26 Mart 2016 Cumartesi

Kur'anın Ferdi ve Toplumsal Alanda Pratiğe Aktarılma Sorunu Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an yaklaşık 1500 yıl önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara indirilmiş bir kitaptır. Bu kitabın muhteviyatına baktığımızda, o günkü yaşayan insanların ekonomik , sosyal ve dini düşüncelerinin göz önüne alınarak indirilmiş ayetler olduğunu, hatta bir kısım ayetlerin "Tarihsel" denilebilecek bir durumda ve bugün yaşanan hayat içinde pratiği olmayan ayetler olduğunu söyleyebiliriz. 

Kur'an indiği zaman ve mekan içinde yaşayan Arap toplumunun örfi yapısını, eğer şirk unsuru taşımıyor ise kabul etmiş , ıslaha muhtaç olanları varsa onları ıslah etmiş , eğer toplum yaşantısında şirk unsurları varsa bunları ret etmiş, ve kökten bir değişim meydana getirmiştir.

Kur'anın indiği topraklarda yaşayan insanların Arap olması, ve bu insanların binlerce yıldır süregelen yaşantılarının kazandırdığı ve onlara has olan örfleri ve adetlerinin Kur'an tarafından dikkate alınarak, "Şirk" unsuru taşımayan bir kısım örf ve adetlerin yasaklanmadığını , bunların bazı düzenlemeler ile Kur'anın nuzulü sırasında devam ettirildiğini görmekteyiz.

Bugüne geldiğimizde ise ,  Kur'anın insanın ferdi ve toplumsal yaşantısına dair olan hükümlerinin, 1500 yıldır yaşanan kültürel , ekonomik ve sosyal değişimler nedeni ile hayat içinde nasıl ikame edilebileceği, sorusu gündeme gelmektedir. 

Bu sorunun cevabı üzerinde yapılan tartışmalar ,ve bu sorunun cevabı olarak ortaya konulan geçmişteki bazı yanlış uygulamalar, ve bu uygulamaların aynen bugünde aynen geçerli olacağı korkusu , bir kısım insanı karamsar duruma düşürerek , "Artık bu kitap yaşanan hayata dair bir şey söylemiyor" şeklinde düşüncelere itmektedir. 

Kur'an gerçekten bugün yaşanan hayatın içinde uygulama imkanı kalmamış bir kitap mıdır ?. Yoksa bugün hayatı yaşayan insanların alışkanlıkları, Kur'an dışı uygulamaları içselleştirdiği için böyle bir düşünce içindemidirler?. 

Bu soruların cevapları eğer doğru biçimde bulunabilirse, bugün sorun olarak görülen bazı meseleleler hallolmuş olacaktır. 

"Kur'anın yaşanan hayata pratize edilmesi" denildiği zaman, bir çok insanın aklına gelen konulardan bir tanesi, "Kölelik ve Cariyelik" müessesesidir. Bu konu, İslam düşmanlarının elinde hazır bir koz olarak, Müslümanlara vurulan bir kırbaç haline gelmiş , özellikle bugün "Ehli Hadis" düşüncesini temel alan bir takım örgütlerin "İslam Devleti" adı altında yaptığı uygulamalarda, bu kurumun yeniden pratiğe geçirildiği haberlerini bile duymaktayız. 

Bir çok insanın zihninde , "Bugün Kur'anı esas alan bir toplum yönetimi içinde kölelik ve cariyelik kurumu olacak mıdır?" sorusu cevap beklemektedir.

Bu sorunun cevabı bir çok kimse tarafından merak edilmektedir. En son söyleyeceğimiz sözü baştan söyleyerek, bu sorunun cevabına "HAYIR" diyebiliriz neden mi? ; 

Kölelik ve cariyelik kurumu, Kur'anın nazil olması ile birlikte vaz edilmiş bir kural, yani uygulandığında sevap , uygulanmadığında günah kazandıran bir emir değildir. Bu kurum Kur'anın nuzulü öncesi Arap toplumunun hayatında var olan ve "Şirk" olarak görülen bir uygulama olmadığı için direk olarak "Haram" hükmü verilip kaldırılmamıştır. 

Kur'an, köle ve cariye statüsüne tabi olanların daha insanca bir hayat sürmeleri için, gerekli olan düzenlemeleri yaparak, yani onlar için uygulanan hukuku ıslah ederek, onların önce insan olduklarını hatırlatmıştır. Bu konuda klasik İslam fıkhı tarafından üretilen, özellikle cariyeler ile nikahsız beraber olunabileceğine dair olan hükümlerin, Kur'an tarafından onaylanmadığını hatırlatmak yerinde olacaktır. Konu müstakil bir başlık altında incelenebilecek kadar geniş olduğu için, şimdilik bu kadarı ile yetinmek istiyoruz.

Bugün Kur'anı baz alan ve klasik fıkhı dikkate almayarak yeni bir Kur'ani fıkıh üreten İslami devlet yönetimi altında, "Kölelik ve Cariyelik" adında bir kurumun yeniden işlerlik kazanması artık mümkün değildir. Bu kurum, Kur'anın "Sabitesi" veya "Evrensel" bir kuralı değil, o günkü Arap toplumunun yaşantısının bir gereği olarak ,Kur'anın düzenlemeler getirerek ıslah ettiği bir kurumdur.

Bilindiği üzere bugün dünya genelinde yaşanan ekonomik hayat, faizli sisteme dayanan bir model üzerine bina edilmiştir. 1500 sene öncesi yaşanan ekonomik hayat ile bugün yaşanan ekonomik hayat birbirinden farklı olduğu için, artık faizsiz bir ekonomik modelin mümkün olmadığı düşüncesinde yola çıkılarak , Kur'anın ekonomik model tavsiyelerinin uygulanamaz olduğu savı ortaya atılmaktadır.

Öncelikle şu bilinmelidir ki ; Faiz yasağı Kur'anın bir sabitesi yani evrensel bir kuralıdır. "Faiz olmadan ekonomik hayatın devamı mümkün değildir" şeklinde bir iddia "Allah ve elçisine açılan bir savaş" anlamına gelecektir. Öncelikle böyle bir fikrin Müslüman kafalardan silinmesi, ve "Faiz olmadan ekonomik bir hayatın devamı mümkün olabilir" düşüncesi kafalarda yer ederek, teslimiyetin gereği yerine getirilmelidir. 

Allah (c.c) nin kitabında "Haram" olarak beyan ettiği bir hükme karşı, pratiğinin imkansız olduğu yönündeki bazı itirazlar, ve bu itirazlara sebep olan hükümler, yaşadığımız dünya gerçekleri ile uyum sağlamıyor ise, hatayı Kur'anda değil, yaşanan hayatın kendisinde aramak gerekmektedir. 

Allah (c.c) bir şeyi yasaklamış ve bu yasaklanan şey , zamanla hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmişse , ondan ayrılmamak için dinin hükümlerini yaşanan hayata göre yeniden düzenlemek, veya hükümleri delmeye çalışmak yerine , yaşadığımız hayatı yeniden gözden geçirerek , Kur'anın hükümlerini hayata değil , hayatı Kur'anın hükümlerine uydurmak zorundayız.

Bugün maalesef bir çok Müslüman böyle bir ikilem içinde kalarak , yaşadığı hayat ile inandığını iddia ettiği kitap arasındaki uçurumu fark etmekte, fakat ne yardan ne serden vazgeçmek istemeyerek , içinde bulunduğu ikileme İslami bir kılıf uydurarak paçayı kurtarmanın derdine düşmüş durumdadır.

Bu konuda yapılan en büyük yanlış, Müslüman veya Kafir ayrımı olmadan herkesin faizli bir ekonomik modele yatkın bir yaşantı içine girmiş olması , ve böyle hayatın getirilerine alışkın olduğu için, terk edildiğinde her şeyin sil baştan değişeceği korkusudur. Yaşantısını faizli bir ekonomik model üzerine kurmuş olanların, böyle bir model harici ekonomik sistemin uygulanamaz olması iddiası, teslim olmaya değil teslim almaya yönelik düşüncelerin ürünüdür. 

Arap toplumunda geçerli olan faizli ekonomi eğer, Allah (c.c) tarafından "Arap gerçeği" olarak kabul edilseydi, Allah (c.c) bu faizi kaldırmaz, daha yumuşak bir faizli sistem önermesi ile, faizli ekonomik sistemin evrensel bir kural olabileceği yönünde bizlerde de bir düşünce oluşması sağlanabilirdi. Fakat faiz , insanlara ekonomik olarak zulmetmenin evrensel bir yolu olduğu için bu yol Kur'an tarafından kıyamete değin HARAM kılınmıştır.

Bugün faizli bir ekonomik sistemin artık bazı Müslümanlar tarafından bile "Dünya gerçeği" olarak kabul edilerek, Kur'anın bu konudaki yasağının "Uygulanamaz" olduğu düşüncesinin, öncelikle imani bir problem olarak düşünülmesi gerekmektedir.

Kur'anın miras taksimine baktığımızda, Kur'an erkeğe 2 kadın hissesi vermektedir. Mirasın Arap toplumu tarihsel arka planına baktığımızda , kadının mirastan  mahrum edilmesi söz konusudur. Erkeğin 2 kadın hissesi almasının gerekçesi olarak , erkeklerin evin maişetini temin etme noktasında  sorumlu olmaları, onların kadınlara göre daha fazla hisse almalarını da beraberinde getirmektedir. 

Bugün yaşadığımız dünyaya baktığımızda , kadınlarında aynen erkekler gibi , iş hayatının her kolunda faal olduğunu , artık ekonomik bağımsızlıklarını kazanan bireyler olduklarını görmekteyiz. 

Bu durumu göz önünde bulundurarak , "Kur'an erkeklerin evin ihtiyacını temin etmekle görevli olduğu bir zamanda böyle bir hüküm vaz etmiş , şimdi ise artık kadın erkek gibi evin ihtiyaçlarını temin için çalışmaktadır, onun için mirastaki payı eşit olmalıdır" diyerek , Kur'anın bu hükmünü tarihsel bir hüküm olarak görmek ne derece doğru olacaktır ?.

Kadınların çalışmasına karşı olmamakla birlikte, kadının iş hayatının içine çekilmesi, erkeklerin az olması sonucunda doğan mecburi bir ihtiyaçtan dolayı değil , kapitalist sistemin insanı daha çok harcaması gerektiği üzerine bina ettiği bir yaşam düzeninden doğan suni mecburiyet sonucudur. 

Bugün çalışan bir kadının sorunu , çalışan bir erkekten daha fazladır. Çocuk bakımı veya evin yapılması gereken işleri, büyük çoğunlukla kadının üzerindedir. Kadınların çalışması nedeniyle kreşlere ve bakıcılara teslim edilen çocukların, aile sıcaklığından mahrum kalarak büyümeleri ve kadının çalışması nedeniyle bozulan aile yapısının boşanmalar ile yıkılması işin diğer sosyolojik ve psikolojik boyutudur.Kadınların istihdamı nedeniyle bugün bir çok erkeğin erkeğin işsiz olması da üzerinde tartışılması gereken bir konudur.

Kadının zaman içinde değişen konumu nedeniyle , Kur'anın miras taksimi konusundaki hükmünün geçersiz olması gerektiği iddiası yeniden düşünülmelidir. Çünkü bu hükmün geçersiz olması gerektiği düşüncesi, kadının hayat içindeki yerinin kapitalist sistem tarafından değişime uğratılması sebebi iledir. Kadının çalışmış olması sebebi ile , o kadının mirastan eşit pay almasını gerektirip gerektirmediği konusu Kur'an hükümlerinin ciddiye alınmaması ve zamana göre yeniden tanzimi anlamını taşımaktadır , kanaatimiz o dur ki Kur'anın kadının payı ile ilgili olan miras taksimi tarihsel değil evrensel bir hükümdür.

Bugün Kur'anın toplumun yönetimi ile ilgili olarak nasıl bir sistem önerdiği , yine Kur'anın uygulanabilirliği konusunda şüphe içinde olanların kafasını karıştıran konuların başında gelmekte olup, bir kısım Müslümanları, " Kıralım dizimizi mevcut yönetimin bize verdikleri ile idare edelim" şeklinde bir düşünce içine sokmuştur. Hatta bir kısım Müslümanlar , "Bundan iyisi Şam da kayısı" diyerek bu konuda daha teslimiyetçi bir tavır içine dahi girebilmektedir.

Adına "Demokrasi" denilen sistemin İslama gayet uygun olduğu, ve bu sistem içinde yaşamanın herhangi bir mahzuru olmadığı gibi düşünceler, özellikle son yıllarda Türkiye de iktidar olan mevcut siyasi partinin muhafazakar bir söylem içinde olması neticesinde , bu düşüncelerin dahada yaygınlaşmasına sebep olmuştur.

Demokrasi ; Yunanca da "Halk yönetimi" anlamına gelen bir kelime olup , insanlara seçim hakkı tanıyan bir yönetim sistemidir. Asıl olan yönetimin hangi esasları baz alarak halka seçim hakkı tanıdığıdır. Türkiye ye baktığımızda demokratik sistem , Kemalist ve laik bir temele oturtulmuş olan ve bu temel üzerine kurulmuş olan partilerin birisinin seçimler sonucunda iktidar olmasını sağlayan bir sistemdir. 

Türkiye üzerinde yaşayan büyük bir kesim Müslüman ,  böyle bir temele oturmuş olan siyasi partilerin birisini tercih ederek , kemalist ve laik temelli bir yönetimin devamını, demokratik sistemin bize tanıdığı bir hak olan seçim sistemi ile sağlamakta, ve bazılarımız ise bundan bırakın rahatsızlık duymayı , bu sistemi hararetle savunarak, bu sistemi kabul etmeyenlere karşı çıkmaktadır.

Gerekçe olarak ise , Kur'anın önerdiği bir sistemin artık uygulama imkanı kalmadığı , hiç olmazsa ucundan kıyısından verilen tavizler ile yetinmek gerektiği , mevcut sistemin imkanlarından yararlanmanın, bu sistemi desteklemeyi gerektiği, gibi sözlerle Müslümanlar atalet içine düşürülmeye çalışılmaktadır. 

Şurası bilinmelidir ki ; Mevcut sistemin imkanlarından yararlanıyor olmak , o sistemi desteklemenin gerekçesi ve şartı asla olamaz. Bu düşünceler Firavunun Musa (a.s) a zamanında kendi imkanlarından faydalandığı "Sen Kafirsin" demesine benzemekte olup , "Errezzak" ismini sisteme vermek anlamına gelmektedir.  

Bugün Müslümanlar olarak en büyük sorunumuz , içinde yaşadığımız sisteme tamamen entegre olmamız ,ve bu entegrasyondan kurtulmak gibi bir istek içinde olmayışımızdır. Hal böyle olunca da bütün meselemiz artık , içinde bulunduğumuz entegrasyona bir kılıf uydurarak , vicdanımızı rahatlatmanın derdine düşmek, kitabı ve düşüncelerimizi bu entegrasyon doğrultusunda yeniden düzenlemek olmaktadır. 

"Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy" sözünü bu şekilde hayata yansıtan bizler , içimizi rahatlatan sözleri söyleyenleri duyunca, onlara can simidi yapışarak, onları  bir kurtarıcı kahraman olarak görmekteyiz. 

Ama Kur'an ortada ve "Ben Müslümanlardanım" diyenlere yüklediği sorumluluklar açık ve nettir. Kur'an bizlere yaşadığımız hayat içinde nasıl bir yol izleyeceğimizi yaşanmış hayatlar ile anlatan bir kitaptır. Elçilerin anlatılan kıssaları onların toplumları içinde nasıl bir tavır sergilediklerini bizlere anlatmaktadır.

Hiç bir elçi yaşadığı toplumun yanlışlarına karşı "Bunlar dünya gerçeği" diyerek onlarla hiç bir şekilde müdahanede bulunmamış, toplumun "Şirk" unsuru taşıyan yanlışlarına karşı, kimseden korkmadan çekinmeden doğru olanı tebliğ etmişlerdir.

Bizler yaşadığımız hayat içinde Müslümanca bir hayat yaşamaya çalışmak ile mükellefiz. Eğer bu mümkün olmuyorsa, bu hayatı terk etmek gibi bir ruhsat maalesef bizlere verilmemiştir. İbrahim'in ateşine su taşıyan karınca , "Nasılsa benin bu ateşi söndürmeye gücüm yetmez" diyerek geri durmamış "Safım belli olsun" diyerek safını İbrahim den yana seçmiştir. 

Bizlere ne oluyor ki "Bu ateşi biz söndüremeyiz" diyerek, safımızı Nemrutlar dan yana seçiyoruz ?. Bizlerin, toplumu yöneten kuralları İslamileştirmeye gücümüz ve sayımız belki yetmeyebilir, ancak toplumun bu kurallar ile yönetilmesi tarafında safımızı seçmememiz için hiç bir neden yoktur. 

Yunus (a.s) gibi "Ben bu toplumu adam edemem" diyerek kaçmanın neticesi, onun üzerinden verilen bir örnekle bizlere anlatılmıştır. Bizler neticeye varmak gibi bir mecburiyet içinde olmamakla birlikte , inandığımız doğrulardan taviz vermeden o yolda dosdoğru yılmadan, ve kimseden korkmadan yürümek mecburiyetindeyiz.

1500 sene inmiş olan bir kitabın içindeki hükümlerin , bugün yaşayan insan hayatında nasıl yer edebileceği konusunun konuşulabilmesi , öncelikle kendimizi yaşadığımız dünyanın şartlarına mahkum olduğumuz gibi bir düşünce içinde olmaktan kurtulmak ile mümkün olacaktır. Kendisinin yaşadığı dünyanın şartlarına mahkum olduğuna inanan kimse , yaşadığı hayatın yanlışlarını görmemek için, bin bir yol aramak zorunda kalacaktır. 

Dinin sabiteleri denildiği zaman akla gelen ilk şey , ihlal edildiğinde bizi Allah (c.c) katında sorumlu düşürmesi olmalıdır. Eğer yaptığımız bir fiil ve söylediğimiz bir söz bizi Kur'an nazarından bakıldığında sorumlu duruma düşürüyorsa bu hükümler "Dinin Sabitesi" olarak evrensel bir anlam taşımaktadır. Yaşanan hiç bir zaman ve mekanda bu hükümlerin tarihselliği veya uygulanamazlığı tartışma konusu bile yapılamaz.

Kur'an, içindeki hükümlerin genel bir çerçeve çizilmesi itibarı ile insanın yaşadağı zaman ve şartları dikkate alan ana hükümler vaz etmektedir. Örneğin ; Hırsızlık suçuna el kesme olarak ceza öneren Kur'an , bu cezanın hangi derecede yapılan hırsızlık suçuna uygulanması gerektiğini hukukçuların içtihadına bırakmıştır. Kur'an içinde hükmü bulunmayan bir suç ise , Kur'anın önerdiği suça ceza mantığı çerçevesinde yine hukukçular tarafından belirlenecektir.  

Kur'an "Sabite" olarak tavsif edebileceğimiz hükümleri ile sadece indiği zaman ve mekanda yaşayan Araplara hitap etmekle kalmamış , içtihat yapılabilecek şekilde hükümler vaz ederek , evrenselliğini kıyamete değin koruyacaktır. İçindeki bazı "Tarihsel" olarak okunabilecek ayetleri öne sürerek , bu kitabın tarihselliğini iddia etmek , bizleri başka kitaplara yöneltecektir. Başka kitaplara yönelerek , bu kitaplar doğrultusunda hayatı tanzim etmenin karşılığı ise yine bu kitap içinde bizlere haber verilmektedir. 

Sonuç olarak ; Kur'anın ferdi ve toplumsal alanda uygulanabilirliği sorunu üzerinde yapılan bazı mütalaalar , kendisine Müslüman diyen bir kısım insanın, yaşadığı zaman içindeki hayat sistemi ile entegre olması sonucunda , gündeme gelmektedir. Yaşadığı hayattan kendisini kurtarmak istemeyen bir kısım Müslüman yaşadığı hayatı Kur'ana uygun olduğuna kendisini inandırmak için Kur'an içindeki bazı hükümlerin artık uygulama alanı kalmadığından yola çıkarak yeni söylem üretmeye , veya bu tür söylem üretenlerin peşine takılmaya heves etmektedir.

Kur'an geneline baktığımızda elçiler ve onunla birlikte olanların yaşamaya çalıştıkları hayatların , kavimlerinin şirkine karşı , Tevhidi bir duruş şeklinde gerçekleştiğini görebiliriz. Şimdi bu kitaba iman ettiğini iddia eden bazı hayatlara baktığımızda , yaşadığımız toplumun yanlışlarını kabullenerek onlara İslami bir kılıf giydirmek için atılan taklaları görmekteyiz. 
İslam kelimesinin anlamı "Teslim olmak" olduğuna göre , bizlere iman ettiğimiz kitaba teslim olmakla yükümlü olan insanlarız. Eğer bu kitap içindeki bazı hükümler ile yaşadığımız hayat çakışıyor ise, kitabı değil yaşadığımız hayatı değiştirmek zorundayız. 

Kur'an genelinde kıssa yolu ile yapılan anlatımların merkezinde , yaşadıkları şirk merkezli hayatı değiştirmek istemeyenler ile , bu hayatı değiştirenlerin mücadeleleri görülmektedir. Bizler bu hayatları dikkate alarak olması gerekeni onlardan öğrenmek gibi zorunluluk içindeyiz. Yaşadığımız hayatı değiştirmenin zorluklarına katlanamayarak , bu hayatı içselleştirmek , ve bu hayatlara İslami bir kılıf uydurmaya çalışmak, teslim olmak değil , teslim Almak anlamına gelecektir. 

                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

23 Mart 2016 Çarşamba

Hucurat s. 13. Ayeti Bağlamında Türkiye'nin İçinde Bulunduğu Durumun Değerlendirilmesi

Kur'an ihtiva ettiği ayetlerde, kişi ve toplumların hayatlarına o ayetlerdeki emir ve yasaklar ile yön vermektedir. Bu ayetler doğrultusunda hayatlarına yön veren kişi , toplum ve devletler, dünya hayatlarında mutlu ve mesut bir şekilde hayatlarını sürdürmeyi de garanti etmiş olacaklardır. Ayetlere aykırı yaşam süren kişi , toplum ve devletler ise, yıkıma mahkum bir hayat süreceklerdir. 

Bu yazımızda , toplumların ve devletlerin yıkımının nasıl olabileceğini, Hucurat s. 13. ayeti bağlamında okuyarak, yaşadığımız topraklar üzerinde olan olaylar çerçevesinde değerlendirmeye çalışacağız.

[049.013] Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için siz halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en kerim olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah, bilendir, haber alandır.

Rabbimiz bu ayette , bizleri bir erkek ve dişiden üreterek farklı kavimler halinde çoğalttığını , bunun sebebinin ise, birbirimiz ile ilişkiler kurmak olduğunu , bir kavmin diğer kavme üstünlüğü olmadığı, bizi değerlendirme kriterinin ırkımız veya mensup olduğumuz kabile ile değil , "Takva" ile olduğunu beyan etmektedir.

İnsanlar arasında farklı ırk ve kavme mensup olmak, yaşadığımız dünyanın bir gerçeğidir , ve bu gerçeği kimse ret edemez. Asıl olan, bu gerçeğin nasıl bir ölçek dahilinde değerlendirilmesi gerektiği olup , yanlış ölçek ile değerlendirilen bu gerçek , insanlar arasında düşmanlık oluşmasına , zamanla toplumların ve devletlerin yıkılmasına zemin hazırlayan sebeplerden bir tanesi haline gelmektedir.

İnsanlar arasında düşmanlıkların ortadan kalkarak birlik ve beraberliğin oluşması için , o insanları birbirlerine bağlayan en geniş halka üzerinden bir aidiyet düşüncesinin geliştirilmesi şarttır. Farklı ırk ve kavme mensup olanların birbirleri ile olan birlik ve beraberlik duygularının pekiştirilmesi için , mensup oldukları ırk ve kavimden daha üst bir kimlik oluşturularak , bu üst kimlik üzerinden bir aidiyet geliştirilmediği müddetçe , insanlar birlik ve beraberliklerini daha alt kimliklerini oluşturan unsurlar üzerine bina etmeye çalışacaklardır. 

Aidiyetlerini alt kimlikler üzerine bina eden kişi , toplum ve devletlerin bu fikir ve yönetim politikaları , bu alt kimlikler üzerinden düşmanlık yaratarak , toplum ve devletler üzerinde kirli emelleri olan şeytanlar için bulunmaz bir fırsatı oluşturmaktadır.

Devlet'in tarifini , "Belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanların , birbirleri ile olan ilişkilerini düzenleyen kanunların oluşturduğu bir yapı" olarak yaptığımızda , aynı topraklar üzerinde üzerinde yaşayan insanların tamamının eşit ve aynı haklara sahip olarak yaşaması gerektiği de gündeme gelecektir. 

Aynı devletin şemsiyesi altında yaşayan insanlar farklı din , mezhep , meşrep , ırk , ve kavimlere mensup olabilir . Onların bu farklılıkları aynı devlet çatısında yaşayan insanlar arasında ne üstünlük ne de eziklik unsuru olarak görülmesi insanlar arasında kin ve düşmanlıklara yol açacaktır.

Bir devlet , sınırları içinde yaşayan insanların farklı dil , din , kavim v.s gibi "Alt Kimlik" olarak tanımlayabileceğimiz özelliklerini öne çıkaran bir yönetim tavrı sergileyecek olursa , bunun adı "Ayrımcılık Politikası" olup , bu ayrımcılık , hem o ülke sınırları içinde yaşayan insanları rahatsız edecek , hem de o ülke üzerinde şeytani emelleri olanlara , bu emellerini gerçekleştirmek için hazır bir alt yapı ve bahane sunulmuş olacaktır.

Son yıllarda yaşadığımız ülke toprakları üzerinde yaşanan olayları bu çerçeveden değerlendirmeye çalışacak olursak, cumhuriyetin ilk yıllarına geri dönerek, yeni cumhuriyetin ilkelerini nasıl bir temel üzerine oturttuğunu hatırlamak , alt kimliği öne çıkarak politikaların toplumları nereye getirdiği ve ne hale soktuğunu görmek açısından yeterli olacaktır. 

Cumhuriyetin ilanı ile birlikte başlayan yeni süreçte , Türk kavmine mensup olanların yönetim üzerinde hakim olduklarını ve bu alt kimliği öne çıkarak bir yönetim politikası izlediklerini görmekteyiz. 

Türk kavmine mensup olanların , alt kimlikleri olan Türk olmalarını,  yönetim politikalarında öne çıkararak , "Ne mutlu Türküm diyene" , "Türkiye Türklerindir" , "Bir Türk Dünyaya bedeldir" v.s gibi söylemlerle insanlar üzerinde kavmiyetçilik duygularını kabartarak , bir kavmi üstün , diğer bir kavmi aşağılama yoluna gittikleri herkesin malumudur. Ezanın Türkçe okutulması , Türk ırkının saflaştırılması için Macaristan dan damızlık erkek getirilmesinin dahi gündeme gelerek faşizanlığın tavan yaptığı yönetim politikaları, hem Kürt ırkına mensup olanları rahatsız etmiş , hem de Türkiye üzerinde şeytani emelleri olanların ellerine hazır koz vermiştir.

Bir kavmin üstünlüğü üzerine kurulu sistem ve düşünce yerine , üst kimliği dikkate alan "Takva" temelli bir sistem ve düşünce kurularak , Türk , Kürt v.s kavim ayrımı yapılmadan insan olma onuru öne çıkarılarak temellendirilen yönetim politikaları uygulanmış olsaydı , bugün Türkiye nin içinde bulunduğu ve yıllardır binlerce insanın ölümüne sebep olan olayların önünün açılmasına fırsat verilmemiş olurdu.

Türkiye üzerinde şeytani emelleri olan devletler , cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllardan beri uygulanan kavmiyetçiliğe dayalı yönetim uygulamalarını, ellerine geçmiş hazır koz olarak kullanarak , Türkiyeyi güçsüz bırakarak topraklarını istila etmek için, Kürt kavmine mensup olanları özgürlük vaadi ile kandırarak onları kullanmaktadır. 

Özgürlük ve bağımsızlık vaatleri ile kendilerine kul ve köle yaptıkları insanların, üzerinde bulundukları topraklardaki yeraltı ve yerüstü kaynaklarını hoyratça kendi halklarının kullanımı için sömürenler , buna karşılık bu ülkelere kan , gözyaşı ve zulümden başka bir şey getirmemektedirler.

Bugün Türkiye üzerinde oynanan oyunlar , özellikle güneydoğu bölgesinde bulunan başta petrol olmak üzere diğer doğal kaynaklarının müstekbir ülkeler tarafından daha kolay bir şekilde sömürülmesini amaçlanmaktadır . Bu amaca ulaşmak için kullanılan yöntem ise ,  o topraklar üzerinde yaşayan Kürt kavmine mensup insanların bir kısmını , devletin bu kavim üzerinde uyguladığı ayrımcı politikaları bahane ederek kışkırtmaktır. 

Türkiye insanını birbirine kırdırmak sureti ile ülkeyi güçsüz bırakmak ve bu yolla ülkeyi daha kolay elde etmek için uygulanan bu yöntem yabancı bir yöntem değildir. Yıllardır halkı Müslüman olan ülkelerde uygulanan bu yöntem ile haritalar cetvel ile çizilerek , şeytan ülkeler arasında pay edilmiş , sıra Türkiye gelmiş ve bu ülkenin sınırları yeniden çizilmek istenmektedir. 

Bugün adına "Terör" denilen ve bütün ülke insanını derinden etkileyen olayların sona ermesi için Türkiye devleti tarafından alınan önlemlerin bu terörü bitirmesi imkansızdır. Türkiyenin içinde bulunduğu durum uzun yıllar yapılan yönetim hatalarının bir sonucu olup , gelinen noktaya bir kaç senelik hatanın sonucunda gelinmemiştir. Gelinen noktanın geri dönüşü ve huzur ortamının sağlanması için kısa süreli tedbirlerden çok uzun vadeli tedbirlerin alınması elzemdir.

İçinde bulunduğumuz duruma uzun yıllar süren bir süreç sonunda gelmiş olmamızı , bu durumdan çıkışında belki daha uzun yıllar sürecek olan yeniden yapılanma ile mümkün olacaktır. En baştaki yetkiliden tutunuz , en sade halk bile bu durumdan çıkışı istemekte fakat , ortaya konulan çıkış çareleri, günü birlik çıkış çareleri olduğu için fayda yerine zarar vermektedir.

Hucurat s. 13. ayeti , bizlere içinde bulunduğumuz durumdan çıkmanın reçetesini vermektedir. 

Reçetede , insanlara belirli bir kavme mensup olduğu için değer verilmesi ve bu değer üzerine kurulu yönetim anlayışı yerine, insanlara verilmesi gereken değerin "Takva" ya dayalı bir sistemden alınması gerektiği yazmaktadır.

İnsanlara Türk , Kürt , Arap v.s gibi kavme mensup oldukları için üstün veya küçük görmek yerine , o insanları birbirine bağlayan daha üst bir değerler sistemini hayata hakim kılmadıkça, insanlar arasında baş gösteren bu düşmanlığın önünün alınması mümkün olmayacaktır. 

Bu topraklar üzerinde yaşayan insanların kavimlerini değil , inançlarını öne çıkaran bir yönetim sistemi kurulmadıkça , bir kavme mensup olan insanlar kendilerini bu ülkenin tek sahibi , diğer kavme mensup olan insanlar da kendilerini sığıntı ve aşağı bir insan olarak görmekten kurtulamayacaklardır. 

Onların bu durumu ülkeyi bölmek isteyenler için bulunmaz bir fırsat olup , bu fırsatı değerlendirmek için ellerinden geleni ardına koymayacaklardır.

Türkiye nin içinde bulunduğu savaş ortamından kurtulabilmesi için , dün nasıl kökten bir yenilenme yapılarak Osmanlı İmparatorluğunun yerine Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ise , bugün yeniden kökten bir yapılanma gerekmektedir.

Yönetim ilkelerini "Takva" temelli bir sisteme dayandıran yeni bir yapılanmada hiç bir kavim kendisini ne üstün ne de aşağı olarak görmeyecektir. Birbirleri ile farklı kavimlere mensup olsalar dahi daha üst bir kimlikleri olan inanç beraberliği üzerine kurulu bir sistemde dostluk ve kardeşlik bağları daha sıkı olacak ve bundan zarar görecek olan ülke insanı değil , bizleri bölmek ve parçalamak isteyen şeytanlar olacaktır. 

Türkiyenin takva temelli bir sisteme sahip olmasının önünde öncelikle anayasal engeller olduğu malumdur. "Değiştirilemez" denilen maddeler , bizlerin bu güne gelmemizde önemli bir payı olan maddeler olup , bunların yerinde kalması demek , içinde bulunduğumuz durumun daha da kötüleşmesi anlamına gelecektir. 

Bugün Türkiye genelinde referandum yapılarak , "Türkiye Cumhuriyeti" isminin değiştirilip, bu topraklar üzerinde yaşayan bütün insanları kapsayan başka bir isim konulup konulmasının oylanması sonucunda , büyük çoğunlukla "Hayır" oyları galip gelecektir. Bu gün ülke yönetiminin  başındakiler bile, anayasayı değiştirme çabalarında "Değiştirilmesi bile teklif edilemez" denilen maddelerin değiştirilmesi konusunda en küçük bir dil uzatsalar, anında dilleri kesilecektir. 

Kavmiyetçiliğin tavan yaptığı bir ülkede böyle bir yeniden yapılanmanın zorluğunu hatta imkansızlığını bu satırları yazan çok iyi bilmektedir. Böyle bir kökten yapılanma olmadığı müddetçe , terör olaylarının arkasının kesilmeyeceğini , daha uzun yıllar sonunda bu ülkenin bölünmesinin gerçekleşeceğini ise yönetim kademesindekiler de çok iyi bilmelidir. 

Firavunun Mısır ülkesindeki gerçekleştirdiği yönetim politikası ve sistemi , özellikle kavmiyetçiliği dayalı bir sistem üzerine kurulu yönetimlere ibret olmalıdır. İsrailoğullarını yok sayan ve onları soy kırıma uğratarak nesillerin kesmek isteyen Firavun ve avanesi bu yönetimlerinin sonuçlarını canları ile ödemişlerdir.


Aynı ülke üzerinde yaşayan insanları birbirine bağlayan ortak payda Allah (c.c) nin önerdiği "Takva" temelli bir hayat olmalıdır. Böyle bir temele dayanmayan hayatlarda her türlü anarşi ve terör kaçınılmaz olup , toplumu rahatsız edebi bir unsur olarak ,hem maddi hem de manevi olarak yıkıma sebep olacaktır.

Temellerini laik , kemalist ilkeler üzerine kuran bir devletin bu ilkeleri terk ederek , üstünlüğü takva da arayan bir sistem kurması zor görünmektedir. Ancak başımızda olan bela ve sıkıntılardan kurtulma çaresi , yerleşik sistemin devam etmesi  değil , değişmesidir.

Yerleşik sisteme bağlılığın tavan yaptığı bir ülkede böyle bir düşüncenin dahi recmedilme sebebi olduğunu gayet iyi bilmekteyiz. Ancak içinde bulunduğumuz sıkıntıların sebebi olan sistemin devam etmesini istemek sorunu bitirmeyecektir.

İçinde bulunduğumuz sıkıntılara yol açan sistemi savunmaya devam etmek , bu sıkıntılara bu sistem içinde çözüm aramak çözüm değil çözümsüzlük üretmekten başka işe yaramayacaktır.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin birbirleri ile tanışıp kaynaşmaları için farklı kavimler halinde getirdiği insanlar zaman içinde bu farklılıklarını övünç vesilesi haline getirerek , "Kavmiyetçilik" denen bir hastalığa tutulmuşlardır. Bu hastalığın tavan yaptığı Arap toplumu içindeki Evs ve Hazrec kabilesi , yüzlerce yıldır süren bu düşmanlıklarını takva temelli bir hayat neticesinde unutarak, bizlere bu konuda güzel örnek olmuşlardır. 

Kavmi öne çıkarak düşünce fikir ve sistemler insanlar için her zaman zulüm kaynağı olmuş ve bu zulmü yapanlar ise helak olmuşlardır. Bu helak değişmez bir yasa olup , bu gün ve yarın aynı zulüm sistemi üzerine yönetim bina edenler bu yönetimleri ile birlikte helak  olacaklardır. 

Helak sadece zulmedenler ile sınırlı kalmayarak , içimizden bu zulme seyirci kalanlara da sirayet ederek, bizlerinde helak olmasına sebep olacaktır. Kişiden başlayarak topluma , oradan yönetime taşınan takva temelli hayatlarda , mensup olduğumuz kavim övünç vesilesi değil , sadece alt kimlik olarak kalacak ve düşmanlığa yol bir unsur olmaktan çıkacaktır.


Bir ülke toprakları üzerinde yaşayan insanların farklılıkları , o ülkeler üzerinde hain emelleri olanlar tarafından istismar konusu edilerek , o ülkeyi güçsüz düşürerek işgal etme planlarının en başta gelenidir. Bir ülke toprakları üzerinde yaşayan insanlar aidiyetlerini en üst kimlik üzerinden pratiğe dökmediği müddetçe yaşadığımız topraklar üzerinde dönen olayların ardı arkası kesilmeyecektir. 

RABBİMİZ BİZLERİ ÜST KİMLİĞİ ÖNE ÇIKARARAK BİRBİRLERİ İLE KARDEŞ OLDUĞUNU UNUTMAYAN KULLARINDAN KILSIN.

21 Mart 2016 Pazartesi

Şeytanın Kardeşler Arasını Ayırma Yolunu Yusuf Kıssasından Okumak

Kur'anın "Ahsen-El Kasas" (Kıssaların en güzeli) olarak beyan ettiği Yusuf kıssası, bizlere diğer kıssalar gibi bir çok yönden mesajlar vermektedir. Bu kıssa içinde okuduğumuz ayetlerin bir kısmında, Yusuf'un kardeşlerinin ona olan düşmanlıkları ve neticesi anlatılmakta olup , her kıssa gibi bu anlatımlarda da bize dönük mesajlar olduğunu düşünerek , bu mesajların ne olabileceği yönünde bir okuma yapmaya çalışacağız.

"Kardeş Kavgası" deyimi , maalesef biz Müslümanların gündeminden yüzyıllardır düşmemektedir. Bizleri böyle bir deyimi kullanmaya sevk eden amiller , ve bu amilleri önleme yolları , bu kavgaların önlenmediği takdirde başımıza neler geleceği, Kur'an içindeki bir çok ayette haber verildiği halde , şeytan bizlere galip gelerek kardeşlerimiz ile aramızı bozmuş, ve bizleri güçsüz bırakarak ,  kafirlerin elinde oyuncak durumuna düşen bir topluluk haline getirmiştir.

Yusuf suresi 4. ayetinden öğrendiğimize göre , Yakub (a.s) ın 12 oğlu bulunmaktadır , bu oğulların 2 si ayrı , 10 u ise ayrı eşlerden doğan çocuklardır. Bu iddiamızı rivayetler kanalı ile değil , surenin 59. ayetinde Yusuf'un kardeşlerine "Babanızdan olan  kardeşinizi bana getirin" sözlerinden anlamaktayız. Bu söz bize o kardeşin annesi ile diğer kardeşlerin annelerinin aynı olmadığını göstermektedir.

[012.008] Hani demişlerdi ki: Biz, güçlü bir topluluk olduğumuz halde Yusuf ve kardeşi, babamızın yanında daha sevgilidirler. Doğrusu babamız apaçık bir sapıklık içindedir.

Bu ayet ise bizlere yine , Yusuf ve kardeşi ile diğer kardeşlerin annelerinin ayrı olduğunu göstermektedir. Kardeşler arasındaki anne ayrılığı, kardeşler arasında bir guruplaşma meydana getirerek , Yusuf ile kardeşine karşı , diğer kardeşlerin husumet beslemelerine sebep olmaktadır. "Yusuf ve kardeşi" ifadesi bile , diğer 10 kardeşin , 2 kardeşe nasıl baktıklarını göstermektedir.

Kendilerini "Güçlü bir topluluk" olarak gören 10 kardeş , bu güçlülüğü babalarının nezdinde diğer 2 kardeşten daha fazla sevilmeleri gerektiğine dair bir gerekçe olarak kullanmaktadırlar. 

[012.005]  Babası şunları söyledi: «Oğulcuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar; zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır».

Yusuf'un gördüğü rüyayı babasına anlattıktan sonra babasının ona söylediği sözler , bu ayrışmanın babaları tarafından bile fark edildiğini göstermektedir. Yusuf'un babasının, oğluna söylediği "şeytan insanın apaçık düşmanıdır" sözünün, burada anahtar bir cümle, ve anlatımın mesaj içerikli olarak okunmasında önemli bir nokta olduğunu düşünmekteyiz. 

Şeytanı , "İnsanın ayağını cennetten kaydırarak , onu cehenneme götüren her kişi , kuruluş , düşünce v.s" olarak anladığımızda "Şeytan" kelimesi ile ifade edilenin ne veya neler olduğu, hayat içinde anlamını daha kolay bulacaktır. 

Şeytan, kardeşler arasını bozarak onları birbirine düşman etmekte, ve bu kardeşler şeytanın kendileri için en başta gelen düşman olduğunu unutarak , kendilerine asıl düşman olanın diğer kardeşleri olduğunu  zannederek, kendi kardeşlerine saldırmakta ve kardeşlerin birbirini kırması neticesinde, sadece şeytan bu işten karlı çıkmaktadır.

Şeytanın, Yusuf'un kardeşlerini kullanarak , insana olan açık düşmanlığını, yaşandığı tarihsel zaman ve mekandan çıkararak , günümüze dönük mesajlar olarak okumaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ;  

Yusuf ve kardeşine diğer kardeşlerin düşman olmasını , günümüzün bir deyimi olan "Alt Kimlik - Üst Kimlik" deyimlerinin ifade ettiği anlamlar üzerinden okuduğumuzda , anlatılan olayın güncel mesajını kavrayabileceğimizi düşünmekteyiz. 

Yakub (a.s) ın 12 oğlunun 10 tanesinin ayrı , diğer 2 tanesinin ise ayrı annelerden olmasını "Alt Kimlik" , 12 oğlun tamamının aynı babadan olmasını ise "Üst Kimlik" olarak değerlendirdiğimizde , onların kıssasının bize dönük mesajını okumak kolaylaşacaktır. 

Yakub (a.s) ın 10 oğlu, alt kimlikleri olan aynı anneden olmuş olmalarını dikkate alarak gruplaşmışlar , diğer 2 kardeşleri kendi annelerinden olmadıkları için, onlara karşı bir husumet beslemektedirler. Halbuki onlar üst kimlikleri olan , 12 kardeşin de aynı babadan olmalarını dikkate almış  olsalardı , diğer 2 kardeşe herhangi bir husumet duymaları için sebep olmayacaktı.

Şeytan işte bu noktada devreye girerek , kardeşlerin arasındaki bu durumu kendi lehine çevirerek insana olan düşmanlığını göstermek için, elinden geleni yapmaya çalışacaktır.

Kendi annelerinden doğmamış olmalarını onların aralarını bozmak için koz olarak kullanan şeytan , insanlık tarihi boyunca bu kozu her zaman kullanmış ve kullanacaktır. "Alt kimlik - Üst Kimlik" olarak ifade edebileceğimiz bu tür ayrışmalar, her toplumda meydana gelebilecek olan, ve şeytanların her an insanlar arasında düşmanlık yaratma vesilesi olarak kullanabilecekleri ayrışmalardır örneğin ; 

Olayı Türkiye üzerinden değerlendirecek olursak , bu topraklar üzerinde yaşayan farklı kavimlere mensup insanlar bulunmaktadır. Bu farklılıklar insanların alt kimliğini oluşturmaktadır. Türk , Kürt , Laz , Arap , Çerkez, Gürcü , Abaza v.s gibi kavimlere mensup olarak Türkiye topraklarında yaşayan insanların, birde üst kimlikleri bulunmaktadır.

Farklı kavimlere mensup olarak "Alt Kimlik" oluşturmuş olan insanların ortak olan "Üst Kimlik" leri, AYNI İNANCA SAHİP OLMAK ve AYNI TOPRAKLAR ÜZERİNDE YAŞAMAKTA OLMALARIDIR. İşte bu ortak payda, farklı kavimlere mensup olsalar dahi , aynı halkanın içinde olmaları,  insanların bu ortak değerler üzerinde birliktelik oluşturmalarını gerektirmektedir. 

Şeytan, dün nasıl Yakub (a.s) ın oğulları üzerinde, onların sahip olduğu alt kimliği öne çıkartmaları yönünde vesvese vererek, diğer kardeşlerine düşman olmalarını sağladı ise , aynı şeytan Türkiye üzerinde farklı kavimlere mensup olarak alt kimlik oluşturmuş olanlar üzerinde de oyunlar oynayarak, onların birbirlerine düşman olmaları için elinden geleni yapmaktadır. 


Toplumlar, içlerindeki farklılıkları körüklemek üzerine kurulu, fikir ve ideolojileri öne çıkardıkları takdirde, aynı toprak üzerinde ve aynı inanca mensup olan insanların kamplara bölünmeleri sonucunda yıkıma uğrarlar. Bu yıkım dün bu tür sebeplerle gerçekleşmiş , toplumların yıkılması bu gün ve yarın da böyle olacaktır. Öyleyse yıkıma uğramamın yollarından birisi, bir toplumu birbirine bağlayan üst kimliği dikkate alan fikrin oluşturduğu bir yönetim içinde, üst kimliği öne çıkaran bir anlayışla, insanların birbirine düşman olmaMAsı üzerine kurulmuş sistem ile yönetilmesidir.. 

Türkiye nin bu gün geldiği noktada, alt kimliği dikkate alarak , Türk kavmini öne çıkaran , nüfusun büyük çoğunluğunu teşkil eden Kürt kavmine mensup insanları yok sayan bir yönetim anlayışının etkisinin büyük olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Şeytani güçler işte bu durumu kendi lehlerine kullanarak , Türk - Kürt kavgası çıkarmaya, bu yolla Türkiyenin gücünü kırmaya, ve bu yolla Türkiye üzerinde yaşayan insanları kendi kontrolü altına almayı amaçlayan planlarını yıllardır sahneye koymaktadırlar. 

Kürt kavmine mensup olanların, mevcut yönetim tarafından yıllardır asimilasyona uğratılma çalışmaları , şeytani güçlerin Türkiye üzerindeki kirli emellerini gerçekleştirmek için ellerinde önemli bir koz olmuştur. Kürt kavmine mensup olanların bir kısmı ise bu oyuna gelerek , kendilerini özgürleştireceğini sandıkları bu şeytanların oyunlarına alet olmaya devam etmektedirler. Halbuki etrafımıza baktığımızda şeytani güçlerin bir ülkeye nasıl özgürlük ve mutluluk !! getirmek iste(me)diği gözümüzün önünde acı örnekleri ile yıllardır ortadadır. 

Müstekbir şeytanların bu oyunları, bizlerin alt kimliklerimizi öne çıkaran kavmiyetçi düşünce ve yönetim anlayışlarımızda inat ettiğimiz sürece devam edecek ve bu şeytanlar amaçlarına er geç kavuşacaklardır.

[012.100]  Ana-babasını tahtın üzerine çıkarıp oturttu. Hepsi onun için secdeye kapandılar. Dedi ki: Babacığım; işte bu; vaktiyle gördüğüm rüyanın gerçekleşmesidir. Doğrusu Rabbım, onu gerçekleştirdi ve bana ihsan etti de; şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkardı ve sizi çölden getirdi. Muhakkak ki Rabbım, dilediğine lütufkardır. Muhakkak ki O'dur O, Hakim, Alim.

Yusuf'un kardeşleri , ona yaptığından pişman olup tevbe ettikten sonra, yukarıdaki ayette insanların birbirleri ile olan bağlarını oluşturan "Üst Kimlik" etrafında nasıl toplandıklarını gösterilmektedir.

İnsanların birbirleri ile olan bağlarını oluşturmasında dikkate alınması gerekli olan nokta "Alt Kimlik" değil , "Üst Kimlik" olmalıdır. Yusuf (a.s), kardeşlerinin kendisine yaptığı kötülüğü unutup onları bağışlayarak ,  üst kimlik olan Allah (c.c) ye iman eden bir yönetim anlayışı etrafında kardeşlerini topladıktan sonra, Mısır ülkesinde yaşamaya başlamışlardır. Bizler kendi ülkemizde eğer mutlu ve barış içinde yaşamak istiyorsak , şeytanların vesvesesi olan alt kimliği değil , Allah (c.c) nin önerdiği üst kimliği dikkate alan inanç ve bu inanç üzerine bina edilmiş yönetim anlayışı ile hayata devam etmek zorundayız. 

[049.013] Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için siz halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah, bilendir, haber alandır.

Hucurat s. 13. ayeti , alt kimlik gerçeğini hatırlatan , fakat asıl olması gereken "Takva" yani Allah (c.c) den sakınmak temelli bir hayatın kişi ve toplum hayatında öne çıkması gerektiğini beyan etmektedir.

Takva, yani Allah (c.c) den sakınmaya dayalı yaşantı, kişi ve toplumların yaşantısında egemen olmadığı müddetçe , insanlar arasını bozmaya çalışan şeytanların eline hazır bir fırsat  verilmiş olacaktır. Bu fırsatın verilip verilmemesi bizlere bağlı olup , şeytanların alt kimlik üzerinden insanlar arasında hiç bir zaman ayrılık yaratmasına fırsat verilmemelidir. 

 İnsanların birbirleri ile olan birlik ve beraberliğini sağlayan en önemli unsur olarak gördüğümüz üst kimliğin , mensup olduğumuz "İslam Dini" olarak görülmesi gerektiğine rağmen, şeytan tarafından her zaman istismar edilmeye müsait bir alan olan alt kimlik meselesi, maalesef bu noktada da ortaya çıkarak , birlik ve beraberliğin sağlanmasında en önemli unsur olan din bağı, maalesef olması gereken bağlılığı insanlara sağlayamamaktadır. 

Bunun kabahatlisi elbette dinin kendisi değildir. 

Bu dine mensup olanların büyük çoğunluğunun üst kimlikleri olan, ve Allah (c.c) nin kendilerine verdiği verdiği "Müslüman" ismini arkaya koyarak , alt kimlik olarak ifade edebileceğimiz , ve Kur'anın onay vermediği fırka isimleri ile kendilerini ifade etmeye çalışmaları, yine şeytanın kardeşler arasını bozma çalışmalarının bir ürünüdür. "Sünni Müslüman" - "Şii Müslüman" şeklinde, birleşmesi neredeyse imkansız olan iki büyük guruba ayrılmış olan Müslümanlar , bu iki gurubun içinde de binlerce fırkaya bölünerek , mensup oldukları fırka adı ile kendilerini tanıtmakta ve birleşmeyi imkansız hale getirerek , şeytanların ekmeğine yağ, hatta bal kaymak sürmektedirler.  


Şeytanın arzusu olan böyle bir bölünmenin getirdiği sonuçların acı neticelerini her an yaşamakta olmamıza rağmen , fırkalara bölünmüş olanların hiçbiri bu fırkaları terk ederek , üst kimliğimizi oluşturması gereken "Kur'an" etrafında buluşmayı bırakın istemek  , böyle düşünce içinde olanları "Sapık" olarak ilan  etmekten çekinmemeleri, içinde bulunduğumuz durumun vahametini göstermektedir.

Sonuç olarak ; "Şeytan size apaçık bir düşmandır" şeklinde bir çok ayette beyan edilen gerçeğin , insan ve toplum hayatında ortaya çıkması , kardeşler arasına nifak sokarak onları birbirine düşman etmek şeklinde de kendisini göstermektedir. 

Kıssa yollu anlatımlar bizlere , geçmiş yaşantılardan örnekler sunarak , ibretler almamızı isteyen anlatımlar olup , bu kıssalardan olan ve "En güzel kıssa" olarak belirtilen Yusuf kıssasındaki mesajlardan bir tanesi de , şeytanın kardeşler arasını bozma yolunun canlı ve yaşanmış bir örnek olarak gösterilmesidir. 

Kardeş kavgasından kurtulma yolu , kardeşliğimizi sağlayan en geniş halka olan inanç bağı ile birbirimize bağlanmak ve bu inancın bize önermiş olduğu kişisel ve toplumsal yükümlülükleri yerine getirmek ile mümkün olacaktır. Şeytan her an bizlerdeki açıkları kollayarak , kardeşlerimiz ile aramızı açmaya , aramızda düşmanlık çıkarmaya ve bu yolla ayağımız cennetten kaydırarak , bizleri cehennem yaranı yapmak için gayret etmektedir. Bize düşen ise şeytanın bu tür oyunlarına fırsat vermemek olmalıdır. 

                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

14 Mart 2016 Pazartesi

İSMET SIFATI : Muhammed (a.s) ı Beşer Olmaktan Çıkaran Bir Düşünce

Allah (c.c), biz insanların dünya hayatında nasıl yaşamamız gerektiğine dair  vaz ettiği kuralları , yine biz insanlar arasından seçtiklerine vahy yolu ile bildirmiştir. Allah (c.c) den aldıkları vahyi kavimlerine iletmekle görevli olan elçilerin , kavimleri içindeki bazı kimseler tarafından şiddetli bir muhalefet ile karşılandıklarını , elçilerin kıssalarını okuduğumuzda görmekteyiz. 

[017.094]  Onlara hidayet geldiği zaman; insanları inanmaktan alıkoyan, sadece: Allah peygamber olarak bir beşeri mi göndermiştir? demeleridir.

Kavimlerin ileri gelenlerinin, o elçilere karşı getirdiği itirazlardan bir tanesi de , o elçilerin BEŞER oldukları noktasındadır. Son elçi olan Muhammed (a.s) da önceki elçilere gösterilen aynı tepkilerle karşılaşarak, önceki elçi atalarının karşılaştığı itirazların aynısı ile ona da yapılmıştır. 

[025.007]  Dediler ki: «Bu resule ne oluyor ki, yemek yemekte ve pazarlarda dolaşmaktadır? Ona, kendisiyle birlikte uyarıp-korkutucu olacak bir melek de indirilmesi gerekmez miydi?»
[021.003]  Onların kalpleri tutkuyla-oyalanmadadır. Zulme sapanlar, gizlice fısıldaştılar: «Bu sizin benzeriniz olan bir beşer değil mi? Öyleyse, göz göre göre siz büyüye mi geleceksiniz?»

Kendisinin biz gibi bir insan , bizden farkının ona vahyedilmesi olduğunu bir çok ayette gördüğümüz Muhammed (a.s) , vefatı sonrasında ortaya çıkan Kur'andan onay almayan farklı elçi algısı neticesinde, insan olmaktan çıkarılarak insanüstü bir peygamber portresine büründürülmüştür.

[017.093] «Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız.» De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim.

Mesajın kendisini değil , getiren elçiyi öne çıkaran bir düşünce temeline oturtulmuş olan genel geçer elçi anlayışında, ona tahsis edilmiş bazı sıfatlar vardır ki , sanki bu sıfatlar diğer insanlardan ayrı olarak , sadece ona has bir ayrıcalıkmış gibi bir düşünce üzerine kurulmuştur. 

"İsmet" , ona tahsis edilmiş bir ayrıcalık olarak Muhammed (a.s) a layık görülen bir sıfat ve , onun her türlü günah işlemekten korunmuşluğunu ifade etmektedir.  

"Muhammed (a.s) a layık görülen böyle bir sıfatın Kur'ani karşılığı nedir" ? diye sorduğumuzda, Kur'andan şöyle bir cevap alırız;

[080.001-4] Amânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve çevirdi. Sana kim bildirdi! Belki o temizlenecek, yahut öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek.
[066.001]  Ey Nebi! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
[009.043]  Allah senden affetti ya! Neden doğru söyleyenler sence belli oluncaya ve yalancıları öğreninceye kadar beklemedin de onlara izin verdin?
[008.067]  Hiç bir nebiye, yeryüzünde kesin bir zafer kazanıncaya kadar esir alması yakışmaz. Siz dünyanın geçici yararını istiyorsunuz. Oysa Allah (size) ahireti istemektedir. Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.

Bu ayetler , Muhammed (a.s) ın yapmış olduğu bazı hataları haber vermektedir. Onun tarafından yapılmış olan bu hataların vahiy ile düzeltildiğini görmüş olmamız ona, "Günahtan korunmuşluk" yani ismet zırhının giydirilmemiş olduğunu göstermektedir.

Ayrıca ona bazı ayetlerde şu türden ikazların yapılmış olduğunu görmekteyiz;

[039.065] Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyolunmuştur ki: Andolsun  Allah'a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun!


Zümer s. 65. ayeti, Muhammed (a.s) dan önceki bütün elçilere, onların da diğer insanlar gibi şirke düştükleri takdirde başlarına neyin geleceğini haber vermektedir. Bu demektir ki , bütün elçilerin diğer insanlardan herhangi bir ayrıcalığı yoktur , bu durum Muhammed (a.s) içinde geçerlidir.

Muhammed (a.s) ı ikaz eden buna benzer pek çok ayeti Kur'anda görmekteyiz.

[028.086-87]  Sen, sana bu Kitap'ın verileceğini ummazdın. O ancak Rabbinin bir rahmetidir. Öyleyse sakın inkarcılara yardımcı olma.Allah'ın ayetleri sana indirildiğinde sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Rabbine çağır, sakın müşriklerden olma.
[002.147]  Gerçek Rabb'indendir, sakın şüphelenenlerden olma.
[006.014]  De ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah'tan başkasını mı veli edineceğim! De ki: Bana müslüman olanların ilki olmam emredildi ve sakın müşriklerden olma! (denildi).
[006.035]  Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi gücün yetiyorsa yerin içine (inebileceğin) bir delik, ya da göğe (çıkabileceğin) bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplardı. O halde cahillerden olma!
[006.114] «Allah size Kitap'ı açık açık indirmişken O'ndan başka bir hakem mi isteyeyim?» Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onun gerçekten Rableri katından indirilmiş olduğunu bilirler. Öyleyse, sen şüpheye düşenlerden olma!
[010.094-95]  Sana indirdiklerimizde herhangi bir şüpheye düşersen, senden önce kitap okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbinden hak gelmiştir. Sakın şüphe edenlerden olma!Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan da olma, yoksa kaybedenlerden olursun.
[010.104-106] De ki: «Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz bilin ki ben Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam. Ancak, sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim. İnananlardan olmakla emrolundum.»Bir de tevhid inancı içinde hak dine yönel ve sakın müşriklerden olma!«Ve Allah'dan başka, sana faydası da, zararı da dokunmayacak olan şeylere yalvarma! Eğer yalvarırsan, o zaman hiç şüphesiz sen zalimlerden olursun.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerde öne çıkan ortak nokta , Muhammed (a.s) a uyarıların yapılmış olmasıdır. Bu uyarılar ona korunmuşluk zırhı giydirilmediğini , diğer insanlar gibi her an ayağının kayabileceği hatırlatılarak hataya düşmemesi gerektiğini bildirilmektedir. 

Ayrıca Muhammed (a.s) a tevbe etmesini emreden ayetleri dikkate aldığımızda onun , böyle bir emir ile muhatap olmasını, bizim gibi bir beşer olması nedeniyle istiğfar etmesini gerektirecek ameller işlemesinin muhtemel olduğunu anlayabiliriz.

[047.019]  Şimdi şunu bil ki, Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. Bil de günahına, inanan erkeklere ve inanan kadınlara bağışlanma dile. Allah, dolaştığınız yeri de bilir, durduğunuz yeri de.
[040.055]  (Resûlüm!) Şimdi sen sabret. Çünkü Allah'ın vâdi gerçektir. Günahının bağışlanmasını iste. Akşam-sabah Rabbini hamd ile tesbîh et.
[110.003]  Hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.

Bu ayetlerden Muhammed (a.s) ın işlediği günahkardan ötürü tevbe ve istiğfar etmesi emrediliyor düşüncesini çıkarmak doğru olmasa da , bu ayetler onun korunmuşluk zırhına sahip olmadığını gösteren ayetlerdir.

Burada bazılarımızın aklına , Muhammed (a.s) ın beşer olarak artık aramızda olmadığı , dolayısı ile onun korunmuş olup olmadığının tartışmasının yapılmasının gereksiz olduğu şeklinde bir düşünce gelebilir. 

Bu düşüncede olanlar elbette haksız sayılmazlar , ancak onun korunmuş olması meselesi sadece onu ilgilendiren ve onunla sınırlı bir konu değildir .Onun dışında başkalarına da böyle bir korunmuşluk zırhı giydirilerek , bazı kimselere dokunulmazlık atfedilmesine zemin hazırlamak amacına matuf olarak ortaya atılmış bir düşüncenin ürünü olarak , Muhammed (a.s) a böyle bir zırh giydirilme ihtiyacı duyulduğunu düşünmekteyiz.

Muhammed (a.s) a bir beşer olarak hataya düşmekten korunmuşluk gibi bir zırh giydirilmeliydi ki , onun ardından gelen ve bazılarınca kutsanmış olan beşer şahsiyetlere de böyle bir zırh giydirilsin. Muhammed (a.s) da olmayan bir korunmuşluk zırhının , bazılarınca kutsallık atfedilen beşer cinsinden olan şahsiyetlere verilmiş olması , haklı olarak itirazlara sebebiyet vereceği için , bu itirazların önünün kapatılması ,önce Muhammed (a.s) a böyle bir zırh giydirilmesi ile mümkün olacak , böylelikle kendilerine kutsallık atfedilenlerin önünde engel kalkmış olacaktır.

Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan bazı fırkalar , düşüncelerini böyle bir masumiyet ve korunmuşluk üzerine bina ederek , kutsiyet atfettikleri kişiler üzerinden din algısı oluşturmuşlardır.

İnsanlara kutsallık atfeden düşüncenin başında Şia düşüncesi gelmektedir. Şianın "Masum İmam" teorisi etrafında geliştirdiği fikirlere baktığımızda, akla zarar kabilinden iddiaların ortaya atılarak, beşer cinsinden olanlara ilahlık kisvesinin giydirilmiş olduğunu görürüz. 

Müslümanların en büyük sıkıntısı olan fırkacılık , masumiyet ve korunmuşluk teorisi üzerine bina edilmiş bir düşünce olup , "Vahiy merkezli" bir din yerine "Kişi merkezli" bir din ihdas edilerek fırkaların kutsal olarak gördükleri kişilerin sözleri vahyin yerine geçirilmiştir. 

Bu kişilerin asla sorgulanamayacağı, söylediklerine itiraz edilmesinin kişileri "Kafir" konumuna düşüreceği korkuları yerleştirilerek İslam dünyası, bugün içinde bulunduğumuz duruma getirilmiştir. 

Tasavvuf merkezli din anlayışı , ismet yani korunmuşluk teorisini çok iyi kullanan bir ekol olup , kerameti müritlerinden menkul din baronlarının insanlar üzerinde istedikleri gibi tasarruf sağlamasına meydan vermektedir. Tasavvuf ekolündeki kişilerin sorgulanamazlığı üzerine kurulmuş olan din algısını gördüğümüzde , Muhammed (a.s) a neden böyle bir zırh giydirilme ihtiyacı hissedildiğini daha iyi anlayabiliriz. 

Muhammed (a.s) a korunmuşluk zırhının giydirilmiş olması iddiası, bir bakıma onun iradesinin Allah (c.c) tarafından ipotek altına alınması anlamına da gelecektir. Allah (c.c) hiç bir kulunun iradesini ipotek altına almadığını ve hiç bir kulun onun nezdinde ayrıcalığı olmadığını bildirdiği halde neden bizler hala Muhammed (a.s) a "Özel Kul" statüsü yüklemekte ısrar etmekteyiz.

Sonuç olarak ; Muhammed (a.s) a giydirilmiş olan "İsmet" (Korunmuşluk) zırhı, Kur'andan onay almayan bir düşünce olup , bu düşüncenin temelinde "Kişi merkezli" dediğimiz din anlayışının, sağlam bir zemine oturtulmak istenmesi yatmaktadır. Muhammed (a.s) ı beşer olmaktan çıkararak , yarı ilah konumuna getiren din anlayışı , ondan sonra gelen ve bazılarınca kutsallık atfedilen kişiler üzerinden oluşturulmuş din algısının sorgulanamaz bir hale getirilmesine, önce böyle bir sıfatı Muhammed (a.s) a layık görerek , arkasından gelen diğer insanlara da aynı sıfatı vermek için bir zemin hazırlamıştır.

Bu tür yalan ve iftira üzerine kurulmuş olan düşüncelerden ancak "Vahiy merkezli" bir din algısının oluşturulması ile kurtulmak mümkün olacaktır. Aksi takdirde "Sen falan kişinin dediğine itiraz mı ediyorsun ?" kabilinden,  bu kutsanmış kişiler ne dese ne yapsa doğrudur yaptığının bir hikmeti vardır bizler onu anlayacak ilme sahip değiliz , kabilinden sözler daha yüzyıllarca Müslümanların ağzından düşmeyecektir. 

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

13 Mart 2016 Pazar

Ankebut s. 45. Ayeti Bağlamında Şuayb (a.s) ın Salatının Bize Dönük Mesajı

Kur'anı doğru anlamanın yollarından birisi , kavramlar etrafında oluşturulmuş olan anlam örgüsünü okuyabilmek, ve bu anlamı hayata yansıtabilmektir. Herhangi bir kavramın içini boşaltarak, onu daraltma veya buharlaştırma ameliyesine tabi tuttuğumuzda , bu kavram üzerinden önerilen sistem ve kurallar doğru anlaşılmamış olacaktır. 

Salat , Kur'anın "Anlam Buharlaştırma" ameliyesine uğratılmış olan en başta gelen kavramlarından bir tanesidir. Bu kelimenin bir çok  Müslüman zihninde meydana getirdiği ilk anlam sadece namaz ibadeti , bir kısım Müslüman zihninde ise namaz ibadetinin haricinde olan bazı anlamlar olup , Türkiye Müslümanlarının gündeminde , "Salat namaz mıdır değil midir?" şeklinde tartışmaların konusu olmuş vaziyette , Kur'anın bu kavram üzerinden vermek istediği mesajın doğru anlaşılıp hayata aktarılmasını beklemektedir. 

Kur'an okuyucularının bilmesi gereken önemli bir husus şudur ki ; Kur'an içinde geçen bir kelime sadece etimolojik anlamı üzerinden gidilerek anlama çalışmasına tabi tutulduğunda bizlere net bir bilgi vermeyebilir. Kelimenin içinde bulunduğu cümle , ayet , sure , kur'an bütünlüğü dikkate alınarak , o kelimenin ifade ettiği anlamın anlaşılmaya çalışılması , bizleri daha doğru sonuçlara götürecektir. 

"Salat" , kelime olarak tefsir literatüründe "Çok anlamlı" olarak ifade edilen bir kelimelerdendir, bu kelime geçtiği ayetlerin tamamında aynı anlama gelmez. Namaz ibadetinin Kur'anda olmadığını savunan zihniyet sahiplerinin , kelimenin bu yönünü istismar ederek bazı laf cambazlıkları ile kendi düşüncelerini Kur'ana onaylatma yolunu seçtiklerini görmekteyiz.

Kelimelerin etimolojik anlamlarının bilinmesinin, elbette Kur'anın anlaşılmasında önemli bir rolü bulunmaktadır. Salat kavramı da etimolojik açılardan incelenerek, anlamı üzerinde konuşulabilir, fakat bu kavram diğer kavramlardan farklı olarak "Anlatılmaz yaşanır" diyebileceğimiz bir öneme sahiptir. 

Kur'anın kelimelere yüklediği en doğru ve gerçekçi anlamı , bu kelimenin etrafında yaşanan elçi kıssaları ile, bizlere anlatılan geçmiş hayat örneklerinden anlamak mümkündür. Elçiler , Allah (c.c) tarafından gönderilmiş insanlar olarak , kavimlerinin hayatlarında olan yanlışları ikaz etmek , ve onları düzeltmeleri yönünde hatırlatmalarda bulunan ve hatırlattıkları şeyleri önce kendileri örneklik olarak yaşayan insanlardır. 

[006.162] De ki: Salatım, nusukum, hayatım ve ölümüm, alemlerin Rabbi Allah içindir.

"Salat" , insan hayatının en önemli kavramlarından olup , en geniş anlamı ile "Kulun kendisinden yüce olarak bildiğine karşı olan yönelimi" olarak nötr bir tarif getirilebilir. Bu yönelimin sadece olması gereken ise , yüceler yücesi olan Allah (c.c) olup , onun dışındakilere yapılan yönelim Kur'an literatüründe "Şirk" olarak adlandırılmıştır. 

 اتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ

[029.045] Kitap'tan sana vahyolunanı oku; salatı ikame et; muhakkak ki salat hayasızlıktan ve fenalıktan alıkoyar; Allah'ın zikri en büyüktür! Allah Yaptıklarınızı bilir.

Ankebut s. 45. ayetinde , salatın ikamesi emredilmekte olup , ikame edilen bu salatın kişileri fahşa ve münkerden alıkoyacağı haber verilmektedir. Fahşa ve münkerden alıkoyması, salatın en önemli tarafı olduğunun beyan edilmiş olması, dikkat çekici bir noktadır. 

Ayrıca salatın nötr anlamını dikkate aldığımızda , fahşa ve münkerden alıkoymak bir tarafa , fahşayı ve münkeri emreden bir salat anlayışını müşriklerde görmekteyiz. Onların fahşa ve münkeri emreden bir salat içinde olmalarına sebep ise , Allah (c.c) dışındakilere olan yönelimleridir.

Peki nedir bu fahşa ve münkerden alıkoyan salat ? dediğimizde soruya cevap olarak, yazımıza konu etmeye çalışacağımız Şuayb (a.s) ın salatı nasıl ikame ettiğinin örneği karşımıza çıkmaktadır.

Muhammed (a.s), kendisine okunan önceki elçi atalarının yollarını izleyen bir yöntem ile salatı ikame etmeye çalışmıştır. İşte bu elçi atalarından bir tanesi Şuayb (a.s) olup , onun kavmine karşı salatı ikame etme örnekliği, başta Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlara örnek olmuş , ve bu örneklik bizler için de geçerlidir. Şuayb (a.s) ın kavmine karşı söyledikleri onun salatı ikame etmesinin örnekliği olup , dile getirdiği yanlışlara karşı ortaya koyduğu doğrular, ve bu uğurdaki mücadelesi , onun salatı ikame etme etmenin hayat içinde pratize edilmiş halini göstermektedir.

Şuayb (a.s) ın kavmi Medyen in nasıl bir yanlış içinde olduğunu şu ayetler bizlere anlatmaktadır.

[007.085]  Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik): «Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın; eğer inanan (insan)lar iseniz, böylesi sizin için daha iyidir!»
[007.086]  Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu eğip bükmek isteyerek öyle her yolun başında oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki, bozguncuların sonu nasıl olmuştur!

[029.036]  Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı gönderdik, onlara dedi ki: «Ey benim kavmim! Yalnız Allah’a kulluk edin, âhiret gününü bekleyin ve ülkede fesatçılık yaparak düzeni bozmayın!»

[011.084] Medyen'e de kardeşleri Şu'ayb'ı gönderdik. Şu'ayb onlara: «Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur. Ölçeği ve tartıyı da eksik tutmayın; ben sizi bir refah içinde görüyorum ve ben, sizi kuşatacak bir gönün azabından korkuyorum.
[011.085]  «Ve ey kavmim! Ölçeği de, teraziyi de adâlet ile ifâ edin ve insanların eşyalarını eksiltmeyin ve yeryüzünde müfsidler olarak fesad çıkarmayın.»
[011.086]  «Eğer mü'minseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.»

Medyen kavminin yanlışlarını , Allah (c.c) yi tek ilah olarak kabul etmemek sonucunda meydana gelen, yeryüzünde fesat çıkarmak , kendileri inanmadıkları gibi inanmış olanları yoldan çevirmeye çalışmak , refah içinde bir yaşam sürdükleri halde bunun şükrünü ifa etmemek , ölçü ve tartıda noksanlık olarak sıralayabiliriz. 

 Medyen kavmi, yaşamış oldukları hayat sisteminin kendilerine atalarından geçtiğini , onların yollarını izledikleri söylemekte, ve bu yolun doğru olduğuna dair olan delillerini bu şekilde dile getirmekte idiler. Atalarından devraldıkları bu sistemin yanlış olduğunu , yaşadıkları hayat içinde yapıp ettiklerini belirleme yetkisinin Allah (c.c) ye ait olması gerektiğini kavmine tebliğ eden Şuayb (a.s) ın kavminden aldığı cevap şu dur ;  

[011.087] «Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı meneden senin salatın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin» dediler.

Kavminin Şuayb (a.s) a söylediği "Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı meneden senin salatın mıdır?" sözü , onlarında kendilerince belirlenmiş bir kuralları olduğunu yani o kavminde salatı ikame ettiğini söyleyebiliriz. Ancak o kavmin salatını belirleyen Allah (c.c) olmadığı için o kavim zımnen Şuayb (a.s) a " Bizim salatımızı belirleyen atalarımızın gittiği yol olup , bu salatın kurallarında mallarımız üzerinde belirleme hakkı Allaha ait değildir bizim salatımızda böyle bir kural yoktur" demektedir.

Salat kavramının Şuayb (a.s) örneğinde hayata geçirilmesi, kavminin ağzından çıkan sözlerle bize öğretilmektedir. Buna göre salatın insan hayatındaki anlamlarından bir tanesi , Atalardan gelen ve şirke dayalı hayat sistemini terk etmek , insan hayatı üzerindeki tasarruf yetkisinin insanlar değil , onu yaratan Allah (c.c) olduğunu insanlara hatırlatmak yolunda yapılan çabaların bütünü olduğunu söyleyebiliriz. 

"Salatı ikame" şeklinde bir terkip ile gelmesi , bu kavramın hayat ile olan bağının etle tırnak misali bir kavram olduğunu bize göstermektedir. Yani "Salat" kavramı , sadece söz ile anlatılacak bir kavram değil , hayatın içinde yaşanan bir kavramdır.

Şuayb (a.s) ve diğer bütün elçiler,  bu kavramın gereği olarak sadece Allah (c.c) nin çizdiği kurallar dahilinde yaşanan bir hayatın hakim olması için kavimlerine gerekli olan hatırlatmaları yapmış , onların bu hatırlatmaları Muhammed (a.s) a örnek olmuştur. 

Bu örneklikler bizlerin hayatında nasıl pratiğe aktarılabilir?.

Bu sorunun cevabını , Şuayb (a.s) ın kavmine karşı olan sözlerinden anlayabiliriz.

[011.088]  Dedi ki: «Ey kavmim görüşünüz nedir-söyler misiniz? Ya ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek suretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir. Benim başarım ancak Allah iledir; O'na tevekkül ettim ve O'na içten yönelip dönerim.»

Şuayb (a.s) , kavminin yaptığı yanlışları önce kendi hayatından çıkarmak sureti ile göstererek , doğru bir yaşamın örneğini kendisi üzerinden pratik olarak insanlara aktarmaktadır. Kur'anın bir çok yerindeki "Salatı ikame edin" emrini, sadece "Namazı kılın" olarak anladığımızda (Namaz ibadetini ret ettiğimiz anlaşılmasın) günün kalan vakitlerinde sanki serbestmişiz gibi bir anlam ortaya çıkmaktadır ki , bu düşünce salat kavramının anlamına terstir. 

Nisa s. 103. ayetinde "Kitaben Mevkuten" (Yazılmış Vakit) olarak beyan edilen salat (namaz) günün belirli vakitlerine has bir bir ibadet olup , bu vakitler haricinde de salatı ikame etmek yani bütün yönelimimizi Allah (c.c) ye has kılmak ile yükümlü olduğumuz hatırdan çıkarılmamalıdır. 

Salat , hayatın her anında kulun Allah (c.c) ye olan yöneliminin bir ifadesi olduğuna göre , bu yönelmenin tersi olarak başkalarına yapılan yönelmeler "Tevelle" (Sırt çevirmek) anlamına gelerek , hesap gününde ateşe atılmak olarak karşılığı görülecektir. Tarih boyunca gelen elçiler , insanlara bu gerçeği haber vererek sadece Allah (c.c) ye kul olmanın nasıl hayata geçirilmesi gerektiğini hem sözlü , hem de fiili olarak tebliğ etmişlerdir. 

Bizler "Müslüman" olmanın bir gereği olan  "Salatı ikame" ile görevli kullar olarak , aynı yolu izlemek ve , salatı ikame etmenin anlamını kendi hayatımızda yaşayarak göstermek ile mükellefiz. Ancak ne var ki bir çoğumuz , sadece bu kavramın yaşama aktarılmamış boyutunu yani kavramı tartışmak yolunu seçerek , hayat içinde yaşanma örneği gösterememekteyiz. 

Salat anlam olarak , Allah (c.c) ye YÖNELMEK , onun dışındakilere YÜZ ÇEVİRMEK demek olup , Allah (c.c) dışındakilere yönelmek demek , Allah (c.c) ye yüz çevirmek anlamına gelecektir. Salatı ikame etmenin örneğini Şuayb (a.s) dan öğrenecek olursak , onun mensup olduğu kavmin Allah (c.c) den yüz çevirmesinin hayatlarına nasıl yansıdığını iyi okuyup , bu yansımanın bu gün için nasıl yaşadığımız toplum içinde ortaya çıktığını görerek , önce kendimizi o kavmin şirkinden temizlemek sonra da salatı ikame etme emrinin gereklerini yerine getirmeye çalışmalıyız. 

Kavminin Şuayb (a.s) a söylediği "Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı meneden senin salatın mıdır?" sözü bize, onun yerine getirmeye çalıştığı "Salatı ikame" emrinin, birilerini rahatsız ettiğini yani ses getirdiğini göstermektedir.
Eğer bizim salatı ikame adına yapmış olduğumuz fiiller ve söylediğimiz sözler , Allah (c.c) ye yüz çevirerek , salatlarını ondan başkaları adına ikame edenlerin nezdinde bir rahatsızlık meydana getirmiyor ise , salatı ikame adına yaptığımız amelleri gözden geçirmemiz gerekmektedir.

Ancak bugün bir kısım Müslüman bu emrin sadece bir cüzü olan namazı hayatına geçirmekte , fakat bu cüz bile o kişileri "Fahşa ve Münker" olarak ifade edilen fiillerden alıkoymamaktadır. "Müslüman" olma iddiası ile salatı ikame emri ile yükümlü olarak fahşa ve münkerden alıkoymak ile görevini üstlenmiş olan kişilerin, fahşa ve münkeri işlemekte ön sıralarda olması , bizlerin bu konuda önder olması gerekirken , kendi içimizde daha bu kavramı içselleştirememiş olduğumuzu göstermektedir.  

Şuayb (a.s) ın salatı , Ankebut s. 45. ayetinin beyanı üzere ikame edilmiş bir salat örneği olarak karşımıza çıkmakta , hem onu fahşa ve münkerden alıkoymakta , hem de kavminin , fahşa ve münkeri terk etmeleri için gereken mücadeleyi yapmasına sebep olmaktadır.

[003.104] Sizden, hayra çağıran, marufu emreden ve münkerden sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.

Maruf olanı emretmek , münker olandan sakındırmak şeklinde bir çok ayette beyan edilen durum , iman edenlerin vasfı olarak karşımıza çıkmaktadır. İyi ve güzel olan şeyleri ifade eden bir kavram olan "Maruf" olanı tavsiye etmek, ve kendisi de onu yaşamak ile görevli olan iman edenler , bunu yapmayarak , kötü ve çirkin olan şeyleri ifade eden bir kavram olan "Münker" olanı hayatlarına hakim kıldığında fesadın kapısının açılmasına sebep olarak , bu fesadın meydana getirdiği zararlardan sorumlu olacaklardır. 

Sonuç olarak ; Aldığı her nefeste kulluk bilincini unutmaması gereken bizlere , bu bilincin nasıl hayata geçirileceği , bizden önce bu bilinci hayata geçiren elçiler örnek gösterilerek canlı bir şekilde öğretilmektedir. "Salat" bu bilincin  hayata geçirilmesi anlamında bir kelime olup , "Anlatılmaz yaşanır" diyebileceğimiz bir kavramdır. 

Gönderilmiş elçilerden olan Şuayb (a.s), bu kavram etrafında oluşan anlamı önce kendi hayatına , sonra yaşadığı kavmin yanlışlarına karşı koymak sureti ile toplumun yanlışlarına karşı doğru olanı ikame etmek görevi dahilinde yapması gerekenleri yapan, örnek bir elçi olarak bizlere "Rol Model" olarak sunulmaktadır. 

Onun salatı ikamesinin kavmini rahatsız etmiş olması , bu kavramın hayata geçirilmesinin bazı taşların yerinden oynamasına sebep olduğu anlaşılmaktadır. Bizler bu görevi ifa adına yaptığımız şeyler, eğer bazı taşların yerinden oynamasına sebep olmayarak , taşların daha sağlamlaşmasına sebep oluyorsa , kendimizi yeniden gözden geçirmenin vakti gelip geçmektedir.  

Enam s. 162. de beyan edildiği üzere , salatın Allah (c.c) için olması , onun dışındaki yönelimlerin ret edilmesi anlamına gelmekte olup , Kur'an bu yönelimini kime olacağı konusunda yapılmış mücadele örnekleri ile dolu bir kitaptır. Salatın Allah (c.c) dışındakilere yapılmasında neticesinde ortaya çıkan durumun adı fesat olup , yeryüzünün ıslahı sadece salatın Allah (c.c) ye has olması neticesinde mümkün olacaktır. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

8 Mart 2016 Salı

Gündemimiz Adem'in Babasının Olup Olmadığı mı Olmalıdır?

Müslümanların birbirleri ile yapmış olduğu tartışmaların , onları daha ileriye taşımak amaçlı olması gerekirken , gündem yapılmaması gereken , veya gündem edilmesi gereken daha acil ve önemli konular varken , "Suni Gündem" olarak tabir edebileceğimiz , kısır konuların gündem edilerek , bu konular etrafında tartışmalar yapılması , bizlere bir şey kazandırmamakta, hatta kazandırmak şöyle dursun , bizleri kayba uğrattırmaktadır.

"Suni Gündem" olarak tabir ettiğimiz konulardan bir tanesi , Adem'in babasının olup olmadığı noktasında yapılmakta olup , bu konuda iki görüş etrafında yoğunlaşan tartışmalar uzun yıllardır sürmektedir. Yazının konusu, Ademe baba bulmak veya babasız olduğunu ispat etmeye çalışmak değil , bu konularda yapılan tartışmaların kısırlığı ve gereksizliği üzerinde olacaktır. 

Konuya girmeden önce kısaca , bu konuda yapılan tartışmaları hatırlatmak istiyoruz. Adem kıssası ile ilgili  tefsirlere bakıldığında, insanın çoğalması ile ilgili verilen bilgilerde , insanların Adem ile eşinden türediği , Ademin eşinin her batında ikiz çocuk dünyaya getirdiği , onlardan doğan bu çocukların çapraz evlilik yaparak, bu yolla insan neslinin çoğalmasının sağlandığı yazmaktadır. İşlenen ilk cinayetin , bu evlilik modeline razı olmayan Kabilin, kendisi ile aynı batında doğan kardeşi ile evlenmek istemesi neticesinde meydana geldiği yönünde tefsirlerde bilgilere rastlamaktayız. 

Tefsirlerdeki bu yazılanların, Kur'andan onay almayan ve "İsrailiyyat" denilen kirli bilgilerin ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Tefsirlerde yer alan bu bilgileri istismar ederek , bazı kimselerin eleştiri , alay ve hakaretlerine maruz bırakılmamız neticesinde , eziklik psikolojisinin ürünü olduğunu söyleyebileceğimiz , farklı bir görüş olarak , Allah (c.c) nin bir çok ademler yaratarak , insanları böyle çoğalttığı iddialarını da görmekteyiz.

İşin garibi , bu iki zıt görüşün delilinin Kur'an içinden getirilmiş olmasıdır. Kardeş evliliğini savunan görüş , Nisa s. 1. ayetini delil olarak sunarken , bir çok Adem yaratıldığı görüşünü ileri sürenlerin ise, başta Araf s. 11. ayeti olmak üzere bazı ayetleri delil olarak sunduklarını görmekteyiz. 

Bu görüşlerin hangisinin doğru olduğunu tartışmak veya , insan neslinin nasıl türediği konusu hakkında Kur'an ayetlerini incelemek bu yazının konusu olmadığı için , ortaya atılan görüşlerin her ikisinin "Kesin bilgi" olmadığını söylemek istiyoruz. Kardeş evliliğini veya bir çok Adem yaratıldığını iddia eden görüşler , delil olarak sundukları ayetler üzerinde vardıkları şahsi görüşler neticesinde bu bilgilere sahip olduklarını söyleyebiliriz. Varılan bu neticelerin doğruluğu elbette tartışılabilir, ancak savunulan bir görüşün, diğerini mahkum ederek kendi görüşünü üste çıkarmaya asla hakkı yoktur. 

Burada şunu hatırlamakta fayda mülahaza etmekteyiz ; Kur'an bir biyoloji kitabı değildir , bu kitap bize insan neslinin nasıl çoğaldığını değil , onu çoğaltan Allah (c.c) nin kudretine işaret etmektedir. Bizler bu tarafı ıskalayarak , bu kitaptan biyolojik bilgiler çıkarmaya kalktığımız zaman , çıkardığımız bazı bilgiler bizi yanıltabilir.

Yazının konusunun , bu görüşlerden hangisinin doğru olabileceği değil , neden böyle bir gündem ortaya atılması noktasında olduğunu tekrar hatırlattıktan sonra konuya girelim ;

İslam düşmanları tarafından , Kur'an içindeki bazı ayetlerin istismar edilerek , biz Müslümanlara karşı alay ve hakaret konusu edildiği malumdur. İnsan neslinin kardeş evliliği ile çoğaldığı konusundaki Kur'anda olmayan, fakat tefsirlerde olan görüşlerin bahane edilerek , İslama ve Kur'ana hakaret edilmeye çalışıldığı, bir çoğumuzun malumudur.

Bu tür alay ve hakaretleri dikkate alarak , savunma psikolojisi içinde yapılmaya çalışılan bazı izahların temelinde , bu tür iddiaların ret edilmesine yönelik izah ve yorumlar olduğunu görmekteyiz. Ancak bu iddialar ret edilmeye çalışılırken yapılan yorumların , bu tür iddia sahiplerini ikna etmeyi amaçlayarak yapılmaya çalışıldığını görmekteyiz. 

Yapılan bu ikna çalışmalarında , bazı Kur'an ayetlerinin yanlış şekilde tevil edilerek , sadece karşı tarafa "Biz sizin iddia ettiğiniz gibi değiliz" mesajını vermeyi amaçladığını görmekteyiz. 

Veya , Kur'an içindeki ayetlerin bazı yorumlarının , bazı kimselere ters gelebileceğini düşünerek , bazı ayetlerin yorumunun "Onlara ne deriz" mantığı çerçevesinde yapılarak , şirin görünmek gibi bir amaca hizmet ettirilmeye çalışıldığını görmekteyiz. 

Bu tür iddia ve görüşlerin ortaya atılma amacının , bizleri suni gündemler etrafında vakit kaybettirmeye yönelik olup , esas gündemi bizlerin oluşturmasına engel olmaya yönelik ve bizleri, başkaları tarafından oluşturulmuş olan suni gündemler etrafında dönüp dolaştırmaya amaçlayan atraksiyonlar olduğunu söylemek istiyoruz. 

Müslümanların gündemleri , kimseye şirin görünmek veya bazıları tarafından yanlış olarak görülen bazı bilgileri düzeltmeye çalışmak olmamalıdır. Bizler kendi gündemimizi kendimiz tespit ederek , bizi fikri ve ameli olarak daha ileriye taşıyacak olan konular üzerinde gündem oluşturarak , başkalarının dümen suyunda gidenlerden olmaktan kurtulmalıyız.

Bu noktada özellikle, Türkiye genelinde Kur'anı merkeze alan sayın hocalarımızın sorumluluk alması gerektiğini hatırlatmak istiyoruz. Bizans papazlarının , İstanbul fethedilirken meleklerin kanadını tartışmaları misali , etrafımızdaki ateş tüm dünyayı kaplarken , biz hala geçmişte Muaviye ve Ali kavgasında kimin haklı , kimin haksız olduğu gibi, bize faydası olmayan konuları tartışmaktan geri durmalıyız.   

Veya bazıları bizi öcü gibi gördüğü için "Biz öcü değiliz" kabilinden, müdahene içine girilmiş bazı yumuşatma hareketlerinden kaçınmalıyız. Yüzlerce yıldır bitmeyen kavgaların devamı olan , hadis -sünnet , şefaat , kabir azabı , İsa (a.s) ın nuzulü , mehdi , Allah (c.c) nin nerede olduğu gibi içinde yaşadığımız dünyanın gerçeklerinden soyutlanmış düşünceleri bir tarafa bırakarak , İslamın bu dünyaya neler söylediğini gündem etmeye gayret etmeliyiz.

Kur'anın bizden gündem etmemizi istediği şeyin ne olduğunu öğrenmek istersek , kıssalar yolu ile anlatılan hayatları okumak, bize gündem belirlemede yardımcı olacaktır. Nuh , Hud , Şuayb , Lut , Salih , İbrahim (a.s) ların yaşadıkları hayatlara baktığımızda, onların ağızlarından çıkan sözler , kavimlerinin yaşadıklara hayata dokunan sözler olup , o kavimlerin yaptıkları yanlışlara karşı , doğru olanın ikame edilmesi üzerine olduğunu görürüz. 

Bugün yeni bir elçi gelmiş olsa. bu elçinin gündeme acaba ne olabilirdi ?. 

Bu soruya verilecek cevap , bizlerin gündem belirlemesinde önemli rol oynayacaktır. Yeni bir elçi gelmiş olsa, bu elçi asla geçmişte yapılan kavgalarda kimin haklı kimin haksız olduğu gibi bugüne dair sözü olmayan konuları gündem etmezdi. 

Şayet bugün yeni bir elçi gelse , kendisinden önceki elçi atalarının gündemi olan , "Şirk" i gündeme alarak , yaşadığımız dünyanın içinde olduğu duruma Tevhidi çareler sunmak olacaktır. Çünkü Kur'andaki elçi kıssalarına baktığımızda , bütün elçilerin gündeminde kavimlerinin şirk inanç ve yaşantıları olup , bu yaşantıları düzeltmeleri için onlara yaptığı çağrılar yer almaktadır. 

Bize ne oluyor ki , elçi atalarımızın gündemini terk  ederek , incir çekirdeğini doldurmayacak konular üzerinden birbirimize olan düşmanlığımızın daha da artmasına neden oluyoruz ?. 

Yeni bir elçi gelse , o elçi önce bizleri düzgün bir gündeme sahip olmamız noktasında gerekli uyarıları yaparak , kendimize çeki düzen vermemizi isterdi. Bizim gibi daha kendisinin nasıl bir görevi yüklendiğinden habersiz , boş gündemler etrafında gezen Müslümanlar , bu halimizle o elçiye ayak bağı olmaktan başka bir işe yaramayız.

Fesat , zulüm , kan , göz yaşına boğulmuş olan bir dünyada , biz Müslümanların bu fesada karşı bir sözünün olmaması düşünülemez. Biz bu gidişe karşı bir söylem üzerinde değil , bu fesada devam edenlerin bizim için belirlediği gündemler üzerinde dönüp dolaştığımız müddetçe , bizlerden rahatsız olması gereken zalimler rahat nefes alarak , fesatlarına hız kesmeden devam edeceklerdir. 

Rivayet kültürünün anlattığı din , maalesef bu konuları gündem etmekten uzak , veya vahşeti ve cinayeti esas alan bir söylem ve eylem üzerine kurulu olduğu için , insanların İslamdan kaçmasına sebep olduğunu unutmayalım.

Sonuç olarak ; Kendisini Kur'anı öne çıkarmaya adamış insanların gündem belirlemede örnek olmaları gerektiğini hatırlatmak isteriz. Bu kimselerin belirlediği gündemler , bizleri fikri ve ameli olarak ileriye götüren konuları tartışmamızı ve konuşmamızı sağlayarak , o konular etrafında bizlerin ufkunu açıcı fikirleri ve düşünceleri ile önder olmaları gerekmektedir. Ademin babasının olup olmadığı , onun ilk insan olup olmadığın tartışmanın bizlere herhangi bir faydası olmayacağı için , bu tür konuların gündeme alınması , yarardan çok zarar getirecektir. 

Gündemimizi yine Kur'andan belirleyerek , tarih boyunca gelen elçilerin kavimlerine karşı gündem ettikleri konuyu bizimde devam ettirerek , şirkin hakim olduğu , kan ve gözyaşı selinde boğulan bir dünyanın , tevhide döndüğünde nasıl bir mutluluğa kavuşacağı , yine Kur'an içinden örneklerle anlatılmalıdır. 

Bizler Kur'anı gündeme alan sayın hocalara , gündem belirleme konusunda yapacak olduğumuz taleplerle , onların daha doğru gündem belirlemelerine yardımcı olarak , bizlerin ufkunun açılmasında onlara ön ayak olabiliriz. Ademin babasının olup olmadığı türünden yapılan tartışmalar, bizlere boşa vakit kaybından başka bir işe yaramayacaktır.

RABBİMİZ BİZLERİ SUNİ GÜNDEMLER İLE VAKİT KAYBETMEYEN KULLARINDAN KILSIN.

6 Mart 2016 Pazar

RESUL: Doğru Anlaşıldığında Taşların Yerine Oturacağı Bir Kavram

Müslümanlar arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen ihtilafların başında , son resul olan Muhammed (a.s) ın, dinde nasıl bir konum sahip olması gerektiği konusu gelmekte olup , onun sahip olduğu "Resul" sıfatının yanlış anlaşılması neticesinde oluşturulan resul anlayışı , dinde bazı taşların yerinden oynatılmasına sebep olmuştur. 

Kaypak bir zemine oturtulan resul anlayışı , onun Allah (c.c) ile aynı konumda olması düşüncesini beraberinde getirmiştir . Böyle bir zemine oturtulan resul anlayışında , Kur'an içinde beyan edilmeyen bir konunun, onun hadisleri ile tamamlanmış olduğu düşüncesi ortaya atılarak , Muhammed (a.s)dinde , haşa eksiği tamamlayan bir kişi haline getirilmiştir. 

Bilindiği üzere "Hadis" denildiği zaman akla gelen ilk şeyler , o sözlerin Kur'an gibi vahiy mahsulü olduğu , onlar olmadan Kur'anın anlaşılamayacağı , onların Kur'anı tamamladığı gibi , Allah (c.c) ye eksiklik izafe etmek anlamına gelen düşüncelerdir. 

Muhammed (a.s) a yakıştırılan bu konumun yanlış olduğunu , onun böyle bir konuma oturtulmasının, Allah (c.c) ye atılmış yalan ve iftira olduğunu iddia edenlere , Muhammed (a.s) ın dinde ortak olmasını savunan anlayış sahipleri tarafından , "Hadis -Sünnet inkarcısı" , "Resul düşmanı" v.s gibi isimler takılarak , rencide edilmeye çalışıldığı malumdur.

Bu konuda ortaya atılan düşüncelerin , onun sahip olduğu "Resul" (Elçi) sıfatının yanlış anlaşılmasından kaynaklanmakta olduğunu söyleyebiliriz. Eğer onun bu görevinin sınırları, doğru biçimde anlaşılacak olursa , yapılan kavgaların önünün alınması bir nebzede  olsa mümkün olacaktır. 

Bu yazımızda, bu kavramın anlamı ve sınırları konusundaki düşüncelerimizi paylaşarak, resul konusunda doğru bir yaklaşım sergileme yönünde, bir katkı sağlamaya çalışacağız. 

Kelimenin sözlük anlamı şu şekildedir;

"Reslun" ; "Acele etmeden gönderilmek , yollanmak" anlamındadır.
"Naqatün Resletün" : Kolay ve yumuşak yürüyüşlü dişi deve.
"İblün Merasilü : Kolay bir şekilde gönderilen develer. (El Müfredat)

Terim olarak resul kelimesi ; "Bir hükümdarın mesajını başkalarına ileten kimse" anlamında olup , bu kelimeyi Kur'an terimi olarak okuduğumuzda , "Allah (c.c) nin mesajını ileten Melek veya Beşerden seçilmiş olan kimseler" için kullanılan bir kelimedir. 

Kur'anda , bu kelimenin sözlük anlamında kullanıldığı ayetler bulunmaktadır

[026.053] Firavun da şehirlere  toplayıcılar gönderdi( Feersele):
[012.031]  (Kadın) Onların düzenlerini işitince, onlara gönderdi (Erselet), oturup dayanacakları yerler hazırladı ve her birinin eline bıçak verdi. «Çık, onlara « dedi. Böylece onlar onu  görünce büyüttüler,  ellerini kestiler ve: «Allah'ı tenzih ederiz; bu bir beşer değildir. Bu, ancak üstün bir melektir» dediler.

"Resul" (Elçi) konusunda bilinmesi gerekli olan en önemli nokta , bu görevi yüklenen kişinin yetki ve görevinin sınırlı olduğu , taşıdığı mesajın içeriğine artırma ve eksiltme yapmak gibi kişisel bir müdahalesinin olmamasıdır. Bu nokta dikkate alınarak , Muhammed (a.s) ın konumu anlaşılmaya müddetçe, yanlışlıkların ardı arkası kesilmeyecektir.

Muhammed (a.) ın resul olmasını işte bu noktayı dikkate alarak okumak zorundayız. Bu nokta dikkate alınmadan, veya göz ardı edilerek ortaya konan resul anlayışında, maalesef yarı ilah konuma yükseltilmiş ve Kur'an ile uyuşmayan bir resul portresi ortaya çıkarılmıştır.

[017.093] «Veyahut senin için altın- dan bir hane olmalı veya göğe derece derece yükselesin ve senin yükselmene de asla inanmayız, tâ ki, üzerimize kendisini okuyacağımız bir kitap indiresin.» De ki: «Rabbimi tenzih ederim, ben bir beşer olan resûlden başka değilim.»
[006.050]  De ki: «Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.» De ki: «Görenle görmeyen bir midir? Düşünmüyor musunuz?»
[007.203]Onlara bir ayet getirmediğin zaman, «Sen bir tane yapsaydın ya» derler. De ki: «Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana uyarım. Bu Kitap inanan kavme Rabbinizden açık belgeler, yol gösterme ve rahmettir.»
[010.015] Ayetlerimiz onlara açık açık okununca, bizimle karşılaşmayı ummayanlar, «Bundan başka bir Kuran getir veya bunu değiştir» dediler. De ki: «Onu kendiliğimden değiştiremem, ben ancak, bana vahyolunana uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabına uğramaktan korkarım.»
[010.109] Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.
[018.110] De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.
[033.002]  Sana Rabbinden vahyolunana uy; şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
[038.070] «Bana sadece vahyolunuyor; doğrusu ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.»
[041.006] De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu vahy olunuyor. Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!
[046.009]De ki: «Ben peygamberlerin ilki değilim; benim ve sizin başınıza gelecekleri bilmem; ben ancak bana vahyolunana uymaktayım; ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.»

Yukarıda vermiş olduğumuz ayet meallerine dikkat edildiğinde , onun kendisine vahyolunana uyan "Beşer bir elçi" olmasının beyan edilmiş olması , bizlerin resul algımızın şekillenmesinde temel alınması gereken en önemli ayetlerdir.

Bu noktada , "Sen peygambere postacı mı demek istiyorsun?" şeklinde itirazlar mutlaka gelecektir. Bu itirazlara ise, " Hayır asla böyle bir iddiamız olamaz , Muhammed (a.s) "Resul" olmak sıfatıyla , Rabbinden kendisine verilen mesajı iletmek , "Beşer" olmak yönüyle de, getirdiği mesajın ilk muhatabı yani mesajı hem okumak , hem de kendi hayatına uygulamak ile yükümlü birisidir" şeklinde cevabımız olacaktır.

İnsanların "Elçi" sözünü duyduğunda aklına gelen ilk şey , bir kimseden aldığı haberi bir diğerine aktaran kimse olup , "Elçi" olan kişinin aldığı haberi iletirken eksik , fazla , yalan gibi şahsi müdahalesi olması söz konusu bile olamaz. İletmek ile görevli olduğu habere müdahale eden bir elçi, "Hain" olarak görülerek , gerekli cezaya çarptırılır. Muhammed (a.s) ın elçi olma gerçeğini , bu kelimenin ifade ettiği anlam dahilinde okumak ve anlamak zorundayız.

Muhammed (a.s) ın elçiliği ile ilgili İslam dünyasındaki onun haram helal koyma yetkisi olduğunu savunan görüş , onun aldığı mesajın içeriğinde bazı eksiklikler görerek tamamladığını veya , mesajı veren Allah (c.c) nin ona "Benim eksik bıraktığım yerleri sen tamamlayabilirsin" şeklinde bir izin vermiş gibi bir algının oluşturduğu resul anlayışına sahiptir.

[069.044] O, bize isnâden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı,
[069.045]  Elbette ki onu sağ tarafından yakalardık.
[069.046]  Sonra onun can damarını elbette keserdik.
[069.047]  Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.

Hakka suresindeki bu ayetler, "Resul" sıfatına sahip olan bir kimsenin , görev ve yetkilerini aştığı anda ona neler yapılacağını bildirmektedir.

Şimdi sorarız ; Kendisi "Resul" vasfına sahip olarak , kendisine vahyolununa yani verilen mesaja uyan , onun haricinde bu mesaja herhangi bir ilave eksiltme gibi bir yetkisi olmayan , böyle bir şey yaptığında başına neler geleceğini çok iyi bilen bir kimse , "Bende Allah (c.c) gibi haram helal koyarım" gibi sözler söyleyerek , kendisinin Allah (c.c) ye ortak olduğunu iddia eden sözler sarf edebilir mi ?.

Yeryüzünde olan beşer bir hükümdar dahi , "Elçi" olarak seçtiği kimseyi gönderdiği insanlara , " Bu elçi aynı benim gibi hükümdardır , benim yerime kendisi size bazı talimatlar verebilir" demez iken, yani elçisi ile kendisi arasında herhangi bir ortaklığı kabul etmez iken , Alemlerin Rabbi ve hükümdarların hükümdarı olan Allah (c.c) , "Elçi" sıfatı ile gönderdiği bir BEŞERİ  sadece kendisine ait olması gereken yetkilerde, onu kendisine ortak edebilir mi ? .

"Biz Muhammed (a.s) ın beşer olmadığını, veya Allah (c.c) ye ortak olduğunu iddia etmiyoruz" şeklinde gelecek olan bir itiraza ise şunları söyleyebiliriz ;

Evet bunu söz ile söylememiş olabilirsiniz , ancak Muhammed (a.s)  haram helal tayini yetkisi veya söz ve fiillerinin aynı Kur'an gibi olduğu iddiasıyla, onun "Beşer Elçi" olması gerçeğini göz ardı ederek onu, "Ortak Elçi" konumuna yükselterek , fiilen böyle bir cürümü işlemektesiniz ?. 

Sizlerin , "Muhammed (a.s) da aynı Allah (c.c) gibi haram helal koyma yetkisine sahiptir" şeklindeki iddialarınız , "Muhammed (a.s) da aynı Allah (c.c) gibi ilah olma gereğinin yetkilerine sahiptir" anlamına gelmektedir.

"Kur'anda Allah VE Resulü şeklinde geçen ayetleri inkar mı edelim o zaman? , veya sizin gibi düşünürsek bu ayetleri inkar etmiş olmaz mıyız?" şeklinde gelebilecek olan bir soruya da şunları söyleyebiliriz ;

Kur'anda geçen "Allah VE Resulü" şeklinde ayetleri eğer, "Allah (c.c) ayrı , resulü ayrı hüküm koyma yetkisine sahiptir" şeklinde anlayacak olursak , Rabbimizin "Çelişkisiz bir kitap" şeklinde beyan ettiği Kur'ana, "Çelişkili bir kitap" muamelesi yapmış oluruz şöyle ki ; 

Kur'anın "Resul" kelimesine yüklediği anlamı ve ve bu kelimenin kullanımını dikkate aldığımızda , bu kelimenin anlam alanı öncelikle  mesajı taşıyan kişinin mesaja müdahale etmek gibi bir yetkisi olMAdığını göstermektedir. "Allah VE Resulü" şeklinde geçen ayetlerin eğer, "Allah (c.c) ayrı , Muhammed (a.s) haram helal tayin eder" şeklinde bir anlamı olduğunu iddia ederek okuduğumuz zaman , "Resul" olan Muhammed (a.s) ın taşıdığı mesaja müdahale ettiğini iddia ederek, Hakka suresindeki karşılığa hak kazanmış olmasını gerektiren bir suç işlediğini iddia etmiş oluruz . 

Allah (c.c) onu hiç bir zaman Hakka suresi ayetlerinde tehdit ettiği azaba çarptırmadığına göre Muhammed (a.s) kendisine verilen görevin sınırlarını aşacak bir hatalı davranış içine hiç bir zaman girmemiştir. 

Muhammed (a.s) yaşadığı zaman içinde ne kavli ne de fiili olarak, aynen Allah (c.c) nin hükmü gibi kabul edilmesi gereken haram helal bazında bir hüküm koymamıştır. Onun yaşadığı hayat içinde yapmış olduğu bazı tasarruflar, "Devlet Başkanı" veya "Ordu Komutanı" sıfatının gereği olarak yapmış olduğu bazı tasarruflar olup , Kur'an ile denk olması gerektiği düşünülen tasarruflar değildir .

Bu tasarruflar bazen itiraz ile karşılanıp, Uhud harbi ile ilgili istişarede olduğu gibi sahabe tarafından ret edilerek , başka öneriler getirilebiliyordu . Sahabe eğer onun yapmış olduğu bu tasarrufların, aynı Kur'an gibi bağlayıcı olduğunu düşünse idi , ondan gelen bazı tekliflere, karşı teklif sunmak gibi bir hata! içine acaba düşer miydi ?. 

Muhammed (a.s) ın yapmış olduğu bazı tasarrufların sahabe tarafından itiraz görmüş olması , bugün onun yapmış olduğu tasarrufların aynen Kur'an gibi görülmesi gerektiğini düşünenler tarafından , kendi iddialarının doğru olması için , sahabenin yanlış yapmış ve ona isyan etmiş olması şeklinde bir düşüncenin oluşmasına sebep olmasını gerektirmektedir. Halbuki sahabenin böyle bir hata içinde olduğunu kimse iddia etmemekte ve onların hata yaptığını iddia edilmiş olması yanlış bir tutum olacaktır.

Muhammed (a.s) a ait olduğu iddia edilen sözlerin toplandığı kitapları vahiy mahsulü olarak görmek, beraberinde tek kitap halinde elimizde olan Kur'anın o kitaplar ile bütünleştirilerek , Yahudilerin Tevratın yanına koydukları "Talmut" gibi bir kaynak olarak görülmesine, onların Tevrata karşı direk olarak yaptıkları tahrifin bir benzerinin , endirekt olarak bizlerinde Kur'ana karşı yapması anlamına gelecektir.

Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde söylediği sözler ve yaptığı fiiller , sahabe nezdinde herhangi bir senet zinciri veya bu haberin zan olup olmadığı gibi bir durum söz konusu olmaksızın ilk ağızdan duyulmaktaydı. Muhammed (a.s) ın direk ağzından çıkan bazı kelimelere itiraz eden sahabenin, bu sözlerin sahihliği konusunda bizim bugün içinde bulunduğumuz sıkıntılar içinde olduğunu söylemek mümkün değildir .

Bugün Muhammed (a.s) adına gelen sözlerin toplandığı kitaplardaki sözlerin hiç biri onun ağzından çıktığı anda kayda alınarak bize gelmemiş olması, bizlerin ona atfedilen sözlerin ne kadar doğru olabileceği konusunda, daha dikkatli davranmasını gerektirmektedir. 

Klasik İslam düşüncesinde geçerli olan sözün kendisinin değil , yazanın ve nakledenin değerlendirilmesi yoluna gidilerek doğruluğunun tespit edilmesi metodu , maalesef sağlıklı bir yol değildir. Bu yol ile oluşturulmuş olan rivayet kitaplarında , Kur'an ile uyuşmamasına rağmen , sırf falan kitap , veya filan kişiden rivayet edildiği için "Doğru ve tartışılmaz" olarak kabul edilen bir çok rivayet bulunmaktadır. 

Muhammed (a.s) ın "Resul" olma gerçeğini , bu kelimenin ifade ettiği anlam olan mesajı iletmek , ve kendisi de o mesaj ile muhatap olması nedeniyle yaşamak ve örnek olmasını dikkate alarak , söz ve fiillerinin "Din" konusunda aynı Kur'an gibi bağlayıcılığı olamayacağını kabul etmeden ,sağlıklı bir düşünceye sahip olmayacağımız unutulmamalıdır. 

Bunun dışındaki bir resul algısına sahip olmak demek , Allah (c.c) nin konumuna sahip bir kişi olduğu iddiası ile Muhammed (a.s) ı "İlah ve Rab" durumuna çıkarmak anlamına gelecektir.

Klasik İslam düşüncesinde geçerli olan resul algısını kabul etmenin getirdiği bir takım itikadi sıkıntılara burada değinmek yerinde olacaktır. Çünkü bu konuda ortaya atılan iddianın beraberinde getirdiği itikadi bozukluk yabana atılacak cinsten değildir.

Genel geçer resul algısında , Muhammed (a.s) ın söz ve fiillerinin tıpkı Kur'an gibi olduğunu iddia ederek kendilerini "Peygamber Dostu" olarak görenler tarafından , bunun böyle olmadığını iddia edenlere karşı "Peygamber Düşmanı" gibi yaftalar takılmaktadır.

Bilindiği üzere, peygamber sevgisinde aşırı gitmek şeklinde ortaya çıkan tezahürün zirve yaptığı kişi İsa (a.s) dır. Onu sevdiğini iddia edenler , ona olan sevgilerini göstermek için onu beşer olmaktan çıkararak, ilah konumuna getirmişlerdir. Kur'anda bu konuda pek çok ayet , İsa (a.s) a yaptıkları bu aşırı yüceltmenin onları , "Kafir" durumuna düşürdüğü bildirilmektedir. 

Kur'anın İsa (a.s) ile ilgili ayetlerini alt alta koyup okuduğumuz zaman , o ayetlerde ortaya çıkan ortak nokta İsa (a.s) ın "Beşer bir Resul" olduğudur. İsa (a.s) üzerinden yapılan bu anlatımlar bizlere , sevgide ölçünün kitabın gösterdiği yol olması gerektiğidir. Kitabın gösterdiği ölçünün dışına çıkılarak, gösterilmeye çalışılan sevgi, kişileri "Küfür ve Şirk" batağına çekmektedir.

Hristiyanların düştüğü hatanın bir benzerine düşen Müslümanlar , Muhammed (a.s) ın "Beşer Elçi" olması gerçeği ile yetinmeyerek, onun sözlerini ve fiillerini aynı Kur'an gibi görerek , Allah (c.c) nin yanına oturtmayı başarmışlardır.


Allah (c.c) ile aynı konuma oturtularak , İsa (a.s) a uygulanan muamelenin bir benzeri uygulanan Muhammed (a.s) artık, koyduğu yasaklar Kur'an gibi değerlendirilmesi gereken , söylediği iddia edilen sözler aynı Kur'an gibi değeri olan "İlah ve Rab" konumunda olan bir kişi haline getirilerek, İsa (a.s) ile yaptırılan yarışta geri bırakılmamıştır!.

"Beşer Elçi" konumuna sahip olan bir kişi , Allah (c.c) ile aynı konuma sahip olduğunu iddia edecek düşünceler içinde olunması , iddia sahiplerini "Küfür ve Şirk" içine sokacaktır. Başkalarını "Peygamber Düşmanı" olarak yaftalayanlar , kendilerinin bu yaftaya layık olduğunu bilmeli , ve dostluk ve sevgi adına gösterilen bu düşmanlığı terk ederek , Kur'anın anlattığı bir peygamber algısına sahip olmalıdırlar. 

Bu noktada , "Siz peygambersiz bir din istiyorsunuz , eğer peygambere ihtiyaç olmasaydı Allah (c.c) bu kitabı dağa indirir kendiniz okuyun uygulayın derdi" şeklinde, gelecek olan bir itiraza şunları söyleyebiliriz ; 

Kimsenin böyle bir iddiası olamaz , "Ben Müslümanım" diyen bir kimse peygamberlik olgusunu ve gereğini asla inkar edemez , inkar eden Müslüman olamaz, neden mi ?;

Kur'anda Muhammed (a.s) a kendisinden önce geçen elçiler ve onların kavimleri ile olan mücadeleleri okunarak bu elçilerin mücadelelerinden örnek çıkarmasını amaçlamıştır. Bu noktada Muhammed (a.s) , kendisinden önceki elçi atalarının yollarını Kur'andan izleyerek o yolu yani ONLARIN SÜNNETLERİNİ takip etmiştir. 

Bizlere düşen görev o yolu takip etmek olup , bu yol Kur'an dışı kitap ve bilgilere ihtiyaç bırakmayacak kadar Kur'an içinde açık ve net bir biçimde açıklanmıştır. Peygambere olan ihtiyaç dinin eksik bırakılarak , o eksiği hadis kitapları ile tamamlanması ile değil , tevhit mücadelesinde nasıl bir yol izlemek noktasında onlardan öğreneceğimiz metot noktasında olan ihtiyaçtır. 

Dinde peygamberi devreden çıkarmamak adına rivayet bilgilerine sarılmak demek , eksik dinin tamamlayıcısı bir elçi anlayışına sahip olmak demek olup , bu da Allah (c.c) nin "Bu gün size dininizi tamamladım (Maide3)" emrine muhalif bir söylem üreterek , "Hayır eksik bıraktın" anlamına gelecektir. 

Sonuç olarak ; Muhammed (a.s) ın "Beşer Elçi" olmasının gerektirdiği anlamın ve o anlam etrafında olması gereken düşüncelerin yüzyıllardır olmaması , Müslümanları yanlış peygamber tasavvuru ile başbaşa bırakarak , İsa (a.s) ile yarıştırılan bir peygamber haline getirmiştir.

Müslümanlar eğer "Elçi" olmak demenin ne anlama gelmesi gerektiğini Kur'andan öğrenmiş olsalardı , Muhammed (a.s) a bugün yüklenmiş olan "Ortak Elçi" payesi gündeme dahi gelmeyerek , bir çok yanlış ve Kur'an dışı düşüncenin onun adına uydurularak "Din bu dur" şeklinde sunulmasının kapısı aralanmış olmazdı.

"Elçi" , mesajını getirdiği kişi ile ortaklığı olan bir kişi anlamına gelmez. Muhammed (a.s) elçilik görevi ile dinde kural koyucu değil , konulmuş kuralları tebliğ edici ve uygulayıcıdır. Onun Kur'an harici koymuş olduğu bazı kurallar , yaşadığı zaman ve mekana has kurallar olup , onun bağlayıcı sünneti aranmak isteniliyorsa Kur'an içinde müşriklere karşı yapmış olduğu tevhit mücadelesine bakılmalıdır.

Muhammed (a.s) ın bir kul ve elçi olduğu iddiası sadece sözde değil , düşünce bazında da pratiğe geçerek , onun Allah (c.c) nin hükmüne ortak olan , eksik bıraktığı yeri dolduran bir kimse olMAdığı gerçeği bilinmedikçe içinde bulunduğumuz tartışmalar bitmeyecektir.

İçine düştüğümüz ihtilafların temeline teşkil eden resul anlayışı , en sağlam temel olan Kur'ani temele oturtulmadığı müddetçe kaypak taşlar üzerine oturtulmuş olan din binasının temeli her zaman sallantıda olmaya devam etmekten kurtulamayacaktır.

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

4 Mart 2016 Cuma

İLMİHAL KİTAPLARI: Müslümanları Vesveseye Sürükleyen Ayrıntılar Deryası

"Vesvese" ; "Bazı konularda kişinin içine düşen şüphe ve kuruntu" anlamında kullanılan bir kelimedir.

Bu kelime, bazı Müslümanların yaşantısında önemli bir yer tutarak , yapmış olduğu ibadetlerin kabul olup olmama noktasında kişide şüphe uyanmasına sebep olmakta, ve bu vesvesenin yine bazı Müslümanlarda hastalık derecesine dayanıp, tıbbi destek almasını gerektirecek boyutlara kadar vardığını gözlemlemekteyiz. 

Bu yazımızda konunun psikiyatrik tedavi boyutunu değil , bazı Müslümanların böyle bir rahatsızlık içine girmeye sebep olan bazı noktaları ele almaya çalışacağız.

Bazı Müslümanlarda psikolojik rahatsızlıklara sebep olan vesvesenin önemli bir kaynağının , piyasada çeşitli isimlerle satılan, genel adı "İlmihal Kitapları" olan, ibadet ve muamelata dair bilgileri kapsayan kitaplar olduğunu düşünüyoruz.

Bu kitapların "İbadet" kısmını kapsayan özellikle namaz , abdest , gusül gibi bölümlerdeki ince ayrıntı şeklindeki bilgiler bazı Müslümanlarda, bu ayrıntılara dikkat edilmediğinde veya kaçırdıklarını düşündüklerinde , yaptığı ibadetin kabul edilmeme veya cünüp gezme korkusuna sebep olmakta, onları depresyona sokarak ve psikiyatrist doktorlardan medet umar hale getirmektedir.  

Bu kitapların ibadet konuları ile ilgili verdiği bilgilerin ortak noktası , sadece şekli dikkate alarak özü kaçırmaları , ve şekil konusunda verilen bilgilerin uygulanması neticesinde ibadetlerin kabul olunacağıdır. Bu kitaplarda verilen bilgilere göre ibadetleri yerine getirmenin gerekli olduğunu düşünenlerin bir kısmı vesveseye kapılarak, bu kitaplarda yazılanların tam olarak yerine getirilmediği takdirde , ibadetlerinin kabul olunup olunmadığı konusunda uykuları kaçmaktadır. 

Bu kitapların nasıl bir konumda olması gerektiği üzerinde oluşturulan yanlış bilgiler , bazı Müslümanların vesveseye kapılmasına sebep olarak bu kitaplarda yazan bilgileri "Kesin Bilgi" olarak görmelerine sebep olmaktadır. Eğer bu kitapları okuyan kişiler , bu kitaplardaki bilgilerin kişisel düşünce ve içtihat ürünü yani kesin bilgi olmadığını bilerek okudukları takdirde , ibadetlerinin kabul olunup olunmadığı noktasında vesveseye düşmeleri tehlikesi otomatikman ortadan kalkacaktır.

İslam dünyasında yüzyıllardır oluşturulan rivayet merkezli din anlayışının etkisi ile , özellikle namaz gibi tevhidi boyutunun ön planda olması gereken bir ibadet, sadece şekil boyutuna indirgemiş bir hale getirilmiş , el , bel , ayak , parmak, göz v.s gibi uzuvların milimetrik hesaplar ile namazda nasıl olması gerektiği yönünde, ortalığı kaplayan bilgi kirliliği neticesinde büyük bir kısım Müslüman bu bilgileri olmazsa olmazlardan sayarak , tevhidi boyutu bir kenara bırakıp , işin sadece şekil yönüne yönelmiştir. 

Şekil boyutuna indirgenmiş bir ibadetin kabulünü , o şekillerin milimetrik olarak yerine getirilmesine bağlı sanan Müslümanlar, bu şekillerde eksik veya hatalı yaptıklarını zannettikleri anda ipin ucu kaçarak , incir çekirdeğini doldurmayacak konularla ilmihalci hocaların kapılarını aşındırmakta ve psikolojik yönden sıkıntıya düşmektedirler. 

Bazı tv kanallarında çıkan hocalara sorulan abuk sabuk sorulara baktığımızda,şekilcilik hastalığına tutulmuş insanların sordukları sorulara gülünç cevaplar yetiştirmek için çabalayan hocaların cevapları ise ayrı bir trajedidir. Bu hocalara sorulan sorular , soran insanların din konusunda hangi kitaplardan ve kimlerden beslendiğinin bir göstergesi olup , toplumun içinde olduğu acı durumun trajikomik bir tarafını göstermektedir.

En basit bir yıkanmayı dahi "32 farz" diye yazılan bilgiler içinde "3 tanesi guslün farzı" olarak tesis eden ilmihal hocaları , bu işi bir ritüel haline sokup "İğne ucu kadar yer kuru kalsa gusül kabul olmaz" diyerek , bazı kimseleri banyodan çıkmaz bir hale getirerek büyük bir cinayet işlemektedirler. "Acaba vücudumda iğne ucu kadar kuru yer kaldımı" diye vesveseye kapılarak, defalarca banyoya giren insanların çektikleri çileler , bu kitapları yazan ve savunanlara, vebal olarak geri dönecektir.

Bu kitaplar içinde yazılan ve adına sadece "Bilgi Kirliliği" diyebileceğimiz bilgileri tek tek ele alarak burada bahsetmek, sayfalar alacaktır. Ancak biz bu kitapların ne olduğu ve bizim hayatımızda nasıl bir yeri olması gerektiği konusunda bilgi sahibi olarak , bu kitaplar içindeki bilgilerin büyük kısmının gereksiz , hatta yalan yanlış bilgiler olduğunu öğrendiğimizde , ticari amaç taşıyarak yazılmış olan bu kitaplarda yazılanların hayatımızı karartmasının önünü kesmiş olacağız. 

Adına "Farz" denilen bir hükmün doğru bir hüküm olması için , Kur'an içinde sübutu ve delaleti kati olması gerekmektedir. Kişilerin ağızları ile uydurdukları "Şu farz bu farz" şeklinde hükümlerin herhangi bir geçerliliği olamaz. Sünnet , vacip , müstehap , mekruh v.s gibi terimler etrafında ihdas edilmiş fıkhi hükümler , kişilerin bilgi kirliliği içinde boğularak vesveseye kapılmasına yol açan bilgilerdir. Fıkhi terimler etrafında oluşturulmuş olan dini bilgiler ile kafaları kaplanan insanlar , bu bilgileri hayatlarına aktaramadıklarında , sanki büyük bir günah işlemiş hissine kapılarak depresyona dahi düşebilmektedir.

Bu kitaplar ibadet alanında özü terk ederek şekle sarılmayı esas alması bakımından, okumanın zaman israfı olduğu kitaplar gurubuna dahil edilmesi gerekmektedir. Kişisel görüşlerin "Din bu dur" şeklinde sunulduğu bu kitapları okuyanlar , özü kaçırarak şekle itibar eden bir din anlayışına sahip olarak, maalesef kendilerini aldatan bir zan içine düşmektedirler. 

Halbuki asıl olan bu ibadetlerin insan hayatında yapılması sonucunda hasıl olması gerekli olan şuur boyutunun verilmesi gerektiği , ilmihal kitaplarında nokta kadar dahi yer almayarak , bu kitaplar lüzumsuz bilgiler deposu haline getirilmiştir.

Mezheplerin yani kişisel düşünce ürünü olan görüşlerin "Din" edinildiği bir toplumda ortaya çıkan ayrılıklar zamanlar kanlı çatışmalara dahi dönüşmüş ve bunların örnekleri biz Müslümanlar arasında hala yaşanmaktadır. İlmihal kitapları , mezheplere bölünerek herkesin kendi mezhebini din edinmesine sebep olan kitaplar olarak , bu ayrılıkları körükleyen bir konuma sahiptir.

Namaz , abdest , gusül gibi bilgiler, Müslümanlar arasında yüzlerce yıldır "Ameli Tevatür" denilen yol ile gelen bilgiler olması nedeniyle , bu tür bilgileri kitaplar üzerinden halka anlatmak , sadece ticari amaca hizmet eden bir yoldur. Müslümanlar namaz , abdest gibi ibadetleri birbirlerinden öğrenerek, bu bilgilerin kitaplardaki teferruatlara dalarak öğrenilmesine gerek olmadığını idrak etmedikleri müddetçe , bu kitaplar piyasada çok satanlar hanesinde, ve bazı kimseleri psikolojik sıkıntılara sokan kitap olmaktan başka bir işe yaramayacaklardır.

Bu tür kitaplardaki ince ayrıntı şeklindeki bilgi kirliliği ,Müslümanları her şeyin kılı kırk yararcasına düşünülmesi ve uygulanması gerektiği gibi bir zan içine sokarak , "Hocam takkemde iğne başı kadar delik olsa namazım kabul olur mu?" gibi abuk sabuk sorularla, tv hocalarının gündemini süsleyen onların para kazanmasını sağlayan aptalca sorulara meydan vermektedir.

Buradan özellikle , bu kitaplar içindeki bilgileri okuyarak vesvese hastalığına kapılmış olanlara seslenmek istiyoruz ; Bu kitaplar veya bu kitaplar içindeki bilgilerin büyük bir kısmı kesinlikle dinimizin olmazsa olmaz kısmını oluşturan bilgiler değildir. Şeytanın, bu kitaplar içindeki bilgileri kullanarak , sizi hasta etmesine ve doktor kapılarında beklemenize sebep olan iğvasına kapılmamak için , bu kitapları ve bu kitaplardaki kirli bilgileri hayatınızdan dehal çıkarmaya çalışmanız gerekmektedir.

Kendiniz, aldığınız ilk guslün en doğru gusül , aldığınız ilk abdestin en doğru abdest , kıldığınız ilk namazın en doğru namaz olduğuna zihninizde yer ettirmediğiniz müddetçe , defalarca gusül , defalarca abdest , defalarca namaz kılmaktan kendinizi kurtaramazsınız. Bu kitaplardaki yazan kuralların uygulanmasının, "Farz" hükmünde olan kurallar olMAdığını düşünerek ve bunu kendinize telkin ederek, bu kitaplar ile oluşmuş olan bilgileri kafanızdan silmedikçe, psikiyatrist doktorların kapısından kurtulmanız mümkün değildir.

Vesvese hastalığı, önce kişinin gayretleri ile tedavi edilebilecek olan hastalıklardan birisidir. Kişi okuduğu bu kitaplardan elde ettiği bilgileri , veya ilmihal kitaplarını din edinmiş hocaların söylediklerinin kendisini bağlamadığı yönünde kendisine yapacak olduğu telkinlerle bu hastalıktan kurtulması kolaylaşacaktır. 

Buradan özellikle tv lerde program yapan bazı hocalara da seslenmek istiyoruz ; Bu kitaplarda mevcut olan bilgileri kullanarak , insanların sizlere sorduğu abuk sabuk soruları cevaplamak sureti ile, belki dünyada mal ve mevki kazanabilirsiniz, ancak vermiş olduğunuz yanlış bilgiler bazı insanlar üzerinde etkiler yaparak , onların sağlığını bozmaya kadar gidecek etkiler yaratmaktadır. Önce kendinizi Kur'an ile düzelterek , sonra sizden yardım isteyen insanlara hurafe ve kirli bilgiler değil , sahih ve temiz bilgiler vermek zorunda olduğunuzu unutmayınız. 

Sonuç olarak ; Piyasada "İlmihal Kitapları" olarak bilinen , ibadetlerin özünün terk edilip şekle yönelinmesinde , ve kolay olan dinin zorlaştırılmasında büyük katkısı olan kitaplar olup , içindeki ince  milimetrik ayrıntılar , bazı insanlarda depresyona dahi sebep olarak , o kimselerin psikolojik destek almasını gerektirecek seviyeye kadar gelmesine sebep olmaktadırlar.

Bu tür rahatsızlıkları olan kimselere tavsiyemiz , bu kitapları ve bu kitaplar içindeki bilgileri din edinmekten kurtulmalarıdır. Bunları yapmadıkları müddetçe , kendilerinin aldığı guslün , abdestin , kıldığı namazın kabul olup olmadı konusunda vesveseye düşmekten kurtulamayacaklardır. 

İlmihal kitaplarındaki ayrıntıları yerine getirip getiremediği noktasında vesveseye düşenler , bu kitapları kendisine zarar veren , içki , sigara , uyuşturucu olarak görerek terketmeye çalışmaları , onların bu tür vesveselerden kurtulmalarını sağlayacaktır.

RABBİMİZ BİZLERİ, İLMİHAL KİTAPLARINDAKİ BİLGİ KİRLİLİĞİNE KAPILIP VESVESE HASTALIĞINA DÜŞMEKTEN MUHAFAZA ETSİN.