Firavuna etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Firavuna etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Kavlen Leyyinen : Firavuna Dahi Kullanılması Gereken Hitap Tarzı

Kur'an bizlere her konuda olduğu gibi , karşımızdaki bir kişi ile yapacağımız tartışmada kullanmamız gereken uslubun nasıl olması gerektiğini de öğretmektedir. Allah (c.c) , Musa ve Harun (a.s) lara hitaben, Firavuna karşı kullanacakları hitap tarzının "Kavlen Leyyinen" (Yumuşak Söz) olması gerektiğini öğütlemiştir. Kendisine yapılan bu öğüdü tutan Musa (a.s) , Firavun tarafından kendisine sorulan sorulara yumuşak bir uslup ile cevap vermiştir.

Bu öğüt sadece onlara has değil , evrensel bir geçerliliği olan öğüttür ve bizlere dönük mesajları da ihtiva etmektedir. Bu öğüt'ün anlamını ve gerekliliğini , bu gün bazı konularda farklı düşünen Müslümanların, birbirlerine karşı en ağır ifadeleri kullanmakta olduklarını gördüğümüzde daha iyi anlamaktayız. 

Allah (c.c) , Firavun gibi bir müstekbire karşı dahi yumuşak söz ile hitap edilmesini emrederken, bize ne oluyor ki karşımızdaki insan sadece biz gibi düşünmediği gerekçesi ile onu hakaretvari ifadeleri kullanmaktan çekinmiyoruz. 

Peki Müslümanlar olarak karşımızdaki biz gibi düşünmeyen birisine karşı nasıl bir uslup ile konuşmak ve davranmak gerekir ?. 

Öncelikle karşımızdaki kişinin bizim canımıza , malımıza kast etmiş bir düşman olmadığı, sadece bizim gibi düşünmeyen biri olduğu düşüncesini aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir. Karşımızdaki kişinin yanlış olduğunu iddia ettiğimiz düşüncesine karşı onu alçaltıcı ifadeler ile değil , onu ikna edebilecek ifadeler kullanarak düşüncemizi aktarmak zorunda olduğumuz bilinci asla akıldan çıkarılmaMAlıdır.

 Dini konular üzerinde tartışan kişilerin , tartıştıkları konularda  o Dinin kendilerine tavsiye ettiği tartışma metoduna uygun davranmalarını, savundukları Din kendilerine öğretmektedir. Din adına bir tartışan kişilerin , o Dinin yasakladığı bir yöntem kullanarak yaptıkları tartışmalar traji komik bir durum ortaya çıkarmaktan başka bir şeye yaramaz.

Olayı kafamızda şöyle resimlemeye çalışalım; İki Müslüman ihtilaf ettikleri bir konuda tartışma yapıyorlar ve , küfür , hakaret ve en ağır ifadelerle birbirlerine hitapta bulunuyorlar , yanlarında bu tartışmadan bir şeyler öğrenmek isteyen ve İslam hakkında herhhangi bir bilgisi olmayan kişi bulunmakta , acaba bu kişinin İslam hakkındaki düşünceleri ne olacaktır?. Karşısında iki tane Müslüman olduğunu iddia eden kişi var ve birbirlerine küfür ve hakaretler yağdırıyorlar , üçüncü kişinin tepkisi herhalde " Siz nasıl bir Müslümansınız ?" şeklinde olacaktır.

Müslümanlar birbirleri ile olan tartışmalarında , karşı tarafa galebe çalmak amacı ile değil sadece doğru bildiklerini paylaşmak amacı taşımaları gerekmektedir. Elçilerin muhataplarına karşı kullandıkları metod bu olup , Kur'anın pek çok yerinde "Sen onlara karşı bir zorlayıcı değilsin" buyurulmaktadır. Bu tür ayetleri içinde barındıran Kitaba iman ettiklerini iddia edenlerin , birbirlerine düşüncelerini zorla kabul ettirmeye çalışmaları savundukları Dinin, tebliğ metodu ile ilgili söylediklerini kulak arkası etmeleri anlamına gelmektedir.

Allah (c.c) bir çok ayetinde bizlere , birlik ve beraberliği zedeleyici amellerden uzak durmamızı , kardeşlik hukuku içinde hareket etmemizi emretmektedir. Aramızdaki ihtilaflar hakkında en doğru kararı hesap günü vereceğini beyan eden Rabbimizin bu vaadini, yaptığımız tartışmalarda hiç akıldan çıkarmamamız gerekmektedir.

Yapılan tartışmalarda en önemli faktör, doğru düşüncenin tesbitinin neye göre yapılacağı meselesi olup , bugün bir çok konudaki ihtilafların temelinde, herkesin birbirinden farklı doğru tesbit aracı bulunmaktadır. Farklı düşünceyi savunan her iki taraf mutlaka kendisinin doğru olduğunu savunmaktadır . 

Olaya Musa (a.s) ve Firavun tarafından ayrı ayrı baktığımızda, her iki tarafta kendisinin haklı olduğunu savunmaktadır. Firavun, halkının mutluluğu için kendi ilah ve rabliğinin daha uygun olduğunu iddia ederken , Musa (a.s), Allah (c.c) nin İlah ve Rabliğinin daha uygun olduğunu savunmaktadır. Musa (a.s) davasında ne kadar samimi ise , Firavun da aynı şekilde davasında samimidir. 

Aynı durumu günümüzdeki Müslümanların açısından değerlendirdiğimizde durum bundan farklı değildir. Örneğin bir Müslüman şefaatin hak olduğunu veya Allah (c.c) ye sesimizi duyurmak için araya bazı önemli şahsiyetlerin konulması gerektiğini çok samimi ve içten savunurken , bir başka Müslüman bunların yanlış olduğunu aynı içtenlikle savunmaktadır. 

Bu durum "Peki doğru olanın tesbiti nasıl yapılmalıdır?" şeklinde bir sorunun sorulmasını beraberinde getirmektedir. 

El cevab= Doğru olanın tesbiti , en yüce bir varlığın ortaya koyduğu bilgi kaynağının gösterdiği yol üzerinde ittifak sağlamakla mümkün olacaktır. 

"Peki bu kaynak nedir?" dediğimiz zaman cevabımız "Kur'an" olacaktır.

Pek çok ayet, ihtilaflarda "Allah ve Resulunun" hakem tayin edilmesini beyan etmesine rağmen , bu ayetler sanki Allah ile Resulunun ayrı bir teşri kaynağı olduğu zannına kaptırarak , Allaha itaat Kur'ana , Resule itaat Hadise olmalı şeklinde bir iki başlılık oluşturulmuştur. 

Bu iki başlılık Müslümanları öyle bir hale sokmuştur ki , Resul'un söylediği iddia edilen sözler , Kur'anla çelişse dahi bu çelişki ilgili ayetler rivayete uygun olarak te'vil edilmeye çalışılmış ve Kur'an ile çelişse dahi rivayetlerin tercih edildiği bir din algısı meydana getirilmiştir.

Müslümanlar arasındaki ihtilafların kaynağı, işte bu çift başlı durumdur. Bu ihtilafların en aza inmesi ise çift başlı bir hüküm kaynağı yerine tek başlı bir hüküm kaynağı üzerinde birlik sağlamaktır. Bunu derken Resule ait örnekliklerin atılmasını kast etmediğimizi hatırlatmak yerinde olacaktır. Din adına hangi bilgi nereden ve kimden gelirse gelsin tek başlı bir hüküm kaynağına yani Kur'ana arz edilmediği müddetçe , Müslümanlar arasındaki ihtilafların sonu gelmeyecektir. Sonu gelmeyen bu ihtilaflar , sonu gelmeyen düşmanlıklara sebeb olacak ve birbirimizi tek düşman olarak görerek esas düşmanın bize verdiği vesveseler ile birbirimizi kıyamete kadar yemeye devam etmekten kurtulamayız.

Sonuç olarak ; Bizlere her konuda yol gösterici olan Kur'an, karşı fikirlere sahip olanların birbirlerine karşı olan davranışlarını Elçiler üzerinde yaşanmış örneklerle bizlere anlatarak , bu konudada yol göstericiliğini yapmaktadır. Maalesef din adına konuşanlar bu örneklikler yerine Şeytanın fısıltılarına kulak vererek , Müslümana yakışmayacak ifadeler ile birbirlerine karşı en ağır ifadeleri ve davranışları kullanmaktan çekinmemektedirler. Bu davranışlar neticesinde ortak bir noktada buluşamayan Müslümanlar düşünce ayrlıkları içinde bocalamaktan kurtulamamaktadırlar. 

Bu durumdan kurtulmanın çaresi ortak bir paydada buluşmak ve ortak paydanın verdiği hükme razı olmaktır. Farklı kaynakların ortaya koyduğu doğrular yerine tek kaynağın ortaya koyduğu doğruların tercih edilerek , diğer bütün kaynak olduğu iddia edilen verilerin , bu tek kaynağa göre değerlendirilmediği müddetçe aradaki ayrılıklar bırakın azalmaya artan bir biçimde sürüp gidecektir. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

5 Haziran 2015 Cuma

Musa (a.s) Firavuna İsyan Eden Bir Nankör müydü ?

Bilindiği üzere Türkiye'de seçim zamanlarında ortaya çıkan tartışmalardan bir tanesi; mevcut sistemin kuralları dahilinde kurulmuş olan siyasi partilere oy vermenin hükmü konusunda olup, Müslümanlar bu konuda iki zıt kutupta toplanmışlardır. Bir kısım Müslüman oy kullanmayı savunurken, diğer bir kısım Müslüman oy kullanmamayı savunmaktadır.

Oy kullanmayı savunanların oy verme sebebi olarak öne sürdükleri gerekçelerden bir tanesi; içinde yaşadığımız sistemin herkese sağlamış olduğu bir takım imkanlardan herkesin yararlanmış olduğu ve oy kullanmama noktasında tercih beyan edenlerinde bu nimetlerden faydalandığı halde sisteme karşı çıktıkları, "Madem sisteme karşı çıkıyorsunuz bu nimetlerden neden faydalanıyorsunuz?" şeklinde bir söylem ile kendilerini savunup karşı tarafı suçladıklarına şahit olmaktayız.

Kur'an'ın hayatlarında belirleyici bir Kitap olduğunu iddia eden bizler için, yaşadığımız her zaman çerçevesi içindeki olaylara karşı nasıl bir tavır takınmamız gerektiği, bu tür durumlarda bizden öncekilerin yaşanmışlıklarından örnekler çıkararak muvahhid atalarımızın yolunu izlemek mecburiyeti vardır.

Musa(a.s)'ın Firavun ile olan mücadelesi, sadece yaşandığı zaman ve mekan dahilinde değil, çağlar boyunca gelecek olan Firavunlar'a karşı nasıl bir tavır takınılması gerektiğini bize öğretmektedir. Musa(a.s)'ın hayatını okuduğumuz zaman, onun bebekliğinden gençlik çağına kadar Firavun'un himayesinde büyümüş birisi olduğunu görürüz.

Musa(a.s)'ın elçi seçilme anına kadar başından geçen olaylar, onun kıssasının anlatıldığı surelerden okunabilir. Yazıyı uzatmamak amacı ile onun elçi seçilmesini müteakip, Firavun ile aralarında geçen bir konuşma üzerinden içinde olduğumuz duruma dair bir davranış metodu çıkarılabileceğini düşünmekteyiz.

Musa(a.s)'ın ŞUARA Suresi içinde anlatılan kıssasında Firavun ile aralarında geçen konuşma şöyledir:

Kâle e lem nurabbike fînâ velîden ve lebiste fînâ min umurike sinîn(sinîne). Ve fealte fa’letekelletî fealte ve ente minel kâfirîn(kâfirîne).

[026.018-19] Dedi ki: "Çocukken biz, seni yanımıza alıp büyütmedik mi (sana rablik etmedik mi)? Ve sen, hayatının birçok yılllarını aramızda geçirdin. Hem de o yaptığın fi'li yaptın, o halde sen o nankör kâfirlerdensin."

Kâle fealtuhâ izen ve ene mined dâllîn(dâllîne).
Fe ferartu minkum lemmâ hıftukum fe vehebe lî rabbî hukmen ve cealenî minel murselîn(murselîne). 
Ve tilke ni’metun temunnuhâ aleyye en abbedte benî isrâîl(isrâîle). 

[026.020-22] Dedi ki: "Ben, onu yaptım, ama o zaman şaşkınlardandım. Bu yüzden sizden korkunca aranızdan kaçtım. Sonra, Rabbim bana hikmet verip, beni peygamber yaptı. Başıma kaktığın bu nimet, İsrailoğullarını kendine köle ettiğinden ötürüdür" dedi.

Musa(a.s) ile Firavun arasında geçen konuşmayı şu şekilde tahlil edebiliriz; Firavun halkına karşı "İlahlık" ve "Rablık" iddia eden birisi olarak buna karşı çıkan Musa(a.s)'a, ona daha önceden yaptığı "Rab"lığı hatırlatarak (başına kakarak) kendisine karşı "kafir" olmamasını ister. Firavun'un böyle bir istekte bulunma sebebi; Musa(a.s)'ın varlık sebebinin kendisi(!) olduğuna dair olup, günümüz tabiri ile "Ben olmasaydım sen olmazdın" diyerek Musa(a.s)'a hatırlatmada bulunmaktadır.

Firavun kendi açısından haklı sayılabilir çünkü bebek iken aldığı Musa(a.s)'ı sarayında en güzel ortam içinde büyütmüş ve ona gereken ihtimamı göstermiştir. Buna karşılık olarak, yaptığı bu iyiliklere Musa(a.s)'ın nankör davranmamasını istemiş olması bir yönden makul görülebilir. Ancak burada bir hata yapmaktadır. Kendisini Rab olarak tanıtan Firavun'a karşı Musa(a.s) ve kardeşi Harun(a.s), gerçek Rabbın "alemlerin rabbi" olan Allah(c.c) olduğunu ifade etmektedirler.

Musa(a.s), iki Rab karşısında bir seçim yapmak durumunda olup, bu seçimini "alemlerin rabbi" Allah(c.c) yönünde yapmış ve Firavun'un rablığını red etmiştir. Burada dikkatimizi çeken ve çekmesi gereken nokta şu olmalıdır; Firavun'un iddia ettiği mülk aslında kendisinin değil, Allah(c.c)'nindir. Firavun ilahlığa ve rablığa soyunarak Mısır ülkesi üzerinde hak iddia etmekte olup, ona bu imkanları veren "alemlerin rabbi" olan Allah(c.c)'dir. Musa(a.s) bu noktayı göz önüne alarak kendisine bebek iken bakmış olması onun İsrailoğulları üzerindeki zulmünün neticesinde olduğunu, yani ona hiç bir şekilde borcu olmadığını tereddüt etmeden haykırmıştır.

MUSA(A.S) FİRAVUN'A, "ER-REZZAK" OLANIN SADECE ALLAH OLDUĞUNU HAYKIRARAK, ONA HİÇBİR ŞEKİLDE MİNNET BORCU OLMADIĞINI SÖYLEMESİ BİZİM İÇİN BİR TAKIM MESAJLAR İÇERMEKTEDİR.

Bu olayın bize dönük mesajını okumaya çalıştığımız zaman şunları söylemek mümkündür; içinde yaşadığımız ülkenin yönetim şekli bilindiği gibi gayri İslami bir sistem üzerine kurulmuştur. Bu sistemin yürümesi için kurulmuş siyasi partiler seçimler yolu ile iş başına gelerek halkı yönetmektedirler. Siyasi partilerin tamamı sistemin önermiş olduğu kanunlar dahilinde ve esas olarak mevcut sistemin yürümesi için kurulmuşlardır.

Durumu, inancını Kur'an'ın belirlediği Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde, inancımıza sahip çıkan ve mevcut sistemin yerine İslami bir sistem getireceği söyleminde bulunan tek bir parti olmaması (böyle bir partinin olması mevcut kanunlara göre mümkün değildir), bizim oy kullanmak konusunda daha temkinli davranmamızı gerektirmektedir.

Tercihini oy kullanmamaktan yana kullananlara karşı getirilen argümanlara baktığımızda, bu sistemin bize olan nimetleri hatırlatılarak, bu sisteme karşı "KAFİR" nankör davranılmaması gerektiği ve sistemin desteklenmesi gerektiği söylenmektedir.

Muhatap olduğumuz bu söylemi, Musa(a.s)'ın muhatap olduğu kişinin söylemi ile aynileştirmek mümkündür. Firavun, Musa(a.s)'a kendisine karşı yapmış olduğu "rablığa" karşı ondan itaat beklemektedir. Fakat Musa(a.s) Firavun'a itaat etmek şöyle dursun, ona zulmünü haykırmaktan geri durmamıştır.

Musa(a.s) neden böyle bir kafirlikte(!) bulunup "alemlerin rabbi"ne teslim olduğunu bildirmiştir? Çünkü Musa(a.s), Firavun'un elinde bulundurmuş olduğu iktidar, servet, mülk, güç vb. unsurların asıl sahibinin Allah(c.c) olduğunu biliyordu.

BİZE NE OLUYOR Kİ, KENDİSİNİ KUR'AN MÜSLÜMANI OLARAK LANSE EDENLERİN BİR KISMINA GÖRE BU SİSTEMİN YÖNETİCİLERİNİN BİZLERE VERMİŞ OLDUĞU NİMETLERİN ASIL SAHİBİNİN ONLAR OLDUĞU ZANNINA KAPILARAK, BU SİSTEMİN AYAKTA KALMASI İÇİN BİZDEN ÖNCEKİ ELÇİLERİN YOLLARINA İHANET EDİYORUZ?

Alemlerin Rabbi olan Allah(c.c), Musa(a.s)'a "Firavun'a git çünkü o AZDI" dediği zaman, Musa(a.s) Rabbi'ne "Ey Rabbim! Doğru dersin ama o azgın Firavun ben bebek iken büyütüp RABLİK etti, ben ona nasıl isyan ederim?" mi dedi?

Bugün sisteme karşı çıkarak, bu karşı olmalarını oy kullanmayarak göstermeye çalışanlara karşı getirilen argümanın, yukardaki sözlerden bir farkı yoktur. Bu sistemin halkına vermiş olduğu nimetlerin sanki sistemin yöneticileri tarafından verildiği zannı onların "er-rezzak" (rızık verici) konumuna yükseltilmiş olduğunu göstermektedir.

"er-rezzak" olan sadece Allah(c.c)'dir. Arz üzerinde kim varsa, hangi ülke varsa verilenler hepsi O'nun katından olup, yönetici kademesinde olanların yapmış olduğu sadece Allah(c.c)'nin verdiğini halka dağıtmaktır. Bu dağıtımın adaletli olup olmadığı tartışması bir tarafa olup, ülkemiz geneline baktığımızda hangi iktidar olursa olsun bu nimetleri önce kendilerine aktarmaya gayret ettikleri bir vakıadır. Bu vakıaya özellikle kendisini muhafazakar İslamcı olarak gösterenlerin ortak olmuş olmaları ayrı bir gerçek olup bu yazının konusu değildir.

Bugün içinde bulunduğumuz sisteme bakış açıları, o sistem içindeki mevcut olan iktidar partisinin diğer partilere göre daha kaliteli olduğu için oy verdiğini iddia edenler için herhangi bir sözümüz yoktur. Sözümüz; kendisini Kur'an Müslümanı olarak beyan edip inancının esaslarını Kur'an'ın belirlediğini iddia edenleredir.

İnancını Kur'an'ın belirlediği iddiasında olanlar için örneğini verdiğimiz ayetlerdeki Musa(a.s)'ın duruşunun, bugün bizim sisteme karşı duruşumuz noktasında bir örneklik teşkil etmesi gerektiğini düşünmekteyiz. İçinde bulunduğumuz imkanları sunanlar, o imkanların yaratıcıları değil, o imkanları halka eşit olarak dağıtmakla görevli olan emanetçilerdir. Bu emanetçiliği bizler şayet asil olarak gördüğümüz takdirde, yönetim kademesinde olan kişileri "Rab" konumuna yükseltmiş oluruz ki bunun literatürdeki adı "ŞİRK"tir.

Müslümanlar olarak yaşadığımız topraklar üzerinde Allah(c.c)'den başka kimseye karşı bir minnet borcumuz olmadığı gibi, bizim üzerimizde yönetici kademesinde olanların yönetim konusunda Allah(c.c)'nin emirlerinde doğrultusunda hareket etmek mecburiyetleri vardır. Bu yöneticilerin veya bu yöneticilerin yandaşlarının kendilerinin dışındakilere, onlara karşı yaptıklarını başa kakmak gibi bir cüretleri, onların kendilerini Rab ilan etmeleri anlamına gelir.

Allah(c.c)'den başka Rab olmadığını iddia eden Müslümanların, varlıklarını yönetim kademesinin başındakilere bağlayarak veya ellerindeki imkanları onların sayesinde sahip oldukları "Onlar olmazsa halimiz duman olur" şeklindeki söylemleri, Rablığı Allah(c.c)'nin dışındakilere tahsis etmeleri anlamına gelir.

Sistemin yönetim kademesinin başında olanlar şunu asla unutmamalıdırlar ki; sizlerin varlığınızı borçlu olduğunuz birisi vardır ki O da "alemlerin rabbi" Allah(c.c)'dir. Kendinizi yandaşlarınıza ululatarak etrafınızda oluşturduğunuz taraftarlarınız yarın hesap gününde ne sizi, ne kendilerini kurtaramayacaklardır.

Çağrımız şudur; özellikle AKP'nin destekçisi olan ve kendilerini Kur'an Müslümanı olarak niteleyenler, hiç kimsenin bu yöneticilere herhangi bir minnet borcu yoktur. Minnet borcu, bu yöneticilerin kendilerini böyle bir kademeye getirdiği için Allah(c.c)'ye karşı olmalıdır. Ancak görüyoruz ki bu minneti tabanlarına öyle bir lanse etmektedirler ki "Biz olmazsak batarsınız" şeklinde bir söylem ile kendilerini bulunmaz hint kumaşı olarak görmektedirler.

Esas olan ellerindeki bu iktidar gücünü İslami argümanları istismar etmeden kullanmak olması gereken bu insanlar, etraflarında oluşturmuş oldukları taraftarları ile İslami söylem kullanarak bir nevi nifak içine girmektedirler. Kendilerine İslami şahsiyetleri örnek aldıklarını iddia ederek iktidarını sürdürenlerin, yaşantılarında bu şahsiyetlerin yaşantılarını ne kadar pratize(!) ettikleri hepimizin bilgisi dahilindedir.

Şakşakçı tabir edilen taraftar kadrosunun yaptığı şey, iktidar sahiplerinin saltanatlarını sürdürmesinde İslami söylemi öne çıkararak sadece oy deposu olarak gördükleri halk sürüsünün oylarını toplayarak iktidarlarının sürmesini sağlamaktır.

Aynı durumu atamız İbrahim (a.s) açısından değerlendirdiğimizde ortaya şöyle bir durum çıkmaktadır; Bilindiği üzere İbrahim (a.s) ın babası müşrik bir kimse olarak oğluna iman etmemiştir. İbrahim (a.s) babasının kendisini büyütmüş ve doyurmuş olması karşısında ona minnet altında kalarak, ona karşı müdaheneci bir tavır içine girmemiş, seçimini Rabbinden yana yapmıştır.

Sonuç olarak; Türkiye'de mevcut olan tağuti sistemin devam etmesinde önemli etken olan seçimler ve seçimlerin en önemli kaynağı olan halkın oyları, bu sistemin ayakta kalmasını sağlamaktadır. Sisteme karşı duruşlarını oy kullanmayarak göstermeye çalışanlara karşı getirilen argümanlara karşı, bize Musa(a.s)'ın Firavun'a karşı olan duruşu örnektir. Kimseye karşı minnet borcumuz olmamakla birlikte, minnet borcu olanların başında iktidar sahipleri gelmektedir. Onlar bu minnetlerini, onlara bu iktidarı sağlayan Rablerine karşı O'nun önerdiği bir sistemi hayata geçirerek göstermek zorunlulukları vardır. Sistemin bize verdiklerini öne sürerek bu sisteme karşı "kafirlik" yapılmamasını isteyenler, aslında Allah(c.c)'ye "kafirlik" yapmakta olduklarını unutmamalıdırlar.

[039.036] Allah, kuluna yetmez mi? Seni O'ndan başka şeylerle korkutuyorlar. Allah'ın, saptırdığını doğru yola koyacak yoktur.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.