan kimseler için el kitabı olacak öğütleri bulmak mümkündür.

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

11 Ocak 2018 Perşembe

İnsanları Birleştirici Unsurlardan Olan Dinin İnsanları ayrıştırıcı Unsur Haline Dönüşmesi

Fıtri bir haslet olarak birlikte yaşamaya ihtiyaç duyan insanlar, bu birlikteliği perçinleyecek ve diğer insanlarla daha sıcak ilişkiler kurmasını sağlayacak olan bazı unsurlara da ihtiyaç duymaktadır. Din, insanların birbirleri ile arasında daha sıkı bağlar oluşturmak için oluşturulmuş olan unsurlardan birisi olarak binlerce yıldır varlığını sürdürmekte, kıyamete kadar da bu varlığını sürdürecektir. 

İnsanların din olarak bildiği ve kabul ettiği unsurlar, ilahi veya beşeri kaynaklı olabilir. Bizim konumuz, kendisinin İslam Dinine bağlı ve Müslüman olduğunu iddia eden insanların bu birlikteliği sağlayamamış olmaları, dahası birbirlerini en büyük düşman olarak görmeleri ve kanlarını dökmenin meşru bir hak olduğunu dahi iddia edebilecek kadar vahşi bir hale dönüşebilmesidir.

[003.103] Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılınız sakın ayrılığa düşmeyiniz, Allah'ın size bağışladığı nimeti hatırlayınız. Hani bir zamanlar düşman olduğunuz halde O, kalplerinizi uzlaştırdı da O'nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Hani siz bir ateş kuyusunun tam kenarındayken O sizi oraya düşmekten kurtardı. Allah size ayetlerini işte böyle açık açık anlatır ki, doğru yolu bulasınız.

Vahiy ile tanışmadan önce birbirleri ile yüzlerce yıldır kan davaları olan ve birbirlerinin kanlarını döken bazı Arap kabilelerinin, vahiy ile tanışmalarından sonra bu düşmanlıklarını unutarak kardeş olmaları, ancak Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında yeniden eski düşmanlıkları körükleyerek kan dökmeye devam etmeleri, ve bu kan dökmenin halen devam ediyor olması ne ile izah edilebilir?.

Burada şu noktayı da hatırlatmak gerekmektedir. Kin ve düşmanlıklar sadece kendilerini Müslüman olarak görenler arasında değil, bütün dinlerin mensupları arasında da yaşanmaktadır. Biz, kendisini Müslüman olarak gören insanların, aralarındaki kin ve düşmanlık oluşmasına sebep olan unsurlardan bir tanesi olan, kaynak sorununa dikkat çekmeye çalışacağız. 

[002.213] İnsanlar bir tek ümmetti. Allah müjdeleyici ve korkutucu nebiler gönderdi ve onlarla beraber insanların ihtilafa düştükleri şeylerde aralarında hüküm vermeleri için hak kitablar indirdi. Halbuki kitab verilmiş olanlar, kendilerinde açık deliller geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ihtilafa düştüler. İşte Allah; kendi izniyle, iman edenleri, üzerinde ihtilafa düştükleri Hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola ulaştırır.

Allah (c.c) nin insanlara din olarak gönderdiği İslam'ın öne çıkan özelliği, Nebi Resul olarak gönderilmiş olan insanlara Kitap verilmiş olmasıdır. Elçiler bu kitabın hakemliğinde insanların arasındaki ihtilaflar konusunda hüküm vermişler, doğruyu yanlışı ayırmanın ölçüsü olarak, Allah'ın indirdiği bu kitabın hakemliğine başvurmuşlardır.

[006.114] «Allah size Kitap'ı açık açık indirmişken O'ndan başka bir hakem mi isteyeyim?» Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onun gerçekten Rableri katından indirilmiş olduğunu bilirler. Öyleyse, sen şüpheye düşenlerden olma!

Elçiler hayatta iken kendilerine inen kitap doğrultusunda insanlar arasında hakemlik yaparlerken, vefatları sonrasında vefatları sonrasında, bu hakemliğin yerini başka kitap ve kişiler almış, ayrışım bu nedenle başlamış, bu ayrışımlar ise bitmek tükenmek bilmeyen kin ve düşmanlıkların önünü açmıştır.

[023.051] Ey Resuller! Temiz şeylerden yiyin, yararlı iş işleyin; doğrusu Ben, yaptığınızı bilirim.Şüphesiz bu; bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabb' ınızım. Ben'den korkun. Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçalayıp-bölündüler; her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.

Tarih boyunca bütün elçilerine aynı emirleri veren ve insanların tek bir topluluk altında toplanmasını isteyen Allah (c.c) nin bu istekleri maalesef yerine getirilmemiş, insanlar parçalara ayrılmayı tercih etmişlerdir. Öyleyse insanların aynı dine mensup olduklarını iddia ettikleri halde birliklerinin zedelenmesini engelleme yollarından bir tanesi dinde kaynak olarak bu dinin sahibinin indirdiği kitabı aralarında hakem tayin etmeleridir.

Bugün İslam dünyasına baktığımızda Müslümanların ezici çoğunluğunun, Kur'an'ın ne ve nasıl bir kitap olduğu konusundaki bilgileri, yaşadığımız sıkıntıların sebebi hakkında bizleri malumat sahibi yapacaktır. Kur'an adı var kendi yok mesabesinde ve sadece belirli gün ve zamanlarda anlamadan okunacak bir sevap makinesi, sadece kağıdı ve cildinin kutsallaştırıldığı bir kitap halindedir.

Onun önünde Muhammed (a.s) a atfedilen rivayetlerin bulunduğu kitaplar, ve bu kitaplar içindeki rivayetlerin Kur'an ile sağlamasının yapılması gerektiği söylendiğinde ter ter tepinerek bu rivayetlerin aynı Kur'an gibi olduğunu savunan Müslümanlar var oldukça, birlik ve beraberlik sadece kuru bir hayal olarak kalacaktır.

Bugün biz Müslümanların fırkalaşma ve düşmanlaşmasındaki en büyük etken, kişi ve rivayet merkezli bir din anlayışının oluşturulmuş olması, ve bu din anlayışının asla sorgulanamaz bir hale getirilmiş olmasıdır.

Bugün Müslümanların arasındaki bu sıkıntıları fark ederek kaynağa yönelme iddiasında bulunan Müslümanlarında kendi aralarındaki birlik ve beraberliği pek sağlayamamış olmaları, rivayet ve kişi merkezli din anlayışını savunan Müslümanlarda istismar konusu olmuş, Bakın siz de kendi aranızda birliği sağlayamıyorsunuz şeklinde, bir yönden de haklı diyebileceğimiz ithamlara sebep olmaktadır.

Kur'an'ın dinde hakem olmasını savunanların kendi aralarında dahi bir takım sorunların olması, Nereye yanlış yapıyoruz? sorusunun cevabını aramaya yöneltmelidir.

[021.025] Senden önce gönderdiğimiz her elçiye mutlaka: Ben'den başka ilah yoktur. Sadece bana kulluk edin, diye vahyetmişizdir.

Allah (c.c) nin tarih boyunca gönderdiği tüm elçilerin ortak çağrısı, onun bütün insanların tek rabbi ve ilahı olduğudur. İlah ve Rab kavramlarının anlam alanlarını öğrenen, bilen, içselleştiren Kur'an okuyucularının birbirleri arasında kin, nefret ve düşmanlık oluşturacak derecede bir husumeti asla olamaz.

Aralarında ortak bir hedef belirlemiş olan Müslümanların bu hedefe varmak için ortaya atacakları fikirler, ancak hedefe varmayı kolaylaştıracak olan teklifler olacak, ve bu tekliflerdeki bazı ihtilaflar ise kin ve düşmanlığı değil, Müslümanlar arasındaki fikri zenginliği artıracaktır.

Kur'an'ın bazı ön yargıları onaylatmak amacı, veya tevhit merkezli çağrısının dışında başka çağrılarının olduğu düşüncesi ile okunması, Kur'an okuyucularının arasındaki ihtilafları doğurmaktadır. Şayet Kur'an'ın ve önceki kitapların ortak çağrısının ne olduğu doğru olarak bilinerek, Kur'an bu yönde bir okuma, anlama ve yaşama ameliyesine tabi tutulduğunda, ihtilaflar en aza inecek, düşmanlıklar yok olacaktır.

Bugün bazı kimseler tarafından İslam dinine mensup olanların birbirleri ile aralarında olan husumetlerin kabahatinin Müslümanlara değil, İslam dinine yüklenmek istenildiğine de şahit olmaktayız. İslam dininin ayrıştırıcı özelliği, bu dini kabul etmeyenler için olup, bu dine mensup olduğunu iddia edenler arasında birlik ve beraberliğin önemini vurgulayan bir çok ayetin görmezden gelinerek kabahatin Kur'an'a yüklenmeye çalışılması üzücüdür.

[035.006] Şeytan şüphesiz sizin düşmanınızdır; siz de onu düşman tutun; o, kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem yaranı olmaya çağırır.

İnsanlar hayatlarını kendilerince düşman olarak gördükleri her ne ise onunla mücadele etmeye adarlar. Bu durum bütün insanlar için geçerli olup, değişmez bir olgudur. Her insanın hayatında mutlaka düşman olarak gördüğü bir şey bulunmakta, ve bu düşmanlıklar onun var oluş amacını oluşturmaktadır.

Şeytan, Allah (c.c) tarafından bize düşman olarak gösterilen, bizim de ona düşman olmamız emredilen önemli bir Kur'an kavramıdır. Bu kavram işte tüm Müslümanlar için bir nevi ORTAK HEDEF olarak görülmek zorunda, ve bütün gücün bu kavramın anlam alanına giren şeylerle mücadele etmeye harcanması gerekmektedir. Şayet bu kavramın anlam alanına bizim düşündüğümüz gibi düşünmeyen Müslümanları da dahil edecek olursak, Şeytanın tuzağına düşerek onun oyuncağı haline gelmiş oluruz.

Sonuç olarak; Din insanları birleştirici unsurlardan biri olmasına rağmen, maalesef bu görevi yerine getirememekte, düşmanlıklar Müslümanların kendi içlerinde kan dökmeye kadar varmaktadır. Dinde kaynak sorunu ayrılıkları körükleyen ana unsurlardan biri olmakla birlikte, Kur'an'ı dinde kaynak olarak görenlerin bir kısmında da ayrılıkların görülmesi, Kur'an'ın nasıl bir kitap olduğu konusunda fikir birliği yapamamış olmalarının getirdiği bir başka sorundur. Ortak hedef teriminin Kur'an'ın gösterdiği doğrultuda bilinmesi, tanınması ve hayata geçirilmesi, ayrılıkların en aza indirgenmesinde önemli bir çözümdür.

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

6 Ocak 2018 Cumartesi

Enbiya s. 64-65. Ayetleri: Ataların Yoluna Bağlılığın Sağ Duyuya Galip Gelmesinin Örneği

Kavminin şirkine karşı var gücüyle mücadele eden İbrahim (a.s) ın, Enbiya s. 51-73. ayetleri arasında geçen kıssası içindeki bir konuşma, insanlardaki yanlışa karşı olan bağlılığın nasıl sağ duyuya galip geldiğinin örneğini göstermektedir. Kıssada gördüğümüz bu örnek, sadece o zamanda yaşayan insanlara has bir durum değil, bugün dahi bir çok Müslümanda arız olan bir hastalıktır.

Kavminin işlediği şirke karşı onlarla mücadele içine giren İbrahim (a.s), putlarla yalnız kaldığında biri hariç bütün putları kırar. Putlarının kırıldığını gören kavmi ise, putlarına bu kötülüğü !! İbrahim'in yaptığını anlar ve onu yakalarlar.

[021.062] Dediler ki: «Ey İbrahim, Bizim ilâhlarımıza bunu sen mi yaptın?»
[021.063]  «Hayır» dedi. «Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin.»
[021.064] Bunun üzerine kendilerine, (asli yaratılışlarına) dönüp dediler ki: Hiç şüphesiz zalimler sizsiniz siz
[021.065] Sonra, yine tepeleri üstüne ters döndüler: «Andolsun, bunların konuşamayacaklarını sen de bilmektesin.»
[021.066] Dedi ki: O halde Allah'ı bırakıp da size hiç bir fayda veya zarar veremeyecek şeylere ne diye taparsınız?
[021.067] Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?

Konuşamayan, kendilerine fayda veya zarar verebilme gücü bulunmayan tahtadan taştan yapılmış olan putlara tapan kavim, içinde bulundukları yanlışı fark ederek bir an için dahi olsa fıtratlarına dönmekte, ve onların bu durumları ise 64. ve 65. ayetlerde dile getirilmekte, fakat doğru yolu bulmaya yanaşmayarak eski yanlışlarına geri dönmekte ve ayak diretmektedirler.

65. ayette geçen Tepeleri üstüne ters döndüler olarak çevrilen cümlenin Arapça orjinal metni, Nükisu ala ruusihim dir. Nükisu kelimesi, Bir nesneyi baş aşağı çevirmek anlamındadır. Doğum sırasında çocuğun ayakları başından önce çıktığında Nükisel veledü denir. 65. ayet içinde geçen bu ifade, şirk içinde yüzen insanların durumunu veciz bir biçimde ifade etmektedir.

Başı yukarıda ayakları yerde olmanın, doğal bir durum olduğunu dikkate aldığımızda, 64. ayette bir an için normal durumlarına dönerek içinde bulundukları yanlışı fark eden müşrik toplum, bu doğal durumlarını yine bozarak arızi durumlarına geri dönmüşler, onların bu durumları ise, ayakları yukarıda başları aşağıda olarak tasvir edilmektedir.

Aynı durumu Musa (a.s) kıssasında da görmekteyiz. Musa (a.s) tarafından getirilen ayetleri gören Firavun ve melesinin vicdanlarının bu ayetleri kabul etmelerine rağmen, zulüm ve kibirlerinin iman etmelerine mani olduğu, Neml s.14. ayetinde beyan edilmektedir.

Asıl meselemiz Kur'an'da zikri geçen bu kavimlerin gerçeği gördükleri halde neden gerçeğe teslim olmadıklarıdır. Bunun cevabını kıssanın anlatıldığı 53. ayette bulmaktayız.

[021.053] «Atalarımızı onlara tapar bulduk» demişlerdi.

Bu cevabı bütün müşrik topluluklar tarafından söylenen bir söz olarak Kur'an'ın bir çok ayetinde görmekteyiz. İşledikleri şirkin haklı gerekçesini sadece atalarını bu yolda bulmak olarak gösterenler,  Ya onların ataları hiç bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler ise?  sorusunu ise cevapsız bırakmaktadırlar. 

Körü körüne atalar yolunu izleme hastalığı, sadece kıssaları anlatılan kavimlere has bir durum değil, kadim bir hastalık olarak bizlere de sirayet etmiş, ve bugün bazı Müslümanlarda da arız olan bir hastalıktır.

Bugün bir çok Müslümanın dini inanç adına bildikleri şeylerin büyük bir kısmı, rivayet ve kişi merkezli din anlayışı tarafından üretilmiş ve Kur'an ile sağlaması yapıldığında ise yanlışlığı ortaya çıkan bilgilerdir. Rivayet ve kişi merkezli din anlayışı tarafından üretilen bilgilerin, kesin doğrular olduğuna körü körüne bağlanmış olan bir kimsenin karşısına, bu bilgilerin yanlış olduğu, Kur'an tarafından onay almadığı, hatta Kur'an ile taban tabana zıt bilgiler olduğu söylendiğinde, alınan tepkiler yukarıdaki ayetteki cevabın aynısından başka olmamaktadır.

Siz falan alimden daha iyi mi biliyorsunuz?.

Dini doğrularını falan alimin belirlediği bir kimsenin karşısına Kur'an ayeti çıkarılsa dahi, falan alimin yanlışı ona doğru gelmekte, Kur'an o kişi için sadece adı var kendisi yok mesabesinde bir kitap haline dönüşmektedir.

Yüzlerce yıldır hiç kimse doğruları bilemedi de sizler mi biliyorsunuz?.

Yanlış bilgilerin yüzlerce yıl öncesi yaşamış alimler tarafından ortaya atılmış ve bu yanlışların yine yüzlerce yıl başka alimler tarafından tastiklenerek bizlere ulaşmış olması, yine bir çok Müslümanın dayanağı olmakta, savundukları yanlışları desteklemek için bu argümana sıkı sıkıya sarılmaktadır. Genel geçer din anlayışının Ehli sünnet vel cemaat  olması,  tarih içinde bu düşüncenin tasdikinden geçen anlayışların halk arasında yaygınlaştırılmaya çalışılması, bu düşüncenin tasdikinden geçmeyen düşüncelerin, Kur'an'i doğrular olsa dahi kabul görmeyerek dışlanmış olması, bugün elimizdeki kaynakların tek düze bilgilerle dolu olmasını beraberinde getirmiştir.

Yüzlerce yıl öncesinde rivayet kültürüne muhalif olan görüşlerin Harici, Mutezile, Zındık v.s gibi isimler altında mahkum edilmeye çalışılmasına karşın, bugün Mealci, Hadis inkarcısı, Sünnet inkarcısı, Sapık v.s gibi isimlerle mahkum edilmeye çalışıldığı herkesçe malumdur.

Din adına bildiklerinin yanlışlığı Kur'an ile ispatlanan bir çok kişi bu bilgilerin doğru olabileceğini düşünse dahi, bu bilgileri daha önceki muteber olarak bildiği alimler tarafından onay almadığı için kabul etmemekte, yanlışta körü körüne ayak diretmektedirler.

Ya doğru olarak bildikleri alimleri hata yapıyor, yanlışta ısrar ediyor ise?.

Maalesef bu durumu bir çok Müslüman düşünememekte, hatta aklının ucuna dahi getirmemekte, Benim alimim hata yapmaz mantığına sahip bir biçimde yaşamını sürdürmektedir.

Alimler de insandır, onlar da hata yapabilir.

Müslümanların bir çoğundaki yaygın kanaat, savundukları alimin hata yapma imkanının asla olmaması, din adına yazdıklarının sorgulanamaz olmasıdır. Bu tabu Müslümanların fırkalaşmasında, birbirine düşman olmasında ve cahil kalmasında maalesef en büyük etkendir. Görüşlerini kabul ettiği alimi rab edinme noktasına getiren bir kişi, bir başka alimi veya o alimin görüşlerini kabul edenlere düşman kesilmekte, o alimin yazdıklarını ve dediklerini yeterli görerek kafasını ona kiraya vermek sureti cahil kalmaktadır.

Halbuki mümeyyiz akla sahip olan bir Müslüman, alim ve hizip taassubu göstermeden herkesi okuyabilmeli, her alimi dinleyebilmeli, okuduklarını ve dinlediklerini Allah'ın kitabına göre değerlendirebilme yeteneğine sahip olabilmelidir. Böyle bir yeteneğe sahip olan Müslüman bir toplumda, fırkalaşmaların önü alınabilecek, düşmanlıklar yok olacak, cehaletten kaynaklanan her türlü yanlışlar büyük ölçüde giderilmiş olacaktır.

                                          EN  DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

1 Ocak 2018 Pazartesi

Kur'an'ın Erkek Merkezli Dili ve Cennette Erkeklere Verileceği Vaat Edilen Huriler Üzerinde Bir Mülahaza

Allah (c.c) yaratmış olduğu biz kullarının hayat sürdüğü dünyayı geçici bir mekan, ölüm ve yeniden diriliş sonrası sürecek olduğumuz hayatın ebedi olduğunu haber vermektedir. Yeniden diriliş sonrası geçecek olan hayatımızı, dünya hayatımızda yaptığımız ameller belirleyecek olup, bu amellerimizin karşılığı olarak gideceğimiz yerin cennet veya cehennem olacağı bildirilmektedir.

Kur'an'ın cennette geçecek olan hayatın anlatıldığı ayetlerine baktığımızda, o ayetlerde erkeklere Huri olarak isimlendirilen kadınlar verileceğinden bahsedilmekte, bu durum ise bazı kimselerde bir takım soru işaretleri bırakmakta, bazı kimselerde ise şüpheli ve alaycı tavırlara neden olmaktadır. Bu rahatsızlıklara karşı ise, bazı kimselerde savunmacı yaklaşımlar görülmekte, O ayetler aslında öyle değil meallerinde hata var şeklindeki sözlerle, bu alaycı engellenmeye çalışılmakta, biraz daha cesur olanlar ise ilgili ayet meallerinde bazı oynamalara dahi imza atabilmektedir.

Çoğunlukla kalplerinde hastalık olanlar tarafından sorulan bu tür alaycı sorulara bizler ne cevap vermeye çalışır isek çalışalım, onları ikna etmemiz asla mümkün olmayacak, onlar alaycı tavırlarını sürdürmeye devam edeceklerdir. Bizim amacımız bu konuda art niyet taşımayan, fakat bu konularda bilgi sahibi olmak isteyenler ile bildiklerimizi paylaşmaktır.

Kur'an belirli bir mekanda yaşayan Arap toplumuna nazil olmuş, bu insanlar Arap olmalarının yanı sıra öncelikli olarak insandır, ve her insan gibi dünya hayatının geçici nimetlerine karşı istekli olarak yaratılmışlardır.

[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

Al-i İmran s. 14. ayetinde görüldüğü üzere, insanlara kadınların güzel gösterildiğinden bahsedilmektedir. Burada geçen İnsanlara ifadesi, insanlardan kadın cinsini kapsam alanına almamakta, sadece erkek cinsini kapsam alanına almaktadır. Eğer kadınları da aldığı iddia edilirse, ki bu  iddia kadınların da birbirlerine karşı şehvet duyduğu gibi bir anlama gelir ki, bu asla doğru bir düşünce olamaz. 

Peki Allah (c.c) neden her iki cinsten de bahsetmeyip sadece erkekler ile ilgili olarak böyle bir ifade kullanmıştır?.

Bu sorunun cevabı, Kur'an'ın erkek merkezli bir dil kullanmış olmasıdır. Bu kullanıma ise Tağlip Sanatı denilmektedir. Kur'an'ın kullandığı bu dil üslubunu bilen birisi, Al-i İmran s. 14. ayetinde geçen ifadeyi karşılıklı olarak anlar, ve kadınların da erkeklere karşı şehvet duygusu ile yaratılmış olduğunu bilir. Yani Allah (c.c) kadın ve erkeği birbirine karşı şehvet duyacak bir fıtratta yaratmıştır. Öyleyse cennette verilecek olan nimetlerden kadınların da mahrum kalması gibi bir durum söz konusu olamaz.

[016.097]  Erkekten ve kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat ile yaşatacağız ve yapmakta oldukları amellerin daha güzeliyle mükafatlarını elbette vereceğiz.

[040.040] «Kim bir kötülük işlerse ancak onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek, kim, inanarak yararlı iş işlerse, işte onlar cennete girerler; orada hesapsız şekilde rızıklanırlar.»

Kur'an'ın cennette verilecek nimetlerden bahsederken erkek merkezli bir dil kullanması, bu nimetlerden kadınların mahrum olacağı anlamına gelmez. Çünkü dünya hayatında ortak mükellefiyetleri olan kadın ve erkeğin, ahiret hayatında da alacakları karşılıklar da aynı olacaktır. 

Cennet nimetleri ile ilgili ayetlere baktığımızda insanların yeme, içme, cinsellik gibi fıtri ihtiyaçlarının göz ardı edilmediğini görmekteyiz. İnsan olmuş olmamız bizleri her zaman lüks ve ihtişam içinde bir hayat sürme isteği içine sokmakta, cennet nimetleri ile ilgili ayetlere dikkat edildiğinde nazil olduğu Arap toplumunda zenginlik adına bilinen şeylerin cennettekilere verileceğinden bahsedilmektedir.

Yeme, içme, cinsellik gibi fıtri ihtiyaçların karşılanmasının nasıl olacağı konusunda fikir yürütmeye çalışmak, kanaatimizce gaybı taşlamaya çalışmaktır. Bizlerin bu konuda bilmesi gereken şey, dünya hayatında sevdiğimiz istediğimiz, ve zevk aldığımız bütün şeylerin en iyileri ve en güzellerinin bizlere ahiret hayatında verilecek olmasıdır. Çünkü bizler gaybi alana dair anlatılanları, yaşadığımız hayat içinde duyularımız ile şahit olduğumuz alana dair olan bilgilere benzetilme yolu ile anlayabiliriz. Gaybi alana ait olan cennet konusu da bizlere dünya hayatı ile ilgili konularda benzetme yolu ile anlatılmaktadır.

Kur'an'ın cennette erkeklere verilecek ve cinsellik çağrıştıran ayetlerinin, bu durum göz önüne alınarak okunması ve anlaşılması gerekmektedir. Eziklik psikolojisi içinde anlaşılmaya çalışılan bu ayetler gurubunun bazı kimseler eli ile yapılan çevirilerinde, tahrife kadar varabilen hatalar bulunmaktadır. Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki bizim kimseye şirin görünmek gibi bir zorunluğumuz olmadığı gibi, kimsenin hatırı için Allah'ın ayetlerini onların hoşuna gidecek şekilde çevirmek ve yorumlamak hakkımız da yoktur.

Erkek nasıl bir takım fıtri ihtiyaçlara sahip olarak yaratılmış ise, kadın da aynı şekilde bir takım fıtri ihtiyaçlara sahip olarak yaratılmıştır. Erkek kullarının fıtri ihtiyaçlarını karşılayan Allah'ın, kadın kullarının fıtri ihtiyaçlarına sırt çevirmesi gibi bir durum, onun adil olması ile bağdaşmaz. Kullarına nasıl muamele edeceğini kullarından öğrenmeye ihtiyacı olmayan Allah (c.c), ahirette kadın ve erkek bütün kulları hakkında en doğru kararı verecektir.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

31 Aralık 2017 Pazar

Hac s. 75. Ayeti: Allah'ın Meleklerden ve İnsanlardan Elçiler Seçmesi

Allah (c.c) Hac s. 75. ayetinde bizlere, insanlardan ve meleklerden elçiler seçtiğini beyan etmektedir. Kur'an2ın bir çok yerinde geçen bu Beşer Elçi ve Melek Elçi deyimleri, vahyin anlaşılmasında anahtar konuma sahip olan deyimlerdendir. Bu deyimlerdeki ortak kelime olan Elçi kelimesinin anlaşılması öncelikli bir konuma sahip olup, bu kelimenin anlaşılması ise, Kur'an'ın ilk nazil olduğu toplumun inanç, düşünce ve bilgi arka planı ile yakından alakalıdır.

Melek kelimesinin ne anlama geldiği üzerinde yapılan bazı anlama faaliyetlerinin, bu kelimenin nüzul döneminde yaşayan Arap toplumunun bilgi arka planını dikkate almadan yapılıyor, veya gaybi alana dahil olan bir bilgi olmaktan çıkarılmaya çalışılıyor olması, bu kelimenin üzerinde sadece Melek var mı yok mu şeklinde yapılan tartışmalara, veya meleklerin tabiat güçleri olduğu iddialarla kısır bir döngü içine girmiş olması, bu kelimenin doğru anlaşılmasının önünde bir engel olarak durmaktadır.

Elçi kelimesinin anlaşılmasında, Allah (c.c) nin kendisine bizlere tanıtmakta kullandığı anlatım yönteminin önemi göz ardı edilemez. Allah (c.c) kendisi gibi gaybi alana dair olan bilgileri bizlere, bizim duyu organlarımız ile algıladığımız alana dair bilgilere benzeterek anlatmakta, bu anlatıma ise, Teşbihi anlatım denilmektedir.

Allah'ın bizlere Kur'an'da kendisini tanıtması, herkesin bildiği bir kelime olan Hükümdar kelimesinin anlam alanı dahilindedir. Hükümdar olarak bildiğimiz kişilerin, malum olduğu üzere sahip oldukları toprakları, bu topraklar üzerinde yaşayan tebası bulunmaktadır. Hükümdarlar herkesin malumu olduğu üzere tebasına veya herhangi bir hükümdara iletmek istedikleri buyruklarını kendileri değil elçileri ile iletirler.

Kendisini El Melik olarak tanıtan Allah (c.c) her şeyin maliki olup, yaratmış olduğu dünya üzerinde yaşayan bütün insanlar onun mülk alanında yaşadıkları için onun kurallarına ve buyruklarına uymak zorundadırlar. Mülkünde yaşayan insanların hangi kurallara göre yaşaması gerektiğini bildirmek için elçi kullanan Allah (c.c), bu kuralları yeryüzünde yaşayan varlık için olan insanlar içinden seçtiği elçiler ile iletmektedir. İnsanlardan seçtiği elçilere kurallarını bildirmek için Vahiy olarak bildiğimiz iletim yöntemini seçen Allah (c.c), bu elçilere yine başka elçilerle,  Melek Elçi olarak haber verdiği elçiler vasıtası ile vahyetmektedir.

Allah (c.c) nin beşer elçilere melek elçi ile vahyetmesini anlamak için, nuzül dönemi Arap düşüncesinin bu konudaki arka planını bilmenin önemi büyüktür. Arap cahiliyesinde Şair, Kahin, Arraf olarak bilinen bazı insanların, cinlerden haber aldıklarına, cinlerin ise bu haberleri göklerden çaldıklarına inanırlardı. Yani Arap cahiliyesinin arka plan inancında bazı insanların göklerden haber aldıklarına dair bir inanç bulunmaktaydı.

[072.008]  «Doğrusu biz göğü yokladık; onu sert bekçiler ve kayan ateşlerle (ışınlarla) doldurulmuş bulduk.»
[072.009]  «Doğrusu biz, göğün dinleyebileceğimiz bir yerinde otururduk; ama şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini gözleyen bir ateş (ışın) buluyor.»

Bazı insanların gökten haber aldıklarına dair bilgiye sahip olan Araplara, Muhammed (a.s) böyle bir iddia ile geldiğinde ona karşı olanlar, onun gökten aldığını iddia ettiği bilginin kaynağını diğer insanların aldıklarını iddia ettikleri bilgi kaynağı zannederek, ona  Mecnun  (cinlenmiş) yaftası takmışlar, onun aldığını iddia ettiği haberin kaynağının cinler olduğu zannına kapılmışlardır.

İşte meleklerden elçi seçilmesinin, Muhammed (a.s) a yakıştırılan mecnunluk iddiasına karşı getirilen bir reddiye olarak değerlendirilmesi, bizi bu konuda daha doğru yaklaşımlara sevk edecektir.

Kur'an içinde sıkça geçen Melek ve Şeytan kelimelerini, ontolojik mahiyetlerinin olup olmadığı açısından değil de, bu kelimelerin ilk duyulduğunda insan zihninde oluşan anlamları bakımından anlamaya çalışmak, kanaatimizce daha doğru bir yaklaşım olacaktır. 

[012.031] Vaktâ ki, onların gizledikleri dedikodularını işitti, onlara (bir davetci) gönderdi ve onlar için çakı ile kesilecek bir taam sofrası hazırladı. Ve onlardan her birine bir bıçak verdi. Ve (Ey Yusuf!), «Onların karşılarına çık!» dedi. Vaktâ ki O'nu gördüler, O'nu pek büyüttüler ve kendi ellerini kesiverdiler ve dediler ki: «Allah Teâlâ'yı tenzih ederiz, bu bir insan değil, bu ancak bir kerîm melektir.»

[037.062-5]  «Şimdi iyi düşünün.» buyurur Yüce Allah, «Sonuç olarak böylesi bir mutluluk mu iyidir, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu zalimler için bir dert ve azap yaptık. O öyle bir ağaçtır ki cehennemin ta dibinden çıkar. Meyveleri: sanki şeytanların başları!»

Yusuf s. 31. ayetinde Yusuf'u gören kadınların, onu melek olarak tavsif etmeleri, o kadınların melekleri görerek söyledikleri bir söz değil, melek denildiğinde insanın zihninde ilk olarak canlanan iyilik ve güzellik kavramları nedeni iledir. 


Saffat s. ayetlerinde ise, cehennem ehline yiyecek olarak sunulan zakkum tarif edilirken, tomurcuklarının şeytanların başı olarak tavsif edilmesi, şeytan denildiğinde insan zihninde ilk olarak canlanan çirkinlik ve kötülük kavramları nedeni iledir. 

[026.210-212] Onu (Kur'an'ı) şeytanlar indirmiş değildir, Bu onlara düşmez, zaten güçleri de yetmez. Çünkü onlar, (vahyedileni) işitmekten kesin olarak uzak tutulmuşlardır.

Geleneksel anlayıştaki melek inancının, onların nurdan yaratılmış varlıklar olduğu şeklindeki anlayışına karşılık, bu anlayışa karşı geliştirilen modernist anlayış ise, onların gözle görülen varlıklar oldukları gibi yaklaşımları beraberinde getirmiştir. Halbuki Kur'an'a baktığımızda her iki yaklaşımı destekleyecek bilgiler maalesef bulunmamaktadır. Yapılan tartışmaların meleklerin varlığı yokluğu etrafında gelişmesi, bu konunun Kur'an perspektifinden bakılmadığını bir göstergesidir.

İman esaslarından olan Meleklere iman meselesi, yine Allah'a, resullere ve kitaplara iman ile iç içe olan ve hepsi birlikte düşünülerek anlaşılacak bir meseledir. Allah'ın beşer resul ile kitap göndermesi, ve bu kitabı melek elçi ile göndermiş olması, meleklere imanın ne anlama gelebileceği yönünde, bizleri bilgi sahibi kılacaktır.

Sonuç olarak; Melek denildiği zaman bu kelimenin insan zihninde oluşan ilk anlamının iyilik ve güzellikleri çağrıştırması, gökten haber alınmasına dair bilgileri olan Arap cahiliyesinin bu inanç yapısının dikkate alınması, Kur'an'ın melek aracılığı ile gökten indirilmesi ile ilgili olan ayetlerin anlaşılmasını sağlayacaktır. Meleklerin varlığı yokluğu üzerinde tartışmalar yaparak havanda su dövmek yerine, Allah (c.c) nin Kur'anı neden melek elçi aracılığı ile indirmiş olduğunu anlamaya çalışmak daha sağlıklı olacaktır. 

Bu anlama çalışmasında ise, Arap cahiliyesinin cin, melek, şeytan gibi kavramlar hakkındaki nuzül dönemi bilgi arka planının bilinmesi hayati öneme sahiptir. Bu bilgi dikkate alınarak ilgili ayetler okunduğunda ise, melek hakkında bir takım ön yargılarını Kur'an'a onaylattırmak isteyen bir kısım Kur'an meali hazırlayıcısının da, bu konudaki hataları daha net ortaya çıkacaktır.

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

24 Aralık 2017 Pazar

Şirk'in Kitabına Uydurulmuş Hali: Tevessül Veya Birisinin Yüzü Suyu Hürmetine İstemek

Allah (c.c) tarih boyunca gönderdiği bütün elçi ve kitaplarında bizlerden sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmemizi istemiş, bu isteğe olumlu ve olumsuz cevap verenler arasında geçenleri kıssalar ile anlatmış, olumsuz cevap verenlerin dünya ve ahirette nasıl bir karşılık göreceklerini yine kitaplarında bildirmiştir. İşin garip olan yanı ise, Allah'ın gönderdiği kitap ve elçilere iman ettiklerini iddia edenlerin bir kısmının bu iddialarının havada kalması, bu insanların din adına ortaya attıkları ve inandıkları düşüncelerin şirk'ten arınamamış olmasıdır.

Son elçi Muhammed (a.s) ve ona indirilen kitaba iman ettiğini iddia eden insanların bir kısmının din adına ortaya atılan bazı söylemlerin şirk içermesine rağmen, bu düşünce ve söylemlere itibar etmesi, hatta bunları savunması, bu düşüncelerin şirk içerdiğini iddia edenlere sapık ve kafir damgası vurmaya kalkması ise, günümüzde yaşadığımız acı gerçeklerdendir.

[004.048]  Allah; kendisine ortak koşmayı bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, hiç şüphesiz pek büyük bir günahla iftira etmiş olur.

Şirk olgusunun Müslüman hayatında ortaya çıktığı anlardan bir tanesi de dua konusundadır. Allah'a direk olarak yaklaşılamayacağına dair oluşturulan inanç ne yazıktır ki, Allah ile araya bir takım kişiler konulması gerektiği inancını doğurmuş, bunun adına da TEVESSÜL denilmiştir.

Vesile kelimesinden türemiş olan Tevessül; Allah (c.c) den sevdiği ölü veya diri kulları araya koymak sureti ile, onların yüzü suyu hürmetine istemek anlamına gelmektedir. Ölü veya diri kullar, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, Şeyh, Gavs, Kutup, Evliya v.s olarak bilinen bazı kişiler olup, dua edilirken bu kişiler araya konularak vesile edinilmekte, veya bu kişilerin yüzü suyu hürmetine istenilerek duanın kabul olacağı düşünülmektedir.

Kişilerle veya yapılan amellerle yapılan araya koyma işleminin meşruiyetine dair bazı rivayetler ileri sürülmekte, bu işin Kur'ani delili !! ise Maide s. 35. ayetine dayandırılmaktadır. Fakat bu ayeti okuduğumuz zaman vesilenin Allah yolunda cihat etmek olarak belirtildiği de görülecek, ortaya atılan iddiaya herhangi bir mesnet teşkil etmeyeceği ortaya çıkacaktır.

Bugün bir çok Müslüman dua ederken Yüzü suyu hürmetine ifadesini kullanmakta, bu ifadenin temeli ise, duada aracılık anlamına gelmektedir. Böyle bir ifadenin değil bazı ulu olarak bilinen kullar için, Muhammed (a.s) için dahi kullanılması hatalıdır. Peygamber dahi olsa hiç bir kul Allah (c.c) indinde herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. 

Tevessül ve yüzü suyu hürmetine istemenin temelinde, Allah (c.c) ye direk olarak sesinin duyuramama düşüncesi olup, bu düşünce maalesef Kur'an tarafından onay almamaktadır.

[002.186] Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.

Duanın nasıl yapılacağını öğreten bir ayet olan Bakara s. 186. ayetinde Allah (c.c) biz kullarına yakın olduğunu bildirmekte, bu yakınlığı aynı zamanda onun bize uzak olmadığı, ona dua ederken yakınlaştırıcı olarak bilinen kulların araya konulmaMAsı gerektiği anlamına gelmektedir. 

[039.003] Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler (şöyle derler:) «Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.» Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında, hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kâfir olan kimseyi hidayete eriştirmez.

Şirk'i tarif eden ayetlerden bir tanesi olan Zümer s. 3. ayetinde ise, Allah'ın dışında veliler edinenlerin ortaya sürdükleri gerekçenin şirk olduğu görülmektedir.
Kullarını şirk inancından kurtararak tevhit inancına yöneltmek için gönderdiği kitap ve elçilere iman ettiklerini ileri sürenlerin böyle bir şirk içine düşmüş olmaları, maalesef acı ama gerçektir. Böyle bir duruma düşmenin ana sebebi ise, din de belirleyici olarak Allah'ın kitabının yerine başka belirleyicilerin geçirilmiş olmasıdır. Vahiy merkezli dinin yerine kişi merkezli bir din anlayışı, kişilerin yüceltilmesinin beraberinde getirmiş, bu durum ise Müslüman hayatında şirk tehlikesini ortaya çıkarmıştır.

Tevessül ve yüzü suyu hürmetine istemenin doğru bir düşünce olduğuna inananların bu inançlarının yanlışlığı kendilerine hatırlatıldığında ortaya sürdükleri delillerinin, bazı kimselerin din adına ortaya attıkları sözler ve bu kimselerin asla yanlış yapmayacaklarına dair olan inançları olduğu görülecektir. Ancak bu kişilerin ortaya attıkları sözlerin Kur'an ile sağlaması yapılacak olduğunda yanlışlığı görülecektir.

Halk arasında mahalle baskısı haline getirilmiş olan Ehli sünnet itikadı ismi ile bilinen düşünceye göre doğru olduğu savunulan bu yanlışın dile getirilmesi, ehli sünnet dışına çıkmak olarak görülmekte, fakat Kur'an dışına çıkmak olduğu maalesef ıskalanmaktadır. Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki, Kur'an'dan onay almayan her düşünce ve iddia adına ne denilirse denilsin çöpe atılmaya mahkumdur.

Sonuç olarak; Yazımızın amacının kimseyi Müşrik olarak nitelemek olmadığını hatırlatmak isteriz. Amacımız, şirk olgusunun Müslüman hayatında dua konusunda nasıl ortaya çıkabileceği olup, bundan sakınılmasını hatırlatmaktır. Allah (c.c) kendisine dua edildiğinde icabet edileceğini haber vermekle birlikte, bu duayı kabul etme şartı olarak ölü veya diri hiç kimseyi araya koymayı yani tevessülü veya Falan kimsenin yüzü suyu hürmetine gibi sözleri kullanmayı istememiştir. 

                                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Aralık 2017 Cuma

İsra s. 71. Ayetindeki Biimamihim Kelimesini Yasin s. 12. Ayetinden Anlamak

Kur'an içinde geçen bir kelime şayet birden fazla anlama gelebiliyor ise, o kelimeye verilecek anlamın ayet bütünlüğüne uygun olması gerekmektedir. İsra s. 71. ayetinde geçen Biimamihim kelimesinin, Önder, İmam olarak yapılan çevirileri, her ne kadar kelimenin anlamına uygun olarak çevrilmiş olsa da, içinde bulunduğu ayetin bağlamına uygun bir çeviri olduğunu söylemek güçtür.

يَوْمَ نَدْعُو كُلَّ أُنَاسٍ بِإِمَامِهِمْ ۖ فَمَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَأُولَٰئِكَ يَقْرَءُونَ كِتَابَهُمْ وَلَا يُظْلَمُونَ فَتِيلًا

Bu ayetin çevirisi çoğunlukla şu şekilde yapılmaktadır.

 Biz o gün bütün insan gruplarını önderleri ile birlikte huzurumuza çağırırız. O gün her kime kitabı sağ eliyle verilirse, işte onlar kitaplarını okuyacaklar ve kıl kadar zulmedilmeyecekler.

Allah (c.c) bu ayette, hesap gününde nasıl bir durum ile karşı karşıya kalacağımızı bizlere hatırlatmaktadır. Ayette bütün insanların imamları ile birlikte huzura çıkacağı bildirilmektedir. Ayet içinde geçen Biimamihim kelimesinin bu ayette hangi anlama gelebileceğinin, ayetin devamından anlaşılması gerekmektedir. Ayetin devamında kitapların yani herkesin dünya hayatında yaptığı amellerinin kayıtlandığı kitaplarından bahsedilmekte, Biimamihim kelimesinin de kitap kelimesi ile uyumlu bir anlama gelmesi gerektiğini düşünmekteyiz. 

Burada, Biimamihim kelimesinin Kitap anlamına gelip gelemeyeceği sorusu sorulacak, bu sorunun cevabı ise Yasin s. 12. ayetinden bulunacaktır.

إِنَّا نَحْنُ نُحْيِي الْمَوْتَىٰ وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَآثَارَهُمْ ۚ وَكُلَّ شَيْءٍ أَحْصَيْنَاهُ فِي إِمَامٍ مُبِينٍ

Şüphesiz ki ölüleri, Biz diriltiriz Biz. İşlediklerini ve geride bıraktıklarını Biz yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır.

Yasin s. 12. ayetinde geçen İmamin Mübin kelimesinin Apaçık bir kitap olarak çevrildiği görülmektedir. Ayet içinde geçen İmamin kelimesine görüldüğü gibi Kitap anlamı verilmektedir. Yasin s. 12. ayetinin tefsirlerinde İmamin Mübin deyiminin ana kitap yani Levhi Mahfuz veya amellerin yazıldığı kitap anlamı verilmekte, amellerin yazıldığı kitap anlamı kanaatimizce daha uygun düşmektedir.

وَكُلَّ شَيْءٍ أَحْصَيْنَاهُ كِتَابًا
Nebe s. 29 ---Oysa biz, her şeyi yazıp saymışızdır.

Nebe s. 29. ayetinde, dünya hayatında yapılan amellerin yazılı olduğunun beyan edilmiş olduğunu dikkate aldığımızda, Yasin s. 12. ayetinde geçen deyimin amellerin yazıldığı kitap olduğu daha net olarak anlaşılmaktadır.

Yasin s. 12. ayetinde geçen İmam kelimesine Amellerin yazıldığı kitap anlamı verildiğine göre, İsra s. 71. ayetinde geçen Biimamihim kelimesine, Önder anlamı verilmek yerine Kitap anlamının verilmesi, bulunduğu ayetin bağlamına daha uygun düşecektir.

Bütün bunlardan sonra sonra İsra s. 71. ayetine şu şekilde bir anlam vermek sanırım yanlış olmayacaktır. 

 Biz o gün bütün insan gruplarını kitapları ile birlikte huzurumuza çağırırız. O gün her kime kitabı sağından verilirse, işte onlar kitaplarını okuyacaklar ve kıl kadar zulmedilmeyecekler.

 Biimamihim kelimesine verdiğimiz Kitap anlamı, ayetin devamı ile uyum sağlamakta, kitapları ile birlikte huzura çıkan insan guruplarından, kitabı sağından verilenlerin durumları ayet içinde beyan edilmektedir.

                                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

14 Aralık 2017 Perşembe

Araf s. 205. Ayetine Süleymaniye Vakfı Mealinde Verilen Anlam Üzerinde Bir Mülahaza

Kur'an çevirilerinde dikkat edilmesi gerekli hususlardan bir tanesi de, Kur'an içinde geçen bir kelimeye bir ayette farklı, diğer ayette farklı bir anlam verilerek, meal okuyucusunun kafasında bazı istifhamlar oluşmasına sebebiyet vermemek olmalıdır. Bir kelime şayet çok anlamlı ise böyle bir durum elbette kabul edilebilir, fakat kelimenin böyle bir durumu yok ise, aynı kelimeye Kur'an içinde farklı anlamlar vermek, meal yapıcısının ya ön yargılarını ayete söyletmek amacı olduğunu, ya da meal yapmaktaki cehaletini gösterecektir.

Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan Kur'an mealinin Araf s. 205. ayetinde geçen iki kelimeye verilen anlam üzerinde durarak, Kur'an bütünlüğüne dikkat edilmemesinin ortaya koyduğu tezatları göstermeye, ve vakfı bu konuda uyarmaya çalışmak, yazının konusu olacaktır.

وَاذْكُرْ رَبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعًا وَخِيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالْآصَالِ وَلَا تَكُنْ مِنَ الْغَافِلِينَ


Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan Kur'an mealinde Araf s. 205. ayetine şu şekilde bir meal verilmiştir. 

"Öğle ve ikindide[*], yüksek olmayan bir sesle içten içe yalvararak Rabbini gizlice an. Sakın dikkatsizlik etme." 

Ayete bu anlam verildikten sonra dip not olarak, "[*] Öğle ve ikindi namazlarının sessiz kılınmasının delili bu ayettir..denilmektedir.

Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan Kur'an mealinde, Araf s. 205. ayetinde geçen بِالْغُدُوِّ  kelimesine ÖĞLE anlamı, وَالْآصَالِ kelimesine ise İKİNDİ anlamı verilerek, öğle ve ikindi namazlarının sessiz olarak kılınmasının delilinin bu ayet olduğu iddia iddia edilmekte, bu iddia aynı zamanda bu namazlarda sessiz okumanın  farz olduğu anlamına da gelmektedir.

Biz بِالْغُدُوِّ ve وَالْآصَالِ kelimelerinin hangi anlama geldiğinden ziyade, bu kelimelerin geçtiği diğer ayetlere, Süleymaniye Vakfı tarafından nasıl anlamlar verildiği üzerinde durmak, ve vakıf tarafından yapılan mealdeki çelişkilere dikkat çekmek istiyoruz.

بِالْغُدُوِّ kelimesi ve türevlerinin geçtiği ayetlere Süleymaniye Vakfı tarafından verilen anlamlar şu şekildedir: 

-----Rad s. 15. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
Göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez Allah'a boyun eğerler (secde)[*]. Gölgeleri de bunu öğle ve ikindide yapar. 

Rad s. 15. ayetinde  geçenبِالْغُدُوِّ kelimesine vakıf mealinde ÖĞLE anlamı verilmiştir.

 -----Nur s. 36. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
(O ışık) yüce tutulmasına ve içlerinde adının anılmasını Allah’ın izin verdiği evlerde olur. Oralarda sabah akşam (insanlar) Allah’a boyun eğerler. 

Nur s. 36. ayetinde geçen بِالْغُدُوِّ kelimesine ise, diğer ayetlerde verilen öğle anlamı yerine SABAH anlamı verilmiştir.

-----Mü'min s. 46. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
Cehennem ateşi onlara, sabah akşam gösterilir. Kıyamet saati geldiğinde, "Firavun ailesini o azabın en ağırına sokun!" denir. 

Mü'min s. 46. ayetinde geçen Ğudüvven kelimesine, diğer ayetlerde verilen öğle anlamı yerine SABAH anlamı verilmiştir. 

-----Sebe s. 12. ayeti Süleymaniye vakfı meali:
Sabahleyin bir aylık, öğleden sonra da bir aylık mesafe katettiren rüzgarı[1*] Süleyman'ın emrine verdik; bakır madeni kaynağını da onun için su gibi akıttık. Sahibinin izniyle, yanında iş gören cinleri de emrine verdik. Onlardan hangisi emrimizden çıksa ona alevli ateş azabını tattırırdık[2*]. 

Sebe s. 12. ayetinde geçen Ğudüvvuha kelimesine, diğer ayetlerde verilen öğle anlamı yerine, SABAH anlamı verilmiştir.

-----Enam s. 52. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
Sabah, akşam dua edip Rablerinin yüz göstermesini isteyenleri uzaklaştırma. Onların hesabı senden sorulmaz. Senin hesabın da onlardan sorulmaz. Onları uzaklaştırırsan yanlış yapanlardan olursun. 

Enam s. 52. ayetinde geçen Bi-lğadaveti kelimesine, diğer ayetlerde verilen öğle anlamı yerine, SABAH anlamı verilmiştir.

-----Kehf s. 28. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
Rablerinin yüzlerine bakmasını isteyerek sabah akşam ona yalvaranlarla birlikte sen de sabret[*]. Dünya hayatının çekiciliğine kapılıp gözlerini onlardan ayırma. Gönlünü zikrimize (Kur’an’a) karşı ilgisiz bulduğumuz, arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kişiye uyma. 

Kehf s. 28. ayetinde geçen Bi-lğadaveti kelimesine, diğer ayetlerde verilen öğle anlamı yerine, SABAH anlamı verilmiştir.

-----Kehf s. 62. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
Oradan geçtikten sonra Musa genç arkadaşına dedi ki "Getir şu kuşluk yemeğimizi; bu yolculuk bizi iyice yordu." 
Kehf s. 62. ayetinde geçen Ğadaena kelimesine diğer ayetlerde verilen öğle anlamı yerine, KUŞLUK anlamı verilmiştir.

وَالْآصَالِ kelimesi ve türevlerinin geçtiği ayetlere Süleymaniye Vakfı tarafından mealler şöyledir (kelimenin vakit anlamı içeren ayetleri alınmıştır):

-----Furkan s. 5. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
Bir de şunu dediler: “Bunlar eskilerin masallarıdır[*]; yazdırtmış, ve sabah akşam ona okutturuluyor. ezberletiliyor.” 
Araf s. 205. ayetinde geçen وَالْآصَالِ kelimesine, İKİNDİ anlamı verilen mealde, Furkan s. 5. ayetinde geçen Asile kelimesine, AKŞAM anlamı verilmiştir.

Asile kelimesini geçtiği diğer ayetler olan Ahzab s. 42, Fetih s. 9 ve İnsan s. 25. ayetlerinde kelimeye vakıf mealinde AKŞAM anlamı verilmiştir.


-----Rad s. 15. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
Göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez Allah'a boyun eğerler (secde)[*]. Gölgeleri de bunu öğle ve ikindide yapar. 

Rad s. 15. ayetinde geçen وَالْآصَالِ kelimesine, İKİNDİ anlamı verilmiştir.

-----Nur s. 36. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
(O ışık) yüce tutulmasına ve içlerinde adının anılmasını Allah’ın izin verdiği evlerde olur. Oralarda sabah akşam (insanlar) Allah’a boyun eğerler. 

Nur s. 36. ayetinde geçen وَالْآصَالِ kelimesine, AKŞAM anlamı verilmiştir.

Görülmektedir ki, Süleymaniye Vakfı tarafından بِالْغُدُوِّ kelimesine, Araf s. 205. ve Rad s. 15. ayetlerinde ÖĞLE anlamı verilirken, kelimenin geçtiği diğer ayetler olan Nur s. 36, Mü'min s. 46, Sebe s. 12, Enam s. 52, Kehf s. 28. ve 62. ayetlerinde SABAH ve KUŞLUK anlamı,  وَالْآصَالِ  kelimesine ise Araf s. 205. ve Rad s. 15. ayetlerinde İKİNDİ anlamı verilirken, kelimenin geçtiği diğer ayetlerde ise AKŞAM anlamı verilmiştir. Yine hatırlatmak isteriz ki , yazının konusu bu kelimelerin hangi anlamlara geldiği değil, vakfın mealinde bu kelimelerin geçtiği bütün ayetlerde aynı anlamı verilmemiş olmasıdır.

Kur'an'ı Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan mealden öğrenmeye çalışan bir meal okuyucusu haklı olarak, bir kelimenin bir ayette neden ÖĞLE olarak çevrilirken, aynı kelimenin bir başka ayette neden SABAH olarak, bir kelimenin bir ayette İKİNDİ olarak çevrilirken, aynı kelimenin bir başka ayette neden AKŞAM olarak çevrildiğini soracak ve cevabını isteyecektir.

Vakıf tarafından yapılan bu çevirilerde ayrıca ortaya şöyle bir ikilem de çıkmaktadır. Vakıf, yaptığı mealde Araf s. 205. ayetinde geçen kelimelere öğle ve ikindi anlamlarını vererek, bu vakitlerde kılınan namazların sessiz okunmasının delilinin bu ayetlerden çıktığını iddia etmekte, bu iddia ise aynı zamanda bu vakitlerde kılınan namazlarda sessiz okumanın FARZ olduğunu iddia etmek anlamına da gelmektedir.

Bu ayetten öğle ve ikindi namazlarının sessiz olarak kılınmasının farz olduğu hükmünü çıkaran vakfın bu içtihadına karşı, aynı kelimelerin diğer ayetlerde farklı anlamlar verilmesi karşısında şaşkınlığa uğrayan bir meal okuyucusu haklı olarak, bir yerde öğle olarak çevrilen bir kelimenin başka ayette sabah olarak çevrilmesi, bir yerde ikindi olarak çevrilen bir kelimenin başka bir yerde akşam olarak çevrilmesi karşısında, hangi namazların sessiz kılınması gerektiği konusunda da tereddüt yaşayacaktır.

Vakfın Araf s. 205. ayetinde geçen kelimelere öğle ve ikindi anlamlarını vermesi öncelikle kelimenin geçtiği diğer ayetlere de aynı anlamları vermemek sureti ile yaşadıkları bir çelişkiyi göstermektedir şöyle ki;

Vakıf, Araf s. 205. ayetinde geçen Bi-lğuduvvi kelimesi şayet öğle anlamına geliyor ise, neden kelimenin geçtiği diğer ayetlere de öğle anlamı vermek yerine, sabah anlamını vermeyi tercih etmiştir?. Veya bu kelime şayet sabah anlamına geliyor ise, neden Araf s. 205. ayetindeki geçişine sabah anlamı vermek yerine öğle anlamı vermeyi tercih etmiştir?.

Vakıf, Araf s. 205. ayetinde geçen Ve-lasali kelimesi şayet ikindi anlamına geliyor ise, neden kelimenin geçtiği diğer diğer ayetlere de ikindi anlamı vermek yerine akşam anlamını vermeyi tercih etmiştir?. Veya bu kelime şayet akşam anlamına geliyor ise, neden Araf s. 205. ayetindeki geçişine akşam anlamı vermek yerine ikindi anlamı vermeyi tercih etmiştir?.

Kanaatimizce Vakıf, Araf s. 205. ayetinde geçen bu iki kelimeye diğer ayetlere verdikleri anlamdan farklı bir anlam vererek, gündüz namazlarının sessiz okunmasının delilinin ayete dayandırmaya çalışmakla zorlama bir tevilde bulunmaktadır. Çünkü ortaya koydukları delil diğer ayetler ile uyum sağlamamaktadır.

Ayet içinde geçen وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ ibaresine, yüksek olmayan bir sesle şeklindeki verdikleri anlama rağmen, öğle ve ikindi namazlarının SESSİZ olarak kılınmasının delili bu ayettir şeklinde bir içtihatta bulunmuş olmaları da, vakfın düştüğü başka bir çelişkidir. Yüksek olmayan bir ses ile şeklinde çevirdikleri bir ibareden, sessiz namaz delili çıkarmaları, vakfın bu konuda hatalı bir çıkarımda bulunduğunun göstergesidir.

Ayrıca bu tür vakit bildiren ayetlerin belirli vakitleri göstermekten ziyade, devamlılık ifade ettiğine dikkat çekmek isteriz. Örneğin; Mü'min s. 46. ayetinde Firavun'un sabah ve akşam ateşe sunulmasını, sabah ve akşam vakitlerinde iki öğün ateşe sunulması olarak anlamak, diğer vakitlerde ateşe sunulmamış olduğu anlamına gelir. Yine Meryem s. 62. ayetinde cennet ehlinin sabah akşam rızıklanmış olmaları, günde iki öğün yemek yemeleri anlamına asla gelmez. Bu ifade rızıklarının kesintisiz olduğu anlamında yani süreklilik anlamında kullanılmıştır. Bu örnekleri Kur'an içinden çoğaltmak mümkündür.

Sonuç olarak: Süleymaniye vakfı çıkardığı mealde Araf s. 205. ayetinde geçen iki kelimeye, aynı kelimenin geçtiği diğer ayetlere göre farklı anlam vermek sureti ile, Kur'an bütünlüğüne dikkat etmeyen bir çeviri örneği sergilemiştir. Yapmaları gereken şey, ya Araf s. 205. ayetinde geçen iki kelimeye verdikleri Öğle ve İkindi anlamlarını doğru kabul ederek, kelimelerin geçtiği diğer ayetleri de bu yönde değiştirmek, ya da bu kelimelere diğer ayetlerde verdikleri Sabah ve Akşam anlamlarını doğru kabul ederek, Araf s. 205. ayetine verdikleri anlamı değiştirmek olmalıdır.

Şayet Araf s. 205. ayetinde geçen iki kelimeye verdikleri Öğle ve İkindi anlamlarını diğer ayetlerde geçen aynı kelimelere verecek olurlarsa, kelimelere yanlış bir anlam yüklemiş olmakla birlikte, çelişkili bir meal yapmış olmaktan kurtulacaklar, veya Araf s. 205. ayetinde geçen iki kelimeye diğer ayetlere verdikleri Sabah ve Akşam anlamlarını vererek, daha doğru bir çeviri yapmış olacaklardır. Bunu yaptıkları takdirde ise, öğle ve ikindi namazlarının sessiz kılınmasına dair olduğunu ileri sürdükleri ayetin, delil olup olamayacağını yeniden gözden geçirmek zorunda kalacaklardır.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

12 Aralık 2017 Salı

Nahl s. 124. Ayetinin Çeviri ve Yorumları Üzerine Bir Mülahaza

Nahl s. 124. ayeti olan إِنَّمَا جُعِلَ السَّبْتُ عَلَى الَّذِينَ اخْتَلَفُوا فِيهِ ۚ وَإِنَّ رَبَّكَ لَيَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ cümlesi, elimizde olan meallerin bir çoğunda, "Cumartesi yasağı, ancak onda ihtilâf edenlere (farz) kılınmıştı. Ve şüphe yok ki, senin Rabbin Kıyamet günü onların arasında ihtilâf ettikleri şey hakkında elbette hükmedecektir." şeklinde çevrilmekte, tefsirlerde ise bu konuda çeşitli yorumlarda bulunulmaktadır.

Biz, bu ayetin çevirisinde herhangi bir hata bulunduğunu iddia etmemekle birlikte, ayet içinde bulunan ve onda olarak çevrilen فِيهِ ibaresinin, السَّبْتُ (cumartesi yasağı) kelimesine götürmenin bazı soruları beraberinde getirebileceğini düşünmekteyiz şöyle ki;

Cumartesi yasağı olarak bildiğimiz yasağın, İsrailoğullarına has ve yaptıkları bazı yanlışlar sonucunda onlara ceza olarak verilmiş bir yasak olduğu herkesçe malumdur. Nahl s. 124. ayetinin bu durum göz önüne alınmak sureti ile bir çevirisinin yapılması gerektiğini düşünmekteyiz.

[004.160-1] Yahudilerin zulmetmeleri ve birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle daha önce kendilerine helâl olan temiz şeyleri haram kıldık. Onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.

[006.146]  Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç, iç yağlarını da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekilde cezalandırdık. Biz şüphesiz doğru sözlüyüzdür.

[016.118] Sana anlattıklarımızı, daha önce, yahudi olanlara da haram kılmıştık; biz onlara zulmetmedik, onlar kendilerine zulmediyorlardı.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerde İsrailoğullarına çiğnemiş oldukları yasaklardan dolayı, onlara daha önce helal olan bazı şeylerin ceza olarak haram kılındığı bildirilmektedir. Cumartesi günü çalışmama yasağı, evrensel bir yasak olmadığı için sadece İsrailoğullarına verilmiş olan cezalardan bir tanesidir. 
Bundan dolayı Nahl s. 124. ayetine öyle bir anlam verilmelidir ki, ayetin İsrailoğullarına böyle bir yasağın hangi sebepten ötürü verildiğini ifade ediyor olsun. 

[016.120] Muhakkak ki İbrahim başlı başına bir ümmet idi, tek bir hanîf olarak Allaha itaat için kıyam etmişti ve hiç bir zaman müşriklerden olmadı.

[016.121] Allah'ın nimetlerine şükredendi. Allah onu seçmiş ve doğru yola iletmişti.

[016.122] Ve Biz O'na dünyada bir güzellik verdik ve şüphe yok ki, o ahirette elbette sâlihlerdendir.

[016.123] Sonra sana vahyettik: «Hanif (muvahhid) olan İbrahim'in dinine uy. O müşriklerden değildi.»

Nahl s. 120-123. ayetlerine baktığımızda, o ayetlerde İbrahim (a.s) dan bahsedildiğini görmekteyiz. Nahl s. 124. ayetine verilecek olan anlamın, bu ayetler ile uyum içinde olması gerektiğini düşünmekteyiz. Cumartesi yasağının onda, yani İbrahim'in dininde ihtilaf edenlere farz kılınmış olmasının, ayetlerin bağlamı açısından daha uygun düşeceğini düşünmekteyiz.

Bu noktada İbrahimin dini ile ifade edilmek istenilen şeyin ne olduğunun açığa kavuşturulması gerekmektedir. Nisa s. 160. ve 161. ayetlerine baktığımızda, İsrailoğullarının zulmetmeleri, insanları Allah yolundan alıkoymaları, faiz almaları, insanların mallarını haksızlıkla yemeleri, İbrahim'in dininin esaslarını çiğnemeleri anlamına gelmektedir.

Bundan dolayı Nahl. s. 124. ayetindeki Fihi ibaresinin cumartesi yasağına değil, İbrahim'in dinine işaret ettiği yönünde bir parantez açılmak sureti ile anlam verilmesi daha makul görülmektedir. 

"Cumartesi yasağı, ancak onda (İbrahim'in dininde) ihtilâf edenlere (farz) kılınmıştı. Ve şüphe yok ki, senin Rabbin Kıyamet günü onların arasında ihtilâf ettikleri şey hakkında elbette hükmedecektir."

Tetkik etme imkanı bulduğumuz Kur'an çevirilerinin sadece Muhammed Esed ve Mustafa İslamoğlu'nun bu doğrultuda anlam ve yorumda bulunduğunu gördük.

Muhammed Esed Meali:
Sebt gününün gözetilmesi sadece, onun hakkında uyuşmaz görüşler ileri sürüp çekişenlere emredilmişti; şüphe yok ki, bu çekişip durdukları konuda, Kıyamet Günü onların aralarında148 elbette senin Rabbin hükmedecektir.

Muhammed Esed yazmış olduğu tefsirinde bu ayet ile ilgili olarak şunları söylemektedir: "Yani, Hz. İbrahim hakkında. Bu ifadeden kasıt şudur: Yahudilerin çoğu, Tevhid dininin esaslarına açıkça ters düşen bir biçimde, sırf bu büyük Peygamber'in soyundan gelmiş olmalarına dayanarak kendilerinin “Allah tarafından seçilmiş kavim” olduklarını ileri sürmek suretiyle Hz. İbrahim'in gerçek dininden sapmışlardı. (“Onun hakkında uyuşmaz görüşler ileri sürüp çekişenler” ifadesiyle dile getirilmek istenen de, kanaatimizce işte bu sapmadır.) Kur’an'da sık sık işaret edildiği gibi, bu manevî taşkınlık ya da küstahlık, İsrailoğulları'na -ve yalnızca onlara- birtakım ciddî yasaklar, kısıtlamalar ve mecburiyetler yükletilerek Allah tarafından cezalandırılmıştır. İşte bu kısıtlama ya da ilave yükümlülüklerden biri de Sebt (Cumartesi) günü her türlü işten, alış verişten uzak durmaktır. En geniş anlamıyla bu pasaj, Allah tarafından öngörülen tüm biçimsel yükümlülüklerin (ritual), kendi başlarına dinî birer amaç olmadıklarını, ama sadece manevî ve ruhanî disiplinin biçimlendirilmesinde araç ve vesile olarak iş gördüklerini işaret etmektedir."

Mustafa İslamoğlu Meali:
Cumartesi yasağı sadece, bu konuda (İbrahim`in inanç sisteminden) farklılaşıp kopmuş olan kimselerin aleyhine oluşturulmuş bir durumdu. Ama şu kesin ki, Rabbin Kıyamet Günü üzerinde sürekli çekişip durdukları bu konuda onlar arasında hüküm verecektir.

Mustafa İslamoğlu bu ayet için ayrıca, "Bu konuda ihtelefu sözcüğüne şöyle bir anlam da yükleyebiliriz. Hz. İbrahim'in inanç sisteminden kopmaları sonucu bu yasak oluşmuştu. İhtelefe aynı zamanda bir şeyden ayrılmak, uzaklaşmak, kopmak anlamına gelir. Ki, bir üstteki ayetlerin Hz İbrahim'le alakalı olduğu düşünülünce bu anlam daha makul olsa gerek" demektedir.

Kur'an Yolu adlı tefsirde ise, Nahl s. 124. ayeti ile ilgili olarak şöyle denilmektedir: Eski tefsirlerde genellikle yahudilerin, hakkında görüş ayrılığına düştükleri şeyin “sebt günü” (cumartesi yasağı) olduğu belirtilmiştir; fakat İbn Âşûr’un da belirttiği gibi (XIV, 322-323) bunu bir önceki âyette geçen İbrâhim ve “İbrâhim’in dini” olarak anlamak daha isabetlidir. Buna göre âyeti şöyle açıklamak uygun olacaktır: Sebt günü ile ilgili yasaklar, bazı taşkınlıkları ve dikbaşlılıkları sebebiyle sadece Mûsâ kavmine özel bir ceza olarak Allah tarafından konulmuştur, İbrâhim ve onun diniyle ilgisi yoktur. Âyetten anlaşıldığına göre Mekkeliler’in temasta bulunduğu bazı yahudi grupları, diğer birçok konuda olduğu gibi Hz. İbrâhim’in kişiliği ve dini konusunda da görüş ayrılığına düşmüşlerdi (bk. Âl-i İmrân3/65-68).

Araf suresi içinde geçen, cumartesi yasağını çiğneyen İsrailoğullarından olan bir topluluğun başlarına gelenlerin, eğer onların bu konuda ihtilaf etmelerinden dolayı başlarına geldiği söylenecek olursa, burada dikkat edilmesi gereken noktanın yasak konulduktan sonra o topluluğun helake uğradığıdır. Nahl s. 124. ayetinde geçen asıl mesele, İsrailoğullarının neden önce kendilerine helal olan bazı şeylerin, sonradan haram kılındığı meselesidir. Ayrıca Medine'de nazil olan surelerin içindeki İbrahim (a.s) ile ilgili ayetlerin, kitap ehlinin onun dinine aykırı inanç ve amel içinde oldukları özellikle vurgulanmaktadır.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

3 Aralık 2017 Pazar

Müstevdeun Kelimesi Üzerinden Ölüm İle Diriliş Arasında Geçecek Zamanı Okumak

Kur'an içinde geçen kelimeler, din adına bizlere sunulan bazı bilgilerin sağlamasını yapmak konusunda da faydalar sağlamaktadır. Yazımıza konu aldığımız Müstevdeun kelimesinin anlamı, aynı zamanda bizleri İslam kültüründe yaygın olan Kabir azabı konusunda bilgi sahibi de yapmaktadır. Ölüm ile yeniden diriliş arasında geçecek zaman hakkında Kur'an içindeki başka ayetlerde de bilgiler bulunmasına karşın, biz sadece bu kelime üzerinden bir çalışma yaparak,Kur'an içinde geçen bir kelimenin aynı zamanda bizleri başka konularda da bilgi sahibi yapabileceğine dikkat çekmek istiyoruz.

[006.098] O ki, sizi bir tek nefisten oluşturdu. Arkasından sizin için bir barınma (müstekarrun) ve bir geçiş yeri (müstevdeun) belirledi. Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık

[011.006] Yeryüzündeki bütün canlı türlerinin beslenmelerini ve geçinmelerini sağlamak Allah'ın garantisi altındadır. O, onların barınma yerleri (müstekarreha) ile geçiş yerlerini (müstevdeeha) bilir. Bütün bunlar açık bir kitapta yazılıdır.»

Konumuz olan kelimenin, Müstekarr kelimesi ile birlikte kullanıldığı görülmektedir. Bu kelime, Yerleşilecek yer anlamına gelmektedir. Kelimenin anlamını Adem ve İblis kıssasında geçtiği ayetlere bakarak anlayabiliriz. 

[002.036] Nihayet şeytan onları cennetten kaydırdı. Onları bulundukları yerden çıkardı. Biz de: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir zamana kadar yerleşim (müstekarrun) ve faydalanma vardır, dedik.

[007.024] «Birbirinize düşman olarak inin, siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip (müstekarrun) geçineceksiniz.»

Müstevdeun kelimesi; Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olmak anlamına gelen, Eddaatü kelimesinden türemiş, ismi mekan sigasında bir kelimedir. Tefsirlerde bu kelime ile, ana rahminde geçen zamanın ifade edildiği şeklinde yorumlar olsa da, ölümden sonra kabirde geçecek olan hayatı ifade ettiği şeklinde yapılan yorumların, kelimenin anlamı açısından daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.

Müveddeun kelimesi, kinayeli olarak ölü anlamında kullanılmaktadır. Ölen bir kişi için kullanılan, Mezarına, kabrine tevdi edildi şeklindeki kullanım bizim dilimizde de mevcuttur.

Kelime, ayrıca Duha s. 3. ayetinde Ma veddeake şeklinde bir yerde daha geçmektedir. Bu kelime, Allah'ın elçisine olan vahyinin devam edeceğini, onu atıl bir durumda bırakmayacağını ifade etmektedir.

Müstevdeun kelimesi, bir kimsenin öldükten sonra yeniden dirilişine kadar geçecek zaman ile alakalı olduğuna göre, bu kelime aynı zamanda ölen bir kimsenin yeniden dirilişe kadar nasıl bir durumda olacağını da ifade etmektedir şöyle ki;

Kelimenin zaman ve mekanı ifade edeni bir sigada kullanılmış olmasını dikkate aldığımızda, Müstevdeun kelimesinin Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olunan bir zaman ve mekan olduğu ortaya çıkmakta, bu anlam ise bize şöyle bir çıkarım imkanı da sunmaktadır.

Kabir hayatı denildiği zaman ilk olarak bir çok Müslümanın aklına, ölen bir kimsenin kabrinde yeniden dirilişe kadar dünya hayatında yaptıklarının karşılığını görecek olması gelmektedir. Ölen kişi eğer imanlı ise onun kabrinin Cennet bahçelerinden bir bahçe, ölen kişi eğer imansız ise onun kabrinin ise, Cehennem çukurlarından bir çukur olacağına inanılır.

Kabir Azabı konusu, Kur'an tarafından ortaya atılan bir konu olmayıp, rivayetler kanalı ile ortaya atılan, ve bu rivayetleri doğrulatmak amacı ile bu konuda Kur'an içinden ayet aranan, ve aranan ayetin Mü'min s. 46. ayet olduğuna inanılan, fakat bu konu hakkında Kur'an içinde bir çok ayet olmasına, ve bu düşünceyi doğrulamaMAsına rağmen rivayet kültürünün Kur'an'ın önüne geçmesinden dolayı imanın bir şartı haline getirilmiştir.

Müstevdeun kelimesi bize, ölen bir kimsenin kabrinde nasıl bir durumda yeniden diriliş gününü bekleyeceğini haber vermekte, ve bu haber aynı zamanda Kabir Azabı düşüncesinin de Kur'an tarafından sağlamasının yapılmasına imkan sağlamaktadır.

Bu kelimenin, Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olunan bir zaman ve mekan sahip olması, ölen bir kimsenin böyle durumlardan uzak olmasını da beraberinde getirmektedir. Kabir hayatı meselesinde ölen kişinin huzur veya zahmet görecek olmasının öne çıkması, bu kelimenin ifade ettiği anlamın tersine bir durumu ifade etmektedir. 

Yani Müstevdeun kelimesi, ölen bir kimsenin kabrinde herhangi bir şekilde rahat ve zahmet çekmediğini ifade etmekte, bu durum aynı zamanda kabir azabı düşüncesinin de Kur'an açısından sağlamasının yapılmasını da sağlamakta, böyle bir düşüncenin hatalı olduğunu da göstermektedir.

Sonuç olarak; Müstevdeun kelimesi, ölen bir kimsenin yeniden dirilişi beklerken kabrinde nasıl bir durumda olduğunu ifade etmektedir. Bu kelime aynı zamanda kabir azabı konusu ile ilgili olarak bir çıkarım yapılabileceğini de göstermektedir. Çalışmanın amacı direk olarak kabir azabı ile ilgili değil, bir kelimenin anlamının bir konu ile ilgili olarak bazı çıkarımlar yapılabilmesini de mümkün olacağını göstermektedir.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

1 Aralık 2017 Cuma

Yunus s. 83. Ayetinin Çevirileri Üzerine Bir Mülahaza

Yunus s. 75. ve 93. ayetleri arasında geçen Musa (a.s) kıssasının 83. ayetinde Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır.

فَمَا آمَنَ لِمُوسَىٰ إِلَّا ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِهِ عَلَىٰ خَوْفٍ مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِمْ أَنْ يَفْتِنَهُمْ ۚ وَإِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْأَرْضِ وَإِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفِينَ

Bu ayetin yapılan çevirileri genellikle şu şekildedir:

[Yunus s. 83] Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir gurup gençten başka kimse Musa’ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi.

Bu çeviriye göre Musa (a.s) a İsrailoğullarından küçük bir grup iman ediyor, geri kalanları ise Firavun korkusundan dolayı Musa (a.s) a iman etmiyor. Ayetin bu şekilde yapılmış çevirilerinde, korkan tarafın iman eden küçük gurup değil, iman etmeyen geri kalan gurubun olduğu anlaşılmaktadır. Fakat ayetin Arapça metnini dikkatli okuduğumuzda, böyle bir çeviri yapmanın uygun olmadığı görülecektir.

Bizim iddiamız, Ayetin çevirisinde hata yapılmış olduğudur. Ayetin kelime kelime çevirisini yaptığımızda, yapılan hata ortaya çıkacaktır.

فَمَا آمَنَ لِمُوسَىٰ Musa'ya  iman eden olmadı.
إِلَّا               ancak imân etti
ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِهِ  kendi kavminden bir zürriyet
عَلَىٰ خَوْفٍ      korku üzerinde oldukları halde
مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِمْ Firavun ve melesinin
أَنْ يَفْتِنَهُمْ ۚ       onları fitneye düşürmesinden, onları işkenceye uğratmasından
وَإِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْأَرْضِ Firavun, yeryüzünde çok ululanan
وَإِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفِينَ ve çok aşırı giden müsriflerden idi.

"Musa'ya  iman eden olmadı. ancak kendi kavminden bir zürriyet, Firavun ve melesinin onları fitneye düşürmesinden korku üzerinde oldukları halde imân etti. Firavun, yeryüzünde çok ululanan   ve çok aşırı giden müsriflerden idi.

Bu çeviriye bakıldığında ise, korkan tarafın iman eden küçük gurup olduğu anlaşılmaktadır. Yani İsrailoğullarından iman eden küçük gurup, Firavun'un zalim bir kişi olmasından korkmalarına rağmen Musa (a.s) a iman etmişlerdir. Ayet içindeki Ala havfin ( korku üzerinde oldukları halde) ibaresi, iman eden gurubun halini ifade etmektedir. Halbuki çeviriler bu ibareyi diğer guruba atfeden bir çeviri yapmışlardır.

84. ve 86ayetleri okuduğumuzda konu daha net olarak anlaşılacaktır. 

[Yunus s.84] Musa dedi ki; «Ey kavmim eğer Allah'a inandıysanız, eğer O'na teslim olmuşsanız, O'na dayanınız.
[Yunus s. 85] Onlar da dediler ki: «Allah’a dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o zalimler topluluğu için fitne konusu kılma!
[Yunus s.86] Ve bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan kurtar!»

Yunus s. 84. ayetinde Musa (a.s) kendisine iman edenlere hitaben, böyle bir korkunun gereksizliğini hatırlatmakta, 85. ve 86.ayetlerde ise, kendisine iman edenler onu bu hatırlatmalarına karşı olumlu cevap vermektedirler. 

Tetkik etme imkanı bulduğumuz çevirilerde, Yunus s. 83. ayetine Ömer Nasuhi Bilmen tarafından verilmiş olan anlamın doğru olduğunu söyleyebiliriz. 

 (Yunus s. 83) Artık Mûsa'ya imân etmedi, ancak kavminden bir zürriyet kendilerinin Fir'avun'dan ve onların cemaatinden bir belaya uğrayacaklarından korkar oldukları halde imân etmiş oldular. Fir'avun ise muhakkak ki, o yerde yüksek idi ve şüphe yok ki, o haddi tecavüz edenlerden idi. (Ömer Nasuhi Bilmen)

Ömer Nasuhi Bilmen tarafından yapılan Yunus s. 83. ayetinin çevirisinde, korkan tarafın iman eden taraf olduğu şeklinde bir çeviri yapıldığı, ve bu çevirinin diğer çevirilerden farklı olduğu görülmektedir. Ömer Nasuhi Bilmen, yazmış olduğu tefsirinde bu ayet ile ilgili olarak şunları söylemektedir:


"Şöyle ki: Peygamber Efendimiz, kavminden birçoklarının İslâmiyetî kabul etmeyip küfr üzere sebat ettiklerini gördükçe üzülüyor, hüzn ve keder içinde kalıyordu. Cenâb-ı Hak ise Rasûlü Ekrem'ine bu gibi âyetlerle teselli veriyor, Hz. Musa ile kavminin hallerini bildiriyor. Evet... Hz. Musa, o kadar mucizeler gösterdiği halde kavminden pek az kimse imân etmiş idi, diğerleri küfrlerinde devam edip durmuşlardı. Evet., (artık Musa'ya) O Yüce Peygambere, hak dine davet ettiği kimseler (imân etmedi) dinsizliklerinde sebat ettiler (ancak kavminden) Hz. Musa'nın kavmi alan İsrail oğullarından (bir zürriyet) bir taife, bir takım gençler (kendilerinin Firavun'dan ve onların cemaatinden) o Firavun ile onun kavminin ileri gelenleri tarafından (bir belâya) bir imtihana (uğrayacaklarından korkar oldukları halde) yine metanet göstererek (imân etmiş oldular) nice kimselerde bu korku sebebiyle imândan mahrum kalmışlardı. (Firavun ise muhakkak ki, o yerde) Mısır diyarında (ululuk taslayan biri idi) kendini beğenmiş bir diktatör idi. (Ve şüphe yok ki, o) lanete uğramış Firavun (haddi aşanlardan idi) ancak bir kul olduğu halde rablık iddiasında bulunuyordu. Beni İsrail'den nice kimseleri öldürmüş, yeryüzünde ne bozguncu hareketlerde bulunmuştu."

Bu ayetin yapılan çevirilerinin bir çoğunun hatalı şekilde yapılmış olmasını iddia etmemiz, bizim doğru olduğunu iddia ettiğimiz çevirinin doğru olup olmadığı sorusunu da beraberinde getirecektir. Yapılan meallerin birbirinin kopyası olması, kopya edilen meallerin herhangi bir yanlışa düşmüş olabileceği üzerinde fikir yürütülmemesi, Arapça bilmekten daha önemli olan ayet, sure Kur'an bütünlüğüne dikkat edilmemesi, bu hataları körükleyen sebeplerdendir. Bu ayetin yapılmış çevirileri hakkında herhangi bir bilgisi olmayan kişi, bu ayeti çevirmeye kalktığında, mutlaka Ömer Nasuhi Bilmen tarafından yapılan çevirisinin benzerini yapacaktır. 

Sonuç olarak: Yunus s. 83. ayetine Türkçe meallerde verilen "Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir gurup gençten başka kimse Musa’ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi." şeklindeki anlamın doğru olmadığını düşünmekteyiz. Ayet içindeki anahtar durumda olan Ala havfin ibaresinin, Musa (a.s) a iman etmeyen gurup için kullanılmış olması hatanın sebebini oluşturmaktadır. Bu ibarenin halbuki Musa (a.s) a iman eden gurup için kullanılması gerekirdi. Ayetlerin bağlamına dikkat ettiğimizde, doğru olduğunu düşündüğümüz anlamın, sadece Ömer Nasuhi Bilmen tarafından verildiğini gördük.

                                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.