Muhammed (a.s) ın ,Allah (c.c) gibi haram koyma yetkisinin olduğu inancı , "Ehli hadis" düşüncesinde imanın şartı haline gelmiş bir konudur. Bu fırkaya mensup olanlar , Muhammed (a.s) ın haram koyma yetkisi olmadığını iddia edenleri , kafir , zındık , hadis sünnet inkarcısı v.s gibi yaftalarla tekfir ederek , bu düşüncenin kuvvetlenmesi yönünde büyük bir cihada !! girişmişlerdir. Tekfirci tayfaların daha fanatikleri , konumuz olan ayeti delil sayarak, böyle bir düşünceye sahip olmayanların öldürülmesi gerektiğini iddia edecek kadar kendilerinden geçmiş bir vaziyette bu düşünceyi savunmaktadırlar.
Kur'anın oluşturulmuş olan ön yargıların kabul ettirilmesine dönük okuma biçimi , "Ehli hadis" fırkasının da başvurduğu yöntemlerden birisi olup , tasavvuf ehlinin "Muhammed =Allah" söyleminin değişik bir versiyonu olan "Hadisler vahiydir" söylemi, tasavvuf ehlini her fırsatta tekfir etmekten geri durmayan "Selefiyye" nin bir öne çıkan söylemlerinden birisi olarak dile getirilmektedir. Birbirine düşmanlıklarını her fırsatta dile getirmelerine rağmen , her iki gurubun da , sadece beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) ı ilah seviyesine çıkarmak şeklinde ortak bir söyleme sahip olmaları , birbirlerinden herhangi bir farkları olmadığını göstermektedir.
Konumuz olan ayetin meali şöyledir;
[009.029] Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe
inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyenlerle, küçük düşürülmüşler olarak cizyeyi kendi elleriyle
verinceye kadar savaşın.
Ayete baktığımızda , "Kitap ehli" olarak ifade edilen Yahudi ve Hıristiyanlar ile yapılması istenen bir savaştan bahsedilmektedir. Ayeti önce nuzül zaman ve mekanı bağlamında okuyarak anlaşılması , her aklı başında ve ön yargısız olarak Kur'ana yaklaşan her Müslümanın ortak fikri olması gerekmektedir. Çünkü bu ayet ilk hitap olarak ,Medine de artık askeri yönden güçlü bir duruma gelen Müslümanlara hitap eden bir ayettir.
Bu ayetin bizlere dönük nasıl bir mesajı olabileceği sorusunun cevabı ise , konumuz olan ayetin iniş zamanındaki konjonktürel durumun aynısının bu gün bizlerin de sahip olunduğu zaman bu ayetin emri uygulama alanına sokulabilir.
Aynı surenin 5. ayetinde "Müşrikleri nerede bulursanız öldürün" ayeti gibi, konjoktürel durum ve şartların göze alınarak okunması gereken bir ayet olan 29. ayet , sadece içinden "Resulünün haram kıldığını haram tanımayan" cümlesi alınarak , Muhammed (a.s) ın haram koyma yetkisi olmadığını savunanların katledilmesi gerektiği yönündeki düşüncelerin delil ayeti !! sayılmıştır.
Muhammed (a.s) ın haram koyma yetkisine sahip olduğuna dair getirilen delil, "Allah VE Resulü" şeklinde kullanılan cümlenin içindeki, "VE" bağlacının Allah'ı ve resulünü birbirinden ayırdığı, dolayısı ile Muhammed (a.s) ın da aynı Allah (c.c) gibi haram koyma yetkisi olduğu şeklindedir.
Muhammed (a.s) ın aynı Allah (c.c) gibi haram koyma yetkisi olduğunu iddia edenler şu noktayı görmezlikten gelmektedirler ; Muhammed (a.s) Allah (c.c) nin seçmiş olduğu bir ELÇİdir , o dahil bütün elçiler , almış oldukları vahyi muhataplarına tebliğ etmek ile görevlidirler. Onların bu görevleri sadece iletmekle yani bir nevi postacılık ile sınırlı olmayıp , aldıkları vahyin de muhatabı olup , bu vahyi hayatları ile pratize etmek gibi bir zorunlulukları da vardır.
"Elçi" demek , mesajını ilettiği kişinin adına konuşmak anlamına gelip , böyle bir görev üstlenmiş kişilerin , o kişinin mesajına ilave etmek gibi bir yetkisi yoktur. Mesaja ilave etmek demek , mesajını getirdiği kimsenin yetkilerini kendisinde de görmek gibi bir anlama gelip , bu hiç bir elçi böyle bir suça asla yeltenmez.
Muhammed (a.s) nasıl haram koyar?.
Muhammed (a.s) bir elçi olması nedeniyle , mesajını ilettiği Allah (c.c) nin, "Haram" olarak beyan ettiklerini okuyarak haram koyar. Allah (c.c) nin ona vahyettiğinin dışında "Bu haramdır" şeklinde herhangi bir beyanda bulunmaz. Burada karıştırıldığını veya gözden uzak tutulduğunu düşündüğümüz bir nokta vardır;
Muhammed (a.s) Mekke de sadece "Elçi" iken , Medine de "Elçi ve Devlet başkanı" olarak 2 görev yüklenmiş bir vaziyettedir. Onun elçilik ve devlet başkanlığı görevlerinin birbirinden ayrı olarak düşünülmemiş olması , onun "Devlet başkanı" sıfatı ile koymuş olduğu bir takım yasaklamaların , sanki elçilik vazifesi dahilinde konulmuş gibi bir algı oluşturulması neticesinde böyle bir düşünce kökleşmiştir.
[069.044-47] O, bize isnâden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı,Elbette ki onu sağ tarafından yakalardık. Sonra O'ndan yürek damarını
kesiverirdik.Sizden kimse de buna mani olamazdı.
Hakka suresindeki bu ayetler , Muhammed (a.s) görev ve yetkilerinin sınırlarını belirlemesi bakımından önemli işaretler taşımaktadır. Kendisine vahyedilen harici herhangi bir sözü veya yasaklamayı "Bu Allah'ın sözüdür veya yasaklamasıdır" şeklinde bir ifade ile sahabeye aktarması mümkün değildir. Ancak "Devlet başkanı" sıfatı ile yapmış olduğu bir takım tasarruflar ki onun böyle bir tasarruf etme hakkı mutlaka vardır, elçi olması ile ilgili görevlerinden ayrılarak okunması ve anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.
"Allah VE Resulü" şeklinde geçen ibarelerin , Allah ve elçisini aynı konuma getirdiği iddiası , bu ibarelerin geçtiği diğer ayetleri örnek olarak verdiğimizde , bu ayetlerdeki aynı konuma getirmenin nasıl olabileceği sorusunu da beraberinde getirmektedir.
Şimdi "VE bağlacının geçtiği diğer ayetleri okuyarak, bazı sorular sorarak bu konuyu biraz aydınlatmaya çalışalım;
[005.055-56] Sizin velîniz ancak Allah'dır. Ve O'nun resulüdür ve
imân etmiş olanlardır. O imân edenler ki, salatı ikame ederler ve zekâtı
verirler ve onlar rükua varanlardır.Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve iman edenleri veli edinirse, hiç şüphe
yok, galib gelecek olanlar Allah'ın taraftarlarıdır.
Maide s. 55. ayetinde veli olarak Allah VE resulu VE iman edenler olarak bir sıralama görmekteyiz. Burada Allah ve resulüne ilave olarak mü'minler de görülmektedir. Bu iddia sahipleri bu ayetteki "Mü'minler" ifadesini Allah (c.c) ile nasıl aynı konuma getirebilirler?.
[009.003] Büyük hacc günü Allah ve resulü tarafından tüm insanlara
duyurulur ki; «Allah ve resulü ile müşrikler arasında her türlü ilişki
kesilmiştir. Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha yararlıdır. Eğer sırt
çevirirseniz Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı biliniz. Ey Peygamber,
kâfirleri acıklı bir azapla müjdele!»
Tevbe s. 3. ayetine baktığımızda , "Büyük hacc günü Allah ve resulü tarafından tüm insanlara duyurulur ki;" ifadesinde Resul , Allah'ın ayetlerini insanlara okuyarak ilişiğin kesildiğini ifade etmektedir. Bu iddia sahipleri "ve" bağlacının kullanılmasını dikkate alarak , "Allah (c.c) ayrı , resulü ayrı bir duyuru yaptığı için böyle bir ayrım kullanılmış , yoksa resül Allah (c.c) adına konuştuğu için mi böyle kullanılmış?" diye sorduğumuza nasıl bir cevap verebilirler ?.
[009.059] Ne olurdu bunlar, Allah ve Resulünün kendilerine verdiğine razı
olsalar da «Bize Allah yeter. Allah bize lütuf ve ihsanından yine lutfeder,
verir. Bizim bütün rağbetimiz Allah'adır» deselerdi.
Tevbe s. 59. ayetinde , ganimet dağılımı ile ilgili bir olarak "Allah ve Resulünün kendilerine verdiğine razı olsalar da" cümlesinde, resulün Allah (c.c) adına bir paylaştırma yaptığını görmekteyiz. Allah (c.c) ayrı , resül ayrı bir şekilde okuduğumuz zaman bu ayeti nasıl anlayacağız ?.
[009.062] Sizi hoşnut kılmak için Allah'a yemin ederler; oysa mü'min
iseler, hoşnut kılınmaya Allah ve Resulü daha layıktır.
[009.074] And olsun ki, müslüman olduktan sonra inkar edip küfür sözünü
söylemişler iken, söylemedik diye Allah'a yemin ettiler, başaramayacakları bir
şeye giriştiler; Allah ve peygamberi bol nimetinden onları zenginleştirdi ve öç
almaya kalktılar. Eğer tevbe ederlerse iyiliklerine olur; şayet yüz
çevirirlerse, Allah onları dünya ve ahirette can yakıcı azaba uğratır. Ve onlar
için yeryüzünde bir dost ve yardımcı yoktur.
[009.094] Savaştan dönüp yanlarına geldiğinizde size özür beyan edecekler.
De ki: «Özür beyan etmeyin. Size kesinlikle inanmayız. Allah bize, sizin
durumunuzdan haberler verdi». Bundan sonra da Allah ve Resulü yaptıklarınızı
görecektir. Daha sonra da gizliyi ve âşikârı bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O
vakit O, size neler yapmış olduğunuzu tek tek haber verecektir.
[009.105] De ki: İşleyiniz, Allah ve Resulü ve mü'minler işlediklerinizi
görecektir. Ve görüleni de, görülmeyeni de bilene döndürüleceksiniz. O, size
neyi işlediğinizi bildirecektir.
[024.050] Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa kuşkuya mı
kapıldılar? Yoksa Allah'ın ve Resulünün kendilerine karşı haksızlık yapacağından
mı korkmaktadırlar? Hayır, onlar zalim olanlardır.
[033.012] Hani, münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: «Allah
ve Resulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vadetmedi» diyorlardı.
[033.022] Mü'minler düşman ordularını gördükleri zaman; Bu Allah'ın ve
Resulünün bize vaad ettiği zaferdir. Allah ve Resulü doğru söylemiştir» dediler.
Bu, onların sadece imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı.»
[033.036] Allah ve Rasulü bir şeye hükmettiği zaman; ne mü'min erkekler
için ne de mü'min kadınlar için artık işlerinde bir seçme hakkı olamaz. Kim de
Allah'a ve Resulüne isyan ederse; şüphesiz ki apaçık bir sapıklıkla sapmış
olur.
Ahzab s. 36. ayetinde "Allah ve Rasulü bir şeye hükmettiği zaman" cümlesinin arapça orjinal metni " İze gadallahü ve resuluhu" olup , eğer Allah ve elçisi birbirinden ayrı olarak hüküm koyuculuğu kast edilmiş olsaydı "gada" kelimesi tekil olarak değil, ikili bir kullanım olması gerekirdi.
[002.279] Şayet böyle yapmazsanız, Allah'a ve Rasulüne karşı
savaş-açtığınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir.
(Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne de zulme uğratılmış olursunuz.
Faiz konusu ilgili olan ayetin devamı olan bu ayette Allaha savaş açmanın anlamı, onun resulü aracılığı ile bildirdiği faizin haram olduğu beyanına aykırı işlem yapmak değil midir?.
[004.100] Her kim, Allah yolunda hicret ederse; yeryüzünde bereketli yer ve
genişlik bulur. Allah'a ve Rasulüne hicret ederek evinden çıkan kimseye ölüm
gelirse; onun ecrini vermek Allah'a düşer. Ve Allah, Gafur'dur, Rahim'dir.
Nisa s. 100. ayetinde " Allah'a ve Rasulüne hicret ederek" ifadesinde , Allah'a hicret etmenin keyfiyetini bu iddia sahipleri acaba nasıl açıklayacaklardır?. "Resule hicret" Medine ye hicret olarak izah edilebilir , ancak "Allah'a hicret" i nasıl açıklayacağız?.
[004.136] Ey iman edenler, Allah'a, Resulüne, Resulüne indirdiği Kitaba ve
bundan önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, kuşkusuz uzak bir sapıklıkla
sapıtmıştır.
[009.001] Müşriklerden muahede yaptıklarınıza; Allah ve Rasulünden bir
ihtardır:
[009.024] De ki: «Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve
hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resulünden ve O'nun yolunda cihd
etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun.
Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez.
[009.065] Onlara sorarsan, andolsun: «Biz dalmış, oyalanıyorduk» derler. De
ki: «Allah ile, O'nun ayetleriyle ve Resulüyle mi alay etmekteydiniz?
[009.080] Sen, ister onlar için bağışlanma dile ya da istersen onlar için
bağışlanma dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilesen de, Allah onları
kesinlikle bağışlamaz. Bu, gerçekten onların Allah'a ve Resulüne (karşı)
nankörlük etmeleri dolayısıyladır. Allah fasıklar topluluğuna hidayet
vermez.
[009.084] Onlardan ölen hiçbir kimsenin üzerine salat etme ve kabri
başında dua etmek üzere durma! Çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü tanımadılar ve
yoldan çıkmış olarak öldüler.
[009.091] Allah'a ve Resulüne karşı 'içten bağlı kalıp hayra çağıranlar'
oldukları sürece, güçsüz-zayıflara, hastalara ve infak etmek için birşey
bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir
yol yoktur. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
[024.048] Aralarında hükmetmesi için onlar Allah'a ve Resulüne
çağrıldıkları zaman, onlardan bir grup yüzçevirir.
[024.051] Aralarında hükmetmesi için, Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları
zaman mü'min olanların sözü: «İşittik ve itaat ettik» demeleridir. İşte felaha
kavuşanlar bunlardır.
"Nur s. 48. ve 51. ayetinde hüküm için Allah'a ve resule çağrılmanın keyfiyeti nasıl olacaktır ?" , sorusunun cevabı, "Onun elçisine indirdiği kitabın hükmüne çağrılmaktır" şeklinde bir cevaptan başka bir şey olabilir mi ?.
[024.062] Mü'minler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resulüne iman edenler,
onunla birlikte toplu(mu ilgilendiren) bir iş üzerinde iken, ondan izin alıncaya
kadar bırakıp-gitmeyenlerdir. Gerçekten, senden izin alanlar, işte onlar Allah'a
ve Resulüne iman edenlerdir. Böylelikle, senden, kendi bazı işleri için izin
istedikleri zaman, onlardan dilediklerine izin ver ve onlar için Allah'tan
bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
[033.031] Sizden her kim de Allah'a ve Rasulüne boyun eğip salih amel
işlerse; onun mükafatını da iki kat veririz. Hem Biz, ona cömertçe bir rızık da
hazırlamışızdır.
[048.009] Ki Allah'a ve Resulüne inanasınız O'nun dinini destekleyesiniz.
O'na saygı gösteresiniz ve sabah akşam O'nu tesbih edip şanını yüceltesiniz.
[048.013] Kim Allah’a ve Resulüne inanmazsa bilsin ki Biz kâfirlere alevli
ateşler hazırladık.
[049.001] Ey imân etmiş olanlar! Allah'ın ve Resûlünün önüne geçmeyiniz ve
Allah'tan korkunuz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ bihakkın işiticidir, bilendir.
Hucurat s. 1. ayetinde Allah'ın ve resulünün önüne geçmeyin emrinde , Allah'ın önüne geçmemek nasıl gerçekleşecektir?. Allah'ın önüne geçmemek , Kur'anın önüne geçmemek , resulün önüne geçmemek hadisin önüne geçmemek şeklinde mi değerlendirilecektir?.
[057.007] Allah'a ve Resulüne iman edin. Sizi hâkim kıldığı, sizin
yönetiminize verdiği şeylerden harcayın. Sizden, inanan ve harcayanlar için
büyük mükafat vardır.
[058.004] Buna imkan bulamayan kimse, temas etmeden önce aralıksız olarak
iki ay oruç tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur. Bu
(hafifletme), Allah'a ve Resulüne inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah'ın
hükümleridir. Kâfirler için acı bir azap vardır.
[061.011] Allah'a ve O'nun Resulüne iman ederseniz, mallarınızla ve
canlarınızla Allah yolunda cihad ederseniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer
bilirseniz.
[064.008] Artık Allah'a ve O'nun ResûIüne ve indirmiş olduğumuz nûra imân
ediniz ve Allah yapar olduğunuz şeylerden haberdardır.
Teğabun s. 8. ayetine baktığımızda , Allah-resulü-nur şeklinde "ve" bağlacı ile ayrılmış olan 3 tane iman edilmesi gereken şey görmekteyiz. bunlar saç ayağı gibi birbirleri ile bağlı olan 3 şey olup , birbirlerinden ayrı değillerdir. Allah , resulü aracılığı ile bizlere nur indirerek doğru yolu bulmamızı sağlamaktadır. Resul burada , inen nur'un tebliğ edicisidir
[007.158] De ki: ey insanlar! Haberiniz olsun ben size, sizin hepinize
Allahın Resulüyüm, o Allah ki bütün Semavat-ü Arzın mülkü onun, ondan başka ilâh
yok, hem diriltir hem öldürür, onun için gelin iyman edin Allaha ve Resulüne,
Allaha ve Allahın bütün kelimatına iyman getiren o ümmî nebiye, ve ittiba'
edin ona ki bu hidâyete erebilesiniz
[004.013] İşte bunlar; Allah'ın hudududur. Kim, Allah'a ve O'nun elçisine
itaat ederse; Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. İşte bu;
en büyük kurtuluştur.
[004.014] Ve kim de Allah'a ve resulüne isyan eder, hududunu
tecavüz ederse onu da içinde ebedî kalmak üzere bir ateşe sokar ve onun için
zillet verici bir azab vardır.
Nisa s. 14. de " Allah'a ve resulüne isyan eder, hududunu tecavüz ederse" cümlesinde "Hududehu" kelimesi Allah ile sınırlandırılmıştır. Eğer Muhammed (a.s) ın yasa koyuculuk gibi bir yetkisi olsaydı "hududehu" yerine, ikili bir kullanım olan "hududehüma" kullanılması gerekirdi.
[005.033] Allah'a ve Resulüne karşı savaş açanların ve yer yüzünde
bozgunculuğa çaba harcayanların cezası, ancak öldürülmeleri, asılmaları ya da
elleriyle ayaklarının çaprazca kesilmesi veya (o) yerden sürülmeleridir. Bu,
onlar için dünyadaki aşağılanmadır, ahirette de onlar için büyük bir azab
vardır.
[008.001] Sana savaş-ganimetlerini sorarlar. De ki: «Ganimetler Allah'ın ve
Resulündür. Buna göre, eğer mü'minlerseniz Allah'tan korkup-sakının, aranızı
düzeltin ve Allah'a ve Resulü'ne itaat ediniz.»
[008.012-13] Rabbin meleklere, «Ben sizinleyim, inananları destekleyin» diye
vahyetti. «Ben inkar edenlerin kalblerine korku salacağım, artık vurun onların
boyunları üstüne, vurun her parmağına» dedi. Bu, tartışmasız, onların Allah'a ve Resulüne karşı baş kaldırmaları
dolayısıyladır. Kim Allah'a ve Resulüne karşı baş kaldırırsa, hiç şüphesiz Allah
(ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.
[008.020] Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne itaat edin. Siz de
işitiyorken, ondan yüz çevirmeyin.
Enfal s. 8. ayetinde Allah ve resulüne itaat emredildikten sonra "o ikisinden" anlamına gelecek herhangi bir ifade bulunmamaktadır , "Anhü" (ondan) denilerek "Allah'tan yüz çevirmeyin" denilmektedir. Burada elçi , Allah adına konuşan kişi olduğu için resule itaatsizlik, ondan yüz çevirmek anlamına gelmektedir.
[008.046] Allah'a ve Rasulüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra
korkuya kapılırsınız da zaafa düşerseniz ve rüzgarınız gider. Sabredin, muhakkak
ki Allah; sabredenlerle beraberdir.
[009.063] Bilmezler mi ki: Kim, Allah'a ve Rasulüne karşı koymaya
kalkışırsa; muhakkak ona, içinde ebedi kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu,
en büyük rüsvaylıktır.
[009.071] Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler.
İyiliğe emreder, kötülükten sakındırırlar, salatı ikame ederler, zekâtı
verirler ve Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet
edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet
sahibidir.
[009.090] Bedevilerden özür bahane edenler, kendilerine izin verilsin diye
geldiler. Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturdular kaldılar. Bunlardan
kâfir olanlara acıklı bir azap isabet edecektir.
[009.107] Zarar vermek, küfrü (pekiştirmek), mü'minlerin arasını ayırmak ve
daha önce Allah'a ve Resulüne karşı savaşanı gözlemek için mescid edinenler ve:
«Biz iyilikten başka bir şey istemedik» diye yemin edenler (varya,) Allah
onların şüphesiz yalancı olduklarına şahidlik etmektedir.
[024.052] Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse ve Allah'tan korkup O'ndan
sakınırsa, işte 'kurtuluşa ve mutluluğa' erenler bunlardır.
Nur s. 52 de , Allah ve resule itaat emrinden sonra " o ikisinden sakınırsa" değil de , "ondan sakınırsa" ifadesi, resulun Allah adına konuşan birisi olduğunu göstermektedir.
[033.029] «Eğer siz Allah'ı, Resulü'nü ve ahiret yurdunu istiyorsanız,
artık hiç şüphe yok Allah, içinizden güzellikte bulunanlar için büyük bir ecir
hazırlamıştır.»
[033.033] Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargah edinin), ilk
cahiliye (kadınları) nın süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa
vurmayın , salatı ikame edin, zekâtı verin, Allah'a Resulü'ne itaat edin. Ey
Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi
tertemiz kılmak ister.
[033.057] Gerçek şu ki, Allah'a ve Resulü'ne eziyet edenler; Allah, onlara
dünyada da, ahirette de lanet etmiş ve onlar için aşağılatıcı bir azab
hazırlanmıştır.
Ahzab s. 57. ayetinde , resulü inkar ederek ona eziyet etmek , Allah'a eziyet etmek ile birlikte anılmaktadır. Bir insan Allah'a eziyet edemeyeceğine göre , resule yapılan yanlışlıklar Allah'a yapılmış olmaktadır.
[033.071] Tâ ki, sizin için amellerinizi ıslah etsin ve sizin için
günahlarınızı yarlığasın ve her kim Allah'a ve resûlüne itaat ederse muhakkak
ki, pek büyük bir zafere ermiş olur.
[048.017] Kör olana güçlük (sorumluluk) yoktur, topal olana güçlük yoktur,
hasta olana da güçlük yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, (Allah) onu,
altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de sırt çevirirse, onu acıklı bir
azap ile azaplandırır.
[049.014] Bedeviler, dedi ki: «İman ettik.» De ki: «Siz iman etmediniz;
ancak «İslâm olduk deyin. İman henüz kalplerinize girmiş
değildir. Eğer Allah'a ve Resulü'ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç
bir şeyi eksiltmez. Hiç şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok
esirgeyendir.»
[058.005] Allah’a ve resulüne karşı çıkanlar, kendilerinden önce böyle
yapanlar, nasıl helâk edilmişlerse öylece helâk edilirler. Halbuki Biz onlara
apaçık âyetler de indirmiştik. Kâfirler için zelil ve perişan eden bir azap
vardır.
[058.013] Gizli konuşmanızdan önce sadaka vermenizden ürküntü mü duydunuz?
Çünkü yapmadınız, Allah sizin tevbelerinizi kabul etti. Şu halde salatı ikame edin, zekâtı verin ve Allah'a ve O'nun Resulüne itaat edin Allah, yapmakta
oldularınızdan haberdar olandır.
[058.020] Allah'a ve resulune düşman olanlar, işte onlar en aşağıların
arasındadırlar.
[058.022] Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kavim (topluluk)
bulamazsın ki, onlar Allah'a ve Rasulüne karşı başkaldıran kimselere bir sevgi
(ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, isterse babaları, ister çocukları,
ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle
kimselerdir ki, (Allah) onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir
ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır;
orda ebedi olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan
razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz
Allah'ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların
ta kendileridir.
[059.004] Bu; onların Allah'a ve Rasulüne karşı gelmelerinden ötürüdür. Her
kim Allah'a karşı gelirse; muhakkak ki Allah, azabı şiddetli olandır.
[059.008] Bir de göç eden fakirlere aittir ki yurtlarından ve mallarından
çıkarılmışlardır, Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah'a ve Resulüne yardım
ederler. İşte doğru olanlar onlardır.
[072.023] Benim vazifem; ancak Allah katından olanı ve O'nun risaletlerini
tebliğ etmektir. Kim, Allah'a ve Rasulüne isyan ederse; muhakkak ki onun için,
cehennem ateşi vardır. Orada ebediyyen kalacaklardır.
"Allah ve resulü" şeklinde geçen ayetlerin hangisini okusak , "Elçi" sıfatına sahip kişinin , yer yüzünde Allah'ın mesajlarını ileten kimse olması nedeniyle , ona itaat etmek Allah'a itaat etmek ile aynileştirilmiştir.
Muhammed (a.s) ın devlet başkanı veya ordu komutanı sıfatına sahip olması nedeniyle koyduğu hükümlerin, aynı Allah (c.c) nin koyduğu hükümler ile aynı derecede olduğu gibi bir düşünce oluşturulmamış olsaydı , yüzyıllardır süren ve sürecek olan bu fikir kargaşasının önü alınmış olabilirdi.
[004.080] Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene
gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!
Nisa s. 80. ayeti , "Allah ve resul" ibaresinin birlikte geçtiği bütün ayetlerin anahtar ayeti mahiyetinde olup , bu ayette resule itaatin, Allah'a itaat olarak ifade edilmiş olması , "Resul" (elçi) sıfatına sahip kimselerin konumu hakkında bizlere bilgi vermektedir.
Allah (c.c) yer yüzünde insanlar içinden seçtiklerine , mesajını vahyederek, bu mesajı diğer kullarına iletmesini istemesi , bu elçilerin esas görevini oluşturmaktadır. Son elçi Muhammed (a.s) bu göreve sahip olanların sonuncusu olarak , kendisinden önceki elçilerin konumuna sahip bir kişidir. Biz Müslümanların , onun bu konumunu azımsayarak daha yukarılara çıkarma arzusunun bir tezahürü olan, onun haram koyma yetkisinin olduğu düşüncesi , onun elçilik görevini hiçe sayarak ilah pozisyonuna sokmak anlamına gelmektedir.
Yaşayan insanlar üzerinde dini anlamda hüküm koymak, "İlahlık" yetkisine sahip olanın hakkıdır?.
"Allah'tan başka ilah yoktur" sözü her Müslümanın ağzında dolaşmasına rağmen, bu sözün gereği maalesef bir çok Müslüman tarafından hayata geçirilmemiş bir halde dillerde dolaşmaktadır. Muhammed (a.s) ın "Elçi" olduğu unutularak veya göz ardı edilerek , onun koymuş olduğu bir takım yasaklamaların aynı Allah (c.c) nin yasakları gibi olduğu düşüncesi , onu Allah (c.c) nin yanına ek ilah olarak oturtmak anlamına gelecektir.
"Ve" bağlacının Allah ve resulü birbirinden ayırdığı iddiası ,bu bağlacın kullanıldığı ayetleri "Elçi" ve "İlah" kavramlarını dikkate alarak okuduğumuz zaman yapılan hatanın vehameti, açık ve net olarak ortaya çıkacaktır.
Çünkü "Allah ve resulü" şeklinde yapılan bir kullanımın , amacı "Resul" sıfatına sahip olan bir kimsenin , yer yüzünde Allah (c.c) adına konuşma yetkisine sahip kimse anlamına gelmektedir. Bunun anlamı , Allah (c.c) nin bildirilerini onun adına, beşer cinsinden olan bir kimsenin tebliğ etmesidir.
Bir çok ayette "Allah'a ve resulüne itaat edin" emrinin , "Resule itaat" kısmı bu gün "Hadislere itaat" şeklinde anlaşılmaktadır. Bu düşünce beraberinde bir çok problemi taşıması açısından hatalar içermektedir şöyle ki;
Hadisçiler arasında dahi bir hadisin sahih olup olmaması, kişisel krtierlere göre belirlenmekte olup , "A" hadisçisine göre sahih olan bir hadis , "B" hadisçisine göre sahih olmamaktadır. Eğer "Resule itaat hadislere itaat tir" dersek , bir hadisçinin sahih olarak gördüğü , diğer hadisçinin red etmesi onun resule itaat etmeyerek "Hadis inkarcısı" olması durumuna düşürecektir.
Muhammed (a.s) ın haram koyma yetkisi olduğu savunanlar , böyle bir yetkinin ona verilmediğini iddia edenleri tekfir ederek , onları "Kafir" olarak yaftalamaktadırlar. Eğer bir kimseyi "Kafir" olarak yaftalamak gerekirse, bu yetkinin ona verilmediğini iddia edenlerin değil , aksine bu yetkinin ona verildiğini iddia edenlerin bu yaftaya daha hak kazandığını söyleyebiliriz. Çünkü , ilah olarak sadece Allah (c.c) nin elinde olan bazı yetkileri elçisine vererek , elçiyi elçi olmaktan çıkararak , ilah seviyesine çıkaran bir düşünceye sahip olmak , bu düşünce sahiplerinin akidesini zedeleyecektir.
"Ve" bağlacının Allah ve Resulünü ayırdığını iddia edenlere şu ayetteki "Ve" bağlacının nasıl bir ayırıcılığa sahip olduğunu sorarız ;
[029.015] Böylece biz onu da, gemi halkını da kurtardık (fe enceynahu VE eshabessefineti)ve bunu alemlere bir ayet
(kendisinden ders çıkarılacak bir olay) kılmış oldu.
Ankebut s. 15. ayetine baktığımız Nuh VE gemi ashabının kurtarıldığını haber veren cümledeki "Ve" bağlacı Nuh'u gemi ashabından ayırmaktadır. Nuh (a.s) da geminin içinde olduğu halde o da gemi ashabından dı , hiç kimse kalkıp "Ve bağlacı ile ayrıldığına göre Nuh ayrı , gemi ashabı ayrı" diyemeyeceğine göre buradaki "Ve" bağlacı Nuh'u gemi ashabının dışına atan bir işleve sahip değildir. Dolayısı ile nasıl ki "Ve" bağlacı Nuh ve gemi ashabını birbirinden ayırmıyor ise , "Allah VE resülü" şeklindeki ifadelerdeki ve bağlacı da ayırıcı bir işleve sahip değildir.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) kendi yetkisi dahilinde olan , kullarının nasıl bir düzen içinde yaşama gereğini , elçileri vasıtası ile bizlere bildirmiştir. Son elçi olan Muhammed (a.s) bu zincirin son halkası olup , kendisinden önceki diğer elçilerin yüklendiği vazifenin aynısını yüklenmiştir. Onun vefatından sonra onun bu konumu yerine , "Ehli hadis" fırkasının elçiyi yüceltme tezahürünün bir yansıması olarak , onun Allah (c.c) gibi haram koyma yetkisine sahip olduğu görüşü ortaya atılmıştır.
Bu görüşün sağlamlaşması için bazı ayetler, bu düşünceyi tasdik edecek biçimde yorumlanarak bu düşünceye Kur'andan destek aranmasına gidilmiştir. "Allah VE resulü" şeklinde gelen ayetlerde ki "VE" bağlacının , bu düşüncenin destekçisi olduğu savunularak , "Allah ayrı resul ayrı hüküm koyabilir" denilmektedir. Bu düşünce ,"Elçi" olmak demenin ne anlama geldiğini bilmemenin bir tezahürü olarak ortaya atılmış bir düşünce olup , beraberinde bu söylemi destekleyenleri itikadi açıdan tehlikeli duruma düşürmektedir.
Bu söylemin destekçilerinin , hadis kitaplarına verdikleri değeri gördüğümüzde , söylemek istediklerimiz daha net anlaşılacaktır. Rivayetlerin ayetleri gölgede bırakan bir şekilde öne çıkmış olması , "Hadisler vahiydir" söyleminin bir neticesi olup , belirleyici olarak ayet değil rivayetlerin dikkate alınması , ayetlerin bu rivayetleri destekler mahiyette te'vil edilmeye çalışılması bu düşüncenin geldiği boyutu göstermektedir.
Bu tür hatalı görüşlerin izale edilmesi , Kur'anın ön yargısız bir okumaya tabi tutulmasından geçmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
2 Ocak 2016 Cumartesi
30 Aralık 2015 Çarşamba
"Bana Kur'andan Namazı Göster" Diyenler
Yazımıza başlık olarak aldığımız söz , din konusunda tartışma yapan 2 guruba mensup olan insanların söylemi olarak dillerde dolanmaktadır. 1. gurup "Bana Kur'andan namazı göster" diyenler , "Ehli hadis" düşüncesinin etrafında buluşanlar olup , "Yalnız Kur'an" diyerek rivayetler konusunda daha dikkatli ve bu rivayetlerin Kur'an ile sağlaması yapılması gerektiğini savunanlara karşı geliştirilmiş bir söylem olarak onların dilindedir.
2. gurup "Bana Kur'andan namazı göster" diyenler ise, "Yalnız Kur'an" söylemine sahip bir kısım insan olup (Yalnız kur'an diyenlerin hepsini genellemediğimizi hatırlatmak isteriz), bu gurupta olanlar ise, Kur'anı daha önceki bilindikleri veya yaşanan hayatı dikkate almadan , bu gün inen bir kitap olarak okuyarak , bazı kelimelere yeniden anlam bindirmeye çalışarak , özellikle bu kelimelerden bir tanesi "Salat" kelimesi olup ,bu kelimenin bildiğimiz namazı kapsamadığı , Kur'anın namaz kılmayı emretmediğine dair söylemlerle yaptıkları tartışmalarda bu tür sözleri ortaya atmaktadırlar.
Bu yazımızın konusu , birbirine zıt 2 gurubun, ortak olan bu söylemini değerlendirmeye çalışmak üzerine olacaktır.
1. gurup "Bana Kur'andan namazı göster" diyenler ;
Bu guruptaki insanlar, dinlerini rivayetlerin belirleyiciliğinde anlamaya çalıştıkları için , Kur'anı öne çıkarmaya çalışan insanlarla olan tartışmalarında , "Namaz" olarak bilinen ibadetin Kur'anda olmadığı , bu ibadetin esaslarının hadislerde olduğu , dolayısı ile hadisler olmadan namaz kılınamayacağını iddia ederek, bu söylemi dillerine dolamışlardır.
Hadisler olmadan namaz kılınamaz mı ?.
Kur'anın geçmişi silmeden inen bir kitap olduğu bilgisinden yoksun olmak , her 2 guruba mensup olanların ortak noktası olarak göze çarpmaktadır. 1. gurup insanların zihninde , namaz ibadetinin Muhammed (a.s) ile başladığı , hatta Cibril'in Kabe de Muhammed (a.s) a namazı öğrettiği rivayetleri doğrultusundaki düşünceler yaygın bir şekilde mevcuttur.
Bu guruptaki insanların en büyük hatası , Kur'an içinde geçen "Salat" kelimesinin anlamını sadece namaza bağlamış olmalarıdır. Rivayet kitaplarında namaz ile ilgili bilgilere baktığımızda, hayatın sadece namaz kılmak ile geçirmek gibi bir şarta bağlı olduğu gibi bir düşünce ile dini bir söylem geliştirmeye çalışıldığını görebiliriz. Allah (c.c) ve elçisine atılmış bir iftira olan miraç hadisinde 50 vakit olarak farz kılınan namazın , pazarlıkları sonucu 5. vakite indirilmiş olması bu düşüncenin nasıl bir boyuta vardığının göstergesidir.
1. gurup insanlar , "Yalnız Kur'an" diyen insanlar ile tartışırlarken , sadece hadisleri savunmak amacı ile , Kur'anda namazın olmadığını iddia etmeleri ,bu gurupta olanların da Kur'anın arka plan tarihi gibi bilgilerinden ne kadar yoksun bir halde olduğunu göstermektedir.
Namaz dediğimiz ibadetin ana rükünleri olan "Kıyam-Rüku-Secde" , insanlığın kadim ibadet şekilleri olarak Mekke müşrikleri tarafından da ifa edilmekteydi. Çünkü onlar da diğer insanlar gibi, yüce olarak bildikleri putlar önünde , o putlara olan saygılarını, insanlığın ortak ritüelleri ile ifade etmekteydiler. Onların bu ibadeti ifa ediş şekilleri aynı olmasına karşın, bu ibadeti yaptıkları Allah (c.c) değil , ona yaklaştırdıklarını umdukları putlar olup , olayı yanlış bir hale sokan durum yapılan bu ritüellerin adresinin yanlış olmasından kaynaklanmakta idi.
Olayı bu boyutun üzerinden düşündüğümüz zaman , namaz ibadeti ilk defa emredilen ve bilinmeyen bir ibadet değil , şirk bulaşmış bir ibadet olarak icra edilmekte idi , Kur'an bu ibadeti şirk olmaktan çıkararak tevhidi bir boyutu getirmiştir.
Hadis taraftarlarının , hadisleri savunmak için kullandıkları "Bana Kur'andan namazı göster" sözü , Kur'anın gerçekleri ile örtüşmeyen bir iddia olup, hadisi öne çıkarmak için ortaya atılmış bir söylemdir , Kur'anın böyle bir ibadeti emretmediği iddiasını beraberinde getirerek , bu ibadeti Muhammed (a.s) ihdas ettiği gibi bir iddiayı beraberinde getirebilme tehlikesi açısından, böyle bir söylem hatalar barındırmaktadır.
Namazın nasıl kılındığı Kur'anda değil hadislerde mevcuttur , hadisler olmazsa nasıl namaz kılardık ?.
Bu söylem yine namaz denilen ibadetin Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde bilinmediğini ve bu ibadeti ilk olarak Muhammed (a.s) ın ta'lim ettirdiği gibi bir düşüncenin ürünüdür. Halbuki Muhammed (a.s) Mekke şehrinde yaşayan bir insan olarak, elçi olduğu zamana kadar elde ettiği bir takım bilgiler mevcuttur. Namaz bu bilgilerin içinde olan bir ibadet şekli olup , elçi olmadan önce bildiği namazın aynısını , elçi olduktan sonra devam ettirmiştir.
Muhammed (a.s) ın namaz olarak ibadeti bilmesi ile bunu uygulayıp uygulamadığı konusunu , Kabe nin putlarla dolu olması ve Mekkelilerin bu putlara olan ta'zimini dikkate alarak değerlendirecek olursak , onun bu ibadeti icra etme konusunda müşrikler ile aynı duruma düşme korkusu ile geri durmuş olabileceğini söyleyebiliriz.
Burada yapılan hatalardan birisi , namazı bu günkü ilmihal bilgileri içinde değerlendirerek, aynı formda olduğu gibi bir düşünce içinde olunmasıdır. Bu gün Muhammed (a.s) gelerek yaşadığı zamanda nasıl namaz kıldığını gösterse belki bir çoğumuz ona "Böyle namaz mı olur" şeklinde bir itirazda bulunmamız mümkündür. Muhammed (a.s) namaz kılarken , elinin ayağının , geometrik olarak nasıl olacağından çok , bu namazın tevhidi bir duruş olduğunu öne çıkararak eda etmekte olduğu bu gün bir çoğumuzun aklına bile gelen bir husus değildir.
Namaz konusunda yapılan tartışmalar işin sadece fıkhi boyutu üzerinden yapılarak, elin hizası , nereden bağlanması gerektiği , işaret parmağının ne söylerken kalkacağı v.s gibi tapınaklarda icra edilen bir ritüel haline getirilmiş ve , insanları kötülükten uzaklaştıramamış olması ,bir kısım insanın tefriti düşünceler içine girmesine sebep olmuştur.
Bugün hangi kişiye "Namazı nereden öğrendiniz" diye sorsanız cevabı ,"Falan hadis kitabına bakarak öğrendim" asla olmayacaktır. Namaz kılan herkes bu namazı binlerce yıldır insanların "Ameli tevatür" olarak ifade edebileceğimiz, ortak bilgi birikimlerinin birbirlerine aktarılması yolu ile öğrenmiştir.
2. gurup insanlara gelince ; Bu insanlar Kur'anda "Namaz" adı ile bilinen ibadet olmadığını , "Salat" kelimesinin böyle bir anlamı karşılamadığını , hatta bu ibadetin icra edilmesinin "Şirk" olduğunu iddia ederek tartıştıkları insanlara "Bana Kurandan namazı göster" diyerek itirazlarda bulunmaktadırlar.
Bu guruptaki insanların en büyük hatası , Kur'anın indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan insanların sahip olduğu bir takım bilgilerin yanlışlığını hatırlatmak üzere inmiş olan bir kitap olduğunu hesaba katmamış olmalarıdır.
Örneğin ; Hacc adı ile bilinen ibadet , İbrahim (a.s) dan beri bilinen ve icra edilen bir ibadet olarak Mekkeli müşrikler tarafından icra edilmekteydi. Bu ibadet esnasından kesilen kurbanlar tevhidi bir boyuttan uzaklaşmış bir biçimde , Allah (c.c) nin isminin dışında isimler anılarak ifa edilmekteydi. Kur'an şekilsel ibadet boyutunda , Muhammed (a.s) ile başlayan yeni bir tarz asla vaz etmemiş , daha önceki vaz edilen ibadetlerin şirk haline dönüşmüş olmasını eleştirerek , onları doğru bir yöne kanalize etmeye çalışmıştır.
"Kur'anda namaz yoktur" şeklinde bir söylem , kendi düşüncesini mutlaklaştıran bir söylem olması açısından bir takım hatalar içermektedir. Kur'anı eline alarak okuyan ve okudukları ile ilgili olarak yorum yapan herkesin yapmış olduğu yorum , kendi bilgisi dahilinde Kur'andan anladıklarıdır. "Kur'an kesin böyle diyor" şeklinde bir ifade hiç bir insana verilmemiş bir yetki olup , böyle bir söylem Allah (c.c) adına konuşmak anlamına gelmektedir. Bu tür konuşma yetkisi Muhammed (a.s) ile son bulmuş bir konuşma olup , biz gibi insanların söylemeleri gereken "Benim bu konudaki fikrim bu dur" şeklinde olmalıdır.
İşlerine gelmeyen bir konu olduğu zaman Emevilere yüklenen bu insanlar (Emevileri savunduğumuz zannedilmesin), "Emeviler" diye bir iktidarı tarihi bilgilerden öğrenmelerini nasıl izah edebilirler. Eğer tek kaynak Kur'an ise neden tarihi kaynaklara müracaat etmektedirler?.
Binlerce sene önce arkeolojik kalıntılarda bulunan bazı heykel ve resimlerin, namaz içindeki şekilleri ihtiva etmesi, bu düşünce sahiplerini mal bulmuş mağribi misali sevindirerek , "İşte bak namaz müşrik ibadeti imiş" şeklinde iddialarını daha yüksek sesle getirmelerine sebep olmuştur.Arkeolojik kalıntılardaki namaz kılan şekiller , aslında bu ibadetin kadim bir ibadet olduğunu göstermesi açısından önemli bir bulgu olup , bu düşünce sahiplerinin yanlışlarını ortaya çıkarmaktadır.
"Abdest ayeti" olarak bildiğimiz , Nisa s. 43 ve Maide s. 6. ayetlerinin , Medine de nazil olmuş olması , namaz ibadetinin olmadığını savunanlar için joker olarak kullanılmaktadır. "Eğer namaz diye bir ibadet var ise , bu ayet inene kadar abdestsiz namaz mı kılındı ?" şeklinde bir soru ile zihinler bulandırılmaya çalışılmaktadır.
İnsanların yaşamları içinde kuralları , yapmaları ve yapmamaları gerekenleri koyan Allah (c.c) eğer namazdan önce yapılması gereken bir kural koymamış ise bu kuraldan insanlar mes'ul değillerdir. İlgili ayetler inene kadar kılınmış olan abdestsiz namaz , abdest emri olmadığı için herhangi bir problem teşkil etmez. Maide s. 93. te içkinin yasaklamasından önceki içilenlerin herhangi bir vebal teşkil etmediği , yine Nisa s. 23 yasaktan önce yapılanlar konusunda herhangi bir vebal olmadığı beyanlarını dikkate aldığımızda , kişinin sorumluluğu, emri duyduğu anda başlamakta ve duymadan önce yaptıkları herhangi bir cezayı gerektirmemektedir.
"Namaz" kelimesinin farsçadan gelmiş olması , bu kişilerce yine namazın ret edilmesini gerektiren bir delil olarak sunulmaktadır. "Namaste" kelimesinin , sanskritçe de "Saygı ile eğilmek" anlamına gelen bir kelime olması, yine bu ibadetin kadim bir geçmiş olduğunun açık bir delilidir. İllaki geçmesi gerekir diye bir ifade kullananlara , Nisa s. 43 ve Maide s. 6. ayetlerinde salat öncesi su ile yapılan işlemin adını sorsak "Abdest" olarak cevap verecek ve bu verdikleri cevap ise yine farsça dan gelen bir kelimedir.
Bir kavme mensup olan insanların , diğer bir kavme mensup olan insanlarla olan ilişkileri neticesinde dil alışverişi olduğu bir gerçektir. Bu gün türkçe dilini konuşurken kullandığımız bir çok kelime , Arapça , Farsça , Fransızca , İngilizce den dilimize geçen kelimeler olup, kimse bundan herhangi bir rahatsızlık duymamaktadır.
Belirli vakitlerde , abdest alınarak icra edilen ibadetin adının farsçadan veya herhangi bir yabancı dilden alınmış olmasında herhangi bir beis yoktur , bu ibadetin adı bizim dilimizde namaz değil de başka bir isim olsaydı, biz bu ibadeti o isimle anarak konuşacaktık .
"Dil" kelimesini; "Bir toplumu oluşturan kişilerin düşünce ve duygularının , o toplumda ses ve anlam bakımından geçerli ortak ögeler ve kurallardan yararlanılarak başkalarına aktarılmasını sağlayan bir araç" olarak tarif edebiliriz.
Örneğin ; Türkçe dilinde "Ağaç" kelimesi ile ifade edilen, topraktan biten yeşil yaprakları ve dalları ve gövdesi olan bitkinin adı ağaç değil de, "Cam" olarak bilinseydi biz buna "hayır bu cam değil ağaç" diyemez o objeyi cam adı ile bilirdik , dalları , gövdesi , yeşil yaprakları olan bir şeye konulan isim eğer "Cam" olsaydı mesela biz ,"Camların yaprakları döküldü" diyecek ve bununla ne denilmek istendiğini o dili konuşanlar anlayacaktı.
"Namaz" kelimesinin Farsça veya başka bir dilden olmasının önemi olmayıp , bizim o kelime ile ne anladığımız önemlidir.
"Bana Kur'andan namazı göster" diyenlerin 2. guruba dahil olanları , Kur'anın detaylı olmasını içinde namazın ilmihal bilgilerine kadar varan bir detay içinde olması gerektiği şeklinde anlatarak , "Detay yoksa demek ki namaz da yoktur" diyerek işin içinden çıkmaktadırlar.
Kur'an bize ayakkabımızı nasıl bağlamamız gerektiğini öğreten bir kitap değildir.
Kur'an yaşanmış hayatları anlatarak , yaşanan bir hayata hitap eden bir kitaptır. Hitap ettiği kitle , Kur'andaki hiç bir kelime veya hiç bir ayet ile ilgili olarak "Burada ne denilmek isteniyor?" şeklinde bir soru sormadan söylenilen sözü anında anlamıştır. Bizlerin hala "Salat" kelimesinin namazı kapsayıp kapsamadığı konusunda tartışmalar yapıyor olmamız , Kur'an ile olan bağımızın ne derece zayıf olduğunun işaretidir.
Örneğin ; Maide s. 4. ayetinde "Allah ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanlar" ibaresi , bizlere insanlığın bilgi birikiminin Kur'anda nasıl kullanıldığının bir göstergesidir. Hiç kimse kalkıp "Köpek eğitimi ile ilgili ayeti bana göster" şeklinde bir ifade kullanamaz , çünkü bu eğitim usulü , insanlığın binlerce yıl önce geliştirdiği bir usül olup , Kur'an bu sistemi bilen ve kullanan insanlara hitap ederek bu eğitimin ayrıntılarını vermeye gerek duymaz.
Sonuç olarak ; "Bana Kur'andan namazı göster" şeklinde söz kullanan 2 gurup , birbirleri ile her ne kadar zıt bir görünüş arz etmiş olsalar dahi , Kur'anın tarihi temellerini ret etmeleri veya bilmemeleri açısından aynı noktada birleşmektedirler. Kur'an bilinen ve yaşanan bilgiler üzerine bina edilmiş bir kitap olup , daha önce kimsenin bilmediği herhangi bir ibadet tarzı önermemiş , aksine bilinen ve uygulanan ibadet tarzlarını aslına döndürmeyi amaçlamıştır.
Bizler Kur'anı daha dün inmiş bir kitap olarak okumaya çalıştığımız müddetçe bu tür sorunlardan kurtularak , onun önerdiği bir yaşam sürmemiz mümkün olmayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
2. gurup "Bana Kur'andan namazı göster" diyenler ise, "Yalnız Kur'an" söylemine sahip bir kısım insan olup (Yalnız kur'an diyenlerin hepsini genellemediğimizi hatırlatmak isteriz), bu gurupta olanlar ise, Kur'anı daha önceki bilindikleri veya yaşanan hayatı dikkate almadan , bu gün inen bir kitap olarak okuyarak , bazı kelimelere yeniden anlam bindirmeye çalışarak , özellikle bu kelimelerden bir tanesi "Salat" kelimesi olup ,bu kelimenin bildiğimiz namazı kapsamadığı , Kur'anın namaz kılmayı emretmediğine dair söylemlerle yaptıkları tartışmalarda bu tür sözleri ortaya atmaktadırlar.
Bu yazımızın konusu , birbirine zıt 2 gurubun, ortak olan bu söylemini değerlendirmeye çalışmak üzerine olacaktır.
1. gurup "Bana Kur'andan namazı göster" diyenler ;
Bu guruptaki insanlar, dinlerini rivayetlerin belirleyiciliğinde anlamaya çalıştıkları için , Kur'anı öne çıkarmaya çalışan insanlarla olan tartışmalarında , "Namaz" olarak bilinen ibadetin Kur'anda olmadığı , bu ibadetin esaslarının hadislerde olduğu , dolayısı ile hadisler olmadan namaz kılınamayacağını iddia ederek, bu söylemi dillerine dolamışlardır.
Hadisler olmadan namaz kılınamaz mı ?.
Kur'anın geçmişi silmeden inen bir kitap olduğu bilgisinden yoksun olmak , her 2 guruba mensup olanların ortak noktası olarak göze çarpmaktadır. 1. gurup insanların zihninde , namaz ibadetinin Muhammed (a.s) ile başladığı , hatta Cibril'in Kabe de Muhammed (a.s) a namazı öğrettiği rivayetleri doğrultusundaki düşünceler yaygın bir şekilde mevcuttur.
Bu guruptaki insanların en büyük hatası , Kur'an içinde geçen "Salat" kelimesinin anlamını sadece namaza bağlamış olmalarıdır. Rivayet kitaplarında namaz ile ilgili bilgilere baktığımızda, hayatın sadece namaz kılmak ile geçirmek gibi bir şarta bağlı olduğu gibi bir düşünce ile dini bir söylem geliştirmeye çalışıldığını görebiliriz. Allah (c.c) ve elçisine atılmış bir iftira olan miraç hadisinde 50 vakit olarak farz kılınan namazın , pazarlıkları sonucu 5. vakite indirilmiş olması bu düşüncenin nasıl bir boyuta vardığının göstergesidir.
1. gurup insanlar , "Yalnız Kur'an" diyen insanlar ile tartışırlarken , sadece hadisleri savunmak amacı ile , Kur'anda namazın olmadığını iddia etmeleri ,bu gurupta olanların da Kur'anın arka plan tarihi gibi bilgilerinden ne kadar yoksun bir halde olduğunu göstermektedir.
Namaz dediğimiz ibadetin ana rükünleri olan "Kıyam-Rüku-Secde" , insanlığın kadim ibadet şekilleri olarak Mekke müşrikleri tarafından da ifa edilmekteydi. Çünkü onlar da diğer insanlar gibi, yüce olarak bildikleri putlar önünde , o putlara olan saygılarını, insanlığın ortak ritüelleri ile ifade etmekteydiler. Onların bu ibadeti ifa ediş şekilleri aynı olmasına karşın, bu ibadeti yaptıkları Allah (c.c) değil , ona yaklaştırdıklarını umdukları putlar olup , olayı yanlış bir hale sokan durum yapılan bu ritüellerin adresinin yanlış olmasından kaynaklanmakta idi.
Olayı bu boyutun üzerinden düşündüğümüz zaman , namaz ibadeti ilk defa emredilen ve bilinmeyen bir ibadet değil , şirk bulaşmış bir ibadet olarak icra edilmekte idi , Kur'an bu ibadeti şirk olmaktan çıkararak tevhidi bir boyutu getirmiştir.
Hadis taraftarlarının , hadisleri savunmak için kullandıkları "Bana Kur'andan namazı göster" sözü , Kur'anın gerçekleri ile örtüşmeyen bir iddia olup, hadisi öne çıkarmak için ortaya atılmış bir söylemdir , Kur'anın böyle bir ibadeti emretmediği iddiasını beraberinde getirerek , bu ibadeti Muhammed (a.s) ihdas ettiği gibi bir iddiayı beraberinde getirebilme tehlikesi açısından, böyle bir söylem hatalar barındırmaktadır.
Namazın nasıl kılındığı Kur'anda değil hadislerde mevcuttur , hadisler olmazsa nasıl namaz kılardık ?.
Bu söylem yine namaz denilen ibadetin Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde bilinmediğini ve bu ibadeti ilk olarak Muhammed (a.s) ın ta'lim ettirdiği gibi bir düşüncenin ürünüdür. Halbuki Muhammed (a.s) Mekke şehrinde yaşayan bir insan olarak, elçi olduğu zamana kadar elde ettiği bir takım bilgiler mevcuttur. Namaz bu bilgilerin içinde olan bir ibadet şekli olup , elçi olmadan önce bildiği namazın aynısını , elçi olduktan sonra devam ettirmiştir.
Muhammed (a.s) ın namaz olarak ibadeti bilmesi ile bunu uygulayıp uygulamadığı konusunu , Kabe nin putlarla dolu olması ve Mekkelilerin bu putlara olan ta'zimini dikkate alarak değerlendirecek olursak , onun bu ibadeti icra etme konusunda müşrikler ile aynı duruma düşme korkusu ile geri durmuş olabileceğini söyleyebiliriz.
Burada yapılan hatalardan birisi , namazı bu günkü ilmihal bilgileri içinde değerlendirerek, aynı formda olduğu gibi bir düşünce içinde olunmasıdır. Bu gün Muhammed (a.s) gelerek yaşadığı zamanda nasıl namaz kıldığını gösterse belki bir çoğumuz ona "Böyle namaz mı olur" şeklinde bir itirazda bulunmamız mümkündür. Muhammed (a.s) namaz kılarken , elinin ayağının , geometrik olarak nasıl olacağından çok , bu namazın tevhidi bir duruş olduğunu öne çıkararak eda etmekte olduğu bu gün bir çoğumuzun aklına bile gelen bir husus değildir.
Namaz konusunda yapılan tartışmalar işin sadece fıkhi boyutu üzerinden yapılarak, elin hizası , nereden bağlanması gerektiği , işaret parmağının ne söylerken kalkacağı v.s gibi tapınaklarda icra edilen bir ritüel haline getirilmiş ve , insanları kötülükten uzaklaştıramamış olması ,bir kısım insanın tefriti düşünceler içine girmesine sebep olmuştur.
Bugün hangi kişiye "Namazı nereden öğrendiniz" diye sorsanız cevabı ,"Falan hadis kitabına bakarak öğrendim" asla olmayacaktır. Namaz kılan herkes bu namazı binlerce yıldır insanların "Ameli tevatür" olarak ifade edebileceğimiz, ortak bilgi birikimlerinin birbirlerine aktarılması yolu ile öğrenmiştir.
2. gurup insanlara gelince ; Bu insanlar Kur'anda "Namaz" adı ile bilinen ibadet olmadığını , "Salat" kelimesinin böyle bir anlamı karşılamadığını , hatta bu ibadetin icra edilmesinin "Şirk" olduğunu iddia ederek tartıştıkları insanlara "Bana Kurandan namazı göster" diyerek itirazlarda bulunmaktadırlar.
Bu guruptaki insanların en büyük hatası , Kur'anın indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan insanların sahip olduğu bir takım bilgilerin yanlışlığını hatırlatmak üzere inmiş olan bir kitap olduğunu hesaba katmamış olmalarıdır.
Örneğin ; Hacc adı ile bilinen ibadet , İbrahim (a.s) dan beri bilinen ve icra edilen bir ibadet olarak Mekkeli müşrikler tarafından icra edilmekteydi. Bu ibadet esnasından kesilen kurbanlar tevhidi bir boyuttan uzaklaşmış bir biçimde , Allah (c.c) nin isminin dışında isimler anılarak ifa edilmekteydi. Kur'an şekilsel ibadet boyutunda , Muhammed (a.s) ile başlayan yeni bir tarz asla vaz etmemiş , daha önceki vaz edilen ibadetlerin şirk haline dönüşmüş olmasını eleştirerek , onları doğru bir yöne kanalize etmeye çalışmıştır.
"Kur'anda namaz yoktur" şeklinde bir söylem , kendi düşüncesini mutlaklaştıran bir söylem olması açısından bir takım hatalar içermektedir. Kur'anı eline alarak okuyan ve okudukları ile ilgili olarak yorum yapan herkesin yapmış olduğu yorum , kendi bilgisi dahilinde Kur'andan anladıklarıdır. "Kur'an kesin böyle diyor" şeklinde bir ifade hiç bir insana verilmemiş bir yetki olup , böyle bir söylem Allah (c.c) adına konuşmak anlamına gelmektedir. Bu tür konuşma yetkisi Muhammed (a.s) ile son bulmuş bir konuşma olup , biz gibi insanların söylemeleri gereken "Benim bu konudaki fikrim bu dur" şeklinde olmalıdır.
İşlerine gelmeyen bir konu olduğu zaman Emevilere yüklenen bu insanlar (Emevileri savunduğumuz zannedilmesin), "Emeviler" diye bir iktidarı tarihi bilgilerden öğrenmelerini nasıl izah edebilirler. Eğer tek kaynak Kur'an ise neden tarihi kaynaklara müracaat etmektedirler?.
Binlerce sene önce arkeolojik kalıntılarda bulunan bazı heykel ve resimlerin, namaz içindeki şekilleri ihtiva etmesi, bu düşünce sahiplerini mal bulmuş mağribi misali sevindirerek , "İşte bak namaz müşrik ibadeti imiş" şeklinde iddialarını daha yüksek sesle getirmelerine sebep olmuştur.Arkeolojik kalıntılardaki namaz kılan şekiller , aslında bu ibadetin kadim bir ibadet olduğunu göstermesi açısından önemli bir bulgu olup , bu düşünce sahiplerinin yanlışlarını ortaya çıkarmaktadır.
"Abdest ayeti" olarak bildiğimiz , Nisa s. 43 ve Maide s. 6. ayetlerinin , Medine de nazil olmuş olması , namaz ibadetinin olmadığını savunanlar için joker olarak kullanılmaktadır. "Eğer namaz diye bir ibadet var ise , bu ayet inene kadar abdestsiz namaz mı kılındı ?" şeklinde bir soru ile zihinler bulandırılmaya çalışılmaktadır.
İnsanların yaşamları içinde kuralları , yapmaları ve yapmamaları gerekenleri koyan Allah (c.c) eğer namazdan önce yapılması gereken bir kural koymamış ise bu kuraldan insanlar mes'ul değillerdir. İlgili ayetler inene kadar kılınmış olan abdestsiz namaz , abdest emri olmadığı için herhangi bir problem teşkil etmez. Maide s. 93. te içkinin yasaklamasından önceki içilenlerin herhangi bir vebal teşkil etmediği , yine Nisa s. 23 yasaktan önce yapılanlar konusunda herhangi bir vebal olmadığı beyanlarını dikkate aldığımızda , kişinin sorumluluğu, emri duyduğu anda başlamakta ve duymadan önce yaptıkları herhangi bir cezayı gerektirmemektedir.
"Namaz" kelimesinin farsçadan gelmiş olması , bu kişilerce yine namazın ret edilmesini gerektiren bir delil olarak sunulmaktadır. "Namaste" kelimesinin , sanskritçe de "Saygı ile eğilmek" anlamına gelen bir kelime olması, yine bu ibadetin kadim bir geçmiş olduğunun açık bir delilidir. İllaki geçmesi gerekir diye bir ifade kullananlara , Nisa s. 43 ve Maide s. 6. ayetlerinde salat öncesi su ile yapılan işlemin adını sorsak "Abdest" olarak cevap verecek ve bu verdikleri cevap ise yine farsça dan gelen bir kelimedir.
Bir kavme mensup olan insanların , diğer bir kavme mensup olan insanlarla olan ilişkileri neticesinde dil alışverişi olduğu bir gerçektir. Bu gün türkçe dilini konuşurken kullandığımız bir çok kelime , Arapça , Farsça , Fransızca , İngilizce den dilimize geçen kelimeler olup, kimse bundan herhangi bir rahatsızlık duymamaktadır.
Belirli vakitlerde , abdest alınarak icra edilen ibadetin adının farsçadan veya herhangi bir yabancı dilden alınmış olmasında herhangi bir beis yoktur , bu ibadetin adı bizim dilimizde namaz değil de başka bir isim olsaydı, biz bu ibadeti o isimle anarak konuşacaktık .
"Dil" kelimesini; "Bir toplumu oluşturan kişilerin düşünce ve duygularının , o toplumda ses ve anlam bakımından geçerli ortak ögeler ve kurallardan yararlanılarak başkalarına aktarılmasını sağlayan bir araç" olarak tarif edebiliriz.
Örneğin ; Türkçe dilinde "Ağaç" kelimesi ile ifade edilen, topraktan biten yeşil yaprakları ve dalları ve gövdesi olan bitkinin adı ağaç değil de, "Cam" olarak bilinseydi biz buna "hayır bu cam değil ağaç" diyemez o objeyi cam adı ile bilirdik , dalları , gövdesi , yeşil yaprakları olan bir şeye konulan isim eğer "Cam" olsaydı mesela biz ,"Camların yaprakları döküldü" diyecek ve bununla ne denilmek istendiğini o dili konuşanlar anlayacaktı.
"Namaz" kelimesinin Farsça veya başka bir dilden olmasının önemi olmayıp , bizim o kelime ile ne anladığımız önemlidir.
"Bana Kur'andan namazı göster" diyenlerin 2. guruba dahil olanları , Kur'anın detaylı olmasını içinde namazın ilmihal bilgilerine kadar varan bir detay içinde olması gerektiği şeklinde anlatarak , "Detay yoksa demek ki namaz da yoktur" diyerek işin içinden çıkmaktadırlar.
Kur'an bize ayakkabımızı nasıl bağlamamız gerektiğini öğreten bir kitap değildir.
Kur'an yaşanmış hayatları anlatarak , yaşanan bir hayata hitap eden bir kitaptır. Hitap ettiği kitle , Kur'andaki hiç bir kelime veya hiç bir ayet ile ilgili olarak "Burada ne denilmek isteniyor?" şeklinde bir soru sormadan söylenilen sözü anında anlamıştır. Bizlerin hala "Salat" kelimesinin namazı kapsayıp kapsamadığı konusunda tartışmalar yapıyor olmamız , Kur'an ile olan bağımızın ne derece zayıf olduğunun işaretidir.
Örneğin ; Maide s. 4. ayetinde "Allah ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanlar" ibaresi , bizlere insanlığın bilgi birikiminin Kur'anda nasıl kullanıldığının bir göstergesidir. Hiç kimse kalkıp "Köpek eğitimi ile ilgili ayeti bana göster" şeklinde bir ifade kullanamaz , çünkü bu eğitim usulü , insanlığın binlerce yıl önce geliştirdiği bir usül olup , Kur'an bu sistemi bilen ve kullanan insanlara hitap ederek bu eğitimin ayrıntılarını vermeye gerek duymaz.
Sonuç olarak ; "Bana Kur'andan namazı göster" şeklinde söz kullanan 2 gurup , birbirleri ile her ne kadar zıt bir görünüş arz etmiş olsalar dahi , Kur'anın tarihi temellerini ret etmeleri veya bilmemeleri açısından aynı noktada birleşmektedirler. Kur'an bilinen ve yaşanan bilgiler üzerine bina edilmiş bir kitap olup , daha önce kimsenin bilmediği herhangi bir ibadet tarzı önermemiş , aksine bilinen ve uygulanan ibadet tarzlarını aslına döndürmeyi amaçlamıştır.
Bizler Kur'anı daha dün inmiş bir kitap olarak okumaya çalıştığımız müddetçe bu tür sorunlardan kurtularak , onun önerdiği bir yaşam sürmemiz mümkün olmayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
29 Aralık 2015 Salı
Haşr s. 7. Ayeti : Resul'un Verdiğini Almak Nehyettiğinden Sakınmak
Kur'an okumalarında yapılan en önemli hatalardan birisinin , ihdas edilmiş olan bir takım fikir ve düşüncelere bu kitap içinden delil bulmak maksadı ile yapılan okumalar olduğunu, bundan önceki bir çok yazımızda belirtmeye çalışarak bu yanlışları ortaya koymaya çalışmıştık. Bu yazımızda aynı yanlışa kurban gittiğini düşündüğümüz Haşr. 7. ayetinin üzerinde durmaya gayret edeceğiz.
Muhammed (a.s) ın elçilik görevinin nasıl bir zemin üzerine oturtulması gerektiği konusu, yüz yıllardır biz Müslümanlar arasında ihtilaf edilen konulardan birisi olarak hala yerini korumaktadır. Ehli hadis düşüncesinin hakim olduğu Müslümanlar arasında yaygın olan kanaat , Muhammed (a.s) ın aynı Allah (c.c) gibi din konusunda hükümler vaaz edebilme yetkisine sahip olduğu , onun yasaklarının ve emirlerinin tıpkı Allah (c.c) nin emir ve yasağı gibi kabul edilmesi gerektiğidir.
Bu düşüncenin oturtulması için gerekli zemin, bazı Kur'an ayetlerinin bu düşüncenin delili olarak sayılması şeklinde okunarak hazırlanmaya çalışılmış , bu çerçevede Haşr s. 7. ayeti içinden sadece bir cümle alınarak , "İşte bak delil" diye sunulduğu , konu ile ilgili olanların malumudur.
[059.007] Kasabalar halkından, Allah'ın Rasulüne fey' olarak verdiği; Allah, peygamber, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalanlar içindir. Ta ki içinizden zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Resul, size ne verirse onu alın, neden de nehyederse ondan sakının. Ve Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah; azabı şiddetli olandır.
Muhammed (a.s) ın haram-helal koyma yetkisinin olduğunu iddia edenlerin dayandığı ayet bu olup sadece ayet içindeki "Resul, size ne verirse onu alın, neden de nehyederse ondan sakının." cümlesi alınarak konu ile alakalı bir delil olarak sunulmaya çalışılmaktadır.
Haşr s. 7. ayetinin , aynı surenin 2. ayetinden başlanarak 10. ayetine kadar giden bir bağlam dahilinde okunarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Bağlam gözetilmeden sadece tek bir ayet içindeki cümle alınarak , delil olarak sunulması ilgili konuda yapılan ön yargılı bir okumanın örneğinden başka bir şey olamaz.
Surenin 2. ayetinden başlayarak okuduğumuzda konu kendiliğinden aydınlanacaktır.
[059.002] Kitap ehlinden inkarcı olanları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Oysa ey inananlar! Çıkacaklarını sanmamıştınız, onlar da, kalelerinin kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı onlara beklemedikleri yerden geldi, kalblerine korku saldı; evlerini kendi elleriyle ve inananların elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri! Ders alın.
[059.003] Allah onlara sürülmeyi yazmamış olsaydı, dünyada başka şekilde azap verecekti. Ahirette onlara ateş azabı vardır.
[059.004] Bu; onların Allah'a ve Rasulüne karşı gelmelerinden ötürüdür. Her kim Allah'a karşı gelirse; muhakkak ki Allah, azabı şiddetli olandır.
[059.005] Hurma ağaçlarından her hangi bir şey kesmeniz veya kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve O'nun, yoldan çıkanları cezalandırması içindir.
[059.006] Onlardan Allah'ın resulune verdiği «fey'e» gelince, ki siz buna karşı (bunu elde etmek için) ne at, ne deve sürdünüz. Ancak Allah, kendi elçilerini dilediklerinin üstüne musallat kılar. Allah, her şeye güç yetirendir.
[059.007] Kasabalar halkından, Allah'ın Rasulüne fey' olarak verdiği; Allah, peygamber, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalanlar içindir. Ta ki içinizden zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Resul, size ne verirse onu alın, neden de nehyederse ondan sakının. Ve Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah; azabı şiddetli olandır.
[059.008] Yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan, Allah'tan bir lutuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden fakir muhacirler içindir. İşte bunlar, sadıkların kendileridir.
[059.009] Onlardan önce o diyarı yurt edinmiş ve göğüslerine imanı yerleştirmiş olanlar; kendilerine hicret edip gelenleri severler. Ve onlara verilenlerden ötürü içlerinde bir çekememezlik duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları, kendilerine tercih ederler. Her kim nefsinin tamahkarlığından korunabilmişse; işte onlar, felaha erenlerin kendileridir.
[059.010] Onlardan sonra gelenler: «Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma; Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin» derler.
Ayetleri bu bağlam içinde okuduğumuzda , Müslümanların , Ehli kitaba mensup bir gurubu yurtlarından çıkararak , onlardan ele geçen ganimet mallarının kimlere dağıtılacağı konusundaki , Allah (c.c) nin dağıtım emrini görmekteyiz.
Ganimet paylaşımında, Mekke den sadece Allah (c.c) nin rızasını isteyerek, Medine ye hicret etmiş olanlara öncelik tanınması gerektiği, 7. ayet sonrasındaki ayetlerde göze çarpmakta olup , bu paylaşım konusunda Medineli Müslümanların örnek bir özveride bulunduklarını görmekteyiz.
Mekke den her şeylerini geride bırakarak hicret ederek, ihtiyaç sahibi durumuna düşen muhacirler , bu galibiyet sonrası alınan ganimetlerden kendilerine öncelik tanınarak , Medineli Müslümanlardan biraz daha fazla pay almak sureti ile ekonomik olarak nefes alır duruma gelmişlerdir.
[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.
İnsanın mala olan düşkünlüğünün fıtri bir durum olduğu herkesin malumudur. Müslüman bile olsa , hak ettiğini düşündüğü bir malın başka birine verilmesi , kişiyi rahatsız edebilir. İşte bu durumu dikkate alarak 7. ayeti okumaya çalıştığımızda , Resulun yapacağı bu dağıtıma kimsenin itiraz etmemesi , ve onun yaptığı ganimet dağıtımının Allah (c.c) nin rızası dahilinde olduğu hatırlatılmaktadır.
Mekkeli muhacirlere öncelik tanıyan ganimet dağılımı, her zaman olması gereken bir durum değil , gerektiğinde baş vurulması gereken bir yöntem olarak evrensel bir mesaj taşımaktadır. Bizler ayetleri sadece rivayetleri kotarmak , veya Muhammed (a.s) a Allah (c.c) nin verdiği görev ve yetkiden fazlasını vermek için okumaya çalışırsak , Kur'an rahmet ve hidayet olmaktan çıkarak sadece noter haline gelmiş bir kitaba dönüşecektir.
Bizler ilgili ayetleri sadece içinden bir cümleyi almadan ön yargısız , ve bize dönük nasıl bir mesaj taşımakta olduğu düşüncesi ile okuduğumuz zaman ayetlerden şu mesajı çıkarabiliriz ;
Ayetler içinden tek bir kelime alınarak okunması gerekirse o kelime 9. ayet içinde geçen "İsar" kelimesinden başka bir kelime olamaz. Çünkü bu kelime ilgili ayetlerin bel kemiğini oluşturmaktadır. Anlam olarak , "Kendisinin ihtiyacı olduğu halde , kardeşini önceleyerek özveri de bulunmak" anlamına gelen "İsar" kelimesi , bu özverinin Medineli ensar ile , Mekkeli muhacir arasında nasıl hayata yansıtıldığının örnekliğidir.
Bu ayetler ile ,herhangi bir zaman ve mekanda ilgili ayetlerdeki durum karşımıza çıktığı takdirde , nasıl davranılması gerektiği bizlere öğretilmektedir. Dün Medineli ve Mekkeli ler arasında oluşan bu kardeşlik duygusunun , gereğinin hayata geçirilmesi , bu gün yine gerekli bir durum iken, maalesef kavmiyet asabiyeti ortaya çıkarak bu yardımlaşma ve özveri gereği gibi yapılamamaktadır.
Dün Medine de hem elçi hem devlet başkanı olarak hayatta olan Muhammed (a.s) ın bu gün hayatta olmayışı, onun şimdi nasıl bir konumda olması gerektiği konusunda bir takım farklı anlayışları ortaya çıkarmıştır. Dün Medine de ganimet dağılımı konusunda ilk ağızdan ve herhangi bir rivayet zinciri olmadan verdiği talimatların uygulanması, onun ağzından çıkan sözlerin emir olarak telakki edilmesini gerektirmesine karşın , durum bugün farklılık arz etmektedir.
Medine de Allah (c.c) adına konuşan bir elçi var iken , bu gün böyle bir elçinin yerine, onun söylediği rivayet edilen sözler bulunmakta olup , hayatta iken söylediği sözler ile , vefatından sonra onun söylediği rivayet edilen sözleri aynı kefeye koymak doğru bir yaklaşım değildir.
[004.059] Ey iman edenler; Allah'a itaat edin. Rasule ve sizden olan emir sahiblerine itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz; Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız onun hallini Allah'a ve Rasulüne bırakın. Bu; hem hayırlı hem de netice itibariyle daha güzeldir.
Her toplulukta olduğu gibi , İslam toplumunda da kurallar üzerine yaşama şartı , yöneten ve yönetilen şeklinde bir tabakanın olmasını gerektirmektedir. Bir toplumdaki bütün insanlar ne sadece yönetici ne de sadece yönetilen olabilir, bir kısmı yönetici olan insanların , diğer bir kısmı yönetilen olarak, yöneticilerin koyduğu kurallara yönetenler de dahil olmak üzere tabi olmak zorundadır, bu zorunluluk toplumun selameti için gerekli bir durumdur.
Nisa s. 59. ayetinin bu durum dikkate alınarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz."Ulul emr" olarak ayette geçen sıfata sahip kişiler, toplumu Allah (c.c) nin emirleri ve yasakları doğrultusunda yönetmek , yönetilenlerin ise bu yönetime uymak zorunluluğu vardır.
Muhammed (a.s) elçilik görevine ilaveten, emir sahibi olarak yaptığı göreve karşı , sahabenin tutumu bizler için örnek bir tutum olmalıdır. Muhammed (a.s) elçi olarak , Rabbi tarafından kendisine verilen görevi ifa etmesinin yanısıra , yaşadığı zaman içinde o toplumun başında bir emir sahibi olarak görev yapmakta idi. Onun Kur'an harici koymuş olduğu iddia edilen bir takım yasaklamalar , işte bu emir sahibi olmasından kaynaklanan tasarrufların neticesindedir.
Mekkeli muhacirlerin ihtiyaçları dikkate alınarak , Medineli ensardan daha fazla ganimetten pay almaları emir sahibi olan elçinin emri ile gerçekleşmiş ve bu paylaşıma kimse itiraz edememiştir. Bu gün aynı durum hasıl olduğunda, böyle bir taksimatın yapılması gene gerekecek ve , "Ulul emr" sıfatına sahip bir yönetici tarafından yapılan taksimata asla itiraz edilmemesi gerekecektir.
Muhammed (a.s) ın hayatta iken yapmış olduğu tasarrufların nasıl değerlendirilmesi gerektiği bu noktada önem arz etmektedir. Örneğin ; Hayber kuşatmasında ehli eşeklerin etinin yenmesini yasaklamış olduğuna dair getirilen rivayetlerin temelinde , ehli eşeklerin askeri nakliye amacıyla kullanılması ve bunların kesilerek yenmesi neticesinde, nakliye sorunları ile karşı karşıya kalınacağı tehlikesine binaen, böyle bir yasaklama getirilmiş olmasına rağmen , bu rivayette ki yasaklama, sanki Kur'anın yasağı imiş gibi algılanarak, ehli eşeklerin yenmesinin, kıyamete kadar sürecek bir haram olduğu zannı ortaya atılmıştır.
Muhammed (a.s) Kur'an haricinde ve kıyamete kadar Kur'an gibi bağlayıcılığı olan hiç bir hüküm koymamıştır koymaz da, koymuş olduğunu iddia edenler , Ya Muhammed (a.s) ı ilah seviyesine , ya Allah (c.c) yi kul düzeyine indirmiştir , bunun 3. bir şıkkı yoktur.
"Resul" olmanın , Allah (c.c) ye denk bir konum olmadığı biz Müslümanlar anlaşılmadığı müddetçe , yüzyıllardır süren bu kavgaların arkası kesilmeyecek , daha da şiddetlenerek devam edecektir. Resul olmak demek,yeryüzünde Allah (c.c) adına konuşan insan anlamında olup , bu insanlar kendi adlarına herhangi bir söz söyleme yetkisine sahip değillerdir.
Sonuç olarak ; Haşr s. 7. ayeti parçacı bir okumaya kurban edilerek , Muhammed (a.s) ın aynen Kur'an gibi haram-helal koyma yetkisinin olduğu yönünde oluşturulan bir algıya dayanak olarak sunulmuştur. Halbuki bağlam gözetilerek yapılan ön yargısız bir okumada , ganimet dağılımı konusunda Mekkeli muhacirlere tanınan önceliğin, Medineli ensar tarafından nasıl karşılandığı anlatılarak, evrensel bir örneklik olarak bizlere sunulmuş olması maalesef örtülerek farklı bir anlayış çıkarılmıştır.
Kur'an kimilerinin, ön yargılarını kabul ettirmek için okumaya çalıştığı , ayetlerinin istenildiği yerden kesilerek okunduğu bir kitap olarak kaldığı müddetçe , onun mesajının anlaşılması ve hayata yansıtılması gibi bir durumun hasıl olması asla mümkün olmayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Muhammed (a.s) ın elçilik görevinin nasıl bir zemin üzerine oturtulması gerektiği konusu, yüz yıllardır biz Müslümanlar arasında ihtilaf edilen konulardan birisi olarak hala yerini korumaktadır. Ehli hadis düşüncesinin hakim olduğu Müslümanlar arasında yaygın olan kanaat , Muhammed (a.s) ın aynı Allah (c.c) gibi din konusunda hükümler vaaz edebilme yetkisine sahip olduğu , onun yasaklarının ve emirlerinin tıpkı Allah (c.c) nin emir ve yasağı gibi kabul edilmesi gerektiğidir.
Bu düşüncenin oturtulması için gerekli zemin, bazı Kur'an ayetlerinin bu düşüncenin delili olarak sayılması şeklinde okunarak hazırlanmaya çalışılmış , bu çerçevede Haşr s. 7. ayeti içinden sadece bir cümle alınarak , "İşte bak delil" diye sunulduğu , konu ile ilgili olanların malumudur.
[059.007] Kasabalar halkından, Allah'ın Rasulüne fey' olarak verdiği; Allah, peygamber, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalanlar içindir. Ta ki içinizden zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Resul, size ne verirse onu alın, neden de nehyederse ondan sakının. Ve Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah; azabı şiddetli olandır.
Muhammed (a.s) ın haram-helal koyma yetkisinin olduğunu iddia edenlerin dayandığı ayet bu olup sadece ayet içindeki "Resul, size ne verirse onu alın, neden de nehyederse ondan sakının." cümlesi alınarak konu ile alakalı bir delil olarak sunulmaya çalışılmaktadır.
Haşr s. 7. ayetinin , aynı surenin 2. ayetinden başlanarak 10. ayetine kadar giden bir bağlam dahilinde okunarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Bağlam gözetilmeden sadece tek bir ayet içindeki cümle alınarak , delil olarak sunulması ilgili konuda yapılan ön yargılı bir okumanın örneğinden başka bir şey olamaz.
Surenin 2. ayetinden başlayarak okuduğumuzda konu kendiliğinden aydınlanacaktır.
[059.002] Kitap ehlinden inkarcı olanları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Oysa ey inananlar! Çıkacaklarını sanmamıştınız, onlar da, kalelerinin kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı onlara beklemedikleri yerden geldi, kalblerine korku saldı; evlerini kendi elleriyle ve inananların elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri! Ders alın.
[059.003] Allah onlara sürülmeyi yazmamış olsaydı, dünyada başka şekilde azap verecekti. Ahirette onlara ateş azabı vardır.
[059.004] Bu; onların Allah'a ve Rasulüne karşı gelmelerinden ötürüdür. Her kim Allah'a karşı gelirse; muhakkak ki Allah, azabı şiddetli olandır.
[059.005] Hurma ağaçlarından her hangi bir şey kesmeniz veya kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve O'nun, yoldan çıkanları cezalandırması içindir.
[059.006] Onlardan Allah'ın resulune verdiği «fey'e» gelince, ki siz buna karşı (bunu elde etmek için) ne at, ne deve sürdünüz. Ancak Allah, kendi elçilerini dilediklerinin üstüne musallat kılar. Allah, her şeye güç yetirendir.
[059.007] Kasabalar halkından, Allah'ın Rasulüne fey' olarak verdiği; Allah, peygamber, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalanlar içindir. Ta ki içinizden zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Resul, size ne verirse onu alın, neden de nehyederse ondan sakının. Ve Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah; azabı şiddetli olandır.
[059.008] Yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan, Allah'tan bir lutuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden fakir muhacirler içindir. İşte bunlar, sadıkların kendileridir.
[059.009] Onlardan önce o diyarı yurt edinmiş ve göğüslerine imanı yerleştirmiş olanlar; kendilerine hicret edip gelenleri severler. Ve onlara verilenlerden ötürü içlerinde bir çekememezlik duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları, kendilerine tercih ederler. Her kim nefsinin tamahkarlığından korunabilmişse; işte onlar, felaha erenlerin kendileridir.
[059.010] Onlardan sonra gelenler: «Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma; Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin» derler.
Ayetleri bu bağlam içinde okuduğumuzda , Müslümanların , Ehli kitaba mensup bir gurubu yurtlarından çıkararak , onlardan ele geçen ganimet mallarının kimlere dağıtılacağı konusundaki , Allah (c.c) nin dağıtım emrini görmekteyiz.
Ganimet paylaşımında, Mekke den sadece Allah (c.c) nin rızasını isteyerek, Medine ye hicret etmiş olanlara öncelik tanınması gerektiği, 7. ayet sonrasındaki ayetlerde göze çarpmakta olup , bu paylaşım konusunda Medineli Müslümanların örnek bir özveride bulunduklarını görmekteyiz.
Mekke den her şeylerini geride bırakarak hicret ederek, ihtiyaç sahibi durumuna düşen muhacirler , bu galibiyet sonrası alınan ganimetlerden kendilerine öncelik tanınarak , Medineli Müslümanlardan biraz daha fazla pay almak sureti ile ekonomik olarak nefes alır duruma gelmişlerdir.
[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.
İnsanın mala olan düşkünlüğünün fıtri bir durum olduğu herkesin malumudur. Müslüman bile olsa , hak ettiğini düşündüğü bir malın başka birine verilmesi , kişiyi rahatsız edebilir. İşte bu durumu dikkate alarak 7. ayeti okumaya çalıştığımızda , Resulun yapacağı bu dağıtıma kimsenin itiraz etmemesi , ve onun yaptığı ganimet dağıtımının Allah (c.c) nin rızası dahilinde olduğu hatırlatılmaktadır.
Mekkeli muhacirlere öncelik tanıyan ganimet dağılımı, her zaman olması gereken bir durum değil , gerektiğinde baş vurulması gereken bir yöntem olarak evrensel bir mesaj taşımaktadır. Bizler ayetleri sadece rivayetleri kotarmak , veya Muhammed (a.s) a Allah (c.c) nin verdiği görev ve yetkiden fazlasını vermek için okumaya çalışırsak , Kur'an rahmet ve hidayet olmaktan çıkarak sadece noter haline gelmiş bir kitaba dönüşecektir.
Bizler ilgili ayetleri sadece içinden bir cümleyi almadan ön yargısız , ve bize dönük nasıl bir mesaj taşımakta olduğu düşüncesi ile okuduğumuz zaman ayetlerden şu mesajı çıkarabiliriz ;
Ayetler içinden tek bir kelime alınarak okunması gerekirse o kelime 9. ayet içinde geçen "İsar" kelimesinden başka bir kelime olamaz. Çünkü bu kelime ilgili ayetlerin bel kemiğini oluşturmaktadır. Anlam olarak , "Kendisinin ihtiyacı olduğu halde , kardeşini önceleyerek özveri de bulunmak" anlamına gelen "İsar" kelimesi , bu özverinin Medineli ensar ile , Mekkeli muhacir arasında nasıl hayata yansıtıldığının örnekliğidir.
Bu ayetler ile ,herhangi bir zaman ve mekanda ilgili ayetlerdeki durum karşımıza çıktığı takdirde , nasıl davranılması gerektiği bizlere öğretilmektedir. Dün Medineli ve Mekkeli ler arasında oluşan bu kardeşlik duygusunun , gereğinin hayata geçirilmesi , bu gün yine gerekli bir durum iken, maalesef kavmiyet asabiyeti ortaya çıkarak bu yardımlaşma ve özveri gereği gibi yapılamamaktadır.
Dün Medine de hem elçi hem devlet başkanı olarak hayatta olan Muhammed (a.s) ın bu gün hayatta olmayışı, onun şimdi nasıl bir konumda olması gerektiği konusunda bir takım farklı anlayışları ortaya çıkarmıştır. Dün Medine de ganimet dağılımı konusunda ilk ağızdan ve herhangi bir rivayet zinciri olmadan verdiği talimatların uygulanması, onun ağzından çıkan sözlerin emir olarak telakki edilmesini gerektirmesine karşın , durum bugün farklılık arz etmektedir.
Medine de Allah (c.c) adına konuşan bir elçi var iken , bu gün böyle bir elçinin yerine, onun söylediği rivayet edilen sözler bulunmakta olup , hayatta iken söylediği sözler ile , vefatından sonra onun söylediği rivayet edilen sözleri aynı kefeye koymak doğru bir yaklaşım değildir.
[004.059] Ey iman edenler; Allah'a itaat edin. Rasule ve sizden olan emir sahiblerine itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz; Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız onun hallini Allah'a ve Rasulüne bırakın. Bu; hem hayırlı hem de netice itibariyle daha güzeldir.
Her toplulukta olduğu gibi , İslam toplumunda da kurallar üzerine yaşama şartı , yöneten ve yönetilen şeklinde bir tabakanın olmasını gerektirmektedir. Bir toplumdaki bütün insanlar ne sadece yönetici ne de sadece yönetilen olabilir, bir kısmı yönetici olan insanların , diğer bir kısmı yönetilen olarak, yöneticilerin koyduğu kurallara yönetenler de dahil olmak üzere tabi olmak zorundadır, bu zorunluluk toplumun selameti için gerekli bir durumdur.
Nisa s. 59. ayetinin bu durum dikkate alınarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz."Ulul emr" olarak ayette geçen sıfata sahip kişiler, toplumu Allah (c.c) nin emirleri ve yasakları doğrultusunda yönetmek , yönetilenlerin ise bu yönetime uymak zorunluluğu vardır.
Muhammed (a.s) elçilik görevine ilaveten, emir sahibi olarak yaptığı göreve karşı , sahabenin tutumu bizler için örnek bir tutum olmalıdır. Muhammed (a.s) elçi olarak , Rabbi tarafından kendisine verilen görevi ifa etmesinin yanısıra , yaşadığı zaman içinde o toplumun başında bir emir sahibi olarak görev yapmakta idi. Onun Kur'an harici koymuş olduğu iddia edilen bir takım yasaklamalar , işte bu emir sahibi olmasından kaynaklanan tasarrufların neticesindedir.
Mekkeli muhacirlerin ihtiyaçları dikkate alınarak , Medineli ensardan daha fazla ganimetten pay almaları emir sahibi olan elçinin emri ile gerçekleşmiş ve bu paylaşıma kimse itiraz edememiştir. Bu gün aynı durum hasıl olduğunda, böyle bir taksimatın yapılması gene gerekecek ve , "Ulul emr" sıfatına sahip bir yönetici tarafından yapılan taksimata asla itiraz edilmemesi gerekecektir.
Muhammed (a.s) ın hayatta iken yapmış olduğu tasarrufların nasıl değerlendirilmesi gerektiği bu noktada önem arz etmektedir. Örneğin ; Hayber kuşatmasında ehli eşeklerin etinin yenmesini yasaklamış olduğuna dair getirilen rivayetlerin temelinde , ehli eşeklerin askeri nakliye amacıyla kullanılması ve bunların kesilerek yenmesi neticesinde, nakliye sorunları ile karşı karşıya kalınacağı tehlikesine binaen, böyle bir yasaklama getirilmiş olmasına rağmen , bu rivayette ki yasaklama, sanki Kur'anın yasağı imiş gibi algılanarak, ehli eşeklerin yenmesinin, kıyamete kadar sürecek bir haram olduğu zannı ortaya atılmıştır.
Muhammed (a.s) Kur'an haricinde ve kıyamete kadar Kur'an gibi bağlayıcılığı olan hiç bir hüküm koymamıştır koymaz da, koymuş olduğunu iddia edenler , Ya Muhammed (a.s) ı ilah seviyesine , ya Allah (c.c) yi kul düzeyine indirmiştir , bunun 3. bir şıkkı yoktur.
"Resul" olmanın , Allah (c.c) ye denk bir konum olmadığı biz Müslümanlar anlaşılmadığı müddetçe , yüzyıllardır süren bu kavgaların arkası kesilmeyecek , daha da şiddetlenerek devam edecektir. Resul olmak demek,yeryüzünde Allah (c.c) adına konuşan insan anlamında olup , bu insanlar kendi adlarına herhangi bir söz söyleme yetkisine sahip değillerdir.
Sonuç olarak ; Haşr s. 7. ayeti parçacı bir okumaya kurban edilerek , Muhammed (a.s) ın aynen Kur'an gibi haram-helal koyma yetkisinin olduğu yönünde oluşturulan bir algıya dayanak olarak sunulmuştur. Halbuki bağlam gözetilerek yapılan ön yargısız bir okumada , ganimet dağılımı konusunda Mekkeli muhacirlere tanınan önceliğin, Medineli ensar tarafından nasıl karşılandığı anlatılarak, evrensel bir örneklik olarak bizlere sunulmuş olması maalesef örtülerek farklı bir anlayış çıkarılmıştır.
Kur'an kimilerinin, ön yargılarını kabul ettirmek için okumaya çalıştığı , ayetlerinin istenildiği yerden kesilerek okunduğu bir kitap olarak kaldığı müddetçe , onun mesajının anlaşılması ve hayata yansıtılması gibi bir durumun hasıl olması asla mümkün olmayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
28 Aralık 2015 Pazartesi
Çocuk Sünnetinin Haram Olduğu İddiasının Nisa s.119. Ayetine Dayandırılması Hakkında Bir Mülahaza
Son yıllarda Kur'anın öne çıkması ile ortaya çıkan ve geleneksel düşünce içinde tabu olarak bilinen bazı konuların sorgulanmaya başlanmasının , olumlu ve olumsuzlukları beraberinde getirdiğini söyleyebiliriz. Geleneksel düşüncenin tabularından olan, Kur'anın herkes tarafından anlaşılamayacağı , onun anlaşılmasının eski tefsirciler , veya markalaşmış isme sahip olan bir takım zevatın tekelinde yani "Havas" denilen kişilerde olduğu , "Avam" denilen biz halk tabakasına düşen görevin , bu kimselerin Kur'an hakkındaki söylediklerine tabi olmaktan başka yol olmadığı iddiaları yaygın bir düşüncedir.
Kur'anın "Havas" denilen gurubun tekelinden alınarak , "Avam" denilen bizlerin eline geçmesi ile birlikte, bir takım olumsuzluklar ortaya çıkmıştır. Özellikle bir şeyin helal veya haram olmasının nasıl bir gerekçeye dayanması gerektiği konusunda bir takım kişilerin yaptığı bazı çıkarımlar "Bu kadar da olmaz" dedirtecek cinstendir.
Çocukların sünnet edilmesi , bizler için çok önemli bir mesele olup , sünnet işleminin görkemli törenler yapılarak gerçekleştirildiği yine malum olan bir konudur. Kur'anın öne çıkması ile birlikte , çocuklara uygulanan bu işlemin, "Haram" ve "Şirk" işlemek olduğu gibi düşüncelerin ortaya atıldığını müşahede etmekteyiz. Bu yazımızda, bu konu ve delil olarak getirilen ayet üzerinde durmaya çalışarak , bu işlemin nasıl konuma sahip olabileceği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Çocuk sünnetinin haram olduğuna dair delil getirilen Nisa s. 119. ayetinin meali şöyledir;
[004.119] Onları mutlaka saptıracağım, olmayacak kuruntulara boğacağım. Onlara emredeceğim; davarların kulaklarını yaracaklar, emredeceğim; Allah'ın yaratışını değiştirecekler. Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinen kimse; şüphesiz açıktan açığa kayba uğramıştır.
Çocuk sünnetinin "Haram" , çocuklarını sünnet ettirenlerin "Şirk" işlediğine dair getirilen delil bu ayet olup, bu delilin sağlıklı bir delil olmadığını düşünmekteyiz şöyle ki ;
Bir şeye "Haram" hükmünü koymak için , o konuda Kur'an içinde bulunan bilgilerin "Subutu ve delaleti kat'i" olması gerekmektedir. Örneğin ; Domuz etinin haramlığı konusunda kimsenin itiraz olmaması gibi , çünkü bu konuda "Subutu ve delaleti kat'i" olan bir nas mevcuttur. Çocuk sünnetinin haram olduğuna dair getirilen bu ayet , o konuda "Haram" hükmü vermek için gerekli olan şartları sağlaMAmaktadır.
Ancak bu konuda yapılan önemli bir hata ve çelişkiye dikkat çekmek istiyoruz.
Bir konuda "Haram" şeklinde bir hüküm koymak yetkisi sadece ve sadece Allah (c.c) ye ait olup , Muhammed (a.s) dahil kimsenin din konusunda böyle bir hüküm koyma yetkisi yoktur. Açık ve net bir nas olmadan bu konu için "Haram" hükmü getirilmesi Allah (c.c) adına konuşmak anlamına gelip , bir kul olarak kimseye verilmeyen yetkiyi gasp etmek anlamına gelmektedir.
Bu konuda Nisa s. 119. ayetinin üzerinden yapılan delil çıkarma çalışması , "Kıyas" yapmak şeklinde bir çalışmanın ürünü olup , bu çalışma yöntemi, özellikle kendisini Kur'ana nispet ederek "Tek kaynak Kur'an" diyenler için "Ehli sünnet" kaynaklarının üzerinden yapılan bir çıkarım çalışmasıdır. Ehli sünnet akidesine göre din de kaynak "Kitap-Sünnet-İcma-KIYAS" şeklinde sıralanmış olup 4. sıradaki kaynak , kendisini "Ehli kur'an" olarak niteleyenlerin çocuk sünnetinin haramlığı konusunda başvurduğu bir kaynak olarak, çelişkili bir durum arz etmektedir.
Kendisini Kur'ana nispet eden bir kısım insanın , namaz konusunda "Kur'anda açık ve net bilgi bulamıyoruz" diyerek namazı red etmesi , çocuk sünneti konusunda bu kadar açık ve net bilgiyi nasıl bularak buna "Haram" fetvası verdikleri, kendilerinin bu konulardaki yanlı ve çarpık bakışın bir göstergesi olarak karşımızdadır.
[016.116] Dillerinizin yalan vasfetmesi ile: «Şu helaldir, şu haramdır» demeyin; aksi halde Allah'a iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah'a yalan uyduranlar asla kurtulamazlar.
Eşyada asıl olan helallik tir , aksine bir hüküm olmadıkça hiç bir şey için"Bu haramdır" denilemez.
"Kur'an ehli" olduklarını iddia eden bir kısım kişilerin, özellikle kendisini "Hadis ehli" olarak tanıtan kişilerle olan tartışmalarında kullandıkları bir ayet olan, Nahl s. 116. ayetinin kendileri için bir mesaj taşıyıp taşımadığını "Çocuk sünneti haramdır" şeklinde bir söylemi dile getirirken dikkate almaları gerekmektedir. Çünkü böyle bir hüküm vermekle kendileri ,"Allah adına konuşmak" gibi bir görevi yüklenmiş hale gelmektedirler , böyle bir yetkiyi sadece elçiler yüklenmiş olup , onlar dışında hiç bir beşerin böyle bir yetkisi yoktur.
Ayrıca ortaya şöyle bir trajikomik durum ortaya çıkmaktadır; "Mezhep" ve "içtihat" kelimeleri konuşulduğu zaman , elektirik çarpmışa dönün bir kısım insan , "Çocukları sünnet ettirmek haram ve şirktir" şeklinde bir hükümde bulunduğu zaman , bu söylemin içtihadi bir çalışmanın ürünü ve mezhebi bir yorum olduğunun farkında bile değildir. Her fırsatta "Mezhepler şirktir" şeklinde bir iddiayı dile getirenler kendileri bu şirkin !!! içine düşmektedirler.
Yaptıkları iş, geçmişteki mezhep sahiplerinin , hükmü bulunmayan bir konuda hüküm çıkarma çalışmasının literatürdeki adı olan "İçtihat" olup ,ve bu çalışma ile varılan sonucun adının "Mezhep" olmasından başka bir şey değildir. Çünkü böyle bir çıkarımın mutlaklaştırılıp, nihai ve kesin sonuç olarak sunulması gibi bir durum asla söz konusu olamayacağı için , yapılan çalışmada hata payı olma ihtimali ve başkalarını bu görüşe karşı bir görüş sunma hakları vardır.
Çocuk sünneti çok eski zamanlardan beri uygulanan bir yöntem olup , bu yöntem Yahudiler tarafından da uygulanan ve İbrahim (a.s) a dayandırılan bir işlemdir. Tarihte sünnet olma adetini ilk defa İbrahim (a.s) ın uyguladığını iddia etmek bile bizi yanıltabilir. Eğer böyle bir işlemi İbrahim (a.s) uyguladı ise, bu uygulamanın bilinen bir uygulama olduğu için yaptığını söyleyebiliriz.
Kur'anın nazil olduğu zaman içinde, Nisa s. 119. ayetinde gördüğümüz , "Hayvanların kulaklarını yarmak" şeklinde yapılan bir işlemin , Allah (c.c) adına uydurulmuş bir iftira ve yalan olduğu , Maide s. 103. ayetinde beyan edilmektedir.
[005.103] Allah bahîra, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şey (meşru) kılmamıştır. Fakat kâfirler, yalan yere Allah'a iftira etmektedirler ve onların çoğunu da akletmezler.
Ayet içinde "Bahira" olarak ifade edilen şey, Arap müşriklerinin dişi bir devenin belirlilik işareti olarak kulağını yarıp , sütünü haram ederek putların hizmetine vermeleri olup ,böyle bir işlemin Allah (c.c) tarafından vaaz edilmediği beyan edilmektedir.
Maide s. 103. ayetinin Nisa s. 119. ayeti ile ilişiğini kurarak okuduğumuzda , Arap müşriklerinin hayvanlar üzerinden yapmış olduğu kulak yarma işleminin onlara, "Şeytan" tarafından tavsiye edilen bir işlem olduğu hatırlatması yapılmaktadır. Çocuk sünneti bu kitabın indiği zaman çerçevesinde yaşayan insanlar arasında yapılan bir uygulama olduğuna göre, eğer bu işlem "Haram" veya "Şirk" içeren bir işlem ise, inen kitapta bu konuda yerme ve yasaklama hükmü bulunurdu. Kitapta açık ve net bir şekilde böyle bir hüküm olmadığına göre, bu işlem için ortaya konulan "Haramdır" hükmü , Nahl s. 116. ayetinin muhatabı olmaktır.
Bu meyanda şu anda bile bazı bölgelerde uygulanan kız çocuklarının sünneti ile ilgili olarak şunları söyleyebiliriz; Erkek çocuklarının sünneti ile ilgili olarak nasıl "Bu haramdır" diyemiyorsak , kız çocuklarının sünneti içinde aynı şeyi söyleyerek "Bu haramdır" diyemeyiz. Ancak bir işin haram olmaması demek , yapılması gerekli yani farz olması anlamına gelmez.
Çocuk sünneti eğer Nisa s. 119. ayetinde beyan edilen "Yaratılışı değiştirmek" hükmüne dahil edilecek olursa , tırnak kesmenin , veya insanların bazı bölgelerinde çıkan tüylerin temizlenmesinin hükmünün de sorgulanması gerekmektedir. Çünkü bu işlemler de, yaratılıştan gelen tırnak ve tüy gibi şeyleri keserek yaratılışa aykırı bir durum teşkil !! etmektedir.
Çocuk sünneti "Haram" değil ise hükmü nedir veya bu işlemi din de nereye koymak gerekir?.
Çocuk sünneti dini açıdan "Haram" olmamakla birlikte , yapılması "Farz" bir işlem olmayıp, yapılıp yapılmaması dini açıdan herhangi bir hükme dahil değildir. Ancak ülkemizde bu konuda yaygın olan inanç bu işlemin dini bir vecibe olduğu yönündedir. Ülkemizde bu konuda büyük bir mahalle baskısı hakim olup , çocuğunu sünnet ettirmek istemeyen bir kişi çok büyük sıkıntılara katlanmak durumuna düşecektir.
Bir kişinin çocuğunu sünnet ettirip ettirmemesi , o kişinin isteğine bağlı olup , bu işlem sadece örfi bir durum olarak düşünülmelidir. Böyle bir düşüncenin toplum içinde gerçekleşmesi şimdilik mümkün görülmemekle birlikte , ilerleyen zamanlarda değişen algılar , bu işlemin dini bir vecibe olduğu kanısını azaltarak , tercihi bir mesele olduğunu yaygınlaştıracaktır.
Çocuk sünnetinin "Şirk" olduğu düşüncesine sahip olan bir kısım "Ehli Kur'an" söylemine sahip olan kişilerin, sünnet edilmeye karşı çıktıkları kadar , diğer şirklere bu kadar tepki gösterdiklerini maalesef görememekteyiz. Ulusal bayram günlerinde ve sistemin temellerini atan kişinin ölüm yıl dönümünde sanal ortamlardaki profillerine Atatürk resimleri koyarak yas tutan bu kişilerin şirk konusunda ne kadar hassas oldukları !!! takdire şayandır.
Sonuç olarak ; ifrata karşı tefrit olarak ortaya çıkan bazı görüşlerin Kur'ani bir temeli olmadan , Kur'andan mış gibi sunulması , kendilerini Kur'ana nispet eden ve dinlerini Kur'anın belirlediğini iddia eden kişiler için hatalı bir yöntemdir. "Haram" hükmünün açık ve net bir delili olması ve bu hükmün sadece Allah (c.c) tarafından konulması gerektiğini çok iyi bilen bu kardeşlerimizin bir kısmı , iş çocuk sünnetine gelince , net bir hüküm olmamasına rağmen kendileri "Kıyas" denilen yöntemi kullanarak "Haram" hükmünü koymaktadırlar.
Bu metodu izleyerek , geçmişte fıkhi mezheplerin tuttukları aynı yolu izlemiş olan bu kimseler , red ettikleri mezheplere karşı olmak adına kendileri mezhepçi olarak ortaya çıkmaktadırlar. Hakkında kesin olarak "Haram" hükmü bulunmayan bir konuda ," Bu haramdır" hüküm vermek , Allah (c.c) adına konuşmak demek olup , böyle bir yetkiye elçiler hariç kimsenin hakkı yoktur. Söylenmesi gereken "Bu konuda benim düşüncem bu dur" şeklinde bir ifade olması gerekirken , müçtehitlik yapmaya kalkmak , red ettikleri mezheplerin yeni bir versiyonu olmaktan öteye geçmeyecektir.
Kur'anı eline alarak hüküm vermeye kalkan bir kimsenin , en azından helal ve haram koymada hak sahibinin kim olduğunu bilmesi ve ona göre bir söylem üretmesi zaruri bir durumdur. "Ben yaptım oldu" şeklinde bir söz yerine , "Ben böyle düşünüyorum" sözü hata payı bırakılması ve kişiyi daha tevazu sahibi yapması açısından usul ve adaba daha uygun bir söylemdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'anın "Havas" denilen gurubun tekelinden alınarak , "Avam" denilen bizlerin eline geçmesi ile birlikte, bir takım olumsuzluklar ortaya çıkmıştır. Özellikle bir şeyin helal veya haram olmasının nasıl bir gerekçeye dayanması gerektiği konusunda bir takım kişilerin yaptığı bazı çıkarımlar "Bu kadar da olmaz" dedirtecek cinstendir.
Çocukların sünnet edilmesi , bizler için çok önemli bir mesele olup , sünnet işleminin görkemli törenler yapılarak gerçekleştirildiği yine malum olan bir konudur. Kur'anın öne çıkması ile birlikte , çocuklara uygulanan bu işlemin, "Haram" ve "Şirk" işlemek olduğu gibi düşüncelerin ortaya atıldığını müşahede etmekteyiz. Bu yazımızda, bu konu ve delil olarak getirilen ayet üzerinde durmaya çalışarak , bu işlemin nasıl konuma sahip olabileceği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Çocuk sünnetinin haram olduğuna dair delil getirilen Nisa s. 119. ayetinin meali şöyledir;
[004.119] Onları mutlaka saptıracağım, olmayacak kuruntulara boğacağım. Onlara emredeceğim; davarların kulaklarını yaracaklar, emredeceğim; Allah'ın yaratışını değiştirecekler. Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinen kimse; şüphesiz açıktan açığa kayba uğramıştır.
Çocuk sünnetinin "Haram" , çocuklarını sünnet ettirenlerin "Şirk" işlediğine dair getirilen delil bu ayet olup, bu delilin sağlıklı bir delil olmadığını düşünmekteyiz şöyle ki ;
Bir şeye "Haram" hükmünü koymak için , o konuda Kur'an içinde bulunan bilgilerin "Subutu ve delaleti kat'i" olması gerekmektedir. Örneğin ; Domuz etinin haramlığı konusunda kimsenin itiraz olmaması gibi , çünkü bu konuda "Subutu ve delaleti kat'i" olan bir nas mevcuttur. Çocuk sünnetinin haram olduğuna dair getirilen bu ayet , o konuda "Haram" hükmü vermek için gerekli olan şartları sağlaMAmaktadır.
Ancak bu konuda yapılan önemli bir hata ve çelişkiye dikkat çekmek istiyoruz.
Bir konuda "Haram" şeklinde bir hüküm koymak yetkisi sadece ve sadece Allah (c.c) ye ait olup , Muhammed (a.s) dahil kimsenin din konusunda böyle bir hüküm koyma yetkisi yoktur. Açık ve net bir nas olmadan bu konu için "Haram" hükmü getirilmesi Allah (c.c) adına konuşmak anlamına gelip , bir kul olarak kimseye verilmeyen yetkiyi gasp etmek anlamına gelmektedir.
Bu konuda Nisa s. 119. ayetinin üzerinden yapılan delil çıkarma çalışması , "Kıyas" yapmak şeklinde bir çalışmanın ürünü olup , bu çalışma yöntemi, özellikle kendisini Kur'ana nispet ederek "Tek kaynak Kur'an" diyenler için "Ehli sünnet" kaynaklarının üzerinden yapılan bir çıkarım çalışmasıdır. Ehli sünnet akidesine göre din de kaynak "Kitap-Sünnet-İcma-KIYAS" şeklinde sıralanmış olup 4. sıradaki kaynak , kendisini "Ehli kur'an" olarak niteleyenlerin çocuk sünnetinin haramlığı konusunda başvurduğu bir kaynak olarak, çelişkili bir durum arz etmektedir.
Kendisini Kur'ana nispet eden bir kısım insanın , namaz konusunda "Kur'anda açık ve net bilgi bulamıyoruz" diyerek namazı red etmesi , çocuk sünneti konusunda bu kadar açık ve net bilgiyi nasıl bularak buna "Haram" fetvası verdikleri, kendilerinin bu konulardaki yanlı ve çarpık bakışın bir göstergesi olarak karşımızdadır.
[016.116] Dillerinizin yalan vasfetmesi ile: «Şu helaldir, şu haramdır» demeyin; aksi halde Allah'a iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah'a yalan uyduranlar asla kurtulamazlar.
Eşyada asıl olan helallik tir , aksine bir hüküm olmadıkça hiç bir şey için"Bu haramdır" denilemez.
"Kur'an ehli" olduklarını iddia eden bir kısım kişilerin, özellikle kendisini "Hadis ehli" olarak tanıtan kişilerle olan tartışmalarında kullandıkları bir ayet olan, Nahl s. 116. ayetinin kendileri için bir mesaj taşıyıp taşımadığını "Çocuk sünneti haramdır" şeklinde bir söylemi dile getirirken dikkate almaları gerekmektedir. Çünkü böyle bir hüküm vermekle kendileri ,"Allah adına konuşmak" gibi bir görevi yüklenmiş hale gelmektedirler , böyle bir yetkiyi sadece elçiler yüklenmiş olup , onlar dışında hiç bir beşerin böyle bir yetkisi yoktur.
Ayrıca ortaya şöyle bir trajikomik durum ortaya çıkmaktadır; "Mezhep" ve "içtihat" kelimeleri konuşulduğu zaman , elektirik çarpmışa dönün bir kısım insan , "Çocukları sünnet ettirmek haram ve şirktir" şeklinde bir hükümde bulunduğu zaman , bu söylemin içtihadi bir çalışmanın ürünü ve mezhebi bir yorum olduğunun farkında bile değildir. Her fırsatta "Mezhepler şirktir" şeklinde bir iddiayı dile getirenler kendileri bu şirkin !!! içine düşmektedirler.
Yaptıkları iş, geçmişteki mezhep sahiplerinin , hükmü bulunmayan bir konuda hüküm çıkarma çalışmasının literatürdeki adı olan "İçtihat" olup ,ve bu çalışma ile varılan sonucun adının "Mezhep" olmasından başka bir şey değildir. Çünkü böyle bir çıkarımın mutlaklaştırılıp, nihai ve kesin sonuç olarak sunulması gibi bir durum asla söz konusu olamayacağı için , yapılan çalışmada hata payı olma ihtimali ve başkalarını bu görüşe karşı bir görüş sunma hakları vardır.
Çocuk sünneti çok eski zamanlardan beri uygulanan bir yöntem olup , bu yöntem Yahudiler tarafından da uygulanan ve İbrahim (a.s) a dayandırılan bir işlemdir. Tarihte sünnet olma adetini ilk defa İbrahim (a.s) ın uyguladığını iddia etmek bile bizi yanıltabilir. Eğer böyle bir işlemi İbrahim (a.s) uyguladı ise, bu uygulamanın bilinen bir uygulama olduğu için yaptığını söyleyebiliriz.
Kur'anın nazil olduğu zaman içinde, Nisa s. 119. ayetinde gördüğümüz , "Hayvanların kulaklarını yarmak" şeklinde yapılan bir işlemin , Allah (c.c) adına uydurulmuş bir iftira ve yalan olduğu , Maide s. 103. ayetinde beyan edilmektedir.
[005.103] Allah bahîra, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şey (meşru) kılmamıştır. Fakat kâfirler, yalan yere Allah'a iftira etmektedirler ve onların çoğunu da akletmezler.
Ayet içinde "Bahira" olarak ifade edilen şey, Arap müşriklerinin dişi bir devenin belirlilik işareti olarak kulağını yarıp , sütünü haram ederek putların hizmetine vermeleri olup ,böyle bir işlemin Allah (c.c) tarafından vaaz edilmediği beyan edilmektedir.
Maide s. 103. ayetinin Nisa s. 119. ayeti ile ilişiğini kurarak okuduğumuzda , Arap müşriklerinin hayvanlar üzerinden yapmış olduğu kulak yarma işleminin onlara, "Şeytan" tarafından tavsiye edilen bir işlem olduğu hatırlatması yapılmaktadır. Çocuk sünneti bu kitabın indiği zaman çerçevesinde yaşayan insanlar arasında yapılan bir uygulama olduğuna göre, eğer bu işlem "Haram" veya "Şirk" içeren bir işlem ise, inen kitapta bu konuda yerme ve yasaklama hükmü bulunurdu. Kitapta açık ve net bir şekilde böyle bir hüküm olmadığına göre, bu işlem için ortaya konulan "Haramdır" hükmü , Nahl s. 116. ayetinin muhatabı olmaktır.
Bu meyanda şu anda bile bazı bölgelerde uygulanan kız çocuklarının sünneti ile ilgili olarak şunları söyleyebiliriz; Erkek çocuklarının sünneti ile ilgili olarak nasıl "Bu haramdır" diyemiyorsak , kız çocuklarının sünneti içinde aynı şeyi söyleyerek "Bu haramdır" diyemeyiz. Ancak bir işin haram olmaması demek , yapılması gerekli yani farz olması anlamına gelmez.
Çocuk sünneti eğer Nisa s. 119. ayetinde beyan edilen "Yaratılışı değiştirmek" hükmüne dahil edilecek olursa , tırnak kesmenin , veya insanların bazı bölgelerinde çıkan tüylerin temizlenmesinin hükmünün de sorgulanması gerekmektedir. Çünkü bu işlemler de, yaratılıştan gelen tırnak ve tüy gibi şeyleri keserek yaratılışa aykırı bir durum teşkil !! etmektedir.
Çocuk sünneti "Haram" değil ise hükmü nedir veya bu işlemi din de nereye koymak gerekir?.
Çocuk sünneti dini açıdan "Haram" olmamakla birlikte , yapılması "Farz" bir işlem olmayıp, yapılıp yapılmaması dini açıdan herhangi bir hükme dahil değildir. Ancak ülkemizde bu konuda yaygın olan inanç bu işlemin dini bir vecibe olduğu yönündedir. Ülkemizde bu konuda büyük bir mahalle baskısı hakim olup , çocuğunu sünnet ettirmek istemeyen bir kişi çok büyük sıkıntılara katlanmak durumuna düşecektir.
Bir kişinin çocuğunu sünnet ettirip ettirmemesi , o kişinin isteğine bağlı olup , bu işlem sadece örfi bir durum olarak düşünülmelidir. Böyle bir düşüncenin toplum içinde gerçekleşmesi şimdilik mümkün görülmemekle birlikte , ilerleyen zamanlarda değişen algılar , bu işlemin dini bir vecibe olduğu kanısını azaltarak , tercihi bir mesele olduğunu yaygınlaştıracaktır.
Çocuk sünnetinin "Şirk" olduğu düşüncesine sahip olan bir kısım "Ehli Kur'an" söylemine sahip olan kişilerin, sünnet edilmeye karşı çıktıkları kadar , diğer şirklere bu kadar tepki gösterdiklerini maalesef görememekteyiz. Ulusal bayram günlerinde ve sistemin temellerini atan kişinin ölüm yıl dönümünde sanal ortamlardaki profillerine Atatürk resimleri koyarak yas tutan bu kişilerin şirk konusunda ne kadar hassas oldukları !!! takdire şayandır.
Sonuç olarak ; ifrata karşı tefrit olarak ortaya çıkan bazı görüşlerin Kur'ani bir temeli olmadan , Kur'andan mış gibi sunulması , kendilerini Kur'ana nispet eden ve dinlerini Kur'anın belirlediğini iddia eden kişiler için hatalı bir yöntemdir. "Haram" hükmünün açık ve net bir delili olması ve bu hükmün sadece Allah (c.c) tarafından konulması gerektiğini çok iyi bilen bu kardeşlerimizin bir kısmı , iş çocuk sünnetine gelince , net bir hüküm olmamasına rağmen kendileri "Kıyas" denilen yöntemi kullanarak "Haram" hükmünü koymaktadırlar.
Bu metodu izleyerek , geçmişte fıkhi mezheplerin tuttukları aynı yolu izlemiş olan bu kimseler , red ettikleri mezheplere karşı olmak adına kendileri mezhepçi olarak ortaya çıkmaktadırlar. Hakkında kesin olarak "Haram" hükmü bulunmayan bir konuda ," Bu haramdır" hüküm vermek , Allah (c.c) adına konuşmak demek olup , böyle bir yetkiye elçiler hariç kimsenin hakkı yoktur. Söylenmesi gereken "Bu konuda benim düşüncem bu dur" şeklinde bir ifade olması gerekirken , müçtehitlik yapmaya kalkmak , red ettikleri mezheplerin yeni bir versiyonu olmaktan öteye geçmeyecektir.
Kur'anı eline alarak hüküm vermeye kalkan bir kimsenin , en azından helal ve haram koymada hak sahibinin kim olduğunu bilmesi ve ona göre bir söylem üretmesi zaruri bir durumdur. "Ben yaptım oldu" şeklinde bir söz yerine , "Ben böyle düşünüyorum" sözü hata payı bırakılması ve kişiyi daha tevazu sahibi yapması açısından usul ve adaba daha uygun bir söylemdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
27 Aralık 2015 Pazar
En'am s. 42-45 ve Araf s. 94-101. Ayetleri: Kıtlık ve Bolluk,Toplumlara Uygulanan Değişmez Yasa
Kur'anın bizden öncekiler ile ilgili anlatımları sadece yaşandığı zaman ve mekana has bir okuma yapılarak anlaşılmaya çalışıldığı takdirde , bu anlatımlar sadece "Eskilerin masalları" gibi okunan hikayeler olarak okunmuş olacaktır. "Sünnetullah" adı verilen toplumsal yasalar , kıyamete kadar geçerli olup , Kur'an bizden öncekilerin başlarından geçen bir takım olayları anlatmakla , "Sünnetullah" denilen toplumsal yasaların, bizlerden öncekilerin üzerinde nasıl işlediğini göstererek , bizlerin bu işleyişten ibret çıkarmasını amaçlamaktadır.
En'am s. 42-45 ve Araf s. 94-101. ayetlerinde ,elçi gönderilmiş olan kavimlerin başlarına gelenlerin anlatılma sebebinin , "Sünnetullah" yasalarının bizden öncekiler üzerinde nasıl cari olduğunun okunarak, bu yasalardan ibretler çıkarılması amacına dönük bir okuma yapılması gerektiğini düşünmekteyiz.
Konumuz ile ilgili olan En'am s. 42-45. ayetlerinin meali şöyledir.
[006.042] Andolsun, senden önceki ümmetlere (elçiler) gönderdik de onları dayanılmaz zorluk ve sıkıntılarla çeviriverdik. Umulur ki yalvarırlar diye.
[006.043] Onlara, zorluğumuz geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici gösterdi.
[006.044] Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık; kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler.
[006.045] Böylece zulmeden topluluğun kökü kurutuldu. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'adır.
Araf s. 94-101. ayetlerinin meali şöyledir.
[007.094] Biz hiçbir ülkeye bir nebi göndermedik ki (karşı çıkmaktan vazgeçip) yalvarıp yakarsınlar diye ora halkını yoksulluk ve sıkıntıya uğratmış olmayalım.
[007.095] Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik, nihayet çoğaldılar ve: «Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu.» dediler ve hemen onları, hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın yakaladık.
[007.096] Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem de yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik.
[007.097] O ülkeler halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler?
[007.098] Ya da o ülkeler halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu-azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler?
[007.099] Artık onlar; Allah'ın düzeninden emin mi oldular? Hüsrana uğrayanlar topluluğundan başkası Allah'ın düzeninden emin olmaz.
[007.100] Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara hâla şu gerçek belli olmadı mı ki: Eğer biz dileseydik onları da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık! Biz onların kalplerini mühürleriz de onlar (gerçekleri) işitmezler.
[007.101] İşte bu ülkeler, sana onların 'haberlerinden aktarmalar yapıyoruz.' Gerçekten, onlara peygamberleri apaçık belgelerle gelmişlerdi. Ama daha önceden yalanlamaları nedeniyle iman eder olmadılar. İşte Allah, küfre sapanların kalplerini böyle damgalar.
Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerde , elçi gönderilmiş kavimlerin başlarından geçen bazı olayların o kavmi imana sevk etmesi gerekirken tersi bir duruma yol açtığı ve bu durumun onların helakine sebep olduğu anlatılmaktadır.
İlk okunuşta ayetlerin geçmiş zamanda yaşamış , ve sadece içlerinden elçi çıkmış kavimler ile ilgili olduğu zannı hasıl olabilir .Halbuki o kavimlerin başlarından geçenler, toplumsal yasaların bir gereği olarak başlarına gelmiş olup , bu yasalar dün nasıl gerçekleşti ise , bu gün , yarın , ve kıyamete kadar, gerekli şartlar oluştuğu takdirde aynı yasalar yine gerçekleşecektir.
Bu kavimleri feci bir akıbete götüren sebepler ne idi ?.
Allah (c.c) nin bir kavme elçi gönderme sebebi , o kavmin Allah (c.c) ye kulluk için gerekli olan amelleri , onun dışındakilere yapmaya başlayarak şirk'e düşmeleri sonucu , kime kulluk edilmesi gerektiğini yeniden hatırlatmalarıdır.
İlgili ayetlerde anlatılan elçi gelmiş olan bir kavmin , ekonomik ve sosyal yönden devam eden bir yaşantısı vardır , elçiler böyle bir yaşam süreci devam eden kavim içinden seçilmiş olan bireylerdir. Bu kavim içinde en önemli aktörler , o kavmin "Mele" , "Müstekbir" , "Mütref" gibi kelimeler ile ifade edilen, ekonomik , sosyal , siyasal yönlerden o kavim içinde öne çıkmış "Kanaat önderleri" de diyebileceğimiz insanları olup , gelen elçiye ilk önce karşı çıkan bu aktörlerdir.
[017.016] Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helâke müstahak olur; biz de orayı darmadağın ederiz.
Enam s. 42. ayetinde beyan edilen elçi gelmesi ile o kavmin zorluk ve sıkıntılara düşürülmesi , o kavmin kendi elleri ile işledikleri amellerin neticesindedir. Örneğin ; o kavmin ekonomik olarak zorluk ve sıkıntılara düşürülmesi demek , o kavmin yaşamış olduğu ekonomik ve iktisadi hayatın sonucu olarak işleyiş gösteren , ilgili yasaların neticesinde olup ,bu yasalar sadece geçmiştekilere , veya belirli bir topluluğa has yasalar değil , evrensel mahiyet arz eden her zaman mekanda yaşayan insanlara has yasalardır.
Ekonomik ve iktisadi yasalar , tek kişi için de , kişilerin oluşturduğu topluluklar olan devletler için de aynı şekilde işlerlik gösterir. En basit tarif ile , "Kazandığından fazlasını harcamak" şeklinde ortaya çıkan iktisadi dengesizlik , kişide ve devletlerde de aynı sonucu gösterir. Kazandığından fazlasını harcayan her kim olursa, hangi devlet olursa olsun , belirli bir zaman sonra evrensel yasalar gereği mutlaka iflasa yani helaka uğrayacaktır.
Kişi ve toplumlar üzerinde meydana gelen ekonomik ve iktisadi sıkıntıların iki boyutu vardır. 1. boyut bu sıkıntıya uğrama sebepleri ile ilgilidir , kişilerin kendi elleri ile işlediklerinin sonucu meydana gelen bu sıkıntıların baş müsebbibi o sıkıntıya düşenler olup , Allah (c.c) nin bu konuda herhangi bir mes'uliyeti yoktur. Sebep -sonuç ilişkisi dahilinde gerçekleşen bu 1. boyutun 2. boyutu ise , sıkıntıya düşüldükten sonra ortaya çıkar.
[002.155-157] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlar ki, kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman, «Biz Allah içiniz ve biz nihâyet ona döneceğiz,» derler.Rablerinden (olan bir salat) bağışlanma ve rahmet bunların üzerinedir ve hidayete erenler de bunlardır.
Bakara s. 155-157. ayetleri arasını okuduğumuzda , insanın başına gelen korku ,açlık , eksliltme gibi durumlar tamamen sebep -sonuç ilişkisi dahilinde meydana gelen durumlar olup , ortaya çıkan bu durumu Allah (c.c) "Deneme" olarak nitelendirmektedir. Bu olaylar bir şekilde başına gelen kişi ve toplumların , ikinci aşamada yapacakları şey , isyan etmemek ve başlarına gelen olaylara sebep olan durumu değerlendirerek , yeniden bir çıkış arama yoluna gitme gereğini anlatmaktadır.
"Bu nereden başımıza geldi" gibi sözlerle onu bunu suçlayarak , meydana gelen kötü durumun düzelmesi mümkün değildir. Bu sonucu getiren sebepler ele alınarak , "Böyle bir sonuca neden geldik?" sorusunun cevabı aranmalı ve kötü durumdan ders alınarak bir daha aynı duruma düşülmemesinin çaresine bakılmalıdır.
"Sabretmek" olarak nitelenen bu durum, bir çoğumuz tarafından yanlış anlaşılarak , içinde bulunulan kötü durumdan kendilerini Allah (c.c) nin çıkaracağı sanılmaktadır. Allah (c.c) insanları içinde bulundukları kötü durumdan çıkarır çıkarmasına, ama bu durum insanın kendi eli ile işleyeceği müspet amellerin karşılığı olacaktır , aksi takdirde Allah (c.c) kimseyi yattığı yerden, "Ben sabrediyorum" diyerek çalışma karşılığı olmadan içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarmaz.
Bakara s. 155-157. ayetlerini konumuz olan ayetlerle bağını kurarak okuduğumuzda , kendilerine gelen elçilerin tavsiyelerine uymayan toplum , bir takım sıkıntılar içine girmiş ve bu sıkıntıları aşma yolunu yine kendi elçilerinin tavsiyesi üzerine değil kendi kafalarına uygun yani şeytanın onlara tavsiye ettiği şekilde aşmaya çalışmışlardır.
[027.047] Dediler ki: Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık: O da: Uğursuzluğunuz Allah katındandır. Belki siz, imtihana çekilen bir kavimsiniz, dedi.
[036.018] «Doğrusu sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık; vazgeçmezseniz and olsun ki sizi taşlayacağız ve bizden size can yakıcı bir azap dokunacaktır» dediler. Elçiler dediler ki; «uğursuzluk kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi oldu? Hayır, siz aşırı giden bir kavimsiniz.»
Neml ve Yasin suresindeki ayetlerde , elçiler gönderilmiş olan müşrik kavimlere , konumuz olan ayetler dahilinde, bir takım sıkıntılar arız olmuş , ancak bu kavimler başlarına gelen sıkıntıların kaynağını kendilerinde değil , gelen elçilerde yani Allah (c.c) de arayarak isyana düşmüşlerdir.
Allah (c.c) nin bizden istediği şey , koymuş olduğu yasalar dahilinde bizim başımıza gelen herhangi bir olay karşısında isyana düşerek , bunun sorumluluğunu Allah'a yüklemek değil , bu sıkıntıdan kurtulmanın yollarını aramaktır. Bu yol arayışının , "Fiili dua" dediğimiz çalışma, "Kavli dua" dediğimiz yalvarıp yakarma ile birlikte yürümesi gerekmektedir.
Toplumların ve kişilerin başlarına gelen sıkıntılar bir şekilde telafi olur eski refah zamanlarına kavuşulur ise , yapılması gereken eskiyi unutup yine aynı hataları tekrarlamak olmamalıdır. Enam s. 44. ayetine baktığımızda , bu sıkıntıdan kurtularak eski refah dönemlerine dönen insanların , eski düşmüş oldukları sıkıntıları unutan bir yaşam sürmeye devam ettikleri takdirde , aynı yasalar yine işleyerek kişi ve toplumların yeniden iflas ve yıkıma sürüklendiğini görmekteyiz.
Aynı anlatımı Araf s. 95. ayeti içinde de görmekteyiz , kıtlıktan sonra bolluğa kavuşan insanlar , bu sürecin daha önceden de aynı şekilde olduğunu ve bu süreçten ibret alınmadan bir hayatın sürülmeye başlandığını , geçmiş sıkıntılardan ibret alınmadan yaşanan bir hayatın sonunun , tarihin tekerrür etmesi ile aynı sıkıntıların yeniden yaşanacağını anlatmaktadır.
Araf suresindeki ilerleyen ayetler , kimsenin yaşamış olduğu sıkıntıları unutmamasını , aynı sıkıntıların yeniden yaşanmayacağına dair kimsenin garanti almadığını , bu tür sıkıntıların her an için yaşanacağı şeklinde bir düşünce ile hayatın sürülmesi gerektiğini hatırlatmaktadır.
"Tarih tekerrürden ibarettir diyorlar.Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi ?" (M.Akif Ersoy)
Rahmetli şair , Sünnetullah yasalarının insan ve toplum üzerindeki işleyişinden ibret alınmadan sürülen bir hayatın neye mal olduğunu dizelere dökülmüş bir bir şekilde anlatmaktadır. Kur'an içindeki ayetler , insan ve toplum üzerindeki yasaların öncekiler üzerinde nasıl işlediğini göstererek, "Böyle yaparsanız sonunuz aynı olur" mesajı vermesine rağmen, bir çoğumuz bu uyarılara kulak asmadan bir hayat sürerek tarihin tekerrür etmesine sebep olmaktayız.
[012.047-49] Dedi ki: «Siz yedi yıl, önceleri (ektiğiniz) gibi ekin ekin, yediğinizin az bir kısmı dışında (kalanını) biçtiklerinizi başağında bırakın.»«Sonra onun ardından yedi şiddetli (sene) gelir ki: onlar için önceden biriktirmiş olduklarınızı yerler. Ancak tohumluk için saklayacağınızdan birazı müstesna.»«Sonra, halkın yağmur göreceği bir yıl gelir, o zaman sıkıp sağarlar» dedi.
Yusuf (a.s) kıssası içinde okuduğumuz bu ayetler , toplumlar için geçerli olan evrensel bir durumu anlatmaktadır. Toplumların yaşadıkları yıllar içindeki ekonomik ve iktisadi hayatları , aynı şekilde tek düze bir seyir arz etmez . "Bolluk ve kıtlık" şeklinde izah edebileceğimiz bu dalgalı seyir, doğru bir şekilde yönetildiği takdirde , kıtlık zamanları en az zarar ile atlatılarak , yeniden bolluk zamanına dönülebilir.
Bollukta har vurup harman savurmadan, gelebilecek kıtlık yılları için gerekli olan hazırlıklar yapılmasının örneğini gördüğümüz Yusuf (a.s) ın kıtlık yönetimi politikası, bizlere evrensel bir mesaj vermektedir. Eğer hiç kıtlık olmayacakmış gibi harcama yaparak , gelebilecek yıllara karşı birikimde bulunmaz isek , kıtlık zamanında ağustos böceği misali, karıncanın kapısına dayanmak zorunda kalırız.
Enam s. 45. ayetinde " Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'adır." cümlesi , o kavmin başına gelen olayın tamamen kendi elleri ile işlediklerinin karşılığı olup , Allah'ın onlara zulmetmesi gibi bir durumun asla söz konusu olmadığını göstermektedir. Allah (c.c) nin yapmış olduğu bütün işler "Hamd" etmeyi yani onu övmeyi gerektiren işler olup onu yermeyi gerektirecek herhangi bir iş asla işlemez.
Araf s. 96 da "Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem de yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazana geldikleri nedeniyle yakalayıverdik." buyurulması , "Takva" (sakınmak) temeline dayanan bir hayatın insan ve toplumların dünya hayatları ile ilgili yaptıklarına yansıyarak onların yanlış işler yapmasına mani olacağı , bu yanlış işlerin insan ve toplumların hayatında olumsuzluğa yol açmayacağı için , toplumsal yasalar onlar üzerinde bu sefer takva temelli bir hayatın karşılığı olarak işleyiş göstererek , ekonomik ve iktisadi yönden bolluk ve bereket içinde yaşanan bir hayatın kapılarını açacaktır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c), arz üzerine koymuş olduğu yasaların bizden öncekiler üzerinde nasıl işlediğini anlatarak , aynı işleyişin bizler içinde geçerli olacağı mesajını vermiş , yapacağımız amellerin işleyiş yasalarına göre şekilleneceğini bildirmiştir. Özellikle ekonomik ve iktisadi hayat bu işleyiş yasalarına tabi bir şekilde gerçekleşmekte ve yaşanan hayat nasıl bir karşılığı gerektiriyor ise ona göre karşılık verilmektedir.
Bu yasaların işleyişi mü'min kafir ayrımı yapılmadan işleyiş göstermekte olup , hiç kimse ve hiç bir toplum , işleyiş yasalarının karşılığını alma konusunda herhangi bir önceliğe veya torpile sahip değildir. İktisat kelimesi , kişi ve toplumların hayatında dengeyi ve adaleti gözeten bir yaşamın hedef alınması anlamına gelmekte olup , bu dengenin ve adaletin gözetilmediği toplumlar dün nasıl yıkıldıysa , bu gün , yarın ve kıyamete kadar aynı yıkım gerçekleşecektir.
Bizler bu konudaki Kur'an ayetlerini , gereği gibi okuyarak geçmişlerden ders çıkaran okumalar yapıp , bu okumaları hayatımıza pratize ederek, "Takva" temelli bir bir hayat sürerek yıkımdan kurtulmamız mümkün olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
En'am s. 42-45 ve Araf s. 94-101. ayetlerinde ,elçi gönderilmiş olan kavimlerin başlarına gelenlerin anlatılma sebebinin , "Sünnetullah" yasalarının bizden öncekiler üzerinde nasıl cari olduğunun okunarak, bu yasalardan ibretler çıkarılması amacına dönük bir okuma yapılması gerektiğini düşünmekteyiz.
Konumuz ile ilgili olan En'am s. 42-45. ayetlerinin meali şöyledir.
[006.042] Andolsun, senden önceki ümmetlere (elçiler) gönderdik de onları dayanılmaz zorluk ve sıkıntılarla çeviriverdik. Umulur ki yalvarırlar diye.
[006.043] Onlara, zorluğumuz geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici gösterdi.
[006.044] Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık; kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler.
[006.045] Böylece zulmeden topluluğun kökü kurutuldu. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'adır.
Araf s. 94-101. ayetlerinin meali şöyledir.
[007.094] Biz hiçbir ülkeye bir nebi göndermedik ki (karşı çıkmaktan vazgeçip) yalvarıp yakarsınlar diye ora halkını yoksulluk ve sıkıntıya uğratmış olmayalım.
[007.095] Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik, nihayet çoğaldılar ve: «Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu.» dediler ve hemen onları, hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın yakaladık.
[007.096] Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem de yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik.
[007.097] O ülkeler halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler?
[007.098] Ya da o ülkeler halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu-azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler?
[007.099] Artık onlar; Allah'ın düzeninden emin mi oldular? Hüsrana uğrayanlar topluluğundan başkası Allah'ın düzeninden emin olmaz.
[007.100] Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara hâla şu gerçek belli olmadı mı ki: Eğer biz dileseydik onları da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık! Biz onların kalplerini mühürleriz de onlar (gerçekleri) işitmezler.
[007.101] İşte bu ülkeler, sana onların 'haberlerinden aktarmalar yapıyoruz.' Gerçekten, onlara peygamberleri apaçık belgelerle gelmişlerdi. Ama daha önceden yalanlamaları nedeniyle iman eder olmadılar. İşte Allah, küfre sapanların kalplerini böyle damgalar.
Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerde , elçi gönderilmiş kavimlerin başlarından geçen bazı olayların o kavmi imana sevk etmesi gerekirken tersi bir duruma yol açtığı ve bu durumun onların helakine sebep olduğu anlatılmaktadır.
İlk okunuşta ayetlerin geçmiş zamanda yaşamış , ve sadece içlerinden elçi çıkmış kavimler ile ilgili olduğu zannı hasıl olabilir .Halbuki o kavimlerin başlarından geçenler, toplumsal yasaların bir gereği olarak başlarına gelmiş olup , bu yasalar dün nasıl gerçekleşti ise , bu gün , yarın , ve kıyamete kadar, gerekli şartlar oluştuğu takdirde aynı yasalar yine gerçekleşecektir.
Bu kavimleri feci bir akıbete götüren sebepler ne idi ?.
Allah (c.c) nin bir kavme elçi gönderme sebebi , o kavmin Allah (c.c) ye kulluk için gerekli olan amelleri , onun dışındakilere yapmaya başlayarak şirk'e düşmeleri sonucu , kime kulluk edilmesi gerektiğini yeniden hatırlatmalarıdır.
İlgili ayetlerde anlatılan elçi gelmiş olan bir kavmin , ekonomik ve sosyal yönden devam eden bir yaşantısı vardır , elçiler böyle bir yaşam süreci devam eden kavim içinden seçilmiş olan bireylerdir. Bu kavim içinde en önemli aktörler , o kavmin "Mele" , "Müstekbir" , "Mütref" gibi kelimeler ile ifade edilen, ekonomik , sosyal , siyasal yönlerden o kavim içinde öne çıkmış "Kanaat önderleri" de diyebileceğimiz insanları olup , gelen elçiye ilk önce karşı çıkan bu aktörlerdir.
[017.016] Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helâke müstahak olur; biz de orayı darmadağın ederiz.
Enam s. 42. ayetinde beyan edilen elçi gelmesi ile o kavmin zorluk ve sıkıntılara düşürülmesi , o kavmin kendi elleri ile işledikleri amellerin neticesindedir. Örneğin ; o kavmin ekonomik olarak zorluk ve sıkıntılara düşürülmesi demek , o kavmin yaşamış olduğu ekonomik ve iktisadi hayatın sonucu olarak işleyiş gösteren , ilgili yasaların neticesinde olup ,bu yasalar sadece geçmiştekilere , veya belirli bir topluluğa has yasalar değil , evrensel mahiyet arz eden her zaman mekanda yaşayan insanlara has yasalardır.
Ekonomik ve iktisadi yasalar , tek kişi için de , kişilerin oluşturduğu topluluklar olan devletler için de aynı şekilde işlerlik gösterir. En basit tarif ile , "Kazandığından fazlasını harcamak" şeklinde ortaya çıkan iktisadi dengesizlik , kişide ve devletlerde de aynı sonucu gösterir. Kazandığından fazlasını harcayan her kim olursa, hangi devlet olursa olsun , belirli bir zaman sonra evrensel yasalar gereği mutlaka iflasa yani helaka uğrayacaktır.
Kişi ve toplumlar üzerinde meydana gelen ekonomik ve iktisadi sıkıntıların iki boyutu vardır. 1. boyut bu sıkıntıya uğrama sebepleri ile ilgilidir , kişilerin kendi elleri ile işlediklerinin sonucu meydana gelen bu sıkıntıların baş müsebbibi o sıkıntıya düşenler olup , Allah (c.c) nin bu konuda herhangi bir mes'uliyeti yoktur. Sebep -sonuç ilişkisi dahilinde gerçekleşen bu 1. boyutun 2. boyutu ise , sıkıntıya düşüldükten sonra ortaya çıkar.
[002.155-157] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlar ki, kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman, «Biz Allah içiniz ve biz nihâyet ona döneceğiz,» derler.Rablerinden (olan bir salat) bağışlanma ve rahmet bunların üzerinedir ve hidayete erenler de bunlardır.
Bakara s. 155-157. ayetleri arasını okuduğumuzda , insanın başına gelen korku ,açlık , eksliltme gibi durumlar tamamen sebep -sonuç ilişkisi dahilinde meydana gelen durumlar olup , ortaya çıkan bu durumu Allah (c.c) "Deneme" olarak nitelendirmektedir. Bu olaylar bir şekilde başına gelen kişi ve toplumların , ikinci aşamada yapacakları şey , isyan etmemek ve başlarına gelen olaylara sebep olan durumu değerlendirerek , yeniden bir çıkış arama yoluna gitme gereğini anlatmaktadır.
"Bu nereden başımıza geldi" gibi sözlerle onu bunu suçlayarak , meydana gelen kötü durumun düzelmesi mümkün değildir. Bu sonucu getiren sebepler ele alınarak , "Böyle bir sonuca neden geldik?" sorusunun cevabı aranmalı ve kötü durumdan ders alınarak bir daha aynı duruma düşülmemesinin çaresine bakılmalıdır.
"Sabretmek" olarak nitelenen bu durum, bir çoğumuz tarafından yanlış anlaşılarak , içinde bulunulan kötü durumdan kendilerini Allah (c.c) nin çıkaracağı sanılmaktadır. Allah (c.c) insanları içinde bulundukları kötü durumdan çıkarır çıkarmasına, ama bu durum insanın kendi eli ile işleyeceği müspet amellerin karşılığı olacaktır , aksi takdirde Allah (c.c) kimseyi yattığı yerden, "Ben sabrediyorum" diyerek çalışma karşılığı olmadan içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarmaz.
Bakara s. 155-157. ayetlerini konumuz olan ayetlerle bağını kurarak okuduğumuzda , kendilerine gelen elçilerin tavsiyelerine uymayan toplum , bir takım sıkıntılar içine girmiş ve bu sıkıntıları aşma yolunu yine kendi elçilerinin tavsiyesi üzerine değil kendi kafalarına uygun yani şeytanın onlara tavsiye ettiği şekilde aşmaya çalışmışlardır.
[027.047] Dediler ki: Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık: O da: Uğursuzluğunuz Allah katındandır. Belki siz, imtihana çekilen bir kavimsiniz, dedi.
[036.018] «Doğrusu sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık; vazgeçmezseniz and olsun ki sizi taşlayacağız ve bizden size can yakıcı bir azap dokunacaktır» dediler. Elçiler dediler ki; «uğursuzluk kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi oldu? Hayır, siz aşırı giden bir kavimsiniz.»
Neml ve Yasin suresindeki ayetlerde , elçiler gönderilmiş olan müşrik kavimlere , konumuz olan ayetler dahilinde, bir takım sıkıntılar arız olmuş , ancak bu kavimler başlarına gelen sıkıntıların kaynağını kendilerinde değil , gelen elçilerde yani Allah (c.c) de arayarak isyana düşmüşlerdir.
Allah (c.c) nin bizden istediği şey , koymuş olduğu yasalar dahilinde bizim başımıza gelen herhangi bir olay karşısında isyana düşerek , bunun sorumluluğunu Allah'a yüklemek değil , bu sıkıntıdan kurtulmanın yollarını aramaktır. Bu yol arayışının , "Fiili dua" dediğimiz çalışma, "Kavli dua" dediğimiz yalvarıp yakarma ile birlikte yürümesi gerekmektedir.
Toplumların ve kişilerin başlarına gelen sıkıntılar bir şekilde telafi olur eski refah zamanlarına kavuşulur ise , yapılması gereken eskiyi unutup yine aynı hataları tekrarlamak olmamalıdır. Enam s. 44. ayetine baktığımızda , bu sıkıntıdan kurtularak eski refah dönemlerine dönen insanların , eski düşmüş oldukları sıkıntıları unutan bir yaşam sürmeye devam ettikleri takdirde , aynı yasalar yine işleyerek kişi ve toplumların yeniden iflas ve yıkıma sürüklendiğini görmekteyiz.
Aynı anlatımı Araf s. 95. ayeti içinde de görmekteyiz , kıtlıktan sonra bolluğa kavuşan insanlar , bu sürecin daha önceden de aynı şekilde olduğunu ve bu süreçten ibret alınmadan bir hayatın sürülmeye başlandığını , geçmiş sıkıntılardan ibret alınmadan yaşanan bir hayatın sonunun , tarihin tekerrür etmesi ile aynı sıkıntıların yeniden yaşanacağını anlatmaktadır.
Araf suresindeki ilerleyen ayetler , kimsenin yaşamış olduğu sıkıntıları unutmamasını , aynı sıkıntıların yeniden yaşanmayacağına dair kimsenin garanti almadığını , bu tür sıkıntıların her an için yaşanacağı şeklinde bir düşünce ile hayatın sürülmesi gerektiğini hatırlatmaktadır.
"Tarih tekerrürden ibarettir diyorlar.Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi ?" (M.Akif Ersoy)
Rahmetli şair , Sünnetullah yasalarının insan ve toplum üzerindeki işleyişinden ibret alınmadan sürülen bir hayatın neye mal olduğunu dizelere dökülmüş bir bir şekilde anlatmaktadır. Kur'an içindeki ayetler , insan ve toplum üzerindeki yasaların öncekiler üzerinde nasıl işlediğini göstererek, "Böyle yaparsanız sonunuz aynı olur" mesajı vermesine rağmen, bir çoğumuz bu uyarılara kulak asmadan bir hayat sürerek tarihin tekerrür etmesine sebep olmaktayız.
[012.047-49] Dedi ki: «Siz yedi yıl, önceleri (ektiğiniz) gibi ekin ekin, yediğinizin az bir kısmı dışında (kalanını) biçtiklerinizi başağında bırakın.»«Sonra onun ardından yedi şiddetli (sene) gelir ki: onlar için önceden biriktirmiş olduklarınızı yerler. Ancak tohumluk için saklayacağınızdan birazı müstesna.»«Sonra, halkın yağmur göreceği bir yıl gelir, o zaman sıkıp sağarlar» dedi.
Yusuf (a.s) kıssası içinde okuduğumuz bu ayetler , toplumlar için geçerli olan evrensel bir durumu anlatmaktadır. Toplumların yaşadıkları yıllar içindeki ekonomik ve iktisadi hayatları , aynı şekilde tek düze bir seyir arz etmez . "Bolluk ve kıtlık" şeklinde izah edebileceğimiz bu dalgalı seyir, doğru bir şekilde yönetildiği takdirde , kıtlık zamanları en az zarar ile atlatılarak , yeniden bolluk zamanına dönülebilir.
Bollukta har vurup harman savurmadan, gelebilecek kıtlık yılları için gerekli olan hazırlıklar yapılmasının örneğini gördüğümüz Yusuf (a.s) ın kıtlık yönetimi politikası, bizlere evrensel bir mesaj vermektedir. Eğer hiç kıtlık olmayacakmış gibi harcama yaparak , gelebilecek yıllara karşı birikimde bulunmaz isek , kıtlık zamanında ağustos böceği misali, karıncanın kapısına dayanmak zorunda kalırız.
Enam s. 45. ayetinde " Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'adır." cümlesi , o kavmin başına gelen olayın tamamen kendi elleri ile işlediklerinin karşılığı olup , Allah'ın onlara zulmetmesi gibi bir durumun asla söz konusu olmadığını göstermektedir. Allah (c.c) nin yapmış olduğu bütün işler "Hamd" etmeyi yani onu övmeyi gerektiren işler olup onu yermeyi gerektirecek herhangi bir iş asla işlemez.
Araf s. 96 da "Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem de yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazana geldikleri nedeniyle yakalayıverdik." buyurulması , "Takva" (sakınmak) temeline dayanan bir hayatın insan ve toplumların dünya hayatları ile ilgili yaptıklarına yansıyarak onların yanlış işler yapmasına mani olacağı , bu yanlış işlerin insan ve toplumların hayatında olumsuzluğa yol açmayacağı için , toplumsal yasalar onlar üzerinde bu sefer takva temelli bir hayatın karşılığı olarak işleyiş göstererek , ekonomik ve iktisadi yönden bolluk ve bereket içinde yaşanan bir hayatın kapılarını açacaktır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c), arz üzerine koymuş olduğu yasaların bizden öncekiler üzerinde nasıl işlediğini anlatarak , aynı işleyişin bizler içinde geçerli olacağı mesajını vermiş , yapacağımız amellerin işleyiş yasalarına göre şekilleneceğini bildirmiştir. Özellikle ekonomik ve iktisadi hayat bu işleyiş yasalarına tabi bir şekilde gerçekleşmekte ve yaşanan hayat nasıl bir karşılığı gerektiriyor ise ona göre karşılık verilmektedir.
Bu yasaların işleyişi mü'min kafir ayrımı yapılmadan işleyiş göstermekte olup , hiç kimse ve hiç bir toplum , işleyiş yasalarının karşılığını alma konusunda herhangi bir önceliğe veya torpile sahip değildir. İktisat kelimesi , kişi ve toplumların hayatında dengeyi ve adaleti gözeten bir yaşamın hedef alınması anlamına gelmekte olup , bu dengenin ve adaletin gözetilmediği toplumlar dün nasıl yıkıldıysa , bu gün , yarın ve kıyamete kadar aynı yıkım gerçekleşecektir.
Bizler bu konudaki Kur'an ayetlerini , gereği gibi okuyarak geçmişlerden ders çıkaran okumalar yapıp , bu okumaları hayatımıza pratize ederek, "Takva" temelli bir bir hayat sürerek yıkımdan kurtulmamız mümkün olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
24 Aralık 2015 Perşembe
Maide s. 78-81. Ayetleri : İsrailoğullarının Lanetlenme Sebebleri
Kur'anın İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarının , arz üzerinde cari olan ve adına "Sünnetullah" adı verilen yasaların nasıl işlediğinin bu kavim üzerinde gösterilerek , onların işlemiş olduğu bazı hataların, nelere mal olduğunun görülmesi ve bu hataların biz Müslümanlar tarafından tekrarlanarak aynı akıbete düşülmemesinin hatırlatılması olarak okunması gerektiğini, daha önceki onlara hitap eden ayetler ile yapmaya çalıştığımız okumalarda özellikle vurguladığımız bir konudur.
Bu yazımızda da aynı okuma metodunu uygulamaya dönük olarak , Maide s. 78.ve 81. ayetlerinden bize dönük nasıl bir mesaj çıkabileceği yönünde bir okuma yapmaya çalışacağız.
[005.078] İsrailoğullarından küfredenler; Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle la'netlenmişlerdi. Bu; isyan etmeleri ve aşırı gitmelerindendi.
[005.079] Birbirlerinin yaptıkları münkere engel olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi.
[005.080] Onlardan çoğunun kâfirleri velî edindiklerini görürsün. Bu iş -ki onu bizzat kendileri yapmış ve üzerlerine Allah’ın hışmını çekmişlerdir- ne kötü bir davranıştır! Onlar cehennem azabında devamlı kalacaklardır.
[005.081] Eğer Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene imanları olsaydı, kâfirleri velî edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fasık kimselerdir.
"Lanet" ; "Cezalandırmayı gerektirecek kadar şiddetli bir cürüm işleyeni , öfke ile kovma uzaklaştırma" anlamında bir kelimedir.
Bu gün bir çoğumuzun dilinde gezen "Lanetli kavim" deyimi , sadece İsrailoğullarına has bir deyim olmayıp , Allah (c.c) nin arz üzerine koymuş olduğu yasalar gereğince kazanılan bir unvandır. İsrailoğullarının bu unvanı hak etmek için yapmış olduğu amellerin anlatılma sebebi , bu lanetlenmeye sebep olan amellerin biz Müslümanlar tarafından tekrar edilerek aynı unvanı hak etmememiz içindir, yani bu deyim bir kavme özel bir unvan değil aksine her zaman diliminde yaşayan insanların yapmış oldukları hatalar nedeniyle kazanabileceği bir unvandır.
Adı geçen elçilerin dili ile lanetlenmeleri , bütün elçilerin Allah (c.c) adına konuşan kişiler olduğunu düşündüğümüz zaman , İsrailoğullarının Allah (c.c) tarafından lanete uğradıklarını göstermektedir.
78. ayette , İsrailoğullarından küfredenler" ibaresi , bu kavimden olup ta küfretmeyenler olduğunu göstermektedir. İsrailoğullarının Meryem oğlu İsa (a.s) ı öldürmek için kurdukları hilelerin işe yaramadığı Kur'an tarafından beyan edilmiş olmasına karşın , güç sahibi bir hükümdar olan Davud (a.s) tarafından dahi lanete uğradıklarını görmekteyiz. Davud (a.s) ın mülk ve güç sahibi bir elçi ve hükümdar olması bile onların lanetlenmek için olan gayretlerine gem vuramamış olması bu kavme mensup olan insanların lanetlenme konusunda ne kadar gayretli !! olduklarını göstermektedir.
İsrailoğullarının lanetlenme sebeplerini şöyle sıralayabiliriz;
1- İsyan etmeleri , 2- aşırı gitmeleri , 3- münkere engel olmamaları , 4- kafirleri veli edinmeleri .
İsyan ve aşırı gitmek şeklindeki ameller , Firavundan kurtularak denizin karşı tarafına geçtikleri zaman bile kendisini göstererek Musa (a.s) a karşı gelmişler ve bu karşı gelişleri onlara zillet ve meskenet damgası vurulmasın sebep olmuştur.
[002.061] «Ey Musa! Bir çeşit yemeğe dayanamayacağız, bizim için Rabbine yalvar, bize, yerin bitirdiği sebze, hıyar, sarımsak, mercimek ve soğan yetiştirsin» demiştiniz de, «Hayırlı olanı daha düşük şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? mısıra inin, şüphesiz orada istediğiniz vardır» demişti. Onlara yoksulluk ve düşkünlük damgası vuruldu, Allah'ın gazabına uğradılar. Bu, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden di; bu, karşı gelmeleri ve taşkınlık yapmalarından dı.
Musa (a.s) ile birlikte , Firavun zulmünden kurtularak denizin karşı kıyısında başlayan bu hatalar , İsa (a.s) ın onlara elçi olarak gelmesi ile devam etmiş , ona karşı yapmış oldukları isyan ve onu öldürme girişimleri Kur'anda anlatılarak , bu girişimlerinin hüsran ile sonuçlandığı bildirilmektedir.
Münkere engel olmamak , bir toplumun bozulmasında en önemli amil olup, bir toplumun yıkılışını hazırlayan unsurlardan birisi , toplum içinde yapılan kötülüğe engel olmayarak , o toplum içinde münkerin yaygınlaşmasıdır.
Araf s. 163-168. ayetler arasında anlatılan , deniz kıyısında yaşayan ve İsrailoğullarına mensup olan bir topluluğun , cumartesi çalışmama yasağını delmeleri anlatılmaktadır. O toplulukta 3 ayrı gurup insan görmekteyiz. 1- yasağı delenler , 2- yasağı delmeyen fakat , yasağı delenleri engellemeye çalışmayanlar , 3- yasağı delenleri engellemeye çalışanlar. Bu 3 topluluktan 1. 2. gurupta olanlar helak olurken , 3. gurupta olanların kurtulmuş olması, kötülüğü işlemek ile işleyeni engellememenin veya desteklemenin aynı gurup içinde olmayı hak ettirdiğini bize göstermektedir.
Kur'an marufu emir münkerden nehiy konusuna çok önem vererek bizleri bir çok ayette bu konuda uyarılarda bulunmaktadır.
[003.104] Ve sizden hayra davet eden, ma'ruf ile, münkerden nehy eden bir cemaat bulunsun, işte felâh bulucular onlardır.
[003.110] Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslâm'a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz. Kitap Ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır.
[007.157] O kimseler ki, Resûle, Nebiyy-i Ümmî olana tâbi olurlar. O nebi ki, O'na yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılmış bulurlar. Onlara mâruf ile emreder ve onları münkerden nehy eyler ve onlara temiz olan şeyleri helâl kılar, onların üzerine habis şeyleri de haram kılar. Ve onlardan ağır yüklerini ve üzerlerinde bulunan bağları kaldırır, artık o kimseler ki O'na imân ederler ve O'na tazîmde ve yardımda bulunurlar ve onunla beraber indirilmiş olan Nûr'a tâbi oluverirler, işte felâh bulanlar onlar- dan ibarettir.
[009.071] Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar; birbirlerinin velileridirler. Ma'rufu emreder, münkerden nehyederler. salatı ikame ederler, zekat verirler, Allah'a ve Rasulüne itaat ederler. İşte Allah, bunlara rahmet edecektir. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.
[009.112] Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rüku' edenler, secde edenler, ma'rufu emredenler, münkeri nehyedenler, Allah'ın hududunu koruyanlardır. Mü'minleri müjdele.
[022.041] Onlar ki, yer yüzünde kendilerini yerleştirir iktidar sahibi kılarsak, salatı ikame ederler, zekatı verirler, ma'rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir.
[031.017] «Ey oğlum, dosdoğru salatı ikame et, ma'ruf olanı emret, münker olandan sakındır ve sana isabet eden (musibetler) e karşı sabret. Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir.
İman edenlerin en önemli vasfı olarak karşımıza bu amelin tersi , münafıkların ameli olarak beyan edilmektedir.
[009.067] Münafık erkeklerle, münafık kadınlar birbirlerindendirler. Münkeri emreder ve ma'rufu nehyederler. Ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unuttular; O da onları unuttu. Muhakkak ki münafıklar; fasıkların kendileridir.
Marufu emir , münkerden nehiy temeline oturmuş bir yaşam tarzı, bir toplumu dünya ve ahirette mutululuğa kavuşmalarına sebep olmaktadır. Bir toplum içinde yaşanan yanlışlıklar eğer , bu toplum içindeki bir takım insanlar tarafından engellenmez ise , ilerleyen zaman bu münkerin, toplumun yaşam tarzı haline gelerek içselleştirilmesini ve fesadı beraberinde getirecektir.
Yaşadığımız ülke içinden olayı misallendirecek olursak , yıllar önce yaşı biraz ileri olan herkesin bildiği, "Dallas" adı ile T.R.T kanalında gösterilen Amerikan dizisinde öne çıkan tema , aile içi çarpık ilişkiler olup, bu çarpık ilişkileri bunlara karşı çıkan mutaassıp aileler bile izlemişlerdir. Öyle ki , insanlar işlerini güçlerini bu dizinin olduğu vakit terk ederek bu diziyi izlemek için vakitlerini özellikle ayırmışlardır
Geçen yıllar içinde çarpık ilişkileri konu alan T.V dizileri öyle bir yaygın hale gelmiştir ki , hemen hemen her T.V kanalında , nikahsız ilişkiler ve bu ilişkilerden doğan çocuklar dizinin ana teması haline gelmiş olaylar bunlar üzerinde gelişerek, izleyicinin önüne konulmaktadır. Bunları izleyenlerin büyük bir kısmı böyle ilişkileri artık içselleştirerek , kendi aile çevresinde bile olsa artık normal karşılar hale gelmiştir.
Toplum artık öyle bir hale gelmiştir ki sevgilisi olmayan kız veya erkek bireyler sanki uzaylı yaratıklar gibi görülmeye başlanmış ve nikahsız beraberlikler özellikle sanatçı geçinenler tarafından topluma empoze edilmeye çalışılarak fuhşun ve zinanın adı "Seviyeli birliktelik" olarak hoş gösterilmeye çalışılmıştır. Bahsettiğimiz bu münker çeşidi toplumda mevcut olan bir çok münkerden sadece bir tanesi olup, bu gibi çeşitli münkerler toplum içinde maalesef fazla bir engel görmediği için yaygınlaşmaktadır.
Kafirleri veli edinmelerinin , İsrailoğullarının lanete uğrama sebebi olarak beyan edilmiş olması ve Kur'anın bir çok ayetinde biz iman edenlere hitaben , kafirlerin veli edinilmemesinin emredilmiş olması, bu konunun hayati bir önem taşıdığını göstermektedir.
"Veli" ; " Bir işi üzerine almak , idare etmek" anlamında bir kelimedir.
[004.144] Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri veliler edinmeyin; (bunu yaparak) Allah'a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?
[005.051] Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları veliler olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin velileleridir. Sizden kim onları veli olarak benimserse o da onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.
[007.003] Rabbinizden size indirilen Kitap'a uyun, O'ndan başka veliler edinerek onlara uymayın. Pek az öğüt dinliyorsunuz.
[008.073] Dini inkâr edenler de birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız, dünyada bir fitne kopar, müthiş bir bozukluk, bir fesat ortaya çıkar.
[005.055] Sizin dostunuz , ancak Allah, O'nun Resulü, rükû' ediciler olarak salatı ayakta tutan ve zekâtı veren mü'minlerdir.
İman edenleri bırakarak ,kafirleri veli edinmek şeklinde ortaya çıkan durumun tezahürü , ölçüsünü vahiy dışındaki kaynaklardan alarak, buna göre hayatını düzenlemek anlamında olup , bu tür bir yaşamın getirisi, arz üzerinde fesadın yaygınlaşmasından başka bir şey olamaz.
İsrailoğullarının, kafirleri veli edinmiş olmalarının , "Onlar da kafir olarak Kur'anda anılmıyor mu " şeklinde bir soru sorulabileceğini düşünerek bu soruya şöyle cevap verilebilir ;
İsrailoğulları içinde kendilerine gelen elçi ve kitaba gerçekten iman eden insanlar olduğu gibi , etmeyenlerde vardı , elçi ve kitaba iman edenler zaman içinde , elçi ve kitaba iman etmeyenleri veliler edinmeye başlayarak yani kendilerini vahyin önermiş olduğu hayattan soyutlayarak , vahye iman etmeyenlerin önerdiği sisteme uyarak lanete uğramışlardır.
Bizler İsrailoğulları ile ilgili ayetleri , çoğunlukla sadece onlara has hitaplar ve bilgiler olarak okuduğumuz için , onların lanete uğramalarını sadece onlara has kılarak ,bu lanetlenmenin "Sünnetullah" gereği olduğunu, bu lanetlenmenin bir yasa gereği İsrailoğullarının üzerinde işlediğini , sadece onlara has olmadığını dikkate almadan okuduğumuz için , kendimizi "Sütten çıkmış ak kaşık" misali görerek , böyle bir lanete uğrama ihtimalini aklımıza dahi getirmeyen bir hayat sürmekteyiz.
Allah (c.c) nin lanetine uğramak demek , ondan gelecek olan dünya ve ahiret yardımından mahrum olmak anlamına geldiğini düşünecek olursak , bu gün biz Müslümanların dünya hayatındaki zelil durumumuzun sebebi sanırım daha kolay anlaşılacaktır.
"Lanetli kavim" deyimini, sadece belirli bir kavme has bir deyim olduğunu zannettiğimiz müddetçe bu zelil durumdan kurtulmak ta mümkün olmayacaktır.
Kafirleri veli edinmenin Müslüman hayatında nasıl yön bulduğu anlaşılmadan bizler içinde geçerli olan bu lanetlenmeden kurtulmak mümkün olmayacaktır.
Kur'an çevirilerinde genellikle "Dost" olarak çevrilen "Veli" kavramı , dost kelimesinin ifade ettiği anlamdan daha farklı bir anlama sahiptir. Dost kelimesi, içinde insani ilişkileri de kapsayan bir kelime olup kafirler ile insani ilişkiler , Maide s. 5. ayetinde ehli kitabın yemeğinin helal olduğunun beyan edilmesinden hareketle serbesttir. "Veli edinmek" ile "Dost edinmek" deyimleri birbirlerinden farklı deyimlerdir.
"Veli edinmek" demek , işini o kişiye havale ederek , kendisinin yerine o işi takip etmesi anlamında olduğuna göre , Müslümanlar kendi işleri ile ilgili meseleleri nereye ve kime havale edeceklerini , ve kimden işleri ile ilgili meselelerde yardım alacaklarını , iman ettiklerini iddia ettikleri kitap içindeki beyandan öğreneceklerdir.
"Kafir" olarak bahsedilen insanların bu etiketi alma sebepleri , hayat içinde gerekli olan kuralları vahiyden değil hevalarından almış olmaları ve hevalarına göre bir "Din" üreterek kendilerini ve başkalarını bu "Din"lere tabi olmaları için çağrı yapmalarıdır.
Kurallarını vahiy dışından alan tüm sistemler, Kur'an ifadesi ile "Batıl" olup, bu kelime "Hak" kelimesinin zıddıdır. Batıl dinlere tabi olarak yaşanan bir hayatın getirisi, dünyayı fesada boğmak olduğunu, yaşadığımız dünyadaki olaylar bize acı biçimde göstermektedir.
"Allah-Elçi-Müminler" olarak çerçevelenen veli edinilmesi gerekenler , Allah (c.c) nin kulları için belirlediği yaşam kurallarını haber veren Elçilere tabi olan Mü'minlerin bu imanlarının gereği olarak ,yaşam içinde tabi oldukları kuralları Allah (c.c) nin elçisi ile indirdiği kitap çerçevesinde belirleyerek, fesadı önleyecek olmalarından dolayı böyle bir velayet çerçevesi çizilmiştir.
Gel gelelim bir çok Müslüman, tabi olduğunu iddia ettiği din ve kitabın böyle bir işlevi olduğundan habersiz bir hayat sürerek , velilik işlemlerini kafirlere deruhte ederek kitabı rafa kaldırmış bir hayat sürmektedirler. Hal böyle olunca meydan , Allah (c.c) nin "Kafir" olarak nitelediği insanlara kalmakta ve onların kuralları ile yönetilen bir dünya cehenneme dönmektedir.
Konumuz olan 81. ayette , kimlerin veli edinildiği takdirde kimlerin edinilemeyeceği , kimlerin veli edinilmediği takdirde kimin veli edinileceği görülmektedir.
"Allah -Elçi-Kitap" şeklindeki ifadenin içerdiklerine iman eden bir hayat sürenlerin , "Kafir" olarak bahsedilenlerin önerdikleri yaşam sistemlerine "La" diyerek karşılık verme gereği vardır. Hem Müslüman kalıp , hem de onların önerdikleri yaşam sistemlerini hayata geçirmek iddiası geçersiz bir iddiadır. "Müslüman" etiketi taşımak , "Kafir" etiketi taşıyanların önerilerini elinin tersi ile iterek imanlı bir hayat sürmekle gerçekleşir. Kafirlerin veli edinildiği, yani onların hevalarından ürettiklerine tabi olunan bir hayat sürenler, "Müslüman" etiketini takmayı maalesef hak etmemektedirler.
Sonuç olarak ; "Sünnetullah" adı bildiğimiz yasaların toplumlar üzerinde nasıl işlediğinin göstergesi olarak okunması gerektiğini düşündüğümüz İsrailoğulları ile ayetlerin, Maide s. 78-81. ayetlerinde, onların lanetlendiklerinden bahsedilmektedir. Bu lanetlenme ,maalesef sadece onlara has olduğu zannı ile okunarak , onların başına gelen bu durumun , onların işledikleri aynı amellerin işlendiği takdirde , kıyamete kadar yaşayacak olan toplumların başına gelebileceği hiç düşünülmemiştir.
Elçileri olan Davud ve İsa (a.s) dili ile , Allah (c.c) nin lanetine uğramış olan İsrailoğullarının bu lanetlenme sebebi , sadece onlara has olduğu zannı ile okunduğunda verilmek istenen mesaj doğru anlaşılamamış olacaktır. Kötülükten sakındırmamak ve kafirleri veli edinmek şeklinde ortaya çıkan hayat tarzı kişileri ve o kişilerin oluşturduğu toplumların dünya hayatında fesada uğramasına sebep olarak ahiret hayatlarının da tehlikeye atacaktır.
Çare olarak sunulan, Allah -Elçi-Kitap dahilinde yaşanan bir hayat kötülüklerin önlemesini ve kafir olanlarla velayet ilişkisi içinde olmayan bir yaşamı beraberinde getirmesi açısından , kişileri ve o kişilerin oluşturduğu toplumların, dünya hayatında "Salah" üzere bir yaşam sürmelerini beraberinde getirerek dünya ve ahiret hayatları cennete dönüşecektir.
Müslüman toplumlar olarak yaşadığımız bir takım sorunların kaynağının münkere karşı olan duyarsızlığımız ve toplum içinde bu münkerin işlenmemesine yönelik olan amellerimizin eksikliği , ve kafirleri veli edinerek onların hevalarından uydurduklarına sarılan bir yaşam tarzı sürüyor olmamız olduğunu düşünürsek, İsrailoğullarının başına gelen lanetlenmenin bizim içinde geçerli olduğu ortaya çıkacaktır , bu lanetten kurtulmak için tek çaremiz ,Allah (c.c) tarafından önerilen yolu takip etmektir.
İsrailoğullarına "Lanetli kavim" diyerek, kendimizi "Övülmüş kavim" gibi görmek , İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin okunmasında yapılacak en büyük yanlıştır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu yazımızda da aynı okuma metodunu uygulamaya dönük olarak , Maide s. 78.ve 81. ayetlerinden bize dönük nasıl bir mesaj çıkabileceği yönünde bir okuma yapmaya çalışacağız.
[005.078] İsrailoğullarından küfredenler; Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle la'netlenmişlerdi. Bu; isyan etmeleri ve aşırı gitmelerindendi.
[005.079] Birbirlerinin yaptıkları münkere engel olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi.
[005.080] Onlardan çoğunun kâfirleri velî edindiklerini görürsün. Bu iş -ki onu bizzat kendileri yapmış ve üzerlerine Allah’ın hışmını çekmişlerdir- ne kötü bir davranıştır! Onlar cehennem azabında devamlı kalacaklardır.
[005.081] Eğer Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene imanları olsaydı, kâfirleri velî edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fasık kimselerdir.
"Lanet" ; "Cezalandırmayı gerektirecek kadar şiddetli bir cürüm işleyeni , öfke ile kovma uzaklaştırma" anlamında bir kelimedir.
Bu gün bir çoğumuzun dilinde gezen "Lanetli kavim" deyimi , sadece İsrailoğullarına has bir deyim olmayıp , Allah (c.c) nin arz üzerine koymuş olduğu yasalar gereğince kazanılan bir unvandır. İsrailoğullarının bu unvanı hak etmek için yapmış olduğu amellerin anlatılma sebebi , bu lanetlenmeye sebep olan amellerin biz Müslümanlar tarafından tekrar edilerek aynı unvanı hak etmememiz içindir, yani bu deyim bir kavme özel bir unvan değil aksine her zaman diliminde yaşayan insanların yapmış oldukları hatalar nedeniyle kazanabileceği bir unvandır.
Adı geçen elçilerin dili ile lanetlenmeleri , bütün elçilerin Allah (c.c) adına konuşan kişiler olduğunu düşündüğümüz zaman , İsrailoğullarının Allah (c.c) tarafından lanete uğradıklarını göstermektedir.
78. ayette , İsrailoğullarından küfredenler" ibaresi , bu kavimden olup ta küfretmeyenler olduğunu göstermektedir. İsrailoğullarının Meryem oğlu İsa (a.s) ı öldürmek için kurdukları hilelerin işe yaramadığı Kur'an tarafından beyan edilmiş olmasına karşın , güç sahibi bir hükümdar olan Davud (a.s) tarafından dahi lanete uğradıklarını görmekteyiz. Davud (a.s) ın mülk ve güç sahibi bir elçi ve hükümdar olması bile onların lanetlenmek için olan gayretlerine gem vuramamış olması bu kavme mensup olan insanların lanetlenme konusunda ne kadar gayretli !! olduklarını göstermektedir.
İsrailoğullarının lanetlenme sebeplerini şöyle sıralayabiliriz;
1- İsyan etmeleri , 2- aşırı gitmeleri , 3- münkere engel olmamaları , 4- kafirleri veli edinmeleri .
İsyan ve aşırı gitmek şeklindeki ameller , Firavundan kurtularak denizin karşı tarafına geçtikleri zaman bile kendisini göstererek Musa (a.s) a karşı gelmişler ve bu karşı gelişleri onlara zillet ve meskenet damgası vurulmasın sebep olmuştur.
[002.061] «Ey Musa! Bir çeşit yemeğe dayanamayacağız, bizim için Rabbine yalvar, bize, yerin bitirdiği sebze, hıyar, sarımsak, mercimek ve soğan yetiştirsin» demiştiniz de, «Hayırlı olanı daha düşük şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? mısıra inin, şüphesiz orada istediğiniz vardır» demişti. Onlara yoksulluk ve düşkünlük damgası vuruldu, Allah'ın gazabına uğradılar. Bu, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden di; bu, karşı gelmeleri ve taşkınlık yapmalarından dı.
Musa (a.s) ile birlikte , Firavun zulmünden kurtularak denizin karşı kıyısında başlayan bu hatalar , İsa (a.s) ın onlara elçi olarak gelmesi ile devam etmiş , ona karşı yapmış oldukları isyan ve onu öldürme girişimleri Kur'anda anlatılarak , bu girişimlerinin hüsran ile sonuçlandığı bildirilmektedir.
Münkere engel olmamak , bir toplumun bozulmasında en önemli amil olup, bir toplumun yıkılışını hazırlayan unsurlardan birisi , toplum içinde yapılan kötülüğe engel olmayarak , o toplum içinde münkerin yaygınlaşmasıdır.
Araf s. 163-168. ayetler arasında anlatılan , deniz kıyısında yaşayan ve İsrailoğullarına mensup olan bir topluluğun , cumartesi çalışmama yasağını delmeleri anlatılmaktadır. O toplulukta 3 ayrı gurup insan görmekteyiz. 1- yasağı delenler , 2- yasağı delmeyen fakat , yasağı delenleri engellemeye çalışmayanlar , 3- yasağı delenleri engellemeye çalışanlar. Bu 3 topluluktan 1. 2. gurupta olanlar helak olurken , 3. gurupta olanların kurtulmuş olması, kötülüğü işlemek ile işleyeni engellememenin veya desteklemenin aynı gurup içinde olmayı hak ettirdiğini bize göstermektedir.
Kur'an marufu emir münkerden nehiy konusuna çok önem vererek bizleri bir çok ayette bu konuda uyarılarda bulunmaktadır.
[003.104] Ve sizden hayra davet eden, ma'ruf ile, münkerden nehy eden bir cemaat bulunsun, işte felâh bulucular onlardır.
[003.110] Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslâm'a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz. Kitap Ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır.
[007.157] O kimseler ki, Resûle, Nebiyy-i Ümmî olana tâbi olurlar. O nebi ki, O'na yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılmış bulurlar. Onlara mâruf ile emreder ve onları münkerden nehy eyler ve onlara temiz olan şeyleri helâl kılar, onların üzerine habis şeyleri de haram kılar. Ve onlardan ağır yüklerini ve üzerlerinde bulunan bağları kaldırır, artık o kimseler ki O'na imân ederler ve O'na tazîmde ve yardımda bulunurlar ve onunla beraber indirilmiş olan Nûr'a tâbi oluverirler, işte felâh bulanlar onlar- dan ibarettir.
[009.071] Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar; birbirlerinin velileridirler. Ma'rufu emreder, münkerden nehyederler. salatı ikame ederler, zekat verirler, Allah'a ve Rasulüne itaat ederler. İşte Allah, bunlara rahmet edecektir. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.
[009.112] Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rüku' edenler, secde edenler, ma'rufu emredenler, münkeri nehyedenler, Allah'ın hududunu koruyanlardır. Mü'minleri müjdele.
[022.041] Onlar ki, yer yüzünde kendilerini yerleştirir iktidar sahibi kılarsak, salatı ikame ederler, zekatı verirler, ma'rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir.
[031.017] «Ey oğlum, dosdoğru salatı ikame et, ma'ruf olanı emret, münker olandan sakındır ve sana isabet eden (musibetler) e karşı sabret. Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir.
İman edenlerin en önemli vasfı olarak karşımıza bu amelin tersi , münafıkların ameli olarak beyan edilmektedir.
[009.067] Münafık erkeklerle, münafık kadınlar birbirlerindendirler. Münkeri emreder ve ma'rufu nehyederler. Ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unuttular; O da onları unuttu. Muhakkak ki münafıklar; fasıkların kendileridir.
Marufu emir , münkerden nehiy temeline oturmuş bir yaşam tarzı, bir toplumu dünya ve ahirette mutululuğa kavuşmalarına sebep olmaktadır. Bir toplum içinde yaşanan yanlışlıklar eğer , bu toplum içindeki bir takım insanlar tarafından engellenmez ise , ilerleyen zaman bu münkerin, toplumun yaşam tarzı haline gelerek içselleştirilmesini ve fesadı beraberinde getirecektir.
Yaşadığımız ülke içinden olayı misallendirecek olursak , yıllar önce yaşı biraz ileri olan herkesin bildiği, "Dallas" adı ile T.R.T kanalında gösterilen Amerikan dizisinde öne çıkan tema , aile içi çarpık ilişkiler olup, bu çarpık ilişkileri bunlara karşı çıkan mutaassıp aileler bile izlemişlerdir. Öyle ki , insanlar işlerini güçlerini bu dizinin olduğu vakit terk ederek bu diziyi izlemek için vakitlerini özellikle ayırmışlardır
Geçen yıllar içinde çarpık ilişkileri konu alan T.V dizileri öyle bir yaygın hale gelmiştir ki , hemen hemen her T.V kanalında , nikahsız ilişkiler ve bu ilişkilerden doğan çocuklar dizinin ana teması haline gelmiş olaylar bunlar üzerinde gelişerek, izleyicinin önüne konulmaktadır. Bunları izleyenlerin büyük bir kısmı böyle ilişkileri artık içselleştirerek , kendi aile çevresinde bile olsa artık normal karşılar hale gelmiştir.
Toplum artık öyle bir hale gelmiştir ki sevgilisi olmayan kız veya erkek bireyler sanki uzaylı yaratıklar gibi görülmeye başlanmış ve nikahsız beraberlikler özellikle sanatçı geçinenler tarafından topluma empoze edilmeye çalışılarak fuhşun ve zinanın adı "Seviyeli birliktelik" olarak hoş gösterilmeye çalışılmıştır. Bahsettiğimiz bu münker çeşidi toplumda mevcut olan bir çok münkerden sadece bir tanesi olup, bu gibi çeşitli münkerler toplum içinde maalesef fazla bir engel görmediği için yaygınlaşmaktadır.
Kafirleri veli edinmelerinin , İsrailoğullarının lanete uğrama sebebi olarak beyan edilmiş olması ve Kur'anın bir çok ayetinde biz iman edenlere hitaben , kafirlerin veli edinilmemesinin emredilmiş olması, bu konunun hayati bir önem taşıdığını göstermektedir.
"Veli" ; " Bir işi üzerine almak , idare etmek" anlamında bir kelimedir.
[004.144] Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri veliler edinmeyin; (bunu yaparak) Allah'a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?
[005.051] Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları veliler olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin velileleridir. Sizden kim onları veli olarak benimserse o da onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.
[007.003] Rabbinizden size indirilen Kitap'a uyun, O'ndan başka veliler edinerek onlara uymayın. Pek az öğüt dinliyorsunuz.
[008.073] Dini inkâr edenler de birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız, dünyada bir fitne kopar, müthiş bir bozukluk, bir fesat ortaya çıkar.
[005.055] Sizin dostunuz , ancak Allah, O'nun Resulü, rükû' ediciler olarak salatı ayakta tutan ve zekâtı veren mü'minlerdir.
İman edenleri bırakarak ,kafirleri veli edinmek şeklinde ortaya çıkan durumun tezahürü , ölçüsünü vahiy dışındaki kaynaklardan alarak, buna göre hayatını düzenlemek anlamında olup , bu tür bir yaşamın getirisi, arz üzerinde fesadın yaygınlaşmasından başka bir şey olamaz.
İsrailoğullarının, kafirleri veli edinmiş olmalarının , "Onlar da kafir olarak Kur'anda anılmıyor mu " şeklinde bir soru sorulabileceğini düşünerek bu soruya şöyle cevap verilebilir ;
İsrailoğulları içinde kendilerine gelen elçi ve kitaba gerçekten iman eden insanlar olduğu gibi , etmeyenlerde vardı , elçi ve kitaba iman edenler zaman içinde , elçi ve kitaba iman etmeyenleri veliler edinmeye başlayarak yani kendilerini vahyin önermiş olduğu hayattan soyutlayarak , vahye iman etmeyenlerin önerdiği sisteme uyarak lanete uğramışlardır.
Bizler İsrailoğulları ile ilgili ayetleri , çoğunlukla sadece onlara has hitaplar ve bilgiler olarak okuduğumuz için , onların lanete uğramalarını sadece onlara has kılarak ,bu lanetlenmenin "Sünnetullah" gereği olduğunu, bu lanetlenmenin bir yasa gereği İsrailoğullarının üzerinde işlediğini , sadece onlara has olmadığını dikkate almadan okuduğumuz için , kendimizi "Sütten çıkmış ak kaşık" misali görerek , böyle bir lanete uğrama ihtimalini aklımıza dahi getirmeyen bir hayat sürmekteyiz.
Allah (c.c) nin lanetine uğramak demek , ondan gelecek olan dünya ve ahiret yardımından mahrum olmak anlamına geldiğini düşünecek olursak , bu gün biz Müslümanların dünya hayatındaki zelil durumumuzun sebebi sanırım daha kolay anlaşılacaktır.
"Lanetli kavim" deyimini, sadece belirli bir kavme has bir deyim olduğunu zannettiğimiz müddetçe bu zelil durumdan kurtulmak ta mümkün olmayacaktır.
Kafirleri veli edinmenin Müslüman hayatında nasıl yön bulduğu anlaşılmadan bizler içinde geçerli olan bu lanetlenmeden kurtulmak mümkün olmayacaktır.
Kur'an çevirilerinde genellikle "Dost" olarak çevrilen "Veli" kavramı , dost kelimesinin ifade ettiği anlamdan daha farklı bir anlama sahiptir. Dost kelimesi, içinde insani ilişkileri de kapsayan bir kelime olup kafirler ile insani ilişkiler , Maide s. 5. ayetinde ehli kitabın yemeğinin helal olduğunun beyan edilmesinden hareketle serbesttir. "Veli edinmek" ile "Dost edinmek" deyimleri birbirlerinden farklı deyimlerdir.
"Veli edinmek" demek , işini o kişiye havale ederek , kendisinin yerine o işi takip etmesi anlamında olduğuna göre , Müslümanlar kendi işleri ile ilgili meseleleri nereye ve kime havale edeceklerini , ve kimden işleri ile ilgili meselelerde yardım alacaklarını , iman ettiklerini iddia ettikleri kitap içindeki beyandan öğreneceklerdir.
"Kafir" olarak bahsedilen insanların bu etiketi alma sebepleri , hayat içinde gerekli olan kuralları vahiyden değil hevalarından almış olmaları ve hevalarına göre bir "Din" üreterek kendilerini ve başkalarını bu "Din"lere tabi olmaları için çağrı yapmalarıdır.
Kurallarını vahiy dışından alan tüm sistemler, Kur'an ifadesi ile "Batıl" olup, bu kelime "Hak" kelimesinin zıddıdır. Batıl dinlere tabi olarak yaşanan bir hayatın getirisi, dünyayı fesada boğmak olduğunu, yaşadığımız dünyadaki olaylar bize acı biçimde göstermektedir.
"Allah-Elçi-Müminler" olarak çerçevelenen veli edinilmesi gerekenler , Allah (c.c) nin kulları için belirlediği yaşam kurallarını haber veren Elçilere tabi olan Mü'minlerin bu imanlarının gereği olarak ,yaşam içinde tabi oldukları kuralları Allah (c.c) nin elçisi ile indirdiği kitap çerçevesinde belirleyerek, fesadı önleyecek olmalarından dolayı böyle bir velayet çerçevesi çizilmiştir.
Gel gelelim bir çok Müslüman, tabi olduğunu iddia ettiği din ve kitabın böyle bir işlevi olduğundan habersiz bir hayat sürerek , velilik işlemlerini kafirlere deruhte ederek kitabı rafa kaldırmış bir hayat sürmektedirler. Hal böyle olunca meydan , Allah (c.c) nin "Kafir" olarak nitelediği insanlara kalmakta ve onların kuralları ile yönetilen bir dünya cehenneme dönmektedir.
Konumuz olan 81. ayette , kimlerin veli edinildiği takdirde kimlerin edinilemeyeceği , kimlerin veli edinilmediği takdirde kimin veli edinileceği görülmektedir.
"Allah -Elçi-Kitap" şeklindeki ifadenin içerdiklerine iman eden bir hayat sürenlerin , "Kafir" olarak bahsedilenlerin önerdikleri yaşam sistemlerine "La" diyerek karşılık verme gereği vardır. Hem Müslüman kalıp , hem de onların önerdikleri yaşam sistemlerini hayata geçirmek iddiası geçersiz bir iddiadır. "Müslüman" etiketi taşımak , "Kafir" etiketi taşıyanların önerilerini elinin tersi ile iterek imanlı bir hayat sürmekle gerçekleşir. Kafirlerin veli edinildiği, yani onların hevalarından ürettiklerine tabi olunan bir hayat sürenler, "Müslüman" etiketini takmayı maalesef hak etmemektedirler.
Sonuç olarak ; "Sünnetullah" adı bildiğimiz yasaların toplumlar üzerinde nasıl işlediğinin göstergesi olarak okunması gerektiğini düşündüğümüz İsrailoğulları ile ayetlerin, Maide s. 78-81. ayetlerinde, onların lanetlendiklerinden bahsedilmektedir. Bu lanetlenme ,maalesef sadece onlara has olduğu zannı ile okunarak , onların başına gelen bu durumun , onların işledikleri aynı amellerin işlendiği takdirde , kıyamete kadar yaşayacak olan toplumların başına gelebileceği hiç düşünülmemiştir.
Elçileri olan Davud ve İsa (a.s) dili ile , Allah (c.c) nin lanetine uğramış olan İsrailoğullarının bu lanetlenme sebebi , sadece onlara has olduğu zannı ile okunduğunda verilmek istenen mesaj doğru anlaşılamamış olacaktır. Kötülükten sakındırmamak ve kafirleri veli edinmek şeklinde ortaya çıkan hayat tarzı kişileri ve o kişilerin oluşturduğu toplumların dünya hayatında fesada uğramasına sebep olarak ahiret hayatlarının da tehlikeye atacaktır.
Çare olarak sunulan, Allah -Elçi-Kitap dahilinde yaşanan bir hayat kötülüklerin önlemesini ve kafir olanlarla velayet ilişkisi içinde olmayan bir yaşamı beraberinde getirmesi açısından , kişileri ve o kişilerin oluşturduğu toplumların, dünya hayatında "Salah" üzere bir yaşam sürmelerini beraberinde getirerek dünya ve ahiret hayatları cennete dönüşecektir.
Müslüman toplumlar olarak yaşadığımız bir takım sorunların kaynağının münkere karşı olan duyarsızlığımız ve toplum içinde bu münkerin işlenmemesine yönelik olan amellerimizin eksikliği , ve kafirleri veli edinerek onların hevalarından uydurduklarına sarılan bir yaşam tarzı sürüyor olmamız olduğunu düşünürsek, İsrailoğullarının başına gelen lanetlenmenin bizim içinde geçerli olduğu ortaya çıkacaktır , bu lanetten kurtulmak için tek çaremiz ,Allah (c.c) tarafından önerilen yolu takip etmektir.
İsrailoğullarına "Lanetli kavim" diyerek, kendimizi "Övülmüş kavim" gibi görmek , İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin okunmasında yapılacak en büyük yanlıştır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)