24 Aralık 2016 Cumartesi

Ellerindeki Kitapları ve Başlarındaki Liderleri Kurtarıcı Zanneden Müslümanların Yol Açtığı Tahribatlar


Bir fikir ve inanç etrafında birleşmiş olan insanların, bu fikir ve inançlarını pekiştirmek ve birliklerini kuvvetlendirmek için bir takım ortak paydaları bulunması zaruridir. Ortak paydaları olmayan veya ortak payda etrafında birleşemeyen fikir ve inanç toplulukları, zaman içinde ifsat olmaya ve dağılmaya mahkum olmaktan kurtulamaz. 

Olayı biz Müslümanların açısından değerlendirmeye çalıştığımızda , bizleri birbirimize bağlayan bir takım ortak değerlerimiz bulunmakta, ve bu ortak değerler bizlerin birbirimiz ile daha güçlü bir bağ kurmamızda önemli rol oynamaktadır (Şu anda realite maalesef öyle değildir ama olması gereken bu dur).

Kur'an , biz Müslümanların birbiri ile bağını sağlayan veya sağlaması gereken tek kaynak ve hakem olarak elimizde bulunmasına, ve tek kaynak ve hakem olarak bu kitabın dinde belirleyici olması gerektiğine dair ihtiva ettiği emirlere rağmen , maalesef bu işlevi yerine getirememektedir. Bu durumun en başta gelen sebebi ise , bu kitaba alternatif kaynak ve hakem kitaplar türetilmiş olmasıdır. 

Aynı inancı ve düşünceyi paylaşma iddiasında olan bizlerin , dünyanın en ihtilaflı topluluğu haline, ve bu ihtilaflar neticesinde kafirler topluluğunun şamar oğlanı haline gelmiş olmamız , bizleri köktenci tedbirler alma noktasında herhangi bir düşünceye maalesef sevk etmemektedir. Herkes elindeki kitap ve sahip olduğu lideri ile halinden memnun bir halde sadece "Bize gel" şeklindeki söylemlerle din konuşmakta,  ayrılık ve parçalanmaların bizler üzerinde yaptığı derin etkilerin farkında dahi olmamaktadır. Birleşmek gerektiğini düşünenlerin bir çoğu ise , adres olarak kendi fırkalarını göstererek , bulunduğu yeri terk etmemekte direnç göstermektedirler.

"Fırkacılık hastalığı" olarak niteleyebileceğimiz bu durum , ne acıdır ki Muhammed (a.s) ın söylemiş olduğu iddia edilen bazı rivayetler ile daha da körüklenmiş ve her fırka kendi yanındaki ile sevinir bir hale gelmiş durumda kendisini, "Fırka i Naciye" den olarak niteleyerek, cenneti sadece kendi fırkalarına mensup olanlar için rezerve edilmiş bir mekan olarak görmektedirler. "Ümmetimin ihtilafı rahmettir" veya Müslümanların 73 fırkaya ayrılacağını ve fırkalardan sadece bir tanesinin cennete gideceği şeklindeki rivayetler ile ,fırkacılığın Muhammed (a.s) a isnat edilen sözlerle körüklenmesi sonucunda geldiğimiz   durum gözler önündedir. 

Ülkemizde geçtiğimiz aylarda yaşadığımız büyük sıkıntıların kaynağını, dini bir cemaatin oluşturmuş olması neticesinde, Müslümanlar arasında birlik ve beraberliğin öneminin , bu önemi daha önceden fark edemeyen bazı kimseler tarafından yeniden fark edilerek , Müslümanlar arasındaki hizipleşmenin yanlışlığının ve bizleri nerelere sürükleyebileceği üzerinde yeniden kafa yorulmaya başlanıldığını görmekteyiz. 

Ancak burada yapılan önemli bir yanlışa dikkat çekmek istiyoruz ; Tehlikenin kaynağı olarak sadece Fethullah Gülen ve mensup olduğu Nurculuk hareketi görülmekte , ve sadece bu hareketin yanlışlığı üzerinden fırkacılık aleyhinde gündem oluşturulmak istenilmektedir.
 Halbuki asıl oluşturulması gereken gündem , kaynağını Kur'anın belirlemediği ve Kur'an dışı kaynaklar ve kişilerden beslenen bütün fırkaların zaman içinde böyle bir ihanet içine girme tehlikesinin her zaman mevcut bulunduğu olmalıdır. Böyle bir gündem oluşturulduğu zaman , olay sadece bir fırkanın yanlışlığı üzerinde kördüğüm olmaktan çıkarak daha geniş bir platforma yayılacaktır. 

Eğer bu hareket bugün bir ihanet şebekesi haline gelmemiş olsa idi , Türkiye de böyle bir konu asla gündeme gelmeyecek , hizipler özellikle Fethullah Gülen'in başını çektiği hareket iktidar ile olan karşılıklı tavizkar ilişkisi sürdürecekti. Bu hareket marifeti ile yaşananlar , bizlere ibret olmalı , hizip ve fırkacılık anlayışına dayalı, İslam adına yapılan faaliyetlerin tamamının her türlü yanlışlığa açık olduğu asla unutulmamalıdır.

Bilindiği üzere bu hareket "Said Nursi" adlı kişi tarafından yazılan "Risale i Nur" adlı eserlerin etrafında oluşan kitlenin bir koludur. Bu kişinin kendisi ve yazdığı eser etrafında oluşturulan karizmaya bakıldığında korkunç bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu kitapların muhteviyatında olan bazı bölümler kişileri ŞİRK'e çağıran ve sadece hezeyan olarak nitelenebilecek şeyler olarak görülmesi gerekir iken , bağlıları tarafından direk olarak dile getirilmemiş olsa da dolaylı olarak, Kur'ana alternatif bir eser olarak halen ellerde gezmektedir. Ölmüş nur talebelerinin başlarında, risalelerden parçalar okumak şeklindeki hezeyanlar , bu fırkanın ellerinde kitabı ne dereceye getirdiklerinin acı bir örneğidir.

Başta Said Nursi olmak üzere , onun etrafında oluşturulan uçtu kaçtı hikayeleri ile bu kişi insanüstü bir seviyeye çıkarılmış , hala bu seviyede görülmekte olup , bugün Yaşayan bir lider olarak aynı hezeyanlar, Fethullah Gülen için de uydurulmaktadır. Bulunduğu mekandan herkesi gözlediği düşüncesi bile onun ilah durumuna çıkarılarak , bu düşünce içinde olanların şirk içinde olmaları için yeterli bir sebeptir.

Bu fırka mensuplarının şu anda bile kümelendikleri evlerde, Kur'an meali değil okumak, bulundurmanın bile yasak olmuş olması , bu hareketin nasıl bir zihni yapı içinde olduğunun anlaşılması için yeterlidir. 

Vahiy merkezli din anlayışından koparak kişi merkezli din anlayışının yanlışlarını en ince ayrıntısına kadar gördüğümüz bu hareketin "Hain" olarak görülmesi maalesef yapılan basiretsizlik sonucunda iş işten geçtikten sonra görülebilmiş , ve Türkiye üzerinde büyük bir tahribata yol açmıştır. 

Müslümanlar olarak yüzyıllardır dökülen Müslüman kanının istatistiği yapılacak olursa , bu kanların çoğunun gerçek kafirler ile yapılan savaşlarda değil , birbirimizi kafir olarak görerek aramızda yaptığımız savaşlarda döküldüğü görülecektir. 

Meseleyi sadece Fethullah Gülen veya Nurculuk hareketi üzerine yoğunlaştırarak , fırkacığın zararlarını konuşmak , bu meselenin boyutlarını fazla ciddiye almamak olacaktır. Bu konu maalesef devlet yöneticileri açısından sadece tek taraflı olarak bakılmakta ve olay sadece bu hareketin devlete yaptığı tahribat açısından değerlendirilerek önlemler alınmaktadır. Halbuki bu hareket, aynı devlet yöneticileri tarafından daha düne kadar övücü sözlerle desteklenerek , bağlıları devlet kademelerine yerleştirilmiş , ihanetleri ortaya çıkınca sadece, "Yanıldık Allah bizi af etsin" diyerek özür beyanına gitmektedirler. Bu konu tarihin konusu olup , ilerleyen tarihlerde her şey daha belirgin olarak ortaya çıkacaktır. 

Bizler bu hareketin devlete yapmış olduğu ihanetten ziyade , bu ve benzeri fırkacılık hareketlerinin yüzyıllardır İslama yaptığı ihanet üzerinde konuşmak ve bu durumun önlenmesi için gerekli olan tedbirleri hayata geçirmek zorundayız. Çünkü devlet kendisine zararı olmayan diğer dini cemaatlere bugün dahi ses çıkarmamakta , kendisi ile karşılıklı müdahene içine giren her guruba, şu anda sessiz kalarak tek düşman olarak belirli bir fırkaya savaş açmış durumdadır. 

Kısacası fırkalar ile mücadeleyi devletin kurumlarının yapması asla mümkün değildir , çünkü bu mücadele için yapılması gereken hareket planı sadece Kur'an içinde mevcut olup , Kur'andan kendisini soyutlayanların bu mücadeleyi samimi olarak yürütmeleri imkansızdır. Çünkü, yarın seçimler geldiği zaman oy deposu olarak görülen bu cemaatlerin kapısı siyasi partiler tarafından yine çalınacak , siyasi partilerin önde gelenleri , bu tarikatların başlarındaki kişilerin önünde el etek öperek ,onlarla karşılıklı müdahene içine girecekler, ve onlardan oy dilenmeye devam edeceklerdir. 

Fırkacılık ile mücadeleyi en gerçekçi biçimde , kendisini hiç bir fırkaya ait olarak görmeyen , ve belirleyici ve hakem olarak Kur'anı gören ve fikirleri ve kişileri bu kitaba göre okumaya çalışan insanlardan başkası yapamaz. 

Bugün bir çok fırkanın elinde olan kitaplar ve sahip olduğu liderlerin kendilerini kurtaracağı düşüncesi, maalesef kemikleşmiş bir hale gelmiştir. Elimizde olması gereken kitabın Kur'an olması ve bu kitabın hakemliğinde bir inanç sahibi olmak gerektiği noktasında fikir sahibi olanlara bu konuda büyük bir görev düşmektedir. 

Müslümanlar olarak fırkacılığın bizleri getirdiği noktayı ve düşürdüğü durumları göz önüne aldığımızda , fırka mensuplarının bir çoğunun, elinde bulunan Kur'ana alternatif kitap ve kişileri bırakmasının pek mümkün olmayacağını söylemek, gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. 
İşimizin zorluğu kimseyi umutsuzluğa ve tembelliğe sürüklememelidir. Tebliğ metoduna uygun yaklaşımlarla, bu gibi fırkalar içinde olan kişileri içine düştükleri yanlışı anlatmanın ve çıkış yolu göstermenin , kısa vadede olmasa bile, uzun vadede karşılığı mutlaka alınacaktır. 

Fırkacılığa karşı çıkmak adına üretilen söylemler, eğer başka bir fırkacılığı doğuracak olursa , kaş yapayım derken göz  çıkarmak misali bir duruma dönüşerek , fırkacılığın azalmasına değil artmasına sebep olacaktır. Türkiye geneli olarak düşündüğümüzde , biz Müslümanların en büyük açmazı,  başka fırkalara karşı çıkmayı kendi fırkamızın doğruluğu ve o fırkanın belirlediği kriterler üzerinden yapmaya çalışarak , olayı Kur'an açısından değerlendirememektir 

Yanlış bir yolda olduğunu düşündüğümüz kişinin yanlışını, kendi elimizdeki kitap ve mensubu olduğumuz hareketin liderinin söylemi ve düşüncesi üzerinden görmeye çalışmak yerine , aramızda hakem olması gereken kitap ile dile getirmeye çalışmak, en doğru bir yöntem olacaktır.

Bugün biz Müslümanların en büyük eksiği , yanlış olarak gördüğümüz bir düşüncenin yanlışlarını dile getirmekte kullandığımız dil ve üslup sorunudur. Biz gibi düşünmeyen bir kimsenin yanlışını yumuşak bir üslup ile değil , sert , kırıcı , hakaretvari ve kaba bir üslup ile dile getirmektir. Bizlerin bu yanlış üslubu, diyalog imkanını ortadan kaldırmakta ve yanlış içinde olan kimsenin , yanlışına daha sıkı sarılması ile neticelenmektedir.

Öncelikle Müslümanların "Bedevi" bir dil ve üslubu terk ederek , "Medeni" bir dil ve üslubu kazanmaları,fırkacılık ile yapılacak mücadelenin atılacak ilk adımlardan birisidir. Medeni bir üsluba sahip olanların , birbirleri ile daha kolay diyalog sağlayabilecekleri bir gerçektir. 

Bahsetmeye çalıştığımız şey , zihniyet değişimidir . Elindeki Kur'anı seçmiş olduğu belirleyici kitapların verdiği bakış açısı ile veya mensubu bulunduğu fırkanın liderinin "Bak" dediği yerden bakmaya alışmış olanlar için , bu zihniyetin terk edilmesi kolay değil , hatta imkansız bile denilebilir. Ancak Müslümanların içinde bulunduğu zelil durumun en başta gelen sebebinin yüzyıllardır bitmeyen fırkalar arası sözlü ve silahlı kavgalar olduğu düşünüldüğünde , bu zihniyet değişiminin mutlaka gerçekleşmesi gerekmektedir.

Kur'an dışı kaynakların başta "Hadis" adı ile Muhammed (a.s) dan gelen sözlerin bile Kur'ana eş değer sayıldığı ve bu düşüncenin akide konusu haline geldiği bir inanç sisteminin , bu zihniyeti terk ederek , Kur'anı belirleyici bir kitap olarak görmesi zor, ancak bu zihniyetin değişmesi de mutlaka şart olan bir durumdur.

Bu zihniyetin değişmesi için , herkesin elini taşın altına sokma mecburiyeti vardır. Elini taşın altına koyarak sorumluluk sahibi olmak önce bilgi sahibi olmayı gerektirir. Bilgi sahibi olan bir topluluğun ise sorgulama yeteneği daha da bilenmiş olacaktır. Fırkaların yerleşik mantığında "Sorgulamamak" , "Teslim olmak" gibi terimlerin ifade ettiği anlamların , amentü haline gelmiş olması nedeniyle , bazı şeytani güçlerin fırkaları kullanarak hain emellerine alet etme imkanlarının son derece kolay olduğu, son yaşadığımız olaylar nedeniyle maalesef iyice anlaşılmıştır. Bu gibi ihanetlerin önünün alınması fırkacılık mantığının yok edilmesi ile mümkün olacaktır. 

Sonuç olarak ; Fırkacılık yüzyıllardır İslam dünyasının en büyük sorunu olarak karşımızda eskisi gibi güçlü ve dimdik bir şekilde ayakta durmaktadır. Bu durumun önünün alınması gerektiği , herkes tarafından dile getirilmesine rağmen ellerindeki kitapları ve başlarındaki liderleri terk edemeyenler , birleşmenin adresi olarak kendilerini göstermektedirler. Bu durum ise , bırakın fırkacılığın azalmasını , daha da güçlenmesine sebep olmaktadır. 

Bu durumun önünün alınması , Kur'anın daha ciddiye alınarak bu yönde zihniyet değişimi yapılması ile mümkün olacaktır. Aksi takdirde çok daha büyük sorunlara gebe olan bir İslam dünyası ile karşı karşıya kalmak kaçınılmaz bir sonuç olacaktır.

 

22 Aralık 2016 Perşembe

Musa (a.s) ın Asasının Yılana Dönüşmesi Konusunda Bir Mülahaza

Musa (a.s) kıssası gündeme geldiğinde bir çok kimsenin aklına ilk olarak , asasının yılana dönüşmesi , denizin yarılması gibi bir takım olağan üstü olaylar akla gelmektedir. Son yıllarda gelişen farklı Kur'an algıları, bu gibi olayların gerçekte meydana gelmediği , bu gibi olağan üstülük taşıyan anlatımların, mecazi olarak anlaşılması gerektiği konusunda fikirlerin ortaya ortaya atılmasına sebep olmuştur. 

Bu yazımızda Musa (a.s) a risalet görevi verildiği Tuva vadisinde geçen olayı ele almaya çalışarak , asasının yılana dönüşmesi konusunu ele almaya çalışarak, bu anlatımların nasıl anlaşılması gerektiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

 Musa (a.s) kıssasında anlatılan asasının yılan olması , denizin yarılması gibi olayların mecazi olarak anlaşılması gerektiği konusunda fikir sahibi olanların, bu konuda getirdikleri delil, Allah'ın sünnetinde değişiklik olmadığını beyan eden ayetlerdir. Allah'ın sünnetinde değişme olmayacağına göre, bir ağaç parçasının yılana dönüşmesinin de asla mümkün olamayacağı , bu konuda yapılan anlatımın, bundan dolayı mecazi olarak anlaşılması gerektiği iddia edilmektedir. 

Allah'ın sünnetinde değişme olmayacağını ifade eden ayetler dikkatli biçimde okunduğunda , değişmezliğin tabiat yasalarında değil , toplumsal yasalarda olduğudur. Allah'ın sünnetindeki değişmezliğin tabiat yasalarında olduğunu düşünen bir kısım Kur'an okuyucusunun , İsa (a.s) ın babasız olarak dünyaya gelmiş olmasının, Allah'ın sünnetindeki değişmezliğe aykırı olduğu gerekçesi ile ona baba aramaya koyulduklarını, bazı kimselerin ise delilsiz ve mesnetsiz olarak sadece iftira sadedinde, İsa (a.s) ın babasının Zekeriya (a.s) olduğunu dahi iddia etmeye varan hezeyanlar içinde olduğunu görmekteyiz. 

Asanın yılana dönüşmesi ile ilgili anlatımların,mecazi olarak değerlendirilmesi konusunda getirilen Allah'ın sünnetinde değişme olmaması , bu konudaki ayetlerin toplumsal yasalar ile ilgili olmasından dolayı , tabiat yasaları ile ilgili değişmezlik için delil olarak sunulması problemlidir.

Öncelikle bizim asanın yılana gerçek olarak dönüştüğü konusunda herhangi bir ön yargımız bulunmadığını , bu yazının amacının asanın yılana dönüşmesinin mümkün olabileceğini ispat etmek olmadığını önemli hatırlatmak istiyoruz.  Ancak asanın gerçek olarak yılana dönüşmediğini, yapılan anlatımın mecazi olarak anlaşılması gerektiğini iddia edenlerin, konuya  ön yargısız biçimde yaklaştıklarını söylemek güçtür. 

Mecaz , Bir sözcüğün gerçek anlamının dışında kullanılması demektir. Bir sözcük eğer hakiki anlamda anlaşılacak olduğunda bir takım problemler ortaya çıkıyor ise bu sözcüğün mecaz olduğu düşünülebilir. Kur'an bu anlatım üslubunu sıkça kullanmaktadır. Örneğin ; Allah (c.c) için kullanılan El , Göz , Ayak , Arş gibi ifadeler, eğer hakiki anlamda anlaşılacak olursa, ortaya bir takım problemler çıkacak olmasından dolayı , bu anlatımların mecazi olarak anlaşılması gerektiği sonucuna varılmıştır. 

Hasan pazarda SİRKE SATIYOR. 
Hasan'ın suratı SİRKE SATIYOR. 

Yukarıdaki her iki cümlede de "Sirke satmak" deyimi geçmekte, fakat hangi cümlenin hakiki anlamda , hangi cümlenin mecazi anlamda anlaşılabileceği, cümle bütünlüğünden belli olmaktadır.

Kur'an içinde anlatılan bir olayın veya bir ifadenin doğru anlaşılması, öncelikle anlatılan olayda veya ifadelerde kullanılan kelimelerin hangi durumlarda mecazi olarak anlaşılabileceği konusunun açıklığa kavuşması ile bağlantılıdır. Hakiki anlamda anlaşılmasına herhangi bir engel yok iken , "Bu anlatım veya kelime mecazidir" demek , veya mecazi olarak anlaşılmasına herhangi bir engel yok iken " Bu anlatım veya kelime hakikidir" demek, bizi yanılgılara götürebilir.

Konuya dönecek olursak , Musa (a.s) ın asasının yılan haline dönüşmesinin hakiki veya mecaz anlam olarak hangisinin seçilebileceği kararı, olayı anlatan ayetlerin ön yargısız olarak okunması sonucunda verilebilir. 

Musa (a.s) ın Tuva vadisinde asasının yılan haline dönüşmesi , Taha , Kasas , Neml olmak üzere, 3 ayrı surede anlatılmaktadır. Biz asanın dönüşümü ile ilgili ayetlerin meallerini vererek , bu konu üzerinde düşünmeye çalışacağız.

[020.017]  «Ey Musa! Sağ elindeki nedir?»
[020.018]  Dedi ki: «O, benim asamdır; ona dayanmakta, onunla davarlarım için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim, onda benim için daha başka yararlar da var.»
[020.019]  Dedi ki: «Onu bırak, ey Musa.»
[020.020] Hemen bırakıverdi, o derhal koşar bir yılan (hayyetün tes'a) kesildi.
[020.021]  Dedi ki: «Onu al ve korkma, biz onu ilk durumuna çevireceğiz.»

[027.010]  Ve bırak asanı, derken onu çevik bir yılan (cannun) gibi ihtizaz ediyor görüverince dönüp geri kaçtı ve arkasından bakmadı, ya Musâ, korkma, zira benim, korkmaz yanımda Resul olanlar
[027.011] Ancak, kim haksızlık eder, sonra, işlediği kötülük yerine iyilik yaparsa, bilsin ki ben (ona karşı da) çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.

[028.029]  Sonunda Musa süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine: Siz (burada) bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm, dedi.
[028.030]  Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısındaki, ağaçtan kendisine şöyle seslenildi; 'Ey Musa, muhakkak ki alemlerin Rabb'i olan Allah benim ben!»
[028.031]  Bırak asanı!» Musa, onun bir çevik yılan (cannun) misali hareket ettiğini görünce öyle bir dönüp kaçtı ki, arkasına bile bakmadı. «Ey Musa, yüzünü dön ve korkma; çünkü sen güvenlik içinde olanlardansın!

Yukarıdaki ayet mealleri , Musa (a.s) ın Tuva vadisine geldiği zaman , Allah (c.c) ile aralarında geçen konuşmadaki , asanın dönüşüm geçirmesi ile ilgili bölümlerdir.

3 surede geçen bu ayetlerde dikkat edilmesi gereken önemli nokta , bu ayetlerin öncelikle yaşanmışlık noktasında ele alınması gerektiğidir. Yaşanmışlık noktasında anlaşılmasından sonra, "Bize dönük olarak nasıl  mesajlar içermiş olabilir?" sorusu sorularak cevap aranabilir. 

Musa (a.s) ısınmak ve aydınlanmak için ateş bulmaya geldiği Tuva vadisinde , Allah (c.c) ile konuşur ve ona elindeki asayı bırakması emredilir. Emre uyan Musa (a.s) asayı bıraktığında, asa olağan halinin dışında başka bir hale dönüşmüştür. Bu dönüşüm ayetlerde "Hayyetün Tes'a" ve "Cannun" olarak ifade edilmektedir. Bu ifadelerin ne anlama geldiğinden önce , dikkat edilmesi gereken nokta, Musa (a.s) ın elindeki asanın ağaç halini terk ederek başka bir hale dönüşmüş olmasıdır.


Musa (a.s) ın asasını bıraktığı zaman onun ilk halinin dışında aldığı farklı şekil, onun korkarak kaçmasına sebep olmuştur. Burası da önemli bir noktadır. Olayı yaşanmışlık bazında değerlendirdiğimizde , ayetlerin mecazi anlama hamledilmesi pek mümkün görülmemektedir. Musa (a.s) asasını bıraktığı anda asa değişime uğramış , bunu gören Musa (a.s) ise korkusundan ötürü arkasına bakmadan kaçmıştır. Ayetlerin devamında ona asayı tekrar alması emredilerek , onun ilk haline geri çevrileceği bildirilmektedir. 

[020.021]  Dedi ki: «Onu al ve korkma, biz onu ilk durumuna çevireceğiz.»

İlk durumuna geri çevrilecek olan bir nesne , demek oluyor ki ilk durumu olan ağaç olma halinin dışında başka bir duruma çevrilmiş, ve bu durum Musa (a.s) da büyük bir korkuya neden olmuştur. Bu ifadelerin hakiki anlamda anlaşılmasına engel olan herhangi bir sorun bulunmaması nedeni ile , mecaz olarak anlaşılmasını gerektirecek bir durum söz konusu değildir. 

Dikkat edilirse , bu ayetlerin mecaz olarak anlaşılmasını savunan düşünce sahipleri , önce Allah'ın sünnetinde bir değişme olmadığı teorisini ortaya atmakta , sonra bu teoriye uygun olarak ayetleri yorumlamaya çalışmaktadır. Ancak ayetlerin yorumlanmasından önce olayın yaşandığı zaman ve mekan dikkate alınarak , o andaki olayın meydana geliş şekli dikkate alınarak, konunun anlaşılmaya çalışılması gerekmektedir. Çünkü yorumlanması gereken bir ayet , önce yaşanmışlığı noktasında ne ifade ettiği anlaşılır , ondan sonra bu yaşanmışlık dikkate alınarak , ayet üzerinde bazı yorumlar yapılabilir. 

Asanın dönüşüme uğramış olmasının mecaz olduğunu savunan görüş  sahipleri , yaşanmışlığı bir kenara bırakarak direk olayı yorumlamaya çalışarak yöntem hatası yapmaktadırlar. Bu konuda yapılması gereken asıl tartışma , asanın yılan haline hakiki anlamda dönüşüp dönüşmediği noktasında değil , bu dönüşüm ile Musa (a.s) a nasıl bir mesaj verilmek istenildiği, ve ona verilen bu mesajdan kendimize de pay çıkarmaya çalışmak olmalıdır.

Musa (a.s) ın elindeki ağaçtan objenin , başka bir hale dönüşmüş olması , öncelikle Allah (c.c) nin gücüne ve kudretine göz ile şahit olması anlamına gelmektedir. Uyarmak için gideceği Firavun'un sihirbazları marifeti ile sahip olduğu güç karşısında , arkasında daha büyük bir gücün olduğunu bilmesi ve bilgiye şahit olması Musa (a.s) için önemli bir destektir. 

Gideceği yerde karşılaşacağı insanlar, ülkenin en mahir ve yenilmez sihirbazları olarak ün yapmış insanlardır. Ülkenin başındaki kişi ise, kendisini ilah ve rab olarak tanımlayan bir kimsedir. Musa (a.s) ise, alemlerin tek rabbi ve ilahı olan Allah (c.c) nin elçisidir. Firavun'un maiyetinde bulunan sihirbazlar , Firavun'u ilah ve rab olarak tanımakta , onların karşısında olan Musa (a.s) ise, Allah (c.c) yi ilah ve rab olarak tanımaktadır. 

Bu noktada ortada olan durum, sahte ilah tarafından gerçek ilaha karşı açılmış olan bir savaştır. Gerçek ilah olan Allah (c.c), Tuva vadisinde ona görev vermeden önce , yükleneceği görevde arkasındaki gücün ne kadar azametli olduğunu kuluna, elindeki asa üzerinden göstermek istemiştir. Kulunun elindeki asayı , hiç bir insanın gücünün yetemeyeceği bir şekle çeviren Allah (c.c) , Musa (a.s) için güçlü bir koruyucu olarak, Firavun ve sihirbazlarına karşı vereceği mücadelede, onun sırtının asla yere gelmeyeceğini bilmesini, ve onun kalbinin mutmain olmasını, elindeki asa üzerinden göstermiştir..


Gelelim bu konuda bize düşen hisseye ; 

Firavun karakterli ve kendisinin insanlar üzerinde ilah ve rab olduğunu iddia edeni ve bu yönde bir yönetim sergileyen insanlar , Firavun'un denizde boğulması ile sona ermemiştir. Evrensel bir sembol haline gelen Firavunlar , kıyamete kadar yeryüzünde egemen olmak için çaba harcayacaklar , ve bu uğurda hiç bir zulümden kaçınmayacaklardır.

Kıyamete kadar gelecek Firavunlara karşı , yeryüzünde Musalar da, ve bu Musaların elinde asa yine olacaktır. Asa artık resul Musa'nın elindeki ağaç obje değil , Muhammed (a.s) a inen kitaptır. Resul Musa'nın elindeki ağaçtan mamul olan asa , nasıl Firavun'u mağlup etti ise , bugün elimizde olan kitap , çağdaş firavunları mağlup ederek , asanın gördüğü işlevi yerine getirecektir. 

Dikkat edilirse yaptığımız çalışmada izlediğimiz yöntem , önce kıssanın yaşandığı zaman dahilinde asanın geçirdiği dönüşümün nasıl anlaşılması yönündedir. Bu dönüşümün mecazi değil hakiki olarak anlaşılmasının daha doğru bir yaklaşım olacağı kanaatindeyiz. Asanın geçirdiği dönüşümün Musa (a.s) için ne ifade ettiği , Musa (a.s) ın elinde olan asanın, sahte ilah ve rab olan Firavun'u mağlup etmesinden yola çıkarak , bugün yeryüzündeki  sahte ilah ve rabları mağlup edecek olan asanın elimizde Kur'an olduğunu ifade ederek, bizlere dönük mesajları da ihtiva ettiği şeklinde bir tefekkür çalışması yapmaya gayret ettik. 

Sonuç olarak ; Musa (a.s) ın elindeki asanın Tuva vadisinde geçirdiği dönüşümü ele almaya çalıştığımız ayetlerde , asanın geçirdiği dönüşümün hakiki anlamda değil , mecazi anlamda olduğu şeklindeki düşüncelerin doğru bir yaklaşım olmadığı kanaatindeyiz. 

Mecazi olduğu yönünde kanaat sahibi olanların sergilediği yaklaşım, gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesi misalidir. Sünnetullah teriminin tabiat yasaları ile ilgili değişmezliği ifade ettiği düşünenler bu noktada hataya düşerek , bu terimin toplumsal yasaların değişmezliği ile ilgili olduğunu hesaba katmamışlardır.

"Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunu değil , "Ayet bizlere nasıl bir mesaj vermek istiyor?" sorusunun cevabını arayarak yapılan bir okuma ve anlama çalışmasının, daha doğru sonuçlar vereceğini düşündüğümüz ve bu yöntem dahilinde okumalar yapmaya çalışarak , asanın geçirdiği dönüşümün hakiki anlamda gerçekleşip gerçekleşmediği noktasında yapılan tartışmaların bizlere bir şey kazandırmayacağını , yapacağımız tartışma ve okumaların, bize dair mesajları olmasını merkeze alarak yapılmasının daha faydalı olacağını ifade etmek istiyoruz. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

20 Aralık 2016 Salı

Müslümanların Birbirlerine Karşı Kullandıkları Kin ve Nefret Dilini Terk Etmelerinin Önemi Üzerine

Kendilerini bağlayan ortak değerlere sahip olanların aralarındaki birlik ve beraberliği sıkı tutmaları , birbirleri aralarında kavgaya dönüşecek ayrılıklara sahip olmamaları, önem arz eden bir durumdur. Hangi topluluk olursa olsun , güçten düşmeleri ve yıkılmaları, dışarıdan gelen düşmanlardan ziyade, içlerindeki düşmanların veya birlik ve beraberliğin önemini idrak etmekten yoksun cahillerin saldıkları kin ve nefret tohumlarının yeşererek, aynı ideallere sahip olanların birbirlerine düşmesi ile gerçekleşmektedir. 

"Kitle iletişim araçları" dediğimiz Tv , Gazete , Dergi , İnternet v.s gibi yayın organları , insanların fikir ve düşüncelerini yaymak için kullandıkları, en başta gelen araçlar olması nedeniyle, insan hayatında büyük bir öneme sahiptir. Biz Müslümanlar , bu yayın organlarını en etkin biçimde kullanmaya çalışan topluluklardan birisi olarak, özellikle internet ortamı üzerinden "Sosyal Medya" denilen iletişim aracını etkin bir biçimde kullanmaktayız. 

Bu aracı kullanan Müslümanlar, sahip oldukları düşünceleri bu ortam üzerinden paylaşarak , aynı düşünceye sahip olanların dünyanın her neresinde olursa olsun , internet üzerinden bir araya gelmelerini sağlamaktadırlar. Müslümanların kendi aralarında farklı mezhep , meşrep , düşüncelere bölünmüş oldukları bir gerçektir. Bu farklı düşünme gerçeği, yüzyıllardır böyle devam etmekte , mezhep meşrep gibi farklılıkların, bazı zamanlarda birbirlerinin kanını dökmeye kadar varan durumlara sebep olduğu da herkes tarafından bilinmektedir. 

Bugün dahi geçmişten gelen düşüncelerin fanatik savunucuları olduğu ve Müslümanlar arasındaki düşmanlıkların hız kesmeden aynı şekilde sürdüğünü görmek üzüntü verici bir durumdur. Sosyal medya üzerinden kendisini ifade etmeye çalışan farklı düşüncelere sahip bazı Müslümanlar, söylemini  sevgi ve saygı kuralları üzerinden değil , kin ve nefret söylemi üzerinden , sahip olduğu düşüncenin propagandasını yapmaya çalışmaktadır.

Medine ; "Şehir" anlamına gelen bir kelimedir. Şehirler , insanların birlikte yaşama ihtiyacının giderildiği kuruluşlar olup , bu ortamda yaşamanın ilk kuralı , o şehirde yaşayan insanların birbirlerinin yaşam ve kişilik haklarına saygılı olmalarıdır. Bir şehirde yaşayan insanlar farklı ırk , renk , din , mezhep , meşrep , ve fikre sahip olabilirler. Bu farklılıklar insanların birbirlerine düşman olmalarına değil , birbirlerini tanımalarına kaynaşmalarına vesile olmalıdır (Hucurat s. 13).

Medine kelimesinden türemiş olan "Medeniyet" kelimesi, şehir yaşamını ve bu yaşam için gerekli kuralları özetleyen bir terimdir. Bu terimin zıddı "Bedeviyet" olup , çölde yaşamaktan dolayı insanlar ile daha az ilişkisi olan, dolayısı ile kaba ve görgüsüzlüğü simgeleyen "Bedevi" kelimesinden türemiştir.  Biz Müslümanlar sahip olduğumuz değerlerden ötürü, medeni olmanın en güzel örneklerini vermesi gereken bir topluluk olmamız gerekmesine rağmen , bazılarımız bu erdemden yoksun olarak bedeviliğin örneklerini veren davranışlar sergilemektedir. 

Bu bedevilik örnekleri , Müslümanların birbirleri ile en fazla ilişki kurduğu sosyal medya ortamlarında görülmektedir. Sosyal medya ortamında kendisini ifade etmeye çalışan bir kısım Müslüman sahip olduğu fikri yaymak için , kendi fikrinin güzelliklerini tebliğ etmeyi değil , karşı fikrin çirkinliklerini ortaya koymayı tercih ederek , kendisine taraftar toplamayı seçmektedir.

Sosyal medya ortamındaki Müslümanların genel durumu "A" fikrine sahip olan bir Müslüman , karşı olduğu ve yanlış olduğunu düşündüğü "Z" fikrine karşı büyük bir savaş açarak , kendi fikrini savunmaya çalışmak olarak karşımıza çıkmaktadır . Karşı olduğu fikri mahkum etmek için kullandığı dil ve üslup, maalesef Müslüman olmanın kendisini bağladığı bir takım ahlaki kurallar çerçevesinde olmamakta , tamamen sokak ağzı , hakaret , alay , küfür gibi, bir Müslümana asla yakışmayacak davranışlar olmaktadır.

Bir Müslüman sosyal medya ortamında yapmış olduğu paylaşımlar ile kendi düşüncesine sahip olan Müslümanların çoğalmasını istemektedir. Hangi fikir olursa olsun , insanlara bu fikri sevdirmenin ve taraftar olmasının sağlamanın yolu , bu fikri savunan insanların davranış bakımından düzgün insanlar olmasını gerektirmektedir. Davranışları düzgün olmayan , kullandığı dil ve üslubu bozuk olanların yaptıkları çağrının , başkaları tarafından olumlu olarak karşılık görmesi asla mümkün olamaz. 

                                       "Allah (c.c) sanal alemin de gözetleyicisidir"

Akşama kadar sosyal medya üzerinden karşıt fikre her türlü hakareti savurarak , yanlış olduğunu düşündüğü bu fikirden kaç tane insanı döndürebildiği konusunda gece yataklarına yattıklarında kendilerini sorgulayanlar, acaba nasıl bir cevap alacaklarını hiç düşündüler mi ?. 

Bir Müslüman elinde bulundurduğu imkanları, sahip olduğu inancın kendisine yüklediği biçimde kullanmak yerine , kendi iç dünyasının bozukluklarını dışa vuracak biçimde kullanıyor ise , bu ortamı hiç kullanmaması kendisinin menfaati gereğidir. Çünkü bu kimse yaptığını zannettiği dini çalışmalar ile sevap işlediğini zannederek , insanları kendi düşüncesine taraftar olmaya değil , düşman olmaya çağırmaktadır. Allah (c.c) nin her an üzerimizde gözetici olduğu bütün Müslümanlar tarafından bilindiği halde , sanki bu gözeticilik sosyal medya ortamında geçerli değilmiş gibi davranışlar sergilemek , hesap gününde geri dönüşü imkansız pişmanlıklara sebep olacaktır.

                 "Müslüman elinden , dilinden , klavyesinden emin olunan insandır."

Bazı Müslümanların yaşadıkları sosyal , ekonomik , ailevi v.s türünden bir takım sıkıntılar, onları psikolojik olarak etkilemektedir. Bu tür depresif bozukluğa sahip olarak klavyesinin başına geçen bir Müslüman iç dünyasındaki öfkeyi dışa vurmak için yine Müslümanları seçmekte , farklı düşünceye sahip olan Müslümanlara her türlü hakaretvari kelimeleri kullanarak, içindeki öfkeyi boşaltmaya çalışmaktadır.


[016.125]  Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.

Bir Müslümanın , diğer Müslümanları sahip olduğu düşünceye çağırmak için kullanacağı delilleri öğrenmeden önce , insanlara karşı kullanacağı dili ve üslubu öğrenmesi gerekmektedir. İnsanlara karşı kullanması gereken dil ve üslubu bilmeyenlerin yaptıkları çağrı karşılık görmemekle kalmayacak , aksine çağırdığı düşünceye düşmanlık edilmesi ile sonuçlanacaktır.

Çağrısı Allah (c.c) tarafından "Doğru" olarak desteklenen Muhammed (a.s) ın , insanlara karşı yaptığı davetin karşılığını bulmakta ne kadar zorlandığı herkesin bildiği bir gerçektir. Biz sahip olduğumuz düşüncemizin "Doğru" olduğuna dair olan delili Allah (c.c) den değil , sahip olduğumuz kanaatlerimizden aldığımızı unutarak , bir elçi edasıyla herkesi kendimize çağırmakta , bu çağrımızın herkes tarafından kabullenilmesini istemekteyiz.

[050.045]  Onların dediklerini Biz biliriz. Sen onların üzerinde bir zorba değilsin; söz verdiğim günden korkanlara Kuran'la öğüt ver.

[017.105]  Kuran'ı ancak hak olarak indirdik ve o da indiği gibi hak olarak kaldı. Seni de yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.

[006.107]  Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazdı. Biz seni onlar üzerinde bir gözetleyici kılmadık ve sen onlar üzerinde bir vekil de değilsin.

Allah (c.c) göndermiş olduğu elçisine dahi , insanlar üzerinde baskı yapmaması gerektiğini , onlar üzerine vekil olarak gönderilmediğini , görevinin sadece tebliğ etmek olduğunu hatırlatır iken , kendisini elçinin üzerinde görerek , insanlara karşı baskıcı , kendisini onlara vekil olarak gönderilmiş zanneden Müslümanlar sanal alemde  cirit atmakta , kendileri gibi düşünmeyen insanlara karşı her türlü hükmü vermektedirler. 

Son yıllarda dünya genelinde çıkan olayların, sosyal medya üzerinden örgütlenen insanlar tarafından fitili yakıldığını düşünürsek , sanal ortam insanlar üzerinde büyük bir etki sahibidir. Bu sebepten dolayı , bu ortamı kullanan Müslümanların yazdıklarına ve söylediklerine dikkat etmek zorunluluğu bulunmaktadır. 

Sosyal medya ortamını kullanan Müslümanlar , yazdıklarının ve söylediklerinin başkalarını etkilediğini hesap ederek bu konuda sorumluluk sahibi bir kimsede olması gereken davranışları sergilemesi gerekmektedir. Müslümanlar üzerinde  bir takım emelleri olanların , bu emellerini gerçekleştirmek için , Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği yıkmaya çalıştıkları unutulmamalıdır.

Bu ortamlarda Müslüman olmanın getirdiği sorumluluklardan uzak davranışlar sergileyerek , birbirleri ile kıyasıya kavga eden Müslümanların yaptıkları kavgalar kendilerine değil , bizler üzerinde emelleri olanlara fayda getirmektedir. Sosyal medyanın gücünü , birbirimizi kırarak , güçten düşürmek yolunda değil , birbirimize karşı olan davranışlarımızı sahip olduğumuz inancın bize yüklediği sorumluluklar dahilinde yerine getirerek , daha güçlü olmak yolunda kullanmalıyız.

Bunu yapabilmek için önce "Medeni" olmanın getirdiği bazı kuralları hayata geçirmeye çalışmak gerektiğini düşünmekteyiz. Sosyal medya üzerinden iletişime geçen her Müslüman , karşısındaki kişinin en az kendisi kadar değerli bir kimse olduğunu düşünerek , yazılarını ve sözlerini dikkatli sarf etmelidir. Çünkü karşısındaki kimse önce insan , sonra da Müslümandır. 

Kendi sahip olduğu fikri desteklememiş olmamış , kişinin İslam dairesi dışına çıkarılarak aforoz edilmesi için geçerli bir sebep değildir. Bu kimse "Kafir" damgasını hak etmiş olsa dahi, bu damgayı ona hakaret için değil , düştüğü yanlışı hatırlatarak onun yanlışından dönmesini sağlamaya çalışmak en doğru yol olacaktır.

Muhammed (a.s) ın bile elinde bulunmayan bir yetkiyi , kendi elimize almaya çalışarak , insanlar üzerinde vekil olmadığımızı bilmek , kullanacağımız dil üslubun daha düzgün olmasını sağlayacaktır. Doğru olduğunu düşündüğümüz fikir üzerinde bizim net delillerimiz var ise , karşımızdaki bu delilleri kabul etmese dahi , onu kabule zorlamak bize hiç bir şey  kazandırmayacaktır. 

Tartışan taraflar söylemlerini ilim , bilgi , edep ve ahlak dahilinde ortaya koydukları takdirde kavgaya sebep olacak nedenlerde ortadan kalkmış olacaktır. Yapılan kavgaların nedeni tartışan tarafların söylemleri konusunda ilim ve bilgi sahibi olmamalarından kaynaklanmakta , ilim ve bilgi ile karşısındakine herhangi bir şey aktaramayan ve yeterli delil sunamayan kimseler , çareyi küfür ve hakarette bulunmak sureti ile edep ve ahlakı unutarak, her türlü sözü sarf etmekten çekinmemektedirler.

Fikrinden emin ve delilleri ilmi ve tutarlı olan bir kimse , karşısındaki kimse söylediklerini kabul etmese dahi ona zorlama ve hakaret içeren sözler sarf etmez "Selam" diyerek ortamı terk ederek , bilgi ve ilminin gereğini böylelikle yerine getirir.


Sonuç olarak ; Bizi her anımızda gözeten Rabbimiz , sosyal medya üzerinden yaptığımız faaliyetleri de gözlemekte , ve bu ortamda yaptıklarımızdan da bizi hesaba çekecektir. Sosyal medya önemli bir iletişim aracı olması nedeniyle Müslümanların düşüncelerini yaymak için kullandıkları bir ortamdır.

Bu ortamı kullanan bazı Müslümanlar maalesef, edep ve ahlak kurallarına riayet etmemekte, din adına yaptığı konuşmalarda dinsiz olduğunu iddia eden insanlardan daha gayri ahlaki davranışlarda bulunabilmektedir. 

Müslümanların her davranışı ile örnek bir kişi olması gerektiğini unutmadan bu ortamları kullanması, başkalarının Müslümanlara bakışı konusunda olumlu düşünceleri de beraberinde getirecektir.

Kimse üzerine vekil olarak gönderilmediğimiz şuuruna vakıf olarak yapacağımız tartışmalar , bizleri nebevi metoda daha yakın bir üslup ve yöntem kullanmak noktasında bırakacaktır.

BİRBİRLERİNİ SEVEN VE SAYGI DUYAN MÜSLÜMANLARDAN OLMAK DUASI İLE.

17 Aralık 2016 Cumartesi

Nisa s. 1. Ayetini Hucurat s. 13. Ayetinden Anlamak

Son yıllarda Türkiye genelinde Kur'an'ı anlamaya olan yönelim , anlama konusunda bazı yöntem hatalarını da beraberinde getirmiştir. Yapılan Kur'an okumalarının bir kısmı, mesajı anlamaya yönelik değil , bir takım gereksiz soruların cevaplarının aranmasına yönelik yapılmasından dolayı, ortaya çıkan tartışma konuları, maalesef Kur'an okuyanların birbirine düşmelerine neden olmaktadır. 

Bu konuda yapılan yöntem hatasına örnek olarak verebileceğimiz, Nisa s. 1. ayeti üzerinde yapılan tartışmalar , insan neslinin nasıl çoğaldığı yönündeki sorulara cevap aranması etrafında yapılmaya çalışılmış , bu ve benzeri ayetler dikkate alınarak , insan neslinin Adem ve eşinden çoğaldığı sonucuna varılmış , fakat bu sonuç insan neslinin çoğalmasının kardeş evliliği ile gerçekleştiğinden yola çıkılarak varılmış bir sonuç olduğu için , itirazları başka soruları ve tartışmaları beraberinde getirmiştir.

Yazımızda , bu ayetin nasıl anlaşılabileceği yönünde bir tefekkür çalışması yapmaya gayret ederek , mesaja odaklı bir okuma örneği vermeye çalışacağız.

[004.001] Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.

Bu ayet ile ilgili kanaatimiz , ayet içindeki "İtteku" (Sakının) kelimesinin merkeze alınarak okunması ve anlaşılması gerektiği yönündedir. Rabbimiz, yeryüzünde bulunan milyarlarca insanı , bir erkek ve bir dişiden yarattığını, ve insan neslinin bunlardan türettiğini beyan ettiği yönündedir . Biz insanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığını okuduktan sonra , "Ey Rabbimiz sen bu insanları kardeş kardeşe evlenmesine izin vererek mi, yoksa başka Ademler de yaratarak çoğalmasını sağladın?" şeklinde bir sorunun cevabını aramaya çalışmanın gereksiz, ve asıl mesajı öteleyen bir soru olduğunu düşünmekteyiz.

Çünkü bu ayette Allah (c.c), sakınılmaya layık yegane rab olarak kendisini adres göstermekte, ve insanlar üzerinde yegane rab olma liyakatını, bütün insanları bir erkek ile bir dişiden yaratmış olması ve çoğaltması ile bizlere ispatlamaktadır. Bizim bu noktayı bir tarafa koyarak , insanların nasıl çoğaltıldığına dair bir bilgi peşinde koşmaya çalışmak "Aya değil parmağa bakmak" misali bir okumadır. Çünkü Kur'an içindeki ayetlerden nasıl çoğaldığımız konusunda yapmaya çalıştığımız araştırmalar, ve cevaplar bir başka soruları meydana çıkarmaktadır. 

Kardeş kardeşe evlilik yolu ile çoğaldığımızı savunan görüş, yine Kur'an içinden ayetler delil gösterilerek ret edilebilirken , Adem'in ilk insan olmadığını savunan görüşler de ,  aynı şekilde Kur'an içinden ayetler delil gösterilerek ret edilebilmektedir. Bundan dolayı şahsi kanaatimiz , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunun peşine düşmeden, ilgili ayetlerde bize verilmek istenen başka mesajlar olup olmadığını araştırmaya çalışmak olmalıdır.

Aynı erkek ile aynı kadından doğan insanların ortak özelliği "Kardeş" olmalarıdır. Ayeti bu noktadan okumaya çalıştığımız zaman , karşımıza aynı mesajı içeren Hucurat s. 13. ayeti çıkmaktadır.

[049.013] Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en kerim olanınız, O'ndan en çok sakınanızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.

Hucurat s. 13. ayeti de , tıpkı Nisa s. 1. ayeti gibi insanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığını beyan etmektedir. "Takva" (Sakınmak) terimi , Nisa s. 1. ayetinde olduğu gibi, Hucurat s. 13. ayetinde de merkeze alınmaktadır.

Dikkat edilirse her iki ayette de hitap bütün insanlığa yapılmakta , ve bütün insanlığın bir erkek ve bir dişiden yaratılmış olmasına dikkat çekilerek , bir erkek ve dişiden yaratılmış olmanın, bütün insanlar ile ortak paydamız olduğu hatırlatılmaktadır. Bu ortak payda, bütün insanların birbirleri ile kuracağı ilişkilerde dikkate alınması gerekmektedir. 

Bu ortak payda, bizleri bir erkek ve dişiden nasıl çoğaldığımız sorusunu gündem etmeye değil , böyle bir şekilde çoğalmış olmamızın bizim için ifade etmesi gereken değeri gündem etmeye yöneltmesi gerekmektedir. Bütün insanların bir erkek ve bir dişiden türediğinin ifade edilmesi , bu insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde gözetmesi gereken yakınlık ilişkisine dikkat çekmektedir. 

İnsanların "İnanan" ve "İnanmayan" şeklinde iki ayrı şemsiye altında toplanmış olmasından önce, inanmış veya inanmamış olsun herkes öncelikle İNSANLIK şemsiyesi altında toplanmaktadır. "Mü'min" veya "Kafir" sıfatları , insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde dikkate almaları gereken öncelikli sıfatlar değildir. Öncelik , mü'min veya kafir olmasından önce herkesin İNSAN olduğu gerçeğidir.   

Allah (c.c) insanların kendisine iman eden ve etmeyen olarak ikiye ayrılmalarının birbirlerine karşı hangi hallerde düşmanlık vesilesi olarak görülmesi gerektiğini kitabında beyan etmektedir. İman edenlerle açıkça savaşa yeltenmeyen kafirler ile insani ilişkileri kurulmasında herhangi bir sakınca görülmemesi dikkat çekici bir noktadır.

 [005.032]  Bu nedenle, İsrailoğullarına şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yer yüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, peygamberlerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır.

Maide s. 32. ayeti , insan olma onurunu öne çıkaran, insan hayatının ne kadar değerli olduğunu , haksız yere kıyılan bir canın bütün canlara bedel olduğunu beyan ederek insan hayatının ne kadar değerli olduğunu beyan eden bir ayet olarak, biz Müslümanlar tarafından hayat alanına geçirilmeyi beklemektedir. İnsan hayatının değerini bilmesi , ona kıymet vermesi , haksız yere kıyılan bir canın bütün canları kıymış gibi bir cürüm olduğunu en fazla bilmesi gerekenlerin , en acımasız şekilde birbirlerini kırma yarışına girmiş olmaları, izahı mümkün olmayan bir yanlıştır.

"Şia" ve "Sünni" olarak iki ana parçaya ve bu ana parçanın altında binlerce ara parçaya ayrılmış olan Müslümanların, yüzlerce yıldır birbirleri ile yaptıkları savaşlarda dökülen kan , kafirler ile yapılan savaşlarda dökülmemiştir. Dünyanın insan hayatına saygılı olma konusunda en başta gelen topluluğu olması gereken bizlerin, kendi insanlarına karşı en acımasız, ve en vahşi bir şekilde kan dökücü hale gelmiş olması , içinde bulunduğumuz zamanın acı bir gerçeğidir.

[049.010] Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz.

Dünyayı tek bir devlet çatısı altında toplamayı , ve 7 milyar olan dünya nüfusunu 500 milyona indirmeyi amaçlayan şeytanca bir projenin sahibi olan bir elin parmakları kadar sayılı olan zengin tabakasının bu projesinin bir ayağı, bizim coğrafyamızda B.O.P adı altında bir plan dahilinde yürütülmektedir. Yıllardır çevremizde gelişen olaylar ve dökülen kanlar , bu şeytani planın bir parçasıdır.

Dünya nüfusunu azaltmayı amaçlayan şeytani planda birbirlerine düşman olan Müslüman guruplar , bu kafirler için biçilmiş kaftan mesabesinde olup , bu gurupları birbirlerine kırdırmak sureti ile , hem Müslümanların birlik ve beraberliklerini ortadan kaldırmakta , hem de nüfusun azalmasına sebep olacak katliamları Müslümanlar eli ile yaptırmaktadırlar.

Elimizde bulunan kitabın "Nur" olarak vasıflandırılmış olması, bizler için karanlıklarda yol gösterici , "Furkan" olarak vasıflandırılmış olması, hakkı batıldan ayırt etmek için bize rehber olması artık dikkate alınarak , üzerimizde oynanan oyunların bir önce farkına varılması , kafirlerin elinde oyuncak olmaktan çıkarak , onların oyunlarına başlarına geçiren bir topluluk olmamız gerekmektedir.

Karşımızda olan bir insanın bizim için hangi durumlarda "Düşman" olarak görülmesi gerektiği açık ve net olarak beyan edilmiş iken , kendisini "Sünni" olarak niteleyen bir insanın düşmanı , kendisini "Şia" olarak niteleyen bir insan olamaz. Aynı şekilde kendisini "Şia" olarak niteleyen bir insanın düşmanı da, kendisini "Sünni" olarak niteleyen bir başka insan olamaz.

Sünni veya Şia olsun bu fırkalara mensup olan insanların ortak paydaları , önce bir kadın ve erkekten türeyen İNSAN , sonra da MÜSLÜMAN olmalarıdır. Farklı bakış açıları ile birbirini KAFİR ilan ederek birbirinin kanını, canını , malını , ırzını , namusunu HELAL görmek insana ve Müslüman olanlar için asla mümkün değildir.


Mezhep , meşrep , fırka farklılıkları insanların birbirlerini öldürmek için asla meşru bir sebep olarak görülemez. Sünni , Şia veya bir başka fırkaya mensup olduğu gerekçesi ile, insanlara düşmanlık beslenmesine ve katline cevaz veren insanlar , batılı kafirlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir iş yapmamaktadırlar. 

Batılı insan şeytanları ve onların işbirlikçilerinin oynamak istedikleri oyunlar , Müslümanların mezhep farklılıkları gündeme getirilerek sahneye konulmak istenilmekte , bu yol ile farklı mezheplere bağlı olan Müslümanların birbirlerini "Kafir" oldukları gerekçesi ile öldürmek sureti ile Müslümanların gücü sıfıra indirilmek istenilmektedir. 

Birbirini öldürmek için meşru bir gerekçe olarak sunulan fırka ve mensup farklılığı , Müslümanların güçlerinin kırılmasına ve gücü kırılan Müslümanların batılı şeytanlara daha kolay lokma olmalarına sebep olmaktadır. İnsan hayatının değerini, fanatik mezhep taraftarlarından değil , Allah (c.c) nin kitabından öğrenmeye ve hayata aktarmaya çalışmadığımız zaman , en küçük bir tahrikte "Asalım , keselim , öldürelim , biçelim" sesleri yükselmeye başlayacak ve bu yolla Müslümanlar arasında fesat tohumları ekilecektir.

Hucurat s. 13. ayeti , insanların birbirlerinin renk , dil , ırk , mezhep , meşrep , kavim farklılıklarının düşmanlık vesilesi olarak görülmemesi gerektiğini hatırlatan önemli ayetlerden bir tanesidir. İnsanları birbirlerinden ayıran bazı farklılıkların onlar arasında düşmanlık vesilesi olarak görülmemesi  , aksine yakınlık ve kaynaşma vesilesi olarak görülmesi gerektiği ayetin önemli mesajlarından bir tanesidir.

Sünni , Şia veya bir başka fırkanın taraftarı olmak, eğer Allah katında bir suç ve günah teşkil ediyorsa , bu suçun cezasını Sünni olanın Şia olanı , Şia olanın Sünni olanı öldürmesi sureti ile insanların değil , hesap gününde Allah (c.c) nin vermesi gerekmektedir.

Sosyal medya üzerinden örgütlenmek ve propaganda yapmak, son yıllarda büyük bir ivme kazanmış, biz Müslümanlar da bu yol üzerinden sahip olduğumuz düşüncelerimizi yaymak için büyük bir gayret göstermekteyiz. Sosyal medya üzerinden sahip olunan gücü , fırkalar arasındaki düşmanlığın yayılması için değil , önce insan olmamız ve sonra Müslüman olmamız üzerinden değerlendirmeye çalışarak , düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmak , karşımızdaki kişiye önce insan olması gerçeği üzerinden değer vermeye çalışmak , sonra eğer hatalı bir düşüncesi var ise , bu hatasını Kur'an'ın öğrettiği metot üzerinden anlatmaya çalışmak , Müslümanlar arasındaki düşmanlıkların en aza inmesini sağlayacaktır. 

Sosyal medya aracılığı ile sahip olduğu düşüncesini savunmaya çalışan Müslümanlardaki genel durum , sahip olduğu düşünceyi merkeze alarak onu "Nihai doğrular" olarak görmek , sahip olduğu düşünce dışındakileri ise "Kesin yanlış" olarak görmektir. Böyle bir portreye sahip olan Müslüman klavyesini bir kılıç gibi kullanarak karşısındakini düşman olarak görmekte , ve o kişiye her türlü yazılı hakareti caiz olarak görerek , bu ameli Allah yolunda cihad aşkı ile yerine getirmektedir. Müslümanların birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğu bu zamanlarda , herkes yazdıklarından ve söylediklerinden sorulacağı bilinci içinde olmalı , insani değerlere önem vererek karşısındakilerin kişilik haklarına saygı duyan bir üslup kullanmalıdır.

Aksi takdirde sosyal medya üzerinden körüklenen düşmanlıklar , ilerleyen zamanlarda ülkeler arası meydan savaşlarına dönüşerek , önü alınmaz kitlesel katliamlara sebep olan durumlara öncülük ederek tarihte kara bir sayfa olarak yerini alacaktır.

Sonuç olarak : Allah (c.c) nin bizleri bir erkek ve bir kadından yarattığı ve çoğalttığını beyan etmiş olmasının , bu çoğalmanın nasıl gerçekleştiği yönünde değil , bir erkek ve bir kadından doğan insanların sahip oldukları ortak payda üzerinden değerlendirilmesinin daha doğru bir yaklaşım olacağını düşünmekteyiz.

Anne ve babası bir olanların, birbirleri ile daha yakın ilişkiler kurması gerektiği ,  aynı anne ve babadan dünyaya gelenlerin birbirlerine karşı herhangi bir üstünlük taslama vesilesi olmayacağı gerçeği üzerinden ayeti okuduğumuz zaman , evrensel insani değerlerin dikkate alınarak birbirimize karşı davranışlarımızın yeniden gözden geçirilmesi zarureti ortadadır.

Birlik ve beraberliğin her zamankinden daha zaruri olduğu bu günlerde , Müslümanların birbirlerine fırka taassubu ile değil sahip oldukları en üst ortak paydaları öne çıkararak , bakmaları bizi birbirimize kırdırarak iki taraflı menfaat elde etmek isteyen batılı şeytanların oyunlarını bozacaktır. 

İslam kelimesinin anlamlarından bir tanesi olan barışın , Müslümanlar arasında uygulanması kimlerin zararına olacak ise , aramızdaki düşmanlıkları körükleyenler , bu kimselere hizmetkar olmaktan başka bir iş yapmamaktadırlar.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

16 Aralık 2016 Cuma

İsra s. 16. Ayeti : Mütref Tabakanın Toplumların Helak Olmasındaki Rolü

Toplumların Allah (c.c) ye karşı gelmeleri sonucunda helak edildiklerinin haber verildiği ayetlere dikkat ettiğimizde , toplumların helak olmasına öncülük eden bir takım insanların olduklarını görmekteyiz. Bu insanların öne çıkan özelliği, ellerinde maddi güç olması nedeniyle toplumda söz sahibi olmaları , bu güçlerini kullanarak toplumu istedikleri gibi yönlendirme gücüne sahip olmalarıdır. Helakın sona eren bir süreç değil , kıyamete kadar devam edecek bir süreç olduğunu dikkate aldığımızda , toplumlarda her zaman ellerinde bulundurdukları gücü kullanarak, insanları kendilerinin istediği yönde kullanan bu tabakaya karşı ,her zaman teyakkuz halinde olmanın önemi ortaya çıkmaktadır.

Mütref ; "Kendisine geniş nimet ve bolluk verilmiş kimse" anlamındadır.

[017.016] Biz, bir ülkeyi helak etmeyi irade ettiğimiz zaman, onun 'varlık ve güç sahibi önde gelenlerine (mütrefihe)' emrederiz, böylelikle onlar onda fesat çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz.

İsra s. 16. ayeti , toplumsal bir yasa olan helakın sünnetini bize hatırlatmaktadır. Allah (c.c) bir ülkeyi durup dururken asla helak etmez. Bir ülkenin helak edilmesi , o ülkede yaşayanların helak edilmeyi hak etmesi ile bağlantılıdır. Bu noktanın çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Allah (c.c) nin bir şeyi irade etmesi , kulların fiilleri ile alakalı olup , kul helak olmayı hak edecek fiilleri işlemedikçe Allah (c.c) nin iradesi devreye girmez. 

İsra s. 16. ayeti bir toplumu helak olmaya götüren sebeplerden birisi olarak o toplumda "Mütref" olarak ifade edilen kesimin yaptıklarını sebep göstermektedir. Allah (c.c) mütref tabakaya "Fesat çıkarın" şeklinde bir emir değil , "Fesat çıkarmayın" şeklinde bir emir vermekte , fakat bu emir mütref tabaka tarafından geri çevrilerek, emre isyan edilmektedir. 

[023.031-33]  Sonra onların ardından bir başka insan-kuşağı yaratıp-inşa ettik.Onlara da kendi içlerinden: «Allah'a ibadet edin. O'nun dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?» (desin) diye içlerinden bir peygamber gönderdik.Onun kavminden, kâfir olup ahirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler (vetrefnehum): «Bu, dediler, sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer.»

[021.011-13] Biz, zulmeden, ülkelerden nicesini kırıp geçirdik ve bunun ardından bir başka kavmi meydana getirdik. Bizim zorlu-azabımızı hissettikleri zaman, oradan büyük bir hızla uzaklaşıp-kaçıyorlardı.Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere (ütriftum) ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz!

[011.116]  Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri, yeryüzünde fesada engel olmalı değil miydiler? Onlardan kurtardıklarımız pek azdır. Kendilerine verilen nimete (ütrifu) karşı haksızlık edenlere uyanlar ise suçlu oldular.

[023.064-67] Sonunda şımarık varlıklılarını (mütrefihim) azabla yakaladığımız zaman feryat ederler. Bugün boşuna feryad etmeyiniz, bizden yardım göremeyeceksiniz. «Âyetlerim size okunduğunda, siz kibirlenerek sırtınızı çevirirdiniz, geceleyin onun aleyhinde ileri geri konuşarak saçmalıyordunuz.»

[034.034] Doğrusu uyarıcı göndermiş olduğumuz her kentin varlıklı kimseleri (mütrefuha), «Biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz» dediler.

[043.023] Senden önce, herhangi bir şehre gönderdiğimiz uyarıcıya, şımarık varlıklıları (mütrefuha) sadece: «Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz» dediler.

[056.041-47]  Ashab-ı şimal ki ne ashab-ı şimal! Ne bedbahttır onlar! İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içinde, Ne serin, ne de faydalı olan, kapkara duman tabakası altındadırlar. Çünkü onlar vaktiyle varlık içinde (mütrefine) azıtmışlardı.Büyük günahı işlemekte direnir dururlardı. Ve derlerdi ki: Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeniden diriltileceğiz?

Yukarıdaki "Mütref" kavramının Kur'an geçtiği ayetlere dikkat ettiğimizde , toplum içinde var olan bu tabaka, sadece dünya merkezli bir hayat inancına sahip olması , ve bu hayatta güç ve servet sahibi olmak için hiç bir kural tanımamak esasına kurulu bir hayatı şeçmelerinden ötürü , kendilerine yaşadıkları hayat içinde tabi olmaları gerekli olan kuralları hatırlatan elçileri ret ederek , yaşamlarını sürdürmek istemektedirler. Bu yaşamı sürdürmek adına servetlerini ve güçlerini ortaya koyarak , insanlar üzerinde baskı ortamı meydana getirmek sureti ile onları da yanlarına alarak, kendileri ile birlikte bütün toplumu helaka sürüklemektedirler.

Tarihin her devresinde bulunan bu tabaka , bugün de dünya üzerinde bulunmakta , geçmişteki atalarının yollarını aynen takip ederek , ellerindeki güç ve servetle insanları baskı altında bulundurmakta, ve güçlerine güç katmanın yollarını aramaktadırlar.


Bankalar bu tabakanın elinde bulundurduğu en büyük maddi güç kaynağı olup , dünyanın çeşitli ülkelerinin başında bulunan yöneticilerin bir çoğu, bu banka sahiplerinin istedikleri yöneticiler olup , bu kimseler yönetim ve maddi güçleri ile dünyanın kaderini ellerinde tutmaktadırlar. İstedikleri ülkede ekonomik ve siyasal krizler çıkararak , o ülkenin kaynaklarını iliklerine kadar sömüren bu insanlar , şu anda dünyada yaşanan bütün savaşların baş aktörleridir.

Sebep oldukları savaşlarda meydana gelen insan kaybı ile dünyanın nüfusunu kontrol altında tutmayı amaçlayan bu insanlar , hem bu yolla amaçlarına ulaşırken , hem de ellerinde olan silah sanayisi ile savaşan taraflara silah satarak kazanç sağlamaktadırlar.

Dünyanın çeşitli ülkelerindeki bankalar vasıtası ile ülke içindeki insanları , daha iyi , daha rahat , daha güzel , daha zengin yaşamak adına borç almaya teşvik etmek sureti ile bütün ülke insanını borç yükü altına sokarak , onları çağdaş köleler olarak yaşamaya mahkum eden bu insanlar , ellerini attıkları ülkeleri ekonomik batağa sokarak , o ülkelerin ekonomik yönden helak olmasına sebep olmaktadırlar. 

Helak dediğimiz olaylar artık gökten taş yağması şeklinde değil , insanların ve toplumların yapmış oldukları hatalar neticesinde sosyal , ekonomik ve askeri olarak işgale uğramaları şeklinde gerçekleşmektedir. Bu işgali mütref tabaka ve onların mensup olduğu ülkeler eli ile yapılmaktadır.

Yaşadığımız ülkeye baktığımız zaman , insanların kendilerine süslü gösterilen hayata ulaşmak için , ev , araba , tatil , tüketim v.s gibi adlar altında dağıtılan krediler ile, gelecek yılları bankalar tarafından ipotek altına alınmış ve bir nevi gönüllü köle durumuna düşürülmüşlerdir. İnsanların aldığı bu kredileri veren bankaların sahipleri , dünyanın en büyük mütref tabakasına mensup olan kişiler olup , sahipleri Türk olan banka sahipleri de , kredi vermek için aldıkları parayı , bu tabakanın sahip olduğu bankalardan almaktadırlar. 

Yani , piramitin dibinde olan halk , lüks yaşam uğruna borçlandığı krediyi, piramitin ortasındaki banka sahiplerinden almakta , bu banka sahipleri ise halka vermek için temin ettikleri krediyi ise , piramitin en tepesinde oturan ve bir elin parmakları kadar sayılı olan dünya mütreflerinin sahip oldukları bankalardan almaktadırlar. Bugün Türkiye genelinde yaşayan milyonlarca kişi bankalara borçlu bulunmakta , bankalar ise verdikleri bu borcu , kökü dışarıda olan daha zengin bankalara borçlanarak temin etmektedirler. 

Borçlu yaşam, kişilerin ve toplumların geleceğinin alacaklılar tarafından ipotek altına alınması demektir. 

İnsanın bir başka insan tarafından köle edinilmesi , insan onuru ile bağdaşmayan bir durumdur. Geçmişte bu durum en vahşi ve acımasız bir biçimde uygulanmış olup , bu çağda farklı bir boyut kazanarak, insanları köleleştirme uygulaması devam etmektedir. İnsanların bir başkasına borçlu yaşaması , o insanların minnet altında kalması ve özgürlüğünün bağlanması anlamına gelmekte olup , yaşadığımız çağdaki mütref tabaka , elinde bulundurdukları bankalar ile insanları borçlanmaya teşvik eden görsel imkanlarını da seferber ederek, insanları kendilerine köle haline getirmektedirler. Aldığı maaşı önce banka kredisi , kredi kartı gibi ödemelerine ayıran, ve kalanı ile gelecek maaş zamanına kadar yaşamak zorunda kalanların, içine düştükleri durum kölelikten farklı bir durum değildir.

Aynı durum devletler için de geçerlidir. Gelir gider dengesini tutturamayan devletler , başka devletlerden veya bankalardan borç almak zorunda kalmaktadırlar. Bu devletler borç parayı sadece faiz ile vermekle kalmayıp , verdikleri parayı nerede ve nasıl harcamaları gerektiğine dair direktifler de vermektedirler. Borçlanan devlet ise bu borcu ödemek için , halkın sırtına çeşitli vergiler yüklemekte , borcu ödeyemediği zaman ise , kendi kuruluşlarını onlara satarak bu borcu ödeme yoluna gitmektedir. 

Söylemek istediklerimiz , Türkiye'nin içinde bulunduğu borç batağına bakıldığında ve zarar ettiği gerekçesi ile yabancılara satılan kuruluşlarımız dikkate alındığında daha kolay anlaşılacaktır.

Bankaların insanların alması için teşvik ettiği kredi çeşitlerine bakıldığında , bu kredilerin tamamen tüketime ve israf ekonomisini körüklemek üzerine kurulu olduğunu görebiliriz. Ellerinde her türlü sanayi ve teknolojik gücü barındıran bu tabaka , vermiş olduğu krediler ile insanların yine kendi ürettikleri ürünleri almasını sağlayarak , hem ürettiklerini satarak kar etmekte , hem de ürettiklerini satmak için verdikleri kredilerden faiz geliri elde ederek çift taraflı kazanç elde etmektedirler.

Bu mütref tabaka, sahip olduğu servet ile "Çağdaş Sihirbazlık" diyebileceğimiz, görsel ve yazılı basını da ellerinde tutmakta , ve insanları istedikleri gibi yönlendirmektedirler. Ak olanı kara , kara olanı ak göstermede mahir sihirbazları vasıtası ile , yaptıkları şeytani işleri örtmekte , insanların dikkatlerini başka yönlere çekerek , dünyanın her tarafında istedikleri oyunu oynamaktadırlar. 

Bu tabaka güçlerine güç , servetlerine servet katmak için yaptığı oyunlarla aslında hem kendilerinin , hem de dünyanın büyük bir felakete sürüklenmesinde en büyük rolü oynamaktadırlar. Çünkü yaptıkları şeytanlıklar sonucunda hak edilecek sonuç , hepimizin aynı gemide olması sebebi ile onların da sonunu getirecektir.

Bu kimselerin ellerindeki gücün ve iktidarın gitmesi , insanların bu kimselere olan bağımlılığının en aza indirilmesi ile mümkün olacaktır. 


İnsanların ve toplumların bankalar ile olan ilişkisi en aza indirgenmeye başladığında, mütref tabaka için tehlike çanları çalmaya başlamış sayılacaktır. Sihirbazları marifeti ile borçlanmayı güzel gösteren , borçsuz yaşamayı aptallık ve gericilik olarak göstererek, insanları kendilerine köle yapmak sureti ile bir nevi helak olmalarına sebep olan bu tabakanın oyununu bozmak, yine insanların kendi elindedir.

Mütref tabaka tarafından süslü gösterilen dünya hayatına tamah etmeyen bir hayatın yaşanması , insanların kazandıkları ile geçinebilmelerini de beraberinde getirecektir. Kazandığı kadar harcamasını öğrenen insanlar borçlu yaşamaktan kurtularak , aynı zamanda bankalara köle olmaktan da kurtulacaklardır. 

Mütref tabakanın insanlara sunduğu hayat tek taraflı ve ahireti hesaba katmayan bir hayat olduğu için , ahiret merkezli bir yaşamın seçilmesi , bu kimseler için sonun başlangıcı olacaktır. Bankalarında para satacak müşteri bulamayanlar , yavaş yavaş kepenkleri indirmeye başlayacak ve büyük bir sıkıntıya düşeceklerdir.

Toplumların helak olmasında önemli role sahip olan mütref tabakanın elindeki imkanların yok edilmesi , insanların helak olmaktan kurtulması anlamına da gelecektir. Bu tabakanın insanlar üzerinde uyguladığı politikalar sonucu , insanlar yaratılma gayelerinden uzaklaşan bir hayat sürmeye başlayarak , dünyevileşme , bu dünyevileşme ise kişisel ve toplumsal bazda helakın önünü açacaktır. 

Sonuç olarak : Kur'an ihtiva etmiş olduğu ayetler ile , insanların dünya hayatlarını düzenlemekte , ve bu hayatta Allah (c.c) tarafından verilen talimatlara uygun yaşamayanları bekleyen tehlikeleri, önceki hayatlardan yaşanmış örnekleri ile göstermektedir.

Kendilerine geçici bir süre için verilmiş olan dünya hayatının geçici menfaatine razı olarak ahireti unutan "Mütref" tabakasının , içinde bulunduğu toplumu helak olmaya sürüklemesinin toplumsal bir yasa olduğunu İsra s. 16. ayeti bizlere hatırlatmaktadır. 

Helakın bitmeyen ve kıyamete kadar devam edecek bir süreç olduğunu düşündüğümüzde , mütref tabakasının yer yüzünü fesada boğmak için yaptığı bütün şeytanlıklara insan olarak karşı çıkmak ve yaratılış amacımız doğrultusunda bir hayat sürmek , bizleri dünya ve ahirette mutluluğa sevk edecektir. 

                                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.




14 Aralık 2016 Çarşamba

Allah (c.c) Kur'an'da Neden "Biz" İfadesini Kullanmaktadır ?

Allah (c.c) nin alemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak indirmiş olduğu kitaba iman etmeyen ve bu kitaba iman etmemek için bir takım gerekçeler arayan bir kısım zevatın , buldukları zannettikleri iman etmeme gerekçelerinden bir tanesi, bazı ayetlerde Allah (c.c) nin "Biz" şeklinde çoğul bir ifade kullanmış olmasıdır. Bu kimseler "Biz" ifadesinin kullanıldığı ayetler ile , Allah (c.c) nin kendisi için "Tek İlah" olduğunu ifade eden ayetler arasında çelişki olduğunu öne sürerek , böyle çelişkili !! ifadeler kullanan bir kitaba iman etmenin aptallık olduğunu söylemektedirler. 

Kur'an hakkında bu gibi iddiaları okuyan bazı Müslümanlar ise, bu konuda nasıl bir cevap vereceklerini düşünmekte, bu gibi iddiaları dile getirenlere karşı Kur'an'da çelişki olmadığı yönünde savunmalar yapmaktadır. Yazımızın amacı , Kur'an'da çelişki olduğuna dair şüpheleri olan kimseleri ikna etmeye yönelik değil , "Biz" ifadesinin neden kullanıldığı yönünde bazı Müslümanlarda oluşabilecek sorulara cevap mahiyetinde olacaktır.

Gayb ; 5 duyu ile algılanamayan alem için kullanılan bir kelimedir , ve bu kelimenin anlam alanına giren bazı anlatımlar, Kur'an içinde önemli bir yer tutmaktadır. Bu alana giren konular  ise , bizim 5 duyu ile algıladığımız alana dahil olan bilgilere benzetilerek anlatılmaktadır. Allah (c.c) gayb alanına dahil olması nedeni ile, kendisini bizlere 5 duyu ile şahit olduğumuz alan verilerine benzetmek sureti ile tanıtmaktadır.   


Herkesin malumu olduğu üzere , belirli bir toprak parçası üzerinde hüküm sahibi olan bir yöneticiler , tebası olan halkı bir takım kurallar ihdas ederek yönetirler. Allah (c.c) bizlere kendisini bir hükümdara benzeterek anlatmakla, bizim zihni kapasitemize uygun bir anlatım sergilemektedir. Allah (c.c) nin kendisini anlatmakta kullandığı benzetme (Teşbih) üslubu , şayet hakiki anlamda anlaşılacak olursa , ortaya bir çok düşünce problemi çıkacaktır. İslam düşüncesinde Allah (c.c) nin yaptığı bu benzetmeyi gerçek olarak anlayan bazı gurupların çıktığı , ve bu gurupların benzerlerinin savundukları düşüncelerin hala taraftarları olduğu bilinmektedir.

Yerin ve göklerin yegane hükümdarı olan Allah (c.c) nin Arş'ı yani tahtı , eli yani gücü , düşmanlarına karşı meleklerden oluşan orduları , tebası olan insanlara dağıtmak için hazinesi, mesajını iletmek için elçileri , kendisine itaat edenleri ağırlayacağı sarayları yani cennetleri , kendisine isyan edenleri cezalandıracağı zindanları yani cehennemleri bulunmaktadır. Bu ifadelerin hepsini Kur'an içinde görmekteyiz. 

Kur'an'ın kullanmış olduğu bu anlatım üslubu dikkate alındığında , Allah (c.c) nin "Biz" ifadesini neden kullanmış olduğu daha kolay anlaşılacaktır. Kendisini mülk sahibi bir hükümdara benzeterek anlatan Allah (c.c) nin bu anlatım dahilinde anlaşılması gereken ve "Mele" olarak bildiğimiz Meleklerden oluşan danışman kadrosu bulunmaktadır. Kur'an içinde gördüğümüz beşer hükümdarlar olan , Süleyman , Sebe melikesi , Firavun , Mısır Azizi gibi kimseler ile ilgili ayetleri okuduğumuzda bu terim hakiki anlamda karşımıza çıkmaktadır

Mele ; sadece gerçek hayatta yaşamış olan hükümdarlar için değil , kendisini bizlere hükümdara benzeterek anlatan Allah (c.c) nin de kendisi için kullandığı bir terimdir. 

[037.008] Onlar (şeytanlar), artık Mele - i A'la'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
[038.069] «Mele-i A'la (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur.»

Saffat ve Sad surelerinde geçen bu terimler , Allah (c.c) nin kendisini hükümdar benzetmesi dahilinde yapmış olduğu anlatım dahilinde anlaşılması gerekmektedir. Allah (c.c) herhangi bir iş yapmak için önceden çevresinde olan danışmanlara sormak gibi bir acziyet içinde olması asla mümkün değildir. 

Allah (c.c) nin bazı ayetlerde çoğul olarak kullanmış olduğu "Biz" ifadesini işte bu teşbihi anlatım dahilinde okumak gerektiğini söyleyebiliriz. Allah (c.c) tek yaratıcı olması itibarı ile "Biz yarattık" derken , yaratmada aciz kalıp yanına yardımcılar asla çağırmamıştır.

Allah (c.c) azamet sahibi bir hükümdar olarak , kullarından dilediğine melek elçi ile vahyeder , kullarından kendisine isyan edenleri meleklerden oluşan orduları ile helak eder , etrafında kendisine hamd ve tesbih eden melekleri vardır. 

"Biz" ifadesi, bir beşer cinsinden olan bir hükümdarın çevresinde olanlardan yola çıkılarak yapılan teşbihi anlatımın bir sonucu olup , art niyetli bir yaklaşım sergilemeden okunan bir kitap için çelişki olarak asla görülemez. 

Allah (c.c) nin bazı ayetlerde çoğul olarak "Biz" ifadesi kullanmış olması , insanlara tarafından bilinen bir durum olan, bir hükümdarın işlerini onun azamet ve büyüklüğünün bir gereği olarak, kendisinin değil etrafında bulunan hizmetlilerine emretmesi ile yapmasından doğan bir anlatım üslubunun sonucudur. 

Allah (c.c) ile boy ölçüşmeye kalkan bazı insanlar , onun kitabında çelişki !! olduğunu bulmanın vermiş olduğu sevinç ve mutluluk ile, bu gibi ifadeleri delil olarak sunmakla , bu konudaki cehaletlerini sergilemektedirler . Bir kitap hakkında yorum yapabilmek için , o kitabın kullandığı anlatım üslubunu bilmek , o kitabın indiği zaman ve mekan şartlarını dikkate almak , o kitabın nazil olduğu dili tanımak , insanların kullandığı ve bildiği edebi sanatları bilmek mutlaka gereklidir. 

Bunlardan habersiz bir kimsenin Allah'ın kitabını eleştirmeye kalkması en basit tabiri ile yel değirmenlerine karşı savaşan Don kişot olmaya soyunmak anlamına gelecektir. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

12 Aralık 2016 Pazartesi

Hicr s. 87. Ayetinde Geçen Seb'ul - Mesani Terimi Üzerinde Bir Düşünce Çalışması

                                                      وَلَقَدْ آتَيْنَاكَ سَبْعًا مِّنَ الْمَثَانِي وَالْقُرْآنَ الْعَظِيمَ

                        [015.087]  Andolsun, sana çiftlerden yediyi ve yüce Kur'an'ı verdik.

Bu ayetin tefsirlerine bakıldığında ayet içinde geçen "Seb'ul - Mesani" deyiminden kast edilenin, Fatiha suresi olduğu yönünde görüşler ağırlıkta olup , bu anlam bazı meallerde dahi o şekilde geçmektedir. Bu terim ile kast edilen şeyin Fatiha suresi olduğu, sadece müfessirlerin yorumu olup , tefsirlerde bu terim hakkında farklı yorumlarında olduğu bilinmektedir. 

Fakat ağırlıklı olarak tercih edilen görüş, bu terimin Fatiha suresini işaret ettiği yönündedir. Biz "Seb'ul - Mesani" terimi ile kast edilenin Fatiha suresi olduğu yönünde yapılan yorumlara yanlış olduğu gerekçesi itiraz etmemekle birlikte , bu yorumu meallere aksettirmenin yanlış olduğunu , bu deyimin mealini koymak yerine , yorum olarak "Fatiha suresini verdik" şeklinde yapılan meallere itirazımız olduğunu hatırlatmak istiyoruz.

Hicr suresinin Mekke'de nazil olduğu herkesçe malumdur. Mekki surelerin özelliklerinden bir tanesi , müşriklerin baskı ve zulmüne karşı, Muhammed (a.s) ve ona iman  edenlere moral desteği veren ayetlerin içinde barındırmış olmasıdır. Mekke müşrikleri Allah ve elçisine kafa tutma yetkisini ve gücünü , elinde bulundurdukları siyasi ve ekonomik servetten kaynaklanan öz güvenlerinden almakta olduğu malumdur .  Onların bu şımarıklığına dikkat çeken bir çok ayet , müşriklerin mal ve evlat çokluğuna olan güvenlerinin, hesap günü para etmeyeceğini bildirmektedir. 

 [023.055-6]  Kendilerine verdiğimiz servet ve evlatlarla iyiliklerine koştuğumuzu mu sanıyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller!

[068.010-6] Sakın uyma: Servet ve hanedan sahibi diye, o bol bol yemin eden, değersiz adama! O gammaz, söz gezdiren, hayrın önünü kesene, o saldırgana, günaha dadanmışa! Şerefsiz, kaba, bir de soysuz olana. Kendisine âyetlerimiz okunduğunda «Bu eski insanların masalları!» diyene, yakında onun burnunu dağlayıp damga basarız.

Allah (c.c) elçisine verdiklerinin onların yanında olanlardan daha hayırlı ve daha değerli olduğunu beyan ederek , onların göz kamaştırıcı zenginliklerine tamah etmemesini emretmektedir. 

[020.131]  Kendilerini sınamak için, dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlik verdiğimiz kimselere sakın göz dikme, Rabbinin rızkı daha iyi ve daha devamlıdır.

Hicr s. 87. ve 88. ayetlerinin de bu bağlamda okunması ve anlaşılması gereken ayetler olduğunu söyleyebiliriz. 

[015.087] Andolsun, sana çiftlerden yediyi ve büyük Kur'an'ı verdik.
[015.088]  Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, mü'minler için de (şefkat) kanatlarını ger.

Allah (c.c) elçisine verdiği şeyin değerine dikkat çekerek , başkalarının elinde olan şeylerin, onun elindeki olan ile kıyaslanamayacak kadar değerli olduğuna dikkat çekmektedir. Bu noktada 87. ayet içinde geçen "Seb'ul - Mesani" terimi ile kast edilenin ne olduğu ile ilgili yorumlar ortaya çıkmaktadır. 

Tefsirlerin bir çoğunda bu terim ile kast edilenin Fatiha suresi olduğu olduğu yönünde yorumlara rastlamakla birlikte , bu terim ile kast edilenin Kur'an'ın kendisi , Kur'an'ın yedi uzun suresi olduğu yorumlara da rastlamak mümkündür. Hicr suresinin Mekke'de nazil olması ve yedi uzun surenin içinde Medine'de nazil olan surelerinde bulunması nedeniyle , bu terim ile kast edilenin Kur'an'ın yedi uzun suresi olduğu yorumlarının, isabetli olduğunu söylemek zordur. Ayet içinde Kur'an'ın kendisinden zaten bahsedilmiş olması , bu terim ile kast edilenin Kur'an'ın kendisi olduğu yorumlarının da isabetsiz olduğunu söyleyebiliriz.  

Fatiha suresinin zaten Kur'an içinde bir sure olduğunu hesaba kattığımız da , bu terim ile kast edilenin Fatiha suresi olması da pek mümkün görünmemektedir. Fakat bu itirazımıza Ahzap s. 7. ve Bakara s. 98. ayetlerinde, hem bütünden bahsedilmesi ve aynı zamanda bütün içindeki bir cüzden bahsedilmiş olması delil olarak sunularak , Hicr s. 87. ayetinde hem bütün olarak Kur'an'dan, hem de cüz olarak Kur'an içinde bir sureden bahsedilmiş olabileceği yönünde cevap gelebilir. 

Sözü fazla uzatmadan , Hicr s. 87. ayetindeki "Seb'ul-Mesani" terimi hakkındaki düşüncelerimize geçmek istiyoruz.

"Seb'un" ; Altı dan bir sonraki , sekiz den bir önce sayıya verilen ad olmakla birlikte , güç ve kuvvet anlamına sahip olması bakımından yırtıcı hayvanlara verilen bir isimdir (Maide s. 3). Bu anlamdan hareketle "Seb'ul" kelimesine "güç kuvvet" anlamı da vermek mümkündür. Ayrıca bu sayının çokluğu ifade etmesi bakımından Kur'an içinde kullanımları bulunmaktadır.

"Mesna" ; Bükülmek , kıvrılmak , katlanmak ve tekrar edilmek suretiyle ikilenen veya başka bir şey eklemekle takviye edilen herhangi bir şeye verilen isimdir.


Muhammed (a.s), tarih boyunca tekrarlanan resuller halkasının sonuncusu olmakla bu halkaya eklenen bir kişi , bu halkanın tekrar edilen bir kişisi , ve Tevhit inancını takviye etmekle görevli bir elçi olduğu konusunda bütün Müslümanlar fikir birliği içindedirler.

Mesani kelimesine, elçiler zincirinin tarih boyunca tekrarlanan bir ferdi olması nedeniyle Muhammed (a.s) a verilmiş olan elçilik görevi anlamını vermek mümkündür. 

Hicr s. 87. ayetindeki "Seb'ul - Mesani" terimine "Elçilik Gücü" anlamı vermek mümkündür ve bu anlamı kullanarak bu ayete şöyle bir anlam verebiliriz. 

And olsun sana elçilikten bir gücü ve yüce Kur'an'ı verdik.

[015.088]  Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, mü'minler için de (şefkat) kanatlarını ger.

Böyle bir anlam, 88. ayetteki müşriklerin elinde bulundurdukları güce neden meyletmemesi gerektiğine dair olan emrin gerekçesinin, 87. ayette anlatılmış olduğunu da gösterecektir.

Hicr s. 87. ve 88. ayetlerini birlikte okuduğumuz zaman Muhammed (a.s) a şöyle bir emrin verilmiş olduğunu anlayabiliriz ;

Ey Muhammed , sakın o müşriklerin elinde bulunan güç servete gözünü dikme , onların elinde bulunan güç ve servet senin gözünü korkutmasın. Biz sana onların elinde bulunandan daha değerli olan elçilik gücü ve yüce Kur'an'ı verdik.

Mesani kelimesi "Kitaben Müteşabihen Mesaniye" şeklinde (Tekrarlanan benzer kitap) Zümer s. 23. ayetinde de geçmektedir. Buradaki Mesani kelimesini yine önceki kitaplar ile alaka kurarak , Kur'an'ın önceki kitapların tekrarlanan bir benzeri olduğunun ifade edildiğini anlamak mümkündür.

Sonuç olarak : Hicr suresi 87. ayetinde geçen "Seb'ul - Mesani" terimi ile kast edilenin , ağırlıklı görüş olarak Fatiha suresi olduğu herkesçe malumdur. Bu yoruma katılmamakla birlikte "Kesin yanlıştır" şeklinde bir iddia ile katılmadığımız yorumları mahkum etmeye hakkımız olmadığını da bilmekteyiz. Yoruma açık bir ayet olduğu , tefsirlerde bu ayet içinde geçen terim ile ilgili farklı yorumların yapılmış olduğundan anlaşılabilir.

Bu terim ile kast edilen anlamın Fatiha suresi değil , Muhammed (a.s) a verilmiş olan ve tarih boyunca tekrarlanan elçilik görevi olduğunu düşünmekteyiz. Bizim düşüncemiz bu terimin diğer yorumları gibi bir yorum olup, kesin doğru olduğunu iddia etmediğimizi hatırlatmak isteriz. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

10 Aralık 2016 Cumartesi

Maide s. 35. Ayeti : Şirke Alet Edilen Bir Ayet

Şirk, tüm zamanların en tehlikeli hastalığı olup , bu hastalığa Kur'an içindeki ayetler ile şifa bulunmuştur (10.57 / 17.82). Allah (c.c) nin bizim için seçip beğendiği ve razı olduğu tek hayat sistemi olan İslam'ın kokmasını ve bozulmasını önlemek için indirdiği en son kitap olan Kur'an, her konuda olduğu gibi bizlere doğru yolu gösteren ve "Tuz" mesabesinde olan bir kitaptır.  Ne yazıktır ki, bu kitap üzerinde yapılan bir takım mütalaalar , işi bu kitabın şirk düşüncelerine alet edilmesine kadar götürerek , İslam'ın kokmaması için tuz mesabesinde olan bu kitabın, kokutulmaya çalışılmasını beraberinde getirmiştir.  

[004.048]  Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.

Bilindiği üzere tasavvuf , din adına insanları şirke davet eden bir düşünce olarak , Müslümanlar için büyük bir tehlike kaynağıdır. Bu düşüncenin merkezinde , Şeyh , Kutup , Gavs v.s gibi lakaplar yakıştırılan zatlar oturmakta, ve bu zatlara insanlar ile Allah (c.c) arasında aracılık yapma görevi verilmektedir. 

[002.186]  Kullarım, sana Beni sorarsa; şüphesiz ki Ben, çok yakınım. Bana dua edince Ben, o dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da Benim da'vetime icabet etsinler. Bana iman etsinler ki, doğru yola varmış olalar.

Kullarına yakın olduğunu haber veren Allah (c.c) nin beyanının aksine , onun insanlara uzak olduğunu iddia ederek , binlerce yıldır insanlar ile Allah (c.c) arasında bağlantı kurduğuna inanılan kişiler veya cansız putlar oluşturan insanoğlu , tarih boyunca bu kişi ve putları aracı olarak görerek , yakınlaştırıcılık görevini bunlara vermektedir. 

[010.018]  Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»

[039.003]  İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.

[046.028]  O zamanlar, Allah'ı bırakıp da O'na yakınlık peyda etmek için edindikleri ilahlar kendilerine yardım etmeli değil miydi? Ama tanrıları onlardan uzaklaştılar. Bu, onların yalanı ve uydurup durdukları şeydir.

Tasavvuf elbisesi giydirilmiş şirk düşüncesinin söylemi olan, kulun aracı olmadan Allah'a direk yaklaşamayacağı , ona yaklaşmak için araya Şeyh , Gavs , Kutup lakaplı bazı kulların sokulması gerektiği, açık ve net olarak bir şirk düşüncesi olmasına karşın , biz Müslümanlar için tuz mesabesinde olan bu kitabı kokutmaya çalışarak , şirk düşüncelerinin doğru olduğuna dair bu kitap içinden delil getirmeye çalışmaları "Yüzsüzlüğün bu kadarı olmaz artık" dedirtecek cinstendir.

Maide s. 35. ayeti , tasavvuf elbisesi giydirilmiş şirk düşüncesi tarafından , üzerinde bulundukları yolun doğru olduğuna dair delil olarak sunulan bir ayet olarak , bir çok kimsenin dilinde dolaşmakta, ihdas etmiş oldukları aracıları, bu ayet üzerinden meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.

[005.035] Ey iman edenler; Allah'tan sakının ve O'na yaklaşmak için vesile arayın. O'nun yolunda cihad edin ki, felaha eresiniz.

Tasavvuf merkezli din anlayışına sahip olan ve Allah ile arasında bir yakınlaştırıcı olması gerektiğini savunan kimse , gittiği bu yolun yanlış olduğunu söyleyenlere cevap olarak, Maide s. 35. ayeti delil olarak sunmakta  "Bak Allah, bana ulaşmak için vesile arayın demekte ve bizim için falan kimseler Allah'a ulaşmaya vesile olmaktadır" şeklindeki sözlerle, düşüncesinin meşru olduğunu savunmaktadır. 

İskender Evrenosoğlu denen bir zat tarafından yapıldığı iddia edilen Kur'an meali , bu şirk düşüncesini desteklemek üzere yapılmış bir meal olup , bir çok ayet Allah'a ulaşmak için insanların gerekli olduğu yönünde meallendirilmiş, Allah'a ulaştıran bu insanın da adı geçen kimse olduğu yönünde, insanlar aldatılarak cehenneme sürüklenmektedir.

Allah (c.c) kendisi ile arasında aracılar kılınmasını açık ve net olarak ŞİRK olarak beyan ederek , başka bir ayette kendisi ile arasında aracılar ihdas edilmesini isteyerek bizim şirke düşmemizi ister mi ?. 

Bu sorunun cevabına herkes "Elbette hayır Allah bizden böyle bir şey asla istemez" diyecektir. Öyleyse bu ayet nasıl anlaşılmalıdır ?. 

Vesile ; Bir şeye kendini ona yakın etmeye çalışmak , anlamındadır. Bu kelimenin eş anlamlısı ka-re-be fiilinden türeyen "Kurbet" kelimesidir.

Bu kelime Kur'an içinde 2 yerde geçmekte , diğer geçişi İsra s. 57. ayetindedir. 

017.056-57] De ki: O'nun aşağısından olan size kefil olduğunu zannetiklerinizi çağırın. Sizin bir sıkıntınızı gidermeye de, değiştirmeye de güçleri yetmez.O çağırdıkları da Rablerine hangisi daha yakın olsun diye vesile ararlar ve onun rahmetini umarlar ve onun azabından korkarlar. Şüphe yok ki, Rabbinin azabı sakınılmaya daha layıktır.

İsra s. 56. 57. ayetleri , müşriklerin Allah ile aralarında aracı kıldıkları putların böyle bir işlevi olmadığını edebi bir dille anlatmaktadır. Bu ayet vesilenin ne olmadığını bizlere öğretmesi açısından dikkat çekicidir. O zaman Allah'a yakın olmaya çalışmak, birilerini aracı kılmak şeklinde olmaması gerekmektedir.

Maide s. 35. ayetinin içinde ondan sakınmak ve yolunda cihad etmek olarak beyan edilen emirler, ona yakın olmanın vesileleridir. 

[034.037]  Ne mallarınız ve ne de evlâtlarınız size bizim katımızda yakınlık kazandırmaz. Yalnız iman edip iyi amel işleyenler var ya, onların yaptıkları iyilikler kat kat fazlası ile ödüllendirilir. Onlar cennetin yüksek köşklerinde güven içinde ağırlanırlar.

[096.019] Hayır; ona boyun eğme (Rabbine) Secde et ve yakınlaş.

[009.099]  Yine bedevilerden kimi de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklara ve Peygamber'in dualarını almaya vesile sayar. Gerçekten de bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmeti içine koyacaktır. Şüphesiz ki, Allah bağışlayıcıdır ve rahmet edicidir.

[007.056] Düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O'na, korkarak ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti, iyilik edenlere yakındır.

[011.061]  Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki, «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir tanrınız daha yoktur. Sizi topraktan O meydana getirdi. Sizi orada ömür sürmeye O memur etti. Bu sebepten O'nun mağfiretini isteyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır, dualarınızı kabul eder.»

[005.008]  Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerin ortak paydası , Allah'a yakın olmak için kişileri aracı kılmaya değil , iman edip salih amel işlemeye gerek olduğudur. 

[034.050]  De ki: «Eğer saparsam, kendi zararıma sapmış olurum. Doğru yolda olursam, bu Rabbim'in bana vahyetmesiyledir. Doğrusu O, işitendir, yakın olandır»

https://www.youtube.com/watch?v=bj2mN2x4lJI

Verdiğimiz video linki , Maide s. 35. ayeti üzerinden insanları şirk'e davet eden "Cüppeli Ahmet" lakaplı kişinin ağzından çıkan sözlerdir.

"El Garib" Allah (c.c) nin esmasına dahil olan isimlerden biri olarak , "kullarına yakın olan" demektir. "Ben kullarıma yakınım" buyuran Rabbimizin bu beyanının aksine, "Sen yakın değilsin sana direk bağlanırsak trafo patlar" veya "Direk Allah'a bağlanıyorum diyen Şeytan'a bağlanır" gibi sözlerle insanları şirk'e davet eden hoca lakaplı insan şeytanları, maalesef piyasada iyi prim yapmaktadırlar. 

İçinde bulundukları şirk bataklığını süslü göstermeye çalışan bu kimse , Allah ile arada aracı kıldıkları kişilerin yaratıcı olmadığını , yaratıcı olanın sadece Allah olduğunu söylemek sureti ile kendisini temize çıkardığını zannetmekte , fakat bu sözlerin aynısını Mekkeli müşriklerde söylemektedir.

[029.061] And olsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi, ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz «Allah'tır» derler.Öyleyse niçin döndürülüyorlar?
[029.063] And olsun ki onlara: «Gökten su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz, «Allah'tır» derler. De ki: «Övülmek Allah içindir», fakat çoğu bunu akletmezler.
[031.025]  Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan, mutlaka «Allah...» derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.
[039.038]  And olsun ki, onlara, «Gökleri ve yeri yaratan kimdir?» diye sorsan: «Allah'tır» derler. De ki: «Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?» De ki: «Allah bana yeter; güvenenler O'na güvenir.»
[043.009]  Andolsun ki onlara: «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan elbette: «Onları O çok güçlü ve herşeyi bilen yarattı.» derler.
[043.087]  And olsun ki, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan: «Allah» derler. Öyleyken nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar?

Yukarıda mealleri verilen ayetler Mekkeli müşriklerin , Allah (c.c) nin yaratıcılığı konusunda herhangi bir inanç problemine sahip olmadıklarını göstermektedir. Peki onların "Müşrik" olarak nitelenmesine sebep olan inançları ne idi ?. 


[010.018]  Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»
[039.003]  İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
[036.074]  Yardım görürler umuduyla, onlar Allah'tan başka ilahlar edindiler.

Mekkeli müşriklerin Allah (c.c) nin yaratıcı olduğuna dair imanlarında herhangi bir sorun olmamasına rağmen , Allah (c.c) ile aralarında Lat , Menat , Uzza , Hübel gibi isimler verdikleri putları Allah ile aralarında aracı olarak görerek MÜŞRİK konumuna düşmekte idiler. 

Dün Mekke'de bu isimlerle anılan taştan ve tahtadan yapılmış putların, yerini bugün türbelerde yatan ölüler olan , Abdülkadir Geylani , Şah-ı Nakşibendi gibi bir çok isimler almıştır. Dün Mekke'deki bir müşriğin Lat , Menat ve Uzzaya yüklediği misyonun aynısını , bugün bir tasavvuf ehli, Abdülkadir Geylani , Şah-ı Nakşibend v.s gibi isimlere yüklemektedir. 

Sonuç olarak : Allah (c.c) nin şirk hastalığına şifa olarak indirdiği kitap içindeki bazı ayetler , bu hastalığa tutulmuş olan bazı kimseler tarafından , şifa olarak okunarak şirk'ten kurtulmak yerine , şeytanca tevillerle , şirk'e alet edilmeye çalışılarak , Allah (c.c) nin insanlara şirk'i emrettiği bir durum sergilenmek istenmektedir.

Maide s. 35. ayetinde , Rabbimizin "Vesile arayın" şeklindeki emri , "Allah'a ulaşmak için bazı kimseleri aracı edinin" şeklinde tevil edilerek, şirk düşüncesinin Kur'an içindeki delili olarak sunulmaya çalışılmaktadır. 

Allah (c.c) kitabının bir yerinde kendisi ile arasına aracılar koyulmasını "Şirk" olarak niteleyerek , diğer bir yerinde kendisi ile arasına aracılar koyulmasını emredecek kadar çelişkili bir kitabı bize asla indirmemiştir.


Kitabın ayetlerini dilleri ile eğip bükerek , içinde bulundukları şirk bataklığını meşru göstermek için bu kitabın ayetlerini tahrif etmekten dahi çekinmeyenler , Allah'a attıkları iftiranın cezasının elbette hesap gününde ödeyeceklerdir. 

Şurası unutulmamalıdır ki , kul Allah'a kişileri aracı kılarak değil , salih amelleri ile yaklaşabilir , bunun dışında bir yaklaşma yöntemi önerenler , insanları sadece ateşe davet etmektedirler.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

7 Aralık 2016 Çarşamba

Al-i İmran s. 81. ve Araf s. 172-173. Ayetlerinin Temsili Anlatım Üslubu Açısından Değerlendirilmesi

Kur'an muhataplarına vermek istediği mesajları, insanların bildikleri bir takım edebi anlatım üsluplarını kullanarak anlatmaktadır. Temsili anlatım üslubu , Kur'an'ın kullandığı bir anlatım biçimi olup , bu üslubun örneklerini Kur'an içinde sıkça bulmaktayız. Temsili anlatım üslubunun en önemli özelliği, gaybi alana dair konularda, kurgulanmış bir olay üzerinden anlatım yapmaktır. Bu anlatım üslubunda anlatılan olay değil , bu olay üzerinden anlatılmak istenen mesajın öne çıkarılması gerekmektedir. Olay üzerinde odaklanarak yapılan bir okuma, beraberinde bir çok gereksiz soruyu getirecek ,bu sorulara verilmeye çalışılan cevaplar ise , asıl mesajın ikinci plana düşmesine sebep olacaktır.

Bu yazımızda temsili anlatım üslubu dahilinde yapılan iki anlatım üzerinde durarak , bu anlatımlar üzerinden, temsili anlatım üslubunun özellikleri anlamaya çalışacağız.

[003.081]  Hani Allah, Nebilerden söz almış: And olsun ki; size, kitabı, hikmeti verdim. Yanınızda olanı doğrulayıcı bir resul geldiğinde mutlaka o'na inanacak ve yardım edeceksiniz. İkrar edip de ahdi kabul ettiniz mi? demişti. Onlar da: İkrar ettik, demişlerdi. Allah: Şahid olsun, Ben de sizinle beraber şahitlerdenim, demişti.

Al-i İmran s. 81. ayetinde ilk bakışta sanki Allah (c.c) bütün nebileri toplu olarak bir araya getirmiş, ve onlara ne yapacaklarına dair bir takım emirler veriyormuş gibi bir durum gözlenmektedir. Halbuki hepimiz biliriz ki, Nebiler tarihin farklı devirlerde dünyaya gelmişler, ve görev sürmüşlerdir. Bu ayette anlatılan olayı birebir yaşanmış gerçek bir olay görmek, bu olayın nasıl , ne zaman , ve nerede yaşandığı , nebilerin insan olması hasebiyle, insanların daha dünyaya gelmeden önce kaderlerinin çizilip çizilmediği gibi , daha bir çok sorunun kapısını açacaktır. 

Ayeti birebir yaşanmış bir olay olarak değil , temsili bir anlatım olması yönünden okuduğumuz zaman, bu gibi soruların sorulmasına gerek olmadığı ortaya çıkacaktır. Temsili anlatımda öne çıkan husus , anlatımın görsel bir hale sokulması ve bu anlatım üzerinden muhataba bir mesaj verilmeye çalışılmasıdır.  

Peki Al-i İmran s. 81. ayeti temsili bir anlatım üslubu üzerinden bizlere nasıl bir mesaj vermektedir?.

Al-i İmran suresini okuduğumuz zaman , bu surenin Medine'de inmiş olması nedeniyle , bu şehirde yaşayan ve "Kitap Ehli" olarak tanımlanan Yahudi ve Hristiyanlara hitap eden ayetlerin ağırlıkta olduğunu görebiliriz. Allah (c.c) , Kur'an ve Muhammed (a.s) dan bahsederken , İncil ve Tevratı tasdik edici , ve kendisinden önceki elçiler ile aynı göreve sahip olduğunu beyan etmektedir.

Kur'an'ın İncil ve Tevrat'ı tasdik ettiği , Muhammed (a.s) ın İsa ve Musa (a.s) lar gibi Allah (c.c) nin göndermiş olduğu elçilerden olduğu , dolayısı ile Hristiyan ve Yahudiler'in Kur'an ve Muhammed (a.s) a iman etmeleri gerektiğinin beyan edilmesine rağmen , Kitap Ehli bu emre itaat ederek iman etmeye yanaşmamaktadır

Al-i İmran s. 81. ayetini böyle bir tarihi arka plan dahilinde okuduğumuz zaman, ayet şöyle bir mesaj vermektedir;

Bütün nebiler Allah (c.c) tarafından gönderilmiş olmaları nedeniyle aynı kaynaktan beslenmektedirler. Gelen elçilerin tamamı, kendisinden önceki elçileri doğrulayıcı ve onları tasdik edicidir. Hiç bir elçi kendisinden öncekini doğrulayıcı ve tasdik edici olma konusunda en küçük bir yanlış yapmaz . Elçileri bayrak yarışçıları gibi düşündüğümüzde , aynı bayrak ilk elçiden son elçiye kadar el değiştirerek, bir önceki elçiden  bir sonraki elçiye devredilmiştir.

Dolayısı ile elçilere tabi olduğunu iddia edenlerin de aynı şekilde o elçilerin yolunu takip etmek zorunluluğu bulunmaktadır. Elçilere iman ettiğini iddia edenlerin, yanlarında olanı doğrulayıcı bir başka elçi geldiği zaman bu elçiye iman ve onlara yardım etmek mecburiyetleri bulunmaktadır. 

Muhammed (a.s) kendisinden önce gelen Musa ve İsa (a.s) ları ve onlara verilen kitapları doğrulayıcı olarak gelmiş bir elçi olarak Medine'deki Yahudi ve Hristiyanların kendisine iman ve yardım etmesini beklemekte , fakat bu beklentisi istenilen karşılığı bulmamaktadır. 

Medine'de nazil olan bir çok ayet Yahudi ve Hristiyanları iman etmeye teşvik etmekte olup , Al-i İmran s. 81. de bu ayetlerden bir tanesidir. Bu ayet, diğer ayetlerden farklı bir anlatım üslubu kullanarak olayı görsel bir hale getirmekte , vermek istediği mesajı bu şekilde vermektedir.

Musa ve İsa (a.s) lar kendisinden sonra gelen ve onlara indirilen Tevrat ve İncil'i tasdik eden son nebi olan Muhammed (a.s) a eğer hayatta olmuş olsalar mutlaka iman edecekler ve ona yardım edeceklerdir. Onların hayatta olmamaları nedeniyle bu görev, Musa ve İsa (a.s) lara iman ederek onların yolunda oldukları iddia eden insanlara düşmekte , ve onların Muhammed (a.s) a iman ve yardım etmek zorunda oldukları bu ayet tarafından bildirilmektedir.

Temsili anlatım üslubuna örnek olarak konu edeceğimiz ikinci ayet Araf s. 172-173. ayetleridir.

[007.172]  Hani Rabbın; Ademoğullarının sulbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şahit tutmuş. Ben, sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdi ki: Evet, biz buna şahidiz. Kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz.
[007.173] Veya daha önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onların ardından gelen bir nesiliz, bizi batıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin? demeyesiniz.

Bu ayette diğer Al-i İmran s. 81. ayeti gibi Allah (c.c) ile Ademoğulları arasında geçen karşılıklı bir konuşma üslubuna sahiptir. Bu ayeti okurken bu konuşmanın kendisine takıldığımız zaman , bazılarının "Allah benden söz aldığını söylüyor ama benim böyle bir söz verdiğimden haberim yok" şeklinde itirazlarını duymak mümkündür. Veya tefsirlerde Yunan düşüncesinden ithal edilmiş Ruh - Beden ayrımına dayalı düşünce etrafında, bu sözün ruhlar aleminde verilmiş olduğu gibi yorumlara rastlamaktayız.

Ayetleri birebir gerçekte yaşanmış bir olay olarak değil , temsili anlatım olması açısından okumaya çalıştığımız zaman , bu türden soru ve yorumların gereksiz olduğu da ortaya çıkacaktır.

Allah (c.c) bu ayetlerde yaratılmış ve yaratılacak olan bütün insanların fıtratına, kendisini rab olarak tanıma özelliği yerleştirdiğini beyan etmektedir. Her insan kendisine doğuştan verilmiş olan bir fıtri bilgi ile doğmakta , sonradan bu fıtri bilgi çevresel şartların etkisi ile farklı yerlere kanalize  olarak, başka rabler edinmek sureti ile değişime uğrayabilmektedir.

Dikkat edilirse ayetlerde kıyamet günü bütün insanların hesaba çekileceğinden bahsedilmektedir. Halbuki İslam düşüncesinde "Fetret Ehli" şeklinde bir deyim etrafında , kendisine kitap ve elçi gelmemiş kişi ve toplulukların durumlarının ne olacağı tartışmaları yapılmaktadır. Bu tartışmalarda farklı görüşler mevcut olup , ayetler bu tartışmalara son noktayı da koymaktadır.

Kıyamet gününde herkes kendisine verilen bilgiden sorumlu tutulacaktır. Kitap ve elçi bilgisi ile tanışmış olan kişi ve toplumlar, bu bilginin muhteviyatından hesaba çekileceği gibi , kitap ve elçi ile tanışmamış olan kişi ve toplumlar , fıtratlarında bulunan Allah'ı rab olarak tanıyıp tanımadıklarından sorguya çekileceklerdir. 

Sonuç olarak : Kur'an'da yapılan bir anlatımın temsili olduğunu iddia etmek bazı kimseler tarafından " Ne yani Allah yalan mı söylüyor?" şeklinde bir takım iddialara neden olmakta veya bir anlatımın temsili olduğunu düşünmenin, itikadi açıdan bir takım sıkıntılara yol açacağı düşünülmektedir. 

 Bir anlatımın temsili olduğunu düşünmek ve o doğrultuda yorum yapmak , o ayetleri kökten ret etmek anlamında değildir. Herkes için serbest ve gerekli olan Kur'an'ı anlama hürriyeti dahilinde yapılmış bir yorumdur. Elbette yapılan yorumların isabetli olmama ihtimali bulunmaktadır , fakat bu anlatım üslubunu kullanarak bazı ayetleri yorumlamanın kişileri kafir yapması söz konusu da değildir.  Aksine, eğer bir anlatım gaybe dair bilgiler ihtiva etmekte ise , bu bilgiler bize gerçek hayattan bilindik olan bazı şeylere benzetilerek anlatılmaktadır , ve bu anlatımda esas bakılması gereken nokta , verilmek istenen mesajdır. 

Kur'an'ın mecazi anlatım içeren bazı ayetlerinin literal anlamda okunması sonucunda varılan bazı sonuçlar , farklı yaklaşımları beraberinde getirerek , düşmanlıklara varan fırkalaşmaları beraberinde getirdiği herkesçe malumdur. 

Eğer bir anlatım temsili bir üsluba sahip ise , ve bu anlatım gerçek olarak anlaşılmaya çalışılacak olursa , bu anlama tarzı bir çok soruyu beraberinde getirmektedir. Konumuz olan ayetler birebir yaşanmış bir olay olarak anlaşıldığı takdirde ortaya bir çok soru çıkmakta , bu sorulara verilmeye çalışılan cevaplar ise asıl mesajı arkaya atmaktadır.

Yazımıza konu ettiğimiz ayetler dikkat edilirse gaybe dair bilgiler ihtiva etmektedir. Bu bilgiler bize Allah ile insanların karşılık konuşma üslubu içinde anlatılmaktadır. Bu konuşmada bakılması gereken taraf konuşmanın keyfiyeti değil , konuşma üzerinden verilmek istenen mesaj olmalıdır. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.