Dilimizde kullanılan "Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenirse, diğerleri de yanlış gider" sözü, bir işe yanlış başlanıldığında, o işin arkasının da aynı yanlış ile devam edeceğini bildirmektedir. Biz bu sözü Nisa s. 34. ayeti etrafında yapılan tartışmalar için kullanarak, bu ayet ile ilgili yapılan bazı anlama çalışmalarının ilk düğmeyi yanlış iliklemek sureti ile başladığını, bu sebeple diğer iliklerin de yanlış iliklendiğini, ve bu nedenle ayet içinde geçen Darabe fiilinin anlamı üzerinde bir takım oynamalar yapılmak zorunda kalındığını görmekteyiz.
Halbuki Kur'an'ın bütünü için geçerli olan anlama kuralı olan, bu ayetin nazil olduğu zaman ilk muhataplarına ne dediği anlaşılabilmiş olsa, savunmacı bir yaklaşım sergilenmek sureti ile, kelimeler üzerinde oynanma gereği hiç duyulmamış olacaktı.
Yazımızda, sanki kadının dövülmesini tavsiye ediyor gibi görünen bir ayetin, aslında o gün toplumda mevcut olan kadın dövme fiilinin önünü almayı amaçladığı maalesef kimsenin dikkatini çekmediğini vurgulamaya, "Nasıl yapsak ta Kur'an'ın kadın dövmeyi emretmediğini izah edebilsek" kabilinden çırpınmalara düşülmesinin yanlışlığını izah etmeye çalışacağız.
Bundan önceki bazı yazılarımızda değinmeye çalıştığımız anlama yöntemi, Kur'an ile ilgili yapılan anlama çalışmalarının sahip olduğumuz bir takım düşünceleri Kur'an'a onaylatmak amacı taşımaMAsı, Kur'an okurken ön yargılardan veya savunmacı anlayışlardan arınmış bir bakış açısı, daha önemlisi bu kitabın indiği zaman ve mekanda yaşayan insanların nüzul öncesi sosyal, ekonomik, dini yaşantılarının arka planının bilinmesi gerektiğidir. Bu arka planın yine Kur'an içinden okunabileceğini, bundan önceki yazılarımızda örneklerle vermeye çalıştığımızı da özellikle hatırlatmak isteriz.
Bugün Kur'an üzerinde okuma ve anlama çalışma yapan kimselerin düştükleri açmazların başta gelen sebebi, rivayet kültürünün yol açtığı olumsuz din anlayışı nedeniyle geçmişi tamamen silip atmak, Kur'an'ı geçmişten kopararak sanki bugün iniyor gibi okumaktır. Nüzul ortamı ile bağı koparılarak okunan bir kitap maalesef doğru anlaşılmayacak, ve bu sıkıntı bazı kelimeler üzerinde oynama yapılmasına sebep olacaktır.
Konumuz olan Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe fiili üzerinde son yıllarda yapılmaya çalışılan bazı spekülasyonlar, kanaatimizce bu yanlış bakış açısının ürünüdür. Şayet bu ayet mevcut olan güncel durum dikkate alınarak okunmaya çalışılsaydı, üzerinde bu kadar tartışma yapılmasına gerek duyulan ayet olarak gündemde tutulmaya çalışılmayacaktı.
لرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاءِ بِمَا فَضَّلَ اللَّهُ بَعْضَهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍ وَبِمَا أَنْفَقُوا مِنْ أَمْوَالِهِمْ ۚ فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللَّهُ ۚ وَاللَّاتِي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ ۖ فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ فَلَا تَبْغُوا عَلَيْهِنَّ سَبِيلًا ۗ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيًّا كَبِيرًا
[004.034] Er olanlar kadınlar üzerinde hâkim dururlar, çünkü bir kerre
Allah birini diğerinden üstün yaratmış bir de erler mallarından infak
etmektedirler, onun için iyi kadınlar itaatkârdırlar, Allah kenidlerini
sakladığı cihetle kendileri de gaybı muhafaza ederler, serkeşliklerinden endişe
ettiğiniz kadınlara gelince: evvelâ kendilerine nasıhat edin, sonra yattıkları
yerde mehcur bırakın, yine dinlemezlerse döğün, dinledikleri halde incitmeye
behane aramayın, çünkü Allah çok yüksek, çok büyük bulunuyor. [Elmalılı Hamdi Yazır]
Kur'an'ın hüküm içeren ayetlerinin doğru anlaşılması, böyle bir hükmün verilmesine sebep olan mevcut durumun dikkate alınması ile mümkündür. Kur'an yaşayan bir topluma inmiş, ve bu toplumun yaşantısı içinde olumlu ve olumsuz olarak görülen bir takım yaşam tarzları bulunmaktadır.
Aile olarak bildiğimiz, karı koca ve çocuklardan oluşan toplumun temel taşı olan yapı, insanlığın var oluşundan beri mevcut bulunmakta, ve bu yapının sağlam olması toplum menfaati açısından büyük önem arz etmektedir. Nisa s. 34. ayetine baktığımızda, aile içinde bulunan bir sorunun nasıl halledilebileceği ile ilgili hüküm taşımakta olduğu görülmektedir. Bu ayetin indiği toplum içinde mutlaka ailelerin olduğu, ve bu ayetin bu aileler ile ilgili bir takım sorunlara çözüm önerisi sunduğu dikkate alınmalıdır.
Bu çözüm önerisi sunulur iken, nuzül döneminde kadınların toplum içindeki durumlarının dikkate alınması büyük önem taşımaktadır. Bunu söylerken rivayetleri adres gösterdiğimiz anlaşılmamalı, Kur'an'ın kadınlar ile ilgili ayetleri dikkate alınarak, onların nüzul dönemindeki mevcut toplumsal yapılarının arka plan bilgisi, o ayetlerden çıkarılmalıdır.
Kur'an'ın kadınların evlenmesi, boşanması, mallarının idaresi gibi ayetlerine baktığımızda arka planda kadının toplum içinde ikinci sınıf bir vatandaş muamelesi gördüğü, sahip olması gereken haklarının verilmediği görülebilecektir. Onlarla ilgili ayetlerin onların bu durumlarının iyileştirilmesine yönelik olduğu herkesin dikkatini çekecektir.
Bu arka plan dikkate alındığında, Kur'an'ın kadınlar ile ilgili olan hükümlerinin onların mevcut olan kötü durumlarını iyileştirici ayetler olarak okunması, bizlerin özellikle Nisa s. 34. ayeti hakkında bir takım spekülasyonlar yapmak gereğinden de kurtaracaktır. Kur'an'ın kadınlara karşı iyi davranmayı emretmesinin arka planında, onlara karşı mevcut olan kötü davranışların olduğu dikkate alınmalıdır. Çünkü kadınlarına zaten iyi davranan bir topluma karşı yeniden böyle emirler verilmesinin bir gereği yoktur.
Ayet içindeki erkekler için geçen Kavvam, kadınlar için geçen Salihat kelimesi, ailenin temelini teşkil eden karı kocanın olması gereken ideal durumunu yansıtmaktadır. Kavvam kelimesinin ifade ettiği en genel anlam, erkeğin aile içinde eşine ve çocuklarına karşı olan görev ve yetkilerini yerine getirmesini işaret etmekte, Salihat kelimesinin ifade ettiği en geniş anlam ise, kadının eşine ve çocuklarına karşı olan vazifelerini yerine getirmesine işaret etmektedir.
Kavvam erkek ile, Saliha bir kadının oluşturduğu aile içinde çıkabilecek olan sorunlar yine bu kelimelerin ifade ettikleri anlamlara sahip olmanın gerektirdiği şekilde çözülecektir. Nisa s. 34. ayet içindeki yaptırımların, Saliha olmanın dışına çıkan kadınlar için olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.
Saliha bir kadının en önemli özelliği ise, ırzını ve namusunu korumaya özen göstermesi, onu bu konuda sıkıntıya sokacak her türlü davranıştan kaçınmasıdır. Bu durum sadece kadın için değil, erkek için de elbette geçerlidir. Nisa s. 34. ayetinde kadının böyle bir duruma düşmesi, Nüşuz kelimesi ile ifade edilmektedir.
Bu durumdaki bir kadına erkek tarafından:
1- Yaptığının yanlışlığı hakkında nasihat edilecek.
2- Nasihat kar etmezse, yatakta yalnız bırakılacak.
3 Yatakta yalnız bırakmak kar etmezse, kadın dövülecek.
Zurnanın zırt dediği yer 3. şık olup, kadının dövülmesi konusu etrafında fırtınalar koparılmakta, ayet içinde geçen Darabe kelimesinin çok anlamlı olmasının verdiği avantajla, kelimenin dövmek değil, ayrılmak veya başka anlamlara sahip olduğu iddia edilmekte, Darabe kelimesinin çevirisi bazı kimseler tarafından o şekilde yapılmaktadır.
Yine tekrarlamak isteriz ki: Ayet kadınları dövmek şeklinde yeni bir hüküm getirmemekte, aksine kadınların aile içinde eşleri tarafından dövülmek sureti ile maruz kaldıkları zor duruma yeni bir düzenleme getirerek, onların durumlarını iyileştirmeye yönelik hükümler getirmektedir.
Kadının ikinci sınıf olarak görüldüğü ve sahip olduğu haklarının verilmediği bir toplumda onların erkeklerden şiddet görmesi de kaçınılmazdır. Yani Kur'an'ın nazil olduğu toplum içinde kadın, eşi tarafından dövülen ve hor görülen bir konumdadır. Öncelikle bu saptamanın yapılması, Nisa s. 34. ayetinin doğru anlaşılmasında önem arz etmektedir.
Bu saptama yapıldıktan sonra ayet içinde geçen Nuşüz kelimesinin ifade ettiği anlam gündeme gelecektir.
Dikkat edilirse kadının dövülebilmesi için bırakılan alan, dar bir alandan onun eşinin namusuna halel getirebileceği daha geniş bir alana çekilmiştir. Kadının nüşuzu ile ifade edilen alan, kadının yemeğin tuzunu fazla koymuş olması, komşulardan eve geç gelmiş olması veya eşinin maddi gücünü aşan bir istekte bulunmuş olması gibi tali meseleler değil, namus konusu gibi ağır ve hiç bir kadının kolay kolay cesaret edemeyeceği bir alana çekilmiştir. Yani bir kadının dövülebilme sebebi, namusuna halel getirecek bir yol içinde olmasıdır.
Bunu söylerken, kadın böyle bir duruma düştüğünde onun dövülmesi Farz hükmündedir gibi bir iddia içinde olmadığımız bilinmelidir. Kadın velev ki dövülmeyi hak edecek bir eylem içine girse, eşi de onu dövmemiş olsa, bu durumdaki erkek herhangi bir günah altına girmeyecektir. Ayet, kadınların dövülmesini en uzak bir ihtimal olan namus konusu ile ilişiklendirmek sureti ile, kadına şiddeti toplum hayatından çıkarmayı amaçlamaktadır.
Nisa s. 34. ayetinden zımnen şunu anlamak sanırım yanlış olmayacaktır: "Eşini her fırsatta dövmek için fırsat kollayan ey erkekler!!: Eşlerinizi olur olmaz sebeplerden ötürü dövmeniz asla doğru değildir. Size onları dövebilmeniz için bıraktığım açık kapı, sadece onların sizin namusunuza halel getirebilecek bir duruma düşmeleridir. Bunun dışında kadınlarınızı dövmeniz size yasaktır".
Bu yaptırımlar boşanmanın tercih edilmemesi, sorunun aile içinde halledilmesi durumlarında geçerli olabileceği de hatırdan çıkarılmamalıdır.
Bizim Nisa s. 34. ayetine yaptığımız bu şekildeki yorumumuz, "Öyleyse neden Allah direk olarak "Kadınlarınızı dövmenizi yasaklıyorum" şeklinde bir emir vermedi de, böyle dolambaçlı bir yol önerdi?" sorusunu beraberinde getirecektir.
Nisa s. 43. ayetinde içkili iken namaza yaklaşılmaması emri, bu soruya bir cevap teşkil edebilir. İçkinin halen kullanıldığı bir toplumda bunu birden yasak etmenin bazı sıkıntılara yol açma ihtimalini göz önünde bulundurduğumuzda, tedrici olarak yasaklama daha uygun bir yol olarak görülecektir. Nisa s. 43. ayeti içki içmenin alanını nasıl daraltıyor ise, Nisa s. 34. ayeti de kadınlara karşı şiddet kullanmanın alanını öyle daraltmakta, bu sorunu tedrici olarak çözme yoluna gitmektedir.
Ayetin nuzül dönemi arka planını hesaba katmadan okumaya çalışanların takıldıkları bir nokta da, 2. sıradaki yaptırım olan kadınların yatakta yalnız bırakılmalarıdır. Bir çok insan böyle bir işlemin kadından çok erkeğe ceza olduğunu düşünecektir. Ancak nuzül döneminde bir çok erkeğin bugünkü gibi tek eşli değil, birden fazla eş sahibi olduğu hesaba katıldığında ve 2. şıktaki yaptırım erkeklerin bu durumu göz önüne alınarak okunduğunda, kadına karşı bir yaptırım olduğu anlaşılacaktır.
Nisa s. 34. ayetinde geçen Nüşuz kelimesi, aynı surenin 128. ayetinde de geçmekte, Darabe fiilinin Vurmak anlamına sahip olmadığını düşünenler tarafından, "Kadını nüşuz ettiğinde erkek kadını dövebiliyor ise, erkek nüşuz ettiğinde kadın neden erkeği dövemiyor?" şeklinde sorular sorulmaktadır.
Bu tür sorular, Nisa s. 34. ayetinin kadının nüşuz ettiğinde dövülmesi gerektiğine dair yeni bir hüküm getirdiğinin zannedildiği için sorulmakta, ve böyle bir sorunun sorulması, Nisa s. 34. ayetinin ilk düğmesinin baştan yanlış iliklenmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bu tür soruları soranların kafalarında Nisa s. 34. ayetinin kadının dövülmesine dair bir emir veya tavsiye olduğu zannı hakim bulunmaktadır.
Burada tekrar hatırlatıyoruz: Allah (c.c) kadının nüşuzunda ona uygulanması gereken müeyyideler hakkında hüküm değil, kadınlara şiddet uygulayan bir toplumun erkeklerinin hareket alanını kısıtlamak amaçlı bir yönteme başvurmaktadır.
Kur'an ayetlerinin dün indiği topluma dair ne söylemiş olabileceği hesaba katılmadan, bugün bizlere ne demiş olabileceği üzerinde yapılacak anlama çalışmaları eksik kalacaktır. Kur'an'ın nazil olduğu zaman içinde yaşayan toplumun sosyal şartları ile, şu anda bizim yaşadığımız toplumun sosyal şartlarının aynı olmadığı malumdur. Hal böyle iken dün indiği toplumda herhangi bir sorun teşkil etmeyen bir ayetin, bugün şartların değiştiği bir toplumda sorun teşkil ediyor gibi görünmesi, o ayet veya kelime ile ilgili bir takım spekülasyonlar yapmaya çalışarak, onu birilerinin hoşuna gidecek şekle sokmayı gerektirmez.
Nisa s. 34. ayeti ilk bakışta sanki kadınlara bir takım cezai müeyyideler uygulayan bir ayet gibi görünmesine karşın, aslında erkeğe bir takım müeyyideler uygulamaktadır. Çünkü kadına şiddeti kendi uygun gördüğü şartlara göre uygulayan bir toplumun erkeklerine, Kur'an tarafından daha ağır şartlar getirilmekte, kadına şiddet uygulayan erkeklerin elleri bir şekilde bağlanmak sureti ile kadına şiddet şartları zorlaştırılmaktadır.
Sonuç olarak: Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesi üzerinde yapılan anlama çalışmaları ilk başta yanlış bir noktadan başlaması sebebi ile yanlış sonuçlar çıkarılmasına sebep olmaktadır. Tarih üstücü okuma taraftarlarının, kendilerinin tarihselci olarak suçlanmalarından çekinmesi sebebi ile, ayetin tarihsel bağlamına dikkat etmemiş olmaları, ilgili fiilin üzerinde bir takım oynamalar yaparak, ayet üzerinde bazılarının hoşuna gidecek iyileştirme çalışmaları yapmaları kabul edilir bir durum değildir.
Şayet ilgili ayet, nuzül döneminde kadının mevcut olan kötü durumunun iyileştirmesi doğrultusunda erkeğe yönelik bir takım yaptırımlar olarak okunmaya çalışılsaydı, üzerinde bu kadar fırtınalar koparılmasına gerek duyulmazdı.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
15 Mart 2018 Perşembe
7 Mart 2018 Çarşamba
Cin Konusu İle İlgili Ayetleri Okuma Kılavuzu
Kur'an'ın doğru anlaşılmasında, nuzül ortamında yaşayan insanların kültürel, dini ve sosyo ekonomik yaşantı gibi bilgileri, kısacası tarihsel arka plan bilgisi önemli bir rol oynamaktadır. Bu bilginin göz ardı edilmesi, yapılacak okuma ve anlama çalışmalarından sağlıklı sonuçlar çıkarılamamasını beraberinde getirecektir. Yazımıza konu edeceğimiz cinler ile ilgili ayetlerin doğru anlaşılmasında, nuzül öncesi tarihsel arka plan büyük ölçüde önem arz etmektedir.
Son yıllarda Kur'an'ın gündeme gelmesi ile, bir çok konu yeniden masaya yatırılmış, yeniden anlaşılmaya ve tartışılmaya başlanılmış, tartışılan bu konuların içinde cinler ile ilgili bilgilerin yeniden Kur'an'i anlamda anlaşılması da bulunmaktadır. Maalesef bu konuda yapılan anlama çalışmaları etrafında yapılan tartışmalar, cinlerin varlığı yoklu etrafında kilitlenmiş, bir taraf cinlerin varlığını kabul ederken, bir diğer taraf cinlerin varlığını kabul etmemekte, bu kısır tartışmalar sonucunda, tartışan taraflar birbirlerini tekfir etmeye kadar varan suçlamalar yöneltebilmektedir.
Cinler ile ilgili ayetleri okurken, göz önüne alınması gereken en önemli husus, Kur'an'ın cinlerin ontolojik varlığı veya yokluğu konusu ile asla ilgilenmediğidir. Bundan dolayı bu konuda yapılacak tartışmalar cin var yok mu kavgasına çekilmemeli, şayet çekilecek olursa, yapılan tartışmaların kördöğüşünden farksız, ve havanda su dövmekten başka bir işe yaramayacağı da bilinmelidir.
Yaşadığımız dünyanın her tarafında, geçmiş ve gelecek tüm zamanlarda, insanları maddi ve manevi açıdan sömürmek isteyenlerin kullandıkları ve kullanmaya devam edecekleri en önemli silah, kendilerinin diğer insanlar gibi olmadıkları, diğer insanlardan farklı olarak ellerinde bir takım gizli güçler bulunduğu, bu gizli güçler vasıtası ile kendilerine bir takım özel bilgiler verildiği şeklinde bir iddia sahibi olmalarıdır.
Görünmeyen ve sadece özel kişilerle iletişim kurduğu iddia edilen bu gizli güçlerin ismi ise CİN dir. Cinlerle ilişki kurduklarını iddia eden bu kimseler, onlardan gaybe dair haber aldıklarını iddia etmekte, onların kendilerine bir takım bilgiler verdiğini söyleyerek kendilerini diğer insanlardan ayrıcalıklı göstererek, itibar sahibi olmaya, ve bu yolla onları sömürmeye çalışmaktadırlar.
Konuyu nuzül öncesi Mekke'de yaşayan insanlar boyutunda düşündüğümüzde, o toplumda Şair, Mecnun, Kahin, Arraf v.s gibi isimlerle bilinen insanların var olduğu bilinmekte, bu insanların cinlerle ilişki kurdukları zannedilerek, ağızlarından çıkan sözlerin kendi sözleri olmadığı, cinlerin onlara verdikleri ilham ve haberlerin neticesinde bu sözleri onlardan alarak söyledikleri iddia edilmektedir.
Yani nuzül öncesi Mekke insanının bazı insanların cinler vasıtası ile gökten haber aldıklarına dair bir arka plan bilgisi mevcut bulunmaktaydı. Cinlerin göklerden aldıkları haber ve bilgileri yerde yaşayan bazı insanlara aktardıkları şeklinde bir bilgiye sahip olan Mekke'lilere, bir gün 40 yıldır içlerinde yaşayan bir adam tarafından kendisinin de Allah'tan haber aldığını söylemesi şok etkisi yaratmış, Muhammed adındaki bu kişinin Allah'tan aldığını iddia ettiği bu haberleri beğenmeyenler, ona şiddetle karşı çıkmış, onun ŞAİR, MECNUN, KAHİN olduğunu ileri sürerek, verdiği bilgilerin itibar görmemesi için var güçleri ile mücadeleye girişmişlerdir.
Mecnun yani cinlenmiş olduğu iddia edilen Muhammed (a.s) ın böyle bir durumda olmadığını ifade eden ayetlerin nazil olmasının arka planında, Mekke'li müşriklerin ona karşı yaptığı bu türden ithamlar yatmaktadır. Çünkü Mekke'lilerin mevcut olan arka plan bilgilerinde, bu gibi haberler alan insanlar, cinlerle ilişki kurmuş olarak bilinmektedir.
Şeytan, Melek, Cin gibi kelimeler, vahiy kavramı ile yakından ilgilidir. Bu kelimeler birbiri ile iç içe bir durum arz etmekte olup, birbirinden kopuk şekilde anlamaya çalışmak bizleri doğru bir sonuca götürmeyecektir.
Şeytan kavramının, Kur'an içinde önemli bir yer tuttuğu malumdur. Kötülük ve çirkinliğin sembolü olarak yer alan bu kavramın cinlerle özdeşleştirilmesi dikkat çekicidir (Kehf s. 50). Kur'an'da, cinler vasıtası ile alınan haberlerin ve bu haberler neticesinde bir yöne ve düşünceye kanalize olan insanların düştüğü durum, ŞİRK kavramı ile ifade edilmektedir. Cinlerden haber aldıklarını iddia eden insanların aldıkları haberlerin şeytan ile özdeşleştirilmekte, bu haberlere inanarak yaşamını belirleyenlerin sonunun cehennem olduğu, yine Kur'an içindeki ayetlerde bildirilmektedir.
Kur'an'ın şeytanlar tarafından indirilmediğinin (Şuara s. 210-212) bildirilmiş olması, Muhammed (a.s) ın aldığını iddia ettiği haberin kaynağının neresi olmadığının bilinmesi açısından önemlidir. Çünkü Mekke'li müşrikler Muhammed (a.s) ın aldığını iddia ettiği vahyin kaynağının, kendilerinin haber aldığını iddia ettikleri cinler olduğunu, dolayısı ile onun bir mecnun olduğunu söyleyerek, vahyi ve elçiyi halkın gözünde itibarsızlaştırmak istiyorlardı.
Yine bazı surelerde (Hicr, Saffat, Cin) cinlerin gökten haber almalarının imkansız olduğunu beyan eden ayetlerin, nuzül ortamı arka plan bilgisi ile yakından alakası bulunmaktadır. Cinlerin gökten haber aldıkları bilgisine sahip olan Mekke'li müşriklerin bu düşünceleri, cinlerin böyle bir haber alma imkanlarının olmadığını beyan eden ayetler ile mahkum edilmekte, Muhammed (a.s) a inen vahye onlar tarafından herhangi bir müdahale yapılmasının imkansız olduğu, dolayısı ile onun asla cinlenmiş olmadığı vurgusu yapılmaktadır.
Melek kavramının da Kur'an içinde önemli bir yer tuttuğu malumdur. İyilik ve güzelliğin sembolü olarak yer alan bu kavramın Muhammed (a.s) a inen vahiy ile özdeşleştirilmesi de dikkati çekmesi gerekmektedir. Cinlerden haber aldıklarını iddia eden Mekke'li müşriklerin bu haberleri onlara şeytanların indirdiği söylenirken, Muhammed (a.s) ın aldığı vahyi meleğin indirmesinin söylenmesi, gaybi haber aldıklarını iddia eden her iki tarafın, bu haberleri nereden aldıklarının bilinmesi açısından önemli bir noktadır.
Buraya kadar söylediklerimizi toparlayacak olursak; Kur'an'ın Nezele kelimesi ve türevleri ile ifade ettiği gökten haber alma yani vahiy olgusu, Mekke'li müşriklerce daha önce bilinmekte idi. Kur'an Mekke'lilerce bilinen bu bilgi alt yapısını kullanarak, Allah'ın elçi olarak seçtiği bir kuluna vahyettiğini bildirmektedir. Şeytan ve Melek kavramları iniş olgusunda yine anahtar bir rol üstlenmekte, müşriklerin cinlerden aldığını iddia ettiği haberin kaynağının şeytan olduğu, Muhammed (a.s) ın aldığını iddia ettiği haberin kaynağının ise Allah ve melek olduğu belirtilerek arada fark olduğu vurgusu yapılmaktadır. Yani cin konulu ayetlerin iniş sebebi, müşriklerin gaybi haber almaya dair olan bilgi birikimleridir.
Kur'an'ın cin konulu ayetlerini bu pencereden bakarak anlamaya çalıştığımızda, onların varlığı yokluğu konusu asla bizler için mesele teşkil etmeyecek, dikkatler Kur'an'ın cinleri hangi sebepten ötürü ele aldığına yoğunlaşacaktır. Kur'an içinde cinlerle ilgili ayetler okunduğunda, Mekke'lilerin bu konudaki inançlarına öncelikle vurgu yapıldığı anlaşılacak, ayetlerin tarihsel bağlamı doğru anlaşıldıktan sonra, bizler için nasıl mesajlar ihtiva etmiş olabileceği daha net anlaşılabilecektir.
Cin ve Ahkaf surelerinde cinlerin konuşturulması ile ilgili ayetler, onların ontolojik varlıkları açısından değil, Mekkeli'lerin sahip oldukları şirk inançlarının kutsal olarak bildikleri isimler üzerinden ret edilmesi olarak okunmasu gerektiğini burada hatırlatmak isteriz.
Bunlardan sonra Cin adı ile bilinen, ve belirli kulluk vazifeleri ile sorumlu bir varlık gurubunun olup olmadığı sorusunun cevabı verilebilir. Biz her ne kadar Kur'an'ın cin konusu ile ilgili ayetlerinin, onların varlığı veya yokluğu tartışmasından ziyade, nuzül dönemi insanlarının sahip olduğu bilgi birikimini dikkate aldığını söylesek bile, cin var mı yok mu sorusu yine sorulacaktır.
Bizim kanaatimiz şu dur ki, dünya yüzünde insan haricinde yaratılmış, ve Cin adı ile bildiğimiz herhangi bir varlık türü yoktur. Allah (c.c) sadece İnsan olarak bildiğimiz bir varlık türünü dünya yüzüne yerleştirmiş, ve sadece ona bir takım sorumluluklar yüklemiştir. Bu iddiayı ortaya attıktan sonra, Kur'an içinde cinlerle ilgili geçen ayetlerde haklı olarak, onların yaratılmış olduklarını bildiren ayetler gündeme gelecek, ve bu konuda ne söyleyeceğimiz merak konusu olacaktır.
Kur'an'ın bir konuda muhataplarını bilgilendirmekte kullandığı anlatım üsluplarından bir tanesi, onların mevcut algılarını dikkate almasıdır. Bugün okuduğumuz Kur'an'da cinler ile ilgili ayetleri anlamanın yolu bu durumun dikkate alınmasından geçmektedir.
Allah (c.c) Kur'an'da cinler ile ilgili ayetlerde, Mekke toplumunun cinler hakkındaki bilgi birikimini dikkate almıştır. Şayet Kur'an, "Sizin bildiğiniz anlamda cin diye bir şey yok yalan ve düzmece şeylere inanmayın" mealindeki ayetler ile Mekke'lilere hitap etmiş olsaydı, onların cinler vasıtası ile göklerden haber alma inançlarının da yanlış olduğunu söylemiş olacak, bu şekildeki bir söylem ise, Kur'an'ın nazil olma olgusunu da Mekke'lilerin anlamamasına ve daha geniş bir kesimin vahyi inkar etmesine neden olacaktı.
Cinlerin yaratılmış olması ile ilgili ayetlerin mevcut olan algının üzerinden onların insanları şirke düşürmek sureti ile cehennem ehli olmalarına sebep oldukları hatırlatması olarak okumaya çalıştığımızda herhangi bir problem de kalmayacaktır. Zımnen onlara, "Sizin bana ortak koştuğunuz bu cinler sizi cehenneme sürüklemekten başka bir işe yaramaz" denilmektedir.
Konuya sanki cinlerin varlığına iman şartı varmış gibi bakılmasından ötürü, bir takım anlaşmazlıklar çıkmakta, cin diye bir şeyin olmadığını iddia edenler sert tepkiler ile karşılaşarak, "Sen nasıl cinleri inkar edersin" şeklinde sözler muhatap olmaktadır. Cin konusu Kur'an içinde iman konusu olarak bizlere anlatılan bir konu değil, mevcut ortamdaki insanların Kur'an'a karşı olan inkarcı tutumlarının sebeplerinden birisi olarak bizlere sunulmaktadır.
Mekke'lilerin cinlerden haber alma inançları, Kur'an'ın insanlara nasıl ulaştığının da onlar tarafından daha kolay anlaşılmasına, bu konuda onların herhangi bir itirazda bulunmamalarını beraberinde getirmiştir. Mekke'li müşriklerin vahyi inkar ederken kullandıkları söyleme dikkat ettiğimizde, vahyin inzal olgusunu değil, vahyin muhteviyatında olan kendilerine dair olan emirleri inkar ettikleri görülecektir. Çünkü onlar bazı kimselerin gökten haber aldıklarını bilmekte idiler, işlerine gelmeyen şey, onlara gelen haberin mahiyetindeki şirk batağından kurtulmalarına vesile olacak bilgilerdi.
Ayrıca insanların zihinlerinde cin diye bir varlık olmadığı fikrinin yerleşmesi, onların cinlerle ilgili korkularını yenmesine, şarlatan din tacirlerinin bu yoldan maddi ve manevi kazanç sağlamalarının yolunu da kapacaktır. Bugün din üzerinden yapılan ticarete baktığımızda büyük bir kısmının insanlara musallat olduğu ileri sürülen cinlerin onlardan çıkarılması, veya cin musallat olmaması için bir takım alet edevat satışlarının olduğu herkesçe malumdur. Cinci Hoca olarak bilinen insanların tv ekranlarında cin kovalama seansları yaparak, cin mektubu, bu mektupların yazılı olduğu şalların ellerinde kalarak satılmamasının yegane yolu, insanların kafasından bu korkuyu silmek olacaktır. Bu korkunun silinmesinin tek yolu ise, cin diye kendisinden korkulacak bir varlığın olmadığı inancının insanlarda yerleşmesidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Son yıllarda Kur'an'ın gündeme gelmesi ile, bir çok konu yeniden masaya yatırılmış, yeniden anlaşılmaya ve tartışılmaya başlanılmış, tartışılan bu konuların içinde cinler ile ilgili bilgilerin yeniden Kur'an'i anlamda anlaşılması da bulunmaktadır. Maalesef bu konuda yapılan anlama çalışmaları etrafında yapılan tartışmalar, cinlerin varlığı yoklu etrafında kilitlenmiş, bir taraf cinlerin varlığını kabul ederken, bir diğer taraf cinlerin varlığını kabul etmemekte, bu kısır tartışmalar sonucunda, tartışan taraflar birbirlerini tekfir etmeye kadar varan suçlamalar yöneltebilmektedir.
Cinler ile ilgili ayetleri okurken, göz önüne alınması gereken en önemli husus, Kur'an'ın cinlerin ontolojik varlığı veya yokluğu konusu ile asla ilgilenmediğidir. Bundan dolayı bu konuda yapılacak tartışmalar cin var yok mu kavgasına çekilmemeli, şayet çekilecek olursa, yapılan tartışmaların kördöğüşünden farksız, ve havanda su dövmekten başka bir işe yaramayacağı da bilinmelidir.
Yaşadığımız dünyanın her tarafında, geçmiş ve gelecek tüm zamanlarda, insanları maddi ve manevi açıdan sömürmek isteyenlerin kullandıkları ve kullanmaya devam edecekleri en önemli silah, kendilerinin diğer insanlar gibi olmadıkları, diğer insanlardan farklı olarak ellerinde bir takım gizli güçler bulunduğu, bu gizli güçler vasıtası ile kendilerine bir takım özel bilgiler verildiği şeklinde bir iddia sahibi olmalarıdır.
Görünmeyen ve sadece özel kişilerle iletişim kurduğu iddia edilen bu gizli güçlerin ismi ise CİN dir. Cinlerle ilişki kurduklarını iddia eden bu kimseler, onlardan gaybe dair haber aldıklarını iddia etmekte, onların kendilerine bir takım bilgiler verdiğini söyleyerek kendilerini diğer insanlardan ayrıcalıklı göstererek, itibar sahibi olmaya, ve bu yolla onları sömürmeye çalışmaktadırlar.
Konuyu nuzül öncesi Mekke'de yaşayan insanlar boyutunda düşündüğümüzde, o toplumda Şair, Mecnun, Kahin, Arraf v.s gibi isimlerle bilinen insanların var olduğu bilinmekte, bu insanların cinlerle ilişki kurdukları zannedilerek, ağızlarından çıkan sözlerin kendi sözleri olmadığı, cinlerin onlara verdikleri ilham ve haberlerin neticesinde bu sözleri onlardan alarak söyledikleri iddia edilmektedir.
Yani nuzül öncesi Mekke insanının bazı insanların cinler vasıtası ile gökten haber aldıklarına dair bir arka plan bilgisi mevcut bulunmaktaydı. Cinlerin göklerden aldıkları haber ve bilgileri yerde yaşayan bazı insanlara aktardıkları şeklinde bir bilgiye sahip olan Mekke'lilere, bir gün 40 yıldır içlerinde yaşayan bir adam tarafından kendisinin de Allah'tan haber aldığını söylemesi şok etkisi yaratmış, Muhammed adındaki bu kişinin Allah'tan aldığını iddia ettiği bu haberleri beğenmeyenler, ona şiddetle karşı çıkmış, onun ŞAİR, MECNUN, KAHİN olduğunu ileri sürerek, verdiği bilgilerin itibar görmemesi için var güçleri ile mücadeleye girişmişlerdir.
Mecnun yani cinlenmiş olduğu iddia edilen Muhammed (a.s) ın böyle bir durumda olmadığını ifade eden ayetlerin nazil olmasının arka planında, Mekke'li müşriklerin ona karşı yaptığı bu türden ithamlar yatmaktadır. Çünkü Mekke'lilerin mevcut olan arka plan bilgilerinde, bu gibi haberler alan insanlar, cinlerle ilişki kurmuş olarak bilinmektedir.
Şeytan, Melek, Cin gibi kelimeler, vahiy kavramı ile yakından ilgilidir. Bu kelimeler birbiri ile iç içe bir durum arz etmekte olup, birbirinden kopuk şekilde anlamaya çalışmak bizleri doğru bir sonuca götürmeyecektir.
Şeytan kavramının, Kur'an içinde önemli bir yer tuttuğu malumdur. Kötülük ve çirkinliğin sembolü olarak yer alan bu kavramın cinlerle özdeşleştirilmesi dikkat çekicidir (Kehf s. 50). Kur'an'da, cinler vasıtası ile alınan haberlerin ve bu haberler neticesinde bir yöne ve düşünceye kanalize olan insanların düştüğü durum, ŞİRK kavramı ile ifade edilmektedir. Cinlerden haber aldıklarını iddia eden insanların aldıkları haberlerin şeytan ile özdeşleştirilmekte, bu haberlere inanarak yaşamını belirleyenlerin sonunun cehennem olduğu, yine Kur'an içindeki ayetlerde bildirilmektedir.
Kur'an'ın şeytanlar tarafından indirilmediğinin (Şuara s. 210-212) bildirilmiş olması, Muhammed (a.s) ın aldığını iddia ettiği haberin kaynağının neresi olmadığının bilinmesi açısından önemlidir. Çünkü Mekke'li müşrikler Muhammed (a.s) ın aldığını iddia ettiği vahyin kaynağının, kendilerinin haber aldığını iddia ettikleri cinler olduğunu, dolayısı ile onun bir mecnun olduğunu söyleyerek, vahyi ve elçiyi halkın gözünde itibarsızlaştırmak istiyorlardı.
Yine bazı surelerde (Hicr, Saffat, Cin) cinlerin gökten haber almalarının imkansız olduğunu beyan eden ayetlerin, nuzül ortamı arka plan bilgisi ile yakından alakası bulunmaktadır. Cinlerin gökten haber aldıkları bilgisine sahip olan Mekke'li müşriklerin bu düşünceleri, cinlerin böyle bir haber alma imkanlarının olmadığını beyan eden ayetler ile mahkum edilmekte, Muhammed (a.s) a inen vahye onlar tarafından herhangi bir müdahale yapılmasının imkansız olduğu, dolayısı ile onun asla cinlenmiş olmadığı vurgusu yapılmaktadır.
Melek kavramının da Kur'an içinde önemli bir yer tuttuğu malumdur. İyilik ve güzelliğin sembolü olarak yer alan bu kavramın Muhammed (a.s) a inen vahiy ile özdeşleştirilmesi de dikkati çekmesi gerekmektedir. Cinlerden haber aldıklarını iddia eden Mekke'li müşriklerin bu haberleri onlara şeytanların indirdiği söylenirken, Muhammed (a.s) ın aldığı vahyi meleğin indirmesinin söylenmesi, gaybi haber aldıklarını iddia eden her iki tarafın, bu haberleri nereden aldıklarının bilinmesi açısından önemli bir noktadır.
Buraya kadar söylediklerimizi toparlayacak olursak; Kur'an'ın Nezele kelimesi ve türevleri ile ifade ettiği gökten haber alma yani vahiy olgusu, Mekke'li müşriklerce daha önce bilinmekte idi. Kur'an Mekke'lilerce bilinen bu bilgi alt yapısını kullanarak, Allah'ın elçi olarak seçtiği bir kuluna vahyettiğini bildirmektedir. Şeytan ve Melek kavramları iniş olgusunda yine anahtar bir rol üstlenmekte, müşriklerin cinlerden aldığını iddia ettiği haberin kaynağının şeytan olduğu, Muhammed (a.s) ın aldığını iddia ettiği haberin kaynağının ise Allah ve melek olduğu belirtilerek arada fark olduğu vurgusu yapılmaktadır. Yani cin konulu ayetlerin iniş sebebi, müşriklerin gaybi haber almaya dair olan bilgi birikimleridir.
Kur'an'ın cin konulu ayetlerini bu pencereden bakarak anlamaya çalıştığımızda, onların varlığı yokluğu konusu asla bizler için mesele teşkil etmeyecek, dikkatler Kur'an'ın cinleri hangi sebepten ötürü ele aldığına yoğunlaşacaktır. Kur'an içinde cinlerle ilgili ayetler okunduğunda, Mekke'lilerin bu konudaki inançlarına öncelikle vurgu yapıldığı anlaşılacak, ayetlerin tarihsel bağlamı doğru anlaşıldıktan sonra, bizler için nasıl mesajlar ihtiva etmiş olabileceği daha net anlaşılabilecektir.
Cin ve Ahkaf surelerinde cinlerin konuşturulması ile ilgili ayetler, onların ontolojik varlıkları açısından değil, Mekkeli'lerin sahip oldukları şirk inançlarının kutsal olarak bildikleri isimler üzerinden ret edilmesi olarak okunmasu gerektiğini burada hatırlatmak isteriz.
Bunlardan sonra Cin adı ile bilinen, ve belirli kulluk vazifeleri ile sorumlu bir varlık gurubunun olup olmadığı sorusunun cevabı verilebilir. Biz her ne kadar Kur'an'ın cin konusu ile ilgili ayetlerinin, onların varlığı veya yokluğu tartışmasından ziyade, nuzül dönemi insanlarının sahip olduğu bilgi birikimini dikkate aldığını söylesek bile, cin var mı yok mu sorusu yine sorulacaktır.
Bizim kanaatimiz şu dur ki, dünya yüzünde insan haricinde yaratılmış, ve Cin adı ile bildiğimiz herhangi bir varlık türü yoktur. Allah (c.c) sadece İnsan olarak bildiğimiz bir varlık türünü dünya yüzüne yerleştirmiş, ve sadece ona bir takım sorumluluklar yüklemiştir. Bu iddiayı ortaya attıktan sonra, Kur'an içinde cinlerle ilgili geçen ayetlerde haklı olarak, onların yaratılmış olduklarını bildiren ayetler gündeme gelecek, ve bu konuda ne söyleyeceğimiz merak konusu olacaktır.
Kur'an'ın bir konuda muhataplarını bilgilendirmekte kullandığı anlatım üsluplarından bir tanesi, onların mevcut algılarını dikkate almasıdır. Bugün okuduğumuz Kur'an'da cinler ile ilgili ayetleri anlamanın yolu bu durumun dikkate alınmasından geçmektedir.
Allah (c.c) Kur'an'da cinler ile ilgili ayetlerde, Mekke toplumunun cinler hakkındaki bilgi birikimini dikkate almıştır. Şayet Kur'an, "Sizin bildiğiniz anlamda cin diye bir şey yok yalan ve düzmece şeylere inanmayın" mealindeki ayetler ile Mekke'lilere hitap etmiş olsaydı, onların cinler vasıtası ile göklerden haber alma inançlarının da yanlış olduğunu söylemiş olacak, bu şekildeki bir söylem ise, Kur'an'ın nazil olma olgusunu da Mekke'lilerin anlamamasına ve daha geniş bir kesimin vahyi inkar etmesine neden olacaktı.
Cinlerin yaratılmış olması ile ilgili ayetlerin mevcut olan algının üzerinden onların insanları şirke düşürmek sureti ile cehennem ehli olmalarına sebep oldukları hatırlatması olarak okumaya çalıştığımızda herhangi bir problem de kalmayacaktır. Zımnen onlara, "Sizin bana ortak koştuğunuz bu cinler sizi cehenneme sürüklemekten başka bir işe yaramaz" denilmektedir.
Konuya sanki cinlerin varlığına iman şartı varmış gibi bakılmasından ötürü, bir takım anlaşmazlıklar çıkmakta, cin diye bir şeyin olmadığını iddia edenler sert tepkiler ile karşılaşarak, "Sen nasıl cinleri inkar edersin" şeklinde sözler muhatap olmaktadır. Cin konusu Kur'an içinde iman konusu olarak bizlere anlatılan bir konu değil, mevcut ortamdaki insanların Kur'an'a karşı olan inkarcı tutumlarının sebeplerinden birisi olarak bizlere sunulmaktadır.
Mekke'lilerin cinlerden haber alma inançları, Kur'an'ın insanlara nasıl ulaştığının da onlar tarafından daha kolay anlaşılmasına, bu konuda onların herhangi bir itirazda bulunmamalarını beraberinde getirmiştir. Mekke'li müşriklerin vahyi inkar ederken kullandıkları söyleme dikkat ettiğimizde, vahyin inzal olgusunu değil, vahyin muhteviyatında olan kendilerine dair olan emirleri inkar ettikleri görülecektir. Çünkü onlar bazı kimselerin gökten haber aldıklarını bilmekte idiler, işlerine gelmeyen şey, onlara gelen haberin mahiyetindeki şirk batağından kurtulmalarına vesile olacak bilgilerdi.
Ayrıca insanların zihinlerinde cin diye bir varlık olmadığı fikrinin yerleşmesi, onların cinlerle ilgili korkularını yenmesine, şarlatan din tacirlerinin bu yoldan maddi ve manevi kazanç sağlamalarının yolunu da kapacaktır. Bugün din üzerinden yapılan ticarete baktığımızda büyük bir kısmının insanlara musallat olduğu ileri sürülen cinlerin onlardan çıkarılması, veya cin musallat olmaması için bir takım alet edevat satışlarının olduğu herkesçe malumdur. Cinci Hoca olarak bilinen insanların tv ekranlarında cin kovalama seansları yaparak, cin mektubu, bu mektupların yazılı olduğu şalların ellerinde kalarak satılmamasının yegane yolu, insanların kafasından bu korkuyu silmek olacaktır. Bu korkunun silinmesinin tek yolu ise, cin diye kendisinden korkulacak bir varlığın olmadığı inancının insanlarda yerleşmesidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
5 Mart 2018 Pazartesi
Enam s. 38. Ayeti: Eksik Bırakılmayan Kitap Kur'an mı?
Kur'an ayetlerinin, bağlam ve mantık örgüsü dışına çıkılarak okunduğunda, istenilen anlama çekilebileceği, isteyenin bu kitaba istediğini söyletebileceği bir duruma düşeceği herkesçe malumdur. Bu kitabı mevcut ön yargılarına onaylatmak isteyenlerin baş vurduğu ilk yöntem maalesef böyle bir okuma yöntemi olmaktadır. "Biz bu kitaba ne söyletmek istiyoruz?" sorusunun cevabını almak isteyenler önce cımbızla bir ayet seçip, ayetin önüne arkasına kitap içindeki bağlamına bakmadan, "Bak kardeşim ben demiyorum Allah diyor" şeklinde yaptıkları çıkarımın en büyük desteği, bu şekilde yapılan okumalardır.
Son yıllarda Kur'an'ın daha fazla gündeme gelmesi, rivayetlerin belirlediği din anlayışının yeniden sorgulanmasına, bu konuda safların iyice açılmasına, hatta şiddetli tartışmaların yaşanmasına sebep olduğu, konu ile alakalı olanlarca malumdur. Kur'an'ın din konusunda belirleyici yegane kitap olduğu iddiasına karşı getirilen, rivayetlerin Kur'an'ın tamamlayıcısı olduğu iddiası, ve bu iddiaya karşı Kur'an içinden getirilen, Kur'an'ın eksik olmadığı iddiasının, bazı ayetlerin bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunması sonucunda getirilmiş olması, maalesef bir takım sorunlara sebep olmaktadır.
Bu duruma örnek olarak verebileceğimiz bir ayet olan Enam s. 38. ayetinin üzerinde durarak, bu ayetin, Kur'an'ın eksik olmadığına dair getirilebilecek bir delil olup olmayacağını anlamaya çalışacağız.
وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلَّا أُمَمٌ أَمْثَالُكُمْ ۚ مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ۚ ثُمَّ إِلَىٰ رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ
Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz kitapta eksik bırakmadık, sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.
Ayet içindeki "Biz kitapta eksik bırakmadık" cümlesi, "Kur'an eksik değildir" iddiasına delil olarak sunulan bir ayet olarak kullanılmaktadır. Hatta cümle içine "Bu" ilavesi yapılarak, "Bu kitap" olarak yazılmakta ve ifadenin işaret ettiği anlamın Kur'an olduğu söylenmektedir. Halbuki cümle içinde "Bu" anlamı verecek bir işaret zamiri bulunmamasına rağmen, Kur'an'a istediğini söyletmek amaçlı bir okuma örneği sergilenmektedir.
Tefsirlerde ayetin bu cümlesi ile ilgili olarak yapılan yorumlarda Kitap kelimesi ile kast edilen anlam hakkında iki ayrı görüş bulunmaktadır. Bir görüş bu kelime ile kast edilen anlamın Kur'an olduğunu savunurken, bir diğer görüş ise bu kelime ile kast edilen anlamın Levh-i Mahfuz olduğunu söylemektedir. Yani bu cümlede bulunan Kitap kelimesinin hangi anlama sahip olduğu konusunda iki ayrı iddia bulunmakta, iddiaların her ikisinin de doğru olma ihtimali bulunmadığı için, bu iki iddiadan bir tanesinin daha isabetli olması gerekmektedir.
Ortadaki bu iki iddianın hangisinin daha isabetli olabileceğine gelince;
Kur'an içinde geçen El Kitap kelimesinin sadece Kur'an anlamına gelmediği, bu kelime ile ilgili Kur'an içinde araştırma yapanların malumudur. Bu kelimenin anlam alanlarından bir tanesi, Allah'ın varlık üzerine koyduğu yasaları da ifade eden teşbihi bir anlam taşımaktadır. Bu kelimenin Kur'an anlamı taşıyabileceğini düşündüğümüzde, karşımıza bazı sorular çıkmaktadır şöyle ki:
Bu kelimenin Kur'an anlamı taşıdığını düşündüğümüzde, bu kitabın artık tamamlanmış ve bir daha herhangi bir ayetin inmemiş olması gerekmektedir ki, Allah (c.c) nin "Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" buyurması ile Kur'an'ın kast edildiğini anlayabilelim. Yani Enam s. 38. ayetinin Kur'an'ın son inen ayeti olması gerekmektedir ki, bu kitabın inişi artık bitmiş, ve bize din adına gerekli olanların bu son ayet ile tamamlandığının bildirilmiş olduğu bildirilmiş olsun.
Fakat bu ayetin inen en son ayet olduğunu söylemek mümkün değildir. Öyleyse Allah (c.c) nin iniş süreci devam eden bir kitabın daha inişi bitmeden "Biz kitapta şeyi eksik bırakmadık" demiş olması mantıklı görünmemektedir. Şayet o cümle yerine "Biz bu kitapta eksik bırakmayacağız" denilmiş olsaydı, belki cümlenin Kur'an'ı kast ettiği iddiası daha doğru görülebilirdi, lakin böyle bir cümle başka bir ayette de yoktur.
"Biz kitapta eksik bırakmadık" cümlesinin Kur'an'ı işaret edebileceğini düşündüğümüzde, bu ayetin indiği zaman eksik olmadığı söylenen bir kitabın, bu ayetin inişinden sonra neden hala inmeye devam ettiğinin cevabı istenecektir. Yani Allah (c.c) iniş sürecinin ortasında bir ayet indirip, "Biz kitapta eksik bırakmadık" diyor, ama hala ayet indirmeye devam ediyor. Enam s. 38. ayetinde eksik bırakılmadığı bildirilen bu kitap eğer Kur'an ise, eksiğini tamamlamak için hala ayet indirmeye devam ediyor demek anlamına gelmektedir.
Özellikle kalbinde hastalık bulunan ve Kur'an hakkında çelişkiler arayan zehir hafiyelerin bizler tarafından ortaya atılan bazı çelişkili iddialar üzerinden belden aşağı vurmaya çalıştıkları malumdur. Kur'an ayetleri hakkında yapılacak olan yorumların, bazı karşı iddialara sebep olmayacak şekilde yapılması önem arz eden bir husustur. Enam s. 38. ayetinde eksik bırakılmayan kitabın Kur'an olduğunu söylemek, bu gibi karşı iddiaya sebep olacak, bu iddianın cevabı ise verilemeyecektir.
Demek istediğiniz şu dur: Enam s. 38. ayetinde eksik bırakılmadığı bildirilen kitabın Kur'an veya Levh-i Mahfuz olduğu iddiasından, bir tanesi daha isabetlidir. Kitap kelimesinin geçtiği ayetlerde bu kelimenin sadece Kur'an için kullanılmadığını, farklı kullanımlarının içinde Levh-i Mahfuz anlamı da olması, bizi bu iki anlamdan hangisinin daha uygun olabileceği düşüncesine sevk etmelidir. Yani Enam s. 38. ayeti, ön yargılarımızı onaylatacağımız bir ayet olarak okunmamalı, bu konuda mevcut diğer yorumların da doğru olma ihtimali hesaba katılmalıdır.
Ayet içindeki bu cümlenin Kur'an'ı işaret etmiş olduğunun düşünülmesi, bu konuda ortaya çıkacak bazı soruların cevabının verilmesini güçleştirdiğinden dolayı, diğer anlam olan Levh-i Mahfuz anlamı yani cümlenin, Allah (c.c) nin yarattığı her şey üzerine bir yasa koyduğunun bu konuda hiç bir eksik olmadığını ifade etmiş olması daha kuvvetlidir.
Bu iddiamızla, Kur'an'ın eksik olduğu, bu eksiği rivayetlerin tamamladığı iddiasına katılmadığımız bilinmelidir. Amacımızın Kur'an ayetleri okuma yönteminin ön kabuller doğrultusunda olmaması gerektiğini bir kez daha hatırlatmaya çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Son yıllarda Kur'an'ın daha fazla gündeme gelmesi, rivayetlerin belirlediği din anlayışının yeniden sorgulanmasına, bu konuda safların iyice açılmasına, hatta şiddetli tartışmaların yaşanmasına sebep olduğu, konu ile alakalı olanlarca malumdur. Kur'an'ın din konusunda belirleyici yegane kitap olduğu iddiasına karşı getirilen, rivayetlerin Kur'an'ın tamamlayıcısı olduğu iddiası, ve bu iddiaya karşı Kur'an içinden getirilen, Kur'an'ın eksik olmadığı iddiasının, bazı ayetlerin bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunması sonucunda getirilmiş olması, maalesef bir takım sorunlara sebep olmaktadır.
Bu duruma örnek olarak verebileceğimiz bir ayet olan Enam s. 38. ayetinin üzerinde durarak, bu ayetin, Kur'an'ın eksik olmadığına dair getirilebilecek bir delil olup olmayacağını anlamaya çalışacağız.
وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلَّا أُمَمٌ أَمْثَالُكُمْ ۚ مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ۚ ثُمَّ إِلَىٰ رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ
Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz kitapta eksik bırakmadık, sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.
Ayet içindeki "Biz kitapta eksik bırakmadık" cümlesi, "Kur'an eksik değildir" iddiasına delil olarak sunulan bir ayet olarak kullanılmaktadır. Hatta cümle içine "Bu" ilavesi yapılarak, "Bu kitap" olarak yazılmakta ve ifadenin işaret ettiği anlamın Kur'an olduğu söylenmektedir. Halbuki cümle içinde "Bu" anlamı verecek bir işaret zamiri bulunmamasına rağmen, Kur'an'a istediğini söyletmek amaçlı bir okuma örneği sergilenmektedir.
Tefsirlerde ayetin bu cümlesi ile ilgili olarak yapılan yorumlarda Kitap kelimesi ile kast edilen anlam hakkında iki ayrı görüş bulunmaktadır. Bir görüş bu kelime ile kast edilen anlamın Kur'an olduğunu savunurken, bir diğer görüş ise bu kelime ile kast edilen anlamın Levh-i Mahfuz olduğunu söylemektedir. Yani bu cümlede bulunan Kitap kelimesinin hangi anlama sahip olduğu konusunda iki ayrı iddia bulunmakta, iddiaların her ikisinin de doğru olma ihtimali bulunmadığı için, bu iki iddiadan bir tanesinin daha isabetli olması gerekmektedir.
Ortadaki bu iki iddianın hangisinin daha isabetli olabileceğine gelince;
Kur'an içinde geçen El Kitap kelimesinin sadece Kur'an anlamına gelmediği, bu kelime ile ilgili Kur'an içinde araştırma yapanların malumudur. Bu kelimenin anlam alanlarından bir tanesi, Allah'ın varlık üzerine koyduğu yasaları da ifade eden teşbihi bir anlam taşımaktadır. Bu kelimenin Kur'an anlamı taşıyabileceğini düşündüğümüzde, karşımıza bazı sorular çıkmaktadır şöyle ki:
Bu kelimenin Kur'an anlamı taşıdığını düşündüğümüzde, bu kitabın artık tamamlanmış ve bir daha herhangi bir ayetin inmemiş olması gerekmektedir ki, Allah (c.c) nin "Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" buyurması ile Kur'an'ın kast edildiğini anlayabilelim. Yani Enam s. 38. ayetinin Kur'an'ın son inen ayeti olması gerekmektedir ki, bu kitabın inişi artık bitmiş, ve bize din adına gerekli olanların bu son ayet ile tamamlandığının bildirilmiş olduğu bildirilmiş olsun.
Fakat bu ayetin inen en son ayet olduğunu söylemek mümkün değildir. Öyleyse Allah (c.c) nin iniş süreci devam eden bir kitabın daha inişi bitmeden "Biz kitapta şeyi eksik bırakmadık" demiş olması mantıklı görünmemektedir. Şayet o cümle yerine "Biz bu kitapta eksik bırakmayacağız" denilmiş olsaydı, belki cümlenin Kur'an'ı kast ettiği iddiası daha doğru görülebilirdi, lakin böyle bir cümle başka bir ayette de yoktur.
"Biz kitapta eksik bırakmadık" cümlesinin Kur'an'ı işaret edebileceğini düşündüğümüzde, bu ayetin indiği zaman eksik olmadığı söylenen bir kitabın, bu ayetin inişinden sonra neden hala inmeye devam ettiğinin cevabı istenecektir. Yani Allah (c.c) iniş sürecinin ortasında bir ayet indirip, "Biz kitapta eksik bırakmadık" diyor, ama hala ayet indirmeye devam ediyor. Enam s. 38. ayetinde eksik bırakılmadığı bildirilen bu kitap eğer Kur'an ise, eksiğini tamamlamak için hala ayet indirmeye devam ediyor demek anlamına gelmektedir.
Özellikle kalbinde hastalık bulunan ve Kur'an hakkında çelişkiler arayan zehir hafiyelerin bizler tarafından ortaya atılan bazı çelişkili iddialar üzerinden belden aşağı vurmaya çalıştıkları malumdur. Kur'an ayetleri hakkında yapılacak olan yorumların, bazı karşı iddialara sebep olmayacak şekilde yapılması önem arz eden bir husustur. Enam s. 38. ayetinde eksik bırakılmayan kitabın Kur'an olduğunu söylemek, bu gibi karşı iddiaya sebep olacak, bu iddianın cevabı ise verilemeyecektir.
Demek istediğiniz şu dur: Enam s. 38. ayetinde eksik bırakılmadığı bildirilen kitabın Kur'an veya Levh-i Mahfuz olduğu iddiasından, bir tanesi daha isabetlidir. Kitap kelimesinin geçtiği ayetlerde bu kelimenin sadece Kur'an için kullanılmadığını, farklı kullanımlarının içinde Levh-i Mahfuz anlamı da olması, bizi bu iki anlamdan hangisinin daha uygun olabileceği düşüncesine sevk etmelidir. Yani Enam s. 38. ayeti, ön yargılarımızı onaylatacağımız bir ayet olarak okunmamalı, bu konuda mevcut diğer yorumların da doğru olma ihtimali hesaba katılmalıdır.
Ayet içindeki bu cümlenin Kur'an'ı işaret etmiş olduğunun düşünülmesi, bu konuda ortaya çıkacak bazı soruların cevabının verilmesini güçleştirdiğinden dolayı, diğer anlam olan Levh-i Mahfuz anlamı yani cümlenin, Allah (c.c) nin yarattığı her şey üzerine bir yasa koyduğunun bu konuda hiç bir eksik olmadığını ifade etmiş olması daha kuvvetlidir.
Bu iddiamızla, Kur'an'ın eksik olduğu, bu eksiği rivayetlerin tamamladığı iddiasına katılmadığımız bilinmelidir. Amacımızın Kur'an ayetleri okuma yönteminin ön kabuller doğrultusunda olmaması gerektiğini bir kez daha hatırlatmaya çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
3 Mart 2018 Cumartesi
Bakara s. 102. Ayeti: Harut ve Marut'un Kimliği Hakkında Bir Düşünce Denemesi
Bakara s. 102. ayeti ile ilgili araştırma yapanların karşısına çıkan en büyük sorunlardan bir tanesi, ayet içinde geçen Harut ve Marut'un kim oldukları konusunda yapılan açıklamalardır. Söylemek gerekirse, Kur'an içinde Bakara s. 102. ayetinden başka bir ayet ile ilgili olarak, böylesine birbirine taban tabana zıt yorumları görmek pek mümkün değildir. Ayet içinde geçen "Ma" edatının hangi anlamda kullanılacağı bile ihtilaf konusu olan bu ayet içinde geçen isimlerin kimler olduğu üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmak bu yazının konusu olacaktır.
Öncelikle şunu hatırlatmak isteriz ki; Böylesine ihtilaflı yorumların olduğu bir ayet hakkında söz söylemek, gerçekten zordur. Bizim de bu ayet hakkında söylemeye çalışacağımız sözler, kendi yorumumuzdan öteye geçmeyecek, eksik ve hata barındırmaktan ari olmayacaktır. Konu hakkında ortaya koyacağımız iddiaların, her yazımızda olduğu gibi tarafımızdan kesin doğrular olarak lanse edilmeye çalışılmadığı bilinmelidir.
Ayet Bakara s. 40. ayetinden itibaren başlayan, İsrailoğulları ile ilgili anlatımların bağlamına dahildir. Ayetin üzerinde cümle cümle durmaya çalışarak, bir sonuca varmaya çalışacak, ondan sonra ayetin mealini vermeye çalışacağız.
وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ عَلَىٰ مُلْكِ سُلَيْمَانَ ۖ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَٰكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ ۚ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّىٰ يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ ۖ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ ۚ وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ ۚ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ ۚ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ ۚ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنْفُسَهُمْ ۚ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
-----Bakara s. 101- Onlara Allah katından bir resul, beraberlerinde olan kitabı onaylayıcı olarak (bir kitap ile) geldiğinde, kendilerine kitap verilmiş olanlardan bir gurup, yanlarında olan kitaptaki Allah'ın bu konudaki hükmünü (bildikleri halde) hiç bilmiyormuş gibi arkalarına attılar (gelen elçi ve kitabı inkar ettiler).
Konunun ilk muhataplarının Medine'li Yahudiler olduğunu dikkate almak durumunda olduğumuz hatırlatarak, ayette kendilerine yanlarında kitabı onaylayan bir kitapla gelen bir elçiyi kabul etmeleri gerekirken onları ret eden Medineli Yahudilerin, bu konudaki tutumları anlatılmaktadır.
وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ عَلَىٰ مُلْكِ سُلَيْمَانَ
-----(Onlar Allah'ın hükmüne tabi olmak yerine insan) Şeytanların Süleyman'ın sahip olduğu hükümdarlık konusunda söylediklerine (onun bir sihirbaz olduğu yalanına) uydular.
Burada ayet içinde geçen "Mülk" kelimesinin üzerinde durularak anlamının tesbit edilmesi, sonra gelecek olan "Melekeyn" kelimesine verilebilecek anlamın tespit edilmesinde rol oynayacaktır.
El Mülkü "Emir ve yasaklar ortaya koymak sureti ile, varlıkların zapt altına alınması ve onlar üzerinde tasarrufta bulunulması" anlamındadır.
Mülk; "Yönetmeye, idare etmeye, muktedir olmaya sağlayan kuvvet" , Melik ise, bu güce sahip olan kimse demektir.
وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَٰكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا
-----(Bu şeytanlaşmış insanlar Süleyman'ın sihir yaparak kafir olduğunu iddia etmelerine rağmen) Süleyman kafir değil, o şeytanlar kafirdi.
Ayetin bu cümlesi, Süleyman (a.s) ın sihir yaptığı iftirasını ret etmekte, asıl kafirlerin ona böyle bir iftira atanların olduğunu söylemektedir.
يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ
-----(Bu şeytanlaşmış insanlar) Babil'de insanlara sihri ve, iki güç sahibi elçi olan Harut ve Marut'a indirileni (şeytanlık karıştırarak) öğretiyorlardı.
Ayetin bu cümlesinde geçen Melekeyni kelimesine neden İki Melek değil de, İki güç sahibi elçi anlamı verdiğimiz elbette merak konusu olacak ve cevabı istenecektir. Ayetin bu cümlesinin çevirilerine baktığımızda meallerde bu kelimenin çoğunlukla İki Melek şeklinde çevrildiği görülmektedir. Az da olsa bazı meallerde bu kelimeye İki güç sahibi şeklinde anlamın verildiği görülmektedir. Bu ayetin üzerinde konuşulması en zor ayetlerinden biri olması hasebiyle, bazı ilk tefsircilerce bu kelime Melikeyni (iki melik) şeklinde okunmuş, bazı meallerde gördüğümüz İki güç sahibi şeklindeki anlamın dayanağı, kelimenin bazı eski tefsirlerde bu şekilde yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.
Ayet ile ilgili olarak karşılaşılan müşkilin en başta gelen sebepleri, iki meleğin yeryüzünde ne işinin olduğu, onlar insana vahiy indirmek durumunda iken onlara neden bir şeyler indirildiği (ayet içinde geçen "Ma" edatı bazıları tarafından olumsuzluk eki olarak anlaşılmakta, ayetin ayetin anlamı meleklere birşey indirilmediği öynünde oluşmaktadır) ,meleklerin insanlar ile nasıl birebir ilişki kurabildiğidir. Ayetin bu cümlesinde geçen Ünzile (indirildi) kelimesinin geçişlerine baktığımızda, bu kelimenin yeryüzündeki beşer elçilere indirilen vahiy ile alakalı olarak kullanıldığı görülecektir. Bu noktanın dikkate alınması bizce elzemdir.
-----Halbuki bu iki elçi kendilerine indirilenleri, "Bizim size öğrettiklerimiz sizin için bir denemedir, sakın bunları yanlış yönde kullanarak kafir olmayın" diyerek insanlara tebliğ ettikleri halde bu şeytanlaşmış insanlar o bilgileri istismar ederek, karı kocanın arasının bozulmasını sağladılar.
Ayetin bölümü, Harut ve Marut'un insanlara sihir öğretirken sanki, "Biz size bu sihri öğretiyoruz ama sakın bunu yanlış kullanmayın" dedikten sonra insanlara sihir öğrettiği gibi anlayış hakimdir. Elçiler, vazifeleri gereği sadece kendilerine indirilenleri insanlara tebliğ ederler. Allah'ın insanlara olan emir ve yasaklarını onlara bildirmek için gelen bütün elçiler, insanlar için bir imtihan vesilesidir.
[044.017] And olsun ki, biz onlardan önce Firavun kavmini de denemiştik. Onlara çok kıymetli bir resul gelmişti.
Burada önemli bir noktayı hatırlatmak yerinde olacaktır; İmtihan için yaratılmış olan insanlara tarih boyunca gelen elçiler, o insanlara inanmak veya inanmamak noktasında bir imtihana tabi tutulduklarını unutmamalarına dair Rablerinin beyanını iletmişler, ve onlara Allah' karşı inkarcı olmamalarını öğütlemişlerdir. Ancak elçilerin bu öğütleri birçok insan tarafından ret edilmiş, pek azı tarafından kabul görmüştür. Harut ve Marut tarafından sanki karşılarındaki birisine söylüyorlarmış gibi anlaşılan bu ifadeler, vahyin bütün insanlara çağrısı olan, "İman edin inkar etmeyin" sözünün, onlar üzerinden anlatılması diyebiliriz.
Fakat insanların bir kısmı diğer insanların üzerinde tahakküm sağlayabilmek için, dini değerleri kullanmış hala da kullanmaktadır. Samiri örneğinde görülebileceği gibi, elçinin öğretilerine bir avuç katarak kendi şirk öğretilerini insanlara bu yolla empoze etmeye çalışmak, şeytanlaşmış insanların kullandığı kadim bir yol olup, Bakara s. 102. ayetinde de bu durumu görmekteyiz.
Burada önemli bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz; Şeytanlaşmış insanların kullandığı önemli silahlardan bir tanesi, insanların zihnine sokmak istedikleri şeytanlıklarını o insanların güvenilir olarak gördüğü ve bildiği insanları kullanarak yapmalarıdır. İnsanların güvenini kazanmış kişilerin söylediği iddia edilen sözlerin yani onlara atfen uydurulan iftiraların, o insanlar tarafından kabul görmesi daha kolay olup, şeytanlaşmış insanların halen kullandıkları bir yoldur. Harut ve Marut'un insanlar üzerindeki olan güveni, insan şeytanlarının bu isimleri istismar ederek, insanlar üzerinden çıkar sağlamalarına sebep olmuştur.
Karı kocanın arasının nasıl bozulduğuna gelince, olayı sadece bir karı koca anlaşmazlığı olarak değil, bunu insan şeytanlarının yaptıkları ile diğer insanlara verdikleri zararın boyutunu anlatan bir ifade olarak okumak mümkündür.
وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ
-----O şeytanlar yaptıkları sihir ile bir kimseye zarar vermiş olmasınlar ki, Allah bunu bilmesin.
Ayetin bu cümlesi genellikle, "Oysa Allah'ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi" şeklinde çevrilmektedir. Ayetin bu cümlesinin, şeytanların yaptığı sihrin Allah (c.c) tarafından bilindiği, yani işledikleri bu cürmün cezasız kalmayacağını haber verecek bir anlama sahip olduğu şeklinde çevirmenin daha uygun olduğunu düşünmekteyiz.
Onlara yaptıklarının yanlış olduğunu, yaptıkları bu yanlışın onlara ileride pahalıya mal olacağı bildirilmesine rağmen, bu yanlışta ısrar ediyorlardı.
وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنْفُسَهُمْ ۚ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
-----Kendilerini (cehennem) karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi.
Bakara s. 102-- (Onlar Allah'ın hükmüne tabi olmak yerine insan cinsinden olan) Şeytanların Süleyman'ın sahip olduğu hükümdarlık konusunda söylediklerine (onun bir sihirbaz olduğu yalanına) uydular. (Bu şeytanlar Süleyman'ın sihir yaparak kafir olduğunu iddia etmelerine rağmen) Süleyman kafir değil, o (insan cinsinden olan) şeytanlar kafirdi. (Bu şeytanlar) Babil'de insanlara sihri ve, iki güç sahibi elçi olan Harut ve Marut'a indirileni (şeytanlık karıştırarak) öğretiyorlardı. Halbuki bu iki elçi kendilerine indirilenleri, "bizim size öğrettiklerimiz sizin için bir denemedir, sakın bunları yanlış yönde kullanarak kafir olmayın" diyerek insanlara tebliğ ettikleri halde bu şeytanlar o bilgileri istismar ederek, karı kocanın arasının bozulmasını sağladılar. O şeytanlar yaptıkları sihir ile bir kimseye zarar vermiş olmasınlar ki, Allah bunu bilmesin. Onlar (bu şeytanlıkları yapmakla) kendilerine fayda vermeyecek, zarar verecek olanı öğreniyorlar. And olsun ki bu şeytanlar sihri satın alanın ahirette (cennetten) bir payı olmayacağını bilmektedirler. Kendilerini (cehennem) karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi.
103- Eğer onlar iman etmiş ve sakınmış olsalardı, Allah katında alacakları karşılık daha hayırlı olurdu, keşke bunu bilselerdi.
Ayetin ilk muhataplarına olan mesajı konusunda şunları söyleyebiliriz:
Medine'de ikamet eden Yahudilerin, yanlarında olan Tevrat'ı onaylayıcı olarak gelen Muhammed (a.s) a şeksiz şüphesiz iman etmeleri gerekirken bunu yapmayıp, insanları saptırmayı amaç edinen ve nedenle "Şeytan" olarak vasıflandırılan insanların sözlerine tabi oldukları, bu insanların sahip olduğu söylemin, Süleyman (a.s) hakkında yalan yanlış iftiralar uyduranlar olduğu bildirilmektedir.
Bu şeytanların insanlara Harut ve Marut'a indirileni öğretmelerine gelince: Bu konudaki ayet içinde geçen "Ma" edatının iki farklı anlamda kullanıldığı meallere rastlamaktayız. Kanaat olarak bu edatın ismi mevsul anlamını taşıdığını düşünenlere katılmakla birlikte, olumsuz anlamda kullananlara karşı herhangi bir söz söylemek hakkımız olmadığını da bilmekteyiz. Neticede herkes ayet hakkında yorum yapmakta, ve bu yorumu yaparken isabet etme veya edememe durumuna da düşebilmektedir.
Harut ve Marut'un kim oldukları konusunda tefsirlerde izahların olduğu, konu ile ilgili araştırma yapanların malumudur. Harut ve Marut'un Davut ve Süleyman (a.s) lar olduğu şeklinde ortaya attığımız iddia, dikkat edilirse bazı Kur'an ayetlerinin delaleti iledir. Bizim ortaya attığımız bu düşüncenin kesin doğrular olduğunu iddia etmediğimizin bilinmesi gerektiğini tekrar hatırlatmak isteriz.
Çünkü bu konuda bir çok kimsenin kafasında doğru olarak bildiği bir düşünce mevcut bulunmaktadır. Yine bir çok kimse bizim bu konuda yazdıklarımızı da kendi sahip oldukları doğrular çerçevesinde değerlendirecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Öncelikle şunu hatırlatmak isteriz ki; Böylesine ihtilaflı yorumların olduğu bir ayet hakkında söz söylemek, gerçekten zordur. Bizim de bu ayet hakkında söylemeye çalışacağımız sözler, kendi yorumumuzdan öteye geçmeyecek, eksik ve hata barındırmaktan ari olmayacaktır. Konu hakkında ortaya koyacağımız iddiaların, her yazımızda olduğu gibi tarafımızdan kesin doğrular olarak lanse edilmeye çalışılmadığı bilinmelidir.
Ayet Bakara s. 40. ayetinden itibaren başlayan, İsrailoğulları ile ilgili anlatımların bağlamına dahildir. Ayetin üzerinde cümle cümle durmaya çalışarak, bir sonuca varmaya çalışacak, ondan sonra ayetin mealini vermeye çalışacağız.
وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ عَلَىٰ مُلْكِ سُلَيْمَانَ ۖ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَٰكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ ۚ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّىٰ يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ ۖ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ ۚ وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ ۚ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ ۚ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ ۚ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنْفُسَهُمْ ۚ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
-----Bakara s. 101- Onlara Allah katından bir resul, beraberlerinde olan kitabı onaylayıcı olarak (bir kitap ile) geldiğinde, kendilerine kitap verilmiş olanlardan bir gurup, yanlarında olan kitaptaki Allah'ın bu konudaki hükmünü (bildikleri halde) hiç bilmiyormuş gibi arkalarına attılar (gelen elçi ve kitabı inkar ettiler).
Konunun ilk muhataplarının Medine'li Yahudiler olduğunu dikkate almak durumunda olduğumuz hatırlatarak, ayette kendilerine yanlarında kitabı onaylayan bir kitapla gelen bir elçiyi kabul etmeleri gerekirken onları ret eden Medineli Yahudilerin, bu konudaki tutumları anlatılmaktadır.
وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ عَلَىٰ مُلْكِ سُلَيْمَانَ
-----(Onlar Allah'ın hükmüne tabi olmak yerine insan) Şeytanların Süleyman'ın sahip olduğu hükümdarlık konusunda söylediklerine (onun bir sihirbaz olduğu yalanına) uydular.
Burada ayet içinde geçen "Mülk" kelimesinin üzerinde durularak anlamının tesbit edilmesi, sonra gelecek olan "Melekeyn" kelimesine verilebilecek anlamın tespit edilmesinde rol oynayacaktır.
El Mülkü "Emir ve yasaklar ortaya koymak sureti ile, varlıkların zapt altına alınması ve onlar üzerinde tasarrufta bulunulması" anlamındadır.
Mülk; "Yönetmeye, idare etmeye, muktedir olmaya sağlayan kuvvet" , Melik ise, bu güce sahip olan kimse demektir.
وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَٰكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا
-----(Bu şeytanlaşmış insanlar Süleyman'ın sihir yaparak kafir olduğunu iddia etmelerine rağmen) Süleyman kafir değil, o şeytanlar kafirdi.
Ayetin bu cümlesi, Süleyman (a.s) ın sihir yaptığı iftirasını ret etmekte, asıl kafirlerin ona böyle bir iftira atanların olduğunu söylemektedir.
يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ
-----(Bu şeytanlaşmış insanlar) Babil'de insanlara sihri ve, iki güç sahibi elçi olan Harut ve Marut'a indirileni (şeytanlık karıştırarak) öğretiyorlardı.
Ayetin bu cümlesinde geçen Melekeyni kelimesine neden İki Melek değil de, İki güç sahibi elçi anlamı verdiğimiz elbette merak konusu olacak ve cevabı istenecektir. Ayetin bu cümlesinin çevirilerine baktığımızda meallerde bu kelimenin çoğunlukla İki Melek şeklinde çevrildiği görülmektedir. Az da olsa bazı meallerde bu kelimeye İki güç sahibi şeklinde anlamın verildiği görülmektedir. Bu ayetin üzerinde konuşulması en zor ayetlerinden biri olması hasebiyle, bazı ilk tefsircilerce bu kelime Melikeyni (iki melik) şeklinde okunmuş, bazı meallerde gördüğümüz İki güç sahibi şeklindeki anlamın dayanağı, kelimenin bazı eski tefsirlerde bu şekilde yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.
Ayet ile ilgili olarak karşılaşılan müşkilin en başta gelen sebepleri, iki meleğin yeryüzünde ne işinin olduğu, onlar insana vahiy indirmek durumunda iken onlara neden bir şeyler indirildiği (ayet içinde geçen "Ma" edatı bazıları tarafından olumsuzluk eki olarak anlaşılmakta, ayetin ayetin anlamı meleklere birşey indirilmediği öynünde oluşmaktadır) ,meleklerin insanlar ile nasıl birebir ilişki kurabildiğidir. Ayetin bu cümlesinde geçen Ünzile (indirildi) kelimesinin geçişlerine baktığımızda, bu kelimenin yeryüzündeki beşer elçilere indirilen vahiy ile alakalı olarak kullanıldığı görülecektir. Bu noktanın dikkate alınması bizce elzemdir.
[017.095] De ki: «Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de
onlara semadan resul olarak bir melek gönderirdik.»
Allah'ın elçi gönderme sünnetinin, insana kendi cinsinden olan elçi olduğuna göre, indirilme olgusu ile muhatap olanların Kur'an içinde Elçi olarak vasıflandırılmış olmaları, Harut ve Marut'un kim olabilecekleri hususunda bizlere ip ucu verebilir.
Şimdi ayet içindeki cümlede geçen Melekeyni kelimesinin geçtiği başka bir ayeti ele almaya çalışarak, bu kelimenin muhtemel anlamını tespit etmeye çalışalım. Bu kelime karşımıza bir başka yerde daha, Adem ve İblis kıssasının geçtiği Araf s. 20. ayetinde karşımıza çıkmaktadır.
فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ لِيُبْدِيَ لَهُمَا مَا وُورِيَ عَنْهُمَا مِنْ سَوْآتِهِمَا وَقَالَ مَا نَهَاكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هَٰذِهِ الشَّجَرَةِ إِلَّا أَنْ تَكُونَا مَلَكَيْنِ أَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِدِينَ
[007.020] Fakat şeytan onlara, gözlerinden gizlenmiş olan edep yerlerini açığa çıkarmak için vesvese verdi. Onlara şöyle telkinde bulundu: «Rabbinizin size bu ağacın meyvesini yasaklamasının tek sebebi, sizin iki melek veya ölümsüz hayata kavuşanlar olmanızı önlemektir» dedi.
Araf s. 20. ayetinde de geçen Melekeyni (iki melek) kelimesi üzerinde de geçmişte aynı kıraat tartışmaları yapılmış, bazı tefsirciler bu kelimeyi Melikeyni (iki melik) olarak okumuşlardır. Fakat pek rağbet görmeyen bu kıraati destekleyecek olan bir başka ayet, Aynı kıssanın Taha s. 120. ayetinde karşımıza çıkmaktadır.
[020.120] Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: «Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülk sana yol göstereyim mi ?».
Yazımızın başında, Mülk kelimesinin Melekeyn kelimesinin anlamının tespit edilmesinde rolü olacağını hatırlatmıştık. Taha s. 120. ayetinde İblis'in Adem'e verdiği vesveseye dikkat ettiğimizde, ona güç ve kuvvet sahibi olmanın yolunu göstereceğini söylemektedir. Araf s. 20. ayetinde ise İblis, Adem ile eşine ağaca yaklaşmamaları emrinin sebebi olarak, onların Melekeyn olmamaları yani güç ve kuvvet sahibi olmamaları için olduğu vesvesesini vermektedir.
Bunları göz önüne alarak, Melekeyn kelimesinin anlamının, GÜÇ VE KUVVET SAHİBİ İKİ KİŞİ olması kuvvet kazanmaktadır. Dikkat edilirse Araf s. 20. ayetinde geçen Melekeyni kelimesine verdiğimiz anlamın delilini, Taha s. 120. ayetinde geçen Mülk kelimesinin anlamından çıkarmaktayız.
Tabi şimdi burada mütevatir kıraat olan Melekeyn şeklinde okumanın yerine, şaz kıraat olarak görülen Melikeyn şeklindeki kıraati tercih ettiğimiz gibi durum anlaşılabilir.
Hayır, ayetin yine mütevatir olan MELEKEYN şeklindeki kıraatini tercih ettiğimizin altını özellikle çiziyoruz. Ancak bu kelimenin anlamını İki Melek şeklinde verdiğimizde ortaya çözülmesi güç problemler çıkmakta, bu problemlerin çözümü için, bu kelimeye bildiğimiz anlamda gaybi varlıklar olan melekler anlamını yüklemek yerine, gaybi anlamda kullanılan melek kelimesinin, yine Allah'ın gücünün ve kuvvetini temsil etme anlamından dolayı bu kelime ile ifade edilmiş olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.
Yani Melek kelimesinin gaybi anlamdaki varlıklar şeklindeki tarifinden önce, onların bu kelime ile ifade edilmiş olmasının dikkate alınması gerekmekte, ve onların bu kelime ile isimlendirilmiş olması, güç ve kuvvet sahibi oldukları içindir.
MELEK ve MELİK kelimeleri kök olarak güç ve kuvvet sahibi olmak bakımından aynı anlama, fakat kullanım alanında işaret ettikleri varlık cinsleri farklıdır. Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu yasa gereği, Allah (c.c) ile kulları arasındaki iletişimi onlara melek elçi ile vahyettiği beşer elçiler ile sağladığı herkesçe malumdur. Melek elçinin bir beşer ile iletişim sağlaması için, o kişinin elçilik görevine sahip olması gerekmektedir.
Bu durumun, İbrahim'in misafirleri kıssasında melek elçilerin onun karısı ile konuşması, veya Meryem'e gelen elçinin beşer kılığında bir melek olması gibi istisnaları olmakla birlikte, genel teamül meleğin beşer elçiler ile iletişim kurması şeklindedir. Bu durumu dikkate aldığımızda, insanlar ile muhatap olanlar yine onlarla aynı varlık cinsinden olanlar, yani beşer elçiler olduğuna göre, Harut ve Marut'un beşer cinsinden iki elçi olmaları daha ağır basmaktadır.
Buraya kadar yazdıklarımızı özetleyecek olursak; Bakara s. 102. ayetinde geçen Harut ve Marut'un bildiğimiz gaybi anlamda melekler değil, beşer cinsinden olan, ve ellerinde hem yönetim gücü hem de elçilik gücü bulunan iki kişi diyebiliriz. Bu iki kişinin kim olabileceğini düşündüğümüzde, İsrailoğularının tarihinde önemli role sahip olan ve Kral Peygamber olarak bilinen baba DAVUD (a.s) ve onun oğlu olan SÜLEYMAN (a.s) olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Davud ve Süleyman (a.s) ların kıssasında baktığımızda, onlara mülk, yani insanlar üzerinde yönetim ile tasarruf etme hakkı verilmiş olduğunu görmekteyiz.
Ayetin bu cümlesi meallerde "Babil'de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı" şeklinde çevrilmektedir. Bu çevirilerin, Harut ve Marut'un Babil şehrinde ikamet ediyor gibi bir anlamı çağrıştırmasından dolayı, sıhhatli bir çeviri olduğunu söylemek güçtür. Cümleye verilecek anlamın sihirbazların bu işi Babil'de yapıyor olduklarına dair bir anlamı çağrıştırarak verilmesi gerektiği düşünmekteyiz.
يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّىٰ يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ ۖ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ
Şimdi ayet içindeki cümlede geçen Melekeyni kelimesinin geçtiği başka bir ayeti ele almaya çalışarak, bu kelimenin muhtemel anlamını tespit etmeye çalışalım. Bu kelime karşımıza bir başka yerde daha, Adem ve İblis kıssasının geçtiği Araf s. 20. ayetinde karşımıza çıkmaktadır.
فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ لِيُبْدِيَ لَهُمَا مَا وُورِيَ عَنْهُمَا مِنْ سَوْآتِهِمَا وَقَالَ مَا نَهَاكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هَٰذِهِ الشَّجَرَةِ إِلَّا أَنْ تَكُونَا مَلَكَيْنِ أَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِدِينَ
[007.020] Fakat şeytan onlara, gözlerinden gizlenmiş olan edep yerlerini açığa çıkarmak için vesvese verdi. Onlara şöyle telkinde bulundu: «Rabbinizin size bu ağacın meyvesini yasaklamasının tek sebebi, sizin iki melek veya ölümsüz hayata kavuşanlar olmanızı önlemektir» dedi.
Araf s. 20. ayetinde de geçen Melekeyni (iki melek) kelimesi üzerinde de geçmişte aynı kıraat tartışmaları yapılmış, bazı tefsirciler bu kelimeyi Melikeyni (iki melik) olarak okumuşlardır. Fakat pek rağbet görmeyen bu kıraati destekleyecek olan bir başka ayet, Aynı kıssanın Taha s. 120. ayetinde karşımıza çıkmaktadır.
[020.120] Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: «Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülk sana yol göstereyim mi ?».
Yazımızın başında, Mülk kelimesinin Melekeyn kelimesinin anlamının tespit edilmesinde rolü olacağını hatırlatmıştık. Taha s. 120. ayetinde İblis'in Adem'e verdiği vesveseye dikkat ettiğimizde, ona güç ve kuvvet sahibi olmanın yolunu göstereceğini söylemektedir. Araf s. 20. ayetinde ise İblis, Adem ile eşine ağaca yaklaşmamaları emrinin sebebi olarak, onların Melekeyn olmamaları yani güç ve kuvvet sahibi olmamaları için olduğu vesvesesini vermektedir.
Bunları göz önüne alarak, Melekeyn kelimesinin anlamının, GÜÇ VE KUVVET SAHİBİ İKİ KİŞİ olması kuvvet kazanmaktadır. Dikkat edilirse Araf s. 20. ayetinde geçen Melekeyni kelimesine verdiğimiz anlamın delilini, Taha s. 120. ayetinde geçen Mülk kelimesinin anlamından çıkarmaktayız.
Tabi şimdi burada mütevatir kıraat olan Melekeyn şeklinde okumanın yerine, şaz kıraat olarak görülen Melikeyn şeklindeki kıraati tercih ettiğimiz gibi durum anlaşılabilir.
Hayır, ayetin yine mütevatir olan MELEKEYN şeklindeki kıraatini tercih ettiğimizin altını özellikle çiziyoruz. Ancak bu kelimenin anlamını İki Melek şeklinde verdiğimizde ortaya çözülmesi güç problemler çıkmakta, bu problemlerin çözümü için, bu kelimeye bildiğimiz anlamda gaybi varlıklar olan melekler anlamını yüklemek yerine, gaybi anlamda kullanılan melek kelimesinin, yine Allah'ın gücünün ve kuvvetini temsil etme anlamından dolayı bu kelime ile ifade edilmiş olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.
Yani Melek kelimesinin gaybi anlamdaki varlıklar şeklindeki tarifinden önce, onların bu kelime ile ifade edilmiş olmasının dikkate alınması gerekmekte, ve onların bu kelime ile isimlendirilmiş olması, güç ve kuvvet sahibi oldukları içindir.
MELEK ve MELİK kelimeleri kök olarak güç ve kuvvet sahibi olmak bakımından aynı anlama, fakat kullanım alanında işaret ettikleri varlık cinsleri farklıdır. Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu yasa gereği, Allah (c.c) ile kulları arasındaki iletişimi onlara melek elçi ile vahyettiği beşer elçiler ile sağladığı herkesçe malumdur. Melek elçinin bir beşer ile iletişim sağlaması için, o kişinin elçilik görevine sahip olması gerekmektedir.
Bu durumun, İbrahim'in misafirleri kıssasında melek elçilerin onun karısı ile konuşması, veya Meryem'e gelen elçinin beşer kılığında bir melek olması gibi istisnaları olmakla birlikte, genel teamül meleğin beşer elçiler ile iletişim kurması şeklindedir. Bu durumu dikkate aldığımızda, insanlar ile muhatap olanlar yine onlarla aynı varlık cinsinden olanlar, yani beşer elçiler olduğuna göre, Harut ve Marut'un beşer cinsinden iki elçi olmaları daha ağır basmaktadır.
Buraya kadar yazdıklarımızı özetleyecek olursak; Bakara s. 102. ayetinde geçen Harut ve Marut'un bildiğimiz gaybi anlamda melekler değil, beşer cinsinden olan, ve ellerinde hem yönetim gücü hem de elçilik gücü bulunan iki kişi diyebiliriz. Bu iki kişinin kim olabileceğini düşündüğümüzde, İsrailoğularının tarihinde önemli role sahip olan ve Kral Peygamber olarak bilinen baba DAVUD (a.s) ve onun oğlu olan SÜLEYMAN (a.s) olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Davud ve Süleyman (a.s) ların kıssasında baktığımızda, onlara mülk, yani insanlar üzerinde yönetim ile tasarruf etme hakkı verilmiş olduğunu görmekteyiz.
Ayetin bu cümlesi meallerde "Babil'de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı" şeklinde çevrilmektedir. Bu çevirilerin, Harut ve Marut'un Babil şehrinde ikamet ediyor gibi bir anlamı çağrıştırmasından dolayı, sıhhatli bir çeviri olduğunu söylemek güçtür. Cümleye verilecek anlamın sihirbazların bu işi Babil'de yapıyor olduklarına dair bir anlamı çağrıştırarak verilmesi gerektiği düşünmekteyiz.
يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّىٰ يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ ۖ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ
-----Halbuki bu iki elçi kendilerine indirilenleri, "Bizim size öğrettiklerimiz sizin için bir denemedir, sakın bunları yanlış yönde kullanarak kafir olmayın" diyerek insanlara tebliğ ettikleri halde bu şeytanlaşmış insanlar o bilgileri istismar ederek, karı kocanın arasının bozulmasını sağladılar.
Ayetin bölümü, Harut ve Marut'un insanlara sihir öğretirken sanki, "Biz size bu sihri öğretiyoruz ama sakın bunu yanlış kullanmayın" dedikten sonra insanlara sihir öğrettiği gibi anlayış hakimdir. Elçiler, vazifeleri gereği sadece kendilerine indirilenleri insanlara tebliğ ederler. Allah'ın insanlara olan emir ve yasaklarını onlara bildirmek için gelen bütün elçiler, insanlar için bir imtihan vesilesidir.
[044.017] And olsun ki, biz onlardan önce Firavun kavmini de denemiştik. Onlara çok kıymetli bir resul gelmişti.
Burada önemli bir noktayı hatırlatmak yerinde olacaktır; İmtihan için yaratılmış olan insanlara tarih boyunca gelen elçiler, o insanlara inanmak veya inanmamak noktasında bir imtihana tabi tutulduklarını unutmamalarına dair Rablerinin beyanını iletmişler, ve onlara Allah' karşı inkarcı olmamalarını öğütlemişlerdir. Ancak elçilerin bu öğütleri birçok insan tarafından ret edilmiş, pek azı tarafından kabul görmüştür. Harut ve Marut tarafından sanki karşılarındaki birisine söylüyorlarmış gibi anlaşılan bu ifadeler, vahyin bütün insanlara çağrısı olan, "İman edin inkar etmeyin" sözünün, onlar üzerinden anlatılması diyebiliriz.
Fakat insanların bir kısmı diğer insanların üzerinde tahakküm sağlayabilmek için, dini değerleri kullanmış hala da kullanmaktadır. Samiri örneğinde görülebileceği gibi, elçinin öğretilerine bir avuç katarak kendi şirk öğretilerini insanlara bu yolla empoze etmeye çalışmak, şeytanlaşmış insanların kullandığı kadim bir yol olup, Bakara s. 102. ayetinde de bu durumu görmekteyiz.
Burada önemli bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz; Şeytanlaşmış insanların kullandığı önemli silahlardan bir tanesi, insanların zihnine sokmak istedikleri şeytanlıklarını o insanların güvenilir olarak gördüğü ve bildiği insanları kullanarak yapmalarıdır. İnsanların güvenini kazanmış kişilerin söylediği iddia edilen sözlerin yani onlara atfen uydurulan iftiraların, o insanlar tarafından kabul görmesi daha kolay olup, şeytanlaşmış insanların halen kullandıkları bir yoldur. Harut ve Marut'un insanlar üzerindeki olan güveni, insan şeytanlarının bu isimleri istismar ederek, insanlar üzerinden çıkar sağlamalarına sebep olmuştur.
Karı kocanın arasının nasıl bozulduğuna gelince, olayı sadece bir karı koca anlaşmazlığı olarak değil, bunu insan şeytanlarının yaptıkları ile diğer insanlara verdikleri zararın boyutunu anlatan bir ifade olarak okumak mümkündür.
وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ
-----O şeytanlar yaptıkları sihir ile bir kimseye zarar vermiş olmasınlar ki, Allah bunu bilmesin.
Ayetin bu cümlesi genellikle, "Oysa Allah'ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi" şeklinde çevrilmektedir. Ayetin bu cümlesinin, şeytanların yaptığı sihrin Allah (c.c) tarafından bilindiği, yani işledikleri bu cürmün cezasız kalmayacağını haber verecek bir anlama sahip olduğu şeklinde çevirmenin daha uygun olduğunu düşünmekteyiz.
وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ
-----Onlar (bu şeytanlıkları yapmakla) kendilerine fayda vermeyecek, zarar verecek olanı öğreniyorlar.
وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ
-----And olsun ki bu şeytanlar sihri satın alanın ahirette (cennetten) bir payı olmayacağını bilmektedirler.وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ
Onlara yaptıklarının yanlış olduğunu, yaptıkları bu yanlışın onlara ileride pahalıya mal olacağı bildirilmesine rağmen, bu yanlışta ısrar ediyorlardı.
وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنْفُسَهُمْ ۚ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
-----Kendilerini (cehennem) karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi.
Bakara s. 102-- (Onlar Allah'ın hükmüne tabi olmak yerine insan cinsinden olan) Şeytanların Süleyman'ın sahip olduğu hükümdarlık konusunda söylediklerine (onun bir sihirbaz olduğu yalanına) uydular. (Bu şeytanlar Süleyman'ın sihir yaparak kafir olduğunu iddia etmelerine rağmen) Süleyman kafir değil, o (insan cinsinden olan) şeytanlar kafirdi. (Bu şeytanlar) Babil'de insanlara sihri ve, iki güç sahibi elçi olan Harut ve Marut'a indirileni (şeytanlık karıştırarak) öğretiyorlardı. Halbuki bu iki elçi kendilerine indirilenleri, "bizim size öğrettiklerimiz sizin için bir denemedir, sakın bunları yanlış yönde kullanarak kafir olmayın" diyerek insanlara tebliğ ettikleri halde bu şeytanlar o bilgileri istismar ederek, karı kocanın arasının bozulmasını sağladılar. O şeytanlar yaptıkları sihir ile bir kimseye zarar vermiş olmasınlar ki, Allah bunu bilmesin. Onlar (bu şeytanlıkları yapmakla) kendilerine fayda vermeyecek, zarar verecek olanı öğreniyorlar. And olsun ki bu şeytanlar sihri satın alanın ahirette (cennetten) bir payı olmayacağını bilmektedirler. Kendilerini (cehennem) karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi.
103- Eğer onlar iman etmiş ve sakınmış olsalardı, Allah katında alacakları karşılık daha hayırlı olurdu, keşke bunu bilselerdi.
Ayetin ilk muhataplarına olan mesajı konusunda şunları söyleyebiliriz:
Medine'de ikamet eden Yahudilerin, yanlarında olan Tevrat'ı onaylayıcı olarak gelen Muhammed (a.s) a şeksiz şüphesiz iman etmeleri gerekirken bunu yapmayıp, insanları saptırmayı amaç edinen ve nedenle "Şeytan" olarak vasıflandırılan insanların sözlerine tabi oldukları, bu insanların sahip olduğu söylemin, Süleyman (a.s) hakkında yalan yanlış iftiralar uyduranlar olduğu bildirilmektedir.
Bu şeytanların insanlara Harut ve Marut'a indirileni öğretmelerine gelince: Bu konudaki ayet içinde geçen "Ma" edatının iki farklı anlamda kullanıldığı meallere rastlamaktayız. Kanaat olarak bu edatın ismi mevsul anlamını taşıdığını düşünenlere katılmakla birlikte, olumsuz anlamda kullananlara karşı herhangi bir söz söylemek hakkımız olmadığını da bilmekteyiz. Neticede herkes ayet hakkında yorum yapmakta, ve bu yorumu yaparken isabet etme veya edememe durumuna da düşebilmektedir.
Harut ve Marut'un kim oldukları konusunda tefsirlerde izahların olduğu, konu ile ilgili araştırma yapanların malumudur. Harut ve Marut'un Davut ve Süleyman (a.s) lar olduğu şeklinde ortaya attığımız iddia, dikkat edilirse bazı Kur'an ayetlerinin delaleti iledir. Bizim ortaya attığımız bu düşüncenin kesin doğrular olduğunu iddia etmediğimizin bilinmesi gerektiğini tekrar hatırlatmak isteriz.
Çünkü bu konuda bir çok kimsenin kafasında doğru olarak bildiği bir düşünce mevcut bulunmaktadır. Yine bir çok kimse bizim bu konuda yazdıklarımızı da kendi sahip oldukları doğrular çerçevesinde değerlendirecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
27 Şubat 2018 Salı
Metot Saplantısı, Tekfirci ve Ötekileştirici Üslup kıskacındaki Süleymaniye Vakfı'na Uyarılar
Süleymaniye Vakfı adı ile bildiğimiz kuruluşun, son yıllarda Türkiye genelinde Kur'an'ın gündeme gelmesinde önemli rol oynadığı, ve bu konuda gayretli çalışmalar içinde bulunduğu malumdur. Ancak vakıf, ortaya koyduğu "Ekip Çalışması Metodu"nun Allah'ın öğrettiği tek metot olduğunu, Kur'an üzerine bireysel olarak çalışma yapanların bu emre itaat etmediklerini iddia etmektedir.
Süleymaniye Vakfı'nın bu iddiasını temellendirdiği tezlerini şöyle özetleyebiliriz:
1- Kur'an'ı sadece Allah diğer ayetleri ile açıklar. Bunun adı Hikmettir.
2- Hikmeti de ekip çalışmaları, yani Şura ile çıkarabiliriz.
3- 1. ve 2. şıklardaki sebeplerden ötürü, KUR'AN HİÇBİR BEŞER TARAFINDAN YORUMLANAMAZ.
(Şayet kendilerini yanlış anlamış isek, Vakfın cevap hakkı mahfuzdur)
Erdem Uygan, Okuyan hoca ile ilgili olarak yaptığı en son suçlamaları sosyal medya ortamındaki sayfasından yapmakta ve şunları söylemektedir:
Bu yazıda ele alacağımız konu Kur'an'ı yorumlamanın çok ötesindedir. Gelinen nokta, profesörlük mertebesine gelmiş kişilerin, yazdıklarının ne kadar anlamsız olduğunu dahi fark edemeyecek durumda olduklarını, söylediklerinin sonuçlarını bir kere dahi düşünmediklerini, tek dertlerinin Kur’an’ı kendi kafalarına göre konuşturmak olduğunu göstermektedir. Artık bir ilahiyatçının değil, ilahiyat akademiyasının ilmî(!) seviyesinin tartışmaya açılması gereken bir durumla karşı karşıya olduğumuz anlaşılmaktadır."
Erdem Uygan, Kur'an'ı kimsenin yorumlayamayacağını, bunun Allah'ın emri olduğunu, böyle yapanların acıklı bir duruma düştüğünü, bazı kişilerin Kur'an'ı kendi kafalarına göre konuşturduklarını, ilahiyatın ilmi seviyesinin tartışmaya açılması gerektiğini iddia etmektedir.
Fakat Uygan, yapmış olduğu suçlamalrdan, mensup olduğu vakfın da pay alabileceğini hiç düşünmemekte, kendilerini "Sudan çıkmış ak kaşın" gibi görmekle büyük bir hataya düştüğünün acaba farkında mıdır?. Bir kişiyi eleştirmeden önce, o hatanın benzerinin mensup olduğu toplulukta bulunup bulunmadığına dikkat etmek, erdemli insanların yapması gereken davranışlardandır. Eğer bu hata kendilerinde varsa, önce kendilerini düzeltmeye çalışmak, sonra başkalarına el atmak, yapılması gereken bir davranış olmalıdır.
Vakıf tarafından yapılan Kur'an mealinin Araf s. 205. ayetine verilen mealdeki hata dahi, bu kişinin Allah'ın emri olduğunu iddia ettiği ekip çalışmasının ne kadar başarılı !! olduğunu göstermesi açısından manidardır. Artı, Uygan'ın Okuyan hoca hakkında ortaya suçlamaların aynısının kendilerinin de hak ettiklerinin bir göstergesidir.
Öncelikle şu noktayı önemle hatırlatmak isteriz: Vakıf tarafından yapılan Araf s. 205. ayeti meali hakkındaki düşüncelerimizi vakfa ileterek bu konuda onları uyarmaya çalıştık, ve bu uyarımızdan ötürü olumlu bir geri dönüş aldık. Derdimiz, vakfın yaptığı bu meal hatasını onların yüzüne vurarak vakfı kınamak ve rencide etmek değil, vakfın düşüncelerini holigan bir taraftar şeklinde dile getirmeye çalışan Uygan'ın, ve onunla aynı paralelde düşünenlerin bu konuda kimseye karşı rencide edici bir söz söyleme durumlarının olmadığını "Tencere dibin kara benimki senden kara" misali bir durumda olduklarını onlara hatırlatmaya çalışmaktır.
Vakfın Araf s. 205. ayetine verdiği meal şu şekildedir:
Vakfın Araf s. 205. ayetine verdiği meal şu şekildedir:
"Öğle ve ikindide[*], yüksek olmayan bir sesle içten içe yalvararak Rabbini gizlice an. Sakın dikkatsizlik etme."
Mealin altına koydukları dipnotta ise, "Öğle ve ikindi namazlarının sessiz kılınmasının delili bu ayettir" şeklinde bir iddia ortaya koymaktadırlar.
Ayet içinde geçen Öğle ve İkindi olarak çevirdikleri kelime ile ilgili sözlerimize geçmeden önce, yapılan mealde "yüksek olmayan bir sesle" ifadesi ile, dipnota koydukları "sessiz" kelimesi arasında anlam bakımından fark olduğunu vakıf maalesef görememiş veya görmek istememiştir.
Yazısında, "tek dertlerinin Kur’an’ı kendi kafalarına göre konuşturmak olduğunu göstermektedir" şeklinde bir cümle sarf eden Uygan'ın taraftarlığını yaptığı vakıf, aynı suçlamanın muhatabıdır. Vakıf, önce kafasında öğle ve ikindi namazlarının sessiz kılınmasının delilinin Kur'an'da olması gerektiğini düşünmüş, ve bu düşüncesine uygun ayet arayışına gitmiştir. Ayet mealini "yüksek olmayan bir sesle" şeklinde yapmalarına rağmen, dipnota "sessiz" kelimesini koyarak, onlarda Kur'an'ı kendi kafalarına konuşturmanın örneğini vermişlerdir. Çocukların dahi bilebileceği yüksek olmayan bir ses ile sessizlik arasındaki fark, vakfın alimler topluluğu tarafından fark edilememiştir.
بِالْغُدُوِّ kelimesi sözlüklerde, günün ilk bölümüne verilen isim olarak geçmekte, وَالْآصَالِ kelimesi ise, bu kelimenin karşıtı olarak yani, günün son bölümüne verilen isim olarak geçmektedir. Bu kelimenin Kur'an içinde geçtiği ayetlerde bu kelimeler, Sabah ve Akşam olarak anlamlandırılmaktadır. Vakıf ise Araf. 205. ayetine verdiği anlamda, bu kelimelere Sabah, Akşam şeklinde anlam vermek yerine, Öğle ve İkindi anlamını vermiştir.
"Kur'an'ın hiç kimse tarafından asla yorumlanamayacağını sürekli söylüyoruz ve söyleyeceğiz" diyerek, vakfın bu konudaki söylemini dile getiren Uygan, bu kelimelere böyle anlam veren bir vakfın Kur'an'ı yorumladığının hem de kendi kafasına göre yanlış olarak yorumladığının acaba farkında değil midir?.
Olayın daha da trajikomik tarafı ise, bu kelimelerin geçtiği başka ayetlerde, bu kelimelere doğru anlam verilmiş olmasıdır. بِالْغُدُوِّ kelimesine bir ayette Sabah anlamı, bir ayette Öğle anlamı, وَالْآصَالِ kelimesine ise bir ayette İkindi anlamı, bir ayette ise Akşam anlamı verilerek, vakıf tarafından büyük bir çelişkiye imza atılmıştır.Mealin altına koydukları dipnotta ise, "Öğle ve ikindi namazlarının sessiz kılınmasının delili bu ayettir" şeklinde bir iddia ortaya koymaktadırlar.
Ayet içinde geçen Öğle ve İkindi olarak çevirdikleri kelime ile ilgili sözlerimize geçmeden önce, yapılan mealde "yüksek olmayan bir sesle" ifadesi ile, dipnota koydukları "sessiz" kelimesi arasında anlam bakımından fark olduğunu vakıf maalesef görememiş veya görmek istememiştir.
Yazısında, "tek dertlerinin Kur’an’ı kendi kafalarına göre konuşturmak olduğunu göstermektedir" şeklinde bir cümle sarf eden Uygan'ın taraftarlığını yaptığı vakıf, aynı suçlamanın muhatabıdır. Vakıf, önce kafasında öğle ve ikindi namazlarının sessiz kılınmasının delilinin Kur'an'da olması gerektiğini düşünmüş, ve bu düşüncesine uygun ayet arayışına gitmiştir. Ayet mealini "yüksek olmayan bir sesle" şeklinde yapmalarına rağmen, dipnota "sessiz" kelimesini koyarak, onlarda Kur'an'ı kendi kafalarına konuşturmanın örneğini vermişlerdir. Çocukların dahi bilebileceği yüksek olmayan bir ses ile sessizlik arasındaki fark, vakfın alimler topluluğu tarafından fark edilememiştir.
بِالْغُدُوِّ kelimesi sözlüklerde, günün ilk bölümüne verilen isim olarak geçmekte, وَالْآصَالِ kelimesi ise, bu kelimenin karşıtı olarak yani, günün son bölümüne verilen isim olarak geçmektedir. Bu kelimenin Kur'an içinde geçtiği ayetlerde bu kelimeler, Sabah ve Akşam olarak anlamlandırılmaktadır. Vakıf ise Araf. 205. ayetine verdiği anlamda, bu kelimelere Sabah, Akşam şeklinde anlam vermek yerine, Öğle ve İkindi anlamını vermiştir.
"Kur'an'ın hiç kimse tarafından asla yorumlanamayacağını sürekli söylüyoruz ve söyleyeceğiz" diyerek, vakfın bu konudaki söylemini dile getiren Uygan, bu kelimelere böyle anlam veren bir vakfın Kur'an'ı yorumladığının hem de kendi kafasına göre yanlış olarak yorumladığının acaba farkında değil midir?.
Bu konuda daha detaylı yaptığımız çalışma için verdiğimiz linkteki yazıya bakılabilir.
https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2017/12/araf-s-205-ayetine-suleymaniye-vakf.html
Allah'ın emri olduğunu iddia ettiği ekibi oluşturarak Kur'an çalışmalarını yaptığını iddia edenlere şimdi sorarız; Bu ekibin içinde bir Allah'ın kulu kalkıp ta, "Ey alimler topluluğu, biz bir kelimeye bir yerde başka bir yerde başka anlam vererek çelişkili bir meale imza atmıyor muyuz?" diye sor(a)maz mı?.
Şu nokta asla hatırdan çıkarılmamalıdır, Kur'an hakkında söylenen her söz kişisel bir yorumdur. Kur'an hakkında konuştukları hakkında "Ben demiyorum Allah diyor"şeklinde bir iddia, Allah adına konuşmak anlamına gelir ki, bu kapı Muhammed (a.s) ile bir daha açılmamak üzere kapanmıştır. Vakıf Kur'an ile ilgili yaptığı çıkarımlarda böyle bir iddia içine girerek, Allah adına konuşmaya yetkili kılınmış kişiler oldukları havasını oluşturmaktadır. Vakfın bu konuda daha tutarlı bir görüşe sahip olması, yaptıkları çalışmalarının daha geniş kitle tarafından kabul görmesi ve faydalanılması açısından önemlidir.
Yaptıkları çalışmanın benzerinin başkaları tarafından yapılmadığını ileri sürerek, başkalarını bu konuda acımasızca eleştirmenin ellerinde patladığını, sadece Araf s. 205. ayetinde geçen iki kelimenin diğer geçişlerinde yaptıkları çelişkilerde görmelidirler. Ekip çalışması ile yapılan bir mealdeki çelişkinin ekip içinde fark edilmemesi af edilir bir hata değildir. Şayet "Bu meal nihai şeklini daha almadı daha hazırlık aşamasında" denilirse, bizde bitmemiş bir meali neden internet ortamında yayınladıklarını sorarız.
Hasılı kelam, Süleymaniye Vakfı, Erdem Uygan gibi kişilerin yaptığı acımasızca eleştirilerin önce kendi kapılarını çaldığını görmeli, başkalarına laf atarak kendi yaptıklarını üste çıkarma gayretinden vazgeçmelidir. Kur'an'ın asla yorumlanamayacağı iddiası üzerine kurdukları söylem ile önüne gelen laf etmeyi vazife edinmiş insanların, vakfın yaptığı bariz bir hatayı görmeyerek başkalarını acımasızca eleştirmeleri haddini bilmezlikten başka bir şey değildir.
Herkes hata yapabilir, vakıfta bu konuda hata yapmıştır ve hatasını düzeltecektir, ancak holigan taraftarlarının yaptıkları acımasız eleştirilere ses çıkarmayarak, yıpratılmalarına müsaade etmemeleri kendi gelecekleri için gereklidir. Geçmişte bazı kişilerin (şimdi bu kişiler vakfı kafir ve müşrik olarak görmektedir) yaptıkları holigan davranışların, vakfa büyük zarar verdiğini akıllarından çıkarmamalıdırlar.
Okuyan hocanın avukatı değiliz, yazdıklarını kendisi savunabilir, biz Okuyan hocayı hedef tahtasına oturtmak sureti ile kendi yöntemlerini Allah'a mal eden, ortaya koydukları çalışmaların nihai doğrular olduğunu ileri süren, fakat daha bir kelimenin anlamını tespit etmekte çelişkiye düşerek meal yapan vakfın önce kendisini düzeltmesi, sonra başkalarına el atması gerektiğini hatırlatmak istiyoruz. Tek başına çalışma yapanları eleştirerek, ekip çalışması yapanların düştükleri yanlış, bu tür çalışmanın da pek para etmediğini göstermesi açısından manidardır.
Herkes hata yapabilir, vakıfta bu konuda hata yapmıştır ve hatasını düzeltecektir, ancak holigan taraftarlarının yaptıkları acımasız eleştirilere ses çıkarmayarak, yıpratılmalarına müsaade etmemeleri kendi gelecekleri için gereklidir. Geçmişte bazı kişilerin (şimdi bu kişiler vakfı kafir ve müşrik olarak görmektedir) yaptıkları holigan davranışların, vakfa büyük zarar verdiğini akıllarından çıkarmamalıdırlar.
Okuyan hocanın avukatı değiliz, yazdıklarını kendisi savunabilir, biz Okuyan hocayı hedef tahtasına oturtmak sureti ile kendi yöntemlerini Allah'a mal eden, ortaya koydukları çalışmaların nihai doğrular olduğunu ileri süren, fakat daha bir kelimenin anlamını tespit etmekte çelişkiye düşerek meal yapan vakfın önce kendisini düzeltmesi, sonra başkalarına el atması gerektiğini hatırlatmak istiyoruz. Tek başına çalışma yapanları eleştirerek, ekip çalışması yapanların düştükleri yanlış, bu tür çalışmanın da pek para etmediğini göstermesi açısından manidardır.
Kişilere hakaret olarak görülebilecek eleştirilerin hiç bir zaman, karşılık bulmayacağı bilinmeli, şayet Okuyan veya başka hocaların yaptığı hatalar yetkin kişilerce düzgün bir dille eleştirilmelidir. Erdem Uygan gibi kişilerin eline geçen eleştiri silahı, maalesef önce vakfın kendisini vurmaktadır.
Sonuç olarak; Yazımızın başında özetlediğimiz metot saplantısına yukarıda verdiğimiz bir tek örnek olan Araf s. 205. ayetine verdikleri yanlış meal bile şahittir ki şöyle itiraz edilebilir.
1- Kur'an'ı sadece Allah (c.c) diğer ayetleri ile açıklar, bu düşünce elbette doğrudur, ve bizde yazılarımızda bu metodu kullanarak anlama çalışmaları yapmaktayız. Ancak Kur'an'ın Kur'an ile tefsirini yapmak iddiasında olan, ve bu konuda çalışma yapan herkes ama herkes buna Süleymaniye Vakfı da dahildir, sonuçta Allah (c.c) tarafından Resul-Nebiler gibi bazı hatalı davranışları düzeltilmeyen, masum olmayan seçilmemiş kullar ve kuruluşlardır.
Bundan dolayı Resul- Nebi olmayan kulların ve kuruluşların ayetler arasında kuracakları bağlantılar farklılık arz edebilir. Kimsenin ayetler arasında kurduğunu iddia ettiği bağlantı, mutlak olarak "ALLAH'IN ÖĞRETTİĞİ" kesin doğrular değil, hata ve eksik barındırması muhtemel olan bir "İÇTİHATTIR".
2- Hikmeti de ekip çalışmaları ve Şura ile çıkarabiliriz. Elbette bu görüş doğru olmakla beraber, ekip çalışması tek bir görüşe sahip birden fazla kişinin çalışması değildir. Farklı uzmanlık alanlarına sahip, farklı bakış açılarına sahip Kur'an talebelerinin bir konu hakkında istişare etmesidir. Süleymaniye Vakfı ise tek bir görüşün, tek bir bakış açısının adresidir. Bundan dolayı Kur'an üzerine ekip çalışması yapılacak yerin tek ve son adresi olamaz.
3- 1 ve 2 de bahsettiğimiz sebeplerden dolayı, Kur'an üzerinde yapılacak ferdi ya da toplu, tüm anlama çalışmaları başka kişilerin istişarelerine açıktır, kesin ve son nokta değildir, ve buna Süleymaniye Vakfı da dahildir. Her türlü ferdi veya toplu olarak yapılan çalışmalar sonucu Kur'an hakkında varılan yorumlar Kur'an'ı tahrif değildir.
Eğer bu böyleyse bu güne kadar sayın Abdülaziz Bayındır ve vakıf mensuplarının bazı konularda değiştirdikleri (adetli kadının namazı konusu örneğinde olduğu gibi) veya halen savundukları ayet yorumları da tahriftir. Burada açık bir mantıksal çelişki bulunmaktadır.
4- Süleymaniye Vakfı'nın bu metodolojik saplantısı, üslubunun da ötekileştirici ve tekfirci olmasına yol açmakta, Kur'an'ı merkeze alan Müslümanlar arasında bölünme ve çatışmaya sebep olmaktadır. Bu durum hem Müslümanlara, hem de Süleymaniye Vakfına zarar vermekte, takdir edilecek olan güzel çalışmalarının göz ardı edilmesine ve çalışmalarının verimsizleşmesine ve kendilerini taassuba mahkum etmektedir.
25 Şubat 2018 Pazar
Bakara s. 85. Ayetinde Geçen "Ve in ye'tiküm üsera tüfadühum" Cümlesinin Çevirileri Üzerinde Bir Mülahaza
Kur'an'ın Arap dilinden bir başka dile yapılan çevirilerinde karşılaşılan sorunlardan bir tanesi, orjinal metne sadık kalarak yapılan lafzi bir çevirinin, okuyucu tarafından anlaşılamaz oluşudur. Çevirmen bütün iyi niyetini kullanarak herhangi bir tahrife imza atmamış olmayı amaçlamakta, fakat onun bu iyi niyeti maalesef çevirdiği ayet hakkında bazı istifhamların doğmasına yol açmaktadır.
Bu duruma örnek olarak, Bakara s. 85. ayetinde geçen bir cümlenin çevirilerini verebiliriz.
Ayetin Arapça metni:
ثُمَّ أَنْتُمْ هَٰؤُلَاءِ تَقْتُلُونَ أَنْفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقًا مِنْكُمْ مِنْ دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِمْ بِالْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَىٰ تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ ۚ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ ۚ فَمَا جَزَاءُ مَنْ يَفْعَلُ ذَٰلِكَ مِنْكُمْ إِلَّا خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ۖ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَىٰ أَشَدِّ الْعَذَابِ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
[002.085] [DI] Sonra siz, birbirinizi öldüren, aranızdan bir takımı memleketlerinden süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkta birleşen, onları çıkarmak haramken size esir olarak geldiklerinde fidyelerini vermeye kalkan kimselersiniz. Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azabın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.
Ayet içinde çeviri problemi olarak düşündüğümüz kısım, وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَىٰ تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ cümlesidir. Bu cümle genellikle şu şekilde çevrilmektedir.
"Onları çıkarmak haramken size esir olarak geldiklerinde fidyelerini vermeye kalkan kimselersiniz."
"Ve şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeğe kalkıyorsunuz, halbuki çıkarılmaları üzerinize haram kılınmış idi"
"Bununla beraber, onlar esir olarak gelirlerse fidyelerini verip onları kurtarıyorsunuz. Halbuki aslında onların çıkarılması size haram kılınmıştı"
Cümlenin bu şekildeki çevirilerinde, gramer kuralları açısından herhangi bir hata olduğunu iddia etmek güçtür, ancak okuyucunun böyle bir çeviri karşısında kafasının allak bullak olmaması içten değildir.
Çünkü savaşın fıtratında bir asker düşman tarafına esir düştüğünde, o esirin kurtarılması için fidye verecek olan taraf onu esir alan düşman tarafı değil, askerin kendi tarafıdır. Halbuki ayetin çevirisinden fidye veren tarafın, o askeri esir alan taraf olduğu anlaşılmaktadır.
Ayetin harfi çevirisine sadık kalmak isteyenlerin yol açtıkları bu durumun izalesi için, öncelikle savaşın gerçeklerinin dikkate alınması, ondan sonra bu ayete ona göre bir anlam verilmesi zorunluluğu olduğu muhakkaktır.
Bu cümle çevrilirken öncelikle savaşın gerçekleri göz önüne alınmalı, esir düşülmesi halinde fidyeyi hangi tarafın vermesi gerektiği dikkate alınmalıdır. Fidyenin hangi tarafın vereceği bilindikten sonra ayete verilecek anlam daha net olarak ortaya çıkacaktır. Ayet içinde geçen تُفَادُوهُمْ kelimesi, karşılıklı olarak bir iş yapmayı ifade etmektedir. Yani ortada fidye alan ve fidye veren birileri olduğunu göstermektedir. Kelimeye verilecek anlamın bu durumu ifade edecek bir şekilde çevrilmesi gerekmektedir.
وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَىٰ Eğer size (savaşta) esir düşmüş olarak gelirlerse.
تُفَادُوهُمْ (serbest bırakmak için) onlardan fidye talep ediyorsunuz.
وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ Halbuki onları yurtlarından çıkarmanız (bu suretle onları esir ederek fidye vermek zorunda bırakmanız) haram kılınmıştı.
Bakara s. 85. ayetinin, surenin İsrailoğulları ile ilgili ayetlerinin bağlamına dahil olduğunu hatırlattıktan sonra, bir önceki 84. ayette onlara birbirlerini yerinden yurdundan etmemelerinin emredildiğini, yani bu fiilin onlara Haram kılındığını öğrenmekteyiz.
Yani İsrailoğullarının güçlü olan bir kısmı, güçsüz olan diğer kısmı ile haklı bir gerekçesi olmadan savaşıyor, ve güçsüz olanları yurtlarından çıkarmak sureti ile kendilerine haram kılınan bir fiili işliyor, bunun neticesinde o insanlardan bir kısmını esir alıyor, ve bu esirleri serbest bırakmak için onlardan fidye talep ediyor.
Allah (c.c) bu fiili işleyenlere zımnen, "Size onları yurtlarından çıkarmayı haram ettiğim halde, bu haramı hem çiğniyor, hem de onları esir alarak fidye talep etmekle hakkınız olmayan bir istekte bulunuyorsunuz" demektedir.
Bundan sonra ayetin devam eden أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ (yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?) cümlesini anlayabilmek daha kolay olacaktır. Çünkü bu cümle, yine çevirilerde ayet içi bağlama dikkat edilmeden çevrilmekte, dolayısı ile cümle biraz havada kalmaktadır.
Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmek ne demektir?.
Allah (c.c) nin insanlara yaşamlarını düzenlemeleri için elçileri aracılığı ile indirdiği bilgilerin en geniş kapsamlı ismi EL KİTAP tır. Bu kelime şemsiye bir terim olup, Tevrat, İncil Zebur, Kur'an gibi bildiğimiz ve bilmediğimiz özel isimlere sahip olan kitapların hepsinin ortak ismi El Kitap tır.
Allah (c.c) nin İsrailoğullarına El Kitap'ta "Birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın" şeklinde bir emir verdiğini, bu onların bu emri tutacaklarına dair söz verdiklerini yine Kur'an'dan öğrenmekteyiz.
Savaş, bir insanlık gerçeği olarak binlerce yıldır insanların birbirinin kanını dökmelerine vesile olan, kıyamete kadar da varlığını sürdürecek bir yöntemdir. Yalnız bu yöntemin haklı olabilmesi için, Allah'ın izin verdiği meşru sınırların gözetilmesi zarureti vardır. Kendi yanlarından çıkardıkları sudan bahanelerle, savaş sebepleri üreterek, insanların kanını dökmeye, onları yurtlarından çıkarmaya, kimsenin hakkı yoktur.
Fidye olarak bildiğimiz ve Kurtulma bedeli anlamına gelen kelime, Allah'ın El Kitap'ta meşru olarak yapılmış savaşlar için geçerli olmak üzere, o savaşın galiplerine tanıdığı ve helal kıldığı bir bedel olarak, binlerce yıldır süregelen kadim bir uygulamadır.
Şayet, "Fidye'nin kadim ve helal bir uygulama olduğunun delili nedir?" diye sorulacak olursa, Enfal s. 68. ayetini delil olarak gösterebiliriz. Bedir savaşında düşmanı iyice sindirmeden esir alan ve onlardan salıverme karşılığı olarak fidye alan Muhammed (a.s) ın yaptığı bu uygulamanın yanlış olduğunu, Enfal s. 67. ayetinden öğrenmekteyiz.
Bir sonraki 68. ayette, "Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı(kitabun minallahi), aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azab erişirdi" buyurulmuş olması, fidye almanın geçmişten gelen bir uygulama olduğunu da göstermektedir.
Bunlardan sonra İsrailoğullarının kitabın bir kısmına inanmalarının ne anlama gelebileceği de anlaşılacaktır.
Kitabın bir kısmına inanmaları, kitabın onlara fidye almayı helal kılmış olmasına inanmaları anlamındadır. İsrailoğulları yurtlarından çıkararak esir ettiği insanları fidye karşılığı salıvermekte, talep ettikleri bu fidyeyi ise kendilerine iman ettikleri kitabın verdiği bir hak olarak görüyorlardı.
Fakat göz ardı ettikleri bir şey vardı ki, onların esirlerden aldıkları bu fidye, meşru bir gerekçeye dayanmadan yaptıkları savaşın bir sonucu alınmakta, ve Allah (c.c) onlara bu şekil bir savaşı Haram kılmıştı. Haksız yere açılan bir savaş sonucunda alınan fidyenin helal olması ise asla düşünülemez. Bedir savaşında fidye almalarının yanlış olduğu bildirilen Müslümanlara bu fidyenin helal kılınmasının sebebinin, müşrik ordusu ile yaptıkları savaşın meşru bir gerekçesinin olduğu unutulmamalıdır.
Toparlayacak olursak, İsrailoğulları El Kitabın fidyeyi helal kılmasına inanıyorlar, fakat aynı El Kitabın haksız yere savaşmayı haram kılmasını ise inkar ederek, Allah'a karşı isyankar davranıyorlardı.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz meallerde, Bakara s. 85. ayetinin kafada bazı istifhamların oluşmayacağı şekilde yapılan çevirisinin, Muhammed Esed ve Mustafa İslamoğlu tarafından yapıldığını gördük.
Muhammed Esed:Bakara s. 85- Buna rağmen yine sizlersiniz birbirinizi katleden ve -kesinlikle yasaklanmış olduğu halde- kendi halkınızdan bir kısmını yurtlarından süren, onlara karşı günahkarlık ve nefrette yarışıp yardımlaşan ve esir olarak elinize düştüklerinde onları ancak fidye alarak bırakan! Böyle yaparak, ilahi kelamın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkar mı ediyorsunuz? Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların karşılığı, bütün dünya hayatında zilletten ve Kıyamet Günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka bir şey olmayacaktır. Zira Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Buna rağmen yine sizlersiniz birbirinizi katleden ve -kesinlikle yasaklanmış olduğu halde- kendi halkınızdan bir kısmını yurtlarından süren, onlara karşı günahkarlık ve nefrette yarışıp yardımlaşan ve esir olarak elinize düştüklerinde onları ancak fidye alarak bırakan! Böyle yaparak, ilahi kelamın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkar mı ediyorsunuz? Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların karşılığı, bütün dünya hayatında zilletten ve Kıyamet Günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka bir şey olmayacaktır. Zira Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Mustafa İslamoğlu:Bakara s. 85- Bütün bunlara rağmen birbirinizi katleden, günah ve düşmanlıkta dayanışma sergileyerek kendi içinizden bir kısımını yurtlarından çıkaran -ki onların çıkarılması size kesinlikle yasaklanmıştı- ve elinize esir düşdüklerinde onları ancak fidye karşılığı serbest bırakan yine sizlerdiniz. Şimdi siz vahyin bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? İyi bilin ki, sizden kim böyle yaparsa, kesinlikle onun cezası dünya hayatında zilletten başka bir şey olmayacaktır. Ahirette ise azabın en acıklısına mahkum olacaklar. Zira Allah yaptıklarınıza karşı duyarsız değildir.
Bakar s. 85. ayetine verilen mealler diğer meallere nazaran daha anlaşılır olsa da, yine de bazı yerlerde eksiklikler olduğunu söylemek mümkündür. Bu ayet ile ilgili bizim yapmaya çalıştığımız meal örneği şöyledir;
Bakara s. 85- Sonra (bu sözleri veren) sizler, birbirini öldüren, içinizden (zayıf gördüğünüz) bir gurubu yerinden yurdundan çıkaran, günah ve düşmanlıkta birbirinize arka çıkan, size esir (düşmüş)ler olarak geldiklerinde, (onların size esir düşmelerine sebep olan) yerinden yurdundan çıkarmanız haram kılındığı halde, onları fidye alarak serbest bırakanlar oldunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına (fidye almayı helal kılmasına) iman ediyorsunuz da, (birbirinizin yerinden yurdundan etmesini haram kılmasına) bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?. Sizden kim bunu yaparsa, onun bu yaptığının karşılığı, dünya hayatında rezil rüsvay olmaktır. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine çarptırılarak rezil ve rüsvay olmaya devam edeceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu duruma örnek olarak, Bakara s. 85. ayetinde geçen bir cümlenin çevirilerini verebiliriz.
Ayetin Arapça metni:
ثُمَّ أَنْتُمْ هَٰؤُلَاءِ تَقْتُلُونَ أَنْفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقًا مِنْكُمْ مِنْ دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِمْ بِالْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَىٰ تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ ۚ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ ۚ فَمَا جَزَاءُ مَنْ يَفْعَلُ ذَٰلِكَ مِنْكُمْ إِلَّا خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ۖ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَىٰ أَشَدِّ الْعَذَابِ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
[002.085] [DI] Sonra siz, birbirinizi öldüren, aranızdan bir takımı memleketlerinden süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkta birleşen, onları çıkarmak haramken size esir olarak geldiklerinde fidyelerini vermeye kalkan kimselersiniz. Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azabın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.
Ayet içinde çeviri problemi olarak düşündüğümüz kısım, وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَىٰ تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ cümlesidir. Bu cümle genellikle şu şekilde çevrilmektedir.
"Onları çıkarmak haramken size esir olarak geldiklerinde fidyelerini vermeye kalkan kimselersiniz."
"Ve şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeğe kalkıyorsunuz, halbuki çıkarılmaları üzerinize haram kılınmış idi"
"Bununla beraber, onlar esir olarak gelirlerse fidyelerini verip onları kurtarıyorsunuz. Halbuki aslında onların çıkarılması size haram kılınmıştı"
Cümlenin bu şekildeki çevirilerinde, gramer kuralları açısından herhangi bir hata olduğunu iddia etmek güçtür, ancak okuyucunun böyle bir çeviri karşısında kafasının allak bullak olmaması içten değildir.
Çünkü savaşın fıtratında bir asker düşman tarafına esir düştüğünde, o esirin kurtarılması için fidye verecek olan taraf onu esir alan düşman tarafı değil, askerin kendi tarafıdır. Halbuki ayetin çevirisinden fidye veren tarafın, o askeri esir alan taraf olduğu anlaşılmaktadır.
Ayetin harfi çevirisine sadık kalmak isteyenlerin yol açtıkları bu durumun izalesi için, öncelikle savaşın gerçeklerinin dikkate alınması, ondan sonra bu ayete ona göre bir anlam verilmesi zorunluluğu olduğu muhakkaktır.
Bu cümle çevrilirken öncelikle savaşın gerçekleri göz önüne alınmalı, esir düşülmesi halinde fidyeyi hangi tarafın vermesi gerektiği dikkate alınmalıdır. Fidyenin hangi tarafın vereceği bilindikten sonra ayete verilecek anlam daha net olarak ortaya çıkacaktır. Ayet içinde geçen تُفَادُوهُمْ kelimesi, karşılıklı olarak bir iş yapmayı ifade etmektedir. Yani ortada fidye alan ve fidye veren birileri olduğunu göstermektedir. Kelimeye verilecek anlamın bu durumu ifade edecek bir şekilde çevrilmesi gerekmektedir.
وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَىٰ Eğer size (savaşta) esir düşmüş olarak gelirlerse.
تُفَادُوهُمْ (serbest bırakmak için) onlardan fidye talep ediyorsunuz.
وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ Halbuki onları yurtlarından çıkarmanız (bu suretle onları esir ederek fidye vermek zorunda bırakmanız) haram kılınmıştı.
Bakara s. 85. ayetinin, surenin İsrailoğulları ile ilgili ayetlerinin bağlamına dahil olduğunu hatırlattıktan sonra, bir önceki 84. ayette onlara birbirlerini yerinden yurdundan etmemelerinin emredildiğini, yani bu fiilin onlara Haram kılındığını öğrenmekteyiz.
Yani İsrailoğullarının güçlü olan bir kısmı, güçsüz olan diğer kısmı ile haklı bir gerekçesi olmadan savaşıyor, ve güçsüz olanları yurtlarından çıkarmak sureti ile kendilerine haram kılınan bir fiili işliyor, bunun neticesinde o insanlardan bir kısmını esir alıyor, ve bu esirleri serbest bırakmak için onlardan fidye talep ediyor.
Allah (c.c) bu fiili işleyenlere zımnen, "Size onları yurtlarından çıkarmayı haram ettiğim halde, bu haramı hem çiğniyor, hem de onları esir alarak fidye talep etmekle hakkınız olmayan bir istekte bulunuyorsunuz" demektedir.
Bundan sonra ayetin devam eden أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ (yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?) cümlesini anlayabilmek daha kolay olacaktır. Çünkü bu cümle, yine çevirilerde ayet içi bağlama dikkat edilmeden çevrilmekte, dolayısı ile cümle biraz havada kalmaktadır.
Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmek ne demektir?.
Allah (c.c) nin insanlara yaşamlarını düzenlemeleri için elçileri aracılığı ile indirdiği bilgilerin en geniş kapsamlı ismi EL KİTAP tır. Bu kelime şemsiye bir terim olup, Tevrat, İncil Zebur, Kur'an gibi bildiğimiz ve bilmediğimiz özel isimlere sahip olan kitapların hepsinin ortak ismi El Kitap tır.
Allah (c.c) nin İsrailoğullarına El Kitap'ta "Birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın" şeklinde bir emir verdiğini, bu onların bu emri tutacaklarına dair söz verdiklerini yine Kur'an'dan öğrenmekteyiz.
Savaş, bir insanlık gerçeği olarak binlerce yıldır insanların birbirinin kanını dökmelerine vesile olan, kıyamete kadar da varlığını sürdürecek bir yöntemdir. Yalnız bu yöntemin haklı olabilmesi için, Allah'ın izin verdiği meşru sınırların gözetilmesi zarureti vardır. Kendi yanlarından çıkardıkları sudan bahanelerle, savaş sebepleri üreterek, insanların kanını dökmeye, onları yurtlarından çıkarmaya, kimsenin hakkı yoktur.
Fidye olarak bildiğimiz ve Kurtulma bedeli anlamına gelen kelime, Allah'ın El Kitap'ta meşru olarak yapılmış savaşlar için geçerli olmak üzere, o savaşın galiplerine tanıdığı ve helal kıldığı bir bedel olarak, binlerce yıldır süregelen kadim bir uygulamadır.
Şayet, "Fidye'nin kadim ve helal bir uygulama olduğunun delili nedir?" diye sorulacak olursa, Enfal s. 68. ayetini delil olarak gösterebiliriz. Bedir savaşında düşmanı iyice sindirmeden esir alan ve onlardan salıverme karşılığı olarak fidye alan Muhammed (a.s) ın yaptığı bu uygulamanın yanlış olduğunu, Enfal s. 67. ayetinden öğrenmekteyiz.
Bir sonraki 68. ayette, "Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı(kitabun minallahi), aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azab erişirdi" buyurulmuş olması, fidye almanın geçmişten gelen bir uygulama olduğunu da göstermektedir.
Bunlardan sonra İsrailoğullarının kitabın bir kısmına inanmalarının ne anlama gelebileceği de anlaşılacaktır.
Kitabın bir kısmına inanmaları, kitabın onlara fidye almayı helal kılmış olmasına inanmaları anlamındadır. İsrailoğulları yurtlarından çıkararak esir ettiği insanları fidye karşılığı salıvermekte, talep ettikleri bu fidyeyi ise kendilerine iman ettikleri kitabın verdiği bir hak olarak görüyorlardı.
Fakat göz ardı ettikleri bir şey vardı ki, onların esirlerden aldıkları bu fidye, meşru bir gerekçeye dayanmadan yaptıkları savaşın bir sonucu alınmakta, ve Allah (c.c) onlara bu şekil bir savaşı Haram kılmıştı. Haksız yere açılan bir savaş sonucunda alınan fidyenin helal olması ise asla düşünülemez. Bedir savaşında fidye almalarının yanlış olduğu bildirilen Müslümanlara bu fidyenin helal kılınmasının sebebinin, müşrik ordusu ile yaptıkları savaşın meşru bir gerekçesinin olduğu unutulmamalıdır.
Toparlayacak olursak, İsrailoğulları El Kitabın fidyeyi helal kılmasına inanıyorlar, fakat aynı El Kitabın haksız yere savaşmayı haram kılmasını ise inkar ederek, Allah'a karşı isyankar davranıyorlardı.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz meallerde, Bakara s. 85. ayetinin kafada bazı istifhamların oluşmayacağı şekilde yapılan çevirisinin, Muhammed Esed ve Mustafa İslamoğlu tarafından yapıldığını gördük.
Muhammed Esed:Bakara s. 85- Buna rağmen yine sizlersiniz birbirinizi katleden ve -kesinlikle yasaklanmış olduğu halde- kendi halkınızdan bir kısmını yurtlarından süren, onlara karşı günahkarlık ve nefrette yarışıp yardımlaşan ve esir olarak elinize düştüklerinde onları ancak fidye alarak bırakan! Böyle yaparak, ilahi kelamın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkar mı ediyorsunuz? Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların karşılığı, bütün dünya hayatında zilletten ve Kıyamet Günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka bir şey olmayacaktır. Zira Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Buna rağmen yine sizlersiniz birbirinizi katleden ve -kesinlikle yasaklanmış olduğu halde- kendi halkınızdan bir kısmını yurtlarından süren, onlara karşı günahkarlık ve nefrette yarışıp yardımlaşan ve esir olarak elinize düştüklerinde onları ancak fidye alarak bırakan! Böyle yaparak, ilahi kelamın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkar mı ediyorsunuz? Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların karşılığı, bütün dünya hayatında zilletten ve Kıyamet Günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka bir şey olmayacaktır. Zira Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Mustafa İslamoğlu:Bakara s. 85- Bütün bunlara rağmen birbirinizi katleden, günah ve düşmanlıkta dayanışma sergileyerek kendi içinizden bir kısımını yurtlarından çıkaran -ki onların çıkarılması size kesinlikle yasaklanmıştı- ve elinize esir düşdüklerinde onları ancak fidye karşılığı serbest bırakan yine sizlerdiniz. Şimdi siz vahyin bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? İyi bilin ki, sizden kim böyle yaparsa, kesinlikle onun cezası dünya hayatında zilletten başka bir şey olmayacaktır. Ahirette ise azabın en acıklısına mahkum olacaklar. Zira Allah yaptıklarınıza karşı duyarsız değildir.
Bakar s. 85. ayetine verilen mealler diğer meallere nazaran daha anlaşılır olsa da, yine de bazı yerlerde eksiklikler olduğunu söylemek mümkündür. Bu ayet ile ilgili bizim yapmaya çalıştığımız meal örneği şöyledir;
Bakara s. 85- Sonra (bu sözleri veren) sizler, birbirini öldüren, içinizden (zayıf gördüğünüz) bir gurubu yerinden yurdundan çıkaran, günah ve düşmanlıkta birbirinize arka çıkan, size esir (düşmüş)ler olarak geldiklerinde, (onların size esir düşmelerine sebep olan) yerinden yurdundan çıkarmanız haram kılındığı halde, onları fidye alarak serbest bırakanlar oldunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına (fidye almayı helal kılmasına) iman ediyorsunuz da, (birbirinizin yerinden yurdundan etmesini haram kılmasına) bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?. Sizden kim bunu yaparsa, onun bu yaptığının karşılığı, dünya hayatında rezil rüsvay olmaktır. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine çarptırılarak rezil ve rüsvay olmaya devam edeceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
19 Şubat 2018 Pazartesi
Bakara s. 65. 66. Ayetleri: Cumartesi Günü Balık Avlama Yasağını Çiğneyen İsrailoğulları Maymuna mı Çevrildi?
Kur'an içinde geçen İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda, onlardan deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun, kendilerine balık avlamanın yasaklandığı cumartesi gününde, bu yasağı çiğneyerek balık avladıkları için maymuna çevrildikleri anlatılmaktadır. Bu konu ile ilgili olarak tefsirlere bakıldığında, avlanma yasağını çiğneyen topluluğun maymuna çevrilmesinin fizyolojik olarak gerçekleştiği söyleyenler olmakla birlikte, onların maymuna çevrilmelerinin fizyolojik olarak gerçekleşmediğini, bu anlatımın mecaz olarak anlaşılması gerektiğini savunanların olduğunu görmekteyiz.
Kanaat olarak, bu olayın mecaz bir anlatım olduğunu iddia edenlere katıldığımızı baştan söyleyerek, bu iddiamızın gerekçelerini ifade etmeye çalışmak, bu yazının konusu olacaktır. Bu olayın geçtiği ayetler aşağıdadır.
Bakara s. 65. ve 66. ayetlerde şöyle anlatılmaktadır;
وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذِينَ اعْتَدَوْا مِنْكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ
Bu ayetlere meallerin çoğunda şu şekilde anlam verilmektedir;
[002.065] İçinizden cumartesi istirahat günü yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. Biz onlara: «Sefil maymunlar olun!» dedik.
Kanaat olarak, bu olayın mecaz bir anlatım olduğunu iddia edenlere katıldığımızı baştan söyleyerek, bu iddiamızın gerekçelerini ifade etmeye çalışmak, bu yazının konusu olacaktır. Bu olayın geçtiği ayetler aşağıdadır.
Bakara s. 65. ve 66. ayetlerde şöyle anlatılmaktadır;
وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذِينَ اعْتَدَوْا مِنْكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ
فَجَعَلْنَاهَا نَكَالًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّقِين
[002.065] İçinizden cumartesi istirahat günü yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. Biz onlara: «Sefil maymunlar olun!» dedik.
[002.066] Bu ibret dolu cezayı öncekilere ve sonrakilere bir ders,
korunacaklara da bir nasihat, bir öğüt yaptık.
Maide s. 60. ayetinde şu şekildedir;
قُلْ هَلْ أُنَبِّئُكُمْ بِشَرٍّ مِنْ ذَٰلِكَ مَثُوبَةً عِنْدَ اللَّهِ ۚ مَنْ لَعَنَهُ اللَّهُ وَغَضِبَ عَلَيْهِ وَجَعَلَ مِنْهُمُ الْقِرَدَةَ وَالْخَنَازِيرَ وَعَبَدَ الطَّاغُوتَ ۚ أُولَٰئِكَ شَرٌّ مَكَانًا وَأَضَلُّ عَنْ سَوَاءِ السَّبِيلِ
Bu ayete meallerin çoğunda şu şekilde anlam verilmektedir;
[005.060] De ki: Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğunu
size haber vereyim mi? O kimse ki; Allah ona la'net etmiş, aleyhine gazab etmiş
ve onlardan maymunlar, domuzlar ve Tağut'a kullar kılmıştır. İşte onlar; yer
bakımından en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.
Araf s. 166. ayetinde şu şekilde anlatılmaktadır;
فَلَمَّا عَتَوْا عَنْ مَا نُهُوا عَنْهُ قُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ
Bu ayet meallerin çoğunda şu şekilde anlam verilmektedir;
[007.166] Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince
onlara: Aşağılık maymunlar olun! dedik.
Nisa s. 47. ayetinde ise şu şekilde anlatılmaktadır;
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ آمِنُوا بِمَا نَزَّلْنَا مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ مِنْ قَبْلِ أَنْ نَطْمِسَ وُجُوهًا فَنَرُدَّهَا عَلَىٰ أَدْبَارِهَا أَوْ نَلْعَنَهُمْ كَمَا لَعَنَّا أَصْحَابَ السَّبْتِ ۚ وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ مَفْعُولًا
[004.047] Ey kendilerine kitap verilenler! Gelin yanınızda bulunan
(Tevrat)ı tasdik etmek üzere indirdiğimiz bu kitaba iman edin. Biz birtakım
yüzleri silip de enselerine çevirmeden yahut cumartesi halkını (yahudileri)
lanetlediğimiz gibi onları lanetlemeden önce iman edin. Yoksa Allah'ın emri
mutlaka yerine gelecektir.
Maymuna çevrilme ile ilgili ayetleri sadece belirli bir zaman ve mekanda yaşayan insanlar için geçerli bir olay olarak okumaya çalıştığımız zaman, Kur'an'ın bu konu ile alakalı anlatımlarından bize dönük herhangi bir ibret alma imkanı hasıl olmayacaktır. Halbuki Kur'an bu olayı başkalarının ders alması için anlatmaktadır (Bakara s. 66).
Öyleyse bu olayı lokal bir olay olarak değil, TOPLUMSAL BİR YASA, YANİ SÜNNETULLAH olması açısından bakarak okumanın daha sağlıklı bir yol olacağını söyleyebiliriz.
Araf s. 163. ayetinden itibaren başlayan deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun kıssasının anlatıldığı 166. ayette onlara, "Maymunlar olun" denildikten sonra gelen 167. ve 168. ayetleri, bu oluşun mahiyeti hakkında bilgi verebilecek olan ayetlerdendir.
[007.167] O Vakit Rabbin işte şu ahdi ilan edip bildirdi ki: Kıyamet gününe kadar onlara en kötü muameleyi yapacak olan kimseyi başlarına gönderecektir. Muhakkak ki, Rabbin hızla cezalandırandır ve yine muhakkak ki O, çok affedici, çok merhametlidir.
[007.168] Biz; onları, yeryüzünde parça parça topluluklara ayırdık. İçlerinden kimisi salihlerdi, kimisi de onlardan aşağıdırlar. Belki dönerler diye onları güzellikler ve kötülüklerle denedik.
Bu ayetler İsrailoğulları'nın düşmanları tarafından baskı, zulüm ve esaret altına alındığını haber vermektedir. Öyleyse "Maymunlar olun" ifadesini fizyolojik bir oluş olarak değil, "Düşmanlarınız tarafından baskı ve esaret altına alınarak, hayvanlar gibi başkalarının emirlerine göre hareket etmek zorunda kalanlar olun" şeklinde anlamak, olayı lokal bir olay olmaktan çıkararak, evrensel bir yasanın İsrailoğulları üzerindeki işleyişi haline getirecektir
Bu olay aynı zamanda Allah'ın emirlerini ciddiye almayarak, kendilerine emredilenlerin aksine davrananların düştükleri zelil duruma dikkat çekerek, sonrakiler için bir ibret vesikası olmasını istemekte, aynı durumun tekrarlanması halinde aynı yasanın yine işleyeceğini haber vermektedir.
[005.060] De ki: Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğunu size haber vereyim mi? O kimse ki; Allah ona la'net etmiş, aleyhine gazab etmiş ve onlardan maymunlar, domuzlar ve Tağut'a kullar kılmıştır. İşte onlar; yer bakımından en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.
Maide s. 60. ayetinde geçen "Tağut'a kul olmak" ifadesini, Firavun'un azgınlığının bu kelime ile, ayrıca Mü'minun s. 47. ayetinde Firavun ve melesinin Musa ve Harun (a.s) lar için kullandığı, "Kavimleri bize kölelik(lena abidune) ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanır mıyız?" cümlesinde geçen kölelik kelimesinin "Abede" fiili ile anlatılmış olması, İsrailoğullarının Maymun ve Domuz haline getirilmesinin fizyolojik olarak değil, esarete düştüklerindeki hallerinin tasviri için kullanılmış olduğunu söylemek mümkündür.
Ayrıca Nisa s. 47. ayetinde Cumartesi yasağını çiğneyenlerin lanetlendiğinin haber verilmesi, yine bu olayın fizyolojik olarak gerçekleşmediğini göstermesi açısından dikkat çekicidir.
[007.179] And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı ,cehenneme yaydık. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar."
[025.044] Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha da şaşkın (ve aşağı) dırlar.
Araf ve Furkan surelerinde geçen bu ayetlerde ise, inkarcıların işitme, görme ve duyma organlarını işletmemeleri neticesinde düştükleri durum hayvanlara benzetilmekte, bu durum ise yine maymun haline çevrilmenin keyfiyeti hakkında bizleri bilgi sahibi yapmaktadır.
Bu olayın hakiki anlamda değil, mecaz anlamda anlaşılması yönünde kanaat taşıyanlara katılma gerekçelerimizden bir tanesi, şayet bu olay gerçek anlamda bir dönüşüm ise, aynı hatayı yapan başka topluluklar neden maymun haline dönüşmemektedir?. sorusunun cevabının verilmesinin zor oluşudur.
Sonuç olarak; İsrailoğulları'na mensup olan deniz kıyısında bir beldede yaşayan topluluğun kendilerine cumartesi günü balık avlama yasağını çiğnedikleri için maymun haline getirildiğini bildiren ayetlerin bu durumun fizyolojik bir dönüşüm olarak anlaşılması durumunda bir takım soruların ortaya çıkması açısından mecaz anlamda bir ifade olarak anlaşılmasının, Kur'an bütünlüğüne daha uygun olduğu kanaatini taşıyanlara katılma gerekçemizi anlatmaya çalıştık.
İsrailoğulları ile ilgili anlatımlara dikkat ettiğimizde, bu anlatımların Sünnetullah olarak bildiğimiz toplumsal yasaların nasıl işlediğinin bu toplum üzerinden yaşanmış örnekler biçiminde gösterilmesi, maymuna çevrilme olayının yine bu yasa gereği cereyan edebir olay olduğu kanaatini bizde kuvvetlendirmiştir.
Bunları söyledikten sonra, Bakara s. 65. ve 66. ayetlerine şu şekilde bir meal vermek mümkündür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Maymuna çevrilme ile ilgili ayetleri sadece belirli bir zaman ve mekanda yaşayan insanlar için geçerli bir olay olarak okumaya çalıştığımız zaman, Kur'an'ın bu konu ile alakalı anlatımlarından bize dönük herhangi bir ibret alma imkanı hasıl olmayacaktır. Halbuki Kur'an bu olayı başkalarının ders alması için anlatmaktadır (Bakara s. 66).
Öyleyse bu olayı lokal bir olay olarak değil, TOPLUMSAL BİR YASA, YANİ SÜNNETULLAH olması açısından bakarak okumanın daha sağlıklı bir yol olacağını söyleyebiliriz.
Araf s. 163. ayetinden itibaren başlayan deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun kıssasının anlatıldığı 166. ayette onlara, "Maymunlar olun" denildikten sonra gelen 167. ve 168. ayetleri, bu oluşun mahiyeti hakkında bilgi verebilecek olan ayetlerdendir.
[007.167] O Vakit Rabbin işte şu ahdi ilan edip bildirdi ki: Kıyamet gününe kadar onlara en kötü muameleyi yapacak olan kimseyi başlarına gönderecektir. Muhakkak ki, Rabbin hızla cezalandırandır ve yine muhakkak ki O, çok affedici, çok merhametlidir.
[007.168] Biz; onları, yeryüzünde parça parça topluluklara ayırdık. İçlerinden kimisi salihlerdi, kimisi de onlardan aşağıdırlar. Belki dönerler diye onları güzellikler ve kötülüklerle denedik.
Bu ayetler İsrailoğulları'nın düşmanları tarafından baskı, zulüm ve esaret altına alındığını haber vermektedir. Öyleyse "Maymunlar olun" ifadesini fizyolojik bir oluş olarak değil, "Düşmanlarınız tarafından baskı ve esaret altına alınarak, hayvanlar gibi başkalarının emirlerine göre hareket etmek zorunda kalanlar olun" şeklinde anlamak, olayı lokal bir olay olmaktan çıkararak, evrensel bir yasanın İsrailoğulları üzerindeki işleyişi haline getirecektir
Bu olay aynı zamanda Allah'ın emirlerini ciddiye almayarak, kendilerine emredilenlerin aksine davrananların düştükleri zelil duruma dikkat çekerek, sonrakiler için bir ibret vesikası olmasını istemekte, aynı durumun tekrarlanması halinde aynı yasanın yine işleyeceğini haber vermektedir.
[005.060] De ki: Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğunu size haber vereyim mi? O kimse ki; Allah ona la'net etmiş, aleyhine gazab etmiş ve onlardan maymunlar, domuzlar ve Tağut'a kullar kılmıştır. İşte onlar; yer bakımından en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.
Maide s. 60. ayetinde geçen "Tağut'a kul olmak" ifadesini, Firavun'un azgınlığının bu kelime ile, ayrıca Mü'minun s. 47. ayetinde Firavun ve melesinin Musa ve Harun (a.s) lar için kullandığı, "Kavimleri bize kölelik(lena abidune) ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanır mıyız?" cümlesinde geçen kölelik kelimesinin "Abede" fiili ile anlatılmış olması, İsrailoğullarının Maymun ve Domuz haline getirilmesinin fizyolojik olarak değil, esarete düştüklerindeki hallerinin tasviri için kullanılmış olduğunu söylemek mümkündür.
Ayrıca Nisa s. 47. ayetinde Cumartesi yasağını çiğneyenlerin lanetlendiğinin haber verilmesi, yine bu olayın fizyolojik olarak gerçekleşmediğini göstermesi açısından dikkat çekicidir.
[007.179] And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı ,cehenneme yaydık. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar."
[025.044] Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha da şaşkın (ve aşağı) dırlar.
Araf ve Furkan surelerinde geçen bu ayetlerde ise, inkarcıların işitme, görme ve duyma organlarını işletmemeleri neticesinde düştükleri durum hayvanlara benzetilmekte, bu durum ise yine maymun haline çevrilmenin keyfiyeti hakkında bizleri bilgi sahibi yapmaktadır.
Bu olayın hakiki anlamda değil, mecaz anlamda anlaşılması yönünde kanaat taşıyanlara katılma gerekçelerimizden bir tanesi, şayet bu olay gerçek anlamda bir dönüşüm ise, aynı hatayı yapan başka topluluklar neden maymun haline dönüşmemektedir?. sorusunun cevabının verilmesinin zor oluşudur.
Sonuç olarak; İsrailoğulları'na mensup olan deniz kıyısında bir beldede yaşayan topluluğun kendilerine cumartesi günü balık avlama yasağını çiğnedikleri için maymun haline getirildiğini bildiren ayetlerin bu durumun fizyolojik bir dönüşüm olarak anlaşılması durumunda bir takım soruların ortaya çıkması açısından mecaz anlamda bir ifade olarak anlaşılmasının, Kur'an bütünlüğüne daha uygun olduğu kanaatini taşıyanlara katılma gerekçemizi anlatmaya çalıştık.
İsrailoğulları ile ilgili anlatımlara dikkat ettiğimizde, bu anlatımların Sünnetullah olarak bildiğimiz toplumsal yasaların nasıl işlediğinin bu toplum üzerinden yaşanmış örnekler biçiminde gösterilmesi, maymuna çevrilme olayının yine bu yasa gereği cereyan edebir olay olduğu kanaatini bizde kuvvetlendirmiştir.
Bunları söyledikten sonra, Bakara s. 65. ve 66. ayetlerine şu şekilde bir meal vermek mümkündür.
Bakara s. 65- And olsun içinizden olan bir topluluğa, Cumartesi günü balık avlama yasağını çiğnemelerinden ötürü, "Aşağılık maymun olun" diyerek lanetlediğimizi bilmektesiniz
Bakara s. 66- Onları böyle bir söz ile lanetlememiz, onları gören ve sonradan gelenler için bir aynı hatayı yapmaktan vazgeçirmek, kendisini azaptan korumak isteyenler için öğüt olsun diyedir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)