İslam düşüncesi içinde en yanlış olarak bilinen konuların başında Muhammed a.s ın nasıl bir konuma oturtulması gerektiği gelmektedir. Bütün Müslümanlar, onun beşer bir elçi olduğunu bildikleri halde , bir kısım Müslüman onun beşer olmasını içine sindiremeyerek , onu beşer üstü bir konuma çıkarmış böylelikle bir çok yanlışın kapısı açılmıştır.
Her nefsin ölümü tadacağını (Ankebut s. 57), onunda öleceğini (Zümer s. 30)bildiren ayetlere rağmen , Allah yolunda öldürülenlerin diri olduğunu beyan eden ayetlerin literal olarak yorumlanması sonucu , onun da Allah yolunda ölen birisi olduğu için ölmediği , diri olduğu düşüncesi yaygınlaşarak , bu düşünce üzerinden bir çok yalan , iftira ve hurafe uydurulmuştur.
Bu yazımızda , onun yaşayan biri olarak ümmeti üzerinde hala gözetmen olduğunu iddia edenlerin dayanak olarak sunmaya çalıştığı , Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerinde geçen şahitlik konusunu ele alarak , Muhammed a.s ın kimler üzerinde şahit olabileceğini , onu şahitliğinin ölümünden sonra devam edip etmeyeceğini ele almaya çalışacağız.
فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِن كُلِّ أمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَؤُلاء شَهِيدًا
يَوْمَئِذٍ يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَعَصَوُاْ الرَّسُولَ لَوْ تُسَوَّى بِهِمُ الأَرْضُ وَلاَ يَكْتُمُونَ اللّهَ حَدِيثًا
[004.041-42] Her ümmetten bir şahid getirdiğimiz ve bunların da üzerine seni
şahid olarak getirdiğimiz zaman nasıl olacak? .İşte o gün, küfredip Rasul'e asi olanlar, isterlerdi ki; yerle
bir olsalardı da Allah'dan o bir sözü gizlememiş bulunsalardı.
وَيَوْمَ نَبْعَثُ فِي كُلِّ أُمَّةٍ شَهِيدًا عَلَيْهِم مِّنْ أَنفُسِهِمْ
وَجِئْنَا بِكَ شَهِيدًا عَلَى هَؤُلاء وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ
تِبْيَانًا لِّكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ
[016.089] O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz.
Seni de bunların üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana,
her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir
müjde olarak indirdik.
Ayetler , kıyamette gerçekleşecek olan bir sahneyi canlandırmaktadır. Ayetlerde altını çizdiğimiz, "bunların" kelimesinin, Muhammed a.s misyonunun ölümü ile bitmediğini, hayatiyetini halen devam ettiğine inanan rivayet kültürünün etkisi altında kalınması sebebi ile bir çok mealde, "onların" , "ümmetinin" veya "hepsinin" şeklinde çevrilmiş olması sonucunda , Muhammed a.s ın şahitliğinin daha geniş bir zamanı ve kişileri kapsadığı düşüncesi hakim olmuştur. Halbuki yapılan çeviriler "bunların" şeklinde yapıldığı zaman , bu kelime ile kast edilen kimselerin ilk muhataplar olan , Muhammed a.s ın hayatta iken tebliğini ulaştırmış olduğu kişiler olduğu daha kolay anlaşılacaktır.
Ayetlerdeki "haulai" zamirinin "bunların" yerine "onların" olarak çevrilmesi ne gibi yanlışları beraberinde getirebilir ?.
Öncelikle bu ayetteki "haulai" zamirinin, rivayet kültürünün eseri olan Muhammed a.s ın şahitliğinin kıyamete kadar devam edeceği düşüncesinden kaynaklanan bir ön kabul doğrultusunda, "bunların" yerine "onların" şeklinde çevrildiğini söylemek istiyoruz. Bazı meal yapıcıları , bu zamire doğru anlam vermiş olsalar dahi, ağırlıklı olarak bu zamirin "onların" şeklinde veya, şahitliğin vefatı sonrasında da geçerli olduğu düşüncesini çağrıştıran anlamlar verilerek yapılmış olduğunu söyleyebiliriz.
Hatta bazı meal yapıcıları bu iki ayetin konu bütünlüğünün aynı olmasına dikkat etmeyerek bir ayette "onların" şeklinde çevirdikleri zamiri, diğer ayette "bunların" olarak çevirerek , Kur'an çevirisi yapılır iken konu bütünlüğüne dikkat edilerek anlam verilmesinin gereğine riayet etmemenin örneklerini sergilemişlerdir. Halbuki her iki ayetteki ibareler sadece "şehiden" kelimesinin yer değişmesi farkı ile aynıdır.
Konu bütünlüğü dikkat edilmeden aynı zamirin farklı anlam verilerek çevrildiği bir kaç meal örneği vererek, söylediklerimizin daha kolay anlaşılmasını sağlamak istiyoruz.
Bayraktar Bayraklı :
-Nisa s. 41 -- Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de ONLARA şahit olarak tutacağımız zaman, halleri nice olacaktır.
- Nahl s. 89 -- O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şâhit göndereceğiz. Seni de HEPSİNİN üzerine şâhit olarak getireceğiz. Ayrıca bu kitabı da sana,
herşey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar
için bir müjde olarak indirdik.
Ali Fikri Yavuz :
- Nisa s. 41--Her ümmetten peygamberlerini birer şahid
getirdiğimiz ve seni de ONLARIN üzerine bir şahid yaptığımız zaman
bakalım kâfirlerin hali ne olacak!...
- Nahl s. 89 -- Kıyamet günü, her ümmet içinden kendileri üzerine Peygamberlerini bir
şâhid göndereceğiz ve SENİ DE ŞU ÜMMETİN üzerine şâhid getireceğiz (Ey
Rasûlüm). Sana bu kitabı (Kur’an’ı), her şeyi beyan etmek için ve bir
hidayet, bir rahmet, müminlere de bir müjde olarak perderpey indirdik.
Diyanet Vakfi :
- Nisa s. 41-- Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de ONLARA şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!
- Nahl s. 89 -- O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de HEPSİNİN üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana,
her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar
için bir müjde olarak indirdik.
Şaban Piriş :
-Nisa s. 41 --Her toplumdan bir şahit getirdiğimiz ve seni de ONLARA şahit kıldığımız zaman nasıl olacak?
- Nahl s. 89-- Her topluma, kendi içlerinden bir şahid getirdiğimiz gün, seni de BUNLARA şahid olarak getireceğiz. Çünkü, sana her şeyi açıklamak için ve
müslümanlara yol gösterici, rahmet ve müjde olarak kitabı indirdik.
Muhammed a.s ın şahitliği ile ilgili bu ayetleri anlamanın anahtar ayetlerinden bir tanesi , Maide s. 117. ayetinde İsa a.s ın sorgulanma sahnesinin anlatıldığı cümlelerdir.
[005.117] «Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim.
(O da şuydu:) 'Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.'
Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahidim. Beni vefat ettirdiğinde, üzerlerindeki gözetleyici Sen oldun. Sen her şeyin
üzerine şahid olansın.»
Maide s. 117. ayeti , bir elçinin şahitliğinin yaşadığı hayat içinde, muhatap olduğu kişiler ile sınırlı olduğunu gösteren bir ayettir. Bir elçinin vefat ettikten sonra şahitliğinin devam ettiği iddiası, itikadi yönden bir takım sıkıntılara yol açması açısından büyük bir hatadır. Bu elçi kim olursa olsun böyledir. İsa a.s ın Allah c.c indindeki yeri ile Muhammed a.s ın Allah c.c indindeki yeri asla farklı değildir. İsa a.s için geçerli olan durum ne ise , aynısı Muhammed a.s içinde geçerlidir. İsa a.s ın şahitliği vefatı ile nasıl bitti ise , Muhammed a.s ın da şahitliği vefatı ile sona ermiştir.
Bu konudaki düşüncemizi bundan önce, https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2016/10/maide-s-117-ayeti-muhammed-as-kabrinde.html adresindeki yazımızda belirtmeye çalışmıştık.
Bu konudaki bir başka sıkıntı , konumuz olan ayetlerdeki şahitliğin, sınırlı bir zaman için geçerli olduğunu iddia etmenin , Kur'anın evrenselliğine gölge düşürmek anlamına geleceği noktasındadır, şöyle ki :
"Muhammed a.s ın şahitliğinin vefatı ile kesilmiş olması , onun şahitliğinden bahseden Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerinin tarihselliğe gömülmesi anlamına gelecek , bu ise "Kur'anın bütün ayetleri evrenseldir" söylemine ters düşecektir" denilmektedir.
"Kur'anın bütün ayetleri evrenseldir" söyleminin, önce kendisinin ters ve ayakları yere basmayan bir söylem olduğunu söylemek isteriz. Kur'an içinde bazı ayetler dikkatlice okunduğunda, bugün için bize dair söyleyecek bir şeyi olmadığı görülecektir. Bu iddiamız , Kur'anın bütünü ile tarihsel bir kitap olduğunu iddia etmek anlamına gelmemektedir.
Kur'an, önce "İlk Muhataplar" dediğimiz Muhammed a.s ve onunla aynı zaman ve mekanda yaşayanlara inen bir kitaptır. O muhataplara inen ayetlerin anlaşılabilmesi , önce onlara ne dediğinin anlaşılmasından geçecektir. İlk muhataplara seslenen Kur'an ayetlerinin bize neler söyleyebileceği ise işin ikinci aşamasıdır. Birinci aşamayı geçmeden yapılacak okumalar, ilk muhatapların yaşadıkları şartları göz önüne alarak inen bir kitabın doğru anlaşılmamasını da beraberinde getirecektir.
Konumuz olan Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerinde , Muhammed a.s ın haklarında şahitlik edeceği, "heulai" (bunların) zamiri ile işaret edilen kişiler , Muhammed a.s ın birebir muhatap olduğu kişilerdir. Bu ayetlerde bahsedilen kişilerin ilk muhataplar olmuş olması , dolayısı ile Muhammed a.s ın şahitliği konusunun evrensel bir durum yani kıyamete kadar geçerli değil tarihsel bir durum, yani yaşadığı zaman ve mekan ile sınırlı olduğunu göstermektedir.
Bu ayetlerdeki şahitliğin sınırlı bir zamana ve kişilere has olmasını, Kur'anın evrenselliğine gölge düşürmemek adına kıyamete kadar geçerli olduğunu iddia etmeye kalkmak "Kaş yaparken göz çıkarmak" misali bir duruma düşmek anlamına gelecektir. Böyle bir duruma düşmemek için , Muhammed a.s ın yaşamının artık son bulduğu , onun vefatı sonrası bizlerin yaptıkları konusunda herhangi bir bilgi sahibi olmasının mümkün olmadığını düşünmek , ve bu doğrultuda bazı ayetleri yorumlamak en doğru tutum olacaktır.
Sonuç olarak : Muhammed a.s ın vefatı sonrasında gelişen olaylar , farklı bir peygamber algısını da beraberinde getirerek , yüzlerce yıldır bir çok sorunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Onun beşer olmasını hazmedemeyen bazı kimseler onun ölmediğini , ümmeti ile olan alakasının kıyamete değin devam edeceğini iddia ederek , kişileri şirk'e düşüren düşünceler ortaya atmışlardır.
Onun hakkında ortaya atılan bu yanlış düşünceler , bazı Kur'an ayetlerinin bu ön kabul doğrultusunda çevrilmesine ve yorumlanmasına sebep olmuştur. Yazımıza konu ettiğimiz ayetler , bazı meal yapıcıları ve yorumcular tarafından , böyle bir ön kabule uygun olarak çevrilerek , yanlış anlamalara sebep olmaktadır.
Bu gibi yanlışların önünün alınabilmesi , Kur'anın rivayet kültürü esas alınarak çeviri ve yorumlarının yapılmaması ile mümkün olacaktır. Kur'an meali yapmaya soyunanların , konu bütünlüğüne ve aynı ibareye sahip olan cümleleri bir yerde farklı , bir yerde farklı çevirmeleri , onların bu konudaki dikkatsizliğinin ve acemiliğinin bir sonucudur.
Nisa s. 41 ve Nahl s. 89. ayetlerindeki şahitliğin , onun herkes gibi bir beşer olmasınını getirdiği durum gereği , insanlar hakkında olacak olan şahitliğinin , yaşadığı zaman ve mekan ile sınırlıdır . Vefatı sonrasında oluşan olaylar ve insanlar ile herhangi bir şahitliğinin olması mümkün değildir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
22 Ekim 2016 Cumartesi
21 Ekim 2016 Cuma
Zümer s. 18. Ayeti: Her Sözü mü Dinleyeceğiz Yoksa Kur'an'ı mı Dinleyeceğiz?
Zümer s. 18. ayetinde Rabbimiz iman edenlerden şöyle bahsetmektedir:
الَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ أَحْسَنَهُ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ هَدَاهُمُ اللَّهُ وَأُوْلَئِكَ هُمْ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ
[039.018] Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini hidayete eriştirdikleridir ve onlar, temiz akıl sahipleridir.
Bu ayet, Müslümanlar arasında yapılan sohbet ve tartışmalarda anlam kaymasına uğratılarak "Onlar her sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar" şekline çevrilmiştir. Ayetin bu şekilde dile getirilme amacı , söylenen her sözün dinlenmesi , ve bu sözler arasında en doğru olanının kabul edilmesi gerektiğine dair bir anlam taşıdığı düşüncesidir.
Kişi söylenen her sözü elbette dinleyecek , sözlerin içinden en doğru olanını seçecek ve kabul edecektir, fakat bu düşüncenin delili Zümer s. 18. ayeti değildir , çünkü bu ayet, okuyana böyle bir mesaj vermemektedir. Kişinin her sözü dinlemesi gerektiğine dair bir delil olarak ortaya konan bu ayette, ayetin mealine "Her" kelimesini koymayı gerektiren bir ibare zaten bulunmamaktadır.
Bu ayetin mealleri ile ilgili olarak tetkik etme imkanı bulduğumuz meallerin tamamına yakını (Muhammed Esed'in meali hariç) , bu ayetin mealini "Her" kelimesini koymadan yaparak Arapça metin ile uyumlu bir anlam vermişlerdir , fakat bir çoğumuzun dilinde bu ayetin meali, maalesef "Her sözü dinlerler" şeklinde dolaşmaktadır.
Bu ayete "Her sözü dinlerler" şeklinde bir anlam vermenin ne gibi sakıncası olabilir ?.
Ayette geçen "Elkavle" kelimesi ile kast edilen söz Kur'andır. Bunu aynı surenin 23. ayetinde "Allah, sözün en güzelini ikizli, ahenkli bir kitap olarak indirdi. Ondan Rablerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de Allah'ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu Allah'ın rehberidir. Allah, onunla dilediğini doğru yola çıkarır. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösterecek yoktur" buyurulmuş olmasından da anlayabiliriz.
Allah c.c Kur'anı kast ederek onun "Sözün en güzeli" olduğunu beyan etmektedir. Yani dinlenilmesi istenen şey, sözün en güzeli olan Kur'andır. "Her sözü dinlerler" olarak bu ayeti dillendirdiğimiz zaman, bu ayet anlam değişimine uğramaktadır şöyle ki :
Allah c.c "Sözü dinlerler" demek ile Kur'anı dinlemeyi kast etmektedir. Bu ayeti "Her sözü dinlerler" olarak okuduğumuzda, kast edilen anlam ortadan kalkarak , başka sözlerin de dinlenmesi anlamı çıkmaktadır. Bu durum ise ayetin kast edilen mana dışına çıkarılması anlamına gelecektir.
Ayet , iman edenlerin Kur'anın işittikleri zaman , sözün en güzeli olan bu kitaba iman etmek sureti ile doğru yolu bulacaklarını , bu kimselerin ise temiz akıl sahibi olduklarını beyan etmektedir.
Bu hatırlatmayı yapmaktan amacımız , yanlış olduğunu iddia ettiğimiz okuma yapanları tahkir etmeye yönelik olmadığını söylemek istiyoruz. Amacımız , Allah'ın ayetlerinin bazı yanlış mülahazalar sonucu farklı yönlere nasıl çekilebileceğine dikkat çekerek , bu konuda daha titiz davranılması gerektiğine dairdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
الَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ أَحْسَنَهُ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ هَدَاهُمُ اللَّهُ وَأُوْلَئِكَ هُمْ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ
[039.018] Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini hidayete eriştirdikleridir ve onlar, temiz akıl sahipleridir.
Bu ayet, Müslümanlar arasında yapılan sohbet ve tartışmalarda anlam kaymasına uğratılarak "Onlar her sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar" şekline çevrilmiştir. Ayetin bu şekilde dile getirilme amacı , söylenen her sözün dinlenmesi , ve bu sözler arasında en doğru olanının kabul edilmesi gerektiğine dair bir anlam taşıdığı düşüncesidir.
Kişi söylenen her sözü elbette dinleyecek , sözlerin içinden en doğru olanını seçecek ve kabul edecektir, fakat bu düşüncenin delili Zümer s. 18. ayeti değildir , çünkü bu ayet, okuyana böyle bir mesaj vermemektedir. Kişinin her sözü dinlemesi gerektiğine dair bir delil olarak ortaya konan bu ayette, ayetin mealine "Her" kelimesini koymayı gerektiren bir ibare zaten bulunmamaktadır.
Bu ayetin mealleri ile ilgili olarak tetkik etme imkanı bulduğumuz meallerin tamamına yakını (Muhammed Esed'in meali hariç) , bu ayetin mealini "Her" kelimesini koymadan yaparak Arapça metin ile uyumlu bir anlam vermişlerdir , fakat bir çoğumuzun dilinde bu ayetin meali, maalesef "Her sözü dinlerler" şeklinde dolaşmaktadır.
Bu ayete "Her sözü dinlerler" şeklinde bir anlam vermenin ne gibi sakıncası olabilir ?.
Ayette geçen "Elkavle" kelimesi ile kast edilen söz Kur'andır. Bunu aynı surenin 23. ayetinde "Allah, sözün en güzelini ikizli, ahenkli bir kitap olarak indirdi. Ondan Rablerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de Allah'ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu Allah'ın rehberidir. Allah, onunla dilediğini doğru yola çıkarır. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösterecek yoktur" buyurulmuş olmasından da anlayabiliriz.
Allah c.c Kur'anı kast ederek onun "Sözün en güzeli" olduğunu beyan etmektedir. Yani dinlenilmesi istenen şey, sözün en güzeli olan Kur'andır. "Her sözü dinlerler" olarak bu ayeti dillendirdiğimiz zaman, bu ayet anlam değişimine uğramaktadır şöyle ki :
Allah c.c "Sözü dinlerler" demek ile Kur'anı dinlemeyi kast etmektedir. Bu ayeti "Her sözü dinlerler" olarak okuduğumuzda, kast edilen anlam ortadan kalkarak , başka sözlerin de dinlenmesi anlamı çıkmaktadır. Bu durum ise ayetin kast edilen mana dışına çıkarılması anlamına gelecektir.
Ayet , iman edenlerin Kur'anın işittikleri zaman , sözün en güzeli olan bu kitaba iman etmek sureti ile doğru yolu bulacaklarını , bu kimselerin ise temiz akıl sahibi olduklarını beyan etmektedir.
Bu hatırlatmayı yapmaktan amacımız , yanlış olduğunu iddia ettiğimiz okuma yapanları tahkir etmeye yönelik olmadığını söylemek istiyoruz. Amacımız , Allah'ın ayetlerinin bazı yanlış mülahazalar sonucu farklı yönlere nasıl çekilebileceğine dikkat çekerek , bu konuda daha titiz davranılması gerektiğine dairdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
20 Ekim 2016 Perşembe
Maide s. 117. Ayeti : Muhammed a.s Kabrinde Bizi Duyabilir mi ?
Yeryüzünde şirk'i ortadan kaldırarak , Tevhid'i hakim kılmak için gönderilmiş olan nebi resullerin sonuncusu olan Muhammed a.s , vefatı sonrasında değişen din algılarının yönlendirmesi ile Allah c.c ye ortak koşulan bir kişi haline getirilmiştir. Kendisinden önceki nebi resul olan İsa a.s ın Hristiyanlarca Allah c.c ye ortak koşulmasının yanlışlığını bildiren pek çok ayete rağmen , bu ayetlerden kendilerine çıkarılması gereken payın sanki "Hristiyanların yaptığının aynısını yapmakta serbestsiniz" denilmiş olduğu zannına kapılanlar , Hristiyanlara dahi parmak ısırtacak bir şekilde Muhammed a.s ı beşer olmaktan çıkararak, onu ilah seviyesine yükseltmişlerdir.
Onun bir çok ayette "Beşer" olduğunun vurgulanması , onun beşer üstü bir kişi olmaktan bir payının olmadığının bilinmesine matuf bilgiler olarak okunması gerektiğine dair iken , onun ümmeti olduğunu iddia eden büyük bir kesim , ona beşer demekten bile imtina ederek , onu Allah ile eşdeğer bir konuma oturtmuşlardır.
Onu ilah olarak görmenin tezahürü , Allah c.c ye ait olan ve başka bir kimseye yakıştırılmaması gereken isimlerin ona yakıştırılmış olmasıdır. Muhammed a.s ile ilgili olan en yaygın görüşlerden bir tanesi , onun kendisine yapılan dua ve salavatları işittiği , kabrinde diri olduğu , hatta namaz dahi kıldığı , bazı cemaatlerin toplantı ve zikir halkalarına katıldığı gibi daha buraya almaya dahi haya ettiğimiz bir çok yalan ve iftiralar ile insanlar aldatılmaya devam etmektedir.
Ona karşı yapılan yalan ve iftira örneğini "Sorularla İslamiyet" adlı bir sitede, bu konuda sorulan bir soruya verilen cevabı örnek göstererek sunmak istiyoruz.
"Elcevap: O zat (a.s.m.) umum ümmetinin saadetiyle alâkadar ve bütün efrad-ı ümmetinin her nevi saadetleriyle hissedardır ve her nevi musibetleriyle endişedardır. İşte, kendi hakkında merâtib-i saadet ve kemâlât hadsiz olmakla beraber, hadsiz efrad-ı ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz envâ-ı saadetlerini hararetle arzu eden ve hadsiz envâ-ı şekavetlerinden müteessir olan bir zat, elbette hadsiz salâvat ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır." (bk. Said Nursi, Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, s.488)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Verilen bu cevap , bir cemaate ait olan tv kanalının yapımını üstlendiği bazı tv dizilerinde peygamberi kamyona bindirmek , yaptıkları bazı organizasyonlara onun katıldığını iddia etmek gibi yalan , iftira ve hezeyanları ortaya atmanın dini kılıfıdır.
Verilen cevaba dikkat edilecek olursa , cevabın içinde bu düşünceleri desteklemek için kullanılan bir tek ayet dahi bulunmamakta , sadece indi görüşler, cahil Müslümanlara din olarak yutturularak cevap verilmeye çalışılmaktadır. Kur'an bize bu konuda nasıl bir düşünce içinde olmamız gerektiğini, ve doğru bilgileri öğreten bir kitap olarak , hurafe , yalan ve iftira üreten site ve bu sitelerin cahil hocalarına değil, kendisine müracaat edilmesini bekleyen bir kitaptır.
Maide suresinde İsa a.s ın sorgulanma sahnesi ile ilgili ayetler içinde geçen sözler , bizlere elçilerin durumu hakkında doğru bilgiyi veren ayetlerdendir.
[005.116] Allah buyurmuştu ki: Ey meryem oğlu İsa; sen mi insanlara: Beni ve annemi Allah'tan başka iki ilah edinin, dedin? Demişti ki: Tenzih ederim Seni, hak olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer ben, onu söylemişsem; Sen, onu elbette bilirsin. Sen, benim içimde olanı bilirsin, ama ben Senin zatında olanı bilmem. Doğrusu görülmeyeni en iyi bilen Sensin, Sen.
[005.117] «Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) 'Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' ONLARIN İÇİNDE KALDIĞIM SÜRECE BEN ONLARIN ÜZERİNDE BİR ŞAHİT İDİM. BENİ VEFAT ETTİRDİĞİNDE ÜZERLERİNDE GÖZETLEYİCİ (ERRAKİB) SEN OLDUN. Sen her şeyin üzerine şahid olansın.»
Maide s. 117. ayetinde altını çizdiğimiz cümleler , İsa a.s ın ağzından bir elçinin yaşamı içinde ve yaşamı sonrası olan durumunu özetlemektedir. Birileri eğer kalkıp , "Bu durum İsa a.s için geçerli olabilir , Muhammed a.s için böyle bir durum yoktur" diyecek olursa , Allah c.c nin elçileri arasında ayrım yapanların durumuna düşmesi söz konusu olduğu için böyle bir şeyi asla düşünmemesini tavsiye ederiz.
Bir elçinin şahitliği, sadece yaşadığı zaman zarfı içinde geçerlidir. Öldükten sonra artık onun hayat ile bağı kesilmiş , diğer insanlar gibi yeniden dirilmeyi bekleyen bir kişi haline gelmiştir. Bu durum Muhammed a.s içinde geçerlidir. Bunun aksini iddia etmek kişinin itikadında derin yaraların açılmasına sebep olacaktır şöyle ki :
İsa a.s ın söylediği , "BENİ VEFAT ETTİRDİĞİNDE ÜZERLERİNDE GÖZETLEYİCİ (ERRAKİB) SEN OLDUN" cümlesinde geçen "Errakib" , Esma-ül Hüsna ya dahil olan isimlerden olup "Bütün varlıkları görüp gözeten , kendisinden hiç bir şey gizli kalmayan" demektir. İsa a.s yaşadığı zaman içindeki insanlara karşı "şahit" iken , bu şahitliği , ölümü ile son bulmuştur.
Errakib olan Allah c.c, kullarının her zaman gözetleyen , yaptıklarını gören , bilen , işiten olarak her zaman "Hayy" ve "Kayyum" olarak mevcut olacaktır. Onun yarattığı insanlar ise , bu insan onun elçisi olsa dahi , ona verdiği ömrü tamamladığında ölecek ve diğer insanlar gibi kabrinde hiç bir şeyden habersiz olarak , yeniden dirileceği zamana kadar bekleyecektir.
Eğer bizler yukarıda sorulan soruya verilen cevapta olduğu gibi , Muhammed a.s ın ölmediğini , kabrinde diri olduğunu , bizleri görüp işittiğini ,bazı cemaatlerin toplantılarında hazır bulunduğunu , kendisine söyleneni işittiği gibi, birçok yalan ve iftirayı ona isnat ettiğimiz takdirde , sadece Allah c.c ye ait olan ERRAKİB - ELHAYY - ELKAYYUM -ELBASİR - ESSEMİ - ELHABİR gibi bir çok ismi Muhammed a.s a da layık görmüş olacak, ve neticede ŞİRK tehlikesi içine girmiş olacağız.
Allah c.c kendisine ortak olarak hiç kimseyi kabul etmeyeceğini , Muhammed a.s a indirdiği vahyinde bildirmesine , hiç bir elçinin "Allah'ı bırakıp bana kul olun" demeyeceğine (3.79) göre Allah c.c ye ait olan ve başka kimseye verilmesinin şirk olduğu ilahlığına ait olan özellikleri elçisi ve kulu olduğunu ifade ettiğimiz Muhammed a.s a vermiş olması düşünülebilir mi ?.
Cevabını aradığımız bir soruya verilen cevabın , delilinin Kur'an ile desteklenmesi çok önemlidir. Kur'an ile desteklenmeyen bir delil , yalan , iftira , hezeyan olmaya açık olmaya mahkumdur. Bu sorulara cevap veren kişiler , insanlar arasında tanınmış ve saygı gören kimseler olsa da , eğer verdikleri cevapları hevalarına göre veriyor iseler , ahiretteki hesapları çetin olacaktır.
Muhammed a.s ile ilgili bu düşüncelerimizin , kafası rivayet kültürü ile şekillenmiş peygamber anlayışına sahip olanlar tarafından , peygamber düşmanlığı olarak görülebileceğini bilmekteyiz. Ancak peygambere dost olmak ve onu sevmek adına İsa a.s ı ilah konumuna getirenlerin "Kafir" ve ebedi cehennem ehli olarak haber verilmesi bizler için uyarıcı nitelikteki ayetler olmalıdır.
Muhammed a.s ı sevmek demek , ona Allah c.c nin yanında bir yer bulmak değil , onu bir kul ve elçi olarak görmek , ve ona verilen görev ve konumun dışına çıkarmamak olmalıdır. Böyle bir sevginin kaynağı, şemail , hasais ve uydurma dolu hurafe kitapları değil, sadece Kur'andır. Kur'anın öğrettiği bir peygamber bizleri şirk'e, değil gerçek hak yoluna ileten bir kimse olacaktır.
Sonuç olarak : Muhammed a.s ölümlü bir beşer olarak , Allah c.c nin kendisine verdiği ömrü tamamlamış , kabrinde her şeyden habersiz bir vaziyette yeniden dirileceği günü beklemektedir. Herkes gibi o da sorguya çekilecek (Araf s. 6) ve İsa a.s gibi sadece yaşadığı zaman ile ilgili olarak şahitliğini yapacaktır.
Onun şahitliğinin bütün ümmetine karşı olacağı gibi bir düşünce , onun kıyamete kadar hayatta olması ve Allah c.c nin isimlerinden bazılarını kuşanması anlamına gelir ki bu anlayış apaçık bir ŞİRKtir.
Muhammed a.s ile açılan böyle bir şirk kapısından , kerameti müritlerinden menkul din baronlarını da sokarak çok ilahlı bir din ihdas etmek cüretinde bulunanların ahiretteki hesapları çok çetin olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Onun bir çok ayette "Beşer" olduğunun vurgulanması , onun beşer üstü bir kişi olmaktan bir payının olmadığının bilinmesine matuf bilgiler olarak okunması gerektiğine dair iken , onun ümmeti olduğunu iddia eden büyük bir kesim , ona beşer demekten bile imtina ederek , onu Allah ile eşdeğer bir konuma oturtmuşlardır.
Onu ilah olarak görmenin tezahürü , Allah c.c ye ait olan ve başka bir kimseye yakıştırılmaması gereken isimlerin ona yakıştırılmış olmasıdır. Muhammed a.s ile ilgili olan en yaygın görüşlerden bir tanesi , onun kendisine yapılan dua ve salavatları işittiği , kabrinde diri olduğu , hatta namaz dahi kıldığı , bazı cemaatlerin toplantı ve zikir halkalarına katıldığı gibi daha buraya almaya dahi haya ettiğimiz bir çok yalan ve iftiralar ile insanlar aldatılmaya devam etmektedir.
Ona karşı yapılan yalan ve iftira örneğini "Sorularla İslamiyet" adlı bir sitede, bu konuda sorulan bir soruya verilen cevabı örnek göstererek sunmak istiyoruz.
Soru =Peygamberimiz (s.a.v.) şu an bizi merak ediyor mu, bizden haberdar mı? Çünkü en son zamandayız, ahir zamandayız, bizi izlemeye falan geliyor mudur acaba?
Cevap = Değerli kardeşimiz,
Peygamberimiz (asv) bütün ümmeti ile tek tek alakadar ve haberdardır. Her birinin üzüntüsüne ve sevincine ortak olur.
1. Her salavat Peygamber Efendimize (asv) arz edilir. O da onun sahibini tanır ve salavatını, selamını alır.
2. Her namazda ve namaz dışında Peygamber Efendimize (asv) "Esselamü aleyke" "Allah'ın Selamı senin üzerine olsun" denilmektedir. Dikkat edilirse doğrudan "sana "diyerek selam verilmektedir. Bu da kendisine verilen selamları aldığına ve selam vereni tanıdığına işaret eder.
3. Peygamber Efendimiz (asv) Miraç'da Cennet ve Cehennem ehlinin kendisine gösterildiğini bildirir. Buna göre bütün insanları tanımış olmasına bir işaret olabilir.
4. Bazı Hadislerde ümmetinin başına gelecek olayların kendisine gösterildiği ve bu konuda uyarılarda bulunduğu anlatılmaktadır. Bu duruma göre ümmetini tanımış olduğu anlaşılabilir.
Bu ve buna benzer durumlar dikkate alınırsa, Allah'ın izniyle, Peygamber Efendimiz (a.s.m) ümmetini tanıyor ve her birisinden haberdardır, denilebilir.
2. Her namazda ve namaz dışında Peygamber Efendimize (asv) "Esselamü aleyke" "Allah'ın Selamı senin üzerine olsun" denilmektedir. Dikkat edilirse doğrudan "sana "diyerek selam verilmektedir. Bu da kendisine verilen selamları aldığına ve selam vereni tanıdığına işaret eder.
3. Peygamber Efendimiz (asv) Miraç'da Cennet ve Cehennem ehlinin kendisine gösterildiğini bildirir. Buna göre bütün insanları tanımış olmasına bir işaret olabilir.
4. Bazı Hadislerde ümmetinin başına gelecek olayların kendisine gösterildiği ve bu konuda uyarılarda bulunduğu anlatılmaktadır. Bu duruma göre ümmetini tanımış olduğu anlaşılabilir.
Bu ve buna benzer durumlar dikkate alınırsa, Allah'ın izniyle, Peygamber Efendimiz (a.s.m) ümmetini tanıyor ve her birisinden haberdardır, denilebilir.
Bu konuda Said Nursi şu tespitlerde bulunmuştur:"Eğer desen: Madem o Habîbullahtır. Bu kadar salâvat ve duaya ne ihtiyacı var?"
"Elcevap: O zat (a.s.m.) umum ümmetinin saadetiyle alâkadar ve bütün efrad-ı ümmetinin her nevi saadetleriyle hissedardır ve her nevi musibetleriyle endişedardır. İşte, kendi hakkında merâtib-i saadet ve kemâlât hadsiz olmakla beraber, hadsiz efrad-ı ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz envâ-ı saadetlerini hararetle arzu eden ve hadsiz envâ-ı şekavetlerinden müteessir olan bir zat, elbette hadsiz salâvat ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır." (bk. Said Nursi, Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, s.488)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Verilen bu cevap , bir cemaate ait olan tv kanalının yapımını üstlendiği bazı tv dizilerinde peygamberi kamyona bindirmek , yaptıkları bazı organizasyonlara onun katıldığını iddia etmek gibi yalan , iftira ve hezeyanları ortaya atmanın dini kılıfıdır.
Verilen cevaba dikkat edilecek olursa , cevabın içinde bu düşünceleri desteklemek için kullanılan bir tek ayet dahi bulunmamakta , sadece indi görüşler, cahil Müslümanlara din olarak yutturularak cevap verilmeye çalışılmaktadır. Kur'an bize bu konuda nasıl bir düşünce içinde olmamız gerektiğini, ve doğru bilgileri öğreten bir kitap olarak , hurafe , yalan ve iftira üreten site ve bu sitelerin cahil hocalarına değil, kendisine müracaat edilmesini bekleyen bir kitaptır.
Maide suresinde İsa a.s ın sorgulanma sahnesi ile ilgili ayetler içinde geçen sözler , bizlere elçilerin durumu hakkında doğru bilgiyi veren ayetlerdendir.
[005.116] Allah buyurmuştu ki: Ey meryem oğlu İsa; sen mi insanlara: Beni ve annemi Allah'tan başka iki ilah edinin, dedin? Demişti ki: Tenzih ederim Seni, hak olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer ben, onu söylemişsem; Sen, onu elbette bilirsin. Sen, benim içimde olanı bilirsin, ama ben Senin zatında olanı bilmem. Doğrusu görülmeyeni en iyi bilen Sensin, Sen.
[005.117] «Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) 'Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' ONLARIN İÇİNDE KALDIĞIM SÜRECE BEN ONLARIN ÜZERİNDE BİR ŞAHİT İDİM. BENİ VEFAT ETTİRDİĞİNDE ÜZERLERİNDE GÖZETLEYİCİ (ERRAKİB) SEN OLDUN. Sen her şeyin üzerine şahid olansın.»
Maide s. 117. ayetinde altını çizdiğimiz cümleler , İsa a.s ın ağzından bir elçinin yaşamı içinde ve yaşamı sonrası olan durumunu özetlemektedir. Birileri eğer kalkıp , "Bu durum İsa a.s için geçerli olabilir , Muhammed a.s için böyle bir durum yoktur" diyecek olursa , Allah c.c nin elçileri arasında ayrım yapanların durumuna düşmesi söz konusu olduğu için böyle bir şeyi asla düşünmemesini tavsiye ederiz.
Bir elçinin şahitliği, sadece yaşadığı zaman zarfı içinde geçerlidir. Öldükten sonra artık onun hayat ile bağı kesilmiş , diğer insanlar gibi yeniden dirilmeyi bekleyen bir kişi haline gelmiştir. Bu durum Muhammed a.s içinde geçerlidir. Bunun aksini iddia etmek kişinin itikadında derin yaraların açılmasına sebep olacaktır şöyle ki :
İsa a.s ın söylediği , "BENİ VEFAT ETTİRDİĞİNDE ÜZERLERİNDE GÖZETLEYİCİ (ERRAKİB) SEN OLDUN" cümlesinde geçen "Errakib" , Esma-ül Hüsna ya dahil olan isimlerden olup "Bütün varlıkları görüp gözeten , kendisinden hiç bir şey gizli kalmayan" demektir. İsa a.s yaşadığı zaman içindeki insanlara karşı "şahit" iken , bu şahitliği , ölümü ile son bulmuştur.
Errakib olan Allah c.c, kullarının her zaman gözetleyen , yaptıklarını gören , bilen , işiten olarak her zaman "Hayy" ve "Kayyum" olarak mevcut olacaktır. Onun yarattığı insanlar ise , bu insan onun elçisi olsa dahi , ona verdiği ömrü tamamladığında ölecek ve diğer insanlar gibi kabrinde hiç bir şeyden habersiz olarak , yeniden dirileceği zamana kadar bekleyecektir.
Eğer bizler yukarıda sorulan soruya verilen cevapta olduğu gibi , Muhammed a.s ın ölmediğini , kabrinde diri olduğunu , bizleri görüp işittiğini ,bazı cemaatlerin toplantılarında hazır bulunduğunu , kendisine söyleneni işittiği gibi, birçok yalan ve iftirayı ona isnat ettiğimiz takdirde , sadece Allah c.c ye ait olan ERRAKİB - ELHAYY - ELKAYYUM -ELBASİR - ESSEMİ - ELHABİR gibi bir çok ismi Muhammed a.s a da layık görmüş olacak, ve neticede ŞİRK tehlikesi içine girmiş olacağız.
Allah c.c kendisine ortak olarak hiç kimseyi kabul etmeyeceğini , Muhammed a.s a indirdiği vahyinde bildirmesine , hiç bir elçinin "Allah'ı bırakıp bana kul olun" demeyeceğine (3.79) göre Allah c.c ye ait olan ve başka kimseye verilmesinin şirk olduğu ilahlığına ait olan özellikleri elçisi ve kulu olduğunu ifade ettiğimiz Muhammed a.s a vermiş olması düşünülebilir mi ?.
Cevabını aradığımız bir soruya verilen cevabın , delilinin Kur'an ile desteklenmesi çok önemlidir. Kur'an ile desteklenmeyen bir delil , yalan , iftira , hezeyan olmaya açık olmaya mahkumdur. Bu sorulara cevap veren kişiler , insanlar arasında tanınmış ve saygı gören kimseler olsa da , eğer verdikleri cevapları hevalarına göre veriyor iseler , ahiretteki hesapları çetin olacaktır.
Muhammed a.s ile ilgili bu düşüncelerimizin , kafası rivayet kültürü ile şekillenmiş peygamber anlayışına sahip olanlar tarafından , peygamber düşmanlığı olarak görülebileceğini bilmekteyiz. Ancak peygambere dost olmak ve onu sevmek adına İsa a.s ı ilah konumuna getirenlerin "Kafir" ve ebedi cehennem ehli olarak haber verilmesi bizler için uyarıcı nitelikteki ayetler olmalıdır.
Muhammed a.s ı sevmek demek , ona Allah c.c nin yanında bir yer bulmak değil , onu bir kul ve elçi olarak görmek , ve ona verilen görev ve konumun dışına çıkarmamak olmalıdır. Böyle bir sevginin kaynağı, şemail , hasais ve uydurma dolu hurafe kitapları değil, sadece Kur'andır. Kur'anın öğrettiği bir peygamber bizleri şirk'e, değil gerçek hak yoluna ileten bir kimse olacaktır.
Sonuç olarak : Muhammed a.s ölümlü bir beşer olarak , Allah c.c nin kendisine verdiği ömrü tamamlamış , kabrinde her şeyden habersiz bir vaziyette yeniden dirileceği günü beklemektedir. Herkes gibi o da sorguya çekilecek (Araf s. 6) ve İsa a.s gibi sadece yaşadığı zaman ile ilgili olarak şahitliğini yapacaktır.
Onun şahitliğinin bütün ümmetine karşı olacağı gibi bir düşünce , onun kıyamete kadar hayatta olması ve Allah c.c nin isimlerinden bazılarını kuşanması anlamına gelir ki bu anlayış apaçık bir ŞİRKtir.
Muhammed a.s ile açılan böyle bir şirk kapısından , kerameti müritlerinden menkul din baronlarını da sokarak çok ilahlı bir din ihdas etmek cüretinde bulunanların ahiretteki hesapları çok çetin olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
18 Ekim 2016 Salı
Maide s. 78-81. Ayetleri : İsrailoğullarının Davud ve İsa a.s Dili İle Lanetlenmeleri
Kur'anda İsrailoğulları ile ilgili bazı ayetlerde, onların lanetlendiğinden bahsedilmektedir. İsrailoğullarının başına gelen lanetlenmenin, sadece onlara has bir durum olarak okunmaması gerektiğine dair düşüncelerimizi, bu konudaki bazı ayetler ile ilgili çalışmalarımızda hatırlatmaya çalıştığımız, yazılarımızı takip edenlerin malumudur.
Lanete uğramanın belirli kıstasları olduğunu , bu kıstaslara uyan her kişi ve topluluğun, hangi zaman diliminde yaşasın , adı ne olursa olsun lanete uğrayacağını , yani lanete uğramanın, sadece belirli bir kavme has olmadığını, evrensel yasaların bir gereği olduğunu, onların uğradığı lanetin, lanetlenmeye sebep olacak fiilleri yerine getirmiş olmaları nedeniyle başlarına geldiğini hatırlatarak , ayetlerde sıralanan bu kıstasları hayat içinde yerine getiren kişi ve toplumların adı ne olursa olsun, aynı akıbete düçar olacakları yönünde fikir beyan etmeye çalışmıştık.
Yazımıza konu edeceğimiz Maide s. 78. ve 81. ayetleri arasında , İsrailoğullarının lanete uğradıkları ve bu lanetin sebepleri sıralanmaktadır. Sıralanan bu sebeplerin , biz Müslümanların hayatlarında nasıl yer bulduğuna dikkat çekerek , ayetlerin bize dönük neler söylemiş olabileceği yönünde düşünce beyan etmeye çalışacağız.
[005.078] İsrailoğullarından kâfir olanlar, Dâvud'un da, Meryem'in oğlu İsâ'nın da lisanıyla lânet olunmuşlardır. Bu da onların isyan etmeleri ve haddi tecavüz etmeleri sebebiyledir.
[005.079] Yapmakta oldukları münker (çirkin iş) lerden birbirlerini sakındırmıyorlardı. Yapmakta oldukları şey ne kötü idi!.
[005.080] Görürsün ki; onlardan çoğu, küfredenleri veli edinmektedirler. Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü, ne kötüdür. Allah onlara gazab etmiştir ve azabta ebedi kalıcıdırlar.
[005.081] Eğer Allah'a, nebiye ve ona indirilene iman etselerdi, onları veliler edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fasık olanlardır.
Bu ayetler, Davud ve İsa a.s ların yaşadıkları zaman içindeki İsrailoğullarının yaptıklarından bahsetmektedir. Davud ve İsa a.s lar elçi olmaları nedeniyle , kavimlerine Allah c.c nin mesajlarını iletmişler ve onlar bu mesajları hayatlarına geçirmedikleri için yanlış yapmışlar , yapmış oldukları bu yanlış ise , onların Allah c.c tarafından lanete uğramaları ile sonuçlanmıştır.
Davud ve İsa a.s ların dili ile lanete uğramaları , onların elçi olmaları nedeniyle , kavimlerinin yapmış oldukları bu yanlışların Allah c.c katında lanete uğrama vesilesi olduğunu kavimlerine tebliğ etmiş olmaları anlamındadır. Neticede İsrailoğulları Allah c.c tarafından lanete uğramışlardır.
İsrailoğullarının Allah c.c tarafından lanet olunmalarına sebep olan fiilleri ne idi ?.
1- İsyan etmeleri.
2- Haddi aşmaları.
3- Münkerden sakındırmamaları.
4- Kafirleri veli edinmeleri.
Ayetler lanete uğramanın kıstaslarını vererek , bu kıstaslara uyan İsrailoğullarının lanete uğradıklarını beyan etmekte , fakat bu kıstaslar bugün biz Müslümanların hayatlarında yer almaktadır.
Sıralanan ilk 3 şıkkı , yine İsrailoğulları ile ilgili bir kıssa üzerinden okuyarak, bizim hayatımız ile ilgisini kurmak mümkündür.
Araf suresi içinde, deniz kıyısında yaşayan ve balıkçılıkla geçinen İsrailoğullarına mensup bir topluluktan bahsedilmektedir. İsrailoğullarına uygulanan cumartesi yasağı , bu topluluğa mensup olan bir kısım insan tarafından çiğnenerek Allah'a karşı isyan edilerek , onun koyduğu had aşılmaktaydı.
Cumartesi yasağına karşı isyan edip haddi aşan topluluğun karşısında, iki ayrı gurup daha bulunmaktadır.
1- yasağı çiğnemeyen , fakat yasağı çiğneyenlere karşı uyarıda bulunmayanlar.
2- yasağı çiğnemeyen, hem de yasağı çiğneyenlere karşı uyarıda bulunanlar.
Yasağı çiğneyenlere karşı uyarıda bulunanlar helak olmaktan kurtularak , yasağı çiğneyenler ve , yasağı çiğnememiş fakat yasağı çiğneyenlere kayıtsız kalanlar ise helak olmuşlardır.
Kur'an , "İyiliği emretmek , kötülükten nehyetmek" şeklindeki yaşam tarzını, iman edenlerin vasıfları arasında zikretmektedir. Hayata geçirilmediği takdirde bir topluluğun helakına sebep olan bu vasıf , maalesef bizim hayatımızda doğru bir şekilde yerine bulmamaktadır. Her fırkanın kendisine çağırma işini" iyiliği emretmek" , başka fırkaların kötülüğünü anlatmayı ise "kötülükten nehyetmek" olarak anladığı bu vasıf , kişisel kriterlere göre şekillenebilecek bir vasıf değildir.
Cumartesi yasağını güncel bir hale getirerek , "Allah c.c nin Kur'an içinde yasaklamış olduğu her şey" olarak tarifini yaptığımızda , hem o yasakları çiğnememek , hem de yasakları çiğneyenlere karşı kayıtsız kalmamak gibi bir zorunluluğumuz bulunmaktadır.
Müslüman olarak vazifemiz , Allah'a karşı isyan etmemek , ona karşı haddi aşmamak olduğu kadar , onun yasaklarını çiğneyenlere karşı kayıtsız kalarak "bana ne"ci bir tutum sergilememektir. "Bana ne" diyerek sırtını kötülüklere dönmenin cezası , sadece bu suçu işleyen İsrailoğullarına has değil , bu suçun işleneceği tüm zamanlar , ve bu suçu işleyen tüm toplumlar için helaka uğramak olarak karşılık bulacaktır.
Ferdi olarak önce kendimiz yasaklanan fiillerden kaçarak , bu fiilleri işleyen başkalarına da, yaptıklarının yanlış olduğunu hatırlatmak zorundayız. Herkesin kendi kapısının önünü temizlediğinde bütün caddelerinin temiz olacağı bir belde misali , herkesin düzgün bir insan olduğunda cennet misali bir dünya oluşacaktır.
Kötülükleri yapanlara karşı sadece kendi kapımızın önünü temiz tutmaya çalışmak bize pek bir yarar sağlamayacaktır. Başkalarının pislettiği kapı önleri zaman içinde bizim kapımızın önünü de " O temizlemiyorsa ben de temizlemiyorum" diyerek , caddeyi temiz tutmaya çalışmaktan vazgeçmemize sebep olacaktır.
Lanete uğramanın 4. sebebi olan "Kafirleri veli edinmek" Müslüman hayatında nasıl yer bulur?.
Veli kelimesinin "dost" olarak çevrilmesi , bu kelimenin karşılığını tam olarak yansıtmamaktadır. Bu kelimenin dost olarak çevrildiği mealleri okuyanlar , ehli kitap ile yemek yemeye izin veren yani onlarla arkadaşlık ve komşuluk gibi insani ilişkiler kurulabileceğine izin veren Maide s. 5. ayetini okuduğunda , bu ayet ile diğer ayetler arsında sanki bir çelişki varmış düşüncesine kapılabilmektedir.
Halbuki "Veli" kelimesi , Allah c.c nin hüküm verdiği bir konuda , onun hükmünün terk edilerek , başkalarının hükümlerine tabi olmak anlamındadır. Bu noktada Allah c.c bizlere kafirleri veli edinmememizi emretmekle , onların Allah'a isyan ve haddi aşmak anlamına gelen düşünce ve fillerini kendi hayatlarımızda ikame etmememizi istemektedir.
Allah c.c nin bizlerin kafirleri veli edinmememizi istemesinin sebebi , onlar tarafından ortaya atılan ferdi ve toplumsal hayat projelerinin Allah'a rakip olarak ortaya atılmış olması , onun bu konuda kul vasfına sahip olan bir kimsenin projelerine, kullarını muhtaç bırakmayarak , gerekli olan sistemi elçi ve kitapları aracılığı ile insanlara bildirmiş olmasıdır. Adı "Şirk ve Tağuti sistemler" olan bu sistemler , ortaya koydukları yaşam kuralları ile toplumların çöküşlerini hızlandırarak , toplumların dünya ve ahiretlerini berbat hal getirmektedirler.
Biz Müslümanlar yaşadığımız hayatın her safhasında , ihtiyacımız olan kuralları Allah c.c den aldığımız takdirde, onun lanetine uğramaktan kurtulmuş olmakla birlikte, onun vaz ettiği sistemin hayat içinde hakim kılınması nedeniyle , insanların daha mutlu bir yaşam sürmesine de sebep olacağız.
Şu anda İslam coğrafyasına baktığımızda, gördüğümüz acı tablo bu lanetin gerçekleşmiş halini göstermektedir. Müslüman olduğunu sadece camide hatırlayan , bir çoğu camide bile hatırlamayan , fakat cami dışındaki hayatında kafirler tarafından vaz edilmiş sistemleri hayata pratize etmemiz sonucunda kişi ve toplum olarak düştüğümüz hal ortadadır.
Siyasal , sosyal , ekonomik , hukuki v.s ,yaşam için gerekli olan kuralların kafirler ile olan velayet ilişkisi sonucunda onlardan alınarak Müslüman yaşantısına uygulanması sonucunda , sadece kimliğinde Müslüman yazan bir topluluk halinde yaşıyor olmak, lanete uğramış olmaktan başka bir şey değildir.
Müslüman olduğunu iddia ettiği halde , Allah'ın koymuş olduğu yasaklara isyan ederek haddi aşan insanların doldurduğu sokak ve caddelere baktığımızda , Batıda veya başka topraklarda Müslüman olmadığını söyleyen insanların doldurdukları sokaklardan hiç bir farkı görünmemektedir. Bu yaşantı şekli, belki bir çoğumuzun "Demokratik hak" olarak gördüğü bir durum olarak kimseye karışmamamız gerektiğini düşündürebilir. İşte bu hal, deniz kıyısındaki halkın , "Bana ne" ci gurubu ile aynı duruma düşmek anlamına gelecektir.
Bizler mü'minler olarak , "İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak" görevi adına , insan ve toplum yaşantısında yanlış gördüğümüz şeyleri , Kur'an çerçevesi içinde uyarmak ile yükümlü olduğumuzu unutmamalıyız. Vazifemiz olan uyarı görevini yerine getirmiş olmak , bizim dünya ve ahiret hayatında kurtulmamıza vesile olacaktır. Aksi takdirde diğerleri ile birlikte dünya ve ahirette helaka uğrayanlardan olmaktan kurtulmamız mümkün olmayacaktır.
Yaşadığımız dünyayı bir gemiye benzetecek olursak , bir kısım yolcunun geminin altını delmeye çalışarak su ihtiyacını gidermeyi düşünmesi karşısında , diğerlerinin elini kolunu bağlayıp oturması olacak iş değildir. Eğer gemi bir kaç kişinin yaptığı yanlış yüzünden batacak olursa o yanlışa katılmış ve katılmamış olan herkes denizin dibini boylayacaktır.
Sonuç olarak : Allah (c.c) arz üzerine koymuş olduğu evrensel yasaların nasıl işlediğini prototip bir kavim olarak İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarla bizlere öğretmektedir. Bu anlatımların sadece onlara has olduğunu düşünerek okumak sureti ile bize dönük mesajlar çıkarmamak, doğru bir okuma yöntemi değildir.
Göndermiş olduğu elçi ve kitaplarla bizlere dünya hayatımızda hangi kurallara tabi olarak yaşayacağımız bildiren Allah c.c , bu kuralların çiğnenmesi halinde başımıza hangi sonuçlar geleceğini İsrailoğulları örneğinde göstermektedir.
Dün İsrailoğullarını yapmış oldukları fiiller karşısında Allah c.c nin onlara ne cevap verdiğine bakılarak , bugün bizlerin yapmış olduğu aynı fiiller karşısında alacağımız cevap "Lanete uğramak" olarak bildirilmiştir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
Lanete uğramanın belirli kıstasları olduğunu , bu kıstaslara uyan her kişi ve topluluğun, hangi zaman diliminde yaşasın , adı ne olursa olsun lanete uğrayacağını , yani lanete uğramanın, sadece belirli bir kavme has olmadığını, evrensel yasaların bir gereği olduğunu, onların uğradığı lanetin, lanetlenmeye sebep olacak fiilleri yerine getirmiş olmaları nedeniyle başlarına geldiğini hatırlatarak , ayetlerde sıralanan bu kıstasları hayat içinde yerine getiren kişi ve toplumların adı ne olursa olsun, aynı akıbete düçar olacakları yönünde fikir beyan etmeye çalışmıştık.
Yazımıza konu edeceğimiz Maide s. 78. ve 81. ayetleri arasında , İsrailoğullarının lanete uğradıkları ve bu lanetin sebepleri sıralanmaktadır. Sıralanan bu sebeplerin , biz Müslümanların hayatlarında nasıl yer bulduğuna dikkat çekerek , ayetlerin bize dönük neler söylemiş olabileceği yönünde düşünce beyan etmeye çalışacağız.
[005.078] İsrailoğullarından kâfir olanlar, Dâvud'un da, Meryem'in oğlu İsâ'nın da lisanıyla lânet olunmuşlardır. Bu da onların isyan etmeleri ve haddi tecavüz etmeleri sebebiyledir.
[005.079] Yapmakta oldukları münker (çirkin iş) lerden birbirlerini sakındırmıyorlardı. Yapmakta oldukları şey ne kötü idi!.
[005.080] Görürsün ki; onlardan çoğu, küfredenleri veli edinmektedirler. Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü, ne kötüdür. Allah onlara gazab etmiştir ve azabta ebedi kalıcıdırlar.
[005.081] Eğer Allah'a, nebiye ve ona indirilene iman etselerdi, onları veliler edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fasık olanlardır.
Bu ayetler, Davud ve İsa a.s ların yaşadıkları zaman içindeki İsrailoğullarının yaptıklarından bahsetmektedir. Davud ve İsa a.s lar elçi olmaları nedeniyle , kavimlerine Allah c.c nin mesajlarını iletmişler ve onlar bu mesajları hayatlarına geçirmedikleri için yanlış yapmışlar , yapmış oldukları bu yanlış ise , onların Allah c.c tarafından lanete uğramaları ile sonuçlanmıştır.
Davud ve İsa a.s ların dili ile lanete uğramaları , onların elçi olmaları nedeniyle , kavimlerinin yapmış oldukları bu yanlışların Allah c.c katında lanete uğrama vesilesi olduğunu kavimlerine tebliğ etmiş olmaları anlamındadır. Neticede İsrailoğulları Allah c.c tarafından lanete uğramışlardır.
İsrailoğullarının Allah c.c tarafından lanet olunmalarına sebep olan fiilleri ne idi ?.
1- İsyan etmeleri.
2- Haddi aşmaları.
3- Münkerden sakındırmamaları.
4- Kafirleri veli edinmeleri.
Ayetler lanete uğramanın kıstaslarını vererek , bu kıstaslara uyan İsrailoğullarının lanete uğradıklarını beyan etmekte , fakat bu kıstaslar bugün biz Müslümanların hayatlarında yer almaktadır.
Sıralanan ilk 3 şıkkı , yine İsrailoğulları ile ilgili bir kıssa üzerinden okuyarak, bizim hayatımız ile ilgisini kurmak mümkündür.
Araf suresi içinde, deniz kıyısında yaşayan ve balıkçılıkla geçinen İsrailoğullarına mensup bir topluluktan bahsedilmektedir. İsrailoğullarına uygulanan cumartesi yasağı , bu topluluğa mensup olan bir kısım insan tarafından çiğnenerek Allah'a karşı isyan edilerek , onun koyduğu had aşılmaktaydı.
Cumartesi yasağına karşı isyan edip haddi aşan topluluğun karşısında, iki ayrı gurup daha bulunmaktadır.
1- yasağı çiğnemeyen , fakat yasağı çiğneyenlere karşı uyarıda bulunmayanlar.
2- yasağı çiğnemeyen, hem de yasağı çiğneyenlere karşı uyarıda bulunanlar.
Yasağı çiğneyenlere karşı uyarıda bulunanlar helak olmaktan kurtularak , yasağı çiğneyenler ve , yasağı çiğnememiş fakat yasağı çiğneyenlere kayıtsız kalanlar ise helak olmuşlardır.
Kur'an , "İyiliği emretmek , kötülükten nehyetmek" şeklindeki yaşam tarzını, iman edenlerin vasıfları arasında zikretmektedir. Hayata geçirilmediği takdirde bir topluluğun helakına sebep olan bu vasıf , maalesef bizim hayatımızda doğru bir şekilde yerine bulmamaktadır. Her fırkanın kendisine çağırma işini" iyiliği emretmek" , başka fırkaların kötülüğünü anlatmayı ise "kötülükten nehyetmek" olarak anladığı bu vasıf , kişisel kriterlere göre şekillenebilecek bir vasıf değildir.
Cumartesi yasağını güncel bir hale getirerek , "Allah c.c nin Kur'an içinde yasaklamış olduğu her şey" olarak tarifini yaptığımızda , hem o yasakları çiğnememek , hem de yasakları çiğneyenlere karşı kayıtsız kalmamak gibi bir zorunluluğumuz bulunmaktadır.
Müslüman olarak vazifemiz , Allah'a karşı isyan etmemek , ona karşı haddi aşmamak olduğu kadar , onun yasaklarını çiğneyenlere karşı kayıtsız kalarak "bana ne"ci bir tutum sergilememektir. "Bana ne" diyerek sırtını kötülüklere dönmenin cezası , sadece bu suçu işleyen İsrailoğullarına has değil , bu suçun işleneceği tüm zamanlar , ve bu suçu işleyen tüm toplumlar için helaka uğramak olarak karşılık bulacaktır.
Ferdi olarak önce kendimiz yasaklanan fiillerden kaçarak , bu fiilleri işleyen başkalarına da, yaptıklarının yanlış olduğunu hatırlatmak zorundayız. Herkesin kendi kapısının önünü temizlediğinde bütün caddelerinin temiz olacağı bir belde misali , herkesin düzgün bir insan olduğunda cennet misali bir dünya oluşacaktır.
Kötülükleri yapanlara karşı sadece kendi kapımızın önünü temiz tutmaya çalışmak bize pek bir yarar sağlamayacaktır. Başkalarının pislettiği kapı önleri zaman içinde bizim kapımızın önünü de " O temizlemiyorsa ben de temizlemiyorum" diyerek , caddeyi temiz tutmaya çalışmaktan vazgeçmemize sebep olacaktır.
Lanete uğramanın 4. sebebi olan "Kafirleri veli edinmek" Müslüman hayatında nasıl yer bulur?.
Veli kelimesinin "dost" olarak çevrilmesi , bu kelimenin karşılığını tam olarak yansıtmamaktadır. Bu kelimenin dost olarak çevrildiği mealleri okuyanlar , ehli kitap ile yemek yemeye izin veren yani onlarla arkadaşlık ve komşuluk gibi insani ilişkiler kurulabileceğine izin veren Maide s. 5. ayetini okuduğunda , bu ayet ile diğer ayetler arsında sanki bir çelişki varmış düşüncesine kapılabilmektedir.
Halbuki "Veli" kelimesi , Allah c.c nin hüküm verdiği bir konuda , onun hükmünün terk edilerek , başkalarının hükümlerine tabi olmak anlamındadır. Bu noktada Allah c.c bizlere kafirleri veli edinmememizi emretmekle , onların Allah'a isyan ve haddi aşmak anlamına gelen düşünce ve fillerini kendi hayatlarımızda ikame etmememizi istemektedir.
Allah c.c nin bizlerin kafirleri veli edinmememizi istemesinin sebebi , onlar tarafından ortaya atılan ferdi ve toplumsal hayat projelerinin Allah'a rakip olarak ortaya atılmış olması , onun bu konuda kul vasfına sahip olan bir kimsenin projelerine, kullarını muhtaç bırakmayarak , gerekli olan sistemi elçi ve kitapları aracılığı ile insanlara bildirmiş olmasıdır. Adı "Şirk ve Tağuti sistemler" olan bu sistemler , ortaya koydukları yaşam kuralları ile toplumların çöküşlerini hızlandırarak , toplumların dünya ve ahiretlerini berbat hal getirmektedirler.
Biz Müslümanlar yaşadığımız hayatın her safhasında , ihtiyacımız olan kuralları Allah c.c den aldığımız takdirde, onun lanetine uğramaktan kurtulmuş olmakla birlikte, onun vaz ettiği sistemin hayat içinde hakim kılınması nedeniyle , insanların daha mutlu bir yaşam sürmesine de sebep olacağız.
Şu anda İslam coğrafyasına baktığımızda, gördüğümüz acı tablo bu lanetin gerçekleşmiş halini göstermektedir. Müslüman olduğunu sadece camide hatırlayan , bir çoğu camide bile hatırlamayan , fakat cami dışındaki hayatında kafirler tarafından vaz edilmiş sistemleri hayata pratize etmemiz sonucunda kişi ve toplum olarak düştüğümüz hal ortadadır.
Siyasal , sosyal , ekonomik , hukuki v.s ,yaşam için gerekli olan kuralların kafirler ile olan velayet ilişkisi sonucunda onlardan alınarak Müslüman yaşantısına uygulanması sonucunda , sadece kimliğinde Müslüman yazan bir topluluk halinde yaşıyor olmak, lanete uğramış olmaktan başka bir şey değildir.
Müslüman olduğunu iddia ettiği halde , Allah'ın koymuş olduğu yasaklara isyan ederek haddi aşan insanların doldurduğu sokak ve caddelere baktığımızda , Batıda veya başka topraklarda Müslüman olmadığını söyleyen insanların doldurdukları sokaklardan hiç bir farkı görünmemektedir. Bu yaşantı şekli, belki bir çoğumuzun "Demokratik hak" olarak gördüğü bir durum olarak kimseye karışmamamız gerektiğini düşündürebilir. İşte bu hal, deniz kıyısındaki halkın , "Bana ne" ci gurubu ile aynı duruma düşmek anlamına gelecektir.
Bizler mü'minler olarak , "İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak" görevi adına , insan ve toplum yaşantısında yanlış gördüğümüz şeyleri , Kur'an çerçevesi içinde uyarmak ile yükümlü olduğumuzu unutmamalıyız. Vazifemiz olan uyarı görevini yerine getirmiş olmak , bizim dünya ve ahiret hayatında kurtulmamıza vesile olacaktır. Aksi takdirde diğerleri ile birlikte dünya ve ahirette helaka uğrayanlardan olmaktan kurtulmamız mümkün olmayacaktır.
Yaşadığımız dünyayı bir gemiye benzetecek olursak , bir kısım yolcunun geminin altını delmeye çalışarak su ihtiyacını gidermeyi düşünmesi karşısında , diğerlerinin elini kolunu bağlayıp oturması olacak iş değildir. Eğer gemi bir kaç kişinin yaptığı yanlış yüzünden batacak olursa o yanlışa katılmış ve katılmamış olan herkes denizin dibini boylayacaktır.
Sonuç olarak : Allah (c.c) arz üzerine koymuş olduğu evrensel yasaların nasıl işlediğini prototip bir kavim olarak İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarla bizlere öğretmektedir. Bu anlatımların sadece onlara has olduğunu düşünerek okumak sureti ile bize dönük mesajlar çıkarmamak, doğru bir okuma yöntemi değildir.
Göndermiş olduğu elçi ve kitaplarla bizlere dünya hayatımızda hangi kurallara tabi olarak yaşayacağımız bildiren Allah c.c , bu kuralların çiğnenmesi halinde başımıza hangi sonuçlar geleceğini İsrailoğulları örneğinde göstermektedir.
Dün İsrailoğullarını yapmış oldukları fiiller karşısında Allah c.c nin onlara ne cevap verdiğine bakılarak , bugün bizlerin yapmış olduğu aynı fiiller karşısında alacağımız cevap "Lanete uğramak" olarak bildirilmiştir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
17 Ekim 2016 Pazartesi
Kölelik Cariyelik ve Çok Eşlilik Meselesi Üzerine Bir Mülahaza
Kölelik , cariyelik ve çok eşlilik , İslam denildiği zaman bazı kesimlerin ilk aklına gelen kelimeler olup , İslama düşman bir gözle bakanların elinde insan onuruna yakışmayan uygulamalar olduğu gerekçesi ile biz Müslümanlara karşı kullandıkları bir kılıç haline gelmiştir. İslam düşmanlarının bu kelimeleri ortaya atarak saldırması karşısında bir çoğumuz maalesef cevap vermekte zorlanmakta , ve karşı tarafın kendisini haklı zannetmesine sebep olmaktadır.
Bu konuyu ele alma sebebimiz, İslam düşmanlarını ikna etmeye çalışmak gibi kaygıdan ziyade, biz Müslümanların bu konuda nasıl bir yaklaşım ve düşünce içinde olması gerektiğine dair olacaktır.
Bu konuda yapılan ilk yanlış , kölelik , cariyelik ve çok eşliliğin , Kur'anın nazil olması ile hayata ilk defa geçmiş olan Allah (c.c) tarafından hayata geçirilmesi emredilmiş uygulamalar olduğu düşüncesidir. Bu düşünce kesinlikle yanlış olup , bu kurumlar Kur'an öncesi Arap toplumunda yaygın olan, ve sadece Araplara has bir uygulama değil , bir dünya gerçeği olarak bir çok toplum tarafından uygulama alanına sahipti. Araplar da yaşanan dünyanın örf , adet , ve kültüründen etkilenerek, dünya toplumlarının yaptıkları bazı uygulamaları hayatlarında icra etmekte idiler.
Bu nedenle Kur'an , kölelik , cariyelik , ve çok eşliliğin bilindiği ve uygulandığı topluma nazil olmuş bir kitaptır. Bu bilgi , konunun doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için anahtar mahiyetindedir. Maalesef , İslam düşmanları bu konuyu gündeme getirdiklerinde bir çok Müslüman bu noktayı bilmediği için, kendisi dahi tereddüt içine girerek , kafasında istifham oluşabilmektedir.
Köle ve cariyeler ile ilgili ayetlere bakıldığında onların Kur'an öncesi yaşadıkları hayat şartlarının daha çetin olduğu görülecektir. Köle ve cariyeler ile ilgili ayetler alt alta konularak bir bütün halinde okunduğunda , kölelik ve cariyelik kurumunun işlevini sürdürdüğü toplumlarda sahip olmadıkları hakların onlara Kur'an tarafından verildiği de görülecektir.
Bazı suçlarda köle azat edilmesi , kölelerin azat edilmesinin teşvik edilmesi gibi ayetler , kölelerin daha iyi hayat yaşamasına zemin hazırlayan ayetlerdir. Evlilik konusunda müşriklerin yerine mü'min köle ve cariyeler ile evlenilmesinin istenmiş olması da buna örnek olarak verilebilir. Onların özgürlükleri satın alabilmeleri için bazı kolaylıklar tanınmış olmasını , onlara zekattan pay verilmesi gerektiğin beyan edilmesini , onların insanca bir yaşam sürmesi için hazırlanmış olan alt yapı olarak görmek mümkündür. Onların ev halkından bir fert olarak muamele görmesi anlamına gelen örtünme ile ilgili istisnalar bu örneklerdendir.
Bu noktada İslam hukuku tarafından yapılan bazı köle ve cariye düzenlemelerinin , Kur'ana uygun olduğunu söylemek maalesef zordur. Cariyelerin cinselliklerinden faydalanılması için onlarla nikahsız beraberliğin serbest olduğu noktasındaki fetvalar ve görüşler, bu konuda yapılan önemli yanlışlardan birisidir. Kim olursa olsun , bir kimse ile cinsel ilişki kurmanın şartı , önce onunla nikah bağını kurarak hukuki bir zemin oluşturmaktır.
Cariye olması bir kimsenin nikahsız, yani hukuki haklarının çiğnenerek onunla ilişki kurulmasının serbest olduğu anlamına gelmez. Cariyeler ile ilgili ayetlerin hiç birisinde böyle bir serbestiyete izin verilmemiştir. Nikahsız yapılan her türlü cinsel ilişkinin adı "Zina" olup , maalesef böyle bir uygulamanın İslami olduğu zannı da özellikle rivayet merkezli din algısında mevcuttur.
"Bazınız bazınızdansınız" diyerek , onlarla ortak noktamızın insan olmak olduğunu bize hatırlatan Allah (c.c), köle ve cariyeler ile ilgili yaptığı düzenlemeler ile onların da biz gibi insan olduğunu hatırlatarak , ona göre muamele yapılması istemektedir.
Bu noktada, "Kur'an neden direk olarak bu uygulamayı kaldırmadı?" sorusu mutlaka sorularak , cevabı aranacaktır.
İnsanların hayat içindeki alışkanlıklarını bir anda kaldırmak en zor olan şeylerdendir. İnsanlar tarafından uzun seneler boyunda işlevini sürdüren köle ve cariyeliğin bir anda kaldırılması , o toplumda bazı sosyal sıkıntılara yol açması muhtemeldir. İçki yasağının dahi tedrici bir şekilde kaldırılmış olması bunu göstermektedir. Kişiler her ne kadar iman etmiş olsalar dahi , hayat içindeki alışkanlıklarından ve ihtiyaçlarından bir anda kurtulmaları çok zordur. Kur'an bu durumu göz önüne alarak , direk kaldırmak yerine , onların haklarını iyileştirici düzenlemeler getirmiştir.
Bazı kimselerin kölelik ve cariyeliğin Kur'an tarafından kaldırıldığı iddialarına katılmadığımızı burada belirtmek isteriz. Kölelik ve cariyeliğin kaldırılmamış olmasını iddia etmemiz , bugün eğer İslami bir sistem kurulduğunda bu kurumun yeniden hayata geçirilerek işlerlik kazanacağını veya işlerlik kazanması gerektiğini iddia ettiğimiz anlamına da gelmez.
Kölelik ve cariyelik , nasıl zaman içinde bazı toplumsal ihtiyaçların getirdiği bir sonuç olarak hayat alanında işlevlik kazanmış ise , zaman içinde yine toplumsal ihtiyaçların getirdiği sonuçlar ile artık hayat alanında işlevini yitirmiştir. Bugün eğer kendisine KUR'ANI REHBER EDİNEN ( rivayetleri rehber edinen bir devlet sistemi olursa ancak bu kurumu hayata geçirebilir) bir devlet sistemi hayata geçecek olursa , bu devletin kanunlarında kölelik ve cariyelik ile ilgili tek bir düzenleme dahi olmayacaktır , çünkü böyle bir devlet yapılanmasında köle ve cariye adında bir insan sınıfı olmayacaktır.
Örneğin : Kur'anı referans alan bir devlet eğer savaşacak ve bu savaş sonunda düşman taraftan esir alacak olursa , alınan esirlerin köle olarak , savaşa katılan Müslümanların paylaştırılması gibi bir durum artık söz konusu değildir. Yine eskiden beri geçerli olan fidye ve esir mübadelesi ile bu durum hal yoluna gidilecektir. Savaşlarda kadın köle edinilmesine sebep olan durum , geçmişte savaşlara kadınlarında katılmış olmasıdır. Savaşa katılmamış kadınların zaten cariye olarak muamele görmesi zaten mümkün değildir.
Kölelik ve cariyelik konusu üzerinden İslama vurmaya çalışanlar , maalesef bu gerçeklerin farkında olmadıkları için , ellerine büyük bir koz geçirmiş edasıyla Allah (c.c) ile haşa güreş tutmaya çalışmaktadırlar. Allah (c.c) yarattığı kulunu bir başkasının ezmesini ve onun başka bir kulu hegemonya altına almasını önlemek için, sadece kendisinin ilah olarak tanındığı bir sistem önermiş , bütün siyasal , ekonomik ve sosyal yapılanmaların tek ilahın kendisi olarak bilinen bir sistemin merkeze alınarak yapılmasını emretmiştir.
Kölelik ve cariyeliğin artık yaşadığımız dünyada geçerli olamayacağını iddia etmiş olmamız , bazılarına, bizim bu kitabın tarihsel bir kitap olduğunu iddia ettiğimizi düşündürebilir. "Kur'anın bütün ayetleri evrenseldir" şeklinde,bugün karşılığı olmayan romantik bir düşünce içinde olanlar , bu iddianın ayakları yere basmayan bir iddia olduğunu artık bilmelidirler.
Kur'anın , içinde bazı tarihsel yani bugün uygulama alanı bulamayan ayetleri ihtiva eden bir kitap olması , onun tamamen tarihsel bir kitap olduğu anlamına gelmez. Kölelik ve cariyeliğin artık uygulanabilirliğinin olmaması , tarihselci düşünce sahiplerinin eline verdiğimiz bir koz olarak düşünülmemelidir. Kur'an içindeki diğer ayetler ile evrensel hükümler barındırmaya devam eden ve edecek olan bir kitaptır.
Kölelik ve cariyeliği bu şekilde özetlemeye çalıştıktan sonra , İslam denildiği zaman bazılarının "4 karı alacağız" diyerek alaya aldığı, çok eşlilik meselesine kısaca değinmeye çalışalım.
Çok eşlilik konusu da aynı şekilde daha önceden uygulama alanına sahip bir kurum olarak Arap toplumunda yaygındır. Yani Allah (c.c) Kur'an öncesi Arap toplumunda bir adam bir kadın ile evli iken "Bir kadın az siz 4 kadınla evlenebilirsiniz" şeklinde bir emir indirerek evlilikleri bir taneden 4 taneye kadar çıkmasını istememiştir.
Çok evlilik konusu da köle ve cariyelik konusu gibi insan ihtiyaçlarının getirdiği sosyal, ekonomik ve kültürel konularla iç içe olan bir konudur. İslam dini, bir erkeğin sadece cinsel ihtiyaçlarını merkeze alarak, onların 4 kadın ile evlenilmesine izin veren bir kural vaz etmemiştir. Tersine, yetim kalarak kendisine kalan miras kalan bir kızın malının, onunla evlenmek sureti ile gasp edilmek istenilmesine kapıyı kapatan bir emir vaz etmiştir.
Kadınların ekonomik ve sosyal olarak erkeklerin gerisinde kaldığı ve onlar tarafından himaye ve bakıma muhtaç olduğu toplumlarda, onların himaye edilmesini ve bakımlarını sağlayan kurallardan bir tanesi, onların "Muhsan" hale gelmesi , yani bir başkası tarafından koruma altına alınması ile sağlanmaktadır. Bir erkeğin koruması altına giren kadın, ekonomik ve sosyal açıdan güvence altına girmiş ve dışarıdan gelebilecek bazı saldırılara karşı kendisini korumuş olacaktır.
Zinayı yasaklayan Allah (c.c) bu yolun açılmasına sebep olacak bazı yolları da mutlaka kapacaktır. Özellikle savaşlar nedeniyle kadın ve erkek nüfus dengesinin bozularak , erkeklerin az kadınların çok nüfusa sahip olmaları , bazı sosyal dengesizlikleri de beraberinde getirecektir. Zina sadece Kur'an ile yasaklanmış bir fiil değil , bütün toplumlar tarafından hoş görülmeyen bir fiil olması itibarı ile , her toplum zinanın yayılmasını önleyici bazı tedbirler alınmasını zorunlu görmüştür. Erkek nüfusunun az ,kadın nüfusunun çok olması ile meydana gelen sosyal dengesizlik , zinanın yaygın hale gelmesini önlemek amacı ile erkeklerin birden fazla kadınla evlenebilmesi yolunu açmıştır.
Yani olayı sadece İslam dininin 4 kadına müsaade etmesi şeklinde değil , çok eşliliğin daha önceleri toplumların ihtiyaçları sebebi ile hayat alanında işlevini koruduğu , bilindiği ve uygulandığı açısından değerlendirerek , Kur'anın hangi saiklerle bu yolu önerdiğini düşünmek gerekmektedir.
Nisa suresi ilk ayetlerini ve Kur'andaki yetim malları ve onların hakları ile ilgili diğer ayetleri salim bir kafa ile okuyanlar, olayın sadece cinsel boyutlu değil , daha çok sosyal ve ekonomik boyutlu olduğunu göreceklerdir. Çok eşliliğe izin veren Nisa s. 3. ayeti aslında direk böyle bir izin olarak değil , yetimlerin haklarının evlenme yolu ile gasp edilmesini önleyen bir ayet olarak okunması gerekmektedir.
Yetim kızlarla onların malını yemek için evlenmek yerine, başka kadınlarla , zaten sayı olarak bilinen ve geçerli olan bir yöntem olarak 2 şer - 3 er - 4 er tane o kadınlardan evlenin denilmektedir. Aynı surenin bir başka ayetinde ise , birden fazla evlilik yapanların eşler arasında adaleti sağlamakta zorlanacakları belirtilerek , bir eşe fazla ilgi gösterilerek , diğer eşin askıda bırakılmaması öğütlenmektedir.
Bugün çok eşlilik sisteminin amacı dışına çıkarılarak , bazı Müslümanlar tarafından "kılıfına uydurulmuş zina" şeklinde hayata geçirilmiş olması , Kur'anın değil Müslümanların ayıbıdır. Bugün bazı Müslümanlar tarafından yapılan çok eşlilik uygulaması , sadece cinsel istekleri tatmin amacına dayalı bir uygulamadır. Yanlış uygulamalar hiç bir zaman delil olarak kullanılarak , İslam aleyhine alay malzemesi yapılamaz.
Yanlış uygulamaları bizim karşımıza delil olarak sunanlara karşı "İslamda çok evlilik yoktur" şeklinde bir antitez ortaya koymanın da doğru bir yöntem olmadığını hatırlatmak isteriz. Çok evliliği zaten İslam önermemiş , bazı gerekli durumlarda bilinen ve uygulanan bu yolu kapatmamış açık tutmuştur. Bu yolun açık olmasından yararlanarak , cinsel ihtiyaçlarını tatmin yönünde kullananlara karşı böyle bir yol yok demekte doğru değildir.
Bugün eğer çok eşlilik uygulaması hayata geçirilecekse , olay sadece cinsel boyutlu değil , sosyal ve ekonomik şartların gerektirip gerektirmediği noktasında bakılmalıdır. Örneğin kadın ve erkek nüfusunun eşit olduğu bir zaman ve mekanda , erkeklerin bazılarının birden fazla kadınla evlenmesi sosyal dengesizlik doğuracaktır. Bu durum ise sosyal dengenin korunmasına yönelik bir uygulamanın , sosyal dengesizlik doğurmasına yol açacaktır.
Sonuç olarak : Kölelik , cariyelik ve çok eşlilik konusu İslam denildiğinde akla gelen ve yanlış anlamalara sebep olan konulardan birisidir. Bu kurumlar , asla daha önce kimse tarafından bilinmeyen , uygulanmayan kurumlar değil , Arap ve Arap olmayan toplumlar tarafından hayat içinde uygulama alanı mevcut olan kurumlardandır.
Kölelik ve cariyelik artık bugün hayat alanında çıkmış ve tekrar uygulama alanı bulması mümkün olmayan kurumlardandır. Uygulama alanı bulduğu zamanlarda , Kur'anın bu kurum ile ilgili bazı hükümler vaz etmiş olması , onun evrensel bir kitap olmasına gölge düşürerek , tarihsel bir kitap olduğu anlamına da gelmez.
Çok eşlilik , aynen kölelik ve cariyelik gibi Arap ve Arap olmayan toplumlarda uygulama alanı bulan bir kurumdur. Kur'an bu kurumu cinsel açıdan değerlendirmemiş , yetimlerin sosyal ve ekonomik bakımdan mağdur edilmemesine yönelik bir amaca binaen yeniden hatırlatmıştır. Çok evlilik sadece yetim malları ile ilgili değil , hayatın getirmiş olduğu bazı sosyal ve ekonomik ve kişisel zorunluluklar karşısında da istismar edilmemek kaydıyla uygulanabilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu konuyu ele alma sebebimiz, İslam düşmanlarını ikna etmeye çalışmak gibi kaygıdan ziyade, biz Müslümanların bu konuda nasıl bir yaklaşım ve düşünce içinde olması gerektiğine dair olacaktır.
Bu konuda yapılan ilk yanlış , kölelik , cariyelik ve çok eşliliğin , Kur'anın nazil olması ile hayata ilk defa geçmiş olan Allah (c.c) tarafından hayata geçirilmesi emredilmiş uygulamalar olduğu düşüncesidir. Bu düşünce kesinlikle yanlış olup , bu kurumlar Kur'an öncesi Arap toplumunda yaygın olan, ve sadece Araplara has bir uygulama değil , bir dünya gerçeği olarak bir çok toplum tarafından uygulama alanına sahipti. Araplar da yaşanan dünyanın örf , adet , ve kültüründen etkilenerek, dünya toplumlarının yaptıkları bazı uygulamaları hayatlarında icra etmekte idiler.
Bu nedenle Kur'an , kölelik , cariyelik , ve çok eşliliğin bilindiği ve uygulandığı topluma nazil olmuş bir kitaptır. Bu bilgi , konunun doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için anahtar mahiyetindedir. Maalesef , İslam düşmanları bu konuyu gündeme getirdiklerinde bir çok Müslüman bu noktayı bilmediği için, kendisi dahi tereddüt içine girerek , kafasında istifham oluşabilmektedir.
Köle ve cariyeler ile ilgili ayetlere bakıldığında onların Kur'an öncesi yaşadıkları hayat şartlarının daha çetin olduğu görülecektir. Köle ve cariyeler ile ilgili ayetler alt alta konularak bir bütün halinde okunduğunda , kölelik ve cariyelik kurumunun işlevini sürdürdüğü toplumlarda sahip olmadıkları hakların onlara Kur'an tarafından verildiği de görülecektir.
Bazı suçlarda köle azat edilmesi , kölelerin azat edilmesinin teşvik edilmesi gibi ayetler , kölelerin daha iyi hayat yaşamasına zemin hazırlayan ayetlerdir. Evlilik konusunda müşriklerin yerine mü'min köle ve cariyeler ile evlenilmesinin istenmiş olması da buna örnek olarak verilebilir. Onların özgürlükleri satın alabilmeleri için bazı kolaylıklar tanınmış olmasını , onlara zekattan pay verilmesi gerektiğin beyan edilmesini , onların insanca bir yaşam sürmesi için hazırlanmış olan alt yapı olarak görmek mümkündür. Onların ev halkından bir fert olarak muamele görmesi anlamına gelen örtünme ile ilgili istisnalar bu örneklerdendir.
Bu noktada İslam hukuku tarafından yapılan bazı köle ve cariye düzenlemelerinin , Kur'ana uygun olduğunu söylemek maalesef zordur. Cariyelerin cinselliklerinden faydalanılması için onlarla nikahsız beraberliğin serbest olduğu noktasındaki fetvalar ve görüşler, bu konuda yapılan önemli yanlışlardan birisidir. Kim olursa olsun , bir kimse ile cinsel ilişki kurmanın şartı , önce onunla nikah bağını kurarak hukuki bir zemin oluşturmaktır.
Cariye olması bir kimsenin nikahsız, yani hukuki haklarının çiğnenerek onunla ilişki kurulmasının serbest olduğu anlamına gelmez. Cariyeler ile ilgili ayetlerin hiç birisinde böyle bir serbestiyete izin verilmemiştir. Nikahsız yapılan her türlü cinsel ilişkinin adı "Zina" olup , maalesef böyle bir uygulamanın İslami olduğu zannı da özellikle rivayet merkezli din algısında mevcuttur.
"Bazınız bazınızdansınız" diyerek , onlarla ortak noktamızın insan olmak olduğunu bize hatırlatan Allah (c.c), köle ve cariyeler ile ilgili yaptığı düzenlemeler ile onların da biz gibi insan olduğunu hatırlatarak , ona göre muamele yapılması istemektedir.
Bu noktada, "Kur'an neden direk olarak bu uygulamayı kaldırmadı?" sorusu mutlaka sorularak , cevabı aranacaktır.
İnsanların hayat içindeki alışkanlıklarını bir anda kaldırmak en zor olan şeylerdendir. İnsanlar tarafından uzun seneler boyunda işlevini sürdüren köle ve cariyeliğin bir anda kaldırılması , o toplumda bazı sosyal sıkıntılara yol açması muhtemeldir. İçki yasağının dahi tedrici bir şekilde kaldırılmış olması bunu göstermektedir. Kişiler her ne kadar iman etmiş olsalar dahi , hayat içindeki alışkanlıklarından ve ihtiyaçlarından bir anda kurtulmaları çok zordur. Kur'an bu durumu göz önüne alarak , direk kaldırmak yerine , onların haklarını iyileştirici düzenlemeler getirmiştir.
Bazı kimselerin kölelik ve cariyeliğin Kur'an tarafından kaldırıldığı iddialarına katılmadığımızı burada belirtmek isteriz. Kölelik ve cariyeliğin kaldırılmamış olmasını iddia etmemiz , bugün eğer İslami bir sistem kurulduğunda bu kurumun yeniden hayata geçirilerek işlerlik kazanacağını veya işlerlik kazanması gerektiğini iddia ettiğimiz anlamına da gelmez.
Kölelik ve cariyelik , nasıl zaman içinde bazı toplumsal ihtiyaçların getirdiği bir sonuç olarak hayat alanında işlevlik kazanmış ise , zaman içinde yine toplumsal ihtiyaçların getirdiği sonuçlar ile artık hayat alanında işlevini yitirmiştir. Bugün eğer kendisine KUR'ANI REHBER EDİNEN ( rivayetleri rehber edinen bir devlet sistemi olursa ancak bu kurumu hayata geçirebilir) bir devlet sistemi hayata geçecek olursa , bu devletin kanunlarında kölelik ve cariyelik ile ilgili tek bir düzenleme dahi olmayacaktır , çünkü böyle bir devlet yapılanmasında köle ve cariye adında bir insan sınıfı olmayacaktır.
Örneğin : Kur'anı referans alan bir devlet eğer savaşacak ve bu savaş sonunda düşman taraftan esir alacak olursa , alınan esirlerin köle olarak , savaşa katılan Müslümanların paylaştırılması gibi bir durum artık söz konusu değildir. Yine eskiden beri geçerli olan fidye ve esir mübadelesi ile bu durum hal yoluna gidilecektir. Savaşlarda kadın köle edinilmesine sebep olan durum , geçmişte savaşlara kadınlarında katılmış olmasıdır. Savaşa katılmamış kadınların zaten cariye olarak muamele görmesi zaten mümkün değildir.
Kölelik ve cariyelik konusu üzerinden İslama vurmaya çalışanlar , maalesef bu gerçeklerin farkında olmadıkları için , ellerine büyük bir koz geçirmiş edasıyla Allah (c.c) ile haşa güreş tutmaya çalışmaktadırlar. Allah (c.c) yarattığı kulunu bir başkasının ezmesini ve onun başka bir kulu hegemonya altına almasını önlemek için, sadece kendisinin ilah olarak tanındığı bir sistem önermiş , bütün siyasal , ekonomik ve sosyal yapılanmaların tek ilahın kendisi olarak bilinen bir sistemin merkeze alınarak yapılmasını emretmiştir.
Kölelik ve cariyeliğin artık yaşadığımız dünyada geçerli olamayacağını iddia etmiş olmamız , bazılarına, bizim bu kitabın tarihsel bir kitap olduğunu iddia ettiğimizi düşündürebilir. "Kur'anın bütün ayetleri evrenseldir" şeklinde,bugün karşılığı olmayan romantik bir düşünce içinde olanlar , bu iddianın ayakları yere basmayan bir iddia olduğunu artık bilmelidirler.
Kur'anın , içinde bazı tarihsel yani bugün uygulama alanı bulamayan ayetleri ihtiva eden bir kitap olması , onun tamamen tarihsel bir kitap olduğu anlamına gelmez. Kölelik ve cariyeliğin artık uygulanabilirliğinin olmaması , tarihselci düşünce sahiplerinin eline verdiğimiz bir koz olarak düşünülmemelidir. Kur'an içindeki diğer ayetler ile evrensel hükümler barındırmaya devam eden ve edecek olan bir kitaptır.
Kölelik ve cariyeliği bu şekilde özetlemeye çalıştıktan sonra , İslam denildiği zaman bazılarının "4 karı alacağız" diyerek alaya aldığı, çok eşlilik meselesine kısaca değinmeye çalışalım.
Çok eşlilik konusu da aynı şekilde daha önceden uygulama alanına sahip bir kurum olarak Arap toplumunda yaygındır. Yani Allah (c.c) Kur'an öncesi Arap toplumunda bir adam bir kadın ile evli iken "Bir kadın az siz 4 kadınla evlenebilirsiniz" şeklinde bir emir indirerek evlilikleri bir taneden 4 taneye kadar çıkmasını istememiştir.
Çok evlilik konusu da köle ve cariyelik konusu gibi insan ihtiyaçlarının getirdiği sosyal, ekonomik ve kültürel konularla iç içe olan bir konudur. İslam dini, bir erkeğin sadece cinsel ihtiyaçlarını merkeze alarak, onların 4 kadın ile evlenilmesine izin veren bir kural vaz etmemiştir. Tersine, yetim kalarak kendisine kalan miras kalan bir kızın malının, onunla evlenmek sureti ile gasp edilmek istenilmesine kapıyı kapatan bir emir vaz etmiştir.
Kadınların ekonomik ve sosyal olarak erkeklerin gerisinde kaldığı ve onlar tarafından himaye ve bakıma muhtaç olduğu toplumlarda, onların himaye edilmesini ve bakımlarını sağlayan kurallardan bir tanesi, onların "Muhsan" hale gelmesi , yani bir başkası tarafından koruma altına alınması ile sağlanmaktadır. Bir erkeğin koruması altına giren kadın, ekonomik ve sosyal açıdan güvence altına girmiş ve dışarıdan gelebilecek bazı saldırılara karşı kendisini korumuş olacaktır.
Zinayı yasaklayan Allah (c.c) bu yolun açılmasına sebep olacak bazı yolları da mutlaka kapacaktır. Özellikle savaşlar nedeniyle kadın ve erkek nüfus dengesinin bozularak , erkeklerin az kadınların çok nüfusa sahip olmaları , bazı sosyal dengesizlikleri de beraberinde getirecektir. Zina sadece Kur'an ile yasaklanmış bir fiil değil , bütün toplumlar tarafından hoş görülmeyen bir fiil olması itibarı ile , her toplum zinanın yayılmasını önleyici bazı tedbirler alınmasını zorunlu görmüştür. Erkek nüfusunun az ,kadın nüfusunun çok olması ile meydana gelen sosyal dengesizlik , zinanın yaygın hale gelmesini önlemek amacı ile erkeklerin birden fazla kadınla evlenebilmesi yolunu açmıştır.
Yani olayı sadece İslam dininin 4 kadına müsaade etmesi şeklinde değil , çok eşliliğin daha önceleri toplumların ihtiyaçları sebebi ile hayat alanında işlevini koruduğu , bilindiği ve uygulandığı açısından değerlendirerek , Kur'anın hangi saiklerle bu yolu önerdiğini düşünmek gerekmektedir.
Nisa suresi ilk ayetlerini ve Kur'andaki yetim malları ve onların hakları ile ilgili diğer ayetleri salim bir kafa ile okuyanlar, olayın sadece cinsel boyutlu değil , daha çok sosyal ve ekonomik boyutlu olduğunu göreceklerdir. Çok eşliliğe izin veren Nisa s. 3. ayeti aslında direk böyle bir izin olarak değil , yetimlerin haklarının evlenme yolu ile gasp edilmesini önleyen bir ayet olarak okunması gerekmektedir.
Yetim kızlarla onların malını yemek için evlenmek yerine, başka kadınlarla , zaten sayı olarak bilinen ve geçerli olan bir yöntem olarak 2 şer - 3 er - 4 er tane o kadınlardan evlenin denilmektedir. Aynı surenin bir başka ayetinde ise , birden fazla evlilik yapanların eşler arasında adaleti sağlamakta zorlanacakları belirtilerek , bir eşe fazla ilgi gösterilerek , diğer eşin askıda bırakılmaması öğütlenmektedir.
Bugün çok eşlilik sisteminin amacı dışına çıkarılarak , bazı Müslümanlar tarafından "kılıfına uydurulmuş zina" şeklinde hayata geçirilmiş olması , Kur'anın değil Müslümanların ayıbıdır. Bugün bazı Müslümanlar tarafından yapılan çok eşlilik uygulaması , sadece cinsel istekleri tatmin amacına dayalı bir uygulamadır. Yanlış uygulamalar hiç bir zaman delil olarak kullanılarak , İslam aleyhine alay malzemesi yapılamaz.
Yanlış uygulamaları bizim karşımıza delil olarak sunanlara karşı "İslamda çok evlilik yoktur" şeklinde bir antitez ortaya koymanın da doğru bir yöntem olmadığını hatırlatmak isteriz. Çok evliliği zaten İslam önermemiş , bazı gerekli durumlarda bilinen ve uygulanan bu yolu kapatmamış açık tutmuştur. Bu yolun açık olmasından yararlanarak , cinsel ihtiyaçlarını tatmin yönünde kullananlara karşı böyle bir yol yok demekte doğru değildir.
Bugün eğer çok eşlilik uygulaması hayata geçirilecekse , olay sadece cinsel boyutlu değil , sosyal ve ekonomik şartların gerektirip gerektirmediği noktasında bakılmalıdır. Örneğin kadın ve erkek nüfusunun eşit olduğu bir zaman ve mekanda , erkeklerin bazılarının birden fazla kadınla evlenmesi sosyal dengesizlik doğuracaktır. Bu durum ise sosyal dengenin korunmasına yönelik bir uygulamanın , sosyal dengesizlik doğurmasına yol açacaktır.
Sonuç olarak : Kölelik , cariyelik ve çok eşlilik konusu İslam denildiğinde akla gelen ve yanlış anlamalara sebep olan konulardan birisidir. Bu kurumlar , asla daha önce kimse tarafından bilinmeyen , uygulanmayan kurumlar değil , Arap ve Arap olmayan toplumlar tarafından hayat içinde uygulama alanı mevcut olan kurumlardandır.
Kölelik ve cariyelik artık bugün hayat alanında çıkmış ve tekrar uygulama alanı bulması mümkün olmayan kurumlardandır. Uygulama alanı bulduğu zamanlarda , Kur'anın bu kurum ile ilgili bazı hükümler vaz etmiş olması , onun evrensel bir kitap olmasına gölge düşürerek , tarihsel bir kitap olduğu anlamına da gelmez.
Çok eşlilik , aynen kölelik ve cariyelik gibi Arap ve Arap olmayan toplumlarda uygulama alanı bulan bir kurumdur. Kur'an bu kurumu cinsel açıdan değerlendirmemiş , yetimlerin sosyal ve ekonomik bakımdan mağdur edilmemesine yönelik bir amaca binaen yeniden hatırlatmıştır. Çok evlilik sadece yetim malları ile ilgili değil , hayatın getirmiş olduğu bazı sosyal ve ekonomik ve kişisel zorunluluklar karşısında da istismar edilmemek kaydıyla uygulanabilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
15 Ekim 2016 Cumartesi
Nisa s. 97-100. Ayetleri : Melekler İnsan ile Konuşur mu?
Kur'anın muhataplarına vermek istediği mesajı iletme yollarından birisi , karşılıklı konuşma üslubudur. Bu tür üslubu, Kur'anın bazı yerlerinde görmekteyiz. Bu tür ayetleri okuduğumuzda konuşmanın sadece kendisine odaklandığımız zaman , "Bu iş nasıl olur" şeklinde sorular kafamıza takılacaktır. Bu sorunun cevabının aranması yerine, " Bu konuşma üzerinden bize nasıl bir mesaj verilmek isteniyor?" sorusunun cevabının aranmaya çalışılması, daha doğru bir yöntem olacaktır.
Söylemek istediklerimizi , Nisa s. 97. ve 100. ayetler arasında hicret konulu ayetleri örnek vererek somut bir şekilde anlatmaya çalışalım.
[004.097] Melekler; nefislerine zulmedenlerin canlarını aldıkları zaman: Ne yapıyordunuz? deyince; biz yeryüzünde müstaz'af kimselerdik, diyecekler. Melekler de: Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz? diyecekler. Onların varacakları yer, cehennemdir. Dönülecek yer olarak ne kötüdür orası.
Ayete baktığımızda , ölmek üzere olan bir kimse ile meleklerin arasında geçen bir konuşma görmekteyiz. Melekler bu kimseye , "Neden hicret etmediğini" sormakta , ölmek üzere olan kimse ise , neden hicret etmediğinin mazeretini söylemektedir.
Okuyucu, eğer bu konuşmanın nasıl meydana geldiğine takılacak olursa , bu konuşma üzerinden verilmek istenilen mesaj buhar olup uçacaktır. Bir insanın melekle karşılıklı bir şekilde konuşması gerçekte mümkün değildir . Sıradan bir beşerin melekle konuşması şöyle dursun , nebi resuller bile melekle karşılıklı bir şekilde konuşmamıştır. Elçiler sadece kendilerine bir şekilde ilka edilen vahyi alıp muhataplarına bildirmişler, bunun dışında karşısında ontolojik bir varlık olarak melekle oturup sohbet etmemişlerdir.
Bu konuşmalarda bize düşen taraf, konuşmanın nasıl ve ne şekilde cereyan ettiğinden ziyade , bu konuşma ile muhataplara nasıl bir mesaj istenilmiş olabileceği sorusunun cevabının aranması olmalıdır.
Bu sorunun cevabı için ilgili ayetin dahil olduğu bağlamı dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz.
[004.098] Ancak erkek, kadın ve çocuklardan çaresiz kalarak bir yol bulamayan müstaz'aflar müstesnadır.
[004.099] Umulur ki Allah bunları affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır.
[004.100] Kim Allah yolunda hicret ederse, yer yüzünde çok yer de bulur, genişlik de bulur. Ve kim Allah'a ve peygambere hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki onun mükafatı Allah'a aittir, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
Dikkat edilirse, ayetlerin bağlamı hicret etmek ile ilgilidir. Hicret etmesi gerektiği halde , dünyevi kaygılarla hicret etmeyen kimsenin durumu , her şeyin sona erdiği ve kimsenin artık geriye dönüpte , dünya hayatında yapması gerektiği halde yapmadığı bazı şeyleri yeniden yapabilmesi için çok geç bir vakit olan ölüm anındaki durumu gözler önüne serilerek , kişinin düştüğü çaresiz durum, konuşma tasviri içinde görselleştirilerek anlatılmaktadır.
Yaşadığı hayat içinde iman ettiğini iddia ederek , bu imanın gereklerini yaşadığı belde içinde yerine getiremeyen kimseler , imanlarının gereğini yerine getirebilecekleri beldelere hicret etmek zorundadırlar. Bu durumu Mekkeli Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır.
Mekke'deki baskılara dayanamayarak , Medine'ye hicret eden Muhammed (a.s) , bu şehirde vahyin hayata geçirilmesi noktasında bir zemin oluşturmuş , ve bu oluşuma Müslüman olupta katılım göstermeyenlerin yanlış yaptığı , dünyevi kaygılar güderek hicret etmeyen Mekke'li Müslümanlarında hicret etmesi emredilmektedir. Bu emir Enfal suresinde şu şekilde beyan edilmektedir.
[008.072] Doğrusu inanıp hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirinin dostudurlar. İnanıp hicret etmeyenlerle, hicret edene kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz gerekir. Allah işlediklerinizi görür.
Hicret , malı , mülkü ,serveti , eşi ,dostu , çoluk çocuğu terk etmeye göze almak demektir. İman iddiasında olan bir kimse her zaman için , dünya sevgisi ile ahiret sevgisi arasında tercih yapmak zorunda kalacaktır. Hicret etmesi gerektiği halde dünya sevgisini terk edemeyenlerin düşecekleri durum işte Nisa s. 97. ayetinde anlatılmaktadır. Bizlere bu ayette zımnen , "yaşadığınız hayat içinde yapmanız gerektiği halde yapmadığınız şeyleri ölüm anı geldiğinde yapmak isterseniz vakit artık çok geç olacaktır, yol yakınken ayağınız denk alın" denilmektedir.
Bu ikazı sadece hicret konusu ile sınırlamayarak, daha geniş bir biçimde düşünmekte mümkündür. Müslüman olarak imanımız gereği yapmamız gereken her ne varsa , meşru bir mazeret durumu hariç , eğer gücümüz yettiği halde yapmıyorsak , ölüm anı geldiği zaman geri dönerek bunları yapmamız asla mümkün değildir. bundan dolayı , şu anda yaşadığımız hayat içindeki fırsatları iyi değerlendirerek , imanımız gereği olan şeyleri , yarın "ah vah" etmemek için şimdiden yapmaya gayret etmek en doğru davranış olacaktır.
[023.099-100] Onlardan birine ölüm geldiği vakit der ki: Rabbım, beni geri döndür.«Ki, geride bıraktığım (dünya) da salih amellerde bulunayım.» Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip-kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır.
Yazımızın amacının meleklerin varlığını tartışmak olmadığı göz önünde tutulmalıdır. Bu yazıyı okuyanların , amacımızın meleklerin varlığı yokluğu konusunda bir tartışma zemini yaratmak olmadığını bilmelidir. Meleklerin varlığı veya yokluğu konusunda tartışma yapmak yerine , Kur'anın melekler ile vermek istediği mesajın anlaşılmasına yönelik çalışmalar yapmanın daha doğru bir yöntem olacağını hatırlatmak isteriz.
Sonuç olarak : Kur'an muhataplarına vermek istediği mesajı, bazı edebi dil üsluplarını kullanarak vermektedir. Nisa s. 97. ayetinde ölmek üzere olan bir kimse ile meleklerin konuşması tasvir edilmektedir. Okuyucu eğer , bu konuşmanın nasıllığı üzerinde kafa yorarak ayeti anlamaya çalıştığında , bu nasıllığın cevabını vermek mümkün olmayacaktır. Okuyucu eğer , bu konuşmalar üzerinden muhataplara bir mesaj verilmek istenilmiş olabileceğinden yola çıkarak ilgili ayetleri okuduğunda, ayeti anlaması kolaylaşacak , konuşmanın nasıllığı üzerinde kafa yormanın da gereksiz olduğunu anlayacaktır.
Ayet , dünya hayatında imanının gereği olan şeyleri bazı dünyevi kaygıları öne çıkararak yapmayarak , ölüm anına gelen kimselerin durumunu tasvir etmekte , "sizde böyle duruma düşmeyin" mesajı vermektedir. Kur'anda başka yerlerde de geçen bu tür konuşmaların içeriği, muhataba mesaj içermesi bakımından okunduğu zaman anlamak daha da kolaylaşacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Söylemek istediklerimizi , Nisa s. 97. ve 100. ayetler arasında hicret konulu ayetleri örnek vererek somut bir şekilde anlatmaya çalışalım.
[004.097] Melekler; nefislerine zulmedenlerin canlarını aldıkları zaman: Ne yapıyordunuz? deyince; biz yeryüzünde müstaz'af kimselerdik, diyecekler. Melekler de: Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz? diyecekler. Onların varacakları yer, cehennemdir. Dönülecek yer olarak ne kötüdür orası.
Ayete baktığımızda , ölmek üzere olan bir kimse ile meleklerin arasında geçen bir konuşma görmekteyiz. Melekler bu kimseye , "Neden hicret etmediğini" sormakta , ölmek üzere olan kimse ise , neden hicret etmediğinin mazeretini söylemektedir.
Okuyucu, eğer bu konuşmanın nasıl meydana geldiğine takılacak olursa , bu konuşma üzerinden verilmek istenilen mesaj buhar olup uçacaktır. Bir insanın melekle karşılıklı bir şekilde konuşması gerçekte mümkün değildir . Sıradan bir beşerin melekle konuşması şöyle dursun , nebi resuller bile melekle karşılıklı bir şekilde konuşmamıştır. Elçiler sadece kendilerine bir şekilde ilka edilen vahyi alıp muhataplarına bildirmişler, bunun dışında karşısında ontolojik bir varlık olarak melekle oturup sohbet etmemişlerdir.
Bu konuşmalarda bize düşen taraf, konuşmanın nasıl ve ne şekilde cereyan ettiğinden ziyade , bu konuşma ile muhataplara nasıl bir mesaj istenilmiş olabileceği sorusunun cevabının aranması olmalıdır.
Bu sorunun cevabı için ilgili ayetin dahil olduğu bağlamı dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz.
[004.098] Ancak erkek, kadın ve çocuklardan çaresiz kalarak bir yol bulamayan müstaz'aflar müstesnadır.
[004.099] Umulur ki Allah bunları affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır.
[004.100] Kim Allah yolunda hicret ederse, yer yüzünde çok yer de bulur, genişlik de bulur. Ve kim Allah'a ve peygambere hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki onun mükafatı Allah'a aittir, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
Dikkat edilirse, ayetlerin bağlamı hicret etmek ile ilgilidir. Hicret etmesi gerektiği halde , dünyevi kaygılarla hicret etmeyen kimsenin durumu , her şeyin sona erdiği ve kimsenin artık geriye dönüpte , dünya hayatında yapması gerektiği halde yapmadığı bazı şeyleri yeniden yapabilmesi için çok geç bir vakit olan ölüm anındaki durumu gözler önüne serilerek , kişinin düştüğü çaresiz durum, konuşma tasviri içinde görselleştirilerek anlatılmaktadır.
Yaşadığı hayat içinde iman ettiğini iddia ederek , bu imanın gereklerini yaşadığı belde içinde yerine getiremeyen kimseler , imanlarının gereğini yerine getirebilecekleri beldelere hicret etmek zorundadırlar. Bu durumu Mekkeli Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır.
Mekke'deki baskılara dayanamayarak , Medine'ye hicret eden Muhammed (a.s) , bu şehirde vahyin hayata geçirilmesi noktasında bir zemin oluşturmuş , ve bu oluşuma Müslüman olupta katılım göstermeyenlerin yanlış yaptığı , dünyevi kaygılar güderek hicret etmeyen Mekke'li Müslümanlarında hicret etmesi emredilmektedir. Bu emir Enfal suresinde şu şekilde beyan edilmektedir.
[008.072] Doğrusu inanıp hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirinin dostudurlar. İnanıp hicret etmeyenlerle, hicret edene kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz gerekir. Allah işlediklerinizi görür.
Hicret , malı , mülkü ,serveti , eşi ,dostu , çoluk çocuğu terk etmeye göze almak demektir. İman iddiasında olan bir kimse her zaman için , dünya sevgisi ile ahiret sevgisi arasında tercih yapmak zorunda kalacaktır. Hicret etmesi gerektiği halde dünya sevgisini terk edemeyenlerin düşecekleri durum işte Nisa s. 97. ayetinde anlatılmaktadır. Bizlere bu ayette zımnen , "yaşadığınız hayat içinde yapmanız gerektiği halde yapmadığınız şeyleri ölüm anı geldiğinde yapmak isterseniz vakit artık çok geç olacaktır, yol yakınken ayağınız denk alın" denilmektedir.
Bu ikazı sadece hicret konusu ile sınırlamayarak, daha geniş bir biçimde düşünmekte mümkündür. Müslüman olarak imanımız gereği yapmamız gereken her ne varsa , meşru bir mazeret durumu hariç , eğer gücümüz yettiği halde yapmıyorsak , ölüm anı geldiği zaman geri dönerek bunları yapmamız asla mümkün değildir. bundan dolayı , şu anda yaşadığımız hayat içindeki fırsatları iyi değerlendirerek , imanımız gereği olan şeyleri , yarın "ah vah" etmemek için şimdiden yapmaya gayret etmek en doğru davranış olacaktır.
[023.099-100] Onlardan birine ölüm geldiği vakit der ki: Rabbım, beni geri döndür.«Ki, geride bıraktığım (dünya) da salih amellerde bulunayım.» Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip-kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır.
Yazımızın amacının meleklerin varlığını tartışmak olmadığı göz önünde tutulmalıdır. Bu yazıyı okuyanların , amacımızın meleklerin varlığı yokluğu konusunda bir tartışma zemini yaratmak olmadığını bilmelidir. Meleklerin varlığı veya yokluğu konusunda tartışma yapmak yerine , Kur'anın melekler ile vermek istediği mesajın anlaşılmasına yönelik çalışmalar yapmanın daha doğru bir yöntem olacağını hatırlatmak isteriz.
Sonuç olarak : Kur'an muhataplarına vermek istediği mesajı, bazı edebi dil üsluplarını kullanarak vermektedir. Nisa s. 97. ayetinde ölmek üzere olan bir kimse ile meleklerin konuşması tasvir edilmektedir. Okuyucu eğer , bu konuşmanın nasıllığı üzerinde kafa yorarak ayeti anlamaya çalıştığında , bu nasıllığın cevabını vermek mümkün olmayacaktır. Okuyucu eğer , bu konuşmalar üzerinden muhataplara bir mesaj verilmek istenilmiş olabileceğinden yola çıkarak ilgili ayetleri okuduğunda, ayeti anlaması kolaylaşacak , konuşmanın nasıllığı üzerinde kafa yormanın da gereksiz olduğunu anlayacaktır.
Ayet , dünya hayatında imanının gereği olan şeyleri bazı dünyevi kaygıları öne çıkararak yapmayarak , ölüm anına gelen kimselerin durumunu tasvir etmekte , "sizde böyle duruma düşmeyin" mesajı vermektedir. Kur'anda başka yerlerde de geçen bu tür konuşmaların içeriği, muhataba mesaj içermesi bakımından okunduğu zaman anlamak daha da kolaylaşacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
14 Ekim 2016 Cuma
Nisa s. 51-52. Ayetleri : Cibt ve Tağut'a İman Etmenin Müslüman Cenahtaki Yansıması
İsrailoğulları ile ilgili bir bahis açıldığında, bir çoğumuzun aklına ilk gelen şey, onların lanetli bir kavim olduklarıdır. Yine bir çoğumuz, onların neden lanete uğradıkları konusunda herhangi bir düşünce içine girmeden , lanete uğramanın sadece o kavme has bir durum olduğu zannı içinde onlarla ilgili ayetleri okumaktayız.
Halbuki onlar ile ilgili bu ayetler , lanete uğramanın evrensel yasaları olarak okunmuş olsaydı , lanete uğramanın belirli bir kavme has bir olay değil , evrensel bir yasa olduğu bilinir , ve onlar ile ilgili ayetler , lanetin hangi şartlarda hak edildiği noktasında bilgiler olarak okunur , ve lanete uğramamaya çalışmak bizlerin hayatında da uygulama alanı bulabilirdi.
[004.051] Kendilerine kitabtan bir nasip verilmiş olanların cibt ve tağut'a inanıp, küfredenlere: Bunlar mü'minlerden daha doğru yoldadırlar, dediklerini görmedin mi?.
[004.052] İşte bunlar Allah'ın kendilerini lanetlediğidir. Allah'ın kendisini lanetlediğine hiç bir yardımcı bulamazsın.
Yukarıdaki ayetler , "Cibt" ve "Tağut" olarak ifade edilen kelimelerin anlam alanları dahiline giren her ne ise, ona iman ederek bu yolun, iman etmekten daha doğru bir yol olduğunu iddia edenlerin Allah'ın lanetine uğradıklarını beyan etmektedir.
Bu yazımızda , Cibt ve Tağut kavramlarının bizlerin hayatında ne ifade edebileceği , biz Müslümanların bu kavram alanı içine giren düşünce ve davranışlarının ne olabileceği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Cibt , " Gerçeği kabul etmeyen , küfrün ve kötülüğün temsilcisi" anlamında , Tağut ise , Haddi aşmak anlamındaki "Tağa" kelimesinden türemiş olup , " Allah'ın koyduğu ölçüler ve kurallar dışında ona zıt ölçü ve kurallar koyan her türlü kişi , kurum , kuruluş , düşünce" anlamındadır.
[016.036] Andolsun, biz her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının» (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.
"Tağuta kulluk etmek" şeklindeki yaşantı sadece kitap ehline mensup olanlara has bir durum değil , bugün işlevini biz Müslümanlar üzerinde sürdüren bir durumdur. Ne var ki bir çok Müslüman böyle bir durum içinde olduğundan habersiz bir hayat yaşayarak , kendi bulunduğu yolun doğru olduğunu düşünerek , tersini iddia edenlere karşı çıkmaktadırlar.
Tağuta kulluk etmek , Müslüman yaşantısında nasıl gerçekleşir ?.
Bu gerçekleşme , 1- Dini düşünce ve itikat bazında , 2- Ülke içindeki gayri İslami yönetim sistemine razı olarak onu desteklemek, şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Tağuta kulluk etmenin dini düşünce içinde zuhur etmesi , inanç kurallarını Allah (c.c) nin kitabı olan Kur'anın değil , Kur'ana aykırı rivayetlerin ve bazı kimselerin belirlemesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kur'anın her konuda hakem kitap olarak tayin edilmesi terk edilerek , başka hakem kişi ve kitapların ortaya çıkması "Tağut" kavramı ile yakından ilintilidir.
Bugün halk arasında dini inanç , kural , bilgi ve yaşantı olarak yaygın olan durum bilindiği üzere , Kur'an tarafından vaz edilen bilgi ve kurallar değil , rivayet merkezli bir anlayışın sonucu, kişilerin ve bazı kitapların öne çıkarılması ile oluşturulmuş olan bir din algısıdır. Bu algıda kişiler öyle bir mertebeye çıkarılmıştır ki , Allah (c.c) gibi görürler , bilirler , haber alırlar ve onun gibi din belirlerler, İşte kulların yapmış olduğu bu işin adı haddi aşmak yani tuğyan , bu kimselerin ortak ismi ise tağuttur.
Allah (c.c) nin tekelinde bulunan ve kimseye vermediği din belirleme yetkisi , onun elinden alınarak önce elçisine , sonrada din alimi olarak bilinen bazı kimselere verilerek dini düşünce ve inançta bunların belirleyici olması, bu kimselerin tağutlaşmasına yol açmaktadır. Bugün "Kur'an dinde belirleyici kitap olmalıdır" sözünü duyduklarında, bazı kişi ve kitapları Kur'ana denk tutanların saçlarının diken diken olmasına sebep olan durum, işte din adına belirleyici konumuna gelmiş olan tağutların saltanatının yıkılma endişesidir.
Bu tağutlar ve yandaşları ,oluşturdukları din anlayışını eleştirerek , onların yanlışlıklarını Kur'an merkezli bir söylem etrafında dile getirenlere ise "Sapık" yaftası takarak , kendilerinin daha doğru yolda olduklarını iddia etmektedirler.
Haddi aşmak (tuğyan) , tağutlaşmak şeklindeki durum , toplumların yönetilmesi için gerekli olan kuralların belirlenmesi noktasında da kendisini göstermektedir. Kur'an içinde olan bazı ayetler , insan ve toplumların ekonomik , sosyal ve hukuki yaşantılarına yön vermesi gereken ayetlerdendir . Bu ayetlerin toplum yaşantısının düzenlemesinde devre dışı bırakılarak , onun emrine zıt düzenlemelerin getirilmesi, yönetimde tuğyanı ve tağutlaşmayı ortaya çıkarmaktadır.
Konuyu yaşadığımız ülke dahilinde düşündüğümüzde , şu anda bu topraklarda yaşayan insanların tabi olduğu sosyal , ekonomik ve hukuki kanunların belirlenme kriteri bilindiği üzere Kur'an değildir. Yaşadığımız sistem laik , demokratik , kemalist bir sistem olarak tanıtılmakta, halk bu kurallar üzerine bina edilmiş kanunlar ile yönetilmektedir.
"Hakimiyet Milletindir" sloganı ile ülke içinde yaşayan insanlar , başka insanlar tarafından belirlenmiş Kur'an ile zıtlık arz eden kanunlar doğrultusunda bir yönetim sistemine tabi tutulmaktadırlar. Yaşadığımız bu durumun adı , tuğyan ve tağutlaşmak , içinde bulunduğumuz yönetim sistemi ise "Tağuti yönetim" olmaktan başka bir şey değildir.
İşin daha vahimi ise , bu durumun bir çok Müslüman tarafından fark edilememiş olmasıdır. Başka bir vehamet ise , daha önceleri yaşadığımız sistemi tağuti olarak adlandırarak eleştirenlerin bir kısmının , şu anda iktidardaki siyasi partinin bazı söylem ve icraatlarının muhafazakar bir yapı arz etmesi nedeniyle , sistem eleştirisini bir tarafa bırakmışlar , bırakmaları ile kalmamış sisteme destek olmaya dahi başlamışlardır.
Kurulduğundan bu yana, sistemin bel kemiği olan laik , demokratik , kemalist esaslar, aynen kendisini muhafaza etmesine rağmen , bir kaç yıldır iktidarda bulunan siyasi partideki bazı kimselerin namazlı abdestli insanlar olması , sisteme karşı bir yumuşamayı ve onu kabullenmeyi beraberinde getirmiş , hatta bu sistemi sahiplenmek, dini bir vecibe olarak görülmeye dahi başlanmıştır.
Dün, sistem tarafından helal olarak görülen, fakat Allah (c.c) nin haram olarak bildirdiği faiz , içki , zina , kumar v.s gibi bazı fiiller sistem tarafından helal sayılma durumunu aynen korumakta, hatta eskisinden daha canlı ve etkin bir vaziyette toplum hayatında fonksiyonunu icra etmektedir. Allah (c.c) tarafından haram kılınmış faizli bir ekonomiyi savunan bu insanlar , vermiş oldukları faizli kredilerin artmış olmasını "Allah bereketini artırsın" demek sureti ile dini bir kılıf dahi giydirebilmekte , bu gibi söylemlerden destek alan bazı kimseler ise , haramın helal yapılması karşısında alkış tutmaktadırlar.
Müslüman olarak yaşadığımız sisteme bakış açımız , şu anda bu sistemi yönetenlerin kimliğine , namazına abdestine göre şekillenmemeli , bu kimselerin kanun vaz ederken , hangi kuralları baz aldığına göre şekillenmelidir. Muhafazakar kimliğe sahip olan insanların , yapmış oldukları yanlışları dini argümanlar ile süsleyerek meşru gösterme çabaları , seçmen tabakasının gözünden kaçmakta ve yöneticilerin ağızlarından çıkan Allah - Kur'an - Peygamber v.s gibi sözler onları galeyana getirerek , istedikleri Müslüman yönetici portresinin artık oluştuğunu zannederek , sistemi sahiplenmektedirler.
Bu sahiplenme işinin din alimi ayağı ayrı bir sıkıntı kaynağıdır. Düşünce , fikir eylem ve söylemleri insanları doğru yola sevk etmek olması gereken ve bir çok kimsenin düşüncesine değer vererek arkalarından gittiği din alimlerinin bu noktada sorumluluğu iki kat artmaktadır.
Kur'an ile bağlarının daha sıkı olması gereken bu kimseler , halkı her türlü yanlışa karşı uyarması gerekirken , ellerinde bulundurdukları fırsatları , mevcut iktidarı dini açıdan meşru hale getirmek için kullanmaları,onlarında bir şekilde tağut hale gelmeleri anlamına gelecektir.
Tağut kavramı , sadece tarikat şeyhleri dediğimiz kişilere has bir kavram değil , Allah (c.c) nin hüküm verdiği bir konuda onun aksine hüküm veren herkesi kapsamaktadır. Bu kavramın kapsama alanına işimize gelen kimseleri almak , işimize gelmeyenleri kapsama alanı dışına atmaya çalışmak şeklindeki bir düşünce tağuta destek olmak demektir.
Tağuta iman etmek sureti ile Allah (c.c) nin lanetine uğramanın dünya hayatındaki yansıması , "Tağuti Sistem" olarak ifade edilen sistemler ile idare edilen toplumların, zaman içinde helak olmasıdır. İçki , Kumar . Faiz , Zina v.s Allah (c.c) tarafından haram kılınan fiillerin kişi ve toplumların hayatlarında yer bulması , zaman içinde bu fiilleri işleyen toplumların helak olmasını beraberinde getirecektir. Kur'an kıssalarını ibretli mesajlar olarak okuyanlar , bu toplumların yapmış oldukları yanlışların hangi zaman diliminde yapılırsa yapılsın , o toplumların helakına sebep olacağını kolaylıklar göreceklerdir.
Tağut ve Şirk kavramları gündeme geldiği zaman , bu kavramların sadece bir yönünde olanlara dikkat çekilerek diğer tarafında olanlara dikkat çekilmediği takdirde , bu kavramlar üzerinden yapılan söylemler , kavramların Kur'ani anlamda ortaya çıkması yönünde değil , bazılarının bazılarını suçlamak için kullandığı kavramlar haline gelecektir.
Sonuç olarak : Tağut , Kur'anın şirk ile bağlantılı kavramlarından olup , Müslüman hayatında pek gündem olmayan kavramları arasındadır. Bu kavramın anlam alanına giren bilgi ve düşünceler , bazılarımızın hayatında yer almazken , bazılarımızın hayatında eksik olarak yer almakta , bu kavrama dahil olması gereken bazı kişi , kurum , ve düşünceler göz ardı edilmektedir.
Tağut kavramı toplumların yönetimleri ile yakından alakalı bir kavram olup , yönetim şekilleri beşer aklının ürünü olarak Allah (c.c) ye isyan etme esasına dayanıyor ise bu sistemlerin adı "Tağuti sistem" dir. Bu sistemin yönetim mekanizmasında isterse namazlı abdestli kimseler olsun , sistemin adı asla değişmeyecektir. Kur'anda anlatılan toplumların helak edilmesinde en önemli etken , onların yönetimlerinin tağuti olmuş olması olup , tarihin hangi zamanında olursa olsun , bu gibi sistemler altında yaşayan insanlar helak olmaya mahkum kalacaklardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Halbuki onlar ile ilgili bu ayetler , lanete uğramanın evrensel yasaları olarak okunmuş olsaydı , lanete uğramanın belirli bir kavme has bir olay değil , evrensel bir yasa olduğu bilinir , ve onlar ile ilgili ayetler , lanetin hangi şartlarda hak edildiği noktasında bilgiler olarak okunur , ve lanete uğramamaya çalışmak bizlerin hayatında da uygulama alanı bulabilirdi.
[004.051] Kendilerine kitabtan bir nasip verilmiş olanların cibt ve tağut'a inanıp, küfredenlere: Bunlar mü'minlerden daha doğru yoldadırlar, dediklerini görmedin mi?.
[004.052] İşte bunlar Allah'ın kendilerini lanetlediğidir. Allah'ın kendisini lanetlediğine hiç bir yardımcı bulamazsın.
Yukarıdaki ayetler , "Cibt" ve "Tağut" olarak ifade edilen kelimelerin anlam alanları dahiline giren her ne ise, ona iman ederek bu yolun, iman etmekten daha doğru bir yol olduğunu iddia edenlerin Allah'ın lanetine uğradıklarını beyan etmektedir.
Bu yazımızda , Cibt ve Tağut kavramlarının bizlerin hayatında ne ifade edebileceği , biz Müslümanların bu kavram alanı içine giren düşünce ve davranışlarının ne olabileceği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Cibt , " Gerçeği kabul etmeyen , küfrün ve kötülüğün temsilcisi" anlamında , Tağut ise , Haddi aşmak anlamındaki "Tağa" kelimesinden türemiş olup , " Allah'ın koyduğu ölçüler ve kurallar dışında ona zıt ölçü ve kurallar koyan her türlü kişi , kurum , kuruluş , düşünce" anlamındadır.
[016.036] Andolsun, biz her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının» (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.
"Tağuta kulluk etmek" şeklindeki yaşantı sadece kitap ehline mensup olanlara has bir durum değil , bugün işlevini biz Müslümanlar üzerinde sürdüren bir durumdur. Ne var ki bir çok Müslüman böyle bir durum içinde olduğundan habersiz bir hayat yaşayarak , kendi bulunduğu yolun doğru olduğunu düşünerek , tersini iddia edenlere karşı çıkmaktadırlar.
Tağuta kulluk etmek , Müslüman yaşantısında nasıl gerçekleşir ?.
Bu gerçekleşme , 1- Dini düşünce ve itikat bazında , 2- Ülke içindeki gayri İslami yönetim sistemine razı olarak onu desteklemek, şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Tağuta kulluk etmenin dini düşünce içinde zuhur etmesi , inanç kurallarını Allah (c.c) nin kitabı olan Kur'anın değil , Kur'ana aykırı rivayetlerin ve bazı kimselerin belirlemesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kur'anın her konuda hakem kitap olarak tayin edilmesi terk edilerek , başka hakem kişi ve kitapların ortaya çıkması "Tağut" kavramı ile yakından ilintilidir.
Bugün halk arasında dini inanç , kural , bilgi ve yaşantı olarak yaygın olan durum bilindiği üzere , Kur'an tarafından vaz edilen bilgi ve kurallar değil , rivayet merkezli bir anlayışın sonucu, kişilerin ve bazı kitapların öne çıkarılması ile oluşturulmuş olan bir din algısıdır. Bu algıda kişiler öyle bir mertebeye çıkarılmıştır ki , Allah (c.c) gibi görürler , bilirler , haber alırlar ve onun gibi din belirlerler, İşte kulların yapmış olduğu bu işin adı haddi aşmak yani tuğyan , bu kimselerin ortak ismi ise tağuttur.
Allah (c.c) nin tekelinde bulunan ve kimseye vermediği din belirleme yetkisi , onun elinden alınarak önce elçisine , sonrada din alimi olarak bilinen bazı kimselere verilerek dini düşünce ve inançta bunların belirleyici olması, bu kimselerin tağutlaşmasına yol açmaktadır. Bugün "Kur'an dinde belirleyici kitap olmalıdır" sözünü duyduklarında, bazı kişi ve kitapları Kur'ana denk tutanların saçlarının diken diken olmasına sebep olan durum, işte din adına belirleyici konumuna gelmiş olan tağutların saltanatının yıkılma endişesidir.
Bu tağutlar ve yandaşları ,oluşturdukları din anlayışını eleştirerek , onların yanlışlıklarını Kur'an merkezli bir söylem etrafında dile getirenlere ise "Sapık" yaftası takarak , kendilerinin daha doğru yolda olduklarını iddia etmektedirler.
Haddi aşmak (tuğyan) , tağutlaşmak şeklindeki durum , toplumların yönetilmesi için gerekli olan kuralların belirlenmesi noktasında da kendisini göstermektedir. Kur'an içinde olan bazı ayetler , insan ve toplumların ekonomik , sosyal ve hukuki yaşantılarına yön vermesi gereken ayetlerdendir . Bu ayetlerin toplum yaşantısının düzenlemesinde devre dışı bırakılarak , onun emrine zıt düzenlemelerin getirilmesi, yönetimde tuğyanı ve tağutlaşmayı ortaya çıkarmaktadır.
Konuyu yaşadığımız ülke dahilinde düşündüğümüzde , şu anda bu topraklarda yaşayan insanların tabi olduğu sosyal , ekonomik ve hukuki kanunların belirlenme kriteri bilindiği üzere Kur'an değildir. Yaşadığımız sistem laik , demokratik , kemalist bir sistem olarak tanıtılmakta, halk bu kurallar üzerine bina edilmiş kanunlar ile yönetilmektedir.
"Hakimiyet Milletindir" sloganı ile ülke içinde yaşayan insanlar , başka insanlar tarafından belirlenmiş Kur'an ile zıtlık arz eden kanunlar doğrultusunda bir yönetim sistemine tabi tutulmaktadırlar. Yaşadığımız bu durumun adı , tuğyan ve tağutlaşmak , içinde bulunduğumuz yönetim sistemi ise "Tağuti yönetim" olmaktan başka bir şey değildir.
İşin daha vahimi ise , bu durumun bir çok Müslüman tarafından fark edilememiş olmasıdır. Başka bir vehamet ise , daha önceleri yaşadığımız sistemi tağuti olarak adlandırarak eleştirenlerin bir kısmının , şu anda iktidardaki siyasi partinin bazı söylem ve icraatlarının muhafazakar bir yapı arz etmesi nedeniyle , sistem eleştirisini bir tarafa bırakmışlar , bırakmaları ile kalmamış sisteme destek olmaya dahi başlamışlardır.
Kurulduğundan bu yana, sistemin bel kemiği olan laik , demokratik , kemalist esaslar, aynen kendisini muhafaza etmesine rağmen , bir kaç yıldır iktidarda bulunan siyasi partideki bazı kimselerin namazlı abdestli insanlar olması , sisteme karşı bir yumuşamayı ve onu kabullenmeyi beraberinde getirmiş , hatta bu sistemi sahiplenmek, dini bir vecibe olarak görülmeye dahi başlanmıştır.
Dün, sistem tarafından helal olarak görülen, fakat Allah (c.c) nin haram olarak bildirdiği faiz , içki , zina , kumar v.s gibi bazı fiiller sistem tarafından helal sayılma durumunu aynen korumakta, hatta eskisinden daha canlı ve etkin bir vaziyette toplum hayatında fonksiyonunu icra etmektedir. Allah (c.c) tarafından haram kılınmış faizli bir ekonomiyi savunan bu insanlar , vermiş oldukları faizli kredilerin artmış olmasını "Allah bereketini artırsın" demek sureti ile dini bir kılıf dahi giydirebilmekte , bu gibi söylemlerden destek alan bazı kimseler ise , haramın helal yapılması karşısında alkış tutmaktadırlar.
Müslüman olarak yaşadığımız sisteme bakış açımız , şu anda bu sistemi yönetenlerin kimliğine , namazına abdestine göre şekillenmemeli , bu kimselerin kanun vaz ederken , hangi kuralları baz aldığına göre şekillenmelidir. Muhafazakar kimliğe sahip olan insanların , yapmış oldukları yanlışları dini argümanlar ile süsleyerek meşru gösterme çabaları , seçmen tabakasının gözünden kaçmakta ve yöneticilerin ağızlarından çıkan Allah - Kur'an - Peygamber v.s gibi sözler onları galeyana getirerek , istedikleri Müslüman yönetici portresinin artık oluştuğunu zannederek , sistemi sahiplenmektedirler.
Bu sahiplenme işinin din alimi ayağı ayrı bir sıkıntı kaynağıdır. Düşünce , fikir eylem ve söylemleri insanları doğru yola sevk etmek olması gereken ve bir çok kimsenin düşüncesine değer vererek arkalarından gittiği din alimlerinin bu noktada sorumluluğu iki kat artmaktadır.
Kur'an ile bağlarının daha sıkı olması gereken bu kimseler , halkı her türlü yanlışa karşı uyarması gerekirken , ellerinde bulundurdukları fırsatları , mevcut iktidarı dini açıdan meşru hale getirmek için kullanmaları,onlarında bir şekilde tağut hale gelmeleri anlamına gelecektir.
Tağut kavramı , sadece tarikat şeyhleri dediğimiz kişilere has bir kavram değil , Allah (c.c) nin hüküm verdiği bir konuda onun aksine hüküm veren herkesi kapsamaktadır. Bu kavramın kapsama alanına işimize gelen kimseleri almak , işimize gelmeyenleri kapsama alanı dışına atmaya çalışmak şeklindeki bir düşünce tağuta destek olmak demektir.
Tağuta iman etmek sureti ile Allah (c.c) nin lanetine uğramanın dünya hayatındaki yansıması , "Tağuti Sistem" olarak ifade edilen sistemler ile idare edilen toplumların, zaman içinde helak olmasıdır. İçki , Kumar . Faiz , Zina v.s Allah (c.c) tarafından haram kılınan fiillerin kişi ve toplumların hayatlarında yer bulması , zaman içinde bu fiilleri işleyen toplumların helak olmasını beraberinde getirecektir. Kur'an kıssalarını ibretli mesajlar olarak okuyanlar , bu toplumların yapmış oldukları yanlışların hangi zaman diliminde yapılırsa yapılsın , o toplumların helakına sebep olacağını kolaylıklar göreceklerdir.
Tağut ve Şirk kavramları gündeme geldiği zaman , bu kavramların sadece bir yönünde olanlara dikkat çekilerek diğer tarafında olanlara dikkat çekilmediği takdirde , bu kavramlar üzerinden yapılan söylemler , kavramların Kur'ani anlamda ortaya çıkması yönünde değil , bazılarının bazılarını suçlamak için kullandığı kavramlar haline gelecektir.
Sonuç olarak : Tağut , Kur'anın şirk ile bağlantılı kavramlarından olup , Müslüman hayatında pek gündem olmayan kavramları arasındadır. Bu kavramın anlam alanına giren bilgi ve düşünceler , bazılarımızın hayatında yer almazken , bazılarımızın hayatında eksik olarak yer almakta , bu kavrama dahil olması gereken bazı kişi , kurum , ve düşünceler göz ardı edilmektedir.
Tağut kavramı toplumların yönetimleri ile yakından alakalı bir kavram olup , yönetim şekilleri beşer aklının ürünü olarak Allah (c.c) ye isyan etme esasına dayanıyor ise bu sistemlerin adı "Tağuti sistem" dir. Bu sistemin yönetim mekanizmasında isterse namazlı abdestli kimseler olsun , sistemin adı asla değişmeyecektir. Kur'anda anlatılan toplumların helak edilmesinde en önemli etken , onların yönetimlerinin tağuti olmuş olması olup , tarihin hangi zamanında olursa olsun , bu gibi sistemler altında yaşayan insanlar helak olmaya mahkum kalacaklardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
13 Ekim 2016 Perşembe
Al-i İmran s. 146-148. Ayetleri : Kafirlere Karşı Yardım İstemenin ve Etmenin Yasası
Kendilerinden güçlü ve zalim olan topluluklara karşı, "Allah'ım kafirler topluluğuna karşı bize yardım et" şeklinde, Allah (c.c) den yardım istemek , ona inanan tüm insanlar tarafından yapılan bir duadır. Allah (c.c) inananların bu isteğin yerine gelmesini bir takım yasalara bağlayarak , yardım etme işinin gerçekleşmesini kullarının çalışması ve gayret etmesi şartına bağlamıştır.
Başlık olarak seçtiğimiz ayetler, Uhud harbi ile ilgili bir bağlam dahilindeki ayetlerdir. Bizler genelde, Muhammed (a.s) ve ashabının yaptığı savaşları, kahramanlık destanları şeklinde bir okumaya tabi tuttuğumuz için , bu savaşların altında yatan asıl saik olan "SÜNNETULLAH" gerçeğini maalesef ötelemekteyiz. Muhammed (a.s) ve ashabı , Allah (c.c) nin kafirlere karşı, onlara yardım etmesinin yolunun "SAVAŞMAK" olduğunu bilerek , bu yardımı hak etmek için savaşmışlardır.
[003.146] Nice nebi vardır ki, yanında çok sayıda rabbe kul olanlar ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar ve boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever.
[003.147] Onların sözleri ancak: «Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı diret, Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et!» demekten ibaretti.
[003.148] Artık Allah Teâlâ da onlara hem dünya nîmetini, hem de ahiret sevabının güzelliğini verdi. Ve Allah Teâlâ muhsin olanları sever.
Bu ayetler bizlere , Allah (c.c) ye dua etmenin nasıl karşılık bulacağını göstermektedir. Dua etmeyi, "Kavli Dua" - "Fiili Dua" olarak düşündüğümüzde , bir topluluğa Allah (c.c) tarafından yardım edilmesinin sadece kavli dua ile değil fiili dua dediğimiz, çalışma ve gayret etmek ile yakından alakası olduğunu görebiliriz.
Savaş , bir çoğumuzun hoşuna giden bir kelime olmasa dahi , bir dünya gerçeği , ve zulme uğrayanların , zulümden kurtulmak için baş vurması gereken çarelerden birisi olarak, Kur'an içinde yer alan bir kavramdır. Bu kavram elbette , mazlumların canlarına ve mallarına kast etmek amacı ile değil , can ve mallarına kast edilmiş olanların , kendilerini koruması amacına yönelik bir araç olarak kullanılması gerekmektedir.
[002.216] Hoşunuza gitmediği halde, savaşı üzerinize farz kılınmıştır. Bir şey hoşunuza gitmediği halde sizin için hayırlı olabilir. Bir şey de hoşunuza gittiği halde sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
[004.075] Size ne oluyor da: «Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lutfet» diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?
Aynı duayı, Bakara suresinde anlatılan evlerinden ve yurtlarından ayrılmak zorunda bırakılan İsrailoğullarının, Talut'un komutası altında bir ordu oluşturarak , Calut'a karşı savaşmalarının anlatıldığı ayetlerde de görmekteyiz.
[002.250] Talut’un beraberindeki müminler ise Câlut ile ordusuna karşı çıkınca dediler ki: «Ya Rabbenâ, üstümüze sabır yağdır, Ayaklarımıza sebat ver ve kâfir topluluğa karşı bizi muzaffer eyle!»
Bu ayette , kafirlere karşı zafer isteyen İsrailoğullarının Sünnetullah gereği olan yasalar dahilinde , yardıma mazhar olmanın gereğine göre hareket ederek, Calut ve ordusuna karşı savaştıklarını görmekteyiz.
Savaş, "Zalim" ve "Mazlum" kavramlarını da beraberinde getirmektedir. Saldırgan taraf genelde , karşı tarafı zayıf gördüğü için , onları yok etmek , maddi ve manevi bakımdan onları sömürmek amacı ile savaşa girmekte , bu durum mazlum olan tarafın haklarını geri almak için savaşmasını meşru ve gerekli hale getirmektedir. Savaşın meşru ve gerekli olduğu zamanlar işte bu zamanlar olup , Kur'anda savaşa getirilen teşvikler de, böyle duruma düşenler içindir. Hiç bir topluluk , diğer bir topluluğu maddi ve manevi olarak sömürmek için savaşa giremez , girdiği takdirde ise bu durum onların zalim bir topluluk olduğunu gösterir.
[002.246] Musa'dan sonra, Benî İsrail'den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir nebiye: «Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım» demişlerdi. «Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?» dedi. «yurtlarımızdan çıkarılmış , çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım?» dediler. Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.
Yukarıdaki ayet, Bakara suresindeki Talut kıssası içinde bulunmakta olup , savaşın meşru olduğu hal, altı çizili olan cümlede anlatılmaktadır. Bu ayetlerin sadece tarihte kalmış bir olayı anlattığı düşüncesi ile okunması , Kur'anı bir masal kitabı haline getirecektir. Bu ayetler bizlere , tarihin hangi zaman diliminde olursa olsun , evlerinden ve yurtlarından çıkarılarak zulme uğrayan insanların evlerine ve yurtlarına nasıl döneceğini öğretmektedir.
Talut kıssasını bu düşünce içinde okuyan Medine'de yaşayan Müslümanlar , sürülmüş oldukları Mekke'ye geri dönüşün savaş ile mümkün olacağını bilerek ,bu haklarını kullanmak için Bedir ve Uhud'da savaşmışlardır. Bedir ve Uhud savaşları "Sünnetullah'ın işleyişi hakkında bizlere önemli bilgiler veren savaşlardır.
[003.140] Eğer size bir yara dokunduysa; şüphesiz o kavme de o kadar yara dokunmuştur. Hem o günleri Biz, insanlar arasında döndürür dururuz. Bu; Allah'ın iman edenleri belirtmesi ve içinizden şahitler edinmesi içindir. Allah, zalimleri sevmez.
[003.141] Bu; Allah'ın iman edenleri seçmesi, kafirleri mahvetmesi içindir.
Yine Uhud savaşı ile ilgili bir bağlama sahip olan bu ayetler bizlere , kafirlerin nasıl mahvolacağını öğretmektedir. Allah kafirleri kendisi gökten melekler indirerek değil, bizim elimiz ile mahvedecektir. Bu değişmez bir yasa yani Sünnetullahtır , kıyamete değin bu yasa böyle işleyecektir. Tevbe suresinin 14. ayeti, bu gerçeğe işaret eden ayetlerden olup , eğer kafirlerin yok olması isteniyor ise bu yok oluş, mazlumların ayağa kalkarak zalimlerle savaşması ve galip gelmesi sonucunda gerçekleşecektir.
[009.014] Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.
Kur'anın Medine'de inen ayetlerini dikkatli okuduğumuzda, ağırlıklı olarak savaş ile ilgili konulu ayetler karşımıza çıkmaktadır. Bu ayetler ashabın kahramanlığını değil , savaşın toplumsal bir yasa gereği hayatın bir gerçeği olduğuna dikkat çekerek , zalimlere karşı koymanın nasıl gerçekleşeceğini bizlere anlatmaktadır.
Bu ayetler , maalesef gerçekçi bir şekilde okunmadığı , Allah (c.c) den nasıl yardım istenilmesi , ve onun nasıl yardım edeceğinin yaşanmış örnekleri olan bu ayetler, masalsı bir biçimde okunduğu için, hayatın gerçekleri ile olan bağı kurulamamış , yardım isteme ve yardıma mazhar olmanın kuralları olarak okunamamış , Allah (c.c) nin bize oturduğumuz yerden yardım edeceği zannedilerek , sadece kavli dua ile yardım talebinde bulunan Müslümanlar hala gökten melek inerek kafirlerin helak edilmesini beklemektedirler.
Allah (c.c) nin yardım yasası , dün nasıl işledi ise , bugün de , yarın da , kıyamete dek aynı şekilde işleyecek , ondan yardım talebinde bulunanlar, yardıma mazhar olmak için, onun koyduğu yasalara tabi olmak zorunda kalacaklardır.
Bugün dünya yüzünde zulme uğrayan insanların , bu zulümden kurtuluş yollarından bir tanesi savaşmak sureti ile bu zulümden kurtulmaya çalışmak olmalıdır. Zulme uğrayan insanlar topluluğundan olan biz Müslümanlar , kafirlerin zulmünden kurtulmanın yolunun dua ile olacağını bilmekte , fakat bu duanın nasıl yapılacağı konusunda yanlışlıklar yapmaktayız.
Yazılarımızı takip edenler , Sünnetullah adı verilen yasaların Kur'anda yaşanmış örnekleri ile kıssa yolu ile anlatıldığını , ve bu anlatımlarda değişmez yasaların öncekiler üzerinde nasıl işlediğinin gösterilerek , sonrakiler içinde aynı şekilde işleyeceğinin bilinmesi ibret alınmasına dair olduğunu okumak üzerine bir yol takip etmeye çalıştığımızı bilmektedirler.
İslam coğrafyasında yaşanan kafir zulmünden çıkış yolunu gösteren kitabın bu rehberliği maalesef okunamamakta , zulümden çıkış yolunu gösteren ayetler , masal veya güzel sesli hafızların okuması ile, göz yaşı içinde dinlenecek bir müzik eseri haline getirilmektedir.
İslam dünyasının içinde bulunduğu bu zelil durumdan kurtuluşun ilk adımı , savaş ile ilgili ayetleri , kahramanlık destanları olarak değil , Sünnetullah yasaları olarak okumak ve o doğrultuda ibret almak ve hayata geçirmeye çalışmak olmalıdır. Zulümden çıkışın yolunun bu şekilde fark edilmiş olması , bu yolun gerekleri için çalışmanın da temelini atacaktır.
Allah (c.c) indinde hiç bir kul ve hiç bir topluluğun özel bir statüsü olmadığı biz Müslümanlar tarafından bilinmedikçe ve yardıma mazhar olmanın gerekleri yerine getirilmedikçe , üzerimizdeki ölü toprağının kalkarak zulümden kurtulmamız mümkün değildir.
Yazımıza konu olarak aldığımız ayetlerin Uhud harbi ile ilgili olduğunu yeniden hatırlayacak olursak , Uhud'daki mağlubiyetin nedenlerinin uzun uzadıya anlatılan ayetleri, sadece o zaman ve mekanda yaşanmışlığı dahilinde okumak , bu ayetler üzerinden verilmek istenilen mesajların ötelenmesi anlamına gelecektir.
Bedir'de yardıma mazhar olan Müslüman ordusu , Uhud'da yardıma mazhar olamamış ve mağlup olmuştur. Onlara mağlubiyeti getiren sebepler uzun uzadıya anlatılarak , onların ve sonraki gelecek olanların bu mağlubiyetin nedenleri üzerinde durarak yapılan hataları tekrarlamamaları istenilmektedir.
Sonuç olarak : Savaş bir dünya gerçeği olarak , kişiye göre değişen bir silahtır. Bu silah zalimin eline geçtiği zaman , her tarafı kan , göz yaşı ve fesada boğarken , mazlumların eline geçtiğinde ise, zalimlerin zulmüne son veren bir silahtır. Kur'an, savaş gerçeğini kabul ederek bunu bir zorunluluk kılarak , Allah'ın yardımını isteyenler için , bu yardımın yerine gerçekleşmesi için bir vesile kılmıştır.
Kur'anda geçen savaş örnekleri , Sünnetullah yasaları çerçevesinde okunarak , zulüm yapmak için değil , zulme son vermek için girişilmesi gereken bir eylem olarak kendisini göstermektedir. Bugün dünyanın müstekbir güçleri tarafından insanları evlerinden , yurtlarından , mal , mülk, ve evlatlarından eden savaş, bir zulüm aracı olarak mazlumların canını yakmaktadır.
Savaşın zalimlerin elinde bir silah olarak alınıp , mazlumların haklarını savunan bir araç olması , mazlumların en az zalimler kadar her açıdan üstün olması ile gerçekleşecektir. Allah'ın yardımı mazlumlara ancak bu şekilde tecelli edecektir. Sadece kuru dua seansları ile gökten meleklerin inmesini beklemek ise , masallarla avunan Müslümanların harcı olup , Kur'anın hayatın gerçekleri ile olan bağının koparılması anlamına da gelecektir.
Allah (c.c) koyduğu yasa gereği , yardımını hak edene yapacağını yaşanmış örnekleri göstermiş , bunun dışında bir yardım şeklinin olmayacağını bildirmiştir. Bize düşen bu ayetleri gerçekçi biçimde okuyarak hayata nasıl aktarılması gerektiği üzerinde kafa yormak olmalıdır.
Biz Müslümanlar , Allah (c.c) nin yardımına mazhar olmayı özel kul statüsüne dahil olduğumuz için değil , koyduğu yasalar dahilinde bir hak edene verildiğini öğrenmediğimiz ve bunun gereklerini yerine getirmediğimiz müddetçe burnumuz asla pislikten kurtulmayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Başlık olarak seçtiğimiz ayetler, Uhud harbi ile ilgili bir bağlam dahilindeki ayetlerdir. Bizler genelde, Muhammed (a.s) ve ashabının yaptığı savaşları, kahramanlık destanları şeklinde bir okumaya tabi tuttuğumuz için , bu savaşların altında yatan asıl saik olan "SÜNNETULLAH" gerçeğini maalesef ötelemekteyiz. Muhammed (a.s) ve ashabı , Allah (c.c) nin kafirlere karşı, onlara yardım etmesinin yolunun "SAVAŞMAK" olduğunu bilerek , bu yardımı hak etmek için savaşmışlardır.
[003.146] Nice nebi vardır ki, yanında çok sayıda rabbe kul olanlar ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar ve boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever.
[003.147] Onların sözleri ancak: «Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı diret, Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et!» demekten ibaretti.
[003.148] Artık Allah Teâlâ da onlara hem dünya nîmetini, hem de ahiret sevabının güzelliğini verdi. Ve Allah Teâlâ muhsin olanları sever.
Bu ayetler bizlere , Allah (c.c) ye dua etmenin nasıl karşılık bulacağını göstermektedir. Dua etmeyi, "Kavli Dua" - "Fiili Dua" olarak düşündüğümüzde , bir topluluğa Allah (c.c) tarafından yardım edilmesinin sadece kavli dua ile değil fiili dua dediğimiz, çalışma ve gayret etmek ile yakından alakası olduğunu görebiliriz.
Savaş , bir çoğumuzun hoşuna giden bir kelime olmasa dahi , bir dünya gerçeği , ve zulme uğrayanların , zulümden kurtulmak için baş vurması gereken çarelerden birisi olarak, Kur'an içinde yer alan bir kavramdır. Bu kavram elbette , mazlumların canlarına ve mallarına kast etmek amacı ile değil , can ve mallarına kast edilmiş olanların , kendilerini koruması amacına yönelik bir araç olarak kullanılması gerekmektedir.
[002.216] Hoşunuza gitmediği halde, savaşı üzerinize farz kılınmıştır. Bir şey hoşunuza gitmediği halde sizin için hayırlı olabilir. Bir şey de hoşunuza gittiği halde sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
[004.075] Size ne oluyor da: «Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lutfet» diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?
Aynı duayı, Bakara suresinde anlatılan evlerinden ve yurtlarından ayrılmak zorunda bırakılan İsrailoğullarının, Talut'un komutası altında bir ordu oluşturarak , Calut'a karşı savaşmalarının anlatıldığı ayetlerde de görmekteyiz.
[002.250] Talut’un beraberindeki müminler ise Câlut ile ordusuna karşı çıkınca dediler ki: «Ya Rabbenâ, üstümüze sabır yağdır, Ayaklarımıza sebat ver ve kâfir topluluğa karşı bizi muzaffer eyle!»
Bu ayette , kafirlere karşı zafer isteyen İsrailoğullarının Sünnetullah gereği olan yasalar dahilinde , yardıma mazhar olmanın gereğine göre hareket ederek, Calut ve ordusuna karşı savaştıklarını görmekteyiz.
Savaş, "Zalim" ve "Mazlum" kavramlarını da beraberinde getirmektedir. Saldırgan taraf genelde , karşı tarafı zayıf gördüğü için , onları yok etmek , maddi ve manevi bakımdan onları sömürmek amacı ile savaşa girmekte , bu durum mazlum olan tarafın haklarını geri almak için savaşmasını meşru ve gerekli hale getirmektedir. Savaşın meşru ve gerekli olduğu zamanlar işte bu zamanlar olup , Kur'anda savaşa getirilen teşvikler de, böyle duruma düşenler içindir. Hiç bir topluluk , diğer bir topluluğu maddi ve manevi olarak sömürmek için savaşa giremez , girdiği takdirde ise bu durum onların zalim bir topluluk olduğunu gösterir.
[002.246] Musa'dan sonra, Benî İsrail'den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir nebiye: «Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım» demişlerdi. «Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?» dedi. «yurtlarımızdan çıkarılmış , çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım?» dediler. Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.
Yukarıdaki ayet, Bakara suresindeki Talut kıssası içinde bulunmakta olup , savaşın meşru olduğu hal, altı çizili olan cümlede anlatılmaktadır. Bu ayetlerin sadece tarihte kalmış bir olayı anlattığı düşüncesi ile okunması , Kur'anı bir masal kitabı haline getirecektir. Bu ayetler bizlere , tarihin hangi zaman diliminde olursa olsun , evlerinden ve yurtlarından çıkarılarak zulme uğrayan insanların evlerine ve yurtlarına nasıl döneceğini öğretmektedir.
Talut kıssasını bu düşünce içinde okuyan Medine'de yaşayan Müslümanlar , sürülmüş oldukları Mekke'ye geri dönüşün savaş ile mümkün olacağını bilerek ,bu haklarını kullanmak için Bedir ve Uhud'da savaşmışlardır. Bedir ve Uhud savaşları "Sünnetullah'ın işleyişi hakkında bizlere önemli bilgiler veren savaşlardır.
[003.140] Eğer size bir yara dokunduysa; şüphesiz o kavme de o kadar yara dokunmuştur. Hem o günleri Biz, insanlar arasında döndürür dururuz. Bu; Allah'ın iman edenleri belirtmesi ve içinizden şahitler edinmesi içindir. Allah, zalimleri sevmez.
[003.141] Bu; Allah'ın iman edenleri seçmesi, kafirleri mahvetmesi içindir.
Yine Uhud savaşı ile ilgili bir bağlama sahip olan bu ayetler bizlere , kafirlerin nasıl mahvolacağını öğretmektedir. Allah kafirleri kendisi gökten melekler indirerek değil, bizim elimiz ile mahvedecektir. Bu değişmez bir yasa yani Sünnetullahtır , kıyamete değin bu yasa böyle işleyecektir. Tevbe suresinin 14. ayeti, bu gerçeğe işaret eden ayetlerden olup , eğer kafirlerin yok olması isteniyor ise bu yok oluş, mazlumların ayağa kalkarak zalimlerle savaşması ve galip gelmesi sonucunda gerçekleşecektir.
[009.014] Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.
Kur'anın Medine'de inen ayetlerini dikkatli okuduğumuzda, ağırlıklı olarak savaş ile ilgili konulu ayetler karşımıza çıkmaktadır. Bu ayetler ashabın kahramanlığını değil , savaşın toplumsal bir yasa gereği hayatın bir gerçeği olduğuna dikkat çekerek , zalimlere karşı koymanın nasıl gerçekleşeceğini bizlere anlatmaktadır.
Bu ayetler , maalesef gerçekçi bir şekilde okunmadığı , Allah (c.c) den nasıl yardım istenilmesi , ve onun nasıl yardım edeceğinin yaşanmış örnekleri olan bu ayetler, masalsı bir biçimde okunduğu için, hayatın gerçekleri ile olan bağı kurulamamış , yardım isteme ve yardıma mazhar olmanın kuralları olarak okunamamış , Allah (c.c) nin bize oturduğumuz yerden yardım edeceği zannedilerek , sadece kavli dua ile yardım talebinde bulunan Müslümanlar hala gökten melek inerek kafirlerin helak edilmesini beklemektedirler.
Allah (c.c) nin yardım yasası , dün nasıl işledi ise , bugün de , yarın da , kıyamete dek aynı şekilde işleyecek , ondan yardım talebinde bulunanlar, yardıma mazhar olmak için, onun koyduğu yasalara tabi olmak zorunda kalacaklardır.
Bugün dünya yüzünde zulme uğrayan insanların , bu zulümden kurtuluş yollarından bir tanesi savaşmak sureti ile bu zulümden kurtulmaya çalışmak olmalıdır. Zulme uğrayan insanlar topluluğundan olan biz Müslümanlar , kafirlerin zulmünden kurtulmanın yolunun dua ile olacağını bilmekte , fakat bu duanın nasıl yapılacağı konusunda yanlışlıklar yapmaktayız.
Yazılarımızı takip edenler , Sünnetullah adı verilen yasaların Kur'anda yaşanmış örnekleri ile kıssa yolu ile anlatıldığını , ve bu anlatımlarda değişmez yasaların öncekiler üzerinde nasıl işlediğinin gösterilerek , sonrakiler içinde aynı şekilde işleyeceğinin bilinmesi ibret alınmasına dair olduğunu okumak üzerine bir yol takip etmeye çalıştığımızı bilmektedirler.
İslam coğrafyasında yaşanan kafir zulmünden çıkış yolunu gösteren kitabın bu rehberliği maalesef okunamamakta , zulümden çıkış yolunu gösteren ayetler , masal veya güzel sesli hafızların okuması ile, göz yaşı içinde dinlenecek bir müzik eseri haline getirilmektedir.
İslam dünyasının içinde bulunduğu bu zelil durumdan kurtuluşun ilk adımı , savaş ile ilgili ayetleri , kahramanlık destanları olarak değil , Sünnetullah yasaları olarak okumak ve o doğrultuda ibret almak ve hayata geçirmeye çalışmak olmalıdır. Zulümden çıkışın yolunun bu şekilde fark edilmiş olması , bu yolun gerekleri için çalışmanın da temelini atacaktır.
Allah (c.c) indinde hiç bir kul ve hiç bir topluluğun özel bir statüsü olmadığı biz Müslümanlar tarafından bilinmedikçe ve yardıma mazhar olmanın gerekleri yerine getirilmedikçe , üzerimizdeki ölü toprağının kalkarak zulümden kurtulmamız mümkün değildir.
Yazımıza konu olarak aldığımız ayetlerin Uhud harbi ile ilgili olduğunu yeniden hatırlayacak olursak , Uhud'daki mağlubiyetin nedenlerinin uzun uzadıya anlatılan ayetleri, sadece o zaman ve mekanda yaşanmışlığı dahilinde okumak , bu ayetler üzerinden verilmek istenilen mesajların ötelenmesi anlamına gelecektir.
Bedir'de yardıma mazhar olan Müslüman ordusu , Uhud'da yardıma mazhar olamamış ve mağlup olmuştur. Onlara mağlubiyeti getiren sebepler uzun uzadıya anlatılarak , onların ve sonraki gelecek olanların bu mağlubiyetin nedenleri üzerinde durarak yapılan hataları tekrarlamamaları istenilmektedir.
Sonuç olarak : Savaş bir dünya gerçeği olarak , kişiye göre değişen bir silahtır. Bu silah zalimin eline geçtiği zaman , her tarafı kan , göz yaşı ve fesada boğarken , mazlumların eline geçtiğinde ise, zalimlerin zulmüne son veren bir silahtır. Kur'an, savaş gerçeğini kabul ederek bunu bir zorunluluk kılarak , Allah'ın yardımını isteyenler için , bu yardımın yerine gerçekleşmesi için bir vesile kılmıştır.
Kur'anda geçen savaş örnekleri , Sünnetullah yasaları çerçevesinde okunarak , zulüm yapmak için değil , zulme son vermek için girişilmesi gereken bir eylem olarak kendisini göstermektedir. Bugün dünyanın müstekbir güçleri tarafından insanları evlerinden , yurtlarından , mal , mülk, ve evlatlarından eden savaş, bir zulüm aracı olarak mazlumların canını yakmaktadır.
Savaşın zalimlerin elinde bir silah olarak alınıp , mazlumların haklarını savunan bir araç olması , mazlumların en az zalimler kadar her açıdan üstün olması ile gerçekleşecektir. Allah'ın yardımı mazlumlara ancak bu şekilde tecelli edecektir. Sadece kuru dua seansları ile gökten meleklerin inmesini beklemek ise , masallarla avunan Müslümanların harcı olup , Kur'anın hayatın gerçekleri ile olan bağının koparılması anlamına da gelecektir.
Allah (c.c) koyduğu yasa gereği , yardımını hak edene yapacağını yaşanmış örnekleri göstermiş , bunun dışında bir yardım şeklinin olmayacağını bildirmiştir. Bize düşen bu ayetleri gerçekçi biçimde okuyarak hayata nasıl aktarılması gerektiği üzerinde kafa yormak olmalıdır.
Biz Müslümanlar , Allah (c.c) nin yardımına mazhar olmayı özel kul statüsüne dahil olduğumuz için değil , koyduğu yasalar dahilinde bir hak edene verildiğini öğrenmediğimiz ve bunun gereklerini yerine getirmediğimiz müddetçe burnumuz asla pislikten kurtulmayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
10 Ekim 2016 Pazartesi
Nekalen Kelimesi Örneğinde, Kelimelerin Temel Anlam Yan Anlam Sorunu Üzerine Bir Mülahaza
Kur'an , bilindiği üzere nazil olduğu mekan dahilinde yaşayan insanların konuştukları dil ve o dilin üslup özelliklerini kullanan bir şekilde nazil olmuştur. Arap dilinde nazil olan bu kitabın , başka dili konuşanlar tarafından anlaşılması ise, o dile çevrilmesi ile mümkün olabilir. Arap dilinden başka bir dile çevrilen Kur'anın, çevirilerden kaynaklanan bazı sorunlar ile karşılaştığı da malumdur. Arap dilindeki kelimenin ifade ettiği anlamın, başka bir dile tam olarak çevrilememesi, veya daha başka nedenler yüzünden ortaya çıkan bu sorunlar , Kur'anı Türkçe mealler üzerinden okuyup anlamak durumunda kalanlar için bir sıkıntı teşkil etmektedir.
Bazı meal okuyucuları , Kur'andaki bir kelimenin anlamının bir yerde ayrı , bir yerde ayrı olduğunu fark ederek , bunun nedenleri üzerinde araştırma yaparak kafa yormakta , bazıları ise, bir kelimenin anlamının bir yerde farklı , bir yerde farklı kullanılmasının yanlış olduğunu iddia ederek , bir kelimenin anlamının her yerde aynı olması gerektiğinden yola çıkarak , yanlış olduğunu düşündükleri kelimeye , doğru olduğunu düşündükleri anlamı koymaya çalışmakta , fakat kelimeye doğru olduğunu düşünerek verdikleri bu anlam , doğruluktan uzak bir anlam olmaktadır.
Biz bu konuda yapılan bir hataya dikkat çekmek istiyoruz . Bir kelimenin nasıl bir anlama gelebileceği , o kelimenin dahil olduğu cümle dikkate alınarak anlaşılabilir. Cümleden koparılarak tek başına anlaşılmaya çalışılan bir kelime, beraberinde bazı yanlış anlamaları da beraberinde getirecektir.
Yazımızda bu duruma, "Nekalen" kelimesini örnek verecek , bu kelimenin kullanıldığı ayetleri ve bu ayetlerdeki geçişlerini ele alarak , bir kelimenin cümle içinde nasıl bir anlam alabileceğini anlamaya çalışacağız.
Kelimeye geçmeden önce "Temel anlam" deyiminin , bir kelimenin insan zihninde meydana gelen ilk anlamı yani sözlük anlamı , "Yan anlam" deyiminin ise , bir kelimenin temel yani sözlük anlamına bağlı olarak kazandığı yeni anlam için kullanıldığını hatırlatmak isteriz.
Enneklü = Hayvanın kaçmasını önlemek önlemek için ayağına takılan demirden yapılmış halka (Bukağı) , ayrıca , mahkumların kaçmaması için ayaklarına takılan demirden yapılmış halkalar olan ve bizim "Pranga" olarak bildiğimiz kelime ile aynı anlama gelmektedir. Türkçede kullandığımız, "Bir işin gerçekleşmesini önlemek" anlamındaki "Engel" kelimesi de, bu kelimeden dilimize geçmiştir.
[073.012] Zira bizim yanımızda bukağılar (enkalen) , ve alevli ateş var.
Bu kelime Müzzemmil s. 12. ayetinde ,cehennem ehlinin bir yere kaçmasını önlemek için , insanların yaşadığı hayat içinde bildiği bir nesne olan , hayvanın kaçmasını önlemek için kullanılan demirden yapılmış halka olarak , temel anlamda yani sözlük anlamında kullanılmıştır.
[004.084] Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar. Allah güç bakımından daha şiddetlidir ve engelleyicilik , caydırıcılık bakımından (tenkilen) daha şiddetlidir.
Nisa s. 84. ayetinde geçen bu kelime burada "ayağa takılan demir halka" anlamında yani sözlük anlamında değil , sözlük anlamına bağlı olarak kazanılmış olan yan anlam olan "Engellemek- Caydırmak" anlamında kullanılmıştır.
[079.025-26] Allah bunun üzerine onu (Firavun'u) dünya ve ahiret (in ibretli) cezasıyla (nekale) yakaladı. Şüphesiz ki bunda, korkan kimseler için ibret vardır.
Naziat suresinin bu ayetlerinde , Firavun'un sonundan bahsedilmektedir. Nekale olarak geçen kelime , Firavun'a verilen cezanın adı olarak geçmektedir. Çevirilere "azap" veya "ceza" olarak geçen bu kelimenin anlamı , başkalarının da aynı suçu işlediğinde alacağı cezayı bildiren ibretli karşılık yani suçun işlenmemesine yönelik bir engellemedir.
[002.065-66] Andolsun ki, sizler içinizden cumartesi gününde haddi tecavüz edenleri elbette bilmişsinizdir. Biz de onlara «Sefil, hakîr maymunlar olunuz» demiştik. Artık bunu hem önündekilere, hem de ardındakilere ibret verici caydırıcı engelleyici bir ceza (nekalen), hem de müttakilere bir öğüt kıldık.
İsrailoğullarından bir gurubun cumartesi yasağını çiğnemeleri sonucu başlarına gelenlerin anlatıldığı ayetlerde , cumartesi yasağını çiğneyenlerin başlarına gelenlerin öncekiler ve sonrakiler için ne ifade etmesi gerektiği "Nekalen" kelimesi ile ifade edilmektedir.
Bu kelime ayette , aynı suçun işlendiği takdirde suçluların başlarına gelecek olanın anlatılma sebebinin "Nekalen" , yani bir daha ki bu suçun benzerini işleyecekler için caydırıcı ve engelleyici ibretli bir ceza anlamındadır.
[005.038] Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici caydırıcı , engelleyici bir ceza olarak (nekalen), ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.
Maide s. 38. ayeti hırsızlık yapan kadın ve erkeğe verilen cezanın amacını açıklamaktadır. Kadın ve erkek hırsızın ellerinin kesilmesi cezasının "Nekalen" olarak belirtilmiş olması , aynı suçu işleyecek olanlara karşı caydırıcı , engelleyici ve ibretli bir ceza olması anlamındadır.
"Nekalen" kelimesinin geçtiği ayetleri ele alarak , bir kelimenin Kur'an içinde nasıl bir anlam dahilinde kullanılabileceğini göstermeye çalıştık. Her dilde olduğu gibi , Arap dilinde de kelimelerin hakiki , mecaz , yan anlam dediğimiz türden anlamları bulunmaktadır. Bir kelimenin hangi anlamının daha uygun olduğu, ayet içindeki diğer kelimelerden koparılmadan yani konu bütünlüğü dahilinde aranmaya çalışılmalıdır.
Bu kelimenin esas anlamı hayvanın kaçmaması için onun ayağını demirden yapılmış bir halka ile bağlamaktır. Hayvanı bağlamaktan amaç ,onu kaçmasına mani olmak , onu kaçmaktan caydırmak , engel koymak anlamı vardır.
Bu kelimenin Müzzemmil suresindeki kullanımı temel anlamda yani , cehenneme atılmış olan bir kimsenin kaçmasını engellemek , ona mani olmak , caydırmak anlamında dünyada insanların kullandığı bir yönteme benzetmek sureti ile anlatılmasıdır. Diğer ayetlerde ise temel anlam esas olarak türetilmiş olan yan anlamları görmekteyiz.
Bu kelimenin yan anlamı ise , esas anlamı olan ayağa bukağı veya pranga vurmak sureti ile bir şeyin yapılmasına mani olmak için , başkalarına yapılan bir şeyi göstererek onların ibret alarak , o yanlışı yapmaktan caymalarını sağlamaktır.
Gördüğümüz üzere bu kelime temel anlamı sadece, Naziat suresi içindeki geçişinde kullanılmış, diğer surelerdeki geçişleri ise yan anlamı şeklinde geçmektedir. Birisi kalkıp "Hayır bütün geçtiği yerlerde temel anlamının geçmesi lazım" şeklinde bir iddiada bulunacak olursa , ortaya çıkacak garabeti deneyip görebilir.
Cümle ile olan bağından koparılarak anlaşılmaya çalışılan bir kelimenin doğru anlamını bulmak zorlaşacağı gibi , bu yolun bazı ayetlere kendi ön yargılarını kabul ettirmeye yönelik olarak bazı kimselerin kullandığı bir yol olduğunu hatırlatmak isteriz. Ancak bu kimselerin büyük çoğunluğu Arap dilinin bazı üslup özelliklerini bilmedikleri için , yaptıkları yanlışın içinde boğulup gitmekte , fakat yanlış yaptıklarının farkında bile olmadan, doğru bir iş yapmanın verdiği gönül rahatlığı ile, kendi yanlışlarını doğru , doğruları yanlış olarak lanse ederek , kendilerinin tersi anlam verenleri tekfir etmekten dahi çekinmemektedirler.
"Arapça bilmeyenler Kur'an hakkında konuşamaz" şeklinde bir iddianın sahibi olmadığımızı hatırlatmakla birlikte , bazı konularda karar sahibi olmak için , o konu hakkında biraz daha detaylı bilgi sahibi olmak gerektiğini söylemek istiyoruz. Kur'an , kendi anlam sağlamasını kendi içinde yapan bir kitaptır. Bir kelimenin anlamı bağlı olduğu cümle içinde bağımsız olarak verildiği zaman o anlam sırıtarak yanlışlığı belli olacaktır. Nekalen kelimesi örneğinde bunu somut olarak izah etmeye çalıştık.
Bu iddiamızın daha kolay anlaşılması için daha somut bir örnek vererek , "Ümmet" kelimesinin 2 ayetteki kullanılışı ile diğer ayetlerde kullanılışı ile arasındaki farkı göstererek anlatmaya çalışalım .
[012.045] Hapisteki iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zaman (ba'de ümmetin) sonra Yusuf'u hatırladı ve: «Ben size bunu yorumlayacağım, hele beni gönderin» dedi.
[011.008] Şayet Biz kendilerine azap göndermeyi sayılı bir zamana (ümmetin ma'dudetin) kadar ertelersek: «Bu azabı alıkoyan sebep nedir?» derler. İyi bilin ki o azap başlarına geldiği gün, artık onlardan geriye çevrilmez ve alaya aldıkları o azap, kendilerini çepeçevre kuşatmış olur.»
Yusuf s. 45. ve Hud s. 8. ayetlerine baktığımızda o ayetler içinde geçen "ümmetin" kelimesinin "ZAMAN-SÜRE" anlamında kullanıldığını görmekteyiz. Fakat aynı kelimenin ve türevlerinin geçtiği başka ayetlere baktığımız bu kelimenin "İNSAN TOPLULUĞU" anlamında kullanıldığını görürüz.
Şimdi kalkıp birisi , "bir kelime bir yerde başka bir yerde başka olmaz her yerde aynı olması lazım" şeklindeki teorisini, yukarıdaki ayetlere uygulayacak olursa ortaya çıkacak trajikomik durumu düşünmek bile istemiyoruz.
Verdiğimiz bu son somut örnek , anlatmaya çalıştığımız konunun anlaşılmasını büyük ölçüde kolaylaştırdığını düşünüyoruz.
Sonuç olarak: Her dilde olduğu gibi , Arap dilinde de kelimelerin temel, yan, mecaz anlam şeklinde bazı kullanılışları bulunmaktadır. Bir kelimenin hangi anlamının kullanılması gerektiği , o kelimenin bağlı bulunduğu cümle , ayet ve konu ile yakından alakalıdır. Kelimeler cümle içinden koparılarak cümle ve konu bütünlüğünden bağımsız olarak anlaşılmaya çalışıldığı takdirde , büyük bir yanlışa imza atılmış olacaktır.
Kur'an ayetlerini hevasına göre yorumlamak peşinde olanların en fazla kullandıkları olan bu yol sayesinde , Kur'ana istediğini söyletmek daha kolay hale gelmektedir. "Ben yaptım oldu - ben dedim oldu" mantığı ile yapılan bu işlemde yol , yordam , yöntem gözetilmemekte , yol , yordam ve yöntem, sanki öcü imiş olarak gösterilerek karalanmaya çalışılarak kendilerinin icat ettikleri yöntemler cici olarak gösterilmeye çalışılmaya çalışılmaktadır.
Nekalen kelimesi üzerinden anlatmak istediğimiz durumun benzeri bir çok kelime, Kur'an içinde mevcut olup , ilerleyen zamanlarda bu kelimeler üzerinde örnekler göstermeye inşallah göstermeye devam etmeye gayret edeceğiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bazı meal okuyucuları , Kur'andaki bir kelimenin anlamının bir yerde ayrı , bir yerde ayrı olduğunu fark ederek , bunun nedenleri üzerinde araştırma yaparak kafa yormakta , bazıları ise, bir kelimenin anlamının bir yerde farklı , bir yerde farklı kullanılmasının yanlış olduğunu iddia ederek , bir kelimenin anlamının her yerde aynı olması gerektiğinden yola çıkarak , yanlış olduğunu düşündükleri kelimeye , doğru olduğunu düşündükleri anlamı koymaya çalışmakta , fakat kelimeye doğru olduğunu düşünerek verdikleri bu anlam , doğruluktan uzak bir anlam olmaktadır.
Biz bu konuda yapılan bir hataya dikkat çekmek istiyoruz . Bir kelimenin nasıl bir anlama gelebileceği , o kelimenin dahil olduğu cümle dikkate alınarak anlaşılabilir. Cümleden koparılarak tek başına anlaşılmaya çalışılan bir kelime, beraberinde bazı yanlış anlamaları da beraberinde getirecektir.
Yazımızda bu duruma, "Nekalen" kelimesini örnek verecek , bu kelimenin kullanıldığı ayetleri ve bu ayetlerdeki geçişlerini ele alarak , bir kelimenin cümle içinde nasıl bir anlam alabileceğini anlamaya çalışacağız.
Kelimeye geçmeden önce "Temel anlam" deyiminin , bir kelimenin insan zihninde meydana gelen ilk anlamı yani sözlük anlamı , "Yan anlam" deyiminin ise , bir kelimenin temel yani sözlük anlamına bağlı olarak kazandığı yeni anlam için kullanıldığını hatırlatmak isteriz.
Enneklü = Hayvanın kaçmasını önlemek önlemek için ayağına takılan demirden yapılmış halka (Bukağı) , ayrıca , mahkumların kaçmaması için ayaklarına takılan demirden yapılmış halkalar olan ve bizim "Pranga" olarak bildiğimiz kelime ile aynı anlama gelmektedir. Türkçede kullandığımız, "Bir işin gerçekleşmesini önlemek" anlamındaki "Engel" kelimesi de, bu kelimeden dilimize geçmiştir.
[073.012] Zira bizim yanımızda bukağılar (enkalen) , ve alevli ateş var.
Bu kelime Müzzemmil s. 12. ayetinde ,cehennem ehlinin bir yere kaçmasını önlemek için , insanların yaşadığı hayat içinde bildiği bir nesne olan , hayvanın kaçmasını önlemek için kullanılan demirden yapılmış halka olarak , temel anlamda yani sözlük anlamında kullanılmıştır.
[004.084] Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar. Allah güç bakımından daha şiddetlidir ve engelleyicilik , caydırıcılık bakımından (tenkilen) daha şiddetlidir.
Nisa s. 84. ayetinde geçen bu kelime burada "ayağa takılan demir halka" anlamında yani sözlük anlamında değil , sözlük anlamına bağlı olarak kazanılmış olan yan anlam olan "Engellemek- Caydırmak" anlamında kullanılmıştır.
[079.025-26] Allah bunun üzerine onu (Firavun'u) dünya ve ahiret (in ibretli) cezasıyla (nekale) yakaladı. Şüphesiz ki bunda, korkan kimseler için ibret vardır.
Naziat suresinin bu ayetlerinde , Firavun'un sonundan bahsedilmektedir. Nekale olarak geçen kelime , Firavun'a verilen cezanın adı olarak geçmektedir. Çevirilere "azap" veya "ceza" olarak geçen bu kelimenin anlamı , başkalarının da aynı suçu işlediğinde alacağı cezayı bildiren ibretli karşılık yani suçun işlenmemesine yönelik bir engellemedir.
[002.065-66] Andolsun ki, sizler içinizden cumartesi gününde haddi tecavüz edenleri elbette bilmişsinizdir. Biz de onlara «Sefil, hakîr maymunlar olunuz» demiştik. Artık bunu hem önündekilere, hem de ardındakilere ibret verici caydırıcı engelleyici bir ceza (nekalen), hem de müttakilere bir öğüt kıldık.
İsrailoğullarından bir gurubun cumartesi yasağını çiğnemeleri sonucu başlarına gelenlerin anlatıldığı ayetlerde , cumartesi yasağını çiğneyenlerin başlarına gelenlerin öncekiler ve sonrakiler için ne ifade etmesi gerektiği "Nekalen" kelimesi ile ifade edilmektedir.
Bu kelime ayette , aynı suçun işlendiği takdirde suçluların başlarına gelecek olanın anlatılma sebebinin "Nekalen" , yani bir daha ki bu suçun benzerini işleyecekler için caydırıcı ve engelleyici ibretli bir ceza anlamındadır.
[005.038] Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici caydırıcı , engelleyici bir ceza olarak (nekalen), ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.
Maide s. 38. ayeti hırsızlık yapan kadın ve erkeğe verilen cezanın amacını açıklamaktadır. Kadın ve erkek hırsızın ellerinin kesilmesi cezasının "Nekalen" olarak belirtilmiş olması , aynı suçu işleyecek olanlara karşı caydırıcı , engelleyici ve ibretli bir ceza olması anlamındadır.
"Nekalen" kelimesinin geçtiği ayetleri ele alarak , bir kelimenin Kur'an içinde nasıl bir anlam dahilinde kullanılabileceğini göstermeye çalıştık. Her dilde olduğu gibi , Arap dilinde de kelimelerin hakiki , mecaz , yan anlam dediğimiz türden anlamları bulunmaktadır. Bir kelimenin hangi anlamının daha uygun olduğu, ayet içindeki diğer kelimelerden koparılmadan yani konu bütünlüğü dahilinde aranmaya çalışılmalıdır.
Bu kelimenin esas anlamı hayvanın kaçmaması için onun ayağını demirden yapılmış bir halka ile bağlamaktır. Hayvanı bağlamaktan amaç ,onu kaçmasına mani olmak , onu kaçmaktan caydırmak , engel koymak anlamı vardır.
Bu kelimenin Müzzemmil suresindeki kullanımı temel anlamda yani , cehenneme atılmış olan bir kimsenin kaçmasını engellemek , ona mani olmak , caydırmak anlamında dünyada insanların kullandığı bir yönteme benzetmek sureti ile anlatılmasıdır. Diğer ayetlerde ise temel anlam esas olarak türetilmiş olan yan anlamları görmekteyiz.
Bu kelimenin yan anlamı ise , esas anlamı olan ayağa bukağı veya pranga vurmak sureti ile bir şeyin yapılmasına mani olmak için , başkalarına yapılan bir şeyi göstererek onların ibret alarak , o yanlışı yapmaktan caymalarını sağlamaktır.
Gördüğümüz üzere bu kelime temel anlamı sadece, Naziat suresi içindeki geçişinde kullanılmış, diğer surelerdeki geçişleri ise yan anlamı şeklinde geçmektedir. Birisi kalkıp "Hayır bütün geçtiği yerlerde temel anlamının geçmesi lazım" şeklinde bir iddiada bulunacak olursa , ortaya çıkacak garabeti deneyip görebilir.
Cümle ile olan bağından koparılarak anlaşılmaya çalışılan bir kelimenin doğru anlamını bulmak zorlaşacağı gibi , bu yolun bazı ayetlere kendi ön yargılarını kabul ettirmeye yönelik olarak bazı kimselerin kullandığı bir yol olduğunu hatırlatmak isteriz. Ancak bu kimselerin büyük çoğunluğu Arap dilinin bazı üslup özelliklerini bilmedikleri için , yaptıkları yanlışın içinde boğulup gitmekte , fakat yanlış yaptıklarının farkında bile olmadan, doğru bir iş yapmanın verdiği gönül rahatlığı ile, kendi yanlışlarını doğru , doğruları yanlış olarak lanse ederek , kendilerinin tersi anlam verenleri tekfir etmekten dahi çekinmemektedirler.
"Arapça bilmeyenler Kur'an hakkında konuşamaz" şeklinde bir iddianın sahibi olmadığımızı hatırlatmakla birlikte , bazı konularda karar sahibi olmak için , o konu hakkında biraz daha detaylı bilgi sahibi olmak gerektiğini söylemek istiyoruz. Kur'an , kendi anlam sağlamasını kendi içinde yapan bir kitaptır. Bir kelimenin anlamı bağlı olduğu cümle içinde bağımsız olarak verildiği zaman o anlam sırıtarak yanlışlığı belli olacaktır. Nekalen kelimesi örneğinde bunu somut olarak izah etmeye çalıştık.
Bu iddiamızın daha kolay anlaşılması için daha somut bir örnek vererek , "Ümmet" kelimesinin 2 ayetteki kullanılışı ile diğer ayetlerde kullanılışı ile arasındaki farkı göstererek anlatmaya çalışalım .
[012.045] Hapisteki iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zaman (ba'de ümmetin) sonra Yusuf'u hatırladı ve: «Ben size bunu yorumlayacağım, hele beni gönderin» dedi.
[011.008] Şayet Biz kendilerine azap göndermeyi sayılı bir zamana (ümmetin ma'dudetin) kadar ertelersek: «Bu azabı alıkoyan sebep nedir?» derler. İyi bilin ki o azap başlarına geldiği gün, artık onlardan geriye çevrilmez ve alaya aldıkları o azap, kendilerini çepeçevre kuşatmış olur.»
Yusuf s. 45. ve Hud s. 8. ayetlerine baktığımızda o ayetler içinde geçen "ümmetin" kelimesinin "ZAMAN-SÜRE" anlamında kullanıldığını görmekteyiz. Fakat aynı kelimenin ve türevlerinin geçtiği başka ayetlere baktığımız bu kelimenin "İNSAN TOPLULUĞU" anlamında kullanıldığını görürüz.
Şimdi kalkıp birisi , "bir kelime bir yerde başka bir yerde başka olmaz her yerde aynı olması lazım" şeklindeki teorisini, yukarıdaki ayetlere uygulayacak olursa ortaya çıkacak trajikomik durumu düşünmek bile istemiyoruz.
Verdiğimiz bu son somut örnek , anlatmaya çalıştığımız konunun anlaşılmasını büyük ölçüde kolaylaştırdığını düşünüyoruz.
Sonuç olarak: Her dilde olduğu gibi , Arap dilinde de kelimelerin temel, yan, mecaz anlam şeklinde bazı kullanılışları bulunmaktadır. Bir kelimenin hangi anlamının kullanılması gerektiği , o kelimenin bağlı bulunduğu cümle , ayet ve konu ile yakından alakalıdır. Kelimeler cümle içinden koparılarak cümle ve konu bütünlüğünden bağımsız olarak anlaşılmaya çalışıldığı takdirde , büyük bir yanlışa imza atılmış olacaktır.
Kur'an ayetlerini hevasına göre yorumlamak peşinde olanların en fazla kullandıkları olan bu yol sayesinde , Kur'ana istediğini söyletmek daha kolay hale gelmektedir. "Ben yaptım oldu - ben dedim oldu" mantığı ile yapılan bu işlemde yol , yordam , yöntem gözetilmemekte , yol , yordam ve yöntem, sanki öcü imiş olarak gösterilerek karalanmaya çalışılarak kendilerinin icat ettikleri yöntemler cici olarak gösterilmeye çalışılmaya çalışılmaktadır.
Nekalen kelimesi üzerinden anlatmak istediğimiz durumun benzeri bir çok kelime, Kur'an içinde mevcut olup , ilerleyen zamanlarda bu kelimeler üzerinde örnekler göstermeye inşallah göstermeye devam etmeye gayret edeceğiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
9 Ekim 2016 Pazar
Al-i İmran s. 78. Ayeti: Dili Kitapla Eğip Bükmenin Müslüman Cenahtaki Yansımaları
Tarihin her devrinde , insanlar üzerinde hegemonya kurmak isteyenlerin en büyük silahı , insanların Allah'a olan inançlarını istismar ederek, onları Allah ile aldatmak olmuştur. Güven duydukları kimselerin ağzından ,"Ben demiyorum Allah diyor" sözünü duyan bir çok kişi , söylenen sözün delilini, kaynağını, doğruluğunu araştırmadan , sözü söyleyen kişiye tabi olarak , sözü söyleyen kişinin amacına ulaşmasını kolaylaştırmaktadır. Kur'an , Kitap Ehli ile ilgili anlatımlarında onların yapmış oldukları bu yanlışları dile getirmektedir.
[003.078] Ehl-i kitaptan bir gurup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları Kitap'tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde: Bu Allah katındandır, derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar.
Kur'an okumalarında izlemeye çalıştığımız yol , Yahudi , Hristiyan veya Müşriklere hitap eden ayetlerin kapsama alanının sadece onlarla sınırlı kalmayarak , bize dönük mesajlarının olup olmadığı yönünde bir okuma metodu izlemektir. Konumuz olan ayette yapılan yanlışın, sadece Ehli Kitap ile sınırlı olmadığı düşüncesinden yola çıkarak , bu ameliyenin bizim cenahtaki yansımalarını ele almaya çalışacağız.
Kur'an , "Ehli Kitap" olarak tabir ettiği fırkalardan bazılarının yapmış olduğu bu hataya dikkat çekerek, bunun büyük bir cürüm olduğunu beyan etmekte , aynı yanlışı Kur'an muhataplarının da yapmamasını istemesine rağmen , aynı hata sanki yapılması istenilmiş bir emir olarak algılanarak , Ehli Kitabı yarı yolda bırakan , Allah adına yalan ve iftiralar İslam adına yüzlerce yıldır ortalıkta gezmekte ve "Gerçek Din" olarak algılanarak maalesef bir çok kimse tarafından sahiplenilmektedir.
Dili kitap ile eğip bükmenin Müslüman cenahtaki, klasik ve modern 2 farklı yansımasından bahsetmek mümkündür.
Kur'an , bir çok ayetinde ihtilafların çözümü için hakem olarak kendisini (Enam s. 114) adres olarak gösterirken , zaman içinde gelişen olaylar sonucunda ortaya çıkan farklı din anlayışları, bu kitabın hakemliğini ortadan kaldırmıştır. Kur'an içindeki "Allah'a ve resulüne itaat edin" ayetleri ve diğer bazı ayetler referans gösterilerek , zaman içinde aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının etkisi ile , Allah ve resulü birbirinden ayrılmış , resul Allah (c.c) ile aynı seviyeye getirilerek "Ha resulün sözü , ha Allah'ın sözü ikisi de eş değerdir" şeklindeki dayatmalar ile rivayetler öne çıkarılarak, Kur'an bırakın anlaşılması , el sürülmesi bile merasim isteyen bir kitap olarak raflara kaldırılmıştır.
Rivayetlerin hakem olarak algılanmaya başlanması ile , Kur'an ile çelişen rivayetlerin nereye oturtulması gerektiği sorunu ortaya çıkmıştır. Kur'an ile çelişen bir rivayetin, Muhammed (a.s) ın ağzından çıkması veya fiiliyata dökülmesinin asla mümkün olmayacağını hatırlattıktan sonra, rivayetlerin toplandığı kitapları Kur'an ile eşdeğer gören zihniyet sahipleri , "Bir rivayet Kur'an ile çelişse dahi ayeti rivayete uygun hale getirmek gerekir" mantığı ile hareket ederek , saltanatı yüzlerce yıldır süregelen , İslam düşüncesindeki rivayet merkezli şekillenmenin temellerini atmışlardır.
Rivayet merkezli temellenme , Kur'an ayetlerinin rivayetlere uygun hale getirilmesi sektörünün de doğmasına sebep olmuştur. Bu sektörde çalışanlar , Yahudi alimlerinin yaptığının bir benzerini uygulamak sureti ile birbiri ile çelişen rivayet ile ayetin uygun hale getirilmesini sağlamışlardır!!.
Bu sektörün yaptığı işin adına "Tahrifçilik" denilmektedir. Tevrat ve İncil'in metnini tahrif eden Yahudi ve Hristiyanlara karşılık , Kur'anı anlam olarak tahrif eden Müslümanlar türemiştir. Bugün geleneksel din anlayışı içinde bir çok konu , Kur'an tarafından ortaya atılmadığı halde , rivayetler ile ortaya atılmış , ve bazı ayetler o konuyu destekler bir mahiyete sokularak ayet ile rivayet uyumlu hale getirilmeye çalışılmıştır. Bu yanlışlığın getirdiği rahatsızlık , bir çok kimseyi haklı olarak alternatif arayışlarına yönelinmesi gerektiğine ve bu alternatifin Kur'an olabileceği düşüncesine itmiştir.
Kur'anın hakem kitap olarak hayatımızda yer alması gerektiği düşüncesinin yaygınlaşması , "Kur'an merkezli din anlayışı" söylemini ortaya çıkarmıştır. Bu söylem olumlulukları getirmesi ile birlikte , bazı olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir. şöyle ki :
Geçmişte rivayetlerin merkeze alınması ile yapılan hataya tepki olarak , Kur'anın indiği zaman ve mekan şartlarını tamamen yok sayarak , indiği toplum ile bağını koparan bir okuma anlayışı ile okunan Kur'an, anlaşılmaktan çok yanlış anlaşılmamayı beraberinde getirmiştir. Tarihsel bağlamın yok sayılarak okunmaya çalışıldığı bir Kur'an, bugün inmiş gibi okunarak , bugün yaşayan insanın aklı ve yaşadığı şartlar ile anlaşılmaya çalışılması bir çok sorunu ortaya çıkarmıştır.
Bu kitabın , bazıları tarafından 1500 sene önce Arap yarımadasında yaşayan insanların sosyal , kültürel ve dini alt yapılarını dikkate alarak nazil olduğunu hesaba katılmayan bir okuma yapılması sonucunda bir çok sorunu ortaya çıkmıştır.
Gelenekteki rivayet merkezli din anlayış sahiplerinin dillerini, rivayet merkezli bir anlayış çerçevesinde eğip bükmelerine karşın , Kur'an merkezli din anlayışına sahip olduğunu iddia edenlerin bir kısmı ise (herkesi kast etmediğimizi özellikle hatırlatırız), kafalarında şekillenmiş anlayışları merkeze alarak, Kur'anı okuma ve anlama ameliyesine tabi tutmaktadırlar. Bu durum bir çok farklı Kur'an anlayışlarının ortaya çıkmasına sebebiyet vererek , bir çok kimsenin kafasının karışmasına ve "Hangi Kur'an?" sorusunun cevabını aramalarına sebep olmaktadır.
Bugün bu sorunun cevabını bir çok kimse vermeye çalışmakta ve verilen cevaplarda ortak bir noktaya ulaşmaktan çok, ayrılıkların daha da ayyuka çıktığı Kur'an anlayışları ortada gezmektedir. Kur'anın hayat içinde pratiğe geçirilme gereği olan bir kitap olması bir tarafa , daha bizlerin hani okuma yöntemi ile anlaşılacak Kur'anın hayata geçirileceği tartışmaları sürüp gitmektedir.
Şurası bir gerçektir ki , bizim önereceğimiz okuma yönteminin , başkaları tarafından itiraza uğrayabileceği , "Senin teklif ettiğin yöntemin doğru olduğunu nereden bileceğiz?" sözlerini duyabileceğimizi hesaba katmaktayız.Gözlemlerimiz sonucu vardığımız bir kanaat olarak söyleyebiliriz ki , bugün Kur'an okuyan bir kısım insanbütüncül bir okuma değil , parçacı bir okuma yapmaları sonucunda, Kur'anı körün fili tarif etmesi misali bir tarafından tutarak tarif etmektedir. Halbuki Kur'anın nasıl bir kitap olduğu, yine kendi içinden anlaşılması ve öğrenilmesi gereken bir kitaptır. Dışarıdan ithal edilmiş bazı izm ve düşüncelerin baz alınarak Kur'anın doğru anlaşılması asla mümkün değildir.
Allah' tek ilah olarak tanımak üzerine kurulu bir hayatın yaşanması gerektiğini öğreten , bu yolda geçmişlerden kıssalar ile örnekler veren, merkezinde Tevhid'in yer aldığı , ve bütün ayetlerin bu kavramın merkeze alınarak okunması gerektiği , "Hangi Kur'an?" sorusunun cevabı olabileceğini söylemek istiyoruz.
Tevhid inancını merkeze almayan , kendi indi düşüncelerini Kur'ana onaylatmak için bazı ayetleri eğip bükmekten çekinmeyen, işlerine geldiği gibi bazı ayetler üzerinde oynama yapan ve kendisini "Kur'an Ehli" olarak niteleyen içimizdeki Yahudileşenlerin yanlışlarının ortaya çıkarılmasını sağlayacak tek yöntem ,Kur'anın Allah (c.c) nin yegane rab ve ilah olarak tanınmasını merkeze alan okuma yöntemi olacaktır.
Tevhit inancını merkeze almayan bir okuma yöntemini terk edenler, bu kitabı Allah (c.c) dışındakilere kul olmak için okumaktan başka bir şey yapmış olmayacaklardır. Tağut , şirk gibi kavramları duyduklarında akıllarına sadece hadis imamları , tarikat şeyhleri gelenlerin bir çoğu , bu kavramın anlam alanına girmesi gereken kravatlı güruhu bırakın aklına getirmek , yeri geldiğinde alkışlamaktan ve desteklemekten bile çekinmemektedirler.
Halk arasında yaygın olan ve sıkça eleştiriye tabi tutulan, anlamadan sadece Arapça metnini okuyarak sevap kazanma düşüncesi ile , anladığını iddia ederek okuyan, fakat bu okuma kişiye sadece Allah'a kul olma bilinci aşılamıyor ise, halk arasında yaygın olan okuma biçiminden herhangi bir farkı yoktur.
"Ben demiyorum Allah diyor" şeklinde bir söz, sadece elçilerin ağzından çıkabilecek bir sözdür. Elçiler Allah (c.c) nin mesajını insanlara iletmek ile görevli olan kişiler olması nedeni ile , Allah adına konuşma yetkisi sadece onlara ait olup , onların haricinde olan kimselerin böyle bir yetkileri yoktur.
Kur'an ile ilgili konuşmak durumunda olan nebi resuller haricinde olan kimseler ki bu kurum artık Muhammed (a.s) ile son bulmuştur, eğer böyle bir söz kullanmaya kalkarlar ise , büyük bir cüret göstermiş sayılacaklardır. Kur'an okumak anlamak herkesin hakkı ve vazifesi olmakla birlikte , okuyan kişi bu kitaptan anladığını "Mutlak doğru" olarak görmeye başladığı takdirde problem başlayacaktır.
Herkes okuduğu ayetten anladığının doğru olduğunu savunabilir buna hakkı da vardır. Ancak tek doğru kendisini görmeye başlayan kişinin, patolojik sorunları olduğunu ve bu sorunun ancak tıp doktorlarından alacağı yardım ile üstesinden gelinebileceğini hatırlatmak isteriz. Özellikle Kur'anı öncellediğini iddia eden kesimin içinde çokça rastladığımız bu tür kişiler , 1500 yıldır kimsenin bilemediği bulamadığı bazı fikirleri sadece kendilerinin bulduğu iddiası ile ortalıkta dolaşarak kendilerine taraftar toplamaya çalışmaktadırlar.
Kur'an okuyan kişilerin okuduklarını mutlak doğru olarak değil "Benim doğru olduğunu düşündüğüm bu dur" şeklinde bir ifade ile dillendirmeleri daha doğru ve daha mütevazi bir yaklaşım olacaktır.
Kur'an kıssaları ile ilgili konular, "Kur'an Merkezli Din" söylemine sahip olanların üzerinde çokça durdukları ve ilgilendikleri bölümlerin başında gelmektedir. Kıssa yollu anlatımlar , yaşam içinde Allah (c.c) yi merkeze almanın ve almamanın sonuçlarını göstermesi bakımından , Kur'anın en önemli bölümlerini teşkil etmektedir. Kıssalar geçmişteki yaşantılardan örnekler vererek gelecekteki yaşantıların şekillenmesine örneklik teşkil etmesi gereken anlatımlardır.
Hayatın merkezine tevhidi alanlar ile almayanların mücadelesi olarak özetleyebileceğimiz kıssalar , bizlere hayatın anlamını öğretmektedir. Ancak bir kısım insan bu kıssalardaki ana mesaja odaklanma sorunu yaşadıkları için , tevhidi mücadelenin izlerini kıssalarda aramak gibi bir düşünce içinde olmadan bu kıssaları okumakta , ve okudukları kıssalardan akla zarar çıkarımlar yaparak , "Bu kadar da olmaz" dedirtmektedirler.
Kur'an yaşayan insanın sorunlarına çare yolunu gösteren bir kitap olarak evrensel mesajları ihtiva etmektedir. Fakat bu mesajların ne olduğu noktasında bir çoğumuz bilgi sahibi bile olmaktan uzak okumalar yaparak , sadece biz gibi düşünmeyenleri "Kafir" ilan etmemize yarayacak ayetler aramaktan başka bir iş yapmamaktayız.
Sonuç olarak : Kur'anın "Dili kitapla eğip bükmek" şeklinde tarif ettiği yanlış sadece kitap ehli tarafından değil , biz Müslümanlar tarafından da yapılan bir yanlıştır. Bu yanlışın en baştaki sebebi ise , insanları Allah (c.c) nin adını kullanarak kendi düşüncesine bağlayabilmektir.
Bu yanlışın Müslüman cenahtaki yansıması büyük sorunlar çıkarmış , bu sorunları çözmeye soyunan bir kısım insan ise , bu yanlışı düzeltmek için başka yanlışları yapmaya başlamıştır. Kur'anın hakem bir kitap olarak Müslümanların birbirine bağlayabilmesi için bu kitabın ortak bir okuma ve anlama yöntemine tabi tutulması zaruridir , bu ortak yöntem bulunmadan kitabın hayata geçirilmesi pek mümkün olamayacaktır.
Bu yöntem ise kıssalar yolu ile anlatılan geçmiş yaşantıların dikkate alınmak sureti ile oluşturulabilir. Kıssalardaki anlatımın merkezinde Allah (c.c) nin tek ilah olması yönünde yapılan mücadele örneklikleri bulunmakta olup , kıssalar haricindeki konuların merkezinde de tek ilah ve rab olarak hayata Allah (c.c) nin hakim olması yatmaktadır. Tevhit kavramını merkeze alan ortak bir okuma yönteminin en doğru yol olduğunu bu bu yöntemden uzak kalan okumaların parmağın işaret ettiği yere değil , parmağa bakmak ile vakit kaybettiklerini hatırlatmak isteriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[003.078] Ehl-i kitaptan bir gurup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları Kitap'tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde: Bu Allah katındandır, derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar.
Kur'an okumalarında izlemeye çalıştığımız yol , Yahudi , Hristiyan veya Müşriklere hitap eden ayetlerin kapsama alanının sadece onlarla sınırlı kalmayarak , bize dönük mesajlarının olup olmadığı yönünde bir okuma metodu izlemektir. Konumuz olan ayette yapılan yanlışın, sadece Ehli Kitap ile sınırlı olmadığı düşüncesinden yola çıkarak , bu ameliyenin bizim cenahtaki yansımalarını ele almaya çalışacağız.
Kur'an , "Ehli Kitap" olarak tabir ettiği fırkalardan bazılarının yapmış olduğu bu hataya dikkat çekerek, bunun büyük bir cürüm olduğunu beyan etmekte , aynı yanlışı Kur'an muhataplarının da yapmamasını istemesine rağmen , aynı hata sanki yapılması istenilmiş bir emir olarak algılanarak , Ehli Kitabı yarı yolda bırakan , Allah adına yalan ve iftiralar İslam adına yüzlerce yıldır ortalıkta gezmekte ve "Gerçek Din" olarak algılanarak maalesef bir çok kimse tarafından sahiplenilmektedir.
Dili kitap ile eğip bükmenin Müslüman cenahtaki, klasik ve modern 2 farklı yansımasından bahsetmek mümkündür.
Kur'an , bir çok ayetinde ihtilafların çözümü için hakem olarak kendisini (Enam s. 114) adres olarak gösterirken , zaman içinde gelişen olaylar sonucunda ortaya çıkan farklı din anlayışları, bu kitabın hakemliğini ortadan kaldırmıştır. Kur'an içindeki "Allah'a ve resulüne itaat edin" ayetleri ve diğer bazı ayetler referans gösterilerek , zaman içinde aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının etkisi ile , Allah ve resulü birbirinden ayrılmış , resul Allah (c.c) ile aynı seviyeye getirilerek "Ha resulün sözü , ha Allah'ın sözü ikisi de eş değerdir" şeklindeki dayatmalar ile rivayetler öne çıkarılarak, Kur'an bırakın anlaşılması , el sürülmesi bile merasim isteyen bir kitap olarak raflara kaldırılmıştır.
Rivayetlerin hakem olarak algılanmaya başlanması ile , Kur'an ile çelişen rivayetlerin nereye oturtulması gerektiği sorunu ortaya çıkmıştır. Kur'an ile çelişen bir rivayetin, Muhammed (a.s) ın ağzından çıkması veya fiiliyata dökülmesinin asla mümkün olmayacağını hatırlattıktan sonra, rivayetlerin toplandığı kitapları Kur'an ile eşdeğer gören zihniyet sahipleri , "Bir rivayet Kur'an ile çelişse dahi ayeti rivayete uygun hale getirmek gerekir" mantığı ile hareket ederek , saltanatı yüzlerce yıldır süregelen , İslam düşüncesindeki rivayet merkezli şekillenmenin temellerini atmışlardır.
Rivayet merkezli temellenme , Kur'an ayetlerinin rivayetlere uygun hale getirilmesi sektörünün de doğmasına sebep olmuştur. Bu sektörde çalışanlar , Yahudi alimlerinin yaptığının bir benzerini uygulamak sureti ile birbiri ile çelişen rivayet ile ayetin uygun hale getirilmesini sağlamışlardır!!.
Bu sektörün yaptığı işin adına "Tahrifçilik" denilmektedir. Tevrat ve İncil'in metnini tahrif eden Yahudi ve Hristiyanlara karşılık , Kur'anı anlam olarak tahrif eden Müslümanlar türemiştir. Bugün geleneksel din anlayışı içinde bir çok konu , Kur'an tarafından ortaya atılmadığı halde , rivayetler ile ortaya atılmış , ve bazı ayetler o konuyu destekler bir mahiyete sokularak ayet ile rivayet uyumlu hale getirilmeye çalışılmıştır. Bu yanlışlığın getirdiği rahatsızlık , bir çok kimseyi haklı olarak alternatif arayışlarına yönelinmesi gerektiğine ve bu alternatifin Kur'an olabileceği düşüncesine itmiştir.
Kur'anın hakem kitap olarak hayatımızda yer alması gerektiği düşüncesinin yaygınlaşması , "Kur'an merkezli din anlayışı" söylemini ortaya çıkarmıştır. Bu söylem olumlulukları getirmesi ile birlikte , bazı olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir. şöyle ki :
Geçmişte rivayetlerin merkeze alınması ile yapılan hataya tepki olarak , Kur'anın indiği zaman ve mekan şartlarını tamamen yok sayarak , indiği toplum ile bağını koparan bir okuma anlayışı ile okunan Kur'an, anlaşılmaktan çok yanlış anlaşılmamayı beraberinde getirmiştir. Tarihsel bağlamın yok sayılarak okunmaya çalışıldığı bir Kur'an, bugün inmiş gibi okunarak , bugün yaşayan insanın aklı ve yaşadığı şartlar ile anlaşılmaya çalışılması bir çok sorunu ortaya çıkarmıştır.
Bu kitabın , bazıları tarafından 1500 sene önce Arap yarımadasında yaşayan insanların sosyal , kültürel ve dini alt yapılarını dikkate alarak nazil olduğunu hesaba katılmayan bir okuma yapılması sonucunda bir çok sorunu ortaya çıkmıştır.
Gelenekteki rivayet merkezli din anlayış sahiplerinin dillerini, rivayet merkezli bir anlayış çerçevesinde eğip bükmelerine karşın , Kur'an merkezli din anlayışına sahip olduğunu iddia edenlerin bir kısmı ise (herkesi kast etmediğimizi özellikle hatırlatırız), kafalarında şekillenmiş anlayışları merkeze alarak, Kur'anı okuma ve anlama ameliyesine tabi tutmaktadırlar. Bu durum bir çok farklı Kur'an anlayışlarının ortaya çıkmasına sebebiyet vererek , bir çok kimsenin kafasının karışmasına ve "Hangi Kur'an?" sorusunun cevabını aramalarına sebep olmaktadır.
Bugün bu sorunun cevabını bir çok kimse vermeye çalışmakta ve verilen cevaplarda ortak bir noktaya ulaşmaktan çok, ayrılıkların daha da ayyuka çıktığı Kur'an anlayışları ortada gezmektedir. Kur'anın hayat içinde pratiğe geçirilme gereği olan bir kitap olması bir tarafa , daha bizlerin hani okuma yöntemi ile anlaşılacak Kur'anın hayata geçirileceği tartışmaları sürüp gitmektedir.
Şurası bir gerçektir ki , bizim önereceğimiz okuma yönteminin , başkaları tarafından itiraza uğrayabileceği , "Senin teklif ettiğin yöntemin doğru olduğunu nereden bileceğiz?" sözlerini duyabileceğimizi hesaba katmaktayız.Gözlemlerimiz sonucu vardığımız bir kanaat olarak söyleyebiliriz ki , bugün Kur'an okuyan bir kısım insanbütüncül bir okuma değil , parçacı bir okuma yapmaları sonucunda, Kur'anı körün fili tarif etmesi misali bir tarafından tutarak tarif etmektedir. Halbuki Kur'anın nasıl bir kitap olduğu, yine kendi içinden anlaşılması ve öğrenilmesi gereken bir kitaptır. Dışarıdan ithal edilmiş bazı izm ve düşüncelerin baz alınarak Kur'anın doğru anlaşılması asla mümkün değildir.
Allah' tek ilah olarak tanımak üzerine kurulu bir hayatın yaşanması gerektiğini öğreten , bu yolda geçmişlerden kıssalar ile örnekler veren, merkezinde Tevhid'in yer aldığı , ve bütün ayetlerin bu kavramın merkeze alınarak okunması gerektiği , "Hangi Kur'an?" sorusunun cevabı olabileceğini söylemek istiyoruz.
Tevhid inancını merkeze almayan , kendi indi düşüncelerini Kur'ana onaylatmak için bazı ayetleri eğip bükmekten çekinmeyen, işlerine geldiği gibi bazı ayetler üzerinde oynama yapan ve kendisini "Kur'an Ehli" olarak niteleyen içimizdeki Yahudileşenlerin yanlışlarının ortaya çıkarılmasını sağlayacak tek yöntem ,Kur'anın Allah (c.c) nin yegane rab ve ilah olarak tanınmasını merkeze alan okuma yöntemi olacaktır.
Tevhit inancını merkeze almayan bir okuma yöntemini terk edenler, bu kitabı Allah (c.c) dışındakilere kul olmak için okumaktan başka bir şey yapmış olmayacaklardır. Tağut , şirk gibi kavramları duyduklarında akıllarına sadece hadis imamları , tarikat şeyhleri gelenlerin bir çoğu , bu kavramın anlam alanına girmesi gereken kravatlı güruhu bırakın aklına getirmek , yeri geldiğinde alkışlamaktan ve desteklemekten bile çekinmemektedirler.
Halk arasında yaygın olan ve sıkça eleştiriye tabi tutulan, anlamadan sadece Arapça metnini okuyarak sevap kazanma düşüncesi ile , anladığını iddia ederek okuyan, fakat bu okuma kişiye sadece Allah'a kul olma bilinci aşılamıyor ise, halk arasında yaygın olan okuma biçiminden herhangi bir farkı yoktur.
"Ben demiyorum Allah diyor" şeklinde bir söz, sadece elçilerin ağzından çıkabilecek bir sözdür. Elçiler Allah (c.c) nin mesajını insanlara iletmek ile görevli olan kişiler olması nedeni ile , Allah adına konuşma yetkisi sadece onlara ait olup , onların haricinde olan kimselerin böyle bir yetkileri yoktur.
Kur'an ile ilgili konuşmak durumunda olan nebi resuller haricinde olan kimseler ki bu kurum artık Muhammed (a.s) ile son bulmuştur, eğer böyle bir söz kullanmaya kalkarlar ise , büyük bir cüret göstermiş sayılacaklardır. Kur'an okumak anlamak herkesin hakkı ve vazifesi olmakla birlikte , okuyan kişi bu kitaptan anladığını "Mutlak doğru" olarak görmeye başladığı takdirde problem başlayacaktır.
Herkes okuduğu ayetten anladığının doğru olduğunu savunabilir buna hakkı da vardır. Ancak tek doğru kendisini görmeye başlayan kişinin, patolojik sorunları olduğunu ve bu sorunun ancak tıp doktorlarından alacağı yardım ile üstesinden gelinebileceğini hatırlatmak isteriz. Özellikle Kur'anı öncellediğini iddia eden kesimin içinde çokça rastladığımız bu tür kişiler , 1500 yıldır kimsenin bilemediği bulamadığı bazı fikirleri sadece kendilerinin bulduğu iddiası ile ortalıkta dolaşarak kendilerine taraftar toplamaya çalışmaktadırlar.
Kur'an okuyan kişilerin okuduklarını mutlak doğru olarak değil "Benim doğru olduğunu düşündüğüm bu dur" şeklinde bir ifade ile dillendirmeleri daha doğru ve daha mütevazi bir yaklaşım olacaktır.
Kur'an kıssaları ile ilgili konular, "Kur'an Merkezli Din" söylemine sahip olanların üzerinde çokça durdukları ve ilgilendikleri bölümlerin başında gelmektedir. Kıssa yollu anlatımlar , yaşam içinde Allah (c.c) yi merkeze almanın ve almamanın sonuçlarını göstermesi bakımından , Kur'anın en önemli bölümlerini teşkil etmektedir. Kıssalar geçmişteki yaşantılardan örnekler vererek gelecekteki yaşantıların şekillenmesine örneklik teşkil etmesi gereken anlatımlardır.
Hayatın merkezine tevhidi alanlar ile almayanların mücadelesi olarak özetleyebileceğimiz kıssalar , bizlere hayatın anlamını öğretmektedir. Ancak bir kısım insan bu kıssalardaki ana mesaja odaklanma sorunu yaşadıkları için , tevhidi mücadelenin izlerini kıssalarda aramak gibi bir düşünce içinde olmadan bu kıssaları okumakta , ve okudukları kıssalardan akla zarar çıkarımlar yaparak , "Bu kadar da olmaz" dedirtmektedirler.
Kur'an yaşayan insanın sorunlarına çare yolunu gösteren bir kitap olarak evrensel mesajları ihtiva etmektedir. Fakat bu mesajların ne olduğu noktasında bir çoğumuz bilgi sahibi bile olmaktan uzak okumalar yaparak , sadece biz gibi düşünmeyenleri "Kafir" ilan etmemize yarayacak ayetler aramaktan başka bir iş yapmamaktayız.
Sonuç olarak : Kur'anın "Dili kitapla eğip bükmek" şeklinde tarif ettiği yanlış sadece kitap ehli tarafından değil , biz Müslümanlar tarafından da yapılan bir yanlıştır. Bu yanlışın en baştaki sebebi ise , insanları Allah (c.c) nin adını kullanarak kendi düşüncesine bağlayabilmektir.
Bu yanlışın Müslüman cenahtaki yansıması büyük sorunlar çıkarmış , bu sorunları çözmeye soyunan bir kısım insan ise , bu yanlışı düzeltmek için başka yanlışları yapmaya başlamıştır. Kur'anın hakem bir kitap olarak Müslümanların birbirine bağlayabilmesi için bu kitabın ortak bir okuma ve anlama yöntemine tabi tutulması zaruridir , bu ortak yöntem bulunmadan kitabın hayata geçirilmesi pek mümkün olamayacaktır.
Bu yöntem ise kıssalar yolu ile anlatılan geçmiş yaşantıların dikkate alınmak sureti ile oluşturulabilir. Kıssalardaki anlatımın merkezinde Allah (c.c) nin tek ilah olması yönünde yapılan mücadele örneklikleri bulunmakta olup , kıssalar haricindeki konuların merkezinde de tek ilah ve rab olarak hayata Allah (c.c) nin hakim olması yatmaktadır. Tevhit kavramını merkeze alan ortak bir okuma yönteminin en doğru yol olduğunu bu bu yöntemden uzak kalan okumaların parmağın işaret ettiği yere değil , parmağa bakmak ile vakit kaybettiklerini hatırlatmak isteriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)