17 Aralık 2016 Cumartesi

Nisa s. 1. Ayetini Hucurat s. 13. Ayetinden Anlamak

Son yıllarda Türkiye genelinde Kur'an'ı anlamaya olan yönelim , anlama konusunda bazı yöntem hatalarını da beraberinde getirmiştir. Yapılan Kur'an okumalarının bir kısmı, mesajı anlamaya yönelik değil , bir takım gereksiz soruların cevaplarının aranmasına yönelik yapılmasından dolayı, ortaya çıkan tartışma konuları, maalesef Kur'an okuyanların birbirine düşmelerine neden olmaktadır. 

Bu konuda yapılan yöntem hatasına örnek olarak verebileceğimiz, Nisa s. 1. ayeti üzerinde yapılan tartışmalar , insan neslinin nasıl çoğaldığı yönündeki sorulara cevap aranması etrafında yapılmaya çalışılmış , bu ve benzeri ayetler dikkate alınarak , insan neslinin Adem ve eşinden çoğaldığı sonucuna varılmış , fakat bu sonuç insan neslinin çoğalmasının kardeş evliliği ile gerçekleştiğinden yola çıkılarak varılmış bir sonuç olduğu için , itirazları başka soruları ve tartışmaları beraberinde getirmiştir.

Yazımızda , bu ayetin nasıl anlaşılabileceği yönünde bir tefekkür çalışması yapmaya gayret ederek , mesaja odaklı bir okuma örneği vermeye çalışacağız.

[004.001] Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.

Bu ayet ile ilgili kanaatimiz , ayet içindeki "İtteku" (Sakının) kelimesinin merkeze alınarak okunması ve anlaşılması gerektiği yönündedir. Rabbimiz, yeryüzünde bulunan milyarlarca insanı , bir erkek ve bir dişiden yarattığını, ve insan neslinin bunlardan türettiğini beyan ettiği yönündedir . Biz insanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığını okuduktan sonra , "Ey Rabbimiz sen bu insanları kardeş kardeşe evlenmesine izin vererek mi, yoksa başka Ademler de yaratarak çoğalmasını sağladın?" şeklinde bir sorunun cevabını aramaya çalışmanın gereksiz, ve asıl mesajı öteleyen bir soru olduğunu düşünmekteyiz.

Çünkü bu ayette Allah (c.c), sakınılmaya layık yegane rab olarak kendisini adres göstermekte, ve insanlar üzerinde yegane rab olma liyakatını, bütün insanları bir erkek ile bir dişiden yaratmış olması ve çoğaltması ile bizlere ispatlamaktadır. Bizim bu noktayı bir tarafa koyarak , insanların nasıl çoğaltıldığına dair bir bilgi peşinde koşmaya çalışmak "Aya değil parmağa bakmak" misali bir okumadır. Çünkü Kur'an içindeki ayetlerden nasıl çoğaldığımız konusunda yapmaya çalıştığımız araştırmalar, ve cevaplar bir başka soruları meydana çıkarmaktadır. 

Kardeş kardeşe evlilik yolu ile çoğaldığımızı savunan görüş, yine Kur'an içinden ayetler delil gösterilerek ret edilebilirken , Adem'in ilk insan olmadığını savunan görüşler de ,  aynı şekilde Kur'an içinden ayetler delil gösterilerek ret edilebilmektedir. Bundan dolayı şahsi kanaatimiz , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunun peşine düşmeden, ilgili ayetlerde bize verilmek istenen başka mesajlar olup olmadığını araştırmaya çalışmak olmalıdır.

Aynı erkek ile aynı kadından doğan insanların ortak özelliği "Kardeş" olmalarıdır. Ayeti bu noktadan okumaya çalıştığımız zaman , karşımıza aynı mesajı içeren Hucurat s. 13. ayeti çıkmaktadır.

[049.013] Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en kerim olanınız, O'ndan en çok sakınanızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.

Hucurat s. 13. ayeti de , tıpkı Nisa s. 1. ayeti gibi insanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığını beyan etmektedir. "Takva" (Sakınmak) terimi , Nisa s. 1. ayetinde olduğu gibi, Hucurat s. 13. ayetinde de merkeze alınmaktadır.

Dikkat edilirse her iki ayette de hitap bütün insanlığa yapılmakta , ve bütün insanlığın bir erkek ve bir dişiden yaratılmış olmasına dikkat çekilerek , bir erkek ve dişiden yaratılmış olmanın, bütün insanlar ile ortak paydamız olduğu hatırlatılmaktadır. Bu ortak payda, bütün insanların birbirleri ile kuracağı ilişkilerde dikkate alınması gerekmektedir. 

Bu ortak payda, bizleri bir erkek ve dişiden nasıl çoğaldığımız sorusunu gündem etmeye değil , böyle bir şekilde çoğalmış olmamızın bizim için ifade etmesi gereken değeri gündem etmeye yöneltmesi gerekmektedir. Bütün insanların bir erkek ve bir dişiden türediğinin ifade edilmesi , bu insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde gözetmesi gereken yakınlık ilişkisine dikkat çekmektedir. 

İnsanların "İnanan" ve "İnanmayan" şeklinde iki ayrı şemsiye altında toplanmış olmasından önce, inanmış veya inanmamış olsun herkes öncelikle İNSANLIK şemsiyesi altında toplanmaktadır. "Mü'min" veya "Kafir" sıfatları , insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde dikkate almaları gereken öncelikli sıfatlar değildir. Öncelik , mü'min veya kafir olmasından önce herkesin İNSAN olduğu gerçeğidir.   

Allah (c.c) insanların kendisine iman eden ve etmeyen olarak ikiye ayrılmalarının birbirlerine karşı hangi hallerde düşmanlık vesilesi olarak görülmesi gerektiğini kitabında beyan etmektedir. İman edenlerle açıkça savaşa yeltenmeyen kafirler ile insani ilişkileri kurulmasında herhangi bir sakınca görülmemesi dikkat çekici bir noktadır.

 [005.032]  Bu nedenle, İsrailoğullarına şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yer yüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, peygamberlerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır.

Maide s. 32. ayeti , insan olma onurunu öne çıkaran, insan hayatının ne kadar değerli olduğunu , haksız yere kıyılan bir canın bütün canlara bedel olduğunu beyan ederek insan hayatının ne kadar değerli olduğunu beyan eden bir ayet olarak, biz Müslümanlar tarafından hayat alanına geçirilmeyi beklemektedir. İnsan hayatının değerini bilmesi , ona kıymet vermesi , haksız yere kıyılan bir canın bütün canları kıymış gibi bir cürüm olduğunu en fazla bilmesi gerekenlerin , en acımasız şekilde birbirlerini kırma yarışına girmiş olmaları, izahı mümkün olmayan bir yanlıştır.

"Şia" ve "Sünni" olarak iki ana parçaya ve bu ana parçanın altında binlerce ara parçaya ayrılmış olan Müslümanların, yüzlerce yıldır birbirleri ile yaptıkları savaşlarda dökülen kan , kafirler ile yapılan savaşlarda dökülmemiştir. Dünyanın insan hayatına saygılı olma konusunda en başta gelen topluluğu olması gereken bizlerin, kendi insanlarına karşı en acımasız, ve en vahşi bir şekilde kan dökücü hale gelmiş olması , içinde bulunduğumuz zamanın acı bir gerçeğidir.

[049.010] Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz.

Dünyayı tek bir devlet çatısı altında toplamayı , ve 7 milyar olan dünya nüfusunu 500 milyona indirmeyi amaçlayan şeytanca bir projenin sahibi olan bir elin parmakları kadar sayılı olan zengin tabakasının bu projesinin bir ayağı, bizim coğrafyamızda B.O.P adı altında bir plan dahilinde yürütülmektedir. Yıllardır çevremizde gelişen olaylar ve dökülen kanlar , bu şeytani planın bir parçasıdır.

Dünya nüfusunu azaltmayı amaçlayan şeytani planda birbirlerine düşman olan Müslüman guruplar , bu kafirler için biçilmiş kaftan mesabesinde olup , bu gurupları birbirlerine kırdırmak sureti ile , hem Müslümanların birlik ve beraberliklerini ortadan kaldırmakta , hem de nüfusun azalmasına sebep olacak katliamları Müslümanlar eli ile yaptırmaktadırlar.

Elimizde bulunan kitabın "Nur" olarak vasıflandırılmış olması, bizler için karanlıklarda yol gösterici , "Furkan" olarak vasıflandırılmış olması, hakkı batıldan ayırt etmek için bize rehber olması artık dikkate alınarak , üzerimizde oynanan oyunların bir önce farkına varılması , kafirlerin elinde oyuncak olmaktan çıkarak , onların oyunlarına başlarına geçiren bir topluluk olmamız gerekmektedir.

Karşımızda olan bir insanın bizim için hangi durumlarda "Düşman" olarak görülmesi gerektiği açık ve net olarak beyan edilmiş iken , kendisini "Sünni" olarak niteleyen bir insanın düşmanı , kendisini "Şia" olarak niteleyen bir insan olamaz. Aynı şekilde kendisini "Şia" olarak niteleyen bir insanın düşmanı da, kendisini "Sünni" olarak niteleyen bir başka insan olamaz.

Sünni veya Şia olsun bu fırkalara mensup olan insanların ortak paydaları , önce bir kadın ve erkekten türeyen İNSAN , sonra da MÜSLÜMAN olmalarıdır. Farklı bakış açıları ile birbirini KAFİR ilan ederek birbirinin kanını, canını , malını , ırzını , namusunu HELAL görmek insana ve Müslüman olanlar için asla mümkün değildir.


Mezhep , meşrep , fırka farklılıkları insanların birbirlerini öldürmek için asla meşru bir sebep olarak görülemez. Sünni , Şia veya bir başka fırkaya mensup olduğu gerekçesi ile, insanlara düşmanlık beslenmesine ve katline cevaz veren insanlar , batılı kafirlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir iş yapmamaktadırlar. 

Batılı insan şeytanları ve onların işbirlikçilerinin oynamak istedikleri oyunlar , Müslümanların mezhep farklılıkları gündeme getirilerek sahneye konulmak istenilmekte , bu yol ile farklı mezheplere bağlı olan Müslümanların birbirlerini "Kafir" oldukları gerekçesi ile öldürmek sureti ile Müslümanların gücü sıfıra indirilmek istenilmektedir. 

Birbirini öldürmek için meşru bir gerekçe olarak sunulan fırka ve mensup farklılığı , Müslümanların güçlerinin kırılmasına ve gücü kırılan Müslümanların batılı şeytanlara daha kolay lokma olmalarına sebep olmaktadır. İnsan hayatının değerini, fanatik mezhep taraftarlarından değil , Allah (c.c) nin kitabından öğrenmeye ve hayata aktarmaya çalışmadığımız zaman , en küçük bir tahrikte "Asalım , keselim , öldürelim , biçelim" sesleri yükselmeye başlayacak ve bu yolla Müslümanlar arasında fesat tohumları ekilecektir.

Hucurat s. 13. ayeti , insanların birbirlerinin renk , dil , ırk , mezhep , meşrep , kavim farklılıklarının düşmanlık vesilesi olarak görülmemesi gerektiğini hatırlatan önemli ayetlerden bir tanesidir. İnsanları birbirlerinden ayıran bazı farklılıkların onlar arasında düşmanlık vesilesi olarak görülmemesi  , aksine yakınlık ve kaynaşma vesilesi olarak görülmesi gerektiği ayetin önemli mesajlarından bir tanesidir.

Sünni , Şia veya bir başka fırkanın taraftarı olmak, eğer Allah katında bir suç ve günah teşkil ediyorsa , bu suçun cezasını Sünni olanın Şia olanı , Şia olanın Sünni olanı öldürmesi sureti ile insanların değil , hesap gününde Allah (c.c) nin vermesi gerekmektedir.

Sosyal medya üzerinden örgütlenmek ve propaganda yapmak, son yıllarda büyük bir ivme kazanmış, biz Müslümanlar da bu yol üzerinden sahip olduğumuz düşüncelerimizi yaymak için büyük bir gayret göstermekteyiz. Sosyal medya üzerinden sahip olunan gücü , fırkalar arasındaki düşmanlığın yayılması için değil , önce insan olmamız ve sonra Müslüman olmamız üzerinden değerlendirmeye çalışarak , düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmak , karşımızdaki kişiye önce insan olması gerçeği üzerinden değer vermeye çalışmak , sonra eğer hatalı bir düşüncesi var ise , bu hatasını Kur'an'ın öğrettiği metot üzerinden anlatmaya çalışmak , Müslümanlar arasındaki düşmanlıkların en aza inmesini sağlayacaktır. 

Sosyal medya aracılığı ile sahip olduğu düşüncesini savunmaya çalışan Müslümanlardaki genel durum , sahip olduğu düşünceyi merkeze alarak onu "Nihai doğrular" olarak görmek , sahip olduğu düşünce dışındakileri ise "Kesin yanlış" olarak görmektir. Böyle bir portreye sahip olan Müslüman klavyesini bir kılıç gibi kullanarak karşısındakini düşman olarak görmekte , ve o kişiye her türlü yazılı hakareti caiz olarak görerek , bu ameli Allah yolunda cihad aşkı ile yerine getirmektedir. Müslümanların birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğu bu zamanlarda , herkes yazdıklarından ve söylediklerinden sorulacağı bilinci içinde olmalı , insani değerlere önem vererek karşısındakilerin kişilik haklarına saygı duyan bir üslup kullanmalıdır.

Aksi takdirde sosyal medya üzerinden körüklenen düşmanlıklar , ilerleyen zamanlarda ülkeler arası meydan savaşlarına dönüşerek , önü alınmaz kitlesel katliamlara sebep olan durumlara öncülük ederek tarihte kara bir sayfa olarak yerini alacaktır.

Sonuç olarak : Allah (c.c) nin bizleri bir erkek ve bir kadından yarattığı ve çoğalttığını beyan etmiş olmasının , bu çoğalmanın nasıl gerçekleştiği yönünde değil , bir erkek ve bir kadından doğan insanların sahip oldukları ortak payda üzerinden değerlendirilmesinin daha doğru bir yaklaşım olacağını düşünmekteyiz.

Anne ve babası bir olanların, birbirleri ile daha yakın ilişkiler kurması gerektiği ,  aynı anne ve babadan dünyaya gelenlerin birbirlerine karşı herhangi bir üstünlük taslama vesilesi olmayacağı gerçeği üzerinden ayeti okuduğumuz zaman , evrensel insani değerlerin dikkate alınarak birbirimize karşı davranışlarımızın yeniden gözden geçirilmesi zarureti ortadadır.

Birlik ve beraberliğin her zamankinden daha zaruri olduğu bu günlerde , Müslümanların birbirlerine fırka taassubu ile değil sahip oldukları en üst ortak paydaları öne çıkararak , bakmaları bizi birbirimize kırdırarak iki taraflı menfaat elde etmek isteyen batılı şeytanların oyunlarını bozacaktır. 

İslam kelimesinin anlamlarından bir tanesi olan barışın , Müslümanlar arasında uygulanması kimlerin zararına olacak ise , aramızdaki düşmanlıkları körükleyenler , bu kimselere hizmetkar olmaktan başka bir iş yapmamaktadırlar.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

16 Aralık 2016 Cuma

İsra s. 16. Ayeti : Mütref Tabakanın Toplumların Helak Olmasındaki Rolü

Toplumların Allah (c.c) ye karşı gelmeleri sonucunda helak edildiklerinin haber verildiği ayetlere dikkat ettiğimizde , toplumların helak olmasına öncülük eden bir takım insanların olduklarını görmekteyiz. Bu insanların öne çıkan özelliği, ellerinde maddi güç olması nedeniyle toplumda söz sahibi olmaları , bu güçlerini kullanarak toplumu istedikleri gibi yönlendirme gücüne sahip olmalarıdır. Helakın sona eren bir süreç değil , kıyamete kadar devam edecek bir süreç olduğunu dikkate aldığımızda , toplumlarda her zaman ellerinde bulundurdukları gücü kullanarak, insanları kendilerinin istediği yönde kullanan bu tabakaya karşı ,her zaman teyakkuz halinde olmanın önemi ortaya çıkmaktadır.

Mütref ; "Kendisine geniş nimet ve bolluk verilmiş kimse" anlamındadır.

[017.016] Biz, bir ülkeyi helak etmeyi irade ettiğimiz zaman, onun 'varlık ve güç sahibi önde gelenlerine (mütrefihe)' emrederiz, böylelikle onlar onda fesat çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz.

İsra s. 16. ayeti , toplumsal bir yasa olan helakın sünnetini bize hatırlatmaktadır. Allah (c.c) bir ülkeyi durup dururken asla helak etmez. Bir ülkenin helak edilmesi , o ülkede yaşayanların helak edilmeyi hak etmesi ile bağlantılıdır. Bu noktanın çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Allah (c.c) nin bir şeyi irade etmesi , kulların fiilleri ile alakalı olup , kul helak olmayı hak edecek fiilleri işlemedikçe Allah (c.c) nin iradesi devreye girmez. 

İsra s. 16. ayeti bir toplumu helak olmaya götüren sebeplerden birisi olarak o toplumda "Mütref" olarak ifade edilen kesimin yaptıklarını sebep göstermektedir. Allah (c.c) mütref tabakaya "Fesat çıkarın" şeklinde bir emir değil , "Fesat çıkarmayın" şeklinde bir emir vermekte , fakat bu emir mütref tabaka tarafından geri çevrilerek, emre isyan edilmektedir. 

[023.031-33]  Sonra onların ardından bir başka insan-kuşağı yaratıp-inşa ettik.Onlara da kendi içlerinden: «Allah'a ibadet edin. O'nun dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?» (desin) diye içlerinden bir peygamber gönderdik.Onun kavminden, kâfir olup ahirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler (vetrefnehum): «Bu, dediler, sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer.»

[021.011-13] Biz, zulmeden, ülkelerden nicesini kırıp geçirdik ve bunun ardından bir başka kavmi meydana getirdik. Bizim zorlu-azabımızı hissettikleri zaman, oradan büyük bir hızla uzaklaşıp-kaçıyorlardı.Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere (ütriftum) ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz!

[011.116]  Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri, yeryüzünde fesada engel olmalı değil miydiler? Onlardan kurtardıklarımız pek azdır. Kendilerine verilen nimete (ütrifu) karşı haksızlık edenlere uyanlar ise suçlu oldular.

[023.064-67] Sonunda şımarık varlıklılarını (mütrefihim) azabla yakaladığımız zaman feryat ederler. Bugün boşuna feryad etmeyiniz, bizden yardım göremeyeceksiniz. «Âyetlerim size okunduğunda, siz kibirlenerek sırtınızı çevirirdiniz, geceleyin onun aleyhinde ileri geri konuşarak saçmalıyordunuz.»

[034.034] Doğrusu uyarıcı göndermiş olduğumuz her kentin varlıklı kimseleri (mütrefuha), «Biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz» dediler.

[043.023] Senden önce, herhangi bir şehre gönderdiğimiz uyarıcıya, şımarık varlıklıları (mütrefuha) sadece: «Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz» dediler.

[056.041-47]  Ashab-ı şimal ki ne ashab-ı şimal! Ne bedbahttır onlar! İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içinde, Ne serin, ne de faydalı olan, kapkara duman tabakası altındadırlar. Çünkü onlar vaktiyle varlık içinde (mütrefine) azıtmışlardı.Büyük günahı işlemekte direnir dururlardı. Ve derlerdi ki: Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeniden diriltileceğiz?

Yukarıdaki "Mütref" kavramının Kur'an geçtiği ayetlere dikkat ettiğimizde , toplum içinde var olan bu tabaka, sadece dünya merkezli bir hayat inancına sahip olması , ve bu hayatta güç ve servet sahibi olmak için hiç bir kural tanımamak esasına kurulu bir hayatı şeçmelerinden ötürü , kendilerine yaşadıkları hayat içinde tabi olmaları gerekli olan kuralları hatırlatan elçileri ret ederek , yaşamlarını sürdürmek istemektedirler. Bu yaşamı sürdürmek adına servetlerini ve güçlerini ortaya koyarak , insanlar üzerinde baskı ortamı meydana getirmek sureti ile onları da yanlarına alarak, kendileri ile birlikte bütün toplumu helaka sürüklemektedirler.

Tarihin her devresinde bulunan bu tabaka , bugün de dünya üzerinde bulunmakta , geçmişteki atalarının yollarını aynen takip ederek , ellerindeki güç ve servetle insanları baskı altında bulundurmakta, ve güçlerine güç katmanın yollarını aramaktadırlar.


Bankalar bu tabakanın elinde bulundurduğu en büyük maddi güç kaynağı olup , dünyanın çeşitli ülkelerinin başında bulunan yöneticilerin bir çoğu, bu banka sahiplerinin istedikleri yöneticiler olup , bu kimseler yönetim ve maddi güçleri ile dünyanın kaderini ellerinde tutmaktadırlar. İstedikleri ülkede ekonomik ve siyasal krizler çıkararak , o ülkenin kaynaklarını iliklerine kadar sömüren bu insanlar , şu anda dünyada yaşanan bütün savaşların baş aktörleridir.

Sebep oldukları savaşlarda meydana gelen insan kaybı ile dünyanın nüfusunu kontrol altında tutmayı amaçlayan bu insanlar , hem bu yolla amaçlarına ulaşırken , hem de ellerinde olan silah sanayisi ile savaşan taraflara silah satarak kazanç sağlamaktadırlar.

Dünyanın çeşitli ülkelerindeki bankalar vasıtası ile ülke içindeki insanları , daha iyi , daha rahat , daha güzel , daha zengin yaşamak adına borç almaya teşvik etmek sureti ile bütün ülke insanını borç yükü altına sokarak , onları çağdaş köleler olarak yaşamaya mahkum eden bu insanlar , ellerini attıkları ülkeleri ekonomik batağa sokarak , o ülkelerin ekonomik yönden helak olmasına sebep olmaktadırlar. 

Helak dediğimiz olaylar artık gökten taş yağması şeklinde değil , insanların ve toplumların yapmış oldukları hatalar neticesinde sosyal , ekonomik ve askeri olarak işgale uğramaları şeklinde gerçekleşmektedir. Bu işgali mütref tabaka ve onların mensup olduğu ülkeler eli ile yapılmaktadır.

Yaşadığımız ülkeye baktığımız zaman , insanların kendilerine süslü gösterilen hayata ulaşmak için , ev , araba , tatil , tüketim v.s gibi adlar altında dağıtılan krediler ile, gelecek yılları bankalar tarafından ipotek altına alınmış ve bir nevi gönüllü köle durumuna düşürülmüşlerdir. İnsanların aldığı bu kredileri veren bankaların sahipleri , dünyanın en büyük mütref tabakasına mensup olan kişiler olup , sahipleri Türk olan banka sahipleri de , kredi vermek için aldıkları parayı , bu tabakanın sahip olduğu bankalardan almaktadırlar. 

Yani , piramitin dibinde olan halk , lüks yaşam uğruna borçlandığı krediyi, piramitin ortasındaki banka sahiplerinden almakta , bu banka sahipleri ise halka vermek için temin ettikleri krediyi ise , piramitin en tepesinde oturan ve bir elin parmakları kadar sayılı olan dünya mütreflerinin sahip oldukları bankalardan almaktadırlar. Bugün Türkiye genelinde yaşayan milyonlarca kişi bankalara borçlu bulunmakta , bankalar ise verdikleri bu borcu , kökü dışarıda olan daha zengin bankalara borçlanarak temin etmektedirler. 

Borçlu yaşam, kişilerin ve toplumların geleceğinin alacaklılar tarafından ipotek altına alınması demektir. 

İnsanın bir başka insan tarafından köle edinilmesi , insan onuru ile bağdaşmayan bir durumdur. Geçmişte bu durum en vahşi ve acımasız bir biçimde uygulanmış olup , bu çağda farklı bir boyut kazanarak, insanları köleleştirme uygulaması devam etmektedir. İnsanların bir başkasına borçlu yaşaması , o insanların minnet altında kalması ve özgürlüğünün bağlanması anlamına gelmekte olup , yaşadığımız çağdaki mütref tabaka , elinde bulundurdukları bankalar ile insanları borçlanmaya teşvik eden görsel imkanlarını da seferber ederek, insanları kendilerine köle haline getirmektedirler. Aldığı maaşı önce banka kredisi , kredi kartı gibi ödemelerine ayıran, ve kalanı ile gelecek maaş zamanına kadar yaşamak zorunda kalanların, içine düştükleri durum kölelikten farklı bir durum değildir.

Aynı durum devletler için de geçerlidir. Gelir gider dengesini tutturamayan devletler , başka devletlerden veya bankalardan borç almak zorunda kalmaktadırlar. Bu devletler borç parayı sadece faiz ile vermekle kalmayıp , verdikleri parayı nerede ve nasıl harcamaları gerektiğine dair direktifler de vermektedirler. Borçlanan devlet ise bu borcu ödemek için , halkın sırtına çeşitli vergiler yüklemekte , borcu ödeyemediği zaman ise , kendi kuruluşlarını onlara satarak bu borcu ödeme yoluna gitmektedir. 

Söylemek istediklerimiz , Türkiye'nin içinde bulunduğu borç batağına bakıldığında ve zarar ettiği gerekçesi ile yabancılara satılan kuruluşlarımız dikkate alındığında daha kolay anlaşılacaktır.

Bankaların insanların alması için teşvik ettiği kredi çeşitlerine bakıldığında , bu kredilerin tamamen tüketime ve israf ekonomisini körüklemek üzerine kurulu olduğunu görebiliriz. Ellerinde her türlü sanayi ve teknolojik gücü barındıran bu tabaka , vermiş olduğu krediler ile insanların yine kendi ürettikleri ürünleri almasını sağlayarak , hem ürettiklerini satarak kar etmekte , hem de ürettiklerini satmak için verdikleri kredilerden faiz geliri elde ederek çift taraflı kazanç elde etmektedirler.

Bu mütref tabaka, sahip olduğu servet ile "Çağdaş Sihirbazlık" diyebileceğimiz, görsel ve yazılı basını da ellerinde tutmakta , ve insanları istedikleri gibi yönlendirmektedirler. Ak olanı kara , kara olanı ak göstermede mahir sihirbazları vasıtası ile , yaptıkları şeytani işleri örtmekte , insanların dikkatlerini başka yönlere çekerek , dünyanın her tarafında istedikleri oyunu oynamaktadırlar. 

Bu tabaka güçlerine güç , servetlerine servet katmak için yaptığı oyunlarla aslında hem kendilerinin , hem de dünyanın büyük bir felakete sürüklenmesinde en büyük rolü oynamaktadırlar. Çünkü yaptıkları şeytanlıklar sonucunda hak edilecek sonuç , hepimizin aynı gemide olması sebebi ile onların da sonunu getirecektir.

Bu kimselerin ellerindeki gücün ve iktidarın gitmesi , insanların bu kimselere olan bağımlılığının en aza indirilmesi ile mümkün olacaktır. 


İnsanların ve toplumların bankalar ile olan ilişkisi en aza indirgenmeye başladığında, mütref tabaka için tehlike çanları çalmaya başlamış sayılacaktır. Sihirbazları marifeti ile borçlanmayı güzel gösteren , borçsuz yaşamayı aptallık ve gericilik olarak göstererek, insanları kendilerine köle yapmak sureti ile bir nevi helak olmalarına sebep olan bu tabakanın oyununu bozmak, yine insanların kendi elindedir.

Mütref tabaka tarafından süslü gösterilen dünya hayatına tamah etmeyen bir hayatın yaşanması , insanların kazandıkları ile geçinebilmelerini de beraberinde getirecektir. Kazandığı kadar harcamasını öğrenen insanlar borçlu yaşamaktan kurtularak , aynı zamanda bankalara köle olmaktan da kurtulacaklardır. 

Mütref tabakanın insanlara sunduğu hayat tek taraflı ve ahireti hesaba katmayan bir hayat olduğu için , ahiret merkezli bir yaşamın seçilmesi , bu kimseler için sonun başlangıcı olacaktır. Bankalarında para satacak müşteri bulamayanlar , yavaş yavaş kepenkleri indirmeye başlayacak ve büyük bir sıkıntıya düşeceklerdir.

Toplumların helak olmasında önemli role sahip olan mütref tabakanın elindeki imkanların yok edilmesi , insanların helak olmaktan kurtulması anlamına da gelecektir. Bu tabakanın insanlar üzerinde uyguladığı politikalar sonucu , insanlar yaratılma gayelerinden uzaklaşan bir hayat sürmeye başlayarak , dünyevileşme , bu dünyevileşme ise kişisel ve toplumsal bazda helakın önünü açacaktır. 

Sonuç olarak : Kur'an ihtiva etmiş olduğu ayetler ile , insanların dünya hayatlarını düzenlemekte , ve bu hayatta Allah (c.c) tarafından verilen talimatlara uygun yaşamayanları bekleyen tehlikeleri, önceki hayatlardan yaşanmış örnekleri ile göstermektedir.

Kendilerine geçici bir süre için verilmiş olan dünya hayatının geçici menfaatine razı olarak ahireti unutan "Mütref" tabakasının , içinde bulunduğu toplumu helak olmaya sürüklemesinin toplumsal bir yasa olduğunu İsra s. 16. ayeti bizlere hatırlatmaktadır. 

Helakın bitmeyen ve kıyamete kadar devam edecek bir süreç olduğunu düşündüğümüzde , mütref tabakasının yer yüzünü fesada boğmak için yaptığı bütün şeytanlıklara insan olarak karşı çıkmak ve yaratılış amacımız doğrultusunda bir hayat sürmek , bizleri dünya ve ahirette mutluluğa sevk edecektir. 

                                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.




14 Aralık 2016 Çarşamba

Allah (c.c) Kur'an'da Neden "Biz" İfadesini Kullanmaktadır ?

Allah (c.c) nin alemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak indirmiş olduğu kitaba iman etmeyen ve bu kitaba iman etmemek için bir takım gerekçeler arayan bir kısım zevatın , buldukları zannettikleri iman etmeme gerekçelerinden bir tanesi, bazı ayetlerde Allah (c.c) nin "Biz" şeklinde çoğul bir ifade kullanmış olmasıdır. Bu kimseler "Biz" ifadesinin kullanıldığı ayetler ile , Allah (c.c) nin kendisi için "Tek İlah" olduğunu ifade eden ayetler arasında çelişki olduğunu öne sürerek , böyle çelişkili !! ifadeler kullanan bir kitaba iman etmenin aptallık olduğunu söylemektedirler. 

Kur'an hakkında bu gibi iddiaları okuyan bazı Müslümanlar ise, bu konuda nasıl bir cevap vereceklerini düşünmekte, bu gibi iddiaları dile getirenlere karşı Kur'an'da çelişki olmadığı yönünde savunmalar yapmaktadır. Yazımızın amacı , Kur'an'da çelişki olduğuna dair şüpheleri olan kimseleri ikna etmeye yönelik değil , "Biz" ifadesinin neden kullanıldığı yönünde bazı Müslümanlarda oluşabilecek sorulara cevap mahiyetinde olacaktır.

Gayb ; 5 duyu ile algılanamayan alem için kullanılan bir kelimedir , ve bu kelimenin anlam alanına giren bazı anlatımlar, Kur'an içinde önemli bir yer tutmaktadır. Bu alana giren konular  ise , bizim 5 duyu ile algıladığımız alana dahil olan bilgilere benzetilerek anlatılmaktadır. Allah (c.c) gayb alanına dahil olması nedeni ile, kendisini bizlere 5 duyu ile şahit olduğumuz alan verilerine benzetmek sureti ile tanıtmaktadır.   


Herkesin malumu olduğu üzere , belirli bir toprak parçası üzerinde hüküm sahibi olan bir yöneticiler , tebası olan halkı bir takım kurallar ihdas ederek yönetirler. Allah (c.c) bizlere kendisini bir hükümdara benzeterek anlatmakla, bizim zihni kapasitemize uygun bir anlatım sergilemektedir. Allah (c.c) nin kendisini anlatmakta kullandığı benzetme (Teşbih) üslubu , şayet hakiki anlamda anlaşılacak olursa , ortaya bir çok düşünce problemi çıkacaktır. İslam düşüncesinde Allah (c.c) nin yaptığı bu benzetmeyi gerçek olarak anlayan bazı gurupların çıktığı , ve bu gurupların benzerlerinin savundukları düşüncelerin hala taraftarları olduğu bilinmektedir.

Yerin ve göklerin yegane hükümdarı olan Allah (c.c) nin Arş'ı yani tahtı , eli yani gücü , düşmanlarına karşı meleklerden oluşan orduları , tebası olan insanlara dağıtmak için hazinesi, mesajını iletmek için elçileri , kendisine itaat edenleri ağırlayacağı sarayları yani cennetleri , kendisine isyan edenleri cezalandıracağı zindanları yani cehennemleri bulunmaktadır. Bu ifadelerin hepsini Kur'an içinde görmekteyiz. 

Kur'an'ın kullanmış olduğu bu anlatım üslubu dikkate alındığında , Allah (c.c) nin "Biz" ifadesini neden kullanmış olduğu daha kolay anlaşılacaktır. Kendisini mülk sahibi bir hükümdara benzeterek anlatan Allah (c.c) nin bu anlatım dahilinde anlaşılması gereken ve "Mele" olarak bildiğimiz Meleklerden oluşan danışman kadrosu bulunmaktadır. Kur'an içinde gördüğümüz beşer hükümdarlar olan , Süleyman , Sebe melikesi , Firavun , Mısır Azizi gibi kimseler ile ilgili ayetleri okuduğumuzda bu terim hakiki anlamda karşımıza çıkmaktadır

Mele ; sadece gerçek hayatta yaşamış olan hükümdarlar için değil , kendisini bizlere hükümdara benzeterek anlatan Allah (c.c) nin de kendisi için kullandığı bir terimdir. 

[037.008] Onlar (şeytanlar), artık Mele - i A'la'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
[038.069] «Mele-i A'la (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur.»

Saffat ve Sad surelerinde geçen bu terimler , Allah (c.c) nin kendisini hükümdar benzetmesi dahilinde yapmış olduğu anlatım dahilinde anlaşılması gerekmektedir. Allah (c.c) herhangi bir iş yapmak için önceden çevresinde olan danışmanlara sormak gibi bir acziyet içinde olması asla mümkün değildir. 

Allah (c.c) nin bazı ayetlerde çoğul olarak kullanmış olduğu "Biz" ifadesini işte bu teşbihi anlatım dahilinde okumak gerektiğini söyleyebiliriz. Allah (c.c) tek yaratıcı olması itibarı ile "Biz yarattık" derken , yaratmada aciz kalıp yanına yardımcılar asla çağırmamıştır.

Allah (c.c) azamet sahibi bir hükümdar olarak , kullarından dilediğine melek elçi ile vahyeder , kullarından kendisine isyan edenleri meleklerden oluşan orduları ile helak eder , etrafında kendisine hamd ve tesbih eden melekleri vardır. 

"Biz" ifadesi, bir beşer cinsinden olan bir hükümdarın çevresinde olanlardan yola çıkılarak yapılan teşbihi anlatımın bir sonucu olup , art niyetli bir yaklaşım sergilemeden okunan bir kitap için çelişki olarak asla görülemez. 

Allah (c.c) nin bazı ayetlerde çoğul olarak "Biz" ifadesi kullanmış olması , insanlara tarafından bilinen bir durum olan, bir hükümdarın işlerini onun azamet ve büyüklüğünün bir gereği olarak, kendisinin değil etrafında bulunan hizmetlilerine emretmesi ile yapmasından doğan bir anlatım üslubunun sonucudur. 

Allah (c.c) ile boy ölçüşmeye kalkan bazı insanlar , onun kitabında çelişki !! olduğunu bulmanın vermiş olduğu sevinç ve mutluluk ile, bu gibi ifadeleri delil olarak sunmakla , bu konudaki cehaletlerini sergilemektedirler . Bir kitap hakkında yorum yapabilmek için , o kitabın kullandığı anlatım üslubunu bilmek , o kitabın indiği zaman ve mekan şartlarını dikkate almak , o kitabın nazil olduğu dili tanımak , insanların kullandığı ve bildiği edebi sanatları bilmek mutlaka gereklidir. 

Bunlardan habersiz bir kimsenin Allah'ın kitabını eleştirmeye kalkması en basit tabiri ile yel değirmenlerine karşı savaşan Don kişot olmaya soyunmak anlamına gelecektir. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

12 Aralık 2016 Pazartesi

Hicr s. 87. Ayetinde Geçen Seb'ul - Mesani Terimi Üzerinde Bir Düşünce Çalışması

                                                      وَلَقَدْ آتَيْنَاكَ سَبْعًا مِّنَ الْمَثَانِي وَالْقُرْآنَ الْعَظِيمَ

                        [015.087]  Andolsun, sana çiftlerden yediyi ve yüce Kur'an'ı verdik.

Bu ayetin tefsirlerine bakıldığında ayet içinde geçen "Seb'ul - Mesani" deyiminden kast edilenin, Fatiha suresi olduğu yönünde görüşler ağırlıkta olup , bu anlam bazı meallerde dahi o şekilde geçmektedir. Bu terim ile kast edilen şeyin Fatiha suresi olduğu, sadece müfessirlerin yorumu olup , tefsirlerde bu terim hakkında farklı yorumlarında olduğu bilinmektedir. 

Fakat ağırlıklı olarak tercih edilen görüş, bu terimin Fatiha suresini işaret ettiği yönündedir. Biz "Seb'ul - Mesani" terimi ile kast edilenin Fatiha suresi olduğu yönünde yapılan yorumlara yanlış olduğu gerekçesi itiraz etmemekle birlikte , bu yorumu meallere aksettirmenin yanlış olduğunu , bu deyimin mealini koymak yerine , yorum olarak "Fatiha suresini verdik" şeklinde yapılan meallere itirazımız olduğunu hatırlatmak istiyoruz.

Hicr suresinin Mekke'de nazil olduğu herkesçe malumdur. Mekki surelerin özelliklerinden bir tanesi , müşriklerin baskı ve zulmüne karşı, Muhammed (a.s) ve ona iman  edenlere moral desteği veren ayetlerin içinde barındırmış olmasıdır. Mekke müşrikleri Allah ve elçisine kafa tutma yetkisini ve gücünü , elinde bulundurdukları siyasi ve ekonomik servetten kaynaklanan öz güvenlerinden almakta olduğu malumdur .  Onların bu şımarıklığına dikkat çeken bir çok ayet , müşriklerin mal ve evlat çokluğuna olan güvenlerinin, hesap günü para etmeyeceğini bildirmektedir. 

 [023.055-6]  Kendilerine verdiğimiz servet ve evlatlarla iyiliklerine koştuğumuzu mu sanıyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller!

[068.010-6] Sakın uyma: Servet ve hanedan sahibi diye, o bol bol yemin eden, değersiz adama! O gammaz, söz gezdiren, hayrın önünü kesene, o saldırgana, günaha dadanmışa! Şerefsiz, kaba, bir de soysuz olana. Kendisine âyetlerimiz okunduğunda «Bu eski insanların masalları!» diyene, yakında onun burnunu dağlayıp damga basarız.

Allah (c.c) elçisine verdiklerinin onların yanında olanlardan daha hayırlı ve daha değerli olduğunu beyan ederek , onların göz kamaştırıcı zenginliklerine tamah etmemesini emretmektedir. 

[020.131]  Kendilerini sınamak için, dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlik verdiğimiz kimselere sakın göz dikme, Rabbinin rızkı daha iyi ve daha devamlıdır.

Hicr s. 87. ve 88. ayetlerinin de bu bağlamda okunması ve anlaşılması gereken ayetler olduğunu söyleyebiliriz. 

[015.087] Andolsun, sana çiftlerden yediyi ve büyük Kur'an'ı verdik.
[015.088]  Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, mü'minler için de (şefkat) kanatlarını ger.

Allah (c.c) elçisine verdiği şeyin değerine dikkat çekerek , başkalarının elinde olan şeylerin, onun elindeki olan ile kıyaslanamayacak kadar değerli olduğuna dikkat çekmektedir. Bu noktada 87. ayet içinde geçen "Seb'ul - Mesani" terimi ile kast edilenin ne olduğu ile ilgili yorumlar ortaya çıkmaktadır. 

Tefsirlerin bir çoğunda bu terim ile kast edilenin Fatiha suresi olduğu olduğu yönünde yorumlara rastlamakla birlikte , bu terim ile kast edilenin Kur'an'ın kendisi , Kur'an'ın yedi uzun suresi olduğu yorumlara da rastlamak mümkündür. Hicr suresinin Mekke'de nazil olması ve yedi uzun surenin içinde Medine'de nazil olan surelerinde bulunması nedeniyle , bu terim ile kast edilenin Kur'an'ın yedi uzun suresi olduğu yorumlarının, isabetli olduğunu söylemek zordur. Ayet içinde Kur'an'ın kendisinden zaten bahsedilmiş olması , bu terim ile kast edilenin Kur'an'ın kendisi olduğu yorumlarının da isabetsiz olduğunu söyleyebiliriz.  

Fatiha suresinin zaten Kur'an içinde bir sure olduğunu hesaba kattığımız da , bu terim ile kast edilenin Fatiha suresi olması da pek mümkün görünmemektedir. Fakat bu itirazımıza Ahzap s. 7. ve Bakara s. 98. ayetlerinde, hem bütünden bahsedilmesi ve aynı zamanda bütün içindeki bir cüzden bahsedilmiş olması delil olarak sunularak , Hicr s. 87. ayetinde hem bütün olarak Kur'an'dan, hem de cüz olarak Kur'an içinde bir sureden bahsedilmiş olabileceği yönünde cevap gelebilir. 

Sözü fazla uzatmadan , Hicr s. 87. ayetindeki "Seb'ul-Mesani" terimi hakkındaki düşüncelerimize geçmek istiyoruz.

"Seb'un" ; Altı dan bir sonraki , sekiz den bir önce sayıya verilen ad olmakla birlikte , güç ve kuvvet anlamına sahip olması bakımından yırtıcı hayvanlara verilen bir isimdir (Maide s. 3). Bu anlamdan hareketle "Seb'ul" kelimesine "güç kuvvet" anlamı da vermek mümkündür. Ayrıca bu sayının çokluğu ifade etmesi bakımından Kur'an içinde kullanımları bulunmaktadır.

"Mesna" ; Bükülmek , kıvrılmak , katlanmak ve tekrar edilmek suretiyle ikilenen veya başka bir şey eklemekle takviye edilen herhangi bir şeye verilen isimdir.


Muhammed (a.s), tarih boyunca tekrarlanan resuller halkasının sonuncusu olmakla bu halkaya eklenen bir kişi , bu halkanın tekrar edilen bir kişisi , ve Tevhit inancını takviye etmekle görevli bir elçi olduğu konusunda bütün Müslümanlar fikir birliği içindedirler.

Mesani kelimesine, elçiler zincirinin tarih boyunca tekrarlanan bir ferdi olması nedeniyle Muhammed (a.s) a verilmiş olan elçilik görevi anlamını vermek mümkündür. 

Hicr s. 87. ayetindeki "Seb'ul - Mesani" terimine "Elçilik Gücü" anlamı vermek mümkündür ve bu anlamı kullanarak bu ayete şöyle bir anlam verebiliriz. 

And olsun sana elçilikten bir gücü ve yüce Kur'an'ı verdik.

[015.088]  Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, mü'minler için de (şefkat) kanatlarını ger.

Böyle bir anlam, 88. ayetteki müşriklerin elinde bulundurdukları güce neden meyletmemesi gerektiğine dair olan emrin gerekçesinin, 87. ayette anlatılmış olduğunu da gösterecektir.

Hicr s. 87. ve 88. ayetlerini birlikte okuduğumuz zaman Muhammed (a.s) a şöyle bir emrin verilmiş olduğunu anlayabiliriz ;

Ey Muhammed , sakın o müşriklerin elinde bulunan güç servete gözünü dikme , onların elinde bulunan güç ve servet senin gözünü korkutmasın. Biz sana onların elinde bulunandan daha değerli olan elçilik gücü ve yüce Kur'an'ı verdik.

Mesani kelimesi "Kitaben Müteşabihen Mesaniye" şeklinde (Tekrarlanan benzer kitap) Zümer s. 23. ayetinde de geçmektedir. Buradaki Mesani kelimesini yine önceki kitaplar ile alaka kurarak , Kur'an'ın önceki kitapların tekrarlanan bir benzeri olduğunun ifade edildiğini anlamak mümkündür.

Sonuç olarak : Hicr suresi 87. ayetinde geçen "Seb'ul - Mesani" terimi ile kast edilenin , ağırlıklı görüş olarak Fatiha suresi olduğu herkesçe malumdur. Bu yoruma katılmamakla birlikte "Kesin yanlıştır" şeklinde bir iddia ile katılmadığımız yorumları mahkum etmeye hakkımız olmadığını da bilmekteyiz. Yoruma açık bir ayet olduğu , tefsirlerde bu ayet içinde geçen terim ile ilgili farklı yorumların yapılmış olduğundan anlaşılabilir.

Bu terim ile kast edilen anlamın Fatiha suresi değil , Muhammed (a.s) a verilmiş olan ve tarih boyunca tekrarlanan elçilik görevi olduğunu düşünmekteyiz. Bizim düşüncemiz bu terimin diğer yorumları gibi bir yorum olup, kesin doğru olduğunu iddia etmediğimizi hatırlatmak isteriz. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

10 Aralık 2016 Cumartesi

Maide s. 35. Ayeti : Şirke Alet Edilen Bir Ayet

Şirk, tüm zamanların en tehlikeli hastalığı olup , bu hastalığa Kur'an içindeki ayetler ile şifa bulunmuştur (10.57 / 17.82). Allah (c.c) nin bizim için seçip beğendiği ve razı olduğu tek hayat sistemi olan İslam'ın kokmasını ve bozulmasını önlemek için indirdiği en son kitap olan Kur'an, her konuda olduğu gibi bizlere doğru yolu gösteren ve "Tuz" mesabesinde olan bir kitaptır.  Ne yazıktır ki, bu kitap üzerinde yapılan bir takım mütalaalar , işi bu kitabın şirk düşüncelerine alet edilmesine kadar götürerek , İslam'ın kokmaması için tuz mesabesinde olan bu kitabın, kokutulmaya çalışılmasını beraberinde getirmiştir.  

[004.048]  Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.

Bilindiği üzere tasavvuf , din adına insanları şirke davet eden bir düşünce olarak , Müslümanlar için büyük bir tehlike kaynağıdır. Bu düşüncenin merkezinde , Şeyh , Kutup , Gavs v.s gibi lakaplar yakıştırılan zatlar oturmakta, ve bu zatlara insanlar ile Allah (c.c) arasında aracılık yapma görevi verilmektedir. 

[002.186]  Kullarım, sana Beni sorarsa; şüphesiz ki Ben, çok yakınım. Bana dua edince Ben, o dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da Benim da'vetime icabet etsinler. Bana iman etsinler ki, doğru yola varmış olalar.

Kullarına yakın olduğunu haber veren Allah (c.c) nin beyanının aksine , onun insanlara uzak olduğunu iddia ederek , binlerce yıldır insanlar ile Allah (c.c) arasında bağlantı kurduğuna inanılan kişiler veya cansız putlar oluşturan insanoğlu , tarih boyunca bu kişi ve putları aracı olarak görerek , yakınlaştırıcılık görevini bunlara vermektedir. 

[010.018]  Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»

[039.003]  İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.

[046.028]  O zamanlar, Allah'ı bırakıp da O'na yakınlık peyda etmek için edindikleri ilahlar kendilerine yardım etmeli değil miydi? Ama tanrıları onlardan uzaklaştılar. Bu, onların yalanı ve uydurup durdukları şeydir.

Tasavvuf elbisesi giydirilmiş şirk düşüncesinin söylemi olan, kulun aracı olmadan Allah'a direk yaklaşamayacağı , ona yaklaşmak için araya Şeyh , Gavs , Kutup lakaplı bazı kulların sokulması gerektiği, açık ve net olarak bir şirk düşüncesi olmasına karşın , biz Müslümanlar için tuz mesabesinde olan bu kitabı kokutmaya çalışarak , şirk düşüncelerinin doğru olduğuna dair bu kitap içinden delil getirmeye çalışmaları "Yüzsüzlüğün bu kadarı olmaz artık" dedirtecek cinstendir.

Maide s. 35. ayeti , tasavvuf elbisesi giydirilmiş şirk düşüncesi tarafından , üzerinde bulundukları yolun doğru olduğuna dair delil olarak sunulan bir ayet olarak , bir çok kimsenin dilinde dolaşmakta, ihdas etmiş oldukları aracıları, bu ayet üzerinden meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.

[005.035] Ey iman edenler; Allah'tan sakının ve O'na yaklaşmak için vesile arayın. O'nun yolunda cihad edin ki, felaha eresiniz.

Tasavvuf merkezli din anlayışına sahip olan ve Allah ile arasında bir yakınlaştırıcı olması gerektiğini savunan kimse , gittiği bu yolun yanlış olduğunu söyleyenlere cevap olarak, Maide s. 35. ayeti delil olarak sunmakta  "Bak Allah, bana ulaşmak için vesile arayın demekte ve bizim için falan kimseler Allah'a ulaşmaya vesile olmaktadır" şeklindeki sözlerle, düşüncesinin meşru olduğunu savunmaktadır. 

İskender Evrenosoğlu denen bir zat tarafından yapıldığı iddia edilen Kur'an meali , bu şirk düşüncesini desteklemek üzere yapılmış bir meal olup , bir çok ayet Allah'a ulaşmak için insanların gerekli olduğu yönünde meallendirilmiş, Allah'a ulaştıran bu insanın da adı geçen kimse olduğu yönünde, insanlar aldatılarak cehenneme sürüklenmektedir.

Allah (c.c) kendisi ile arasında aracılar kılınmasını açık ve net olarak ŞİRK olarak beyan ederek , başka bir ayette kendisi ile arasında aracılar ihdas edilmesini isteyerek bizim şirke düşmemizi ister mi ?. 

Bu sorunun cevabına herkes "Elbette hayır Allah bizden böyle bir şey asla istemez" diyecektir. Öyleyse bu ayet nasıl anlaşılmalıdır ?. 

Vesile ; Bir şeye kendini ona yakın etmeye çalışmak , anlamındadır. Bu kelimenin eş anlamlısı ka-re-be fiilinden türeyen "Kurbet" kelimesidir.

Bu kelime Kur'an içinde 2 yerde geçmekte , diğer geçişi İsra s. 57. ayetindedir. 

017.056-57] De ki: O'nun aşağısından olan size kefil olduğunu zannetiklerinizi çağırın. Sizin bir sıkıntınızı gidermeye de, değiştirmeye de güçleri yetmez.O çağırdıkları da Rablerine hangisi daha yakın olsun diye vesile ararlar ve onun rahmetini umarlar ve onun azabından korkarlar. Şüphe yok ki, Rabbinin azabı sakınılmaya daha layıktır.

İsra s. 56. 57. ayetleri , müşriklerin Allah ile aralarında aracı kıldıkları putların böyle bir işlevi olmadığını edebi bir dille anlatmaktadır. Bu ayet vesilenin ne olmadığını bizlere öğretmesi açısından dikkat çekicidir. O zaman Allah'a yakın olmaya çalışmak, birilerini aracı kılmak şeklinde olmaması gerekmektedir.

Maide s. 35. ayetinin içinde ondan sakınmak ve yolunda cihad etmek olarak beyan edilen emirler, ona yakın olmanın vesileleridir. 

[034.037]  Ne mallarınız ve ne de evlâtlarınız size bizim katımızda yakınlık kazandırmaz. Yalnız iman edip iyi amel işleyenler var ya, onların yaptıkları iyilikler kat kat fazlası ile ödüllendirilir. Onlar cennetin yüksek köşklerinde güven içinde ağırlanırlar.

[096.019] Hayır; ona boyun eğme (Rabbine) Secde et ve yakınlaş.

[009.099]  Yine bedevilerden kimi de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklara ve Peygamber'in dualarını almaya vesile sayar. Gerçekten de bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmeti içine koyacaktır. Şüphesiz ki, Allah bağışlayıcıdır ve rahmet edicidir.

[007.056] Düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O'na, korkarak ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti, iyilik edenlere yakındır.

[011.061]  Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki, «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir tanrınız daha yoktur. Sizi topraktan O meydana getirdi. Sizi orada ömür sürmeye O memur etti. Bu sebepten O'nun mağfiretini isteyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır, dualarınızı kabul eder.»

[005.008]  Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerin ortak paydası , Allah'a yakın olmak için kişileri aracı kılmaya değil , iman edip salih amel işlemeye gerek olduğudur. 

[034.050]  De ki: «Eğer saparsam, kendi zararıma sapmış olurum. Doğru yolda olursam, bu Rabbim'in bana vahyetmesiyledir. Doğrusu O, işitendir, yakın olandır»

https://www.youtube.com/watch?v=bj2mN2x4lJI

Verdiğimiz video linki , Maide s. 35. ayeti üzerinden insanları şirk'e davet eden "Cüppeli Ahmet" lakaplı kişinin ağzından çıkan sözlerdir.

"El Garib" Allah (c.c) nin esmasına dahil olan isimlerden biri olarak , "kullarına yakın olan" demektir. "Ben kullarıma yakınım" buyuran Rabbimizin bu beyanının aksine, "Sen yakın değilsin sana direk bağlanırsak trafo patlar" veya "Direk Allah'a bağlanıyorum diyen Şeytan'a bağlanır" gibi sözlerle insanları şirk'e davet eden hoca lakaplı insan şeytanları, maalesef piyasada iyi prim yapmaktadırlar. 

İçinde bulundukları şirk bataklığını süslü göstermeye çalışan bu kimse , Allah ile arada aracı kıldıkları kişilerin yaratıcı olmadığını , yaratıcı olanın sadece Allah olduğunu söylemek sureti ile kendisini temize çıkardığını zannetmekte , fakat bu sözlerin aynısını Mekkeli müşriklerde söylemektedir.

[029.061] And olsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi, ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz «Allah'tır» derler.Öyleyse niçin döndürülüyorlar?
[029.063] And olsun ki onlara: «Gökten su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz, «Allah'tır» derler. De ki: «Övülmek Allah içindir», fakat çoğu bunu akletmezler.
[031.025]  Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan, mutlaka «Allah...» derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.
[039.038]  And olsun ki, onlara, «Gökleri ve yeri yaratan kimdir?» diye sorsan: «Allah'tır» derler. De ki: «Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?» De ki: «Allah bana yeter; güvenenler O'na güvenir.»
[043.009]  Andolsun ki onlara: «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan elbette: «Onları O çok güçlü ve herşeyi bilen yarattı.» derler.
[043.087]  And olsun ki, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan: «Allah» derler. Öyleyken nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar?

Yukarıda mealleri verilen ayetler Mekkeli müşriklerin , Allah (c.c) nin yaratıcılığı konusunda herhangi bir inanç problemine sahip olmadıklarını göstermektedir. Peki onların "Müşrik" olarak nitelenmesine sebep olan inançları ne idi ?. 


[010.018]  Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»
[039.003]  İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
[036.074]  Yardım görürler umuduyla, onlar Allah'tan başka ilahlar edindiler.

Mekkeli müşriklerin Allah (c.c) nin yaratıcı olduğuna dair imanlarında herhangi bir sorun olmamasına rağmen , Allah (c.c) ile aralarında Lat , Menat , Uzza , Hübel gibi isimler verdikleri putları Allah ile aralarında aracı olarak görerek MÜŞRİK konumuna düşmekte idiler. 

Dün Mekke'de bu isimlerle anılan taştan ve tahtadan yapılmış putların, yerini bugün türbelerde yatan ölüler olan , Abdülkadir Geylani , Şah-ı Nakşibendi gibi bir çok isimler almıştır. Dün Mekke'deki bir müşriğin Lat , Menat ve Uzzaya yüklediği misyonun aynısını , bugün bir tasavvuf ehli, Abdülkadir Geylani , Şah-ı Nakşibend v.s gibi isimlere yüklemektedir. 

Sonuç olarak : Allah (c.c) nin şirk hastalığına şifa olarak indirdiği kitap içindeki bazı ayetler , bu hastalığa tutulmuş olan bazı kimseler tarafından , şifa olarak okunarak şirk'ten kurtulmak yerine , şeytanca tevillerle , şirk'e alet edilmeye çalışılarak , Allah (c.c) nin insanlara şirk'i emrettiği bir durum sergilenmek istenmektedir.

Maide s. 35. ayetinde , Rabbimizin "Vesile arayın" şeklindeki emri , "Allah'a ulaşmak için bazı kimseleri aracı edinin" şeklinde tevil edilerek, şirk düşüncesinin Kur'an içindeki delili olarak sunulmaya çalışılmaktadır. 

Allah (c.c) kitabının bir yerinde kendisi ile arasına aracılar koyulmasını "Şirk" olarak niteleyerek , diğer bir yerinde kendisi ile arasına aracılar koyulmasını emredecek kadar çelişkili bir kitabı bize asla indirmemiştir.


Kitabın ayetlerini dilleri ile eğip bükerek , içinde bulundukları şirk bataklığını meşru göstermek için bu kitabın ayetlerini tahrif etmekten dahi çekinmeyenler , Allah'a attıkları iftiranın cezasının elbette hesap gününde ödeyeceklerdir. 

Şurası unutulmamalıdır ki , kul Allah'a kişileri aracı kılarak değil , salih amelleri ile yaklaşabilir , bunun dışında bir yaklaşma yöntemi önerenler , insanları sadece ateşe davet etmektedirler.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

7 Aralık 2016 Çarşamba

Al-i İmran s. 81. ve Araf s. 172-173. Ayetlerinin Temsili Anlatım Üslubu Açısından Değerlendirilmesi

Kur'an muhataplarına vermek istediği mesajları, insanların bildikleri bir takım edebi anlatım üsluplarını kullanarak anlatmaktadır. Temsili anlatım üslubu , Kur'an'ın kullandığı bir anlatım biçimi olup , bu üslubun örneklerini Kur'an içinde sıkça bulmaktayız. Temsili anlatım üslubunun en önemli özelliği, gaybi alana dair konularda, kurgulanmış bir olay üzerinden anlatım yapmaktır. Bu anlatım üslubunda anlatılan olay değil , bu olay üzerinden anlatılmak istenen mesajın öne çıkarılması gerekmektedir. Olay üzerinde odaklanarak yapılan bir okuma, beraberinde bir çok gereksiz soruyu getirecek ,bu sorulara verilmeye çalışılan cevaplar ise , asıl mesajın ikinci plana düşmesine sebep olacaktır.

Bu yazımızda temsili anlatım üslubu dahilinde yapılan iki anlatım üzerinde durarak , bu anlatımlar üzerinden, temsili anlatım üslubunun özellikleri anlamaya çalışacağız.

[003.081]  Hani Allah, Nebilerden söz almış: And olsun ki; size, kitabı, hikmeti verdim. Yanınızda olanı doğrulayıcı bir resul geldiğinde mutlaka o'na inanacak ve yardım edeceksiniz. İkrar edip de ahdi kabul ettiniz mi? demişti. Onlar da: İkrar ettik, demişlerdi. Allah: Şahid olsun, Ben de sizinle beraber şahitlerdenim, demişti.

Al-i İmran s. 81. ayetinde ilk bakışta sanki Allah (c.c) bütün nebileri toplu olarak bir araya getirmiş, ve onlara ne yapacaklarına dair bir takım emirler veriyormuş gibi bir durum gözlenmektedir. Halbuki hepimiz biliriz ki, Nebiler tarihin farklı devirlerde dünyaya gelmişler, ve görev sürmüşlerdir. Bu ayette anlatılan olayı birebir yaşanmış gerçek bir olay görmek, bu olayın nasıl , ne zaman , ve nerede yaşandığı , nebilerin insan olması hasebiyle, insanların daha dünyaya gelmeden önce kaderlerinin çizilip çizilmediği gibi , daha bir çok sorunun kapısını açacaktır. 

Ayeti birebir yaşanmış bir olay olarak değil , temsili bir anlatım olması yönünden okuduğumuz zaman, bu gibi soruların sorulmasına gerek olmadığı ortaya çıkacaktır. Temsili anlatımda öne çıkan husus , anlatımın görsel bir hale sokulması ve bu anlatım üzerinden muhataba bir mesaj verilmeye çalışılmasıdır.  

Peki Al-i İmran s. 81. ayeti temsili bir anlatım üslubu üzerinden bizlere nasıl bir mesaj vermektedir?.

Al-i İmran suresini okuduğumuz zaman , bu surenin Medine'de inmiş olması nedeniyle , bu şehirde yaşayan ve "Kitap Ehli" olarak tanımlanan Yahudi ve Hristiyanlara hitap eden ayetlerin ağırlıkta olduğunu görebiliriz. Allah (c.c) , Kur'an ve Muhammed (a.s) dan bahsederken , İncil ve Tevratı tasdik edici , ve kendisinden önceki elçiler ile aynı göreve sahip olduğunu beyan etmektedir.

Kur'an'ın İncil ve Tevrat'ı tasdik ettiği , Muhammed (a.s) ın İsa ve Musa (a.s) lar gibi Allah (c.c) nin göndermiş olduğu elçilerden olduğu , dolayısı ile Hristiyan ve Yahudiler'in Kur'an ve Muhammed (a.s) a iman etmeleri gerektiğinin beyan edilmesine rağmen , Kitap Ehli bu emre itaat ederek iman etmeye yanaşmamaktadır

Al-i İmran s. 81. ayetini böyle bir tarihi arka plan dahilinde okuduğumuz zaman, ayet şöyle bir mesaj vermektedir;

Bütün nebiler Allah (c.c) tarafından gönderilmiş olmaları nedeniyle aynı kaynaktan beslenmektedirler. Gelen elçilerin tamamı, kendisinden önceki elçileri doğrulayıcı ve onları tasdik edicidir. Hiç bir elçi kendisinden öncekini doğrulayıcı ve tasdik edici olma konusunda en küçük bir yanlış yapmaz . Elçileri bayrak yarışçıları gibi düşündüğümüzde , aynı bayrak ilk elçiden son elçiye kadar el değiştirerek, bir önceki elçiden  bir sonraki elçiye devredilmiştir.

Dolayısı ile elçilere tabi olduğunu iddia edenlerin de aynı şekilde o elçilerin yolunu takip etmek zorunluluğu bulunmaktadır. Elçilere iman ettiğini iddia edenlerin, yanlarında olanı doğrulayıcı bir başka elçi geldiği zaman bu elçiye iman ve onlara yardım etmek mecburiyetleri bulunmaktadır. 

Muhammed (a.s) kendisinden önce gelen Musa ve İsa (a.s) ları ve onlara verilen kitapları doğrulayıcı olarak gelmiş bir elçi olarak Medine'deki Yahudi ve Hristiyanların kendisine iman ve yardım etmesini beklemekte , fakat bu beklentisi istenilen karşılığı bulmamaktadır. 

Medine'de nazil olan bir çok ayet Yahudi ve Hristiyanları iman etmeye teşvik etmekte olup , Al-i İmran s. 81. de bu ayetlerden bir tanesidir. Bu ayet, diğer ayetlerden farklı bir anlatım üslubu kullanarak olayı görsel bir hale getirmekte , vermek istediği mesajı bu şekilde vermektedir.

Musa ve İsa (a.s) lar kendisinden sonra gelen ve onlara indirilen Tevrat ve İncil'i tasdik eden son nebi olan Muhammed (a.s) a eğer hayatta olmuş olsalar mutlaka iman edecekler ve ona yardım edeceklerdir. Onların hayatta olmamaları nedeniyle bu görev, Musa ve İsa (a.s) lara iman ederek onların yolunda oldukları iddia eden insanlara düşmekte , ve onların Muhammed (a.s) a iman ve yardım etmek zorunda oldukları bu ayet tarafından bildirilmektedir.

Temsili anlatım üslubuna örnek olarak konu edeceğimiz ikinci ayet Araf s. 172-173. ayetleridir.

[007.172]  Hani Rabbın; Ademoğullarının sulbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şahit tutmuş. Ben, sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdi ki: Evet, biz buna şahidiz. Kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz.
[007.173] Veya daha önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onların ardından gelen bir nesiliz, bizi batıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin? demeyesiniz.

Bu ayette diğer Al-i İmran s. 81. ayeti gibi Allah (c.c) ile Ademoğulları arasında geçen karşılıklı bir konuşma üslubuna sahiptir. Bu ayeti okurken bu konuşmanın kendisine takıldığımız zaman , bazılarının "Allah benden söz aldığını söylüyor ama benim böyle bir söz verdiğimden haberim yok" şeklinde itirazlarını duymak mümkündür. Veya tefsirlerde Yunan düşüncesinden ithal edilmiş Ruh - Beden ayrımına dayalı düşünce etrafında, bu sözün ruhlar aleminde verilmiş olduğu gibi yorumlara rastlamaktayız.

Ayetleri birebir gerçekte yaşanmış bir olay olarak değil , temsili anlatım olması açısından okumaya çalıştığımız zaman , bu türden soru ve yorumların gereksiz olduğu da ortaya çıkacaktır.

Allah (c.c) bu ayetlerde yaratılmış ve yaratılacak olan bütün insanların fıtratına, kendisini rab olarak tanıma özelliği yerleştirdiğini beyan etmektedir. Her insan kendisine doğuştan verilmiş olan bir fıtri bilgi ile doğmakta , sonradan bu fıtri bilgi çevresel şartların etkisi ile farklı yerlere kanalize  olarak, başka rabler edinmek sureti ile değişime uğrayabilmektedir.

Dikkat edilirse ayetlerde kıyamet günü bütün insanların hesaba çekileceğinden bahsedilmektedir. Halbuki İslam düşüncesinde "Fetret Ehli" şeklinde bir deyim etrafında , kendisine kitap ve elçi gelmemiş kişi ve toplulukların durumlarının ne olacağı tartışmaları yapılmaktadır. Bu tartışmalarda farklı görüşler mevcut olup , ayetler bu tartışmalara son noktayı da koymaktadır.

Kıyamet gününde herkes kendisine verilen bilgiden sorumlu tutulacaktır. Kitap ve elçi bilgisi ile tanışmış olan kişi ve toplumlar, bu bilginin muhteviyatından hesaba çekileceği gibi , kitap ve elçi ile tanışmamış olan kişi ve toplumlar , fıtratlarında bulunan Allah'ı rab olarak tanıyıp tanımadıklarından sorguya çekileceklerdir. 

Sonuç olarak : Kur'an'da yapılan bir anlatımın temsili olduğunu iddia etmek bazı kimseler tarafından " Ne yani Allah yalan mı söylüyor?" şeklinde bir takım iddialara neden olmakta veya bir anlatımın temsili olduğunu düşünmenin, itikadi açıdan bir takım sıkıntılara yol açacağı düşünülmektedir. 

 Bir anlatımın temsili olduğunu düşünmek ve o doğrultuda yorum yapmak , o ayetleri kökten ret etmek anlamında değildir. Herkes için serbest ve gerekli olan Kur'an'ı anlama hürriyeti dahilinde yapılmış bir yorumdur. Elbette yapılan yorumların isabetli olmama ihtimali bulunmaktadır , fakat bu anlatım üslubunu kullanarak bazı ayetleri yorumlamanın kişileri kafir yapması söz konusu da değildir.  Aksine, eğer bir anlatım gaybe dair bilgiler ihtiva etmekte ise , bu bilgiler bize gerçek hayattan bilindik olan bazı şeylere benzetilerek anlatılmaktadır , ve bu anlatımda esas bakılması gereken nokta , verilmek istenen mesajdır. 

Kur'an'ın mecazi anlatım içeren bazı ayetlerinin literal anlamda okunması sonucunda varılan bazı sonuçlar , farklı yaklaşımları beraberinde getirerek , düşmanlıklara varan fırkalaşmaları beraberinde getirdiği herkesçe malumdur. 

Eğer bir anlatım temsili bir üsluba sahip ise , ve bu anlatım gerçek olarak anlaşılmaya çalışılacak olursa , bu anlama tarzı bir çok soruyu beraberinde getirmektedir. Konumuz olan ayetler birebir yaşanmış bir olay olarak anlaşıldığı takdirde ortaya bir çok soru çıkmakta , bu sorulara verilmeye çalışılan cevaplar ise asıl mesajı arkaya atmaktadır.

Yazımıza konu ettiğimiz ayetler dikkat edilirse gaybe dair bilgiler ihtiva etmektedir. Bu bilgiler bize Allah ile insanların karşılık konuşma üslubu içinde anlatılmaktadır. Bu konuşmada bakılması gereken taraf konuşmanın keyfiyeti değil , konuşma üzerinden verilmek istenen mesaj olmalıdır. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

5 Aralık 2016 Pazartesi

Bakara s. 30. Ayetindeki Allah İle Melekler Arasındaki Konuşma Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an anlatım üslubu itibarı ile, insana aşina olan edebi sanatları kullanan bir kitaptır. Temsili anlatım üslubu , anlatılan bir olayı görsel hale sokarak anlaşılmasını muhatap açısından kolay kılması bakımından, bu kitap içinde yerini almıştır. Bu anlatım üslubunun en önemli özelliği, oluşturulmuş aktörler ve olaylar üzerinden muhataplara mesaj vermek olup , bu üslup dahilinde yapılan bir anlatımda aktörlere ve olaya değil , aktörler ve olay üzerinden verilmek istenilen mesaja dikkat çekilmektedir.

Kur'an'ın bu anlatım üslubunu kullanarak vermek istediği mesajlar , mesaja değil aktörler ve olaylara odaklanan bir okuma yöntemi takip edilerek okunmaya çalışıldığı için , maalesef bazı sorular ortaya çıkmakta , ortaya çıkan sorulara ise , aktörler ve olaylar merkeze alınarak cevap verilmeye çalışılmaktadır. 

Kur'an içinde 7 ayrı sure içinde geçen Adem ve İblis kıssası temsili anlatım üslubunun kullanıldığı bir kıssa olarak karşımızda durmaktadır. Bu kıssa Adem , İblis ve Meleklerden oluşan bir aktör kadrosuna sahip olarak bizlere anlatılmakta, ve bunlar üzerinden bizlere bir takım mesajlar verilmektedir. Ancak kıssa genelde mesaj değil , aktörler ve kıssa içinde anlatılan olay merkeze alınarak okunmaya çalışıldığı için, bu kıssa ile ilgili bir çok soru ortaya çıkmış , verilmeye çalışılan cevaplar ise mesaj değil , aktörler ve olay merkeze alınarak verilmeye çalışılmıştır. 

Yazımızda bu kıssanın mesaj içerikli okunmaması sonucu ortaya çıkan sorulardan birisi olan , Bakara s. 30. ayetinde Meleklerin Allah (c.c) ile aralarında geçen konuşmada , insanın kan dökücü ve fesat çıkarıcı olacağını Meleklerin nasıl bildikleri üzerinde durmaya gayret edeceğiz. 

[002.030]  Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde bir halife kılacağım» demişti; melekler, «Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz» dediler; (Allah) «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim» dedi.


Bakara s. 30. ayetinde geçen Allah (c.c) nin "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" sözüne karşı, Meleklerin "Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" şeklinde cevap vermeleri , insanın yer yüzünde kan dökücü ve fesat çıkarıcı olacağını Meleklerin, insan daha var edilmeden önce nasıl bildiği sorusu sorulmuş, ve bu konuda tefsirlerde bazı yorumlar yapılarak, bir takım cevaplar verilmeye çalışılmıştır.

Bizim tefsirlerde yapılan bu yorumları "Kesinlikle yanlıştır" şeklinde bir ifade ile mahkum etmediğimizi baştan hatırlatarak , yapılan yorumların Kur'an'ın temsili anlatım üslubu dahilinde yapılmaması sonucunda kısır tartışmalara dönüştüğünü söylemek istiyoruz. Bizim yapacağımız yorumların "Kesin doğrular" olduğunu iddia etmediğimizi baştan hatırlatarak , Bakara s. 30. ayetindeki konuşma ile ilgili yorumlarımıza geçmek istiyoruz.

Yoruma geçmeden önce bu kıssanın "Temsili bir kıssa" olduğunu iddia etmemiz , dolayısı ile gerçekte yaşanmadığını iddia etmek anlamına gelecek, ve bir kısım kimse haklı olarak "Ne yani Allah bize yalan mı söylüyor?" şeklinde itirazlar yükselebilecektir.

Temsili anlatım üslubu, verilmek istenilen mesajın insan zihninde daha kolay anlaşılmasını ve kalıcı olmasını sağlaması açısından kullanılan bir yöntemdir. Örneğin tarihi bir karakterin canlandırıldığı bir sinema veya tiyatroya giden kimse, o karakteri canlandıran kişi için "Ya bu adam yalancı aslında bu gerçek hayatta doktor veya başka bir meslek sahibidir" şeklinde bir söz asla kullanmaz. Tarihi karakteri canlandıran aktörün gerçek kişiliğini bir tarafa bırakarak, o kişinin canlandırdığı tarihi karakteri izlemeye çalışır. 

Kur'an'da anlatılan bir kıssanın temsili olduğunu iddia etmek (Bütün kıssaların temsili olduğu iddiasında olmadığımızı hatırlatırız) , Allah (c.c) nin haşa bize yalan söylediğini iddia etmek anlamına gelmez. Allah (c.c) biz kullarına yönelik olan mesajlarını iletmekte temsili anlatım üslubu kullanarak, vermek istediği mesajın daha kolay ve net anlaşılmasını sağlamaktadır. 

Allah (c.c) ile Kur'an'da yer , gök , dağlar ile konuştuğunu beyan eden ayetler bulunduğu (41.11 - 33.72) herkesin malumudur. Biz bu ayetleri okurken nasıl konuşmanın nasıl cereyan ettiğini değil , o konuşma üzerinden verilmek istenilen mesajı okumaya çalışırız. Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşmayı, böyle bir düşünce içinde değerlendirmeye çalışacağız. 

Kur'an'ın gayb alanına dair olan konuları bize teşbih (benzetme) yolu ile anlattığı malumdur. Allah (c.c) gayb alanına dahil olması ve bizim onu gerçek olarak algılama imkanlarından yoksun olmamız nedeniyle, bizlere kendisini insanların tarafından bilinen, "Hükümdar" tasviri üzerinden anlatmaktadır. Yani Kur'an bilinmeyen gaybi alemi , şahit olduğumuz alemin bilinenlerine  benzeterek anlatma yolunu kullanan bir üsluba sahiptir. Allah (c.c) kendisi için eli , gözü , arşı olduğunu beyan ettiği ayetleri, gerçek biçimde anladığımız takdirde ortaya bir çok problem çıkmakta , bu problemler bu gibi ifadelerin benzetme içermiş olması düşüncesi ile aşılmaktadır. 

Mele ; Bir hükümdarın yanında bulunan danışman kadrosu için kullanılan bilinen bir terim olarak, Kur'an'da bildiğimiz hükümdarlar olan Yusuf kıssasında (12.43) , Süleyman (a.s) (27.38), Sebe melikesi (27.29), ve Firavun (28.38) ile ilgili anlatımlarda, gerçek anlamda kullanılmaktadır. 

Aynı kelime "Mele-i Ala"  (Yüce Topluluk) terkibi şeklinde, Saffat s. 8 , Sad s. 69. ayetinde geçmektedir. Mele-i Ala , kendisini bize bir hükümdar tasviri dahilinde anlatan Allah (c.c) nin teşbihi anlatım dahilinde kullandığı bir terkiptir. Yani bize kendisini  hükümdara benzeterek anlatan Allah (c.c) nin, etrafında hükümdar danışmanı olarak bu benzetmeye uygun olarak , Meleklerden oluşan bir kadrosu bulunmaktadır. Hükümdar teşbihi dahilinde bizlere kendisini tanıtan Rabbimizin , Bakara s. 30. ayetinde geçen Melekler ile konuşmasını izah etmek bundan sonra biraz daha kolaylaşacaktır.

Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşma , bize kendisini bir hükümdara benzeterek anlatan Allah (c.c) nin ,  yanında olan danışman kadrosuna verdiği isim olan Mele-i Ala ile aralarında geçen temsili ve teşbihi anlatım dahilinde bir konuşmadır.

Mele-i Ala yani Melekler , Allah (c.c) "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" dediği zaman , cevaben "Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" diyerek bir nevi onun yapacağını beyan ettiği iş hakkında bir nevi ona danışmanlık yaparak, bunun uygun olmayacağını beyan etmektedirler.

Yaptığından sorulmayacağını (21.23) beyan eden Rabbimizin yapacak olduğu bir şey konusunda Meleklerin onu sorgulamasını nasıl izah edebiliriz ?.

Allah (c.c) nin Melekler ile olan konuşması kendisini hükümdar olarak tanıtmış olmasının bir gereği olarak , hükümdarların yanında bulunan danışman kadrosu ile yapılmış temsili bir anlatım olarak görülmelidir. Yani konuşma gerçek olarak yapılmış bir konuşma değildir. Gerçek bir konuşma olarak anlaşıldığı takdirde Meleklerin Allah (c.c) ye nasıl itiraz edebildiği konusunda bir takım spekülasyonlara gitmek gerekecektir. Bu konuşmanın temsil içerdiğini düşündüğümüz zaman bu tür sorulara da gerek kalmayacaktır. 

Bu konuda ortaya çıkan sorular ve yapılan yorumlar , Allah ile Melekler arasında geçen konuşmanın gerçekte birebir yapılmış karşılıklı bir konuşma olarak anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki yapılan konuşma temsili bir anlatım üslubu üzerinden yapılmış olan bir konuşma olarak anlaşılmış olsaydı, bu tür soruların ne kadar gereksiz olduğu da ortaya çıkacaktır.

Burada asıl bakılması gereken nokta, konuşma içinde geçen "Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" cümlesidir. Melekler halife olarak var edilecek insanın yeryüzünde fesat çıkarıcı ve kan dökücü özelliğe sahip olacağını nereden bilmektedirler? sorusunun cevabı ,yine aynı sure içinde bulunmaktadır. Bu noktada sorulması gereken , "Melekler insanın fesat çıkarıcı ve kan dökücü olacağını nereden biliyorlardı ?" sorusu değil "Melekler neden insan için fesat çıkarıcı ve kan dökücü vasfını öne çıkarmaktadırlar?" sorusudur. 

Bakara suresinin ayetlerine dikkat edilirse ağırlıklı olarak İsrailoğulları ile ilgili olup , kan dökücülük ve fesat çıkarıcılık  özellikleri bu kavim ile ilgili anlatımlarda öne çıkmaktadır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımlara geçilmeden bu kıssanın anlatılmış olması dikkat çekicidir.

[002.011-12] Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, «Biz ancak ıslah edicileriz» derler. Haberiniz olsun; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler.

[002.027]  Allah'ın ahdini pekiştirdikten sonra bozanlar, birleştirilmesini emrettiği şeyi koparanlar, yeryüzünde fesat çıkaranlar, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.

[002.204-205]  İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah'ı şahit tutar. Halbuki o, hasımların en yamanıdır.O, dönüp gitti mi yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.

[002.084-85]  Kanınızı dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan sürmeyin diye sizden söz almıştık, sonra bunu böylece kabul etmiştiniz, buna siz şahitsiniz. Sonra siz, birbirinizi öldüren, aranızdan bir takımı memleketlerinden süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkta birleşen, onları çıkarmak haramken size esir olarak geldiklerinde fidyelerini vermeye kalkan kimselersiniz. Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azabın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

Verdiğimiz ayet meallerine dikkat edildiğinde insanın kan dökücülük ve fesat çıkarıcılık özelliği, İsrailoğulları örneğinde ortaya çıkmaktadır. Bakara s. 30. ayetinde Meleklerin "Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" sözleri İsrailoğulları tarafından yapılan fesat ve kan dökücülüğe bir işaret ve onların yaptığı bu hataların Melekler üzerinden dile getirilmesidir. 

Muhammed (a.s) ın Medineye hicret etmesi sonucunda , daha önceden elçi ve kitap ile tanışmış bir topluluk olan İsrailoğulları ile ilişkilerinin anlatıldığı Bakara suresindeki ayetler , bu kavmin iman etmemesi sonucunda düştüğü durumu Meleklerin lisanı üzerinden aktarmaktadır. 

Melek ve Şeytan kavramları, insan için iyiliği ve kötülüğü sembolize eden kavramlardır. İyi birisi için "Melek gibi insan" , kötü birisi için "Şeytan gibi insan" deyimlerini hepimiz kullanırız. İsrailoğulları Muhammed (a.s) a iman etmemek sureti ile Şeytan olmayı tercih eden bir kavim olarak bizlere anlatılmaktadır.

Peki neden Meleklerin konuşması üzerinden böyle bir şeye işaret edilmektedir ?.

Melekler halife kılınacak olan insanın "Fesat çıkarıcı ve kan dökücü" özelliğini ortaya koyarken, kendilerinin özelliklerini de "Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" şeklinde ifade etmektedirler. Bu ifadeler aslında Allah (c.c) nin yarattığı kullarda hasıl olan  iki ayrı vasıftır. Kul , ya yaratanını överek yücelten ve onu devamlı takdis eden bir hayat üzere , ya da fesat çıkarıcı ve kan dökücü bir hayat üzere yaşamını idame ettirmektedir.

Allah'ı övmek , yüceltmek takdis etmek, yani ona İMAN üzerine dayalı bir yaşam ile , kan dökücülük ve fesat çıkarmaya yönelik yani KÜFÜR üzerine dayalı bir yaşam, yaşam sahasına gelmiş ve gelecek olan bütün insanların taşıyacakları iki ayrı vasıftır. Dünyaya gelen insan ya iman üzere , ya da küfür üzere bir hayat yaşayacaktır. İnsandaki iki zıt vasıf melekler üzerinden anlatılmaktadır.

[002.034]  Hani Biz meleklere demiştik ki: «Âdem'e secde ediniz.» Onlar da hemen secde edivermişlerdi. Yanlız İblîs  kaçınmış, kibirlenmiş ve kâfirlerden olmuştu.

Ademe secde etme olayını, bu anlattıklarımız üzerinden devam ettiğimiz takdirde, anlamak daha kolaylaşacaktır. Secde eden Melekler ile secde etmeyen Melek olan İblis , aslında insanın kendisini ifade etmektedir. Kendisine iki yol gösterilerek , ya takva ya da fücur yoluna gitme , ya şükredici ya da küfredici olma itiyadında yaratılan insan , Allah'a secde etmeyen bir yaşamı seçtiğinde "Şeytan" vasfını almaktadır. Kendisinde bulunan fücur ve küfür özelliklerini öne çıkaran bir yaşam ve bu yaşamın içselleştirilmesi insanın şeytan haline gelmesini beraberinde getirmektedir. 

Tefsirlerde yapılan İblis'in Melek'mi yoksa Cin'mi olduğu yönündeki tartışmalar , kıssanın yaşanmış ve İblis'in gerçek bir şahsiyet olduğundan yola çıkarak yapılmış tartışmalara örnektir. Bu tartışmalar hala sürmekte olup , kıssanın temsili anlatım , İblis'in temsili bir şahsiyet olduğunu hesaba katarak okuduğumuz zaman , bu tartışmaların ne kadar gereksiz olduğu ortaya çıkacaktır.

Bu noktada kıssanın temsili bir kıssa olarak değil , gerçekte yaşanmış bir kıssa olduğundan yola çıkılarak yapılan okuma sonucu ortaya çıkan meselelerden olan,Meleklerin Ademe secde etmesi de anlaşılacaktır. Allah (c.c) Ademi yarattıktan sonra onu Meleklerin karşısına dikerek , ona secde etmelerini emretmemiştir. Olay insan fıtratında olan iyilik ve kötülüğün ortaya çıkmasıdır. İçindeki iyilik duyguları ağır basan kişi, kendisine Allah tarafından verilen emre secde yani itaat ederken , içindeki kötülük duyguları ağır basan kişi, kendisine Allah tarafından verilen emre secde etmemekte yani isyan etmektedir.

Yine bu noktada , Ademe şeytanın yaklaşmasını da anlamak mümkün olacaktır. Bu kıssanın yaşanmış bir kıssa olduğundan yola çıkılarak yapılan tefsirlerinde , Şeytan'ın cennete nasıl girdiği sorusu sorulmaktadır. Halbuki Şeytan Adem'e canlı bir kişilik olarak yaklaşmamıştır. Adem'in kandırılması , içindeki kötülük duygularının dışa yansıması sonucunda kendisine yasaklanan ağaca kendi hür iradesinin verdiği karar doğrultusunda hareket ederek yaklaşması sonucunda meydana gelmiştir. İnsan hür iradesi ile yaptığı kötülükler kötülük sembolü olan Şeytan ile özdeşleştirilerek , yaptığı amelin sonucu anlatılmaktadır.

Adem,  iyilik ve kötülük vasfını içinde taşıyan bütün insanları temsil eden prototip bir kişidir. İçinde bulunan iyilik ve kötülük melekeleri ile hayata başlamış , kendisine Allah tarafından bir yol haritası çizilmiş , gitmesi ve gitmemesi gereken yol gösterilerek hayat alanına çıkarılmıştır. Günlerden bir gün , içindeki kötülük melekeleri ağır basarak kendisine yasaklanan ağaca yaklaşarak Allah'a isyan etmiştir. Fakat iyilik melekeleri bu sefer ağır basarak yaptığı hatayı anlamış ve hatasından tevbe ederek geri dönmüştür.

Sonuç olarak : Adem ve İblis kıssası gerçek yaşanmış bir kıssa değil , temsili bir kıssadır. Bu kıssanın temsili olduğunu iddia etmek , Kur'an'ı ret etmek anlamında değildir. Kur'an temsili anlatım üslubunu kullanan bir kitap olarak , bu anlatım üslubunu Adem kıssasında kullanmaktadır. Temsili anlatım üslubu bazı kişi ve olaylar üzerinden mesajı okumaya dayalı bir anlatım üslubudur. 

Allah (c.c) kendisini bize hükümdara benzeterek anlatmasından dolayı , bir hükümdarın etrafında bulunan ve "Mele" olarak bildiğimiz danışman kadrosunu , teşbihi bir anlatım dahilinde "Mele-i Ala" şeklinde kendisi için kullanmaktadır. 

Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşmanın teşbihi anlatım dahilinde anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. Allah (c.c) nin verdiği bir karara kimsenin itiraz etme yetkisi olamayacağına göre Meleklerin böyle bir itiraz yapması , mümkün değildir. Yapılan bu konuşma birebir gerçekleşmiş bir konuşma da değildir.

Meleklerin konuşması üzerinden verilen bilgiler insanın, iyi ve kötü yönünü ifade etmekte olup , bu ifade temsili bir anlatım üslubu içinde bizlere sunulmaktadır. Biz bu anlatımda mesaja odaklanarak bize asıl gerekli olanı almaya çalışmak yerine , anlatımın kendisi üzerine odaklanarak olayın gerçekliği üzerinden bir okuma yapmak sureti ile bir çok sorunun ortaya çıkmasına sebep olmaktayız. 

Eğer kıssa temsili anlatım üslubunun özelliklerini kullanmış olduğundan yola çıkılarak daha kolay anlaşılır , kısır tartışmalar yerine mesajı anlamaya merkezli tartışmalar yapılabilirdi. 

                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

3 Aralık 2016 Cumartesi

Şefaati Allah'ın İznine ve İstisnaya Bağlayan Ayetler Hakkında Bir Mülahaza

Şefaat konulu ayetler , Kur'an içindeki ayetlerin indiriliş gayesine taban tabana zıt bir şekilde anlaşılan ayetler olması itibarı ile dikkat çekmektedir. Şefaat konulu ayetleri tasnif ettiğimiz zaman , 3 farklı ayet gurubu karşımıza çıkmaktadır. 1- Şefaati kesinlikle ret eden ayetler , 2- Şefaate istisna getiren ayetler , 3- Şefaati izne bağlayan ayetler. 

1. guruptaki şefaati kesinlikle ret eden ayetler üzerinde herhangi bir spekülasyon yapma imkanı olmamasına karşın , 2. ve 3. guruptaki ayetler üzerinde bir takım spekülasyonlara gidilerek , Allah (c.c) nin kendisinin dışındaki bir takım kimselere böyle bir yetki verebileceği yönündeki görüşlere destek olarak bu guruplardaki ayetler gösterilmektedir. Yazımızda, bu ayetleri nasıl anlamak gerektiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

Şefaat konusunda öncelikli olarak bilinmesi gerekli olan nokta , bu inancın ilk defa Kur'an tarafından ortaya atılarak , hesap gününde cehennemi hak eden kulların , cenneti hak etmiş bazı kullar tarafından Allah (c.c) ye ricacı olarak onun af edilmesini istemek şeklinde bir inanç olmadığıdır. 

Bu inanç Kur'an'ın nüzulü öncesinde Mekke müşriklerinde mevcut olan ve tapmış oldukları putlarını Allah ile aralarında yakınlaştıcı olarak görmek esasına dayanan bir inançtır. Şefaat konulu bütün Kur'an ayetleri, bu müşrik inancını ret etmek üzerine inşa edilmiştir. Allah (c.c) kimseye böyle bir yetki vermediğini , hesap gününde de bu yetkinin kendisine ait olduğunu beyan etmektedir.

[004.082] Onlar halâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilâflar) bulacaklardı.

Kur'an çelişkisiz bir kitap olduğuna göre , bu kitap içinde aynı konudaki ayetlerin birinin "Ak" dediğine , ötekinin "Kara" demesi imkansızdır. Bir çok Müslümanın şefaat konusunda dikkat etmediği nokta burasıdır. Eğer bu konudaki ayetler, ön yargısız bir şekilde okunacak olsa , konu gayet açık net ve kolay bir biçimde anlaşılacaktır. Ancak rivayetler tarafından örülmüş duvarların aşılmaması için öyle engeller konulmuştur ki , bu engelleri aşmak mangal kadar bir yürek istemektedir.

Kur'an'ı ön yargısız bir şekilde okuyanlar , şefaat konulu 2. ve 3. guruba dahil olan ayetlerin , 1. guruba dahil olan ayetler ile bağının kurularak okunması gerektiğini çok iyi anlayacaklardır. Aksi takdirde, bir yerde "Şefaat yok" diyen ayetlerle , diğer yerde "Şefaat izne tabidir" diyen ayetlerin arasında bir çelişki olduğu zannı ortaya çıkacaktır.

Şefaatin bir müşrik inancı olduğunu ortaya koyan ayetlerden bir tanesi, ve bu konuda merkeze alınması gerekli ayetlerden birisi Yunus s. 18. ayetidir. 

 [010.018]  Onlar, Allah'ın aşağısından olan, kendilerine fayda da zarar da veremeyen putlara taparlar: «Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır» derler. De ki: «Göklerde ve yerde, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz?» Allah, onların ortak koşmalarından münezzeh ve yücedir.

Ayet içinde geçen "Göklerde ve yerde, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz?" cümlesi, izin konusundaki ayetlerin anlaşılmasında anahtar konumundadır. Çünkü bu cümle Mekke müşriklerinin sahip olduğu şefaat inancının Allah (c.c) kaynaklı olmadığını ifade etmektedir. Mekke müşriklerinin sahip olduğu şefaat inancı , atalarından devir aldıkları bir inanç olup , bu inanç konusunda Allah (c.c) nin onlara kendisi tarafından böyle bir İZİN VERİLMEDİĞİ beyan edilmektedir. 

 [002.255]  Allah, O'ndan başka tanrı olmayan, kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri, her an yaratıklarını gözetip durandır. Göklerde olan ve yerde olan ancak O'nundur. ONUN İZNİ OLMADAN KATINDA ŞEFAAT EDECEK KİM DİR?. Onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir, dilediğinden başka ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Hükümranlığı gökleri ve yeri kaplamıştır, onların gözetilmesi O'na ağır gelmez. O yücedir, büyüktür.

[010.003]  Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek arşa istiva eden Allah’dır. ONUN İZİN OLMADAN HİÇ KİMSE ŞEFAATÇİ OLAMAZ. İşte O Rabbiniz Allah’tır. O halde O’na kulluk edin. Hâla düşünmüyor musunuz!

[034.023]  Allah'ın huzurunda, kendisinin İZİN VERDİĞİ KİMSEDEN BAŞKASINA  şefâat fayda vermez. Nihayet onların yüreklerinden korku giderilince: Rabbiniz ne buyurdu? derler. Onlar da: Hak olanı buyurdu, derler. O, yücedir, büyüktür.

[053.026]  Allah, dilediğine ve hoşnut olduğu(kulu)na izin vermedikçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati bir şeye yaramaz.

Bu ayetler , Yunus s. 18. ayeti merkeze alınarak okunduğunda , şefaat etme izninin kimseye verilmemiş olduğunu hatırlatmaktadır. Allah (c.c) nin izin vermediği bir konuda onun izni ve bilgisi dahilinde hiç bir şeyin meydana gelmeyeceği için , kimsenin böyle bir yetkiye sahip olmadığı beyan edilmektedir. 

Sadece bu ayetleri okuyarak ve bu ayetleri de rivayet kültürünün etkisi altında değerlendirenler "Bak kardeşim Allah izin verdiği kimselere şefaat yetkisi verecekmiş" şeklindeki ifadelerle , Allah dışında ihdas edilmiş şefaatçilere kapı aralamaya çalışmaktadır. Yalnız bu noktada yapılan büyük bir hatayı ya görmezden gelmekteler , ya da cehalet eseri ortaya çıkan yanlış sonucu bilmemektedirler.

Bu kimselere "Kur'an'da çelişkili ayetler var mıdır?" sorusu sorulacak olsa, onlardan alacağımız cevap, "Kesinlik hayır" olacaktır. Fakat izin konulu ayetleri dikkate alarak , diğer ayetleri göz ardı etmek sureti ile , Allah (c.c) nin kendisi dışındaki bazı kimselere şefaat etme izni vereceği düşüncesine sahip olmak , Kur'an'da çelişki olduğunu iddia etmek anlamına gelecektir. 

Allah (c.c) nin bir ayette dediğinin başka bir ayette tersini söylemesinin mümkün olmayacağına göre , şefaate izin şartı getiren ayetlerin de , şefaati ret eden ayetler ışığında okunması ve böyle bir iznin kimseye verilmediğini beyan etmiş olması açısından okunması gerekmektedir. 

Bir başka gurup ayet ise şefaati istisnaya bağlayan ayetlerdir. 

[019.087]  Rahmanın katında ahid almışların dışında (onlar) şefaate malik olamayacaklardır.

Bu ayet şefaat konulu ayetlerin en fazla tahrifat yapılanlarından bir tanesidir. Bu ayetin bazı mealleri , Allah (c.c) dışında şefaatçilerin olduğu düşüncesine sahip bir ön yargı ile "Rahman’ın huzurunda, söz almış olanlar dışında hiç kimse şefaat edemez. şeklinde yapılmaktadır. Burada asıl nokta bir başka kişiye şefaat etmek değil, Allah tarafından şefaat olunmaktır. Allah dışında şefaatçi olduğunu düşünenler , bu düşüncelerini Kur'an'a onaylatmak için, bu türden anlam vermekte maalesef bir sakınca görmemektedirler. Ayet , "Allah (c.c) nin şefaatine malik olmak için gerekli şeyleri yapanlar, ancak Allah tarafından şefaate malik olacaklardır" anlamındadır.

[020.109] O gün Rahman'ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasınA şefaat fayda vermez.

Bu ayet , diğer ayet gibi başka şefaatçiler olduğu anlamı verilmek sureti ile çevrilmektedir. Ayet içindeki "başkasına " kelimesi, çoğunlukla "başkasının" şeklinde çevrilmek sureti ile, başka şefaatçiler olduğu, ayete söylettirilmeye çalışılmaktadır.

[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»

Şefaat yetkisinin tamamını kendi üzerine alan Allah (c.c) , bu yetkisini bir başka kimse ile asla paylaşmayacağını beyan etmesine rağmen , bu yetkiyi başta peygamber (a.s) olmak üzere , şeyhlerine , gavslarına paylaştıranlar bu yetkiyi acaba nereden buluyorlar?.

[043.086]  O'nun aşağısından olanlara dua edenler  şefaate  malik olamazlar; ancak bilerek hakka şahitlik edenler başka.

Bu ayette diğer şefaate istisna getiren ayetler gibi tahrifata uğratılan ayetlerdendir. Allah (c.c) dışında başka şefaatçiler olduğundan yola çıkılarak "O'ndan başka tapındıkları şeyler, şefaat edemezler. Ancak hak ile şehadet edenler bunun dışındadır ve onlar bilirler" gibi mealler, bu ayetin tahrifine örnektir. Halbuki ayet önce Allah tarafından şefaate sahip olunmama sebebini açıklamakta , sonrasında ise Allah tarafından şefaat edilmeye nasıl hak kazanılacağını açıklamaktadır. 

Sonuç olarak : Şefaat konulu ayetler , anlam itibarı en fazla tahrifata uğratılan, bir müşrik inancı olarak ret edilmesine rağmen , Müslüman inancında baş köşede yerini almıştır. Bu konudaki ayetler 3 farklı gurupta yer aldığı , şefaati izne ve istisnaya bağlayan ayetler , ilk gurupta olan şefaati ret eden ayetlerden bağımsız okunduğu için , Allah (c.c) dışında şefaatçiler olduğu düşüncesi yer etmiş ve hala bu düşünce tüm şiddeti ile devam ettirilmeye çalışılmaktadır. 

Şefaat konulu ayetler , şayet şefaatin Kur'an'ın belirttiği şekilde müşriklerin putlarına atfettikleri misyon üzerinden değerlendirilmeyerek , rivayet merkezli değerlendirildiği takdirde , müşriklerin sahip olduğu inancın bir benzerine Müslümanların da sahip olması anlamına gelir ki , bugün şefaat konusu gündeme geldiği zaman bir çok Müslüman Mekke müşriklerinin inançlarını İslam adına dile getirmektedirler.

Allah (c.c) nin kitabında çelişki asla olmayacağına göre , bu ayetler rivayetlerden sıyrılmış bir şekilde Kur'an bütünlüğünde okunduğunda herhangi bir problem kalmayacak , ve bu konudaki düşmanlığa varan ihtilaflarda sona erecektir. 

[016.111]  O gün, herkes kendi nefsi adına mücadele eder ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir. Onlar zulme uğratılmazlar.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

1 Aralık 2016 Perşembe

Musa (a.s) Kıssasındaki Denizin Yarılması Olayı Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an'da en fazla hacme sahip olan Musa (a.s) kıssası, toplumsal yasaların nasıl işleyiş gösterdiğinin canlı örneklerinin sergilendiği bir kıssadır. Musa (a.s) ın, kıssanın önemli aktörlerinden biri olan Firavun ile olan mücadelesi ve Firavunu yenilgiye götüren mücadele stratejisi , tüm zamanlardaki Firavunların yenilgiye uğratılmasının yolunu göstermesi açısından evrensel mesajlar içermektedir. 

Bu kıssada gözümüze çarpan önemli noktalardan birisi , Musa (a.s) ve kavminin, yıllar süren mücadele sonunda Mısırı terk ederek denizin karşı kıyısına geçmeleri , ve bu geçişin denizin yarılması sonucunda gerçekleştiğinin beyan edilmesidir. 

İsrailoğullarının  Firavun'dan kurtuluşunun, denizin yarılması sonucunda olduğunu beyan eden ayetlerin üzerinde bir takım spekülasyonlara gidilerek , denizin yarılması olayının gerçek olarak meydana gelmediği , bu yarılma olayının Sünnetullah'a aykırı olduğu , yarılma olarak ifade edilen olayın , İsrailoğulları tarafından yapılan baraj olduğu , barajın kapaklarının açılarak Firavun ve ordusunun boğulduğu , veya denizin med cezir olayı neticesinde suların çekildiği zamanda İsrailoğullarının denizin karşısına geçtiği şeklinde yorumlar yapılarak , bu olay izah edilmeye çalışılmaktadır. 

Yazımızda, denizin yarılması ile ilgili anlatımların nasıl bir bakış açısı ile okunması gerektiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

[002.050]  Bir zamanlar biz sizin için denizi yardık, sizi kurtardık, Firavun'un taraftarlarını da, siz bakıp dururken denizde boğduk.

[026.063]  Bunun üzerine Musa'ya vahyettik ki: Asanı denize vur. O, hemen yarıldı ve her parçası yüce bir dağ gibi oldu.

Denizin hakiki anlamda yarılmadığını iddia edenlerin ortaya koydukları delillerden bir tanesi "Sünnetullah" kavramı ile ilgili olup , "Allah'ın sünnetinde değişme yoktur" mealindeki ayetlerden yola çıkarak, böyle bir değişimin mümkün olamayacağı ileri sürülmektedir. "Allah'ın sünneti" deyiminin geçtiği ayetlere baktığımızda, değişmeme yasasının tabiat kanunları ile ilgili olmadığını, toplumsal yasalar ile ilgili olduğunu görebiliriz. 

Dolayısı ile denizin yarılmasının gerçekte mümkün olamayacağını iddia edenlerin , bu iddialarını "Sünnetullah" kavramına dayandırarak , tabiat yasalarının değişmemesi anlamında kullanmaları , Kur'an'dan onay almamaktadır. Bu olayın elbette Sünnetullah ile yakından ilgisi bulunmaktadır , fakat iddia edildiği gibi tabiat yasaları ile değil , toplumsal yasalar ile yakından ilgili bulunmaktadır.

"Allah'ın sünnetinde değişme yoktur" mealindeki ayetler, maalesef yanlış olarak  tabiat yasalarının değişmemesi şeklinde anlaşılması sonucunda, denizin yarılması olayının farklı bir şekilde tevil edilmesi gerektiği düşüncesi hasıl olmuştur. "Sünnetullah" kavramını , toplumsal değişim yasaları çerçevesinde okuduğumuzda, bizim bakmamız gereken asıl meselenin denizin yarılıp yarılmamış olmasından ziyade, İsrailoğullarının kurtarılması , Firavun ve ordusunun helak edilmesi yönünde olması gerektiği ortaya çıkacaktır.

Bu konuda yapılan bir okuma yanlışına dikkat çekmek istiyoruz. Denizin yarılması sonucunda gelişen olaylar iki yönlüdür , 1- İsrailoğullarının denizin yarılması sonucunda Firavun zulmünden kurtulması , 2- Firavun ve ordusunun denizin yarılması sonucunda helak olması. Denizin yarılması sonucunda bu iki olayın meydana geldiği herkesçe malumdur.

Bizler , Kur'an kıssalarında anlatılan bu tür olayların gerçekte olup olmadığı konusuna odaklanarak , anlaşılması gereken asıl meseleyi maalesef ıskalamaktayız. Halbuki anlamada öncelik verilmesi gereken konu , bu olayların hangi sebeplere binaen gerçekleştiği konusu olması gerekmektedir. İşte "Sünnetullah" kavramı bu noktada devreye girerek , Allah'ın değişmeyen sünneti olan, toplumların kendi elleri ile işlediklerinin sonucunda yaptıklarının karşılığını alması , İsrailoğulları ve Firavun örneğinde bizlere gösterilmektedir. 

İsrailoğulları Musa (a.s) önderliğinde, Firavun zulümden kurtulmak için yıllarca süren bir mücadele vermişler ,ve bu mücadele sonucunda toplumsal işleyiş yasaları ,yani Sünnetullah gereğince zulümden kurtulmayı hak ederek,  denizin karşı kıyısına geçmişlerdir.   

Firavun ise , İsrailoğullarına reva gördüğü, yıllar süren zulüm ve soykırım neticesinde , toplumsal işleyiş yasaları, yani Sünnetullah gereğince helak olmayı hak ederek , denizde boğulmuştur.

Sünnetullah'ta değişme olmamasına işte bizim bu noktadan bakmamız gerekmektedir . Bir toplumun kurtuluşu , bir toplumun batışı , kıyamete kadar değişmeyecek olan yasaların işlemesi neticesinde gerçekleşmiştir. 

Kur'an'ın kıssa yollu anlatım yöntemi ile anlattığı bu olaylar , kıyamete kadar geçerli olacak olan toplumsal işleyiş yasalarının, geçmişlerin hayatlarında nasıl gerçekleştiğini bizlerin görerek ibret almasını amaçlayan anlatımlardır. Bizler, yanlış bir okuma sonucu sebepleri atlayarak , sonuç üzerinde odaklanıp , toplumları bu sonuca götüren sebepleri maalesef okumayarak , yapılan anlatımı bir nevi modern bir masala çevirmekteyiz. 

Denizin yarılması ile İsrailoğullarının kurtulması , Firavun ve ordusunun boğulması bir sonuçtur. Bu kıssada bizim öncelikli olarak okumamız gereken taraf , İsrailoğullarını kurtuluşa , Firavun ve ordusunu batışa götüren sebeplerin öne çıkarıldığı bir okuma yöntemi olmalıdır. Bu yöntem aynı zamanda, kıssayı tarihsel bir masal olmaktan çıkararak , evrensel mesajlar içeren bilgiler haline getirecektir. 

İsrailoğullarını kurtuluşa , Firavun ve ordusunu batışa götüren sebepleri Kur'an genelinde okuduktan sonra , kurtuluş ve batışa sebep olan denizin yarılmasının nasıllığı üzerinde fikir yürütmek daha kolaylaşacak , ve daha doğru bir anlayışa sahip olunacaktır.

Kurtuluş ve batışın denizin yarılması neticesinde gerçekleşmiş olmasını nasıl okumalıyız

[002.214]  Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali, başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü'minlerle: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır.

[012.110]  Nihayet elçiler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. (Fakat) suçlular topluluğundan azabımız asla geri çevrilmez.

[030.047] Andolsun ki, biz senden önce de elçileri kavimlerine gönderdik, onlar belgeler getirdiler; dinlemeyip suç işleyenlerden öç aldık, zira inananlara yardım etmek bize hak olmuştur.

Kur'an içinde bir çok ayet , Allah (c.c) nin iman eden kullarına yardım edeceğini vaat etmektedir. Yine bir çok ayet , bu yardım vaadinin sözde kalmadığını , fiile dökülerek gerçekleştiğini bildirmektedir. Allah (c.c) nin yardımının , iman edenlerin kurtarılması , iman etmeyenlerin ise helak edilmesi şeklinde gerçekleştiği malumdur. Musa (a.s) kıssasında İsrailoğullarının kurtarılması , Firavun ve ordusunun helak edilmesi şeklinde gerçekleşen olay, Allah (c.c) nin yardım yasasının işlemesi sonucunda meydana gelmiştir.

Allah (c.c) nin yardımının ve helakının "Sünnetullah" dediğimiz yasalar dahilinde gerçekleştiğini hatırlatmak istiyoruz. Bu yasa, kulların hak edişine bağlı olarak çalışmaktadır. Allah (c.c) nin yardımı, iman edenlerin bütün güçlerini ortaya koyarak yaptıkları mücadele sonucunda, artık yapacaklarının son haddesine kadar yaptıktan sonra, yapacak bir şeyleri kalmayarak, "Bittik artık" dedikleri yerde gelmektedir(Bakara s. 214).

[020.077]  Musa'ya «Kullarımı geceleyin yola çıkar,denize değneğini vurarak onlar için kuru bir yol aç, ne yakalanmaktan kork ve ne de boğulmaktan çekin» diye vahyettik.

[026.052]  Biz Musa'ya: «Kullarımı geceleyin yola çıkar; şüphesiz takip edileceksiniz» diye vahyettik.

[026.061] İki topluluk birbirini görünce, Musa'nın arkadaşları: «Yakalandık» dediler.
[026.062]  Musa: Asla! dedi, Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir.
[026.063]  Bunun üzerine Musa'ya vahyettik ki: Asanı denize vur. O, hemen yarıldı ve her parçası yüce bir dağ gibi oldu.

İsrailoğulları önlerinde deniz , arkalarında ise Firavun ordusunun bulunduğu ana gelene kadar sergiledikleri mücadelede artık sona gelmişler , fakat Firavun'un zulmüne bir türlü mani olamamışlardır. Onların deniz kıyısına gelene kadar geçirdikleri zaman içinde gösterdikleri mücadele azmi , Sünnetullah gereği Allah (c.c) nin yardımına hak kazandıklarını göstermektedir. 

Denizin yarılması olayını bu perspektiften bakarak okumanın daha doğru bir yaklaşım olacağını söyleyebiliriz. Çünkü bu bakış açısı , bizleri denizin yarılıp yarılmadığı gibi kısır bir tartışma içinden çekip çıkartacak , Allah (c.c) nin neden böyle bir yol ile İsrailoğullarını kurtarmış olduğunu bizlere anlatacaktır.

İsrailoğullarının kurtuluşunun denizin yarılması sonucunda gerçekleşmiş olması , Bakara s. 214. ayetinde beyan edilen durumun gerçekleşmesi anlamına gelmektedir. "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar sıkışan kullarına, "Ben buradayım" diyerek yardım elini uzatan Allah (c.c) ,yardımını hak eden kullarına asla kayıtsız kalmayacağını , İsrailoğullarına yapmış olduğu yardım ile canlı bir biçimde göstermektedir. 

Bu noktada denizin yarılıp yarılmadığını tartışmaktan çok , neden böyle bir yol kullanıldığının anlatılmış olduğu üzerinde bir fikir yürütmek gerektiğini düşünmekteyiz. 

İsrailoğullarının kurtuluşunun denizin yarılması sonucu olduğunun haber verilmesini , zor durumda kalarak yapacak bir şeyi olmayanlara ,eğer yardımı hak ettikleri takdirde , kimsenin gücü yetmediği anda, sadece Allah'ın yardım elinin uzatacağının bir göstergesi olarak okumak mümkündür. Böyle bir okuma, olayın gerçekte vuku bulup bulmadığı konusunda yapılan kısır tartışmalara da son verecektir. 

Kıssalarda anlatılan bu gibi olaylar , geçmişte mesaj içerikli okunmaması sonucunda, masal içerikli bir okumaya dönüşerek asıl mesaj ıskalanmış , Kur'an üzerine kafa yoran bir kısım kimseler , bu okumalardaki yanlışlığa tepkisel bir biçimde yaklaşarak , olayların vakiliğini tartışmaya açmış , bu olayların gerçekte vaki olmadığını , bu tür anlatımların mecaz içerdiğini iddia etmişlerdir.

Edebi bir anlatım üslubu olarak Kur'an mecazı sıkça kullanmaktadır ,fakat aklımızın almadığı her olay için "Bu mecazdır" demek ne kadar doğru olabilir?. Allah ( c.c) bizlere, akıl almaz bir biçimde kurtardığını haber verdiği insanlar üzerinden zımnen şöyle seslenmektedir : 

"Ey kullarım , benim size olan yardım vaadim elbette haktır, ben vaadimden asla dönmem. Ancak benim yardım vaadimin yerine gelmesi için , sizin bunu hak etmeniz gerekmektedir. Siz benim yardımımı hak ettiğiniz zaman , dünyanın bütün güçlerinin bir araya gelerek başaramayacağı şeyleri benim yapmaya gücüm elbette yeter. İsrailoğullarını "Artık bittik" dedikleri bir zamanda onları kurtarmış olmam ve bu kurtarışı , kimsenin gücünün yetmeyeceği bir yol ile yapmış olmam, size olan vaadimin gerçek ve ne kadar büyük güç sahibi olduğumun açık bir göstergesidir". 

Allah (c.c) nin kullarına yardım vaadi kıyamete kadar geçerli bir vaattir. Bizler Musa (a.s) kıssasını okumakla , bu yardım vaadinin doğru olduğunu görmekteyiz. Eğer bizler çağdaş Firavunlara karşı yapacağımız mücadelede , tüm imkanlarımızı kullandığımız , ve var gücümüzle mücadele ettiğimiz takdirde Sünnetullah gereği Allah'ın yardımını hak ederek "Artık bittik" dediğimiz yerde, Allah'ın yardım eli bizlere ulaşacaktır. 

İsrailoğullarının Firavun zulmünden kurtulmasının denizin yarılması sonucu gerçekleştiğini ret etmenin, Allah (c.c) nin yardım vaadinin gerçekleşmediği gibi bir düşünceyi barındırması açısından doğru bir düşünce olmadığını söylemek istiyoruz. Denizin yarılarak İsrailoğullarının kurtarılmış olduğunun ifade edilmesi , tüm zamanlarda başı dara düşen Müslümanların yardımı hak ettikleri takdirde olmaz denilen şeyin olarak , sıkıntıdan kurtarılacakları , denizin yarılmış olması ile ifade edilmektedir. 

Bedir'de az sayıdaki Müslüman ordusunun müşrik ordusuna galebe çalması, onlar için denizin yarılmasıdır. Müşriklerden kaçarken mağaraya sığınan Muhammed (a.s) ve arkadaşının ölümden kurtulmaları, onlar için denizin yarılmasıdır. Huneyn günü mağlup olmaktan kurtularak galip gelinmiş olması ,Müslüman ordusu için denizin yarılmasıdır. Dün İsrailoğulları için denizin yarılması olarak gerçekleşen Allah'ın yardımı, hak edişe bağlı olarak kıyamete kadar geçerli bir vaat olup , farklı şekillerde mutlaka gerçekleşecektir.

Kıssa okumalarında hatalı bir yöntem olarak gördüğümüz okuma yöntemi, sonuçlar üzerinde yoğunlaşmış bir okuma yöntemidir. Halbuki sonuçlar değil , sebepler üzerine yoğunlaşan okuma yöntemi , kıssaların evrensel mesajlarının okunmasını kolaylaştıracaktır. Kıssalarda anlatılan sonuçlar, din dilinin anlatım üslubu olan ve insanların olayın vehametini daha kolay anlamalarına yönelik bir anlatım üslubudur.

Sonuç olarak : Kur'an kıssalarında bir takım sıra dışı olayların anlatılması , bu olayların vakiliğini tartışmaya açmıştır. İsrailoğullarının denizin yarılması sonucunda Firavun zulümnden kurtulduklarının haber verilmiş olması , bu yarılmanın gerçekte olup olmadığı konusunda bir takım spekülasyonlara yol açmıştır. 

Bizim önerdiğimiz okuma yöntemi , bu olayların vakiliğini sorgulamak temeline dayalı bir okuma yöntemi değil , bu olayların neden böyle anlatıldığı üzerine yoğunlaşmış bir okuma yöntemidir. Sebeplere odaklanan bir okuma yöntemi , kıssalardaki anlatımın , bizlere dair olan mesajlarının daha doğru ve net olarak anlaşılmasını sağlayacaktır.

İsrailoğullarının denizin yarılması sonucunda Firavun zulmünden kurtulduklarının beyan edilmesi , bizlerin denizin yarılıp yarılmadığı konusunu tartışmaya açmaya değil , denizin yarılması ile sonuçlanan sebepleri tartışmaya açmaya yöneltmelidir. Çünkü denizin yarılması ile sonuçlanan olaylar , Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasaların işlemesi ile gerçekleşmiştir. 

Denizin yarılması şeklinde gerçekleşen olay , yine Sünnetullah'ın bir tecellisidir. Bu yardım her zaman ve mekanda yaşan Müslümanlar için, 
 hak edişe bağlı olarak kıyamete kadar tecelli edecek bir yasadır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.